Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi Sayı: 11

Page 1

[Hayal Bilgisi 11]

1


[Hayal Bilgisi 11] Kıymetli okur,

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 4 Sayı: 11 Kış 2014 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak Editör Ayşe Ünsal Kapak Fotoğrafı Silvia Pelissero Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal {05053590695} ISSN 2146 4294 Yayın Türü Yerel/Süreli Baskı Form Ofset {05343400704} İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com facebook.com/hayalbilgisi www.edebiyatdergisi.org www.edebiyathaberleri.com www.cihatalbayrak.com Posta Foto Deniz, Manolya Pastanesi Yanı, Erciş Van Serencam Yayınları işbirliği ile üç ayda bir yayınlanır. Ticari değildir. Talep eden öğrencilere ücretsiz gönderilir.

2

Hayal Bilgisi bir mevsim sonra yeniden ellerinde. İçeriği, hazırlama süreci, edindiğimiz dostluklar bir yana, yalnızca devam edebildiği için bile mutluyuz. Çünkü edebiyat dergileri popüler edebiyatın dışındalar, hala. Karşılık beklemeden yapılan büyük iyilikler edebiyat dergileri. Yazarlarıyla da editörleriyle de birer iyilik projesi her bir edebiyat dergisi. Zor zamanlardayız. Darbe dönemlerini hatırlatan olaylar yaşanıyor Türkiye’de. Hayretle izliyoruz olanları. Edebiyatçı siyaset yapmasın deniyor. Seçme ve seçilme hakkı olan herkes siyaset yapmalı, siyasetten anlamalı. Siyasetten anlamayan kalabalıklar yüzünden bu ülkede konuşarak çözemiyoruz sorunları. Komşumuz Suriye’de kış günü çocuklar donarak hayatını kaybediyor. Bombalar atılıyor. Rakamlar onlarca diyor; ama her ölenle her gün bütün insanlık ölüyor. Mısır’da darbe kendisini unutturuyor. Kitap satın alan ama okumayan insanların sayısı hızla artıyor. Birilerine para vererek kendi adına kitap yazdıran, hayalet yazarlar sayesinde meşhur olan entelektüellerimizin sayısı da öyle. Gündemi çok hızlı değişiyor artık dünyanın. O kadar fazla içerik sunuluyor ki her birimizin hayatına; düşünmeye, seçmeye, çözmeye, hareket etmeye vaktimiz kalmıyor. Kapitalizm, bir medya devrimi gerçekleştirdi ve beynimizin olabildiğinde fazla tüketmesi için çabalıyor sistem. Beynimizin tükettiklerini seçemiyoruz. Kapısı herkese açık bir dergi Hayal Bilgisi. Ve bir iyilik projesi, ilk gününden beri. Her türlü konuda fikir ve önerilerinizi, eleştirilerinizi, yorumlarınızı bizimle paylaşın. İlerleyen sayfalarda, mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazarla tanışacaksınız. İyi okumalar…


[Hayal Bilgisi 11]

3

BOŞLUĞA YAZILMIŞ ŞİİR

/sedat ipek

# oysa ben iyi bir baca temizleyicisiydim kurum bağladım da içime bakan olmadı # gayrı resmi bir kışa uzanıyordu gövdemin hırka giymemiş yerleri münzevileri burada aptal sanırlar sanırlar ki duvarlar terbiye etmez insanı devrik bir cümle fazladır delilere onlara kalırsa oysa onlar olsa olsa baba olurlar, terbiyeye binaen kendilerini inşa ederler kapılarına çocuklar sevmez ev ödevlerini # dışarıdan camların buğusuna ne yazarsan yaz nafile kendimi temize geçirmeliyim bu sonbahar okunaklı olursa bir yüz geçmişine de dokunur sinsice severim yolculukları yorgun bir bahanedir yollar # dünya kendi ekseni etrafında bıçağını biliyordu ben aranırken iniltilerimi kesiklerini şeklinin geoid olmasına bağlıyordu coğrafya kitapları her şey usulüne uygun ve demirbaş listelerine ayarlıyken leyleklerin erken göçünü neye bağlamalı # bir şiir boşa yazılır ve boşluğa okunur çoğu zaman ve şair kırgındır yerçekimine içine düşüp düşüp durur her zaman


[Hayal Bilgisi 11] CEHENNEMİN DİBİ -Şiire ulaşma istenci-

/ mavi tuğba ateş

4 cehennemin dibini örtünmekten geliyorum insan eti yemem -vejetaryen olduğum içinbu sabah vapurda bir ayak takılması yaşıyordum -dalgın olduğum içinki düşüyordum suya-insana suinsan’a rüzgâr tuttu kolumdan iyi ki tuttu düşmedim hava soğuk değil cehennemin dibini örtünüyorum düşmedim eğildim yalnızca. gördüğüm manzara: insanlar birbirinin etini yiyordu etime örttüm cehennemin dibini şehveti kanıma girdi yandım -insanlar birbirinin etini yiyorduben cehennemin dibini örtünmekten geliyordum hava soğuk değil


[Hayal Bilgisi 11] KANADI KIRIK BİR ANKA KUŞU

/mehmet türkmen

5 # yangın söndüren kitaplar gönderdim göğüne sustukça ağlıyor için harflere dönmeyi iyi bilir gözlerin, oku harfler mektuplarımın ruhu # dağları yürütürdün açardın kanadını küçülürdü kuyusu kuru köhne dünya sonra, için yandı söndü volkanlar

# mum kokar yaksam perdedeki buğu seninle aynı kaf’ı paylaşmak ne güzel duadır # insanlar birikti taşlar ağırdır anka her yaşamın çilesi var, bilirsin bir de her yaş maske takar yüze üzülme, bu hayat gökten inince başlar


[Hayal Bilgisi 11] DERYALARA SUSADIM

/cahit tan

6

yahu ben salıverirken kafeslerdeki yurtlarına özgürlüğe hasret güvercinleri sen bana dur demeyecektin bana özüne dön diyecektin bense özümden gelme çamurlara akacaktım gerisin geriye deryalarla birleşecek hayatın demlerinden derlenecektim isteyecektim mürit olacaktım istenecektim murat olacaktım ayaklarım kirli isli paslı prangalara takılacaktı düşecektim devrimlerden kararlı bir politika olacaktım kararsız bir tetikçinin namlusunda düğümlenecektim tutukluk yapacaktım barutların kokusunda der demez güzelliği dillerden akacaktım mısralara dizelere belki sonradan bilinecek bir şairin kafiyelerinde rediflenecektim di’li geçmemiş zamanlarda deryalarda boğulmayı bekleyen korsanlara tek gözlü bayrak amblemi olacaktım daha sonra dostoyevski’nin beyaz gecelerinde nastenka’yı bekleyen kahramanla dertleşecektim ben de beklemeyi isterdim ihtimal olsaydı, derdim ihtimal olmayı denerdim bakır matlıklarında iletken duygularımın yalıtkan alıcılarına sarkarken dal, yapraklar kalkar baharla, diye umutları aşılardım ihtimallik umutlarım olsaydı gecelerimin güneş bekleyen dallarında yapraklar gibi sarkardım gündüzlere garip dostları olan yalnızlar güruhunun devrik liderleri olurdum devrik cümlelerin ardındaki sevgiliye mesajlar kadar karmaşık ve düşünceler kadar derin, hüzünler kadar kasvet kesilirdim sevgiliye dokunmayan bir şiirin ana temasında dipsiz olurdum, deryalar benim olsaydı ben en çok deryalarımda boğulurdum


[Hayal Bilgisi 11] /beyza hilal nur dindar ve bi yağmur daha öteler bizi şemsiyemiz kırılır, çatılarımız çöker baş üstüne iyi duaları insanlara kötü şeyleri tanrı üstüne yıkan toplumzadeler doğar evine ekmek götüren baba ölür mezarında dikili bir gül olmadan taşlarda isim yazmaz mürekkep para diye babasını bulur çocuk kuru toprakta babaanneler hep kötü olur anneanneler özlenir dedeler lokum, çikolata getirir saç okşarlar sonra giderler neden kalmaz ki dedeler neden kalır elimizde bastonları evlerimiz soğuk olur kışın anne eli değmiş çorba olur bazen bazen olmaz annenin gözyaşı ile demlenir çaylar musalla taşında kalan baba kokusu vardır cenaze namazı kıldıran imam sevilmez bu yüzden ayrılıklara dua okuyan sevilir mi hiç ve bir yağmur öteler bizi felsefe kitaplarına yazdığım şiirler tazminat ister aristo’dan yer işgali bu kavramlar açılın ihtilal var

7

allah günah peşinde işportacı kovalamaz ya sever bizi bilirim yetimleri başka sever, şairleri başka sevenleri başka sever ve bir yağmur öteler bizi hayra yorar falcılar şemsiye açan kapitalistleri kahve telvesinde kaderler ve bir yağmur öteler bizi salt 1 imzalar rusya konvansiyoneller yasaklanır salt 2 imzalanmadı diye nükleer kullanmak mübahlaşır bir yağmur ki sevmez bizi mikail gözdağı verir bize kesintiye uğramaz savaşlar kiraladım duaları ferhat dinamiti bulsa ya dağları delmek için biz kavuşsak ey yabancılık çektiğim yağmurlar ey yabancılık çektiğim insanlar kalbimin turistleri adem’in çocukları elestten komşularım tanıyın artık beni


[Hayal Bilgisi 11] ŞEHRİN BOŞLUĞUNDA

/ ferda balkaya çetin

8

hep bir ağaç gövdesine sarılma isteği var ruhumda bu yüzden umutlar büyütürüm içimde saçlarımdan rüzgârın aşındırdığı köklerinden tutunurum yaşama aydınlık ve çocuksu şöyle uzun kuyruklu bir uçurtmanın hayalini kursam istediğim renklerle doldursam gökyüzünü fırçamı dokundurmadan yıldızlara içinden geçerek yükselse

ağacımın dallarından mesut olurum yatağımızda ılık bir güneş olsa sevgilim her sabah ve şiirden çadırımız yanı başımızda orman gülleri nazlı serin rüzgârlı didişmelerinden uzak insan hallerinin biz ağaca yaslayalım sırtımızı arkamızdan bir orman gelir


[Hayal Bilgisi 11] PENÇE saçlarıma gizlenmiş kediyi çıkar kulağımı tırmalıyor mırıltısı tırnaklarımı kesemiyorum ortak oldu en son yediğim ota sancı çekerken baca deliğinden damlıyor kötümser düşünceler kurum bulaşıyor ellerime

/s. iclal tiryaki

9

yıkadıkça daha çok kirletiyor su bedenimi eviriyor çukur ayna eski duvar halısına düşüyor yüzüm zamana açılan bir ip bulup atlamalı yerle göğün arasına lahavle


[Hayal Bilgisi 11] KUŞ MİSALİ

/ilknur karanfil

10

bir mevsimdir aslında nefes alıp verilirken yaşamak sayfaları çevir satır aralarında gezin yüzümde gezin elimi tut bırakmamak için çocukluğum, masamdaki kitaplarım kendimle konuşmalarım hep yarım benim bizi kimse tanıyamaz burada gelirsen eğer köpürürken içimizdeki kalabalıklar dokunabiliriz yaralarımıza el yordamıyla sen istersen gidersin sandalyen bıraktığın gibi kalır haberi olmaz kuşların çünkü gökyüzü maviliğinde belirir kuşlar huzuru bulduk sandığımız o an çocukların tenlerindeki berraklıkla aynı şeydir bu

yunus ünsal

/DİLSİZ ALFABE

ilk ağızdan susarak bir ıslak karanfil renk veriyor kağıda ince yürüyen bir ağacın dallarından olgunlaşmadan düşen meyve ne kadar kök salabilirse toprağa işte o kadar renk veriyor karanfil kim demiş göremeyenlerin bunu anlayabileceğini


[Hayal Bilgisi 11] PLEVNE’YN

/leyla arsal

11

mağrur tuna, timsâli mes’ûd aşk ikliminin mehveş yüzü, leş yağması peşkeş hendesenin ceddini bin kerre yenen islâmın gücünü anlamamış kâfir, gelmiş almaya öcünü sökün ettikçe moskof şirk’in meyûs kavlinden boğuldu cenderede, şâd onmadı hâddinden azgın haykırış çınlar plevne dağlarında istikâmet; lâv olmaktır tuna mihrâbında nas’ın içinden geçer gibi yürüyen ordu kan kusan toplara sundu iman şûurunu sâtveti sendeleyen hissiz çelik yığını fehm’etti arslan pençeli türk’ün varlığını osman paşa at sırtında tepeden tepeye şahlanan kılıcından nûr yağıyor cepheye gördüm sırtlarda kopmuş başı aziz neferi kıvranan beden içmiş şehâdet şerbetini tüfeği göğsünde imanla uyuyan asker vecd’e bürünür de mevzide visâli bekler çelik gövdeli, tunç bilekli, yiğit baş tâbya püskürttükçe rus’u, gökleri sarsıyor sâyha ölümün ahengiyle çoşan binlerce mus’âb veriyor rûh’u, âb-ı hayat diyerek yâ râb yer, inleyerek uzatıyor mevt râhlesini gök, şerh ederek okuyor ezân-ı şerifi zûlüm bitmiyor, ne adâlet ne hak temini yığdılar, bir avuç mehmed’e insan selini günlerce susuz, uykusuz, onur ve gururu gömüyor son vadiye türk’ün asil soyunu uyu! aziz asker, düştüğün o son topraktı uğrunda katl’olduğun garp, ezeli mihrâktı zafer; adıyla, sânıyla sana nâzargâhtır mertliğin zihniyetinde, bu rikkât hakikattır


[Hayal Bilgisi 11] KELAYNAKLARDIR

/hakan şahin

kelaynaklardır, kanadı kırık çocuklardır

12

sınanmışım sinsice, sarmış dört bir yanımı iran ağıtı buz tutmuş gencecik kalbim, sararmış tütünden dişler geçtim yarıklardan, manş’a düştüm ölürcesine geçtim yunus emre’nin süt dişlerinden, nesimi’nin derisinden geçtim, çığırtkan moğol türküsünün döktüğü kanlardan öptüm vahşice şahları, engerek mesihleri ve toprağı sana geldim, gönlüm ise hezarfen ahmed çelebi çelimsiz bir tayın, mohsen namjoo gülümseyişiyle tarihten çığ düşmüş menzilimize, kanımızda cigara kağıtları yüzmekte tüm savaşlarda, beyaz bayrağı çekenler olarak vururlar hançeri işvek yerlerimize, analarda gırtlak sesleri allahu ekber dağlarından geliyoruz pusu kurmuşuz, semerkant’tan saraybosna’ya sesleniyoruz, hattuşaş’tan kibele’ye savur bizleri, aşkımız çıplak yüzecek, şattülarap’tan -gönlümüz ise, düşmek üzeredirşehrin insanları kaplar dört duvarı, türkülerimiz namlu ihtiras ve ihtiyat, vahşet-ü gül bırakılır avucumuza sesimizde yitirilmiş ezgiler, dans eder, sığırcıklar arasında biz ki iç sancılı bir doğu türküsüyüz kaybetmenin esrarına tutulmuşuzdur üşrek, işvek ve titreyen parmak uçlarımızdan donarak ölmüşüzdür, sarıkamış’tan -gönlümüz ise, hezarfen ahmed çelebibiz ki, bağzı adamlarız göğsümüzde ters laleler açar lastik ayakkabılarımız, hala ıslakken orkun tütünü baştan sar


[Hayal Bilgisi 11]

13

GÜLYETME

/pınar doğu

gülün çocukluğusun deneyimli bir bahçede kim bilir hangi kışlardan geçerek ve özleyerek eski bir nakışı yeniden duyulursun hiç söylenmemiş bir yazın solgunluğusun kim bilir hangi nakışlardan ilmek ilmek ve sezerek eski bir kışı yeniden sorulursun hatırlamak için aynı aynayı kendini çağırmanın mağarası seneler hafızamızın eşkıyası aynı güller karşılamaz artık unutulamayanın rayihasını gülün çocuğusun deneyimli bir bahçede


[Hayal Bilgisi 11] GÖÇ

/tuba küçük

14 insanı yaralara iyi gelen dualar şair yapar yaslandım avuçlarına bekliyorum boğumlarının serzakir merhemine ekmeğimi banıyorum edep aşkın yongası kallavi sevdaların ilk kelimesidir kehribarı dinlerken nefesinden üç armalı yüzüğünün hilal şavkına nazarımı bırakıyorum kemikleşmiş hüzünlerim seninle gülünce naz olur gülmek bir rehnüma gamzelerim ıssız birer filbahri kapadım gözlerimi şifa bekliyorum mülküm edebimdir menevişli bakışlarımla gönlünün otağına bağdaş kuruyorum fetret yıllarımın ardından özüne göç ediyorum

www.edebiyathaberleri.com Hayal Bilgisi editörleri ve yazarları tarafından kurulan edebiyathaberleri.com, kitap ve dergilerden okuma notlarının paylaşıldığı, yazar ve şairlerle yapılan söyleşilerin yayınlandığı, yurtiçinden ve yurtdışından kitap ve dergi fuarlarından izlenimlerin yer aldığı, video ve fotoğraf arşivi ile edebiyatseverlerin ilgiyle takip edeceği bir içeriğe sahip. Kitap ve dergilerinizi ulaştırmak, haberlerinizi ve duyurularınızı iletmek için iletişim kurabilirsiniz: ayse-cihat@hotmail.com | 0505 635 1554


[Hayal Bilgisi 11] PSİKONEVROZ BİR DÜŞ YETİMİ

/arif onur solak

üstat, orta hüzünlü bir şiir lütfen, içe biraz dokunanından az olunca yetmiyor hüznü içlenmeye fazlası arabeske kaçıyor o da orta yerinden çatlatıyor adamı yani ne eksik kalsın ne fazla gelsin acının demi orta hüzünlü olsun şiir, üstat şarkıları kıvamında sezen abla’nın biraz tükenelim, biraz gidelim, biraz da unutalım sonra yine devam ederiz kaldığımız yerden hayatın bütün uzun koridorları umudu müflis hayallere emanet edilmiş boş sokaklara çıkıyor yeniden nasıl olsa /ben şairlerin kendilerini astığı mısralarda bir nefeslik kahır arayan düş yetimiyim şiir diyorum üstat, orta hüzünlü olsun/ yorgunluğumun dilsiz mübaşiri avaz avaz bağırıyor içimin kuytularında “sevmek sanattır çakma şair sen çölün kızgın güneşini ayağının tabanlarında hissetmediysen eğer istidadın yoktur bir şiirin dizesinden geçmeye” dalgınlığıma dayanmış zihnimin içinden sesler düşüyor sesler içinde bir annenin telaşlı çığlığı nüksediyor kulaklarımda yarı beline kadar yüksek düşlerden sarkan çocuğu kucaklarken annem geliyor aklıma, babamı hatırlıyorum sıla-i rahim, aile saadeti iğde ağacının gölgesinde serinleyen çocukluğum

15


[Hayal Bilgisi 11]

16

ve sonra kurumsal bir memuriyet akıyor yüzümün ciddiyetinden yakamda nereye ait olduğumu simgeleyen bir kimlik öfkeli bir sıfatın yanına afişe edilmiş karakterim böyle buyurmuş sayın amir kızgınlığım halkalanıyor bakışlarımda olsun ben yine de kendimi bir şiirde katletmeyi seviyorum çünkü hiçbir şiir kamusal bir baskıya boyun eğmiyor /psikonevroz geçiriyorum galiba/ başladığı yere gitmiyor kelimeler, üstat kıvamı sert kaçtı şiirin, dokundu biraz sanırım yan etki yapıyor fonda sezen abla acıya bandırılmış şarkılara yaslanmak intihara meyilli duygular biriktirmektir biraz da oysa daha aşktan bahsedecektik sahi aşk hangi acının kafiyesiyle uyak düşüyordu şimdi, hatırlamıyorum bile


[Hayal Bilgisi 11] DERİN DARBE, KUTSAL ACI

/yaşar bedri

17

kimi mazlum kimi münkir elinde kan lekesi # ne zaman tuna boyları çalsa radyoda avluda kurulurdu çarmıh, vahim masallar # yatırın mumlarını söndüren kar dindi belki uğrarım oğul torun güze kalmadan # bir dolu eşkıya uğradı diz boyu yalnızlık açmadı içini kimseye kente düşen çığ # adalet mülkün oldu, darbeler, muhtıralar ertelendi gene geyik partimiz

VAHİY

/öztekin düzgün

içimdeki vahiye kulaklarım kurban böylece diner cümlenin susuzluğu ne güzel kuşların sığınağı olmuş hohlayıp yazdığım cam kelimelerim kanatlanır artık içerime düşerim yokuş çıkamam salarım imgeyi, sapanı olan vurur kalırım kendi aramda kelimelerim dile büküm


[Hayal Bilgisi 11]

18


[Hayal Bilgisi 11]

19

AĞZI KALABALIK SIRLAR

/nurten çakır

zamanın eskitemediği törelerin kadınıyım ağzı kalabalıktır sırlarımın dövülürüm kıblesi ters törelerin tokmağında aklımda mihengir, kaç ayar destur çeker vebali bin mahşer kanunlar kapı arasında kaderi kırpık kadınım hayata bir sıfır başladı bakışlarım -su, bomba ve güvercindökülüyor son dakika haberlerinden şam dertli etek, kanıyor ağladıkça şizofrenli tarihin şahidi çocuklar susturuldum, yaralı zamandır görme, dediler baktığın çıplak devi konuştum duyulana kadar dilim biberlidir, dilim kirli bıçak can havliyle atıp atıp ünlemleri deliyorum annemin geciken sesini çelikleşiyorum gittikçe ağzımı bileyerek


[Hayal Bilgisi 11] HİCVİYE

/murat gil

20

# ilköğretim öğrencilerinin sınandığı deneme adlı bir sınavda öğrencinin sıkılarak güzel düşler kurması dışarı bakması mı ki yaşamak # küçücüktüm en güzel günün cuma olduğu günler kadar küçük büyüdüm ve değişti sevdiğim gün # benim de küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkaran pollyanna kılıklı bir başım vardı sırf pazar geceleri yıkanan benim de boynumu kesen kolalı yakalarım oldu elimde gevrek ayran # öyle bir şey ki yaşamak kopya çekebilmenin keyfi gibi ya da çaktırmadığını sanmak yaşamak çoğu zaman kendini kandırmak


[Hayal Bilgisi 11] RÜZGAR, KUDÜS VE ÇAY

/ hasan bozdaş

21

bir derviş ederi buldum ve rüzgardan korkmayan o ‘der’i tufan ki mürekkebi arındırdı tufan ki cudi’de bağ gemi’de nuh’tu kudüs’te ruh kudüs demişken yani meryem demişken yani azizeyn yani çayını içmek vardı çölün çöl, işitmek içindi hangi dalın yangını hangi güzden beterdi bilirdi göğün titrediğine amin yağmura amin kor’a, tüf’e ve kül’e amin ama kudüs’te çay, derviş çay içmek, olsa olsa orta halli bir afrika’nın iyi aile çocuğudur kudüs’e söyleyin şimdi göğün bütün boşlukları doludur

annem bana sütten kesildiğinden beridir duam kesik kesiktir yoksa, yangının dilinden kim anlar hangi dar, hangi sehpa ağaçların nöbetini ben uydurdum biraz daha bak diye göğü tuttum, derviş zaten bütün kapılar rüzgardan korkar cümlelerin devrilmesi, evrilmesi mesela bütün bunlar biraz kudüs eksik diye çocuklar ölmeyi biliyor diye çocuklar ki gölgelerinden daha korkaktır ülkeleri, kelebeklerinki kadardır cüret, geceye kadardır derviş tufan’a kadar ama derviş, ben o eder’i buldum rüzgar’dan korkmayan o der’i kapı kapanmıştır ve bu korku rüzgara yetmiştir


[Hayal Bilgisi 11] SARI ÖLÜMLER

/eşref yener

22 # evlerin biraz eğri oluşu eylülden bazı kadınların durduk yere ağlaması da eylülse durgun bir kilide ilerliyor akşam bekletilen suları izlemiş sözgelimi bir yokuş çıkıyoruz yırtık elbiseler şehri neden azaltıyorsun balık göğünü eller perdede yatay bir yolculuk huzursuz kuşların izlendiği tüm kapılar dağ hüznünü bildi testileri kırmayın dedim, yoruluyorum çatının çığlık tüneli aradığı bir sessizliği dilimde çoğaltmam kahverengi anlarım gök dayanıksızı, yapmayın bir çocuk başı çukur edindi içi olmazlardan düğüm kaf dağı’na tabut biri kendini asan zenciye çalışıyor sarı ölümler halinde # bulanık boynu anca seçilebilen bir kadın susuyordu kendini azaltır gibi durmak ona atfedilmişti, akşam kemik seslerindeydi biraz daha durdu ve biraz daha eskidi kırmızı konak pencereler taşınırsa yüzyıl gözlerden evren akvaryumuna sorgusuz kapanırsa yağmur biriktiren eller eylüle sus konuşma der bir yüz yüze çöplüklerin ayaklandığı kumların ayaklarımıza dolandığı saatsiz bir akşam sararan yapraklar durup düşündü olan biteni bir ur kendini yokladı önce


[Hayal Bilgisi 11] BİR DAKİKALIĞINA DİNLER MİSİN BENİ /emre gürkan kanmaz

23

izin verirlerse konuşmak isterim ben şu sıralar sanırım on yaşındayım bir bahçeli evim olsun istiyorum hep hepi topu on yıldır bu evrende yaşıyorum oyun oynayabileceğim bir yer lazım bana annem dışarı salmıyor beni ağlıyorum ben de annem diyor ki dışarı çıkarsam canım yanarmış top oynayacağım diyorum kavga etmeyeceğim ama başka türlü canım yanarmış benim yine de betonlar var diyor bana çiçekler artık yokmuş uçurtma uçurmak istesem gökyüzü çamurmuş anne nasıl yani diyorum, nasıl çamurmuş anne sen anlamazsın diyor artık nefes alınmaz olmuş sonra diyor ki arkadaşın yok ki senin a oğlum insanlarla arkadaş olunmuyormuş bu devirde bu devir de neyin nesi diyorum haliyle anneme bu devir insanı öldüren zehir diyor güzel annem ne güzel insanlar birbirlerine sarılıyor filmlerde aile yemekleri pazar gezmeleri doğum günleri insanlar birbirlerini seviyor üstelik hiç üzmüyor onlar anca filmlerde olur be diyor gülerek annem insanların çok çalıştığından filan bahsediyor bana insanların çok para kazanmak için bencilliğinden etrafındaki güzellikleri nedense göremiyorlarmış sonra büyüyünce anlayacağımı da söyledi işte

ben on yaşında bir çocuğum ama zeki biriyim annemin canı insanların yüzünden sıkılıyor

Emre’nin Dergi Listesi Marşandiz Fanzin Kitapçı Çoluk Çocuk Fanzin Şiir Dergi Aşiyan Paraf Granta Ada Sahte Vefa Fanzin Deliler Teknesi


[Hayal Bilgisi 11] Hayal Bilgisi Okuma Listesi

24

Öykü ve şiirleriyle Hayal Bilgisi’nde yer alan birçok arkadaşımızın kitapları çıkıyor. Kimisi ilk kitabının heyecanını yaşarken, kimisi kitapları arasına bir yenisini ekliyor.

Çivi Mehtap Altan | FERFİR Güvercinler Zamanı Semrin Şahin | Alakarga Kitap

“Güvercinler Zamanı, Semrin Şahin’in ilk öykü kitabı. Her ilk kitap gibi, dünyaya, insanın var ettiği tüm güzelliklere umutla, sevgiyle, ama aynı zamanda kaygıyla bakan öykülerden oluşuyor. Şahin, çok değişik mekânları, birbirinden uzak coğrafyaları, başka başka çevrelerde yaşayan insanları bir arada, başarıyla anlatıyor. Onları anlatırken, akılda kalıcı, duyarlıklarla dolu sahneler kurguluyor.”

Gözkuşağı Yusuf Bal | Şiir Vakti Yayınları


[Hayal Bilgisi 11] CÜMLE ARASI SESSİZLİK

/ gülnaz eliaçık

25 Sessizlik istiyorum cümle aralarına. Virgüller eskisi gibi işlevsel değilmiş gibi geliyor bana. Zamanın yağmurlu anlarında, dışarıda kalan hep ben değil miydim sahi? Hep ben, halkanın en dışındaki kişi! Ayrılmaz bir bütünün parçasıymış gibi dururken bile, olmadığım bir bütünün parçaları, yokluğumun farkına bile varmazdı belki. Sessizlik böyle derin ve böyle hissiz yapıyordu kimseyi. Ne çok kalabalık var, arasında nefes almaya çalıştığım, ah ne çok insan! Çoğunluk değil hâlbuki benim derdim. Ben hep az olmayı yeğledim! Bir hiç kadar az ve kendi içinde çoğalan bir çığlık kadar derin yaşamayı... Öğrendiğim ne varsa hepsi okuduklarımdan. Bilmediğim ne varsa, henüz yüz sürmediğim sayfaların arasında! İlmeklerini bir öne bir arkaya attığım, ipi bittikçe bir başkasıyla düğümleyip devam ettiğim bir sessizlik örgüsü benimkisi. Tüm susmalarım yamalı. Tüm serzenişlerim içsiz bir kuyu gibi! Kuru, kupkuru bir nem deryası! Hâlbuki rutubet öksürtürdü beni, üşütürdü biraz da. Sıcaklığını özlüyorum, içimi acıtan tüm cümlelerin. Sıcaklığını özlüyorum aramın hiçbir vakit iyi olmadığı noktalama işaretlerinin... Özlemek nasıl kör bir kuyu... Özlemek sessizliğimin içini törpülemese mesela, hissettirmese kendini, bir ömür miktarı gülümseyebilirim belki. Göğüme gölgelerin düşü düşüyor! Az ağlayıp, çok gülmek faslını icra edeli oluyor hayli zaman. Sustuklarımın konuştuklarımı aştığı yaştayım. Hâlbuki ne çok severdim sesli cümleler kurmayı ben. Tebessüm çukurlarına düşmüyor nicedir söz yaşlarım. Olsun. Böyle de

yaşanabilir. Mutluluk icrası zor bir zanaat zaten… Hem uzun süreli de değil! Kim sonsuza kadar mutluluk denen filmin içinde, sonu gelmeyen repliklere muhatap olmuştur? Kim, mutsuzluğun kuyusunda boğulup, nefessiz kalmıştır sonsuza kadar? Hiç kimse! Yine de insanın aklı kalbine yetmiyor işte! Yuvası dağılmış kuşların bedduası düşüyor içime. Kalbimde çürümüş insan cesetleri, kokuları beynimi bulandırıyor. Külleri genzime sarılıyor. Ve hiç bir kalp yarası öksürerek dışarı atılmıyor! Atılamıyor işte! Nedeni, niyesi eksik kalmış bir yara hep içimde. Şuramda, sol köşemde. Hiçbir el yordamıyla bulunamıyor, bu yüzden herkes gaiplik mührü vurmuş yarama! Yalnızca benim bildiğimden ibaret artık, yalnızca hissettiğimden. Sessizlik istiyorum cümle aralarına. Şöyle, kendini uzun uzun anlatan sessizlik cümlelerini, susan harfleri. Gülümseyen ünlemi, kalbime şerh düşülen noktalı virgülleri... Hepsi sussun istiyor içimdeki ses, sustukları vakitse bin bir harf dökülüp siliniyor, maşukuna derdini hiç anlatamamış müsveddelerin üzerinden. Senfonik bir cümle silsilesi gürültü yapıyor kalbimle aklım arasında. Gürültü


[Hayal Bilgisi 11] sevilir mi? Seviliyor işte, hele ki sessizliğinin duasına durmuşsanız bir şeylerin ve sonra özlemişseniz hayatınızda yok olmasını istediğiniz bir şeyleri... Şifa niyetine bir gürültü kopuyor o vakit içinizde, kalp ağrınız diniyor. Sevmek öyle güzel bir hal alıyor ki... Kendimi alamıyorum, sayfaların sevdasından, harflerin okuduklarım üzerinde ki o ilahi oranından ve kulun eksikleriyle ağlayan, terazisi şaşmış mizansız cümlelerinden... Düşünmek için kâfi bir demlik sessizlik. Düşünmek, unutmak ve dahi unutmaya alışmak için sessizlik kâfi! Bir de gürültüsü olmasa içimin alfabesinin, biraz da onlar sussa mesela, yaşamak daha kolay olacak sanki. Sanmak, lügatime abanmış ikinci bir dil gibi ilahi! Dilim lâl-i melâl olsa, unutsa tüm söylediklerini ve aklım ve kalbim unutsa tüm hissettiklerini... Hiçbir şey olmadı hâlbuki! Hiçbir şey! Dilimin cürmünden harflere sığınırken hece hece, kalbimden uzak kalmaktan korkarken, kalabalık ürkütüyor beni. Korkuyorum sonra bu uçsuz bucaksız sessizlikten. Ah! Ben nasıl da şükürsüzüm, gözüm ve kalbim, aklım ve duyduklarım nasıl da uzak ediyor beni kendimden. İnanasım yok artık hiçbir uzvuma! İnanasım yok, beşer kılığında yalandan yontulmuş fıtratları ile etrafta gürültü çıkaranlara. Hiçbir şey olamamışken her şey olabilmenin yüküyle, bir sessizlik mağarası arıyorum kendime. İnsan kendi Hira’sını kendisi bulur

değil mi? O’nun gibi! Sessizliğimin Hira’sına bir 26 kuş yuva yapar, bir örümcek ağ örer mi sahi? Gürültü çıkaran olmasa bunca hiçliğin arasında! Her şeylerin kalabalığından hiçbir şey olmanın duasına sığınmak, kaybolmak gibi… Kaybolmak, her şeyi olduklarının hiçliğine isim koymak gibi! Görünmez kelimeler lügatinden cümleler kurmak istiyor içim. Yapboz oynamak sonra, parçası eksik kalmış bir hayatı tamamlamak, hiçlik makamındaki varlığımla! Her şey sanılan bir dizi insanı, hiçleştirip eritmek, üstüne dua almak istiyor kalbim çokça! Dua etmek istiyorum, görünmez tüm harflere, cümlelere ve hiçlere... Sessizlik deminde çıt çıkarmayan cümle hecelere bir kafiye tutturmak sonra, lâl makamında salınan tüm harfleri toplayıp, hiçlik gürültüsünde yıkayıp paklamak... Ne işe yarar ki? Ve ben, halkanın en dışındaki kişi, bunca içi kof kalabalıktan kalbimi kurtaramadıktan sonra hangi hiçlik makamı layıkıyla ağırlayabilir kalbimi, hangi kalabalık sessizce geçer aklımın yanından? Hiçliğin gölgesinde, her şeyin güneşinde bir araf hali; sussam, sussam ve unutsam her şeyi! Sessizlik istiyorum cümle aralarına. Azalsın, azalsın ve hiç olsun dünya! Cennette buluşuruz belki. Hiçliğe yakalanmış kalbimizin kıyısında, her şeyimizle duaya dururuz cümle aralarında.


[Hayal Bilgisi 11] EMANET HAYATLAR DURAĞI

/semrin şahin

27 “Ben Hülya... Mor ılgınların arasındaki bir damla suyu.”

Zil sesi dolunca kulaklarıma kalemi masanın üzerine koyup aceleyle çekmeceye sokuyorum defteri. Ağır aksak adımlıyorum odayı. Ayakkabısını çıkarttığı an çürümüş et kokusuna benzer bir koku yayılıyor odaya. Her zamanki gibi ekşi ekşi gülümsüyor. Sanrılarla karışık ince bir çizginin üzerinde salındığımı, koyakların en ücra köşelerinde hayallerimle avunduğumu düşleyerek gülümsüyorum. İçimdeki ses “Deliliğin kenarında zihnin avuntusu bu!” diye yankılanıyor göğüs kafesimde.

Buruşuk, öfkeli, boğuk bir sesle “Sofrayı hazırla!” diyor. Mutfağa seğirtiyorum hızlıca. Günle akşam düğümlenirken dışarıda, pazen perdenin gerisini tahmin etmeye bile korkarak çalışıyorum. Korkunun duyularımı mühürlediğinin, köleleşen

ruhumun ayrıksı hallerden uzak durduğunun farkındayım. Kirli krem mutfak terekleri, sararmış mermer tezgâh, giderden gelen buram buram lağım kokusu tek düze hayatımın baş aktörleri.Tabakları alıyorum aceleyle.


[Hayal Bilgisi 11] “Lan! Ne bu gürültü! Sesini kes!” diyor; “Başım kazan gibi...” Son sözcükleri kusar gibi söylediğinden ağır bir hava var evde, içimde ise sahiplenemediğim bir hayatın emanet günlerinin sancısı. Cılız ceninler, ölü bedenlere dönüştüğünden saygınlığım da bununla sınırlı. Tohumun kalitesizliğinden değil de benim güçsüzlüğümden ceninlerin küçüklüğü, hayata tutunamamanın güçlüğü... Dudaklarımı dişliyorum. Mavi sinek bulutu aynı döngü içerisinde dolanıyor evde. Vızıltı sinirliliğin patlama noktası. Yere serdiğim kilimin üzerine siniyi getirip koyuyorum. “Sofra bezi nerde?” diyor. “Yıkandı.” diyorum dilimin ucuyla. Sesimi kısabildiğim kadar kısıyorum böyle anlarda. Mutfağa gidiyorum tekrar. Zamanın kör kuyusuna saklanıyorum hissizce. Kaşığın çorba kâsesine sürtünme sesi ağız sesine karışıyor. Şapırtı, dilin ağızda dönme sesiyle sarmalanırken kulaklarımı tıkıyorum. “Kadın!” diyor tiksinir gibi. Ölüm mahkûmu olduğumu duyumsayarak giriyorum odaya. Tam karşısını işaret ederek “Otur şöyle!” diyor. Ayakları burnumun dibinde… Oturuyorum; kırgın, ezik, ölgün... “Bugün kız istemeye gideceğiz. Hazırlan!” Başımı sallıyorum. Krem rengi pazen perdeler dönüyor zihnimde. Kırmızı, çopur yüzüne; şişman bedenine bakıp

kaderine razı olan bir kurban gibi boynumu eğiyorum. Rüzgârın 28 okşayışını, kızgın güneşi hayal etmeye korkarak aydınlık bir hayatı düşünüyorum. Gut hastası olan bir kocayı, bereketsiz bir rahmi aydınlıkla bölüp çarpıyorum. Emanetliğim galip gelirken yeniden doğuyorum. Dışarı çıktığımızda üç adım gerisinden, başım önde yürüyorum. Pıstıkça pısıyorum yürürken. Tefecinin karısı olarak, çocuksuz olmanın ayrıksı düşüncelere itilen insanlar yığını içinde bir hiç olduğumu bilerek sadece yürüyorum. Hayvanlarda yürüyorlar nasıl olsa, diye mırıldanıyorum. Diş budakların sıralandığı sokağın başına geldiğimizde, zamana direnen, beyaz badanalı evin önünde duruyoruz. Kumamı görmeye gelmenin sancısı yüreğimi kabartırken emanet gibi duran tahta kapıyı çalıyorum. Rengi uçmuş kapı karanlık bir kuyuya açılırken rutubet kokusu burun deliklerime sızıyor. Çelimsiz bir oğlan çocuğu kapının kenarında görünüp, “Nene geldiler!” diye bağırıyor. Çocuğun peşinden adımlıyorum kara taşlı girişi. Karanlık kuyudan kendi mezarıma girdiğimi düşünüyorum. Yaşam denilen durağın acıları, sıkıntıları özümseme yeri olduğunu kanıksıyor tüm hücrelerim. Kiremit rengi örtülerin örtüldüğü iki sedirli odanın kapısından girdiğimde yaşlı bir kadın oturduğu yerden kalkıyor. İki büklüm uzatıyor elini. Çeneme koyup başıma değdiriyorum soğuk, titrek bu eli.


[Hayal Bilgisi 11] Kocam kasılarak karşımda oturuyor. Hiç konuşmuyorum. İç çekişleri, huzursuz sessizliği yarıyor hafif hafif. On dört yaşlarında bir kız çocuğu kahve tepsisiyle giriyor içeri. Gözleri bıngıl bıngıl şiş ve kırmızı. Yüzümüze bakmaya ürkerek tutuyor tepsiyi. Elleri titriyor. Saçları saman sarısı, kirpik uçlarında sabah güneşi oynaşıyor. Kahveleri dağıtıp hızla çıkıyor dışarı. Ardından bakıyorum boş kapı aralığına. “Torunum çok acı çekti” diyor kadın. “Oğlum ölünce anası terk etti ikisini de. Daha üç yaşındaydı Zeynep, Kazım sekiz aylıktı.” Ilık kahveyi dudaklarıma götürüyorum. Kocam için bu kızı istiyorum sesim titremeden. Yaşlı kadın uzatmadan “Verdim gitti!” diyor, kurbanlık alınırken yapılan pazarlık konuşmalarındaki gibi. Susuyoruz. “Haftaya nişan, ondan sonraki hafta düğün yaparım.” diyor kocam ağzı sulanarak. Başımı önüme eğiyorum. Yerdeki kilimin desenlerinde hayatımı çiziyorum bakışlarımla. İçeriden ufak hıçkırıklar geliyor sanki mırıl mırıl konuşmalar… Yaşlı kadınla kocam anlaşmaya çalışırken bekliyorum usulca. Emanet hayatımıza

aldığımız yolcunun acısını kendi acıma katıyorum. Kocam önde 29 ben arkada geldiğimiz gibi düşüyoruz yola. Akşamın karanlığında çevremdeki her insanın yüzüne bakarak ilerliyorum. Bir kadın söylene söylene oğlunun kolunu çekiştiriyor, oğlan bağıra bağıra ağlıyor. Yanık bir türkü söyleyerek apartmanın önünü süpürüyor kapıcı, sanki geçmişini anıyormuş gibi. Bakkalın önünde soda kasasıyla dama oynuyor iki genç; tertemiz, mutlu, umutlu… Başımı çevirip etrafıma daha anlamlı, daha bir garip bakıyorum. Acılarımızla, sevinçlerimizle beklediğimizi biliyorum bu yaşamı. Boynumu büküp eğiliyorum çakıl taşlı yola. Grimsi taşlardan bir iki tane alıyorum elime. Dayan Hülya, diyorum taşları ileriye doğru fırlatırken. Kocam dönüp öfkeyle bakıyor. O bizim durağın bekçisi diyorum içimden. Öfke, acı ve boş vermişlik harmanlanıyor gönül duvarımda. Duvar yıkılıyor aslında. Ben Hülya... Emanet hayatlar durağında bir yolcuyum. Hiç miyim, bir şey miyim? Bilmiyorum. Mor ılgınlarda bir damla suyum. Sonrası mı? Susuyorum.

> Son zamanlarda, ‘Kitap Çıkarmak mı İstiyorsunuz?’ sloganı ile yayın yapmaya başlayan onlarca internet sitesi çıktı ortaya. Bu yayınevlerinin fiyat listelerini incelediğimiz zaman, normalin 2-3 katı rakamlarla karşılaştık. ‘Kitabım olsun’ diye heves eden insanlar, maalesef bu tür tüccarların tuzağına düşerek hayal kırıklığına uğruyor. Hayal Bilgisi olarak, edebiyata, şiire, öyküye önem veren, bir kitabı olmasını isteyen herkesi bu tür tüccarlar ile bu heveslerini karşılayamayacakları hususunda uyarıyoruz.


[Hayal Bilgisi 11] ŞAİR’İN ÖLÜMÜ / esra pak

30

Arzum’a…

Ve böyle bitti. Böyle bağlaçtwsır kimi aşkta. Farklı hikâyeleri birbirine bağlar. Sen görmezsin ondaki vurguyu, saniyesi saniyesine bir fotoğraf karesinden ömrün geçer. Ve biter, O bitmelerde aşk var, bir bardak çay, akşamın puslu kokusu, ellerin var elimde, dudağının kenarındaki o gülüşte… Bitmekle başlıyor bu şehirde sevdalar. Tenha gelir o sokaklar, kalabalıkların uğultusu kulağımda. Sonra bir tren geçer önümüzden, alır gider yorgunluğumuzu. Tutsak kalmaktan korkarım, acıtmaktan. En çok kaçırılmış bir gülücük, o son bakış kalır. Sonra tekrar o fotoğrafı hatırlarsın. Ağlarım. Sen bilmiyor olursun çoğu zaman, kimse söylemiyor olur zamanın yalancı olduğunu. Bazı akşamlarda karanlık bir eve girdiğinde, karşı kaldırımdaki yalnız sokak lambasının yerine koyarsın kendini. /Ben seni, gün olur kirpiğinden öperim, gün olur ellerinden, mevsimlerinden, sevdiğin tüm şarkı sözlerinden/

Dağınıklığını toplar gibi ellerin saçlarında, senin duymadığın o vapur düdüğü, vakit tamam der gibi, uzun upuzun bir cümlenin başını unuttuğum o an gibi. Canın yanmasın diye sevememek o anı, en çok bu kalacak sende diyememek. Bir gün gözlerine baktığımda derinlerde yüzerken, acaba kim bu gözlerindeki demek… En çok özlediğim anda, seni o soğuk yurdun en ücra köşesinde bulup götürebilecek kadar sevmek. Bir türlü söylenemeyen tüm cümleler tükenir olur bazen seni seviyorum denmez, üşütme n’olur denir…

Yüzüne eğilmiş bir hüzün gibi vaat edilen o zaman parçası, alnının ortasındaki o kırışıklıkta bir hikâye var. Bir kibrit çöpünün tam sönecekken, Vasati 40 çöp olan kutuda asla 40 çıkmayacak 39 kibriti ateşe vermesi gibisindir sen. Yangın yerine dönüyor kalbim, biz birbirimizin gözlerine başka aşklar başka ihanetler gömüyoruz, oysa kimse kimseyi aldatmıyor bu şehirde. Kırgınlığın olmuş ne varsa elinde, bir gece rüyalarına karışıyor. O seher vaktinde bir damla ter göğsüne düştüğünde, biz öğreniyoruz ihanetle sadakati.


[Hayal Bilgisi 11] /Şimdi ne zaman ter içinde uyansam, ellerini tutarım, uzanıp öptüğünde yaramdan, ağlarım/ Soruları olmayan cevaplar var aklımda, kör bir insanın sesten dünyasını anlatması gibi her şey. Aslında öyle yarım, öyle yok. Seni başkalarına adarken kıskanmıyorum. Gözlerin bende/ Ve onlarda bu bakışın yok/ O şarkıyı o akşamı o günü unutamazsın… Gecede avucuma dökülen birkaç tel saçınla, ömrünü onarırım çiçek demetlerinden sarkarsın. Böyle anlarda bir tek şarkı kalır aklında ve bir hayalet olur her şey. Biz birbirine büyüyen ama birbirini tanımayan sözcüklerin eksik kaldığı, o karanlık ormanda aşkla rastlaşmış olan, akşam olurken yorgun karanlığa aldırmadan öpüşen, Maveraünnehir’de bir hikâyenin asma köprüsünden geçen düşmekten korkmadığı halde el ele gezen çocuklar gibiyiz. Tüm şarkılar seni söyler, tüm çiçekler papatya, tüm gülüşler de sen. Küfürbaz bir mahalle çocuğu gibi… Bakışlarının yaşı hüzünlü ve devrimci... Kaç yıl geçmeli özlemek için; kaç gün kaç saat kaç dakika. İnsan nasıl nasıl olur da canından daha çok sever birini. Ve kendi elleriyle öldürdüğü sevgiye katil yaşar. Demem o ki; hani terk edilince üçayaklı tahta bir at gibi yamulursun ya bir yana, işte öyle bir şey…

31

Ve ben o yangında ilk vazgeçilendim, yüreğinin en derin çukuruna düştüm. Beni sev, kasığımda ter içime çektiysem seni, aynı göğün altında farklı zamana kayan iki yıldız gibiyiz şimdi. Sen bir dağ gibisin, öyle ürkek ama telaşsız. Yüzünde ne çok yol ne çok acı ne çok insan var, sen olmayınca ölü bir bakış gibiyim ben, beni Kadıköy iskelesinde bekle Nazım Hikmet'in Piraye'yi sevdiği yerde. Genzimi yakan son öptüğüm kokun, birde akşamüstleri var sensiz geçen, Neşet Ertaş dinlemekle geçmeyen günler. /Biz senle aynı akvaryumda birbirini sevdiğini unutan balıklar gibiyiz./ Şimdi bütün diller de ayrı ayrı seviyorum seni. Ve bana unutmayı öğretmeye çalışıyorlar. /Ama ben seni unuturken daha çok sevdim. Bilmiyorlar… “Nerede kaldık şimdi biz, nerede? Hangi kesik cümlede. Hani ilkokulda çizgisi bol defterlere kesme işaretini nereye atacağını bilmeyip de yan sayfadan devam eden çocuk vardı ya o bendim, sendin. Biliyorum biz kelimemizi yanlış yerden böldük sevgili. Hiç bir cümle birleştiremez bizi.”


[Hayal Bilgisi 11] CENNETİN KIZLARI

/albulkadir üstündağ

“Nene, annem ve babam ben henüz yedi aylık iken öldüklerini söylemiştin. İnsanlar ölünce nereye giderler.” “Salima onlar cennete gittiler.” “Peki, nene oraya sadece anne ve babalar mı gidiyor?” “Olur mu Salima orada cennetin senin gibi güzel kızları da var.”

32

Salima dört yaşındaydı. Birçok yetim ve öksüz Filistinli çocuktan sadece birisiydi. Kör olan nenesi ve ateşli bir gazeteci olan amcası ile birlikte yaşıyordu. Salima pak olan kalbinin taze dudaklarına söylettiği sorulara verilen cevapları algılayamıyor ya da algılamak istemiyordu. Ölümü ve savaşı algılamak işine gelmiyordu. Bunları öğrendiğinde ruhunun kirleneceğini gayet iyi biliyordu. Sahi savaşın kirletmediği bir çocuk ruhu kaldı mı ki dünya coğrafyasında… Salima ruhunun kirlenmesine direnen savaş coğrafyasının ender çocuklarından bir tanesiydi. Kör olan nenesi ise görmediği için zaman zaman şükrediyordu. Bir insan görmediği için şükreder mi? Eğer Filistin’de yaşıyorsanız buna fazlasıyla inanabilirsiniz. Salima’nın nenesinin yüzüne baktığınızda, yüzündeki kırışıklıkların aldığı resim çok gerçekçiydi. Yüzündeki kırışıklıklar, çarmıha gerilmiş insanlığı simgeliyordu. Salima’nın nenesi sadece tıbben kördü. Ama ülkesinde yaşanan acıları hissediyor ve tüm bedeninde içselleştiriyordu. Değil midir ki acıyı görmek onu hissetmekle başlar. Bu yüzden Salima’nın nenesine kör diyemeyiz. Tıbben gördüklerini iddia insancıklar bu vahşete ne çözüm buluyor ne de parmaklarını dahi kıpırdatma gereği duyuyorlardı. Görmek tanrının her insana ihsan etmediği bir istidattır. Tüm dünya Filistin’de yaşanan vahşeti Hollywood filmi izler rahatlıkta izliyordu. Hatta ölüm konusunda bahis açan insancıklar bile mevcuttu. Bu savaşta sadece Kudüs bölünmemişti. Filistin’in acısının paylaşımı konusunda dahi Müslüman’lar bölünmüştü. Müslüman ülkelerin televizyon ve gazetelerinde reyting kaygısı nedeniyle en çok Gazze ve Hamas haberleri ön planda tutuluyordu. Bunun farkında olan ve bir gazeteci olan Salima’nın amcası Müslüman medyasına ateş kusuyordu. Çalıştığı gazetenin son sayısında, ölen çocuğunun anısına yazdığı şiirinde yaşadığı şehrin unutulduğundan bahsediyordu. Şiirin ilk dizeleri her şeyi özetliyordu.


[Hayal Bilgisi 11] “Mitralyöz beyinli siyasetçiler ve ölüm. Çocuklar sadece Gazze’de yaşamaz Ramallah’ın da çocukları vardır Ve onlarda ölmesini bilirler” diyerek Müslüman medyanın reyting uğruna, büyük bir vahşet yaşanmadığı sürece sürekli Gazze ve Hamas’tan bahsetmesine içerliyordu. Filistin’in sadece Gazze ve Hamas’tan ibaret olmadığını ifade etmeye çalışıyordu. Belki de yanılıyordu. Çocuğunu ve kardeşinin kaybetmesinin verdiği acı onun böyle hissetmesine neden oluyordu. Salima’nın nenesi ise Salima’ya anne ve babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu. Salima’nın her isteğini yerine getirme konusunda tüm gayretini sarf ediyordu. Ne zaman dışarı çıkıp oyun oynamak istese, gönlü razı gelmese de torunun üzülmesine dayanamayarak, gitmesine izin veriyordu. O gün ise torununun gitmek istediği yere kesinlikle izin vermek istemiyordu. Salima anne ve babasının hayatını kaybettiği bölgede menekşe toplamak istiyordu. Nenesinin aklına vefat eden çocuğu ve gelini geliyordu. Bundan dolayı tehlikeli olan bu bölgeye torununun gitmesine gönlü razı gelmiyordu. Salima’nın ağladığını duyan nenesi daha fazla direnç gösteremedi ve çabuk gelmesi şartıyla gitmesine izin verdi. Salima’nın nenesi kötü bir şeyler olabileceğini hissediyordu. Bir duyu organını kaybeden insanların hislerinin geliştiği söylenir, sanırım Salima’nın nenesinin de iyi hissetmesini de buna bağlayabiliriz. Oğlunu ve gelinini kaybettiği günde yaşadıklarına benzer duygular

33

yaşıyordu. Ve bu durum onu çok korkutuyordu. Torununa onunla gelmek istediğini söylemiş ama Salima kabul etmemişti. Salima ona menekşe toplayarak hediye vermek istiyordu. Bundan dolayı nenesinin gelmesini istemiyordu. Nenesi zaman geçtikçe daha çok endişeleniyordu. İçindeki kasvet ve evham tüm bedenini kaplamış durumdaydı. En ufak seste çığlık atmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Adeta kendini ölüm haberine hazırlıyordu. Çok geçmeden kapının telaşlı bir şekilde çaldığını duydu. Salima’nın nenesi durumu anlamıştı hızlıca kapıya koşarak “Salimaaa!” diye çığlık atabildi sadece. Kapıyı açtığında karşısında duran çocuk “Salima bombalı saldırının ortasında kaldı. Yaralı bir şekilde yerde yatıyor.” Sözünü tamamlayamadan Salima’nın nenesi çığlıklar atarak Ramallah’ın sokaklarında koşmaya başladı. Her attığı adım toprağın boğazında düğümleniyordu. Kapısını çalan çocuktan nerede olduğunu dinlemeden çıkmıştı. Gerek de yoktu, o acının geldiği yöne doğru koşuyordu. Her “Salima!” diyerek attığı çığlık Ramallah’taki menekşeleri solduruyordu. Salima’nın nenesi saldırının olduğu yere geldiğinde, kimsenin yardımı olmadan Salima’yı bularak kucağında sımsıkı tutuyordu. Telaşla ellerini Salima’nın tüm bedeninde gezdirerek, yarasını bulmaya çalışıyordu. Başından yaralandığını çok geçmeden anladı. Cebinden


[Hayal Bilgisi 11] çıkarttığı, eskimiş eteklerden yaptığı mendiliyle torununun yüzündeki kanları silmeye çalışıyordu. Bu esnada Salima henüz hayata gözlerini yummamıştı. Kısık bir sesle konuşmaya çalışıyordu. Nenesi onu sakinleştirmeye çalışıyordu.

34

“Korkma! Salima şimdi hastaneye gideceğiz. İyi olacaksın, başında sadece ufak bir çizik var.” “Ağlama nene, üzülme ben cennetin kızlarının yanına gidiyorum. Sakın! Nene oraya gittiğimi söyleme bunlar orayı da bombalar!” Salima’nın son sözleri bir çocuğun gözünden savaşın hülasasını gösteriyordu. Ancak bir çocuk bir caninin haddini aşarak cenneti bile bombalayabileceğini kurgulayabilirdi. Bir çocuğu cennette dahi korkuya sevk edecek bir savaşın kefaretini tüm insanlık olarak hep birlikte Salima’ya menekşe toplayarak belki ödeyebilirdik. Ve bir çocuğun ölüm sebebi menekşe toplamak olmamalıydı. AŞKI KIYAM ET

/şahin sevim

bir kâğıt bir kalem doldurmuyor yüreğimde ki uçurumları ağlanmaz gülünmez bir güz yaprağı mevsimidir azaldığım her şiir artık şairlik ne haddime sadece elvedaları yakıştıramıyorum sevenlere bir yaz yağmuru gibi uzaklaşırken gölgen ayaklarının dibine düşüyor alın yazım ardın sıra yazmak istiyorum ağaç gibi ellerimi yontarcasına haydi ört üstümü bir avuç yağmurla haydi tut beni toprak dolu bir sabırla taş plağa yine bir yalnızlık türküsü koy belki meftûn belki mecnûn sen içimde ki ıssız ç/ölün sahibesi tüm dünya dillerinde adın aşktır çalınan lehçeli lügatimde susma ey içim; de ki neden ben her sevdiğimde yüreğim cehennem gibi yanar? içimden eksilen her şey ya kan kırmızı ya da zaman sarısı göçmen kuşların göğü dilimlediği uzaklar âşk-ı kıyâmete doğru yüzgörümlüğü tütün buğusun da diyor ki yüreğimin sesi zaman bile yorulur aşkı kıyam et; aşk ki kıyamet!


[Hayal Bilgisi 11] HİYEROGLİFLERİ ÇÖZEN ADAM

35 /cengizhan genç ben hiyeroglifleri çözen adam değilim orhun kitabelerini de ben bulmadım uygurca konuşmayı bilmiyorum kayıp uygarlıklar bana göre değil -hem kaybolan ne var ki istesek yaratırız her uygarlığıbaşımı göğe kaldırdığımda

yüzün bir burçak tarlası gözlerin zeytin ağaçları çocukluğundan kalma bir kan ırmağı besliyor dudaklarından dudaklarımı bir kumbara değil göz kapaklarım ve biliyorum annende senden daha güzel değil ben hiyeroglifleri çözen adam değilim eskiden, görüşü tazeyken parmaklarımın çizerdim ben de yamuk binalar soğuk akşam üstlerinde ve karanfilin insansız çıplaklığında

gösteremem sana kuzey yıldızının yerini çünkü yosun tuttu ağlamaktan elmacık kemiklerim içimde akıyor ulaşılmaz denilen denizlere çıkan ırmaklar yine de ben basit ve sıradanım seni yaprağın ağacı sevdiği kadar sevebilirim

eksik oldu belki çizgilerim ama duygularım değil ben hiyeroglifleri çözen adam değilim babasından boşlukta dayak yiyen gül kokan, sümbül kokan… bir mısır tanrısı değilim şiddet benim için yazıldı ve ayrılık ben kutup yıldızı değilim kardeşlerime uzanmıyor kollarım yine de seni yurt çıkışlarında, metro girişlerinde sahaflar çarşısında hep bekleyebilirim çünkü seni beklemek susmak gibi karşılıklı ve ümitli


[Hayal Bilgisi 11] Yaşar Kemal’ den Efsanevi Bir Roman: Tek Kanatlı Bir Kuş Emrah Adaklı

36

Halkının neden terk ettiği bilinmeyen, gizemli, karanlık, bir kasaba, bu kasabaya atandığı halde gidemeyen bit posta müdürü, yalnızlığın timsali bir istasyon şefi, Alamancı bir genç kadın… Büyük usta Yaşar Kemal’in Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Tek Kanatlı Bir Kuş” romanı, toplumda bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan korkunun destansı hikâyesini sunuyor. Kemal’in 1960’ların sonunda yazdığı ve şimdi yayımlamaya karar verdiği roman, okurunu 1960’lı yılların Anadolu’suna götürmeye yetiyor. Bu küçük hacimli, iki bölümden oluşan romana genel bir bakış yaptığımızda; I. Bölümü, Yokuşlu kasabasına atanan posta müdürü Remzi Bey, karısı Melek Hanım ve kedileri, uzun bir tren yolculuğunun ardından kasabanın yakınındaki istasyon durağında tren yolculuklarını sonlandırırlar. İstasyon şefi Sadrettin Bey ile olan diyaloglar, hikâyenin ahenk bütünlüğüne ayrı bir tat katıyor. Sadrettin Bey kaçakçıların kendisine çokça bıraktıkları kaçak çaydan demliyor. Remzi Bey çayın tadını övgüyle anlatıyor. Fakat ilginç bir durumla karşı karşıyalar; Yokuşlu kasabasına gitmeleri tehlikeli olabilir. Rivayete göre kasabanın üzerine dağ kaymaktadır. Yokuşlu’ya giden otobüslerde artık Yokuşlu kasabasına girememesi ayrı bir trajıkomik durumdur. II. Bölümünde, Alamancı kadın Zeliha ve kocası Hüsam da karakter listesine ekleniyor. Zeliha, Almanya’dan annesini ziyarete gelmiştir. Zeliha bu esrarengiz bekleyişe son vererek Yokuşlu kasabasına girmeye karar verir ama kasabada başından geçenler herkesi hayretler içinde bırakır. Kasabaya Yanıkoğlu Hüseyin denen kasaba sakini girip çıkmış ama o da esrarengiz bir şekilde bu sırrı açıklayamıyor. Zeliha ve kocası Hüsam Almanya’dan çıkıp kasabalarına geldiklerine çok pişman olurlar. Kısacası 1960’larda Almanya’ya göç eden gurbetçilerin artık kendi doğduğu topraklarda yoz olması, bu topraklara nankörlük yapmasının özetidir. Usta yazar Orhan Kemal, Melek Hanım karakteriyle de kendi doğduğu topraklara atıfta bulunuyor. Melek Hanım Adana’nın Kozan beldesindendir; Remzi Bey: Türkmenler. Bizim Hanım Kozanlı Hele bu Çukurovalılar, Türkmenler. Bizim Hanım Kozanlı olur. Yanıkoğlu Hüseyin: Kozanlılar yiğit olur. Zorlu bir türküsü var hani. İşte o Kozan. İnsanoğlu kendi çaresizliği karşısında, âdeta uçamayan, çırpınan Tek Kanatlı Bir Kuş metaforu, Yaşar Kemal’ in o muhteşem üslûbuyla, 70 yapraklı bu efsanede ustalıkla işlenmiştir…


[Hayal Bilgisi 11] /fatma erkül avuçlarım yanıyor sensizlik bir deniz sancısı sensizlik bir çetrefilli yol bütün sokaklar sana benziyor bütün çocuklar bana köşe başlarında yalnızlığım sen gittikçe uzuyor yüreğimde büyüyor çiçeklerin

37

Çal Kapımı, Hayallerimden bir gemi yap. Benden ve senden bildiğim bütün olmazları bindir, kaptanı sen, tayfası sen, rotası sensiz çiçekler olsun… O çiçekler ki her çalan kapı zilinde soldu… O çiçekler ki kitap sayfalarında kurudu, bana çiçeklerimi de getir gelirken, düşlerden beslenmiş olsun, kırmızı, mor, demet demet değil, bir gonca gül gibi birkaç yaprak olsun… Her yaprağında ayrı sözcükler olsun, hiç yazılmamış, hiç söylenmemiş bir türküde söylensin adım… Kelimelerde yerini bulmamış bir şiir olsun her yaprağı, yeni doğmuş bir bebek kadar taze ve güzel, masumiyetiyle kokusu tütsün üstünde buram buram… Çal kapımı, Her günü birçok güne benzeyen, her yılı birçok yılla değişen, mevsim değil, ay değil saat değil, saniyeler geçmeden gel… Gel ki, açtığım kapı gülsün… Birdenbire, ansızın gel, çay demlenirken, öylesine bir halde seni düşünürken, her gün gelirmiş gibi, kapı komşusu, kırk yıllık ahbap gibi, bir bahar sabahı henüz ortalık ağarmadan, alacakaranlıkta gel… Dönüşsüz olsun gelişin, yolları ve yılları çalarak, bir kilit vurarak yokuşlara, aydınlık bir yüzle, gülümseyen bir yarınla, gel… /ahmet can altıok

Az önce içimden bir şiir kırıldı, bir daha kimseyi kırmamak üzere. İçimde/n kopan fırtınaların nefesi, sensizliği haykırmayacak bir daha. Kasvetli dakikalar, saatler ve hatta günler bile çürümeye yüz tutacak. Bir daha suskunluğumun ölümbaz iniltilerini sessizliğimle haykırmayacağım, sensizliğe sitem olarak. Ve son olarak; bir daha kimseye senden bahsetmeyeceğim, olmazların bende kalarak…


[Hayal Bilgisi 11] SUSMAK. SESE.

/meltem dağcı

Evin terasından cami minaresi görülen oda kısmındaydım. İlahi adalet. Ters köşe kapmaca oynar gibi yeşil ışıkları belirdi gözümün önünde. Hava alacakaranlık. Sevemedim halen yarı aydınlık hallerini bu dünyanın.

38

Terasta gözle görülür biçimde önceki günün havasının izlerini veren ıslak sigara izmaritleri vardı. Etrafta ise savruk hayatını andıran karalama yaptığı kâğıtlar; dizelerle doluydu. Bir adet iskemle vardı koskoca evden yalnızca dışarıya taşan. Gerçekten yalnızdı. Evin damında, kuşların konduğu çanak anten ve benim ise onlara şarkı söylediğim anlarım vardı. Ağır bir sabahtı. Demli bir çay. Beyaz perde çekmiştim duvarların nemli kokusunu burnumda duyumsayarak. Hayat bazı anları tekerrürden ibaret kılardı. Tanrım, ne olur bir rüya böyle başlamasın. Yerdeki kâğıt parçasının üzerine kurşun kalemimin ucunu açıyorum. Sil baştan kalemim. Şimdi yeniden başlıyorum. Üçüncü tekil şahıs; Susmak O’na göre ben bir ruhtum. Silik bir siluet bazen. Ya da Kürk Mantolu Madonna’sı idim yarı çıplak bedenin. Kitaptan fışkıran Maria Puder’dim ben. Paltosunu evinde unutan kadındım. Küt saçlıydım. Gözlerim denizin nemine çalardı, bazen ıslak. Ruhtan sesler korosundan biriydim; kafamı tümcelerle doldurduğum zaman. Masallardaki dev yaratık olmaktan yorulunca, mitolojideki Poseidon tanrısı olan gene bendim. Kanatlarım vardı ama uçamayan varlıktım. Bin dokuz yetmiş ya da seksenli yıllarda yaşamıştım. Kuyuda yardım bekleyen bir meçhuldüm. Birinci tekil şahıs: Ses Günlerin getirdiği geceye minnet etmeyen harflerim adına sessizce konuşmuyorum artık. Bir nefesti sesim. Haykırıyorum. Ses tonum evin duvarlarına, ardına mahalledeki apartman kapılarına çarpıyordu. Çığlık atıyor olmalıydım artık. Son bir hamledir. Çanak antene konan kuşlara sesleniyorum: Ben halen o kendi sesimi arıyorum.


[Hayal Bilgisi 11] EVSİZ

/ibrahim sarp baysu

Merhaba…

39

Ben bir evsizim. Hep yalnızımdır. Bir mendil ya da plastik bir kahve bardağıdır sizinle ortak olan noktam. Ve cebinizdeki bozuk paralar. Ve bir de bir zamanlar benimde sizin şimdi sahip olduğunuz gibi sahip olduğum o hayat. Bazen de bir sosisli sandviç. Ya da hamburger, bir bardak sıcak çay… -Bardak daima plastiktir.Ve atabildiğim kadar şeker atarım çayıma. (Galiba içimdeki çocuğu hala yaşatıyorum. Tamam, tamam; size yalan söylemek çok zor. Şekeri çok az tüketebildiğim için fırsat buldukça bol bol yer içerim. İçimdeki çocuk, karlı bir kış akşamı öldüğü zaman çıkarıp atmak zorunda kaldım.) Yalnızımdır, dediğim gibi. Vasıflı yalnızlıktır benimkisi. Yalnızlığa bağlı yalnızlıktır bu. Sahibi yalnızlık olan bir yalnızlık… Bir yalnızlık koleksiyoneri sayılabilirim aslında. Pullar kadar değerli olmasa da değerli şeydir yalnızlık. Çoğunuzun bunu almaya paralarının yetmediğini biliyorum. Daha önceki hayatımda buna çoğu defa şahit olmuştum çünkü. Her neyse… Buradan hayatlarınıza bakınca yalnızlığım pek değerli duruyor benim için. Ve sizin tarafınızdan yalnızlığıma bakınca bir çeşit özgürlük ya da bir çeşit aylaklık gibi duruyor olabilir bu yalnızlık.

Ama bazen öyle değil. Buna kesinlikle inanabilirsiniz. Ama sadece bazen! Her neyse işte… Dediğim gibi; ben bir evsizim. Bir bayrağım yoktur örneğin… Uğruna insanları öldürdüğüm bir ülkemde. Bir ailem. Bir patronum. Bir tanrım. Bir arabam. Bir takım elbisem. Bir çocuğum. Ve bir olan hiçbir şeyim yoktur. Bana ait şeyler yoktur. Sadece benim gibilere ait bir şeylerim vardır. Buna komünizm diyorsunuz siz. Ah pardon; bir arabam var benim. El arabası. Ve çocuğumda var. Hem de çook çocuk.


[Hayal Bilgisi 11] Karabaş, boncuk, zeytin, maviş ve daha adını sayacağım yüzlerce dostum var. Maalesef sizin dilinizi bilmedikleri için onları sizinle tanıştırmak yersiz. - Hav hav! Bu karabaştı. Sanırım sizi sevmedi. Ona kızmayın. Bunda haklı sayılır. Çünkü bir sonbahar gece sizden bazıları beni hastanelik edene kadar dövdüğünüzde buna şahit olmuştu karabaş. Neyse boş verelim bunları. Ben sizler gibi intikam duygularımın karabaşlığını yapmıyorum. Sizlerin saçma hayatlarını taklit etmek yapacağım en son şey.

40

Evet, dediğim gibi ülkem yoktur. Bayrağımda yoktur. Aslına bakarsanız bir bayrağım var. Siz ona gökkuşağı diyorsunuz. Sınırlarım yoktur. Hayatı sınırsızca yaşarım. Aslına bakarsanız bir tane var. Benim tek sınırım açlık sınırıdır. Hep o sınırı geçerim. Hep o sınırın dışındayımdır. Bir politikacıya gönül vererek onu desteklemediğim ve boynuma bir tasma takarak günümün yarısını iki kat ağırlığımda olan bir adama çalışarak geçirmediğim için her zaman dışında kalırım o açlık sınırın. O sınırın içine nadir olarak ayak basarım. Bundan pek şikâyetçi olduğumu söyleyemem. Yüzümdeki çizgilere aldanmayın. O çizgiler sizin gibi yaşarken içime attığım fırtınaların yüzüme sapladığı bıçakların izleridir. Ben hiç’imdir ve hiçbir şeyim yoktur. Yani yok derken elle tutulmazlar. Tutulsalar bile benim değillerdir. Yani bir süre benimdirler. Sahip olduklarım her ne kadar filmlerdeki gibi romantik olmasa da çıplak bir gökyüzü, bulutlar, yağmurlar, karlar, çamurlanmış çimler, vergilerinizle inşa edilmiş köprüler ve banklardır. Ve daha bunlar gibi birçok şey işte. Evet, banklar. Sizin kıçınızın benimse bedenimin yatağıdır oralar. Sizden farklı olarak uzanarak ve gazeteden yapılma nevresim takımlarıyla kullanırım ben bankları. Ve sizin gibi saçma sapan şeyler yazmam üzerine. Ve sizler gibi saçma sapan aşk nağmeleri kazımam cebimde taşıdığım bıçaklarla. Merak etmeyin; sabah bıraktığınız gibi bulmanızı sağlarım genelde o bankları. Her sabah her güne hiçbir farkı olmadan uyanan sizler gibi ben de onları aynen öyle hiç değiştirmeden bırakırım. Tıpkı sizin sizi değiştirmeden koca bir ömrü yaşayıp tükettiğiniz gibi.


[Hayal Bilgisi 11] DENİZ’İN ORTASI I

/nevin akbulut

küçükken ağlamaktan utanırdım / yalnızken ağlardım en karanlık gecelerde / en kalın yorganların altında

41

Büyüdükçe utanmıyor insan ağlamaktan, sıkılmıyor. İnsan içinde, gözleri açıkken, kapalıyken fark etmiyor ağlamak. Büyüdükçe daha çok ağlıyoruz, saklayamayacak kadar. Küçükken her şey daha saklanılır gibiydi, kendimiz gibi, minicik bedenimiz herkesin oturduğu sandalyeyi bize yatak yapıp uyuyacak kadar ufacıktık. Küçükken sakladığımız şeyleri büyüdükçe saklamakta güçlük çekiyoruz. Belki de ağır geliyor artık saklamak. Belki de büyüdükçe yüreğimiz küçülüyor ve gittikçe cesaretleneceğimize yüreksizleşiyoruz. Yüreğimizi birilerine verirken çok da cömert davranıyoruz aslında. Ama söz konusu kendimiz olunca harcamak kolay olmuyor. Büyüdükçe saklamak için tecrübe sahibi olmamız gerekirdi ama büyüdükçe inatla saklayamıyorduk. Olur olmaz yerlerde ağlıyorduk çocukça. Çocukken yapamadıklarımızı yapıyoruz belki biraz da… Büyüdükçe çocuklaşıyoruz belki de, yaptıklarımızı ancak çocukluğumuz kabul eder. Büyükken çocuk gibi yaşamaya çalışıyoruz. Çünkü her şeyimiz küçülüyor biz büyüdükçe ellerimiz büyüyor ama tutamıyoruz istediklerimizi. Zaman kayıp giderken avuçlarımızdan biz yakalayamıyoruz. Sevdiklerimiz terk ediyor biz tutamıyoruz. Çünkü gücümüz azalıyor büyüdükçe. Büyüdükçe çocuklaşıyoruz ve ağlamaktan başlıyoruz buna. Belki de her şeye ağlamamız bu yüzden, çocuklaşmak yaşlanmak biraz da. Bunu kanıtlamaya çalışıyoruz ağlayarak. Mahallenin en pasif çocuğuydum ben, oyunlardan atılan ya da yedekte tutulan. İp atlama oyununda hep ipi tutan çocuktum. Zayıf, kısa boylu ve küçük. Ayağımdaki renkli lastik ayakkabılardan koşarken batan taşlar acıtmazdı yüreğimi, diğer çocukların beni horlamaları kadar. Biraz da beceriksizdim sanırım, oyun oynamaya gelince. Beceremezdim, hayatın gerçekleri vardı çünkü oyun oynamak yerine zamanlarımı dolduran. Ama yine de cesaretliydim şimdiki zamana göre. Büyümek belki de cesaretsizleştiriyor ya da tam tersi, değişken bir şey bu. Beceriksizliğim hayatın oyunlarıyla ilgiliydi. Gerçeklerden vakit bulamadığımız oyun saatleri vardı, ekstra vakit bulmak için çabaladığım. Oyun oynamak için başka şeyleri daha çok yapmak durumunda kalırdım. Birilerinin gözüne daha fazla girmem gerekiyordu oyun oynamak için. Bunun için de daha fazla hizmet, daha fazla çalışmak gerekti.


[Hayal Bilgisi 11] Hayat denilen şey hep ileride giderdi ve ben ona yetişemezdim ya ayaklarım küçük olduğu için ya da giydiğim rahatsız ayakkabılar yüzünden. Katılamaz- 42 dım katılmam gerekenlere. Hep bir şeyler engeldi hayatıma. Benim hayatıma dışarıdan müdahale ediliyordu ve kanatlarım yoktu uçmak için. Ayaklarım koşamayacak kadar küçüktü. Ellerimdeydi tüm güç, onlar da yetmiyordu bazen. Yumruk yapsam bile yetişmiyordu hayata. Yetmiyordu acıtmaya. Tüm uğraşım okyanusta bir damla olmakken, bir yıldız tozu olmuştum. Yerim yoktu burada, büyüdüğümde bile. Toz olup uçacaktım. Gökyüzü mü daha genişti yeryüzümü? Dünya yuvarlaksa ikisi de eşit olmalıydı. Ama yeryüzü lüzumundan fazla doluydu ve bazılarımıza yer kalmıyordu. Kâğıttan bir gemiyim denizinde, kâğıttan olduğumu bilerek, sonuna gelmeden batacağımı, su alacağımı bilerek çıktım bu yolculuğa. Ya deniz beni yutacaktı ya da kâğıdımdan yanacaktım. Ben boğulmayı tercih ettim, küçük bir çocuğun elindeki gemiyle birlikte. Bir kova dolusu su yetmedi gitmeme. Ardımdan dökülen suların inadına daha da uzaklaştım. Şimdi olmak istediğim yerde, kâğıttan geminin tam ortasındayım, kurtarılmayı beklemiyorum. Bu batış hayatımın anlamı çünkü. Sevdiğim maviyle buluşma vakti. Büyüdükçe cesaretlenmem, çocuklaşmam bu yüzden işte. Şimdi ağlamaya ihtiyacım var, Bu denizin ortasında Küçücük ellerimle yaptığım kâğıttan geminin içine sığamıyorum artık. Hem gözyaşlarım da ıslatıyor, daha çok su alıyor gemi. Sende var olmak için, yok olmayı seçiyorum ben. Bu yüzden buradayım. Deniz’in tam ortasında En kâğıt halimle. Çocuk ellerimle; Beceriksizim işte, elim yakışmıyor küreklere.


[Hayal Bilgisi 11] /melda vera İçimde boğuldu sevinçlerim. Eli kalem tutan, harfleri bereketli bir lisanı uğurladım. El salladım, su döktüm ardından. Okunmuş pirinç koydum ceketinin iç cebine, Kalem Suresi okudum bulanmış zihinlere. Usulca kapıyı kapattım dışarıdan.

43

Yola düşen kelimelerin baskınına uğramadan, çatık kaşlı, asi ruhlu ünlem işareti gelip de cümlelerimin sonunu istila etmeden yola koyuldum. Yoluma çıkma umudunu perçinleyerek, ters istikamette üstüne üstüne yürüdüğüm onca insanın arasından omzuma çarpan bir sen çıkmadı. Çarpıştığım onca kişinin cebinden yere düşüp saçılmadı okunan pirinç taneleri. ‘Eski toprak’ kokmuyordu kimse, eskimiş kitap kokusu da yoktu havada. Kolunun altında ciltleri aşınmış kitabıyla, sayfaların arasında dolanan saman kokulu elleriyle, iş dönüşü alın teri ile kazandığı yevmiyesini beyaz mendiline saran harflerin sahibini arıyorum. Neden mi bu arayış? Bahanem hazır. Çay koydum da, hani belki çay içer, kitap okur, iki kelam ederiz.

DİSCONNECTUS ERECTUS

/gül esen kılıç

Kuramsal olarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra etkilerini göstermeye başlayan postmodernizmin edebiyattaki yansımaları 20. yüzyılın ikinci yarısında görülmeye başlar. Kavram olarak ele alındığında modernizmin ötesi olarak nitelendirilen bu akım belli bir ideolojiyi ya da öğretiyi hedefleyen mevcut düzene eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşan bir akımdır. Çoğunlukla bir başkaldırı niteliği taşıyan postmodernizm, modernizme sorunsal bir bakış açısıyla yaklaşır. Postmodernizmin edebiyatımızdaki etkisi ise Oğuz Atay'ın eserleri ile kendini gösterir. Tutunamayanlar adlı eseri ile edebiyata farklı bir soluk getiren Atay, postmodern romancılık anlayışının öncüsü olarak literatüre adını altın harflerle yazdırır. Akımın etkileri her anlamda Atay'ın eserlerinde vücuda gelir. Postmodernizmin modernleşmeyi eleştiren bakış açısı Tutunamayanlar'da salon salomanjeli burjuva hayatı olarak nitelendirilir. Yazar eserinde modern şehir hayatındaki insan portresini şu cümlelerle ifade eder; “Her çeşit aydınıyla, yarı aydınıyla, okumuşuyla, kendini yetiştirmişiyle, korkağıyla, gerçek mücadelecisiyle


[Hayal Bilgisi 11] bu çirkin taş, beton, mozaik ve hepsinin üstünde sarı badanalı çatı katlarına tutunmaya çalışan şekilsiz kalabalık...” Dört bölümden oluşan eserin yazım 44 tekniği ve anlatım üslubu eseri alışıldık roman kalıplarının dışına taşır. 1972 yılında yaptığı bir röportajda kendini, “Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum...” diye ifade eder. Bu bize eserlerinde hayali kurgularla yaratılan roman kahramanlarını anlatan yazarlardan farklı olarak, insanı tüm gerçekliği ile eserlerine dâhil ettiğinin ipuçlarını verir. İronik bir bakış açısı ile değerlendirmeye aldığı insanı ve eylemlerini, ‘durbakalımhelecilik’,‘bankayaonbinikiyılsonraellibinalangiller’ gibi alışılmışın dışında bir yaklaşımla kategorize ederek farklı anlatım teknikleri ile tanımlamaya çalışır. Eserin kurgusu; bireyin hayatı anlama çabasını, kendi benliği ile verdiği iç savaşını, sınırları önceden çizilmiş bir düzen içerisinde sıkışıp kalan insanı ve salon salomanjeli burjuva yaşantısı içindeki kalıplaşmışlığını tüm çıplaklığı ile gözler önüne serer. Arkadaşı Selim Işık'ın intiharını öğrenen Turgut Özben, bu intiharın nedenini sorgulamak için onu tanıyan insanlarla iletişime geçer. Selim'i yeniden anlamaya çalışan Turgut, iç dünyasındaki yaşantının içine sürüklenir. Bu intiharın nedenini araştırırken içinde bulunduğu kurmaca dünyadaki yerini sorgulamaya başlar. İç konuşmaların hüküm sürdüğü eserde Turgut Özben'e iç sesi Olric eşlik eder. Eserin sonlarına doğru Turgut Özben'in gerçek hayatla ilişkisini kopardığına ve artık sadece Olric ile sohbet ettiğine şahit oluruz. Tutunamayanlar’ı, eserinde ironik bir yaklaşımla Disconnectus Erectus olarak kavramlaştıran Atay, eserin ilerleyen sayfalarında da “Gerçek Tutunamayanlar’a saygım büyüktür, onları bir ansiklopedide toplamak isterdim. Türk Tutunamayanları Ansiklopedisi... Benden sonra bu işi yapacak kimse çıkmaz gençlik şimdi somut sorunlarla ilgili” diyerek isimlerini alfabetik sıraya koyduğu tutunamayanları ansiklopedileştirir. Bu ansiklopedinin içinde Selim Işık da vardır. Mutsuz evlilikler geçiren, sarhoşken denize girdiği için boğulup ölen, intihara teşebbüs eden, ailesi tarafından terk edilmiş yaşama tutunamayan insanların hayatını isimlerini belirterek tek tek anlatır. Eserinde okurlarına kâh şarkı diye nitelendirdiği mısralardan oluşan bölümlerle, kâh imla kurallarına başkaldırarak cümlelerinde noktalama işaretleri kullanmadan seslenir. Röportajında Sthendal, Laclos, George Eliot, Nabokov gibi yazarlardan etkilendiğini ve sevdiği yazarlar arasında Kafka, Gonçarov ve Dostoyevski'nin olduğunu ifade eden Atay, eseri Tutunamayanlar’da da bu yazarlardan sıklıkla bahseder. “Tutunamayanlar ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?” sorusuna, “Tutunamayanlar ile insanı anlatmayı düşündüm.” der. Az adlı eserine Oğuz Atay'ı dâhil eden Hakan Günday Kinyas ve Kayra adlı eserinde şöyle der; “Seni anlıyorum demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz bu dünyada… Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile


[Hayal Bilgisi 11] yaymaz dışarıya. Deliliğinin kokusunu, anormalliğinin kokusunu duyamazsın. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, 45 sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir. Dünyanın en iyi üç gitaristinden biri, enstrümanına dair sadece şu kelimeleri söyler: “gitarı ve gitar müziğini anlayabilmekteyim.’’ Varılabilecek son noktadır anlayabilmek…” ‘Demiryolu Hikâyecileri - Bir Rüya’ başlıklı öyküsünün sonunda okuruna “Ben buradayım sevgili okuyucum sen nerdesin acaba” diye seslenmesine karşılık her okuyucusunun eserlerinde kendisine dair bir şeyler bulduğunu ifade etmesi varılabilecek son noktanın kanıtı gibi... BİLİNMEZ BENLİĞİM

/altın gündoğdu

Simsiyah leyl, bana gerçek yüzünü başımı yastığa koyduğumda gösteriyorsun. Gün boyu saklamaya çalıştığım, üstünü örtmeye niyetlendiğim gizli gerçekleri, başımı kurbanlık koyun gibi sana dayadığımda seriyorsun önüme, ardından mahkûm oluyorum senin karanlığına. Diyardan diyara götürüp, şekilden şekile sokup beni tanıyamaz hale getiriyorsun. Beni ben olmaktan çıkarıp içimde saklı kalması gereken efsaneyi dökmekle, başımı derde sokuyorsun. Bu sefer de pişmanlık ve keşkelik lafları dilimden düşmüyor. Acımasız sancı tüm uğraşlarıma rağmen bedenimi esir alıyor. Kalkıp bir sigara yakıyorum. İçime çektiğim her nefeste ölüyorum, bıraktığım her nefeste pişmanlık kusuyorum. O an siyah olan her şeyden ve kendimden nefret eder oluyorum. Bütün debelenmelerimin ardından nihayetinde, karanlık yerini sabahın ilk işıklarına bırakıyor. Sabahın sessizliği akşamın derin ızdırabını yaşatsa da, yaklaşan gürültülü saatler, karanlıkta yüzünü gösteren sisli dumanı unutturuyor bana. Gecenin karanlığı da yalnızlığıma ortak bulma ümidiyle kollarımı açtığımda, ardından gelen günün aydınlık yüzü, kucak dolusu pişmanlık mutsuzluğuyla bana ‘merhaba’ diyor.


[Hayal Bilgisi 11] KADIN DEYİNCE

/a. ceylan kebeli

46

Üzerine sinmiştir yemek kokusu, bakışlarına ise yaşanmışlıkların tortusu. Her gün biraz daha anlamaya başlıyor insan, hele ki kız çocuğuysa onu. O, sabahlarımızın sıcak ekmeği; ondan da sıcaktır yüzümüze değdirdiği avuç içinin buğusu. Ayaklarının altına cennet bahçeleri serilse sanmam ki ödenemez borcu. Ama gönülleri boldur anaların; uykusundan çaldığımız günlerin hesabını yapmaya girsek bilirler altından kalkamayacağımızı. O yüzden ömründen vererek çoğaltan analarımızsınız siz; kadınların en yücesi, kadın sıfatını en iyi taşıyanı, kadınlığa en yakışanı. Hangi cümle, hangi benzetme, hangi süslü laf anlatsın sizin saçlarınızdaki beyazın, gözlerinizin altındaki kırışıklıkların anlamını… Ana gibidir ablalar ve kız kardeş gibi arkadaşlar. Kimse anlamazken sizi, bir bakışınızdan ancak onlar anlar. Doğal merhemlerimiz, açık kapatma merkezlerimiz. Olmasaydınız ne yapardık sorgusunu yaptığımız nadide insanlar. Ve kadınlar; köyümdeki bahçede kamburu çıkmış, yüzünü toprakla boyamış, çocuklara taze meyve yedirmek için elini çalılarda yırtmış, emeğini mütevaziliğiyle taçlandırmış kadın. Roman olacak hayatların içinden gelip geçtin de pek mühimsenmedin. ‘Gül’ isminde yüzün gülerken görülmedi, ‘Sevda’ isminde sevdalığını yaşayamadan göçüp gittin… Şehirlerde, bin bir türlü kurt kapanının ortasında, tek ayak üstü mücadele veren kadın. Bilgi sahibi olman, sahip olduklarını konuşman, trafiğe çıkman bile suç senin. İftiralara kurban gittin, alay konusu edildin, dayak yedin. Kim bilir duymadığımız, görmediğimiz nice acıları sindirdin. Belki de en yürek burkan hikâye senindi çocuk/kadın. Para için satıldın, başkalarının kararına mecburen boyun eğdin. Oyuncaklarını bırakıp kucağına kendi çocuğunu aldığında kadın olduğunu anladın belki, erkenden büyüyüverdin. Hak ettiğin gibi yaşayacağın günlerin geleceği ümidiyle; elinden, alnından, yüreğinden öperim…


[Hayal Bilgisi 11] MEVSİM SANCISI

/beyza alioğlu

47

Bir mevsimin ağırlığı dökülüyor güz güz. Sancısı var Eylül’ün. Sonbaharın haberci kuşlarıyla yoğruluyor yaprakların efsûnu... Rüzgârın muteber bakışları örtüyor bulutlardaki şefkâti ve kıvranıyor içimde sarsılan hüzün. Kalbime salıncak kurmuş bir kız çocuğu, savuruyor saçlarını bağrıma. Bilinmezliklerin ortasında koca çınar, dallarından gövdesine kadar acıklı bir yas. Zarif bir kuş, gölgesinde bir türkü sinesine inen yumuşak bir ses var. Susarken, müsterih duyguların ağına düşercesine farkına varıyorum hayali perdenin arkasında umut denilen güçlü bir silsile olduğunun. Yalnız yürümeye ayarlanmış pusulamın, koşuşturmalar etrafında içten içe eridiğine tanıklık ediyorum. Kalbimin ritmi bozuluyor, kökleşmiş bir sûkutun serinliğinde dinleniyorum. Çam kokusuna şiirler dürülmüş kitapları yudumluyorum, bir bankın bahar havasında. Gökyüzünden damlayanlar ruhuma aktıkça, yeniden doğmak için bir anne arayan kâğıtlar nemleniyor evrenin aksayan vaktinde. Mevsim, ömrümün en güzel penceresinde... Heveslenen bir seremoniyi gönül karanlığıyla terk ediyorum. Göğsümde ısınan, üşümüş yalnızlığın kulaklarından çekilmişçesine buruklaşan hitaplar, haykırıp duruyor göğe, “sessiz olun, köşede vuslatı bekleyen mevsimlerin, yaralı sahipleri var.” Zihnimdeki parıltı, yüreğimde mahpus kalmış bir güvercinin özgürlüğe kavuşma ışığı. Mağrur mevsimlerden değil sonbahar, hüznü bağrında sineleyip, cesurca taşıyabilecek kabiliyeti var. Kimsesiz çocukları görebilen gözleri, çiçekleri koklayabilen nefesi. Başım ağrıyor, biriktirdiğim hasretlerden. Uğurladığım yolculardan soruyorlar:

‘Bahar ne zaman?’ Okşuyorum gönlüme değen yeli, mevsime inat; Rüzgârı tuttum içimde, geçti ve gitti öylece...


[Hayal Bilgisi 11] UMUT

/akın akar

48 “Çocuklar donmamış beton gibidir; üzerlerine ne düşse izi kalır”. Çocuk oluşunun verdiği sabırsızlıkla günün akşam olmasını bekliyordu. Annesi, onun sabah uyandığından beri saatin karşısında oturuşuna içten içe gülüyordu. Çocuğunun hâlâ zaman kavramını, olgunlaşmaması ile bağdaştırması onun bu içten gülüşüne sebepti. Yine de çocuğunun saati çok iyi biliyormuşçasına karşısında oturuşuna olan, bu samimi gülüşü, ona karşı beslediği sevgisinden başka bir şey olamazdı. İsmail, babasının onu işyerine götürmesini istiyordu. Babası çocuğunun kendisine olan bu sevgisinden de destek alarak bir akşam onu ağlatmıştı. “Ben seni işyerime götürmek istemiyorum. Çok yaramazlık yapıyorsun” demişti. Çocuk en saf yanıyla, aşırıya kaçan bir yaramazlık yapmamasına rağmen: “Söz bundan sonra bir daha yaramazlık yapmayacağım” dedi. Babası götürmeyeceğine dair üsteleyince, kendini, onu saatlerce – 6 yaşındaki bir çocuğun, nasıl olur da küçük gözlerinde bu kadar gözyaşını saklayabildiğine şaşaraktan – ağlarken bulmuştu. Söz vermişti. Birkaç gün sonra İsmail’i işyerine götürecekti. İsmail ilk defa babasının iş yerine onun ile gidebilmenin sevincini taşıyamıyordu artık yüreğinde. O birkaç gün hiç bitmek bilmedi. Daha bir canlı yaşamaya başladı İsmail hayatı. Annesinin bir dediğini iki etmedi. Terli terli soğuk su içmedi. Harçlığının yarısını harcarken yarısını da kumbarasına atmayı ihmal etmedi. Yani babasının ona dair verdiği söz; İsmail’in babasına ve annesine verdiği tüm sözleri birden yerine getirmesine kâfi gelmişti. (12 yıl sonra) İsmail; “Melekler De Ağlar” isimli bir deneme okuyordu. 18 yaşının verdiği gençlik olgunluğuna inat, kanı kaynayan, doludizginliğinin somut durgunluğu ile okuduklarını anlamaya çalışıyordu. Okuduğu yazı sevilen birisinin umutlarının bittiği yerde ne kadar kendini üzdüğünü anlatıyordu. Okumasını bitirdiğinde onu en çok etkileyen, dahası 6 yaş çocukluğuna götüren “umut” adlı hikâye idi. (“Umut” Hikayesi) Yüzyıllar öncesinde melekler gökyüzünden sık sık yeryüzüne inip, insanlar arasındaki etkileşimin güzel ve sorunsuz olmasını sağlarlarmış. Aslında insanlar arasında da hiç sorun çıkmazmış. Herkes mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Bir gün, gökyüzünde, bu meleklerden birine, bir sandık emanet edilmiş. Ve bu sandığın dünyaya kesinlikle ulaşmaması da söylenmiş. Günler haftaları, haftalar da ayları kovalayarak yıllar geçip gitmiş. Bu sandığı korumakla görevli meleğin bir gün dünyaya gitmesi gerekmiş. O da başka bir meleğe bu sandığı emanet ederek şunları söylemiş: “Bu sandık bana yüzyıllar öncesinden emanet edildi. Kesinlikle bu sandığın içindekilerinin yeryüzüne gitmemesi gerekiyor. Bu yüzden açılmaması


[Hayal Bilgisi 11] yeterli. Eğer içindekiler dünyaya ulaşırsa, oradaki huzurun bozulacağını bilmelisin.”

49

Sandığı emanet alan meleği bir meraktır, sarmış. Yüzyıllardır, dünyadaki huzur ortamını hiçbir şeyin bozmadığını, bundan sonra da kolay kolay bozulamayacağını buna nazaran bu sandıkta bu kadar önemli ne olabileceğini saatlerce düşünmüş. Yine de bir sonuca varamamış. Kendisince: “Ne olacak, sandığın kapağını açıp hemen kapatırım. İçinde ne olduğunu göreyim yeter.” demiş. Sandığın kapağını açtığında, apar topar, içinden bir sürü duygu gökyüzünden yeryüzüne atlayıvermiş, Aniden kapatmış melek. Ama içinde bir duygu sıkışıp kalmış. Bir ayağı gökyüzünde bir ayağı da yeryüzünde olacak şekilde. Bir zaman sonra yeryüzünden eski melek yüzü asık bir ifadeyle gelmiş. Ona emanet edilen sandığı emanet ettiği meleğe bakarak anlatmaya başlamış. “Gökyüzünden yeryüzüne bugün, bir sürü duygu geldi. Kiminin adı sevinç, kiminin adı üzüntü; kiminin adı kin, nefret, öfke, kiminin adı sevgi, aşk, sakinlik… Ve dahası. Yavaş yavaş insanlar konuştukları her kelimeyi düşünür oldular. Her söylenenden bir anlam, her gülüşten de bir sonuç çıkarmaya başladılar. Savaşlar çıkıyor yavaş yavaş. Huzur kayboluyor. Keşke bu sandığın kapağını açmasaydın. Bir şeyi daha fark ettim. Eskisi kadar güzel olmasa da yine de insanlar yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Bunun sebebini anlamış değilim!” O sıra sandığın kapağını açan melek yaptığı hatanın farkındalığını, sonradan anlayışını, üzüntüsünü anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Kapağı açtığımda hemen kapatmaya çalıştım. O sırada bir tane adını bilmediğim bir duygu bir ayağını yeryüzüne atmıştı. Ama diğer ayağı gökyüzünde, bu sandığın içinde sıkışıp kaldı. Onun adı ne acaba?”diye sorduğunda diğer melek sadece “umut” diyebildi. (12 yıl önce) İsmail’in babasının söz verdiği vakit yaklaşıyordu. Akşam yemeğine gelecek ve yemekten sonra ikisi işyerine gidecekti. İsmail, çok mutlu idi. En pak elbiselerini giymiş, yüzüne en güleç gülümsemesini takınmış; en çocuk en olgun masumiyeti ile babasını bekliyordu. İsmail, annesi ile birlikte yemek masasına oturmuş ve babasının ev kapısını çalacağı an’a kulak kesilmişti. O sıra ev telefonu çaldı. İsmail’in gözleri sevinçle parlarken, annesinin gözleri fırtına öncesi sessizliği hisseden bakışlarla (ki İsmail bu bakışları fark etmedi) telefona doğru bedeniyle hareket etti. Babası hep yemekten önce arardı. Yol üstündeki bakkaldan kaç ekmek alacağını, istedikleri bir şeyin olup olmadığını sorardı. İsmail de; annesi, babası ile telefonda konuşurken hep arkadan bağırırdı: “Bana çikolatalı şeker alll…” diye. Ama bu gece nasıl olduysa bağırmadı. İçindeki sevinç çığlıkları, kendisini tarifi edilemez bir duyguya, bir suskunluğa çekiyordu. Annesi kısa cevaplarla telefonu kapattığında, İsmail onun dudaklarından


[Hayal Bilgisi 11] çıkacak cümleler odaklanmıştı: “ Babanın acil bir işi çıkmış, bu akşam bizimle birlikte olamayacak. Seni de başka bir gün götürecekmiş.” diye 50 sözünü bitirdiğinde İsmail elindeki yemek kaşığını çoktan çorba tabağına vurmuş ve kırılan porselen tabaktan dökülenlerle sofra mahvolmuştu. İsmail, hemen bir köşeye çekilip ağlamaya başladı: “İşte yine kandırdı beni. Söz vermişti. Ben ona söz verdim mi, yapıyorum. Neden bana yalan söylüyor. Beni sevmiyor. Bir daha istese de gitmeyeceğim...” diye söylenirken, tümceler sesinde, hıçkıra hıçkıra ağlayışlarında kayboluyordu. Yüklemini yitirmiş cümleler o kadar ağır geldi ki, annesi de çok kızdı eşine. Saatlerce ağladı İsmail. Ağlarken de uyuyakaldı. Babası eve geldiğinde annesi de kendisi de uyuyordu. İsmail’den çok babası üzülmüştü oysa. Onu bugün işyerine götüremediği için. Ama anlatamazdı ki 6 yaşındaki, üstündeki pak elbiseler gibi temiz yürekli oğluna hayatın beklenmedik sürprizlerle dolu olduğunu. Kapıyı uykulu gözlerle açan eşi “hoşgeldin” dediğinde evdeki kırgınlığı hissetti babası. Daha sonra çekyatın üstünde tertemiz elbiseleri ile yatan oğlunu gördüğünde, daha bir şey sormadan eşi : “Ağlayarak uyudu, kaldırmaya kıyamadım. Sen daha güçlüsün! Bir çocuğu umutlarla yaşatıp; umutlarını elinden alabilecek kadar hem de. Oğlunu bu gece yatağına sen götür istedim. Yatmadan önce yine de, “bu gece babamla yatmak istiyorum” dedi, belki duymak istersin diye ben de sana söyledim. Sana iyi geceler, ben yatıyorum…” diyerek bir çırpıda söyledi. Sanki bir kapıyı yüzüne çarparcasına bir soğukluk çarptı yüzüne. Eylül sıcaklığıydı yaşanan oysa daha kış gelmemişti. (14 yıl sonra) İsmail babasının işyerine geldiğinde masanın üstünde bir kitap görecekti. Kitabın ikinci sayfasında, kitabın hediye edildiği kişiye dair güzel bir söz yazılmıştı: “Kimi zaman 1 saat beklemek bile uzundur! Ancak ucunda sevgi ve umut varsa, sonsuzluğu beklemek oldukça kısadır!(Kemal – Nilüfer ŞEN)” diye. Bir kez daha o hiç unutamadığı hatıra gelmişti aklına. Babasının söz verdiği, günlerce, haftalarca beklettiği fakat iş yerine götürmediği günü ve ne kadar ağladığını hatırladı… İsmail’in gözleri yine nemlenmişti… /ömür rana insanları anlayamıyorum paylaşmanın ve farklı olmanın nesi kötü? gece ve gündüz gibi olmalıyız oysa senle farklı ve mecbur olmalıyız birbirimize sen güneşler biriktirmelisin benim için ben ise yıldızlardan yol yapmalıyım ay ışığına yürümek için


[Hayal Bilgisi 11] YALNIZLIK

/kamuran başdemir

51

Biz hep yanlızdık… Hiç bir zaman birisi olmadı bizim hanede. Nadiren kapımızı çalan hiçbir misafir kalıcı olmadı. Geçerken öylesine uğrarlardı. Oysaki biz her misafiri “Bu sefer, bu sefer oldu” umuduyla ağırlıyorduk hayatımızın en görkemli köşesinde. Hiçbir katkı maddesi olmaksızın soframızda her öğün birer tas sevgimizden veriyorduk. Geldiği geceden itibaren gece nöbetlerimiz başlıyordu. Gideceğini bildiğimiz halde bir umut arıyorduk, her gece karanlıklar diyarında. Dedim ya; “Bu sefer!” diyorduk ve biz hep kendimizi kandırıyorduk. Yüreğimle ben; bile bile satın alıyorduk dayanmakta zorlandığımız o acıları. Bile bile topluyorduk gözyaşlarımızı. Ardından hasreti, güçsüzlüğü, geceler boyu uykusuzluğu, hatta aç kalmayı da koyuyorduk sandığımıza. Neden mi? Dedim ya “bu sefer” diyorduk… Aslında bizim hayatımız bize yetiyordu. Ama insandık sonuçta… Hayalini de alıp götüren hatta yüzünü bile unutturan o misafir aklımıza gelince doluyordu gözlerimiz elmizde olmadan. Aslında her misafir aynı huydandı. Hepsi de hırsızdı. Her gelen aynı noktaya dokunuyor, bir parça da olsa umutlarımızdan almadan gitmiyordu. Tesadüf mü şimdi bu! Yıllarca özenle sakladığımız o umutlar bizim hanenin yolunu unutuyordu… Yine birgün yanlızdık. Yüreğimle hayata tutunma projesi çiziyorduk. Birden yüreğimde bir telefon sesi... İkimiz de heycanlandık. Beklemiyorduk. Ellerinin teri, sesinin titremesiyle yüreğim ahizeyi kaldırdı. Karşıdan bir yürek ses verdi. “Gel.” diyordu. İlk çağırmasına gidemedi yüreğim. Cesaretsizdi, bakımsızdı, yıllardır hiç kimse ile görüşmemişti. Müsade istedi telefonun diğer ucunda hayat veren yürekten. Kabul etti sağolsun. Çünkü nazikti. Ahizeyi kapatır kapatmaz bizim haneye bayram gelmişti sanki. Hayata merhaba diyen bir bebek kadar sevimli, bir annenin kızını gelin gönderdiği anki hali gibi hüzün-mutluluk karışıktı yüreğimiz dünyası… Yine “bu sefer” dedik, yıllardır üzerini kapattığımız sandığın kapağını açtık. Tertemiz duygular, masum hayaller, çıkarsız sevgiler hatta yanlızca bugüne saklanmış umutlar bir bir paketlendi. Elimiz boş gitmek yakışmazdı bize... Sonra yola çıktı yüreğim, ellerindeki yük fazlaydı. Lakin gideceği yer aklına geldikçe unutuyordu ağırlığını… Hayaller kurarak, hatta giderken yoldan salep alarak çalmıştı kapısını. Önce duymadı sandı. Ama yoktu! Ev sahibi evde yoktu. Gecenin bir yarsı kapıyı bir açtım ki; yüreğim dönmüş. Elleri donmuş Kalbi buz gibi olmuş. Anladım o an “bu sefer de olmadı…” Tek kelime etmedi. Çünkü mecali yoktu. Anladım ki kapıda kalmak, dönüşünü beklemekten daha zor, daha acıymış... Onszuluktan değil bu sızlanmalarım. Bu sızlanmalarım bir hiç olmaktan...


[Hayal Bilgisi 11] SAKA KUŞUM

/özlem aydın

uç artık saka kuşum kurudu küpe çiçeği saksıda bir naaş toprakta ölüm belki gökler verir sana gerçeği vur kanatlarını yüzüme yüzüme al bu harcanan ömür senin. açtım kafesin kapısını çıkarttım gümüş halkayı prangalar değil benden ölmek nedir bilirim, yaşamak değil derdim. ah şu toprak kokusu çalıyor ruhumu engin denizlere bir dağ başı kadar yalnız ve yorgun bakma şimdi sesimin rengine yeşile boyansın dört tarafım, önüm ardım deniz. okyanus ortası susuzluğum dinmez yok saka kuşum sakın aldanma bu kafese vatan denmez. uç uçur düşlerimi diyarlar ötesine kon bir dervişin omzuna selam sun tüm aminlere bir elif miktarı tut nefesini bırak sonra usul usul ve gülümse özgürlüğe yaşamak insana yakıştığı gibi yaşamak dökmeden kan, etmeden zulüm, girmeden Hak için Hakkın hakkına. etmeden tecavüz önce yaşamaya küçük çocuklar için uç büyük adamlar için ağlayan kadınlar susan gerçekler için uç kırılan parmaklar, yıkılan zindanlar güneşe yüzünü dönen bakışlar için uç. geç sümelanın üzerinden sinop zindanındaki kemiklere sun bir şerbet dön gel, gir halk içine hak için yananlara selam et şimdi özgürlük değil yalnızca bir kelam şimdi özgürlük ömürde ömrüm kalemde kelam kelamda mana ve bilirim bunca zaman sonra insanlık adına ne kadar payım varsa hepsinin mayası özgürlük, oyası özgürlük uç saka kuşum uç ve uçtuğun diyarlarda ne varsa hak namına getir buralara.

52


[Hayal Bilgisi 11] TEKNOLOJİK ACILAR

/sefa tokat

53

Teknolojinin bize verdiği acılar var… Uzun zamandır düşünüyorum bunu. Zaman geçtikçe, teknoloji geliştikçe bir huzursuzluk kaplıyor içimi. Sokaklarda oynayan çocuklar görmüyorum artık. Benim çocukluğumdaki gibi dolu dolu, cıvıl cıvıl değil artık sokaklar. Dokuz yaşındaki çocuğun elinde telefon görüyorum. Erkek kardeşim benden kitap değil, bilgisayar oyunu istiyor. Bakıyorum insanlar ruh hallerini artık yüz yüze samimi dost sohbetlerinde değil de sosyal medyada noktalı, parantezli oluşturulmuş surat ifadeleriyle ifade etmeyi seçiyor. Sosyal hayat ölüyor. Samimiyet can çekişiyor. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor, mutlu ediyor, oyalıyor, eğlendiriyor evet. Savunabiliriz birçok neden bulup. Kötüleyenleri eski kafa olmakla suçlayabiliriz. Amacım övmek veya kötülemek değil; ansızın yüzüme çarpan gerçeği görmeyenlerle de yüzleştirmek biraz. İnsanoğlu… Fıtratımızdan geliyor olmalı ki asla bir ağırlığı tek başımıza çekmeyi kesmiyor gözümüz. Vizontele filmini bilirsiniz. Siti Ana oğlunun ölüm haberini televizyonda haberleri izlerken öğrenir ve sonrasında televizyona bir mezar kazdırır ve gömer. Öyle ya kara haberi bu şeytan aleti vermiştir. Artık onu her gördüğünde acısı tazelenecektir. Teknoloji ona acı vermiştir. Elbette ki bu bir film ama zaman şunu gösteriyor bize; teknoloji duygularımızı hiç acımadan pervasızca incitiyor. Sonra; çay makinesi çıkmıştı. Semaver kültürü yaygın olan yaşadığım yörede tutulmaz sandım, önemsemedim. Birkaç yılın ardından bahçesinde semaver tüten tek tük şehir evlerinde bile o makineyle karşılaştım. Çayın tadı kaçmıştı, benim de keyfim. Artık bahçelerde semaver tütmez oldu. o dumana, o çayın mis kokusuna hasret zamanlar başladı git gide. Bununla birlikte bakır cezvede yapılan köpüklü kahveler de artık kahve makinesinden taşar oldu. Bana tat vermiyor. Çok mu gelenekselciyim, çok mu eski kafalıyım bilmiyorum. Hâlbuki ben de yeni kuşak içindeyim… İlkokul yıllarım geliyor aklıma. Bir gün öğretmenimiz dedi ki kartpostal ve renkli zarflar alıp gelin yarın derse. Bayram kutlaması yazıp yollayacaktık uzaktaki sevdiklerimize. En güzel kartpostalı almıştım ve o küçük parmaklarımla özenerek en güzel yazımla, en içten dileklerimle bir kutlama yazmıştım dedemgile. Nasıl da mutlu olmuştum. Sonra cep telefonu çıktı, gönderilen hazır mesajlarla samimiyet bozuldu. Ve uzun, yanık aşk mektupları da mazide kaldı kısa mesajla 160 karaktere sığar oldu duygular… Fuzuli’nin gazelleri niçin öylesine muhteşem, öylesine eşşiz? Şüphesiz klavyede değil de mum ışığında pervaneler dönerken kâğıda düşen mürekkebinde bir parça katkısı vardır o muazzam dizelerde. Velhasıl teknoloji denilen meret acı veriyor bana… Son olarak masal derlemesi yaparken yaşlı bir teyzeden duyduğum şu sözler acımı katmerledi. Dedi ki; “Televizyonumuz yoktu bizim uzun kış gecelerinde sarılıp battaniyelerimize toplanırdık gaz lambasının başına kardeşlerimle ve annemiz ya da babamız oturup divana masallar, hikâyeler anlatırlardı. Biz soluksuz dinlerdik, büyülenirdik, uyuyakalırız da yarıda kalır masal diye uykuya direnirdik.”


[Hayal Bilgisi 11] GÜNEŞİ SOBELEDİM

/ayşe ünsal

54

Sevginin, vefanın, inceliklerin kitap aralarında kurutulduğu günlerdi. Öyleydi bana göre. Sonbahar ağaçların yapraklarını savurmuştu, zaman insanların inceliklerini. İnsanların aldıkları yaralardan belliydi; çok acı vardı dünyada. Haberini veriyordu televizyon bir savaşın daha. Çocuklar oyunlarıyla birlikte uyanmayacakları uykularına uzatmıştı kirpiklerini, anneler yanlarında yine... Babalar çaresiz... Ne kadar ölürlerse, insanlar onları o kadar çok görüyordu sanki yaşamak için, “yaşamak istiyorum” çığlıklarını duyurmak için birilerinin toprağa düşmesi gerekiyordu. Öyle ya kanallar o zaman devam ediyordu oralardan haber vermeye... İnsanın dünyayı anlaması için büyümesi gerekiyordu hep; çocukken kulağımıza dolan sesler bunu söylerdi bize. “Büyüyünce anlarsın!” Büyüdükçe anlaşılması daha da zordu lakin dünyanın. Kapılarını kapattığında da bitmiyordu üstelik. Yürek vicdanına yaslarsa başını, cılız da olsa sesi, dünya için iyilik çağrısına devam ediyordu. Mutfak penceresinin önündeki fesleğenle maydanozumu suladığım bir sabah, bahçeye camın hemen önüne zayıf bedenini bırakmış bir köpekle karşılaştı gözlerim. Tanır gibi bakar size yolda karşılaştığınız bazı insanlar, sanki hayvanlarda da vardı bu hissiyat, öyle bakıyordu derisi kemiklerine yapışmış zavallı köpekçik. Martılar denizden elini çektikçe, kargalar, güvercinler ve serçeler ekmeğini topraktan çıkarmayı kestikçe gelirlerdi camımızın önüne. Tanırlardı çünkü bizim onlarla ekmeğimizi paylaşacağımızı bilirlerdi. Belki onlar söylemiştir dedim içimden, sonra söylediklerimi duyup tebessüm ettim. Hemen balkona koşup birkaç parça ekmek attım köpekçiğe. Bunu görüp titreyen bacaklarını yerden kaldırmasıyla gözlerime inanamadım. Bu kaçıncıydı böyle! Zavallının boğazını fazlasıyla sıkan kalın bir ip vardı boynunda. İp öyle sıkıydı ki, köpeğin tüyleri örtmüştü üzerini. Bu benim yakın zamanda rastladığım beşinci vakaydı. Hatta bir tanesi kemerle boğularak çöpün yanına bırakılmıştı. Zavallı hayvan zorlanarak ekmeklerin yanına ilerlerken ben de kendimi elime bir çakı alıp dışarı attım. Başını kaldırıp yüzüme baktıktan sonra aylardır ilk defa midesine bir şeyler gidiyormuş gibi yedi hepsini. Sonra oturdu, başını okşadım, boynundaki ipi tuttum, onu kurtaracağımı hissetmekten öte biliyormuşçasına hiç kıpırdamadan bekledi önümde. Muhtemelen diğerleri gibi bu köpekçiğin boynuna da henüz yavruyken bağlamıştı çocuklar bu ipi. Çocuklar... Ailelerinin onlara yeteri kadar zaman ayırmadığı, büyük ihtimalle işlerinden güçlerinden arta kalan zamanlarda da en fazla beraber televizyon ekranına baktıkları, Allah korkusunun, canlıların yaşam hakkının o temiz yüreklerine işlenmediği, (umarım henüz işlenmediği) çocuklar... İpi boynundan canını yakmaktan korkarak zorla da olsa kesip çıkardım. İp benim de boynumdan


[Hayal Bilgisi 11] çıkmışçasına nefes aldım derinden sevinçle. Hayvancağız rahatlar rahatlamaz kalktı yerinden döndü baktı ip karşısında duruyor. Yüzüme baktı, tam 55 gözlerimin içine... Gözlerinde gördüğüm minnet ve teşekkür yanaklarımdan süzüldü. Sonra ilerde kalan ekmekleri toplamak için güçsüz bacaklarına zayıf gövdesini yükleyerek yürüdü. Eve döndüğümde buzdolabında ona verebileceğim başka neler var diye baktım, öğle yemeğimden paylaştım biraz, biraz kahvaltımdan. İçimde öyle bir şey vardı ki; sanki onu o an'ın içinde gücüne kavuşturabilirdim. Yeteri kadar doymuş olmalıydı; en son camımıza tekrar baktıktan sonra güç bela yürüyerek uzaklaştı. Dişiydi, kim bilir belki yavruları bile vardı. O sabah dünyanın elini tutmuştum sanki düştüğü yerden kaldırmaya çalışmıştım umudunu. İnsan yeter ki dilesin, Yaradan illa ki çıkarıyordu karşısına insanın iyilik fırsatını. Şükrettim derinden... Derinden şükrettim... Ardından bol güneşli ikindi üzerilerine gitti aklım. Elime kitabımı aldığımda saat henüz 11’i gösteriyordu. Anneanneme, o el işi yaparken okuduğum kitaplar canlandı zihnimde. ‘Susam Sokağı’ henüz bitmiş olurdu. Mutfakta duran radyodan gelen radyo tiyatrosundaki karakterlerin sesi dolaşırdı odalarda sonra, anneannem mutfaktaki işlerini bitirmiş olur, dünyanın o zamanlar bana göre en konforlu yatağı olan balkondaki divana oturarak el işini eline alırdı radyo tiyatrosu bittiğinde. Güneş yakmadan kavurmadan düşerdi üzerimize. Elimde ‘Pollyanna’. “Oku kızım” derdi anneannem, “bakalım Pollyanna bugün kimlere öğretecek oyununu.” Pollyanna’yla mutluluk oyunu oynuyorduk, mahalledeki başka evlerin balkonlarından çay kaşığı sesi taşarken kuşların kanadına. Çatılardaki küçük pencerelerin kuşlara ait olduğunu sandığım o zamanlarda, Özlem Apartmanı’nın 5. katından onlara da okurdum hikâyemi. Mutluluk, bir çocuğun bedeninde kök salmaya müsait en çok. Yıllanmış çınarlar gibi üstelik. Hayattan ne görürlerse görsünler, hep insanların neden bu kadar gaddar olduklarını anlayamayacak kadar büyük olacaklar. Tıpkı çocukluklarını ceplerinde taşıyanlar gibi... Böyle mütehayyil bir halde yakalarken kendimi yüzümde günün huzuruyla dolu bir tebessüm vardı. Sanki dışarıdan çağırıyorlardı, içimde öyle bir his, “hadi seni bekliyoruz” der gibi... Dışarıya ayakkabılarımı çıkardım, ters dönen teki çevirmeye çalışırken içimdeki çocuk daha da yerinde duramaz halde kıkırdadı. Aklımdaydı hala eski apartman komşumuz Hayriş Teyze’nin her seferinde kapının önünde düzelmeye inat eden terliğinin tekiyle olan kavgası. Nasıl da şekerdi. Hava parçalı bulutlu, güneş bulutların ardında saklambaç oynar gibiydi dışarı çıktığımda. Dedim ben de tam oyun havasındayım, yine güneşi sobelemem an meselesi! Cadde boyu yürürken bir oyuncak dükkânına takıldı gözüm, hiç düşünmeden içerde aldım soluğu. Hemen dükkânın girişinde karşıdan bakan pelüş oyuncaklara takıldı bakışım. Oldum olası sevmişimdir onları, içimde annemin bana yaptığı ilk bez bebekle tanışırken duyduğum mutluluk! Sanki canlılardı, sanki hepsi tanıyordu beni, gözlerinde tanışıklık izleri, mütebessim bakışlar... İçerisi ailelerine “bunu da alalııııım, noluuuuur!” diye ısrar kıyamet yalvaran birkaç miniğin sesiyle çınlıyor. Bu sırada tombul ayıcıkların ve yelesi bol tüylü aslanların arasından başını


[Hayal Bilgisi 11] uzatan ördekçiğe takıldı bakışlarım. Elimi uzatıp aldım onu saklandığı yerden, yok böyle bir güzellik! Zira kırmızı üzerine beyaz puantiyeli bir 56 elbise ve elbisesine uygun kırmızı bir kurdelesi var başında. Surat deseniz; bu kadar sevimlilik fazla! Sanki onu arıyormuşum gibi hemen alıp bir de hediye paketi yaptırıp çıkıyorum dükkândan. El eleyiz çocukluğumla, ardından o civarlarda bir kitapçıda alıyorum soluğu! İçerisi mis gibi kitap kokuyor, kapaklar rengârenk! Gözlerimi kapatsam, içlerindeki kahramanların sesini duyacağım sanki. Beni güler yüzle karşılayıp “Hoş geldiniz” diyen orta yaşlı bayana soluksuz, bir heyecan “Pollyanna var mı?” diyorum. Güler yüzlü kitapçı diğerlerinden daha da renkli bir rafta elini uzatıp, kitapların üzerinde bir süre parmaklarını gezdirdikten sonra bulup çıkarıyor yeni basım Eleanor Porter kitabını. Uzun zamandır görmediğim bir dostu görmüşçesine sevinerek alıyorum onu. Sahi görüşmeyeli ne kadar olmuştur? O güneşli öğleden sonraları kucağımdan düşürmediğim dostum; kim bilir nerdesin şimdi... “Çocuklar için hiç eskimeyecek en güzel kitaplardan biri” diyor kitapçı, gülümseyerek. “Aslında hepimiz için” diyorum. Onu da paket yaptırıp çıkıyorum kitapçıdan. Aklımda anneanneme yapacağım sürprizle ilerlerken, yanından geçtiğim okulun bahçesinde oynayan çocukların sesi çekiyor dikkatimi. Minicikler daha ilkokuldalar belli. Üstlerindeki formalar, kimisinin gömleği firar etmiş belinden. Nasıl tatlılar. Başımı yola çevirdiğimde sokağın köşesinde kaldırıma oturmuş parmaklarıyla oynayan bir ufaklığa takılıyor gözüm. Usulca yanına yaklaşıyorum, başını kaldırıp bakıyor yüzüme, müphem bir ifade taşıyor suretinden. Başını tekrar yere doğru çevirirken eğilip yanına oturuveriyorum ben de. “Merhaba” diyorum, “tanışabilir miyiz, ben Zeynep, canın sıkkın gibi oturuyordun dayanamadım, neyin var benimle paylaşır mısın?” Biraz tedirgince ama sanki birine ihtiyacı varmış gibi dönüyor bana. Gözleri çimen yeşili, öyle güzel bakıyor ki insana derin derin... “Adım Azref” diyor, “abimi bekliyorum.” “Memnun oldum Azref’cim, ne güzel bir ismin var ilk defa duyuyorum, anlamı ne biliyor musun? Hem sen neden burada bekliyorsun, abin nerde?” Sorularıma ürkek bir güvercin gibi cevap veriyor. “Abim okulda, okulu bitince beni almaya gelecek, ama daha var. Ders bitince herkesin annesi geliyor almaya, ben onları görmek istemedim” diyor. “Neden?” diyorum korkarak, sanki cevabını tahmin ediyorum. “Annem gitti çünkü silahlar kanattı göğsünü, çok kanattı, annem kanının hepsi döküldüğü için, gitti.”


[Hayal Bilgisi 11] Çimen gözleri yaşla doluyor, içime tarif edemediğim bir sızı saplanırken, “adımı annem koymuş, zarifmiş anlamı” diyor, titreyen sesi içime işliyor.

57

“Nasıl” diyorum ne diyeceğimi bilemez halde. “Nerde?” “İnsanlar hep birbirini sevmiyordu bizim orda, çok silah attılar, annem de kardeşim de o silahların yüzünden gitti. Yeni gelmişti daha ben onu çok sevmedim diye mi gitti kardeşim bilmiyorum, ama anladım ben onu çok sevdiğimi anladım, annem hepimizi çok sevdi ama bilemedim önce. Keşke gelseler geri.” İçini döküyor bana, sanki kimseyle konuşmamış o günden beri, sanki kimseye anlatmamış, küçücük bedeninde biraz pişmanlık, çokça acı büyümüş, çok anlamış, hem de çok anlamış gözleriyle uzaklara ufak ufak bakıyor. “Suriye’den geldik biz, Rakka’dan.” Sonra anlattıkları her gün haberlerde öylece baktığımız hayatların içinden baktırıyor bana. İnsanların yaşadıkları kelimelerle tarif edilir gibi değil. Özledikleri evlerine artık dönemeyecekleri, dönseler de hatıralarının üzerine çöken binaların, öldürülen insanların olduğu yurtlarında, duvarlardaki mermi izlerinin kalplerinde açtıklarıyla yaşamak nerdeyse mümkün değil... İnsan acıya alışır mı, herkes alışır dese de, böyle olmadığını söylüyor içim. Bir yıldır acısını zar zor taşıyabilen minik Azref çocukluğuna dayamak istiyorcasına başını, başka bir dilde içindekilerden kurtulup oyuna dönmek isteyen çocuk gibi gökyüzüne bakıyor. Gözlerime dolan yaşları nereye saklayacağımı bulmaya çalışıyorum, bir öksürük ardına koyuyorum sonra. Babası çok ağlamış annesi ve kardeşi gidince, abisi de öyle... Yenilerde bir işe girmiş babası ama bilmiyor Azref ne iş yaptığını henüz. Evde kimse olmadığından ve ev biraz uzak olduğundan hep ağabeyi ile dönüyormuş eve, her gün abisini bekliyormuş böyle okul çıkışı... O anlatıyor ben dinliyorum. Azref’in ayazında üşüyor içim, acısında kavruluyor... Azref’in gözleri içime düşüyor. Lakin anlamışlığına çocukluğunu da katıp tebessüm bile ediyor bazen. Yanımızdan geçen kedinin kuyruğunu tutmaya çalışırken çocuk oluyor en çok. Hayat bazılarımıza çetin sınavlar sunuyor, lakin biliyorum derdi veren Mevla’m mükâfatını da ona göre veriyor. Birden aklıma geliyor çantamdaki ördekçik. Sevinerek elimi çantama atarken, içimde kımıldayan biraz huzurla; “Sana bir hediye versem kabul eder misin Azref?” diyorum, “sana bir hediye almışım, haberim yok bak.” “Bana mı? Bilmem, ama merak ettim ben...” Üzerinde minik kırmızı kalplerin olduğu janjanlı paketi ellerine bırakıyorum. Hayata tutunmak için ihtiyaç duyduğu umuda kavuşmak ister gibi sevinerek açıyor, çocukken benim de yaptığım gibi paketini yırtmamaya özen göstererek sanki.


[Hayal Bilgisi 11] “Aaaaaaaa ne güzel buuuu!” diye bağırıyor yüzünde genişleyen bir gülümsemeyle. Çocuk yüzü, gülümserken en güzel yeri oluyor dünyanın. “Sevdin mi, o artık senin, ne dersin ismini de koysak mı şimdi?” dememe kalmadan, “adı Zeynep olsun!” diyor gözlerime yeşil yeşil bakarken.

58

Karşımda duran ufaklık, aynı zamanın içinde, kucağıma hem hüznü hem mutluluğu bırakıyor. Yaşadığından çok büyük olan miniğimi kucaklıyorum bana teşekkür ederken; asıl ben teşekkür ederim sana, diyorum ellerini tuttuğum arkadaşıma. Sonra aklıma Pollyanna geliyor, tabii ya! O en iyi arkadaşlarından biri olabilir diye düşünüp, “daha bitmedi” diyerek kitap paketini de bırakıyorum kucağına. 2. sınıfta olduğunu öğrendiğim Azref eminim severek okuyacak, çok seviniyor ona da, anlatıyorum çocukluğumdaki anısını, sanki iki arkadaşmışız, aramızda bunca yaş farkı yokmuş gibi dinliyor beni. Yüzünün gerisinde kalan hüznü silsin Rabbim diye dua ediyorum içimden, sen çok mutlu ol emi! O sırada abisi geliyor. Kardeşinin yanında yaşça büyük, yabancı birini görmekten biraz tedirgince soruyor kim olduğumu. Abisi Berat da üç yaş daha büyük Azref’ten. Azref beni abisine anlatıyor, sevinerek kucakladığı hediyeleri gösteriyor. Kardeşini böylesi mutlu eden koca kıza teşekkür eden bakışlarla eğiyor başını Berat, sonra “gitmeliyiz” diyor. Miniğimle sarılıyoruz, telefon numaramı veriyorum, “ne zaman istersen ara olur mu?” diyorum, “artık arkadaşız, beraber kitap okuruz, sohbet ederiz yine.” Gülümseyerek “tamam” diyor. Abisinin elinden tutarak köşeyi dönüyorlar. Bugün küçük ama yaşından çokça büyük bir arkadaşım oluyor. Kısacık bir zamanda kilometrelerce yol aşıyor kalplerimiz. Ardlarısıra dua ediyorum, Rabbim korusun sizi, sınavınız çok büyük, ama mükâfatınız da büyük olacak inşaallah... Hayalleriniz bitmesin diyorum ardından... Mutluluk da değil taşıdığım hüzün de... Başka bir şey... Ama ‘sebepli’ bir şey… Anneanneme aklımdan geçenlerden fazlasını götürürken, gökyüzü bulutlarını çekiyor güneşin üstünden. Ve ben bir kez daha şükürle ‘güneşi sobeliyorum.’


[Hayal Bilgisi 11] KÜÇÜK ADAMIN HİKÂYESİ

/cihat albayrak

59

Dünyanın geri kalanının televizyonun içine sığabilecek kadar olduğunu düşündüğüm yaşlardaydım. Erciş’te yaşıyordum. Kadınların ortalığın hastalığından, erkeklerin dört mevsim her gün yeniden havadan, yaşlıların birbirlerinden şikâyet ettikleri, hayatın içini doldurabilmek için her şeyden şikâyet edilebilen, başkalarına dair her şeyin “eloğlu neler yapıyor” diye kayıtsız şartsız övülebildiği, ailelerin karşılıklı olarak, çocuklarına öteki çocukları örnek gösterdiği, öğleden sonraları sokak hayvanlarının bile mesaiyi erken terk ettiği, ekşi eriklerin bütün olarak çaya atılıp kıtlama şekerle içildiği bir yerdi Erciş. Van Gölü’nün kuzey ucunda, dalgaların bile dinlenmek için mola verdikleri; Emrah’ın, Evliya Çelebi’nin ve hatta görmeyen gözleriyle Âşık Veysel’in bile överek bahsettiği; Yeşil Erciş… Biraz büyüyünce, yani boyu daha uzun bir çocuk olduğunuzda, şikâyet ile şükrün eşit kollu bir terazinin kefelerinde birbirlerine nispet yaptıklarını anlıyordunuz… “Balaaaam, yanıyor ayaklarım, tutmuyor dizlerim” diye yakınan anneannelerin, sabah ezanıyla başlayan ibadetlerinin yatsı namazından sonra seccade yerden kaldırıldığında son bulduğunu görebilirdiniz… Kardeşlerimle iki-üç halka haline getirip boynumuza kolye gibi asarak oynadığımız tespihlerin “şükür tespihleri” olduğunu da sonradan öğrendik; Allah’ın aslında “Allah Baba” olmadığını öğrenecek kadar sonradan… Evet, hikâyemizde yer daima Erciş’ti. Padişah masallarında, çocukları uyutmak için babaanneler tarafından uydurulan canavar hikâyelerinde, babalarımızın askerlik anılarında, annelerimizin evlenince son bulan çocukluk anılarında… Ama zaman konusunda daha ileri bir uygarlık seviyesindeydik. Her şeyin bir mevsimi vardı. Öyle gezegenlerin hareket ya da konumlarına göre de belirlenmezdi bu mevsimler. Mahalledeki çocuk çetelerinin keyfi bilirdi; uçurtma mevsimlerinin, hol kırmacaların, bilyelerin, ekmek yemecelerin, hızeklerin, İnci Kefali namı diğer gogort avlarının, -ki bunu birazdan anlatacağım- hıdrellezlerin, kuş avlarının ve hatta gündüz ve gecenin bile yılın hangi günlerine, günün hangi saatlerine denk geleceğini. Güneş değil keyfimizin kahyası ve çoğu zaman da annelerimizin, dünyanın Erciş dışında kalan yerlerinden bile duyulabilen bir sesle, “Cihaaaaaat, boynun altında gala belki, hardasen, tez gel eve” gibi cümlelerle bize hitabet sanatını öğrettikleri anlar belirlerdi gündüzün ve gecenin birbirlerine olan oranlarını… En uzun gece 21 Aralık’ta değil, harabe binalarda, akmayan su kanallarında, açık havadaki briket fabrikasında saklambaç oynadığımız gecedeydi. Okul para kazanmayı, gelenekler ise hayatta kalmayı öğretirdi. Bu yüzden erken yaşta öğrenmeliydik toprağı bellemeyi, elma ağaçlarını budamayı, tarhların içini çapalamayı, badana yapmayı, testere kullanmayı, bir kibrit bile alınacaksa; en iyi kibriti hangi dükkân satar, çarşı pazarı avucumuzun içi gibi bilmeliydik. Para insanı hayatta tutmaya yetmezdi, yaşamayı öğrenmek gerekliydi.


[Hayal Bilgisi 11] Böyle böyle öğrendik, otlu peynirin tuzlu suda bekletildikten sonra, bidonlara ezilerek doldurulup, kapağının altına bir beyaz leçek bağlandıktan sonra, ters 60 çevrilip toprağa gömüldüğünü. Bu şekilde uzun zaman saklanabiliyordu peynir ve kışın peynir bittikçe bidonları gömdüğümüz yerden çıkarıp kullanabiliyorduk. Turşuları da aynı yere aynı yöntemle gömüyorduk. Boyu bizden uzun çocuklardan öğrendik, derede elimize çorap geçirip balık tutmayı. Balıklar elimizden kaymasın diye yapıyorduk bunu. Bir çuvala doldurduğumuz balıkları, babası ölen arkadaşımızın evinin önüne bırakıp kaçıyorduk; siz bilmezsiniz ama dünyayı biz kurtardık o gün, kahramandık, güç bizdeydi artık… Unutmadan; peynirin otsuz da olabildiğini, adının “beyaz peynir” olduğunu, yalnızlığı tanıdığım yatılı okulda öğrendim ilkin. Ve leblebinin nohuttan yapıldığını çoook daha sonraları. Her şeyin bir ağacı vardı bize göre. Bahçemizdeki elma ve erikleri, -ki erik konusunu da birazdan anlatmalıyım- çocukluk böyle değildir aslında, aklına başka bi’şey geldi mi, konuştuğunu orada kesip devam edersin ama çocuk değiliz artık. Evet, tekrar edeyim; bahçemizdeki elma ve erikleri ağaçtan topladığımız için, bu yanılsamaya sahipti zihinlerimiz. Çekirdeğin, -neden bilmem, siyah olanına dakota derdik- mercimeğin, karpuzun ve burada yazmaya utandığım pek çok basit şeyin ağacı olduğunu zannediyorduk. Bu yüzden babalarımız, annelerimize, “ağaçtan mı topluyoruz paraları” diye sitem ettiğinde biz buna fazlasıyla ihtimal veriyor ve define arar gibi para ağacını arıyorduk ormanlık alanlarda. En büyük erik ağacı dedemin bahçesindeydi. Adeta dedem gibi bastonunu sallıyordu erikleri çaldığımızda, kollarımızı kıyamadan çiziyordu dallarıyla. Ve biz, o kadar açgözlüydük ki, ceplerimize dolduruyorduk erikleri ve biz ağaçtan ininceye kadar reçel kıvamına gelmeleri bizi vazgeçiremiyordu yeni soygun planlarından. Düğünler, hayatımıza verdiğimiz kısa reklam araları gibiydi. Bir anda dünyanın ilk on ekonomisi arasına giriyorduk sanki. Beyaz zarflara hayal bile edemediğimiz paralar konuyor, birkaçı payımıza düşüyordu. Bu parayla kaç hediyeli şekerli sakız alınır hesap edemiyorduk. İnsanlar el ele tutuşuyor, bir çember oluşturuyor ve saatlerce bu çember etrafında dönüyorlardı. Buna anlam veremiyorduk; mutlu görünüyorlardı. Yatılı okuldan getirilen demir tabaklara, kavurma, pirinç pilavı ve cacık konuluyordu. Biz, en aç ve en heyecanlı olan biz, en son kavuşuyorduk kaşıkla ritim tutmaya bayıldığımız tabaklara. Sonra kadınlar bahçedeki çeşmenin başında voltranı oluşturuyor ve kirli bulaşığın canına okuyorlardı. Düğünler, tanıyalım ya da tanımayalım, boyu bizden uzun ya da kısa tüm çocukların bir araya geldiği, bir çocuk kongresi gibiydi. Bu özel günlerde kimin daha hızlı koşabildiği görülürdü ya da kimden en çok korkulacağı… Bir bahçe duvarının arkasında toplanır ve biri, dünyanın yedi harikasından birini elinde tutuyormuş gibi hayretle bakan gözler karşısında, bir sigarayı yakıp dudaklarının arasına götürürdü.


[Hayal Bilgisi 11] Böyledir; çocuklar arasında en hayranlık duyulan kişi, büyüklerin yasakladığı şeyleri yaparak, büyüklere en çok benzeyendir. Derken, sahilleri hala beton 61 yüzü görmemiş Erciş’te, üç tane evi üst üste koymuşlar gibi duran ve bahçesinde hiç ağaç bulunmayan garip bir binaya, elimden tutarak götürdü annem. Aynı durumda olan öteki çocuklar vardı, birbirimize acıyan gözlerle bakıyorduk. Öğretmenimden bir bardak su istediğimde, anladım artık o kadar da çocuk olmadığımı… Zamanla değişti hayatlarımız. Top oynayabildiğimiz boş arsalar evlerle doldu. Yüzünü ilk kez gördüğümüz insanlar, selamsız sabahsız daldılar çocukluğumuzun içine. Bir gemideydik çocukluğumuzla, su alıyorduk ve birimizin atması gerekiyordu sanki kendini denize. Sokakta oynamaktan utanır olduk, gözleriyle bizi pek ala dövebilen mahalle sakinleri yarattı Allah. Elma çalamıyorduk çünkü ağaçların üzerine beton yağmurları döküyordu insanlar. -Bahçemizde bolca elma vardı, sırf öteki çocuklar gibi olmak için çalıyorduk kardeşimle.- Depozitosuz olmaya başlayınca şişeler, -ki önceleri çöpten toplayıp kanalda yıkar, bakkala götürürdük bu şişeleri- yollar cam kırıklarıyla doldu ve bisiklete binmenin de tadı tuzu kalmadı. Hem asfalt yolda hol da dönmüyordu. Boyu oyuncaklarımızdan uzun olan arabalar da yarattığında Allah, sokaklar hepten haram oldu. Para etmiyor diye kelem ekmemeye başladı çiftçiler. Para da neydi, kelemsiz bir dünya hayal edemiyorduk. Çamaşır şiritinde kurutulan biberler, tandır ateşinde pişirilen ayran aşları, bahar ve bayram temizlikleri, köprü üzerinde yıkanan halılar, kuru kayısı hoşafları, ağaç budamaları, kömür sobaları ve cızırdayan güğümler olmayacaksa yaşamanın ne anlamı vardı… İnsan çocukken, hayata çok kolay “küstüm, oynamıyorum” diyebiliyor. Neyse ki bayramlar hala o eski bayramlardı bizim için. Siyah bakkal poşetlerinde topluyor ve yarım saatte bir sayıyorduk kaç şekerimiz olduğunu. Şekerleri bilye gibi dizerek oynuyorduk. Pek çok insanın kumarı bu yaşlarda, bu oyunlarla öğrendiğine eminim. Harçlık almak için, küçük kardeşlerimizin bile ellerini öpebilirdik. Büyüklerin de neden aramaksızın gülebilmeleri harikaydı. Belki en çok da bu yüzden, büyükleri güldürebildiği için bayramları yaratmıştı Allah. Çocukluk, toplumların en büyük gelenek birikimlerine sahiptir... Çünkü büyüdükçe insan, dünyanın Erciş’ten, insanların mahalledekilerden, yiyeceklerin babasının gücü yettiğinden, uğraşların oyunlardan, hayatın huzurdan ibaret olmadığını öğrenir. Sonra bir gün komşumuz karısını öldürdü, kapımızda, mahalle camisinin müezzini bıçaklandı, babam kazalardan korktuğu için Van minibüslerinde hep ortaya oturan babam, trafik kazasında minibüse ortadan çarpan bir kamyon yüzünden iki yıl yürüyemedi. Çok iyi bir şey başarmış gibi, öğretmen lisesini kazanıp yatılı okumaya başladım ve hikâye son buldu. Çocukluk, ardından bakılan en güzel fotoğraf…


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.