HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 21. SAYI

Page 1

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 6 Sayı: 21 Haziran/Temmuz/Ağustos 2016 ISSN 2146-4294 Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Levent Albayrak Kapak Çizimi Ahmet Uzun Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal iletisim@yunusunsal.com Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} hayalbilgisi@windowslive.com www.hayalbilgisi.com Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com Baskı ve Cilt: Assum Basım Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 313-314-315 Topkapı - Zeytinburnu - İstanbul Tel: 0212 613 0001 – Gsm: 0533 091 8166 Matbaa Sertifika No: 30847 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 40 TL (Kurum ve kuruluşlara: 100 TL) Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87 Kültür ve Turizm Bakanlığı Hayal Bilgisi’nin kurumsal abonesidir.

Merhamet Bir balığı vardı küçük kızın. Balığın bir adı, babanın eve getirdiği gün tarih düşülen bir doğum günü. Çocuk, balığı çok sevdi. Hayallerini anlattı ona. Bir gün balık öldü. Minik avucunda balığın cansız bedeniyle bahçenin köşesine doğru attı adımlarını küçük kız. Gözyaşları yanaklarından damlıyordu avucundaki balığın üzerine. Bir masalda olsak, canlanırdı balık belki. Toprağı kazdı çocuk, bir balık bedeni kadar bir mezar yaptı tırnaklarıyla. Etrafını çakıl taşlarıyla çevirdi. Ablasının defterinden kopardığı kağıda, balığının adını, doğum ve ölüm tarihini yazdı. Akşam baba eve dönünce, tuttu elinden, “gel” dedi, “balığım öldü, mezarına gidelim, bir Fatiha oku.” Sorunca baba, “kediler yemesin diye” dedi. Kediler yemesin diye, ölen balığına mezar yaptı küçük kız. Merhametle yaratılmıştı çünkü. Henüz bilmiyordu mezarsız bırakılan çocuk bedenlerini. Sokağın başında, yıkılan eski bir duvarın briketlerini üst üste koyarak “evcilik” oynayan mülteci çocukları “misafirliğe gelmişler” zannediyordu. O çocuk, az olan harçlığını kalemliğinde biriktiriyordu misafir çocuklar için. Hiçbir yazarın kurgulayamayacağı acılar yaşanıyor her gün. Sığındıkları barakada, çocukları üşümesin diye ateş yakıyor baba, yangın çıkıyor, baba altı çocuğuyla birlikte yanarak can veriyor. Birkaç gün sonra, anneler günü. Anne, kocasının ve altı çocuğunun mezarı başında yas tutuyor. Bir masalda olsak, canlanırdı ailesi belki. Merhamet edebilsek, daha az gözyaşı, daha az mezar olabilirdi belki. Acıyı tercüme edemiyorum sözcüklere. Anadilimde yok yüreğimdeki sızının karşılığı. Hüznüm bedenimle ruhumun toplamından büyük sanki. Bir mazlumun mezar taşı olsam, daha az yer kaplardım dünyada. Yalnızca buğz edebildiğimiz zulümler karşısında, balığına mezar taşı yapan kız çocuğu karşısında, yıkık bir bahçe duvarından yuva imar etmeye çalışan mülteci çocuklar karşısında, anneler gününde altı çocuğunun mezarı başında ağlayan anne karşısında bir sükûttan daha fazlası değilsem, taş olsaydım… Hesap gününe andolsun ki, daha fazla iyilik için harcayacağım gözlerimi. Yüreğimi pay edeceğim kimsesiz çocuklara. Sesim kıracak sükût prangalarını. Daha fazla dünya istemem; mazlumların hakkına sahip çıkacağım. İyiliği emredene andolsun; bir açı doyurmadan oturmayacağım sofraya. Üşüyen çocuk bedenlerine andolsun ki, yuvasız kalan bir çocuğu ısıtmadıkça, kendime ait bir evim olmayacak. Sözlerime ortak olan merhamet sahipleriyle inşa edeceğiz iyiliği. Gayretimiz kadar insan kalacağız.


Dergimizin emektarlarından Arif Onur Solak ve kıymetli eşi Aycan Solak’ın ilk çocuğu dünyaya geldi. Hayal Bilgisi ailesi olarak Allah’tan bu güzel aileye huzur, sağlık ve mutluluklar diliyoruz. Yayın yönetmenlerimiz Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak’ın birlikte kaleme aldığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Edebiyat Eserlerini Destek Projesi kapsamında desteklediği “İyilik Çetesi: Anadolu Şehir Öyküleri” adlı kitap, 2. baskısını yaptı. 2. Van Kitap Fuarı’na Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak katıldık. Fuarda Vanlı yaklaşık 20 yazara standımızda yer verdik. Hayal Bilgisi’nin tüm sayıları fuarda Vanlı okurla buluştu. Yazarlarımızdan Beyza Hilal Nur Dindar’ı Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ne ait İyilik Atölyesi’nde ağırladık. Ercişli yazar ve sanatçılarla buluşan Dindar’ı şehrimizde yaklaşık bir hafta misafir ettik. 1. Tüyap Gaziantep Kitap Fuarı’na katıldık. Serencam Yayınları standında Hayal Bilgisi Dergisi olarak bulunduk. Yayın yönetmenlerimiz Cihat Albayrak ve Ayşe Ünsal, İyilik Çetesi adlı kitaplarıyla fuarda çocuk okurlarıyla buluştu. 7. Türkiye Dergi Fuarı, Malatya Kitap Fuarı, Kocaeli Kitap Fuarı ve İstanbul Gençlik Fuarı’nda Hayal Bilgisi Dergisi olarak Okur Kitaplığı standında okurla buluştuk. Dergimizin yazarlarından Mehdi Akan’ın 2. kitabı olan Parantez ve Erdal Şahin’in ilk kitabı olan Sekülerizm ve Nefis Tezkiyesi çıktı. Yazarlarımızdan Kevser Evsen de akademik alandaki ilk kitabı ile okurlarıyla buluştu. EDEBiyat Derginin 21. sayısı için gönderilen eserleri ön elemeden geçiriyorduk. Ön elemeden geçen eserler editörlerimizin onayına gidiyor. Geri dönüşlerle birlikte yayınlanacak eserler belirleniyor. Gelen yazılardan birini beğendik. Ancak müstear isim kullanıldığı belliydi. E-postaya cevap verip, eseri beğendiğimizi, yayınlayabileceğimizi ancak müstear isim kabul etmediğimizi, yazarın gerçek ismini öğrenmek istediğimizi yazdık. Cevap, çalan telefonumuzla geldi. Arayan Yılmaz abiydi. Erciş’te çok sevdiğimiz bir dostumuzdur Yılmaz Şit. Dergimizin editörlerinden Cihat Şit’in amcası. “Özellikle müstear bir isimle gönderdim ki, hatır gönül nedeniyle yazıyı yayınlamak zorunda kalmayasınız.” dedi. 2011’den bu yana Hayal Bilgisi olarak karşılaştığımız en güzel hadiselerden biri budur. Sayfalarımıza not düşelim istedik...


YİRMİ METREKAREDE TEK KİŞİLİK GÖSTERİM

3

Ahmet Uğur Solak

B

oşluğa tesir etmeyen cümleler var. Hangi cümleler olduğunu bilmiyorum. Hep alnının çatından vurdum, boşluğu. Yaşamak nedir? Boşluk kavramının somutlaşma uğraşı -sonucu başarısızlık-. Araf’ın dünya lisanı. Çok mu konuşuyorum? Daha tek kelime etmedim. Düşünüyorum. Sessiz ol. Her kelime bir orta anlamın izdüşümü. Yani ne yaşam, ne ölüm. Ne cennet, ne cehennem. Zihnin gırtlağını elleriyle tutup bağırtan bir fikir. Çırak ustayı geçerse, boğabilir. Bir ustanın ölümü, bir tekneyi yakabilir.

geri sallanmaya başladı. Boş odada bağdaş kurmuş, bir ileri bir geri sallanan bir adam. Düzen şaşmıyor. Ne hiç, ne çift. Sadece bir. İleri. Geri. Adam

Boş odanın kapısını yavaşça araladı. Duvarlarda oynayan sahneler ve eski gazete kağıtlarıyla kaplanmış camlar -filmlerde de olur-. Ruh hastası katiller gerçekleştirir bu eylemi. Yok, bu öyle bir sorun değil. Biri birilerini öldürmüş, polis peşine düşmüş ama kahraman çok zekiymiş, izini kaybettirmiş ve hemen maktulün ismine bir çizik atmış, öyle değil. Kapıyı içerden kapatıp odanın ortasına bağdaş kurarak oturdu. Burası sokaklardan daha sessiz, tenha. Beni neden böyle davranışlara zorladığınızı anlamak istiyorum. Siz çok kalabalıksınız, ben yalnızım. İlkokul çocuklarının arkasını dişlediği kurşun kalem kadar. Bir yanım yaşamsal, varoluşsal eylemlerini gerçekleştiriyor, bir yanım çürümeye yüz tutmuş.

Fotoğraflar hareket ediyor. Öyleyse bu bir video. Hayır, siz yanlış biliyorsunuz. Bunlar hareket eden fotoğraf. Herkes hata yapabilir. Doğru düşündün, hepimiz hareket eden fotoğraflarız. Durağanlaştıkça düşünselliğimiz en güzel kareye biraz daha yaklaşıyoruz. Üzgünüm, ben fotojenik değilim. Konuştuğu yetmez gibi hareket eden fotoğrafların sesi daralttı odayı. Tavandan damlayan ses titreşimlerinin yere çarptığında çıkarttığı ses dayanılmaz bir hal aldı. İki elini kulaklarına götürüp savunmaya geçti. Beni kazanamazsınız.

Dikdörtgen duvarda -kimine göre daire, bilemeyiz, burada konu biziz- hiç çekilmemiş fotoğraflar gördü. Hiç çekilmemiş fotoğraflarda yaşayanların yeri hiç yaşanmamış hayatlardır. Bulunmak istediği yılları, gerçekleştirmek istediği davranışları seyretti büyük bir zevkle. Bir cümleyi daha devrik kursam ve bugünü de savuştursam başımdan demedi. Çünkü bunun onun bulunduğu durumla bir ilgisi yok. Beyinden kalbe kıvrılan yolda tıkandı fikirleri. İltihaplanmış sevgiler ve paslanmış fikirler paylaşılamadı. Derin bir acı hissetti ense kökünde. Çünkü ense kökleri… Doğrusu neden ense kökünde hissettiğini kendisi de anlamadı. Bunun üstünde düşünecek vakit bulamadan yolu sarsarak açmak için bir ileri bir

Fotoğraflar konuşmaya başlıyor. Usul usul canlanıyor yaşanmamış eskiler. Yaşatılmaya çalışılan bir kanser hastasını öldürmeye odaklı hücreler. Soğuk bir ameliyathanede temizlendikçe direnişini sürdürenler. Hücreler mi yaşam savaşı veren, hasta mı?

Boş odada bağdaş kurmuş, bir ileri bir geri sallanan, elleriyle kulaklarını kapatmış bir adam. Düzen şaşıyor. Zaman, mekan bulanıklaşıyor. Hiç belirsiz, çift belirsiz. Birlik kayboluyor. İleri. Geri. Sallanan. Adam. Kulağımda çocuk çığlıkları. Ölüm de hayat kadar ucuz ve belirsiz. Çoktan yitirilmiş tebessümler el sallıyor sokağın sonunda. Elveda yüzüm, elveda fotoğraf, elveda aklım. Mavi önlüklü adamlar hışımla odaya girip, kollarından tutup, sürüklemeye başlıyorlar. Hareket eden fotoğraflar önemini yitirmiyor. Acılar birkaç kelimeden taşıyor. Kirletiyor yüz hatlarımı. Hâlen yaşıyorum.


BİR YUNUS MİSALİ HÜSEYİN BATTAL Ahmet Kanter

H

üseyin Battal tutarsızlığın koyunda beklemekteydi. Bu gecenin tüm yıldızları birer yabancıydı, içten de değillerdi. Kuru bir ayaz vardı. İçteki gizli sızılar dâhil bu ölümcül soğuktan nasibini almışa benziyordu. Hüseyin Battal çocukluğuna, göğün ışıl ışıl yalan taneleri arasından bakarken, iki küçük kristal olmuştu yanaklarında hatıralar. Çocuk, gerçek, adam gibi hatıralardı bunlar. Onu adam gibi adam sayarken dostları, hatıralarının da bunda payı yadsınamazdı. Ve şimdi ayazın sivri sivri yokladığı bir çocuğunki kadar hassas teninde santim santim bir geçişti hayatı. Kalabalık şehrin ıssız bu lirik vaktinde, uzayan bir gelecek kadar ulaşılmaz bu deniz kenarında ve milyonlarca yıldızın sahipsiz bıraktığı bu ay dolu gecede yaşanmış olanlar kayıp ruhlu adamın sığınabildiği biricik dostlardı. Göğe kopkoyu bir inançla dalan dalgın, buğulu bakışların duyarlı zihniyle o tam bir çaresiz, iradesizdi. Onu gecenin efsunlu notalarının ardından sürüklenerek getiren düşünceler, düşüncelerinden arınmanın derdine düşmüş bir adamın yalnızlığa bezenmiş hali de olabilirdi, başkası da. Hüseyin Battal tutarsızlığın koyunda gecenin kundakladığı bir bebekti şimdi, geliş nedenlerinden ustaca yalıtılmış olan. Gitmekle kalmak arasında bir yerde durunca yavaşlıyordu karar vermesi gereken beyin. Henüz gitmek ve kalmak dahi kendi cazibesini gösterememişken o nerede almalıydı soluğu? Sormak biricik doğruya ulaşmaya yetecek bir çaba olabilir miydi? Bakıyordu etrafına. Doğruyu gösterecek bir adam arıyordu. Katışıksız bir yaşanmışlığın, olgun bir insanlığın ve duyarlı bir ruhun biriktiği bir cevap... “Sen kalmayı isteyip de gitmeye meyletmiş ve her gidişinde gönlünü kalışta bırakmışken nasıl bir cevap doğrulayacaktı seni?” derken buluyordu kendini sık sık. Bu ayrım, hayatının her aşamasında onlarca kez nükseden bir hastalık krizi gibi göğerip göğerip dururken krizin sebebi ha biri olmuştu ha öbürü… Ne zamandır görünenin ardıydı aklını zorlayan.

4

Nedenler ve sonuçlardan ötesi. Gitmekle kalma ayrımına getirenlerden çok, bunun bir zorunluluk olma fikri filizlenmeye başlamıştı. Hüseyin Battal hayatına sığdırmakta kendi çabasını pek cılız gören içteki gözlerinden medet ummaya başlayalı epey olmasa da onların bakışında bulduğu o aşinalık sığınabilecek tüm barınaklardan kopmasına yetmişti. O, kalabalığın ve ruhun çekiştirdiği bir bez bebekti, hepsi bu. Biraz ürkekti, daha çok da cengâver. Hayat bir yalandı. Onun yalan söylediği sadece kendiyken, yalanına maruz kaldığı Hüseyin Battal’dı. Koşuşturmacanın dişleri arasında ruhsuz bir kadavra olan da, yalnızlığın zamanı durdurduğu o bilinmez dehlizde yırtınırcasına vahşi kıyıya (kıyısızlığa) yüzen de oydu. Bu tarafın ve diğerinin bölüşemediği ortalık mal, Hüseyin Battal’dı. Ne kadar varsa o kadar yoktu. Onu tanırdınız. Kimse gibi değildi. Kimsenin onun gibi olduğunu söylemek de pek güçtü. Çok konuşmaz ve susmak da bilmezdi. Hangisini, ne zaman yaptığını bilmezdiniz. Onu anladığınızı bilirdiniz ve buna yormak da istemezdiniz aklınızı. Aslında gizlemezdi kendini. Önüne dikilip duran kalın, duyarsız perdelerden onu sorumlu tutmak size kolay gelirdi, o ise masum olurdu her defasında. Yüzüne bakmanız yeterdi, ne hissettiğini anlamanız için. Ama sizin baktığınız onun yüzü değilse, o saf, çiğnenip tükürülmüş ayan beyan yüzde bulmalıydı kabahati? Korkutmazdı duruşu, daha çok güven verirdi. Anahtarınız ya da cüzdanınız ondayken güvende olurdu, rahat ederdiniz. Ardınızı kollayan Hüseyin Battal ise, ardınıza bakmak aklınıza gelmezdi. İyi bir dosttu, iyi bir çalışandı o. En çok sevgiden mustaripti. Sevebilmekten. Sevgiden arınamamaktan. Çoklarınca hastalık gibi görünen bu illete tepeden tırnağa bulaşmış olmasından...


5 Annesini severdi. Sorsan “Herkesten çok onu” derdi. “Babasından çok sevdiği bir şey yok” derdiniz ondan bahsederken. “Bir kız vardı, varsa yoksa o” derdiniz “Sonra biri daha olmuş, kimseyi daha fazla sevmemiş” sözleri yürürdü. “Aşksız yaşayamazmış, biz daha tatmamışken delilik bu dediği” demekten kendinizi alamazdınız. Bazen “Bu kadar sevmek de zarar” derken, bazense “Makul değil efendim, bir adam nasıl olur da bunca şeyi feda eder bir sevgiliye, abartı, yok delilik, saçmalık” diyen yine siz olurdunuz. “Sevmeyi bilmeyene, sevgili ne görünür?” diye sorduğuma mı yoksa “Yaratılmışsa Yaradan hoş gördüğündendir rahmet, Yaradan sevmişse yaratılan hor gördüğündendir gazap” diyen Yunus duruşuna mı kafa sallardınız, siz dahi bilmezdiniz. Ama “Hüseyin Battal ne ola ki bu büyükleri diline dolaya?” diye içinizden az geçirmemiştiniz. “Dervişlik, aşk sohbeti, yangın yeri yüreğin mecnun yolcusu olmak eskidendi” der, güler geçerdiniz. O ise Hüseyin Battal’dı. Güldüğünüz kadar izin verirdi ondan koparıp almanıza. Aranızdan pek çoğunun koparılmaya ha-

zır bu sevda nurundan nasipsiz ölmesi hayatın adaletindendi. “Kimseyi böyle sevmedi” dedi biri, titreyen dudakları arasından karanlığa bıraktığı kırık bir sesle. Deniz dalga dalga hücuma geçmişti kıyıya ve Hüseyin Battal’ın fersiz gözlerine karşı. Gecenin bir yarısı, kalabalığın terk ettiği bu çorak şehrin vahşi sesleri doluşuyordu boydan boya kıyıya. Sesiyle, ürperten temasıyla ve soğuğa çanak tutan tutarsızlığıyla bir düşmandan çok da farklı sayılmazdı rüzgâr. Tenine yabancı bu yaban adamı kıyasıya yokluyordu, bitmek bilmiyordu bu son gece. Hüseyin Battal iklimine uzak kuru bir yapraktı, dalgaların tepkisizliğine rağmen tenini yıkayıp durduğu… Gece soluk mavi fistanı altında namussuz bir ayazla sancıyordu, sancıtamıyordu.

BEN HİÇBİR ŞEY YAPMADIM Nejla Şen

Ç

aresizliğin yaşadıklarına ve en çok da yaşayamadıklarına baskın geldiği bir dönemde her insanoğlu söylemiştir bunu.

Çoğu zaman ne anlama geldiğini bilmeden: “Ben hiçbir şey yapmadım.” Yirmi yaşını yeni doldurmuş oğlunun içki, sigara ve bohem bir hayat peşinde olduğunu fark eden baba türlü neticesiz uğraşlardan ve her biri boşa giden nasihatlerden sonra elini şakağına koyup düşünür kara kara. Bu kadarla da kalmaz, dert yanar en yakınlarına: “Bu çocuk niye böyle oldu bilmiyorum. Oysa ben hiçbir şey yapmadım.” Kayınvalide bir türlü sevemediği, sevmeye yanaşmadığı, her hatasında keyiften dört köşe olduğu gelini; yıllar geçip bütün ipleri eline aldığında ve ihtiyarlıktan başka elinde bir şey kalmadığını gördüğünde gözyaşları ve çaresizlikle dert yanar. Bazen kendine, bazen başkasına: “Allah biliyor işte. Ben hiçbir şey yapmadım.” Kızının türlü şımarıklıklarına hep göz yummuş, terbiyesine gereken-yorucu-özeni göstermemiş olan anne artık ona sahip çıkamadığını, dahası sözünün geçme-

diğini anladığında muhtemelen ya kocasına, ya kardeşine döker içini: “Her istediğine evet dedim, ne dediyse aldım. Niye böyle oldu bilmiyorum. Ben hiçbir şey yapmadım.” Ben bir şey yapmadım demek; kılımı bile kıpırdatmadım, çaba göstermedim, yorulmayı, gözyaşı dökmeyi, fedakârlık etmeyi göze alamadım, elbette bunları yapsaydım, her şey daha farklı olabilirdi ama ben kolayı seçtim, hiçbir şey yapmamak işime geldi, demektir özünde. Kendi hayatımla, bencil duygularımla, doğru olduğuna yürekten inandığım yanlışlarımla o kadar meşguldüm ki, verici olmayı, sevmeyi, kabullenmeyi, insana ait olan bütün değerleri unuttum, demektir. Şimdi elimde kendi bencilliğimden doğan yalnızlığım ve hatalarımın bana katlanarak iade edilişinden başka bir şey kalmadı demenin farkına varılmamış ve varılamayacak elemidir. Bunu bir meziyetmiş ve insanüstü çaba gerektiren bir erdemmiş gibi gözümüze sokmaya çalışanlara susup hak vermektense şöyle seslenmek istiyorum: “Keşke bir şeyler yapsaydın.”


YARIM Mustafa Uçurum

K

öşede bir süre oturdu. Kimse görmedi oturduğunu. Ara sıra da olsa böyle bir köşeye çekilmeyi, kendini dinlemeyi severdi. Elindeki sopayla yere bir şeyler çizdi. Çizdikçe renklendi çizdiği her şey. Evler renklendi. Bahçe çiçek açtı, tren kara dumanlar savurarak çekip gitti içinden. Daha sert çizdi bu kez. Toprakta derin izler bıraktı son çizdiği. Bir adam, bir çocuk, çocuğun elinde balon, balonlar rengârenk, çocuğun yüzü güllere teslim. —Hadi gel, illa bekleteceksin değil mi oğlum, hadi, elim ayağım yine tutmaz oldu. Ana oğul ağır ağır arabanın yanına gittiler. Anasının hazırladığı her şeyi küçük at arabalarına sığdırmıştı yine. Şimdi dağların ardından doğan güneşe aldırmadan yola düşmenin vaktiydi. Düştüler. Tozlu yolları arkalarında bırakarak gördükleri herkese selam vererek kasabanın yolunu tuttular. Hasan yanık sesiyle anasının sevdiği ne kadar türkü varsa söyledi. Anası o söyledikçe inledi, içini çekti, iyice sokuldu oğluna. Sanki badem ağaçları daha bir güzel açtı çiçeklerini. Daha bir güzel koktu bütün çiçekler türküyü duyunca. At arabası öyle güzel ilerliyordu ki yolda Hasan bir an hiç bitmesin istedi bu yol. Başka bir türküye geçti badem ağaçlarının yanından geçerken. Anası birden kendine gelir gibi oldu: —Söyleme oğlum bunu, söyleme ciğer parem. Boğazıma bir şey takılıyor yine. Anladı Hasan, sustu. Kasabaya kadar da sustular. Kasabanın pazarı kurulmaya başlamıştı. Herkes kendi yerini almış, arabalarında getirdikleri eşyaları ağır hareketlerle indiriyorlardı. Sanki herkes için aynı ağırlıktaydı sabahın bu vakitleri. Öğleye doğru canlanırdı pazar. Köylerden inenler çoğaldıkça daha bir neşelenirdi dört bir yan, pazarın köşesi bucağı şen bir gürültüye teslim olurdu. En çok da Hasanların tezgâhının önü dolup dolup taşardı. Annesi her şeyi titizlikle yapar, elinin emeğini pazara getirirdi. Bunun için gelenler olduğu gibi Hasan için de gelen çok olurdu. “Yetim çocuk, destek olmak gerek.” derler, bir şeyler aldıktan sonra da Hasan’ın başını okşayıp giderlerdi. Bazıları da Hasan’ın ne sevdiğini bilir, ya avucuna ya da cebine sıkıştırırdı bir şeyler. Ali Öğretmen de kitap getirirdi Hasan’a. Önceki kitapları bitirip bitirmediğini sorar, Hasan büyük bir heyecanla bitirdiğini ve çok beğendiğini söylerdi. O zaman daha bir keyifle yeni kitabı uzatırdı Ali Öğretmen.

6 Babasıyla gelirdi Hasan pazara. Oynaya zıplaya, at arabasına bazen binip bazen peşinden koşarak babasına türlü oyunlar yaparak kasabanın yolunu tutardı. Elindeki kitaptan bir şeyler okur, işte o zaman babası daha da keyiflenirdi. “Oku oğlum oku.” derdi. Hasan daha bir coşkulu okurdu kuşların kanat seslerine denk bir neşeyle. Babasını sevmeyen yoktu. Onları köşede görenler selamını alır: — Hadi, kurun tezgâhı da gelin, çay kaynamak üzere, derlerdi. Küçük bir ocak üstünde çayın kaynayan sesi. Hasan çay içmezdi ama çaydanlıktan çıkan bu sesi de hayranlıkla dinlerdi. Ona “kant” verirlerdi. Bunu da babasından öğrenmişti. “Çocuklar çay içmez.” derdi babası. Hasan’ın bardağına sıcak su koyar, içine birkaç kaşık şeker ekler ve böylelikle Hasan’ın kantı hazırlanırdı. Hasan, babasını hatırlatan ne varsa ona daha bir sıkı sarılıyordu artık. Şimdi annesi de küçük termostan kendine çay doldururken Hasan’ın mahzun mahzun bakışını görmüştü: —Git de Veli amcanlar sana bir kant versin, dedi. Hasan sanki bunu bekliyormuş gibi hemen yerinden fırladı. Elinde bardağı ile soluğu pazarcıların yanında aldı. Bardağını uzattı. —Kant değil mi Hasan, dedi Veli amca. Hasan evet der gibi gözlerini kapattı. Kantını alıp annesinin yanına döndü. Öyle bir keyifle içti ki onu tanımayanlar sanki dünyanın en lezzetli içeceğini içiyor sanırlardı. Hasan için de öyleydi zaten. Babasıyla o kadar güzel vakit geçirirlerdi ki; Hasan ne öğrendiyse babasından öğrenmişti. Köylerindeki gölette yüzmeyi, eşekleri Kara’ya binmeyi, söğüt dalından flüt yapmayı ve daha birçok şeyi hep babası öğretmişti Hasan’a. Şimdi babasını çok özlüyordu Hasan. Küçücük bedenine bu acı ağır gelse de alışacaktı zamanla. İlk başlarda buna alışması zor olacaktı, bu kesin. Bazen evlerine bile girmek istemiyordu. Okula gittiğinde sanki herkes babasını soracak sanıyordu ya da ona biri dikkatli baksa hemen gözlerini indiriyordu. Herkes kendisine acıyor zannediyordu. Kitap okurken okuduğu yerde bir “baba” kelimesi geçse hemen gözleri doluyor, bütün sözcükler boğazına düğümleniyordu. Arkadaşları ilk başlarda onunla fazla ilgilenmemişti. Hatta birkaç arkadaşı


7 onunla alay bile etmeye kalkmıştı. Fakat öğretmenleri Hasan’ın gelmediği bir gün öğrencilere dönerek: —Sevgili çocuklar, biliyorsunuz ki Hasan arkadaşınız babasını bir kazada kaybetti. Bu, onun için ne kadar büyük bir acı, değil mi? Kimse böyle acıyı yaşamak istemez. Bizler ona karşı daha anlayışlı olmalıyız. Babasızlığını hissettirmemeliyiz. Herkes babasını çok sever. Hasan’ın üzüntüsünü anlamalıyız. Onu incitecek sözlerden, davranışlardan uzak durmalıyız, demişti. O günden sonra bir daha Hasan’ın arkadaşları onu hiç incitmemişti. Hasan da fark etmişti bu değişimi. Arkadaşlarının ona daha yakın durmaya çalışmaları, ne yaparlarsa hemen onu da yanlarına çağırmaları Hasan’ın içini biraz olsun ferahlatmaya yetmişti. Çünkü Hasan kendisini hep yarım kalmış hissediyordu. Bir yanı göçüp gitmişti. Ne yapsa hep yarım kalıyordu elinde, doğruydu ama annesini de düşün-

mesi gerekiyordu Hasan’ın. Annesi kendinden daha fazla üzülmüştü babasının yokluğuna. Onun da bir yanı yarım kalmıştı, boynu hep büküktü. Şimdi yapmaları gereken, birbirlerine destek olup ayakta kalmaya çalışmaktı. Hasanın dedesi onu hiç yalnız bırakmamaya çalışıyordu. Babasızlığını hissettirmemek için elinden gelen ne varsa gayretle yapmaya çalışıyordu dedesi. Bir gün torununu dizine yatırıp Hasan’a peygamberimizin babasını hiç görmediğini, daha doğmadan yetim kaldığını anlatmıştı. Bütün öğrendikleri Hasan’ın minik yüreğini biraz olsun rahatlatıyordu. Artık ona düşen annesine daha sıkı sarılıp ona evin erkeği olduğunu göstermekti. Yetim olmak büyük bir ızdıraptı ama bunu hafifletmek için yakınında bulunan herkese sımsıkı sarılmalıydı Hasan. Öyle de yaptı. Annesine sımsıkı sarıldı, bu sıcak kalpten kuşlar havalandı, bir çiçek açtı rengârenk, bir kuş en güzel şarkıyı söyledi.

TADİLAT DOLAYISIYLA KAPALIYIZ Buğra Taşova

K

adın ağlamaklı gözlerle sokağı seyrediyordu. Şehrin merkezinde beş katlı bir apartmanın dördüncü katında oturuyordu. Apartmanın kapısı çarşının ortasına açılıyor, evin pencereleri de bu sokağı görüyordu. Apartman yaklaşık 15 yıllık olmasına rağmen boyaları dökülmüş, sıvaları çatlamış, renksiz ve soğuk görünüyordu dışarıdan. Kadın da kendini yaşadığı bu apartmana benzetiyordu. Evlendiğinde taşınmıştı buraya. O zaman yeni yapılmıştı bu bina. Sahi 15 yıl olmuş muydu evleneli? “Ne zaman yaşlandım bu kadar?” diye sordu kendi kendine. Peki, bu bina ne zaman bu kadar eskimişti? Onu ne yıpratmıştı bu kadar? Kafasında kendine dair ne kadar soru varsa bu bina üzerinden soruyordu.

rar. Aşağıda bir kadın, çocuğu kucağında, insanlardan yardım dileniyordu. Belediyenin yaptırdığı banklardan birinde bir erkek çocuğu sevgilisinden özür diliyor, neredeyse ayaklarına kapanıyordu. Bir başka kadın ağlayarak bir yerlere gidiyordu. Yaşlı bir amca diğer bankta umutsuzca oturup derin düşüncelere dalıyordu. Bir adam bankamatiğin önünde bankaya küfürler saydırıyor, kasap dükkanının önünde kasap ile müşteri tartışıyorlardı. Sadece bu insanları gördüğünde her şeyin ne kadar kaos halinde olduğunu gördü kadın. Korktu kendi duygularından. Zihninin şehre yansıdığını hissetti. Zihnindeki kaos ve yorgunluk sanki gözlerinde akıp insanların tenine bulaşıyordu.

Tekrar sokağa çevirdi gözlerini. İnsanlar cıvıl cıvıl bir oraya bir buraya koşturuyorlardı. Herkesin bir koşuşturması, bir amacı vardı. Kuşlar gibi kanat çırpıyorlardı sanki. Kimse şu an onun kadar yalnız, mutsuz ve yorgun olamazdı. Kalabalık içinde bir yalnızlıktı onunki. Seslerin içinde sessiz çığlıklar. Sıcacık havanın ortasında kalbinde soğuk rüzgarlar. Öyle küçük şeylerden mutlu oluyordu ki aslında. Artık en ufak bir mutluluk belirtisi bile görünmüyordu ufukta. Kafasını çevirip soğuk duvarları süzmeye başladı bu kez. İçi ürperdi. Kaçarcasına sokağa döndü tek-

Gözünden bir damla yaş ayrılık şarkıları söylerken kulakları hoş bir seda ile tınladı: “Sevgilim ben geldim.” Tam o anda son kez çarşıya baktığında binlerce insandan sadece birkaç tanesinin hayatın her köşesinde olduğu gibi dertler ile boğuştuğunu gördü. Diğer tüm insanlar normal hayatlarına devam ediyorlardı. Kararını verdi, zihnini ve kendini en baştan yaratacaktı. Kendini baştan yaratmak için önce yıkıp ortadan kaldırman gerekir. Yıkılmıştı ama şimdi enkazından tekrar doğacaktı. Kendi kendine mırıldanarak ayağa kalktı ve eşine gülümsedi: “Tadilat dolayısıyla kapalıyız.”


BABAM VE ERİKA Şener Öktem

K

epçenin iri gövdesi, ejderha gibi görünmüştü mahallenin başında. Kepçenin azametini kendine siper yapmış olmanın gururuyla sövercesine geliyordu kepçenin operatörü. Zalım diye bilinirdi, haşmetliydi. Kepçe gibi iri gövdesiyle pala bıyıklarının altındaki dökük dişleri ürkütürdü insanları. Zalım derlerdi ona. Yine bir yıkım günü kepçenin önünde duran çocuğu ezmişti de Zalım’a çıkmıştı adı. İki hafta olmuştu babam öleli. Ölmeden önce kalfaya kat karşılığı vermişti evi. Evimizi, anılarımızı, yaşanmışlıklarımızı. Kalfayla çay içiyorduk sokağın başındaki kahvehanede. Çocukluk arkadaşıydık. Babasını daha doğmadan kaybedince bizim sokaktaki anneannesinin yanına taşınmıştı kalfa. Yatılı okullarda okuyup yıllar sonra inşaat mühendisi olarak şehre gelmişti. Ama daha çok yapsat yaptığından kalfa olarak anılırdı. Babası öldükten sonra evlenmemişti annesi. Oğlunu okutmak için uğraşmış, didinmişti kadıncağız. Gözleri karaydı, gözü kara. “Yıhım mı galfa?” diye seslendi Zalım. “Hele gel çayımızı içelim.” dedi kalfa. Çayı bitirmek, bitirmekti oysa. Geçmişimi silmek, babamı gömmekti. Kahvehane, yarın kendi başlarına da gelecek olanları görmek isteyen komşularla dolmuştu. Sanki yıkılacak olan kendi evleriydi. Çocuklukları canlandı. Kaç kere kapılarına vurup kaçtıkları, camlarını kırdıkları, terleyince su istedikleri ev yıkılıyordu işte. Çocukluklarıydı yıkılan. Kızmazdı babam. Çocukları severdi. “Çocuklara merhamet etmeyenlere Allah merhamet etmez oğul.” derdi. Zeytin gölgesinde guguk kuşları da hüzne ortak olmuş, seslerini kısmışlardı. Kepçenin gelişiyle daha da kalabalıklaştı kahvehane. “İyi adamdı baban.” dedi kalfa. Gözlerimden iki damla yaş düştü. Yıkılacak olan evle, babamı bir daha gömecektim kara toprağa. Anlayamadım yıkılan babam mıydı, anılarım mı? Bir ağrı saplandı sağ yanıma. İki damla daha yaşla beraber toprak ıslandı. Guguk kuşlarının feryadı ortalığı sardı, hüznüme ortak olurcasına. “Anlat hele” dedi kalfa, “kimi deli der, kimi veli, sırlı adamdı baban.” İyi adamdı babam. Yine bir ağustos sıcağında zeytin ağaçlarının gölgesinde bu sefer ben terliyordum. Anam beni doğururken babam bu ev için kerpiç yoğurmaktaymış ağustos sıcağında. Anam terler benim için, babam terler benim için. İki sıkıntı arasında ağlayarak gelmişim dünyaya. Gözleri-

8 min rengi kara olsun isterdi babam. Adak adadı kara gözlü olayım diye ben. Kimseler bilmezdi neden, kimseler bilmedi. Bahçenin kenarlarını zeytinlerle bezedi babam. Adak diledi, kara zeytin ağacının altında kara gözlü koçu kesti. Zeytin karası gözlü olayım diye ben. Ama nafile. Takdir-i ilahiye karışılır mı kalfa? Adağı tutmadı babamın. Oğlunun gözleri zeytin yeşiliydi. Namazlıydı babam. Yeşil gözlerimi görünce, orda isyan etmiş. Gitmiş önce bahçenin köşesindeki zeytini kesmiş. Komamış anam. Hepsini kesecekmiş. O gün bu gün babam yeşile düşman kesildi. Daha çocuk istemedi. Yeşil zeytin yemedi. Kara gözleri severdi babam. Kara gözlüydü sevdiği. Bekarken, karşılığı olmayan mektuplara dökermiş içini. Varmamıştı sevdiği. “Kara sevda nedir bilir misin sen oğul? Cevabı gelmese de mektup yoldaştır.” derdi. Babam kadar eskiydi yıkılacak olan ev. Elleri nasırlaştıkça ev eskiyor, ev tamir gördükçe babam yıpranıyordu. Hemdert, hemhal olmuş bu evle yaşlanmıştı. Çalışkandı babam. Elinden her iş gelirdi. Evin planını da o çizmişti. Hüznünü, sevdasını evin her bir köşesine göz nuruyla işledi. Misafiri çok severdi. “Kapıda kucaklayacaksın misafiri” derdi babam. Evle kendini, duygularını, aşkını, yaşayamadıklarını özdeşleştirirdi. Hani derler ya, ağuşunu açmış duruyor peygamber. “Peygamberi karşılıyor gibi karşılayacaksın misafiri” derdi. Evin kollarını açtı açabildiği kadar. Günlerce uğraştı. Girişi oval yaptı. Misafir şereflensin, yükseğe çıksın diye üç basamaklı da merdiven yaptı. “Kapı vurulduğunda bekletilmez misafir” der, koşarak açmamızı tembihlerdi. Bekleyenler sıkılmasın diye de şehrin en iyisi Arnavut ustaya iki kat bedelle ahşap kapı yaptırdı. “İlk intiba önemli, dost başa düşman ayağa değil, yanlış bu söz, düşman kapıya bakar” derdi. Asker arkadaşıydı Arnavut. Sırdaşıydı. Babama özel olmak üzere tüm hünerlerini sergiledi. Oymalı, işlemeli iki kanatlı kapıya, bakanlar içini çeksin diye bir de çiçek işledi. Siyah renkli, hüzün rengi. Kapıdan girince ta karşıdan arka bahçedeki hanımeli kokusu karşılardı bizleri. Girişte sağdaydı anamın mekanı. Çocuk, gelen, giden derken ömrünün bir yarısı burada geçti. Hamarattı anam, evcimendi. İyi huyluydu, duayla uğurlardı babamı. Küçüktü daha. Babama verdiklerinde ona sorulmamıştı. “Helal kazanır baban, daha ne isterim Allah’tan” der, hamd ederdi. Babamın yaptığı tereği oyalarla süslemişti. Küçük mutfağında mutluydu anam. Ömrünün diğer yarısını da arka avluda, bahçede geçirdi. Boydan boya çiçekle bezedi her yanı. Evler tek katlıyken namazını da burada kılar, çiçeklerin kokusu üzerine sinerdi. Cennet kokardı anam. Gözleri yeşildi. Babam yeşili sevmezdi. Kalfa, pür dikkat dinliyordu. Asıl merak ettiği hususu sorma zamanı gelmişti. “Annem, ‘Yusuf’unu kaybetmiş Yakup misali evin gözleri kör olmuş’ derdi sizin ev için. Rahmetli baban sokağa bakan pencereleri niye tuğlayla ördü?” diye sordu kalfa.


9 Etraf daha bir kulak kabarttı. Kırk yıllık sırrı çözeceklerini sanıyorlardı. Babamı deli yapan buydu. Kimseye açmadı sırrını, sırlıydı babam. Kepçe sustu. Etraf daha bir kalabalıklaştı. Çaylar söylendi. Guguk kuşları sanki konuşulanları dinliyordu. Mutfağın karşısında otururduk eskiden. Günlerden bir gün odayı boşalttırdı babam. “Burası kuzeye bakıyor arkaya taşıyalım” dedi. İki kanepe bir kilimdi taşınacak olan. Anam saygıyla karışık korkardı babamdan. İtaatkardı, sormazdı çoğu zaman. “Baba evin reisidir, Allah böyle der.” derdi. Huzursuzluğu sevmezdi. Odada yatakları koymak için bir gömme dolap, duvarda da akşam haberlerini dinlemek için radyo ile üstünde Kur’an’ın olduğu küçük bir oyuk vardı. “Ajansları aç.” derdi babam. Seçimlerde ayrılmazdı başından. “Radyo dünya; Kur’an ahiret içindir.” derdi. Televizyonu hiç sokmadı eve. “Muhabbeti bozar.” derdi. İşte o odanın sokağa bakan pencerelerini, sonra da mutfağın pencerelerini tuğlayla ördü babam. Hatırlar mısın, sen mahalleye geleli bir iki gün olmuştu. Maç yaparken dizin kanamış, babam yarana bakmıştı. Kimin oğlusun, diye soranda “babam yok” demiştin. Senle ağladı babam. Yetimleri severdi. “Yetimlere yardım farzdır.” derdi. Sen gidince, kara gözlü kadının oğlu, demiştim senin için. Senin de gözlerin karaydı. Karayı severdi babam. “Kara yastır, ölümü, ahireti hatırlatır.” derdi. İşte ne olduysa o gün oldu. O gün topladı odayı. Yanlara koydu pencereyi. Mutfağı da öyle yaptı. Dışarıdan bakıldığında kanatlı kapının iki yanı sonradan tuğlayla örüldüğü belli olan iki gözü andırıyordu. Demir korkuluklar mil çekiyordu. Kör iki göz ve ortada kanatlı kapı, duvarda bir iki de top izi gözyaşı gibi babamın mazisini anlatıyordu. Mutfağın karşısındaki üç tarafı badanalı odanın güney duvarını siyaha boyamıştı babam. Sekiz ajansını dinledikten sonra Kur’an’ını okur, bize peygamber kıssalarından anlatırdı. Yusuf ile Züleyha’ya gelince orada durur, tütününden derince çeker üflediği duman kara duvarla oynaşır, avlunun çiçekleri hüznün kokusuna karışırdı. Hiç anlatmadı o kara duvarı. Sığınağıydı. “Kıblegâhım” derdi. Evlerinizin bir köşesini mescid edinin, demişti Peygamber. Siyah duvarı Kâbe’nin örtüsü mü kara gözler mi belledi hiç bilemedik. Son zamanları çok az çıktı buradan. Öksürük nöbetleri arttıkça duvarın kara boyasıyla tütününü harmanlıyordu. Namazını burada kılardı. Kara duvarı Kâbe beller, “ona bakmak sevap” derdi. Dalar gider, dudakları kıpırdamadan kıyamda seyrederdi. Kâbe’yi görürdü. Kara örtülü Kâbe’yi, ayetleri. “Günahı da sevabı da onla işlersin, gözler ayettir.” derdi. Kutu gibiydi evimiz. Babam bahçeyi büyük tutmak için evi küçültmüştü. Antreden az ileride sağdaki odayı yeni oturma odası yapmıştık. Bu oda güneye bakmasına rağmen bana soğuk gelirdi. Kahve, tütün tiryakisiydi babam. Evden kahve eksik olmazdı. Bir gün gelen misafirlere önce

çay ikram edildiğini görünce deliye dönmüştü. Misafirlerin gidişini zor etti. Ortalığı toplayan anamın elindeki tepsiye vurmasıyla kırılan bardak parçaları odaya savruldu. Anam “ah” dedi, o kadar. Eli kanamıştı. Parçalardan biri elini çizmiş, kireç duvara kırmızı iz bırakmıştı. Kan duvardan süzüldü. Anam tuttu kendini, duvar ağladı. Anam yine de haklı görürdü babamı. Hiç kırılmadı ona. Severdi babamı. “Helal rızık getirir” derdi. Babam “Hayat acıyla tatlanır. Acıyı tadacaksın ki diller tatlansın. Bu yüzden kırk yıl hatırı vardı kahvenin.” derdi. Gömme dolap yapmıştı bu odaya babam. Saklambaç oynarken ya da yaramazlık yaptığımda kaçtığım yerdi. Belki de duvardaki anamın gözyaşlarıydı beni buraya iten. Kıbleye bakardı bu oda. Sıcaktı. Ama bana hep soğuk geldi. Yeşil gözlüydü anam. Gözyaşı kırmızıydı. Genelde sessiz sakindi evimiz. Bazen derslerimden sorardım babama. “Okuyacan!” derdi, “Okumak kitap okumak değil, kainatı okumaktır, insanı, kendini okumaktır.” derdi. “Rızık illa çıkar. Köpekleri aç komayan Rabbim seni mi aç koyacak?” derdi. “Kader” derdi, “kederdir. Kederle yazılır kader. Kederi olmayanın kaderi olmaz, kaderinle barışık, kederle sırdaş olacan. Sırrını duvarlara bile söylemeyecen, duvarlar onu taşıyamaz. Allah Kur’an’ı dağa taşa verdi yüklenmedi. İnsan yüklendi. İnsan bilemedi. O gün bugün kederi üstlendi, kaderini çizdi. Bu evin kaderi de bu oğul. Gözleri bağlanacakmış, kadere yaslanacakmış.” Şimdi neşesini yitirmiş bu evde, düşler kokardı bir zamanlar avludaki çiçeklerden. Bu odanın tam karşısındaydı yatak odası. Ama kapıları birbirine baktırmadı babam. “Mahremdir” derdi. Alfabeden önce öğrendim odaya izin istemeden girilmeyeceğini. Gün orada başlardı. Müezzinin sabah sedasını daha iyi duyabilmek için evin camiye bakan güney köşesine yapmıştı burayı. “Müezzini duymalı. Duymalı ki sabahı kaçırmamalı. Onu kaçırırsan rızık da kaçar” derdi babam. Arlıydı anam. Bunu bilirdi babam. Bu yüzden banyoyu da yatak odasına gömmüştü. Öğle oluyordu. Ağustos güneşi bile yakmıyordu dinleyenleri. Herkes kulak kabartmış, bir yandan çaylarını tazeliyorlardı. Kahveci durumdan hoşnuttu. Merak salmıştı Zalım bile yıkacağı evin hikayesine. Giriş kapısının tam karşısında arka bahçe görünürdü. Zeytinliklerin çevrelediği bahçeyi adam boyu duvarla örmüştü babam. “Avlu mahremdir, anan rahat etsin.” derdi. Kıskançlığı vardı anamı da düşünürdü. Anamın gözleri yeşildi. Babam kara severdi. Çeşit çeşit gökkuşağı rengindeki çiçeklerin birçoğunu anam dikmişti. Adlarını bilmezdi babam. Bir gün elinde bir çiçek fidesi getirdiğinde dünyalar anamın olmuştu. Bahçenin en güzel yerine yerleştirdi onu. Anam da babam da severdi o çiçeği. “Bu” derdi, “çiçeklerin hası.” .” Anam onu başka sever, babam


10 başka severdi. Taburesini onun yanına yerleştirir, mehtabı seyreder gibi kahvesiyle harmanladığı tütününü hüzünle üflerdi. Öksürüklü ateşli nöbetlerinde de sayıkladığı gibi Erika derdi ona. “Erika” der, gözünden iki damla düşerdi. Çiçekçi öyle demişti. Onu iyi belledi babam. Erika çiçeklerin hası, derdi. “Erika Erika!” der okşayan gözlerle seyre dalar, incinmesin diye okşamaya kıyamazdı. “Ne, Erika mı?” diye şaşaladı kalfa. Elindeki çay bardağı yere düştü. Ayakları titredi, yüzü seğirdi. Birisi, “O da ne, erik ağacı mı?” dedi. “Yok lan çiçeğin adı oğlum, gavurcası.” dedi diğeri. Kalfanın başı döndü. Sesler uğultulu geliyor, guguk kuşları ağlıyordu. Öğlen güneşi kızışmış, kaldırımlar yanıyordu. Kalfadan başka kimseler anlamadı. O gün sıcaktan mıdır, evin hüznünden mi yoksa ona her gün “Erika!” diye seslenen sahibinin ölümünden mi bilinmez,

çiçekler sararmış, boyunlarını bükmüştü. Okumuş yazmıştı kalfa. Duyduğu çiçek adının annesinin adıyla aynı olduğunu kimselere söylemedi, söyleyemedi. Funda’ydı anasının adı. Kara gözlüydü anası. Gözü karaydı. Beş yıl olmuştu onu kaybedeli. Geride çeyiz sandığında bıraktığı kutu içindeki bekar zamanlarından kalma mektupları bırakmıştı oğluna, okumamak kaydıyla. Zarfların üzerindeki yazıyı görmüştü. “Erika Volgaris’e” yazıyordu itinalı bir şekilde, başka da bir şey yoktu. Vefatından sonra onları çok kere okumak istemiş ama ona vefasızlık edeceğinden korktuğundan hatırasına el sürememişti. Ezan okunuyordu. Zalım, gür sesiyle bağırdı: “Ben bu evi Erika’nın başına yıhmam galfa!” dedi, çekti gitti.

SİLÜET Samet Zenginoğlu

H

epsini gördüm. Tüm olanları, tüm yaşananları. Ama hepsini anlatamam. Sadece bir kısmını anlatabilirim. Evet, hepsini anlatamam, çünkü zamanım yok. Çünkü zihniniz ve bünyeniz müşahede ettiğim şeylerin tamamını dinlediğiniz vakit bu yükün altından kalkamaz. Hayır, o manada söylemedim. Bazen bir kuş tüyü başınızın yarılmasına, bazen bir kedi patisi bacağınızın kırılmasına, bazen bir yüz ifadesi kalp atışınızın sekteye uğramasına sebebiyet verebilir. O yüzden kavramların ağır yükünü ve onulmaz yaşanmışlıkları hafife almayın derim. İlk anda, el feneri karşısında hayatının en çaresiz halini yaşayan bir tavşandan daha kötü bir haldeydim. Aynı anda gezegene bir göktaşının yaklaştığının farkında olarak en azından bana birkaç saniye müsaade etmelerini isteyecektim, lakin dilimin damağıma son teknoloji tutkal vasıtası ile yapıştırıldığını unutmuştum. Her şey bir yana, güneş doğalı birkaç dakika olmamıştı ve işe yetişmem gerektiğinin farkında da değillerdi. Aksi halde yüksek bir tazminatla iş akdime son verip, intihar meylimi pratiğe aktarmamı sağlayıp sorumluluğu üstlerinden atma şansına ışık hızıyla sahip olabilirlerdi. Tabii bu esnada bedenimi ve zihnimi sarsan fay hatlarının harekete geçiş sürecinden bahsetmiyorum bile. Ayakta durabilene hayat, oyuna devam edebilme adına bir jeton daha hediye ediyordu. Nesli tükenmekte olan hayvanların

ve nefsi törpülenmekte olan insanların hepsi koşar adım müphem bir istikamete doğru yol alıyorlardı. Hepsi birbirini tanıyor idi, ama “mış gibi yapmak” mükemmel bir lükstü o esnada. Bazı insanlar kendileri ile ardı sıra koşuyorlardı ve gariptir, birbirlerini ve doğal olarak kendi elleri ile kendilerini devirebilmek için muhtelif çabalar içerisine giriyorlardı. İtina ile yaşanılan dünya hayatı, insanlara umduklarını vermek noktasında imtina ediyordu. Bedenler, ruhlara direnmek noktasında aciz kalıyor, herkes ezberlediği şiiri yüksek sesle okumaya başlıyordu. Bu muallak hengâme içerisinde, toz duman sanki ortalığı daha da aydınlık kılıyordu. Nehirler, birer ejderha misali saldırganlaşıyordu ve dağlar şaha kalkmış mağrur yılkı atları gibiydiler. Görmeliydiniz diyemeyeceğim. Sizler, sonsuz evrene sığamayan kocaman insanlar, rahatınızı bozmanızı istemem zira. Ve en nihayetinde kalp atışlarımın hızına yenik düştüm sanırım. En son tavandaki o yazıya gözlerimin takıldığını hatırlıyorum: “Nitimur in vetitum.” Uyandığımda ayna kırılmıştı ve hayat yeniden ve evet yeniden olağan şekline kavuşmuştu. O günden beri “beni” bana yansıtan her şeyden kaçıyorum. Kaçmaya da devam edeceğim.


PRENS

11

Önder Şit

“Hem şuracıkta uzansam ya…” İnliyor zavallı. “Bir köşeye büzülüverseydim…” Saatlerdir babasının peşinde Muhsin, yorulmuş. Minik dizleri çatlıyor. Babası çatık kaşlı Kerem Ağa dinlemez, bunu yapmaz. “Yürü.” diyor da başka bir kelam etmiyor. Elleri yumuk yumuk Muhsin’in, gözleri ışıl ışıl. Güneş, tozdan damlalar olmuş, akmış, etrafında uçuşuyor. Kerem Ağa durdu birden, yerden bir taş aldı, iri elleriyle kavradı bu taşı. Taş, ellerinin arasında ufaldı. Muhsin, Prens’i düşünüyor. Prens de onun ellerinin arasında olsaydı şimdi! Güneş yakıcı. Muhsin, babasının alnından kayan güneş tozlarını görüyor, gülümsüyor. Gülümsüyor. Dermanı kalmamış ağlamaya. Kahkahaya varıyor bu gülüş, tepine tepine gülüyor Muhsin, toza toprağa, kana tere bulanıyor gülerken. Deliriyor. Kerem Ağa tebessümü işitti, eyvah, az önce taş tozu ile kremlediği elini kuşlara doğru kaldırıyor, Muhsin’in yanık yanağını lekeliyor. Yol kenarındaki otların üzerine seriliyor çocuk, ağlıyor içlice. “Gülmeyecektin Muhsin.” Mırıldanıyor yavrucak, “Sana o horozu niye verdiler, sahi?” Heybetli elini şalvarının iç yüzüne siliyor Kerem Ağa bu esnada, hiddetle dönüyor önüne. Muhsin, çaresiz, güç bela, doğruluyor, yumuk elinde sanki Prens var, eve varıyorlar. “Güçlü olmam gerek, ezeceğim, ezeceğim. Herkesi yeneceğim.” Şimdi evin avlusundaki portakal ağacını tekmeliyor Muhsin. Çok sinirli, baştan ayağa. Sinirli. Hissediyor, sinirlenmek için yaratılmış adeta, asabi, ağacı tekmeliyor, dal budak bırakmıyor. Annesi koşu koşuveriyor. Sarıyor anne kokan sinesine, bastırıyor minik başı, “Oğlum, evladım, sakinleş, yavrum…” Muhsin, huzur buluyor, soluğu düzenli hâle geliyor.

Muhsin’in dilinde benekli öfke: “Ezeceğim.” Turgut Amca bulmuştu Muhsin’i, yol kenarındaydı, ağzı gözü kan içindeydi çocuğun. Yine dayak yemişti. Üç fırlama görmüştü işini, korunun girişinde çıkmışlardı karşısına, sapanlarla saldırmışlardı. “Aptal. Prens’i öldüreceğiz.” diyerek atılmışlardı üzerine. Gücü yetmiyordu, yetmeyecekti. Yeni gömleğini kana bulamışlardı, ağlıyordu, babası bunu duyunca delirecekti, düşünüyordu, bir kat daha, ağlıyordu. Babası önce bir bakmış, uzunca bir bakmış, konuşmadan çıkmıştı odadan. Sorgulamanın ardından bahçeye iniyor Muhsin hızla. Prens’i alıyor kucağına. Prens, onun horozunun adı. “Seni” diyor “Seni Prens, kimse elimden alamayacak, kesemezler, öldüremezler, seni!” Prens’i sevgiyle sarıyor, tüy tüy, kol kanat geriyor. Kara tüylü, beyaz ibikli Prens daha bir güzelleşiyor, caka satıyor, horozca sesler çıkarıyor, gür gür, gürül gürül ötüyor. <0 ((())) Prens’in temsili bir çizimi. _ // Hasta oldu Prens, günlerdir bir lokmacık olsun yemiyor. Tüyleri döküldü, gürbüzlüğü gitti, söndü. Muhsin onu üç ev ötedeki çitlerin önünde gördüğünde iki iri horozla kavgaya tutuşuyordu, horozların pençeleri deşiyordu Prens’in göğsünü, yaman noktalara ölümcül darbeler geliyordu. Prens, havada uçuşan tüylerin arasında, tüm acıya rağmen, cesurca mücadele ediyordu. Kafasının kıyısı açılmıştı, kan sıçrıyordu tertemiz dünyaya. Muhsin, o kısacık anda gördü bunu.


Bayıldı. Ölecek Prens. Ölecek. Muhsin’in babası emri verdi: “Kesin şunu!” Anne çaresiz, başı eğik. Prens, kümesinin yanı başında can çekişiyor, ölecek. Muhsin’in başı dönüyor, çaresiz. Sanki Muhsin’i kesecekler, sanki onu yiyecekler. Prens, o bol tüylü, heybetli, tavukların sevgilisi, haşin Prens, ölecek, kesilecek eceliyle ölmeden. Prens’in cücük halini hatırlıyor Muhsin, gülemiyor, ağlayamıyor, içi donuyor, sevimli bedeni ve minnacık gagası ile içeri giriyor sanki Prens şimdi, adı sonradan mı geliyor, ne önemi var? Kendisini döven ve onun Prens’e olan sevgisini bilen hain çocuklar da ziyarete gelmişler Muhsin’i. Onlar da ağlamaklı. Özür diliyorlar. Muhsin, çenesi kilitlenmiş, tekmeler savuruyor, konuşamıyor, horoz gibi dökebilse tüy dökecek ve anlasalar dil. Prens, fırtınalı bir günde, sabahın doğduğu vakitten evvel ötmüştü, hatırladı Muhsin. Tek o duymuştu Prens’in feryadını. “Prens!..” diye bağırmış, tüylü dostunun sesini aramaya koyulmuştu. Kirli bir incir ağacının tepesinde bulmuştu Prens’i. Ağaca tırmanmıştı Muhsin, ses kesilmişti. Ses kesilmişti. Prens, oradaydı. Dallar savruluyordu yelde. Prens’in tüyleri gökyüzüne doğru dökülüyordu. Prens, sol kanadını hafifçe yukarı kaldırmış ve gökyüzünü işaret etmişti Muhsin’e. Kara bulutlar yaklaşıyordu, kara bir yazı. O sabah, gün ışımadan, kara bir yel ikisini de ağaçta yakalıyordu. Muhsin’in de dökülmüştü derisi, ruhu görülüyordu, Prens’in iki gram beyaz eti kalmıştı. Prens, kanayan kanadını açmıştı. Muhsin, ağaçtan düşüyordu. Burnu parçalanıyordu. Tekrar çıkmıştı kirli ağaca, Prens

12

tekrar kanadını açıyordu, Muhsin tekrar düşüyordu yere. Ayakları parçalanıyordu koyu kara yelin içinde. Kalan bedenini zorlayarak, ite kaka, ışıl ışıl ağaca tırmanıyordu, Prens bu kez dikkatlice ona bakıyordu, kanadı yoktu, kan olmuştu Prens, akıyordu. Muhsin tekrar düşüyordu, son kez, kara yelin içine, bıçak bıçak doğranıyordu. Doğduğunda gün, öldüğünde kara yel, dindiğinde fırtına, Muhsin’den geriye bir Prens kalıyordu, kanatsız ve anlamsız. Muhsin, Prens kesilmeden önce kaçıyor evden. Deli gibi koşuyor, ciğerlerini delercesine. Prens’in değiştiği bu fırtınalı günü anımsıyor yol boyu. Güneş yakıyor derisini. Pul pul kabarıyor, ucu bucağı olmayan bir yolda ilerliyor. Ne görüyorsa Prens’tir artık, dağ taş, insan Prensler, Prens insanlar, büyük Prens taşıtlar, koşuyor Muhsin, bir feryat işitiyor ötelerden, Prens’in son nefesteki sesidir bu. Muhsin yığılıp kalıyor oracıkta. Kalbi fırlayacak gibi yerinden. Taşın üstünde babasını görüyor, hayır Prens bu. Babası bu, Prens bu. Ne bu? Babasının görünümünde Prens. “Çok değiştin.” diyor Muhsin. Toza toprağa, kana tere bulanıyor gülerken. Deliriyor. Kerem Prens Ağa tebessümü işitti, eyvah, az önce taş tozu ile kremlediği elini kuşlara doğru kaldırıyor, Muhsin’in yanık yanağını lekeliyor. Tüyler saçılıyor, tel tel, ışıl ışıl, fırtınalı gündeki gibi. Heybetli kanadını kanlı gövdesinin iç yüzüne siliyor Kerem Prens Ağa bu esnada, hiddetli bir ibikle dönüyor önüne. Muhsin, çaresiz, güç bela, doğruluyor, yumuk elinde sanki babası var, kümese gidiyor (Prens Muhsin) ve haykırıyor/lar: “İşte şimdi güçlüyüz. Ezeceğiz, ezeceğiz. Üürürü.”


SIRTIMDA ÇAKIL TAŞLARI Burcu Sancak Çalışkan

A

nnem beni zorla öğle uykusuna yatırdı. Ben de karşımdaki divanın çiçekli örtüsüne, divan yastıklarının düğmelerinin simetrisine, halının üçgenlerine, beşgenlerine daldım da uykuya bir türlü dalamadım. Sıra perdelere gelmişti. Tülü geçtim. Perdenin siyah saplı pembe çiçeklerinin kalabalığından sıkılıp alt köşesindeki “evore” yazısına sebepsiz neşelendim. Uyumaya çalışmak çok sıkıcıydı. Bu yaşıma kadar o kadar çok sıkılmıştım ki artık gözlerim kapalıyken bile tüm eşyaları görebiliyordum. Saksı ağacı hariç… Onu babam geçen yıl yaptırdı. Eskiden yağ kaplarından saksılarımız vardı. Annem çiçeklerin hepsini kiremit saksılara koyup saksı ağacına yerleştirmişti. Nazmi öğretmenim anlattı, çiçekler geceleri bizim oksijenimizi aldıkları için yattığımız odada çiçek olmamalıdır. O yüzden bizim saksı ağacı kışın salonda, yazın oturma odasında olacaktı. Teyzem biz yokken gelmiş, sobayı kaldırmış, evi bir güzel temizlemiş, saksı ağacını salonda bırakmış. Artık uyuyamadığıma emin olduktan sonra yataktan kalktım. Parmak uçlarımda güçlükle doğrularak evdeki sesleri dinledim. Annem radyoyu açmış, tahta kaşığı tencereye vura vura yemek yapıyordu. Anneme görünmeden evden çıktım. Sokak kapısının kocaman iki kanadının tam ortasında, paslı sürgünün önünde durdum. Kafamı yavaş yavaş kaldırdım. Kapının koyu mavisi, gökyüzünün açık mavisine dönüverdi. Nazmi Öğretmen, “Mavi umuttur” demişti. Umut gökyüzünün açık mavisi olmalıydı. Demir kapı az ses çıkarsın diye bir elimle tozlu yüzeyini tuttum. Sürgüye uzanan diğer elimin üstündeki morluklara gözüm takıldı. Öğretmenim “Yaradan mikrop kaparsınız” demişti ya, morluktan pas mikrobu kapılır mıydı ki? Bilemedim. Öyle olsa bile dönecek değildim. Pürüzlü paslı sürgüye parmaklarımla asıldım. Sürgü çok sertti. Kocaman bir nefesi göğsümde tutup, tüm gücümü parmaklarıma verdim. Elimin üstündeki morluklara sanki iğneler battı. Sürgünün açılmasıyla tuttuğum nefesimi bıraktım. Nefesimi bırakınca içimde hiç bir şey kalmadı. Boş içimin üstünde başım yaprak gibi sallandı. Dönen başımın sersemliğini kapının tiz inlemesi kesti. Dönüp eve baktım. Salonun penceresindeki saksı ağacından başka beni gören yoktu. Kapıyı kendim geçebileceğim kadar araladım. Başım hala dönüyordu. Geçsin diye derin bir nefes aldım. Nefes içime yan komşu Keriman teyzelerin iğde ağacını taşıdı. Canlandım. Kafamı kapının aralığından uzatıp yokuş aşağı uzanan yola, yolun bittiği yerden de gökyüzüne baktım. Akan çeşmeye elimi tuttuğumda su nasıl parmaklarımın ara-

13 sından yol bulup dökülür, güneş de öyle ağaç dallarının arasından yola dökülüyordu. Dışarıya adımımı attım. Yerdeki soğuk çakıl taşları çıplak ayaklarıma battı. Yaramaz çakıl taşları bacaklarımdan sırtıma ulaşıp, sırtımın kemikleri arasında tepinmeye başladılar. Hafif ılık bir rüzgar, uzaktaki ağaçlardan başlayarak tüm yaprakları sırayla silkeledi. Yaprakların dalgalanan hışırtısına verdim aklımı, sırtımdaki çakıl taşlarını unuttum. Keriman Teyze kahkahasını tanımadığım misafiriyle bahçede oturuyordu. Neşeli öyle tasasız bir şeyler anlatıyordu. Beni görür de anneme haber verir diye korktum. Onların bahçe duvarını eğilerek geçmeye karar verdim. Eğilince sırtımdaki çakıl taşları kendi aralarında yer değiştirdi. Sokak kapısının yanındaki gri kutunun üstündeki kurukafayı görünce çok korktum, bir “Hiyh!” koptu ağzımdan. Neyse ki Keriman Teyze ve misafiri beni duymadılar. Duvarı geçince sırtımdaki çakıl taşlarının bu kez yandığını hissederek doğruldum. Her biri birbirinden farklı renge boyanmış komşu evlere baktım. Benim pastel boyalarımı büyük yemek masasına saçsam işte böyle bizim mahalle olurdu. İleride rengarenk top yumağını görünce bakkalın orada olduğunu hatırladım. Bakkalın hemen karşısında bir tahterevalli, iki salıncaklı çocuk parkı vardı. Bakkal beni görüp anneme haber verebilirdi. Parka doğru yürüdüm. Canım sallanmak istiyordu ya henüz yakalanmamışken parkın aşağısındaki evlere de bakmak istiyordum. Yol boyu ağaçların arası sarı çiçekli yeşil bir halı gibiydi. Sarı çiçeklerden eğilip bir tane koparırken, sırtımdaki çakıl taşları fokurdadı. Sapı tüylü sarı çiçeği kokladım. Yavan koktu. Yol bahçesinde kiraz ağacı olan bir evle bitiyordu. Kirazlar yeşil yaprakların arasından bana kırmızı kırmızı baktılar. Uzanabildiğim dallardaki kırmızılardan bir tane aldım. Ağzıma attım. Kirazın sulu serin lezzeti içime doldu. Nazmi Öğretmen “Kırmızı neşedir” demiş miydi diye düşünürken canavarın sesini duydum. Annem beni uyandırmak için Susam Sokağı’nın saatini beklemiş, televizyonu açmıştı. Soğan kokan elleriyle saçımı okşadı. Televizyonu görebileyim diye beni sandalyeme taşıyıp mutfağa gitti. Saksı ağacı yazlık yerini benim tekerlekli sandalyeme bırakmıştı. Gözbebeklerimdeki Kurabiye Canavarı’nın sokak kapısıyla renkteş koyu mavisi, zihnimdeki kirazların kırmızısına karıştı. Sırtımdaki çakıl taşlarını atıp, mahallede tek başıma gezebilmeyi umut etmekten yorulmuş, ağzım uyku kurusu, anneme seslenmek istedim: “Anne bana kiraz getirir misin?” Sesim kafamda kaldı.


ABLAM VE BEN Mehmet Şen

“büyüklerin oyununa gelip kendi oyunlarınızdan vazgeçmesek çocuklukta diretsek biraz çocuk kalabilsek…”

İ

kimiz de çocuktuk henüz, hayatı oyun sanıyorduk. Çamurlu bir gecekondu mahallesinde, bütün gün sokaklarda oynayarak büyüyorduk. O zamanlar, sadece iki yaş büyüktün benden ve ben annemin bana ayırdığı yumurta sarılarını yiyerek kapatabilirim sanıyordum bu yaş farkını. Nüfus kaydın geç yapıldığı için ilkokula birlikte başlamıştık. Nasıl da sevinmiştim o gün aynı sınıfta, akranım olduğun için. Aklımca, artık kavga ettiğimizde “Ben ablanım senin” diye aramızdaki yaş farkını yüzüme vuramayacaktın. O gün, sınıf başkanı seçildiğinde bir kez daha nefret ettim senden. Senin de içten içe bir nefreti büyüttüğünün farkına vardım. Tahtada, yaramazlar listesine habire adımı yazdın. Koşullar aramızda bir fark daha yaratmış, işler daha da zorlaşmıştı benim için; artık hem ablam hem başkanımdın. Üstelik sadece bana değil bütün sınıfa hükmediyordun. Ben sana yetişmeye çalıştıkça yumuluyordum yumurtanın sarısına, sen aynı yumurtanın akını yiyerek benden daha hızlı büyüyordun. Anlayamıyordum bir türlü, yetişemiyordum arkandan.

14 günüydü, hiç unutmuyorum. Akşama kadar sokakta birlikte oynamış, birlikte çocuk olmuştuk. Sonra mevsimler nasıl değişti, yıllar nasıl geçti bir türlü anlayamadım. İlkokulla birlikte sınıf arkadaşlığımız da bitti. Beni ortaokula yazdırdılar, sen iyice eve kapandın. “Çocukluktan çıktın artık” dediler sana. Arada bir kızdırmak için çekiştirdiğim saçlarını örttüler, ev işlerine yardım etmeye başladın. Artık bir gecede büyümenin sırrını çözmüş gibi bakıyordun. Öyle büyümüş, öyle uzaklaşmıştın benden. Sokak beni, ben seni çağırdıkça oynamak için “Çocuk muyum ben” diyordun. Kendin de inanmıştın çocuk olmadığına. Ben kapatmak istedikçe büyüyordu aramızdaki o lanet yaş farkı. Gecekondu mahallemizde evler çoğalıp birbirine yaklaşırken, içindekiler nasıl yabancılaşıyorsa birbirine, öyle yabancılaşıyorduk birbirimize. Bir kış günü, elleri cebinde, karanlıklar içinde bir çocuktum sanki. Ve ben, sokağın başında, o beyaz elbisenle sek sek oynarken hayal ediyordum seni. Beraber oynamak için koşuyordum, sokağın karanlığında yuvarlanıp uzaklaşıyordun benden. “Üstün çamur olacak, bak annem kızacak sonra” diye sesleniyordum arkandan, ayağa kalkıp bana doğru koşman için. “Ben büyüdüm” diyordun her defasında, sanki çocuk olmak suçmuş gibi. Sanki ben hala çocuk kaldığım için benden daha çok nefret ediyormuş gibi…

Ben biraz daha hızlı büyüsem, sen biraz ağırdan alsan; sen abla, ben erkek olduğumu unutsam arkadaş olabilir miydik? En çok, son kez birlikte şeker toplamaya çıktığımız o bayram sabahı yaklaşmıştık buna. Bana Charlie’nin Melekleri baskılı bir t-shirt; sana karpuz kollu, üzerinde sarı papatyalar olan beyaz bir elbise almışlardı hani. Belinde, arkadan fiyonk yapıp bağladığın sarı kurdeleden bir kuşağı vardı elbisenin. Neden bilmem, bugün bile seni hep o elbisenin içinde hayal ederim.

Kış uzuyor muydu ne? Sonra bir gün, tam havalar ısınırken, bir sandığın üstüne oturttular beni. “Damattan bahşiş isteyeceksin” dediler. O sandığın içinde neler vardı bilmiyorum. Ben, seni hayal ediyordum karpuz kollu o beyaz elbisenle. Sonra kırmızı bir kurdele verdiler elime; “Beline bağla” dediler “ablanın.” Bu kez büyükler oynuyor, biz susuyorduk.

O bayram sabahı, ilk önce İskender amcalara koşmuştuk: Çocuklara şekerlerin yanında bozuk para ikram eden tek komşumuza. Harçlıklarımızla hediyeli leblebi tozlarından alıp, köşedeki duvarın üstünde ayaklarımızı sallayarak şakalaşıyorduk. Birden, leblebi tozu boğazına yapışmış, boğulacak gibi olmuştun. “Helal, helal” diye sırtına vurup kurtarmıştım seni boğulmaktan. Sen de leblebi tozundan çıkan plastik oyuncağını bana vermiştin. Sonra bütün mahalleyi dolaşıp şeker toplamıştık. Ben topladıklarımı yerken, sen biriktiriyordun onları, tıpkı büyükler gibi sol omzuna taktığın çantanın içinde. Sarı, sıcak bir Ağustos

Sonrası karanlık. Hayal meyal hatırlıyorum: Sen karanlığın içinden, karpuz kollu beyaz elbisenle bana doğru yürüyor, tam karşımda duruyordun. “Elim sende!” der gibi “aklım sende!” diyordun. Bir kez daha, bir kez daha nefret ediyordum senden. Sarıdan kızıla dönen kurdeleye bir düğüm atarken.

Nasıl bir oyundu bu, neden kanlar içindeydi o sarı kurdele?

O gece sen başka bir eve, benden çok uzaklara gittin. Oysa sadece iki yaş vardı aramızda. Bir de sen kız, ben erkektim.


TÜTÜN AYŞE Yılmaz Şit

T

ütün lakaplı Ayşe adında bir kız yaşardı bizim mahallede. Her gün saç rengini değiştirir, hava basardı arkadaşlarına. Bazen sarı bazen siyaha boyardı saçlarını. Bazen de örük yapmaz taramazdı, kızıla boyar dağınık bırakırdı. Rüzgarla dans ettirirdi saçının kıvrımlarını Rapunzel kılıklı. Kimi görse sataşırdı; yarı şakaydı, yarı ciddiydi korkuluk güzeli kılıklı. Biraz delice yaşamak diyordu çakma Gülşen Bubikoğlu. Huysuzun eşeğe ters bineni biraz doksanların psikopatı. Mahalledeki Sadri Alışıkgiller alışık olmayan bir hevesle onun buyuna şuyuna aşıktılar. Ama kimseye yüz vermezdi bayan feminist. Güzelliği başına her zaman dert olan var mıdır bilmeyiz ama Fosforsuz Cevriye sayılırdı. Boyu yaşken eğilen floragillerden sığla mı desek fidan mı karar veremedik. Saçları ise yukarıdaki kavramlara inat mısır sümbülü piyasasında enflasyon yaratacak cinstendi. Tabii ki klasik betimlenen yüze gelecek olursak ay parçası demek yerine Uranüs’ün on altı uydusundan biri olan Juliet gibi parlaktı. Sahi bu kızı Nasa keşfetseydi şimdi Tütün Ayşe diye bir uydusu olacaktı belki de galaksimizin. “Hayatı pek ciddiye alır mıydı Müzeyyen Senar, her kederi hiçe sayar mıydı Ayşen Gruda, eğer böyle olsaydılar yine de yaşlanırlar mıydı” felsefesine binaen Tütün Ayşe matematiksel bir örüntüyle bu işlemlere tabiiydi. Arada permalılaştırdığı saçlarının rengini düşünürdü bir futbol takımının fanatiği gibi. Kendisi menba olsaydı hiçbir testi dolduramazdı onun deli dolu kanını. Zira delikanlı kız demek pek içimizden gelmedi, kimse Tütün Ayşe’yi Artemis zannetmesin. Rum olsaydı belki mitolojik bir argüman olabilirdi bizim Tütün Ayşe. Yaşadığı dönemde kenar mahallelerin kır düğünlerinde halay başında Çirkin Kraliçe’yi oynar, mendil sallardı. Bazen yeni yetmeyenler bir astalavista bile etmeyenler Tütün Ayşe’nin vahşi cazibesine aldanarak, belki kabul eder diye ona arkadaşlık teklifinde bulunurlardı. Bu tekliflerin yanında Çatalhöyük’teki toplulukların teklifleri bile modern kalırdı. Tütün Ayşe arkadaşlık teklif edenlere gülerek yaklaşırdı, onlara umut verirdi ama içindeki insanlık aşkına böyle yaptığını muhatapları kestiremiyorlardı. İki dakika sonra Tütün Ayşe babamız Adem’in kayıp çocukları muamelesi yapıyordu onlara. Primat kılıklı taş duvar ustası ilanı yapıştırılan bu gençler başka bir ifadeyle Tütün Ayşe girişimcileri, bazı zamanlar şamar manyağı olurlardı. Kimse ne yapacağını kestiremiyordu bu mübareğin, tekel piyasasının inişli kalkışlı borsası gibi yönetiliyordu kalbi. Ama her şeye rağmen inanamayacağınız bir özelliği vardı; nadir zamanlarda çok alınganlaşan biri oluveriyordu. Bu nadir zamanlarda onun kalbine Eros tarafından yoğun bir ok bombardımanı yapılması ihtimal

15 dahilinde. Çabuk küserdi böyle zamanlarda, yani incitmemek gerekiyordu o kalbin tünellerinden geçmeye çalışırken. Mesele geçebilmekte yeğen! Aynı zamanda annesinin en küçük çocuğu olan Tütün Ayşe güneş ışığına maruz bırakılmaması gereken taze süt gibi nazlıydı. Beyaz olan her şey nazlıdır. Her isteği yerine gelsin istiyordu ama hayatın saçlarının rengi gibi değişken olduğunu bilmiyordu. Yani henüz avuçlarına damlamamıştı gözyaşları. Yaşamı saçlarındaki boyadan gözlerindeki sürmeden ibaret biliyordu. Dünya denen ocağın kaç yüreğin külünü çöp kovalarına boşalttığını anlayamamıştı. Çünkü daha annesi yanı başındaydı. Babası her akşam “kız Ayşeee” diye bağırabiliyordu. Ve her yemekten sonra Ortadoğu’da neler olup bitecek bilmeden dua edebiliyordu. Zaman zaman garip hallere bürünürdü, saçı permasız dolaşırdı hasılı. Kimseyle konuşmazdı, gözlerini uzaklara dikerdi, herkes içine Cengiz Han kaçtı muamelesi yaparken o dalar giderdi. Bir eline incecik bir dal alırdı, sanki onunla Nil’i karıştırırdı. Diğer eline sigara tutuştururdu sanki Ararat’ı yeniden yakacaktı. Başka kızlara benzemez, onlar gibi düşünmez, el işi incik boncuklarla uğraşmazdı. Çeyiz hazırlamakta neymiş? Zaten evlenmek için önce kendine denk görebilmeliydi insancıkları! Tütün Ayşe’nin baskısı Merkür’ü bile Güneş’ten soğutabilirdi. Eğer “Das Ayşe” diye bir davası olsaydı Hitler’in, belki de şu anda dünyada hiçbir milliyetçi akım olmayacaktı. Kulun davası işte; hiç benzer mi yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya parçasının başıboşluğuna. Mahallenin mamutları kendilerince aşkı anlatan satırları kazımışlarmış çamurlara veya sıvanmış kerpiç duvarlara, bize hiç inandırıcı gelmiyor nedense. Bu boynu bükük mahalle delikanlıları bu kadar talihsiz bir sevdanın olmasını istemezlerdi sanıyoruz. İşte mesele kardeş güzelliğe mi aldanmak acaba. Şehrin radyosunda isyan dolu şarkıları en baba şarkıcı Orhan’dan Ayşem’i, Müslüm’den Talisizler’i dinler, kendilerinden geçmeyi beklerlerdi. Demlenince halıya dökülecek gönüller sohbetler ile devam ederdi. Biri bir gün Ay’a parmak uzattı, “bakın, Ayşe bakıyor” dedi. Biri de kuşların ötüşüne “Ayşe’nin sesi geliyor” dedi. Ayşe bir gün yine kendisi olurken bir çeşit yağmur başladı. Bulutsuz ve açık bir havada bildiğiniz yağmurlardan olmayan iki damla meteor yağdı. Ayşe küle döndü. Gençlerin ne halde olduklarını hiç anlatmayalım. Ama bir kaç gün sonra televizyonlarda meteor toplayan köylüler zengin oldu diye bir haber dolaşıyordu. İlginç…


MAHALLE BİR ŞENLİKTİR Yalçın Ulupınar

B

ir kibrit çaktım, bir elma ısırdım, bir çakıl taşı attım yola, ayakkabımın teki kaldı sokakta, saçlarımı uzattım balkonlardan o belleğin kuytularına, kuytularımda sakladığım sandığı açtım uykularımda. Erken kalktım, açıldım mahalleye, ne kadar erken kalkarsam kalkayım hep sokakta birkaç çocuk vardı top oynayan, hemen oyunlarına daldım. “Nerede kaldın?” dediler, “Beşte haftayım onda biter.” dediler. “Üç korner bir penaltı mı?” dedim, “evet” dediler. Kimse kaleye geçmek istemedi. Oynadık, oynadık, Ahmet dizlerini kanattı, ben dirseklerimi, herkes topun peşindeydi, futbol karnavalı bu olmalıydı. Mahallenin en yaşlısı Mehmet Dede gürültümüze kızıp bir maşrapa suyu boca etti üstümüze. Gökten yağmur yağıyor zannettik saçakların altına gizlendik. Orada bilmeceler, futbolcu isimleri sorduk birbirimize; yıldızlar verdik oynadığımız futbola. Herkes en çok yıldızı Volkan’a ve kendine verdi, oynadığımız oyundan çok yorumlaması yordu bizi. Çocuklar geldi, o kalabalığa çocuklar gitti, Kerim gazoz kapakları çıkardı ceplerinden. Hepimiz ceplerimizden, poşetlerden gazoz kapakları çıkardık, dizdik sıraya, yağ gibi mermerleri attık kapaklara uzaktan, kimi kazandı kimi kaybetti. Ben yine kaybettim. Bakkal Osman Amca’nın önüne gidip yeni gazoz kapakları istedim açılan şişelerden. Dayanamadım bir gazoz içtim, Orhan da dayanamadı bir gazoz içti, Aytekin de dayanamadı bir gazoz içti, kapakları cebimize attık. Yine birikti ceplerimizde kapaklar. Her şey bir rüya hızında oluyordu çocuklukta hiçbir şey yavaş değildi, bir filmi hızlandırmış gibi oradan oraya koşuyorduk, ne yoruluyorduk ne de bıkıyorduk. Selim bir çivi çıkardı cebinden evden getirdiği suyu döktü yere, çamura sapladı çiviyi, hemen oyuna başladık. Sapladık çiviyi çamura; çamurun içinde üçgenler, kareler, yamuklar, çokgenler çizdik. Okulda öğrenemediğimiz geometriye inat, birbirimizi hapsetmeye çalıştık bu şekillere. Çocuktuk en çok çamuru sevdik annemize inat. Bir baktık acıkmışız. Bunu annelerimizin adımızla bize seslenmelerinden anladık; annelerimizin balkonlardan sepetlere koyup uzattığı ekmek arası peynirleri, köfteleri, kıymalı yumurtaları yedik. Ahmet Selim’e köftesinden verdi, Barış Kemal’e peynirli ekmeğinden, çocuktuk ne acıktığımızın ne yorulduğumuzun farkındaydık. Mahalle bir şenlikti: Orhan, Sedat ve Aynur pervanelerini uçuruyor; Kemal’le Barış futbolcu kartları ile oyun oynuyordu, Vedat’la Aytekin araba kartlarını birbirlerine gösteriyor; pahalı spor arabalar kendilerininmiş gibi gururlanıyorlardı. Ahmet kızlarla seksek oynuyor, ben bir köşede Selim’in amcasının Almanya’dan getirdiği bilyelere bakıyordum. Her köşede her bahçede bir şenlik vardı. Çocuklar sokaklara sığmıyordu. Çocuk gölgeleri çarpışıyordu yerlerde. Birden Barış’ın sesi duyuldu: Herkes eve gidip su tabancasını getirsin. Su tabancası demek; koşmak, ıslanmak,

16 kovalamak demekti. Suları doldurup tabancalara, birkaç saat kötüleri kovalayıp ıslattık; ıslandık ve kuruduk bir çocuk yeni bir oyun başlatana kadar. Kim karar veriyor, hangi oyunun ne zaman başlayacağına neyin ne zaman moda olacağına. Aniden yeni bir moda başlıyor yeni bir oyunun dünyasında buluyorduk kendimizi. Sonra hepimiz susadığımızın farkına vardık ki bir duvar başında oturup meybuzlarımızı yedik, diğer çocuğun meybuzu daha lezzetli görünüyordu bir diğerine. Ahmet’in elinde bir boru gördük, sonra Ahmet ansızın bize doğru bir külah üfledi, bizler üzerimize bir gülle geliyor gibi kaçıştık. Orhan korktu en çok da, hemen herkes ne yapacağını biliyor gibiydi, sanki defalarca tatbikat yapmıştık, hemen evlere koşup borularımızı aldık, borusu olmayanlar kırtasiyeye gidip boru kestirdiler. Külah yapmak için bütün yıl yazdıkları okul defterlerini getirdi herkes. Nedense en çok matematik defterleri gelmişti; bütün yıl çözemediğimiz, bütün gün uğraşıp çözdüğümüz, öğretmenimizin tahtaya çözüp bizim deftere geçirdiklerimiz, komşuya çözdürdüklerimiz bütün problemler külah olup uçtu havalarda; ağaç dallarına takıldılar; balkonlarda kaldı; bizi arkamızdan kovalayıp vurdular. Her yer problem dolmuştu yine ama bu çok eğlenceli olmuştu. Problemler her yeri kaplayınca herkes sanki anlaşmış gibi ortadan kayboldu, sokakta hiç çocuk kalmamıştı, ben de eve yollandım çünkü Kara Şimşek başlamak üzereydi, her karesini sanki nefessiz izledim. Sonra sanki herkes birbirinden haberdarmışçasına görünmeyen bir arabayı sürerek vitesler değiştirerek indi sokağa, tekrar tekrar anlattık birbirimize sahneleri, sokakta canlandırdık tüm diziyi. Oyuncak arabalarımızı çıkardık ceplerimizden duvarın üstünde gelip gittik, yarışlar yaptık, en iyi spor araba sesini Barış çıkardı, bütün arabaları Barış geçti. Akşam olmaya başlayıp hafif kararınca her yer, saklambaca başladık. Karanlıkta oynanırdı en iyi saklambaç, hepimizi karıştırdı ebe, Ahmet’e Volkan dedi, Selim’e Murat. Tekrar saydı yüze kadar, tekrar aradı bizi akşam karanlığında, yaz çocukluğumuz gibi uzundu, daha ne oyunlar oynayacaktık ama annelerimiz teker teker seslenmeye başladı, en çok Barış’ın annesi bağırdı, babalarımızın daha sert seslerini duymadan evlerimize yollandık tatlı rüyalara daldık ertesi gün görüşene kadar. Annem geldi öptü uyandırdı. “Kalk oğlum çocukluğun gibi masum uyuyordun kaldırmaya kıyamadım, işe geç kalacaksın.” dedi. Kül tablasında yanmış bir kibrit gördüm, masada yarım bir elma. Dağınık saçlarımla giyinip aceleyle çıktım kapıdan. Kapının önünde bir çakıl taşı vardı, ayakkabımın tekini merdivenlerin aşağısında buldum. Çocukluğum en güzel rüyamdı görmeye doyamadığım.


KİTAP GÖLGESİNDE BİR HAYAT: NEDEN OKUMAK? Banu İçli Öner

B

ir ömrü kitapların gölgesinde geçirmiş bir faninin varacağı yer neresi olur? Varacağı yeri bilmem ama ömrü hep bir yolculuk halinde geçer. Bir karakterden diğerine girerken ruh, ete kemiğe bürünen kelimelerin ışıltısına teslim olmamak mümkün değil. Cin Ali kitaplarını tekrar eden, Ayşegül’ün gezentiliğinden mutluluk duyan ve Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan’ının hayaline dalan benliğim büyüyen yaşımla değil okunan kitap, çıkılan serüvenlerce yaşlanan biri olmama neden oldu. Gerçek hayatın sıkıcılığı ve tekdüzeliğini kıran tek şey kitaplardır ancak. Ben her şeyi bahane etmeyi huy edinmiş biri olarak en gerçekçi gerekçe olarak bunu görüyorum. Okumakla aşılıyor çünkü engeller, insan kendi sınırlarını ancak okuyarak genişletiyor. Bir fetih aracıdır okumak, kimsenin canını yakmadan genişleyen sınırlar, edinilen tecrübe ve “yaşamış olmayı” hissederek yaşamaktır okumak. Kişisel devrim ancak onunla mümkün olur. Yeni yerler gezmişçesine yorgun kalkarım bazen kitabımın başından. Beynimde oluşan imgeler dürterek uyandırır geceleri. Uykusuz her gecenin tek yoldaşı olur hayaller âlemine yollayan öbek öbek cümleler. Bazen bir hayranlık, yanında bir kıskançlıkla sonu gelir hikayenin. Hayatımda kıskandığım tek şey bu oldu sanırım, kelimelerin efendisi olanların

17

muazzam lezzetteki cümleleri. Ben de yazarım pek bir acemice. Ama esas okur olmaktır olayım, çünkü yazmayı assam da okumayı asamam ben. Yeni hülyaları, yeni fikirleri, yılların bugüne getirdiği dünyaları; hepsini bulmanın yolu bellidir çünkü. Herkese en büyük tavsiyem istisnasız okumaları yönünde olur. Bazen okurken bir olaya verdiğiniz tepki sizi bile şaşırtır. “Benim içimde bu da mı varmış” dersiniz. Bir bilseniz ruhunuzun derin dehlizlerinde daha neler var. Bunu, yani kendini keşfe başlamanın en garantili yoludur kitaplar. Ömre bedel anların mimarı olduğu gibi, hissettiklerinize tercüman da olur, hele bir izin verin. Sıkılıyorsanız eğer, yanlış duraktasınız demektir. Herkesin mecburi istikametinin olmadığı bir dünyadır zira. Aynı kitaplar, aynı cümleler, aynı fikirler; herkesin geçmesi gereken yol standart değildir. Aramalısınız bu durumda. Sizin dünyanıza girecek yazarı ve kitabı. Kolay olmayacak ama bulduğunuzda dünyadaki cennete merhaba diyeceksiniz. Şimdilerde okunacak kitaplarımı masama dizdim. Yazın çalışmalarım zaman alsa da iki satırlıkta olsa saadetime mani etmiyorum hiçbir şeyi. Okuyarak açıyor çiçeklerim, okudukça yeşeriyor dallarım. Ben okudukça yaşıyor bu beden. Bol kitaplı, bol keyifli günler…


KELİMELERİN YÜREĞİ

18

Deniz Arslan*

B

uruk bakışlı gözlerimi, dalgın düşüncelerimi, hayattan bezginliğimi ceplerime doldurup sürmüşüm ayaklarımı ayaz örtünmüş sokaklara. Koskoca bir illüzyondan ibaret insan yığınının ortasında kaybolmak temennisiyle. Tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışmaya çalışan bir prensesin kibri ve ayaklar altında ezilmekten ürken bir yavru kedinin çekingenliğiyle. Yüzüme minik tokatlar savuran soğuk rüzgarın dudaklarıma bırakacağı çatlaklardan tenime karışır gibiydi gerçeğin acı tadı. Her yanda en güleç maskelerini giyinmiş onlarca sahte yüz karşılıyordu beni donuk ifadelerin buğusuna çizilmiş soğuk gülüşlerle. Oysa herkesin bildiği ve bir o kadar da bilmezden geldiği her şey ortalıkta duruyordu ayan beyan. Bir sinemanın arka koltuğunda, bir kafenin ayakları katlanmış kağıtla dengelenen masasında, üzerine unutulası isimler kazınmış bir bankta, çöplerle süslenmiş sokakta. Merhametsizliğin istiflendiği yürekler, zayıflıkların gizlendiği “ev” denen dört duvarın arasına sıkışınca bırakıyormuş içindeki tüm kiri. İnsan aymaz, bir maymuncuğa dahi direnemeyen kapıla-

rın kendisini koca dünyadan koruyacağına inanacak kadar aymaz. En yakınındakinden, en uzağa kaçmaya çalışmanın acizliği içinde çırpınan sudan çıkmış balık tavırları bu yüzden. Ve bu yüzden çantasında taşıdığı bir paket mendile hastalıklarını bahane edip göz yaşına toz kondurmayışı. Bu yüzden yalan söylemenin utanılmaz ağırlığını ağlamanın dayanılmaz hafifliğine yeğleyişi. Küfürden ağır kelimeleri uç uca ekleyip yüzleştiği aynayı bile kandırmaya çalışır herkes ömründe en az bir kez. Ve ben günahkar şehri hınca hınç dolduran sahtekar kalabalığı ardımda bırakıp yalnızlığımın başkentine sürüklüyorum yorgun bedenimi; yarısı boşluk ılık bir fincan, karalanmış kağıtlar ve ismiyle müsemma olmayı beceremeyip yazmaktan istifa eden garip bir kalemle süslü masamın pencereye bakan tarafındayım. Bulutların üstünden göz kırpmaya çalışan ay ışığıyla göz göze. Uykudan önce son bir kez daha... * Giresun’dan lise öğrencisi bir genç kalem…

KEKLİK Merve Nur Keskin

M

evsim ilkbahar ama yaz havası var. Daha dün kıştı oysaki. Ağaçlar hemen çiçek açmış, rengârenk giyinmişler. Mis gibi de kokuyorlar. Çağlası olsa da yesek, diye düşündü. Yorgun ama umutluydu genç kız. Baharın verdiği bir umuttu bu. Bir netice verir gibiydi bahar. Karı, kışı, ayazı çekmenin bir neticesi bir sonucuydu. Kız da bu çiçek açmış ağaç gibiydi. Onca zorluk çile bitmek üzereydi çiçek açmıştı genç kız. İlerde meyve vereceğinin umuduydu bu, bahar umudu. “İnşallah soğuklar geri gelmez, çiçekler ölmez” dedi kendi kendine. Bir kayısı ağacının gölgelendirdiği banka oturup eline telefonunu aldı. “Yeni keşfettiğim müzik grubunun çok hoş cover parçaları var. Babam kesin çok sever. Linkini atayım da ‘Keklik Dağlarda Çağılar’ı bir de bunlardan dinlesin.” diye geçirdi içinden. Babasıyla kızının zevki birdi. Aynı kitaplardan, aynı ezgilerden hoşlanır, aynı kişiyi en çok severlerdi; annesini. Linki gönderdi, bir yandan da türküyü mırıldanıyordu. Ayağını yere hafif hafif vurarak bir ritim de tutturmuştu. Ayaklarının altında bir kedi gezinmeye başladı. Kucağına aldı. Burnunu sevdi, patilerini okşadı. Sarı tonlarında bir kediydi. Kedi mutluluk hırıltılarıyla kıza eşlik etti. Bir zaman kediyi okşayarak müzik dinledi. Sonra nedendir bilmez, kedi bir anda huysuzlandı. Kucağından sıçrayıp yere kondu. Koşarak

kaçmaya başladı. Neye uğradığını şaşırdı genç kız. Gayri ihtiyari kedinin arkasından gitti. “Gel pisi pisi” diye kediye seslendi, içinden de “hayırdır inşallah” diye geçirdi. Kedi uzaklaşmıştı, o ise ayakta kalakaldı. İçi huzursuz olmuştu. Derin bir nefes aldı ve nefesiyle içine fırtınalar girdi sanki. Sonra bir ses duyuldu, yer titredi. Camlar patladı şiddetle. Tüm sesler sustu, patlamanın sesi konuştu. Kızın kulaklarında sesin şiddetiyle bir uğultu oluştu. Başı döndü, gözleri karardı. Yere çarptı bedeni. Çimenlerin arasında kan süzüldü, toprak emdi kanı yavaş yavaş. Dudağı titrer gibi oldu kızın. Kendine bir mesaj geldiğini görünce telefonu eline aldı adam. Kızından olduğunu gördü. Bir link göndermişti. Linke tıkladı. “keklik dağlarda çağılar yavrum diye diye ağlar günden güne yansa dağlar görenlerin bağrı yanar ağlarım ben kekliğime seherde öten bülbüle” Gözlerinden bir damla yaş süzüldü adamın. Hemen kızını aradı. Uzun uzun çaldı ama açan olmadı.


İNAKA

19

Muhammed Mustafa Demir

E

n çok sensizlikte, kopar fırtına. En büyük hüzünler, karanlıkta olur. Savaşta; en önde ölenler, parkları dolduran çocuklardır. Botlarla girerler şehirlere, kanlı ellerle çıkarlar. Hiçbir din temizlemez bu günahı… Bu bir hikaye. Gerçek mi? Değil mi? Vicdanında teferruatı… Bu hikaye İnaka’nın hikayesi. O Suriye’nin İdlip şehrinden Ahfeş ile Ramiye’nin en ufak kızları. Ablaları vardı Abbase, Abşer, Fadile, Hafide. Allah nasip etmemişti bir erkek çocuk Ahfeş’e, olsun o seviyordu kızlarını. Ama İnaka’yı bir başka... Belki hikayesinden dolayı, bekli de güzelliğinden. Adına çekmişti İnaka; güzelliği ile hayat veren. Evleri dar bir sokağa bakardı. Arkadaşlarıyla her taşını aşındırırdı. Biliyorum cümleler geçmiş zaman kipli, ben de isterdim güzelliklerin hâlâ devam etmesini. Botlarıyla girmeseydi çirkin amcalar bu hikayeye, belki de devam ederdi. Babası hamaldı, yok yok hamal kaba kaçtı tüccar diyelim biz ona. Çünkü o bavullarda umut vardı. Öyle demişti annesi, o biliyordu zaten anneler yalan söylemezdi. Durumları fevkaladenin fevkindeydi. Çünkü kaynıyordu çorbaları tencerelerinde, çünkü umutları vardı hâlâ yarınlara dair. Bir gün babası izlerken görmüştü televizyonda, dev-

leti yöneten amcalar anlaşamamış, karar vermişlerdi savaşa. “Anne savaş ne” dedi İnaka. Annenin cevabı koca bir soru işaretiydi. Hem nasıl anlatır ki bir anne çocuğuna kötü bir hikayeyi. Sonrası ne bu hikayenin. Sonu acı, sonu hüsran, sonu yokluk, sonu, son. Şimdi oturup anlatamayacağım size. Zaten hepiniz okumuşsunuzdur böyle bir hikayeyi ya da en azından bir fotoğraf görüp kısa bir video izlemişsinizdir. Bitince her şey ana haber bültenlerinde, yudumlamışsınızdır çaylarınızı dizinizi izlerken. Boş verin anlatmayayım, anlatıp da bozmayayım ağzınızın tadını. Ben bu yazıyı yazarken yaz günü klima altında belki siz de okursunuz bir kış günü sıcak odanızda. En azından İnaka’ya ne oldu diye sorarsanız, kırmayayım sizi. İnaka şimdi karşımda, ablası Abşer’in yapmış olduğu bir bez bebek elinde; tek kolu, tek bacağı, tek ayağı olmayan bir bez bebek. Eskisi kadar soru da sormuyor artık, tek kelime var dilinde. Akli dengesini kaybettiğinden beri bir tek o kelime: Mama. Ölüm onları kavuşturana dek bu hikayede onların arasında; hasret var, özlem var, gözyaşı var akıntın gözünde, ağıt var yakan ailenin dilinde. * mama: anne


MİNİMAL ÖYKÜLER

20

Emine Muradoğlu

O

n bir yaşındayken hayatımın en çaresiz gününü yaşamıştım. Kendi ellerimle kendimi hapsetmiştim, oturup sessizce ağlamıştım köşede. Hikayesi: Dedem çamura saman katıp tandır evine sıva yapardı. O gün heves ettim, ben de yapmak istedim. Muntazam olmasa bile dedem “çok iyi” dedi. Dedem camiye gitti, ben devam. Duvarlar bitti, tabana da yapıyorum. Çocuk aklı kapının önünden başlamışım, derken en köşede sıkışıp kaldım. Nasıl çıkacaktım, özenle yaptım o kadar, orda kalaydım, bozulmasaydı yeter ki. Hayatımı orada geçirme kararı aldım ki dedem gelip kurtardı. Hâlâ öyleyim. Kendime kurduğum küçük dünyam bozulmasın istiyorum, beni hapsetse bile. * Kimse bana “sen bulaşıkları yıka, ben durularım” demedi. Ben yıkadım duruladım; zaten sular soğuktu, elleriniz üşümesindi. Kimse bana “sen çamaşırları topla, ben katlarım” demedi. Bir de ütüleyiverdim. Kimse bana “sen git, ben arkandan bakacağım” demedi. Ne vakit baksam arkama, benden önce gitmişler idi.

Ne kadar da ablası olmayan bir Emine’yim... Çocukken benim için büyük felaket hava kararınca tavuklardan birinin kümese dönmemiş olmasıydı. Flaş gelişmeydi. Abimle aramaya çıkardık… Altı yaşındaydım ve yirmi yedi numaralı ayakkabılarım var idi. Felaketten anladığım bu olsaydı keşke, hep.. * Bir LYS gözetmenlik hatırası… Sınıfta yirmi öğrenci var idi. Onlar sınav olurken, hepsinin ayakkabılarına baktım. Ayakkabı çok hüzünlendirir beni, sebebini bilmiyorum. Hepsinde nayk var. İşte güzel güzel ayakkabılar var, neg’zel. Birinin ayakkabısı yırtıktı. Sağ ayağındaki, sol ayağını sağın üstüne koymuştu. Adı Kamil idi. Böyle her yanından geçtiğimde içimden; hadi Kamil, dedim. Sen daha hızlı koş be Kamil, n’olursun. Matematik- geometri sınavı idi o gün girdikleri. Tüm sınıf matematikten 10 tane falan işaretlemişti; Kamil hepsini çözmüş ama. Böyle sınav kağıdını verdi elime; ne diyeceğimi bilemedim ama sanki Kamil anladı. “Teşekkür ederim” dedi, gitti.


BİR GRİ SENFONİ Kevser Evsen

S

abaha kadar gözünü kırpmamıştı. Gecenin karanlığı bir sünger gibi içindeki huzuru da emmişti. Huzursuz, korkulu ve geleceksiz bir gece geçirmişti. Şimdi ne olacaktı? Hüzünle her biri bir yana dağılmış kardeşlerine baktı. Hepsi daha bir gece önce aynı yuvanın içinde mutlulardı. Şimdi ise paramparça olmuşlardı. Koskoca bir şey gelmiş, üstlerine düşmüş, o aileyi mahvetmişti. Şimdi bu küçük taş parçası annesiz ve ailesiz ne yapacaktı? Yer çok soğuktu. Annesiyle birlikteyken hiç üşümemişti. Tüm aile bir arada olunca üşünmezdi. Herkesin alıp verdiği nefes bile ısıtmaya yeterdi soğuğu. Bu gece çok üşümüştü. Çok yanmıştı. Koptuğu ana kayanın özlemiyle yanmış, yalnız ve soğuk toprak yüzünden üşümüştü. Kafasında yığılan düşüncelerden mi soğuktan mı bilmiyordu ama iyice uyuşmuştu. Yüreğinin bile uyuştuğunu hissediyordu. Güneş onun uyuşmuş bedenine bir nebze ilaç gibi geldi. Güneşin ışıkları gözünü aldı. O da kamaşmasın diye gözlerini kıstı. Ne mutlu uyanırlardı gün doğarken. Güneşin ılık ısısını ta ciğerlerine kadar çekmeyi ne çok severlerdi. Ne kadar çok gün ışığı çekerlerse içlerine, gece o kadar az üşürlerdi. Küçük taş gün ışığıyla avunadursun. Birden bir fırtına yaklaşmaya başladı. Taş giderek sürükleniyordu. Ana kayadan kopmasına bile alışamamıştı, dağılmalarına. Şimdi bu sürüklenme nerden çıkmıştı. O hiç kımıldamadan bir yerde durmaya alışmış bir taştı. Şimdi fırtına onun başını oradan alıyor oraya çalıyordu. Midesi bulanıyor, durmak, gidip annesine sarılmak, dağılmamak üzere birleşmek istiyor, yapamıyordu. Bir ara savrulurken baş aşağı geldi. Son bir kez enkaz altında kalmış yuvalarına baktı. Kopartılmış çiçekler gibi ortalığa savrulmuş kardeşlerine. Bir gecede acıdan bin parçaya bölünmüş annelere. Her şey bir anda nasıl bu kadar değişebilirdi? Bunu onlara kim yapmıştı, neden yapmıştı? Bunu yapanların yürekleri ne kadar sertleşmişti böyle? Taşları bile paramparça edecek kadar sert yürekli kim olabilirdi? Ne içinde bir kuvvet ne yüreğinde bir his kaldı. Sadece fırtınanın kendini götürdüğü yere doğru savrulmaya

21 başladı. Hayattaki en güvenli yer ana kayalarıydı. Ana kaya öyle büyük, öyle güçlüydü ki kimse onlara zarar veremezdi. Yıllarca da bu güvenin iç rahatlığıyla mutlu mesut yaşamışlardı. Üstlerine saatlerce yağmur yağmış, kışın aylarca kar altında kalmışlardı. Ama güven dolu olmuştu kalpleri. Güven, iliklerine kadar ıslandığında ve ana kayanın tüm kılcal damarları kardan donduğunda bile bir bütün olmaktı. Şimdi rüzgar mı onu savuruyor güvensizlik mi ayırt edemiyordu. Fırtına dindiğinde neredeydi bilmiyordu. Güneşe bakmak istedi ama gözleri yere doğru gelmişti herhalde. Yoksa gece mi olmuştu. Her şey birbirine karışmıştı. Sonra karanlığa alıştı. Hafif bir acı hissetti sağından. Yere baktığında kendinden düşen küçük bir parçayı gördü. Gözleri yere gelmemişti. Bunu göreceğine kör olmayı tercih ederdi. Eksiliyordu… Her şeyinden kopmuş bir taş kendinden de eksiliyordu. Küçük parçasını alıp üstüne ağlamak istedi. Onu sürekli yanında taşıyamazdı. Kendinin de ne olacağı belli değildi. Her bir parçasını bir yerde bırakarak azala azala mı ölecekti? Ne korkunç bir ölümdü. Etrafında kendi gibi başka kayalardan kopmuş taşlar gördü. Aynı fırtına onları da sürüklemişti. Hepsinin rengi farklıydı. Ama hepsi soluk görünüyordu. Hangi renkte olursan ol korku senin rengini bir derece açıyordu. Evet iki gündür acının yerini bıraktığı tek renk korkuydu. Ana kaya çok uzaklarda kalmıştı. Şimdi hiç bilmediği bir yerde üşüyerek bir başka gecenin ayak ucunda birikmişlerdi. Karşılarında koskoca heybetli bir dağın çizgileri vardı. Güneş batmış hatta kızıllığı bile kaybolmuştu. Dağın keskin çizgileri ise kızıllıktan arta kalan beyazlıkta belli oluyordu. Ah, o dağın parçası olmayı ne çok isterdi. Dağları asla bir bomba parçalayamazdı. Bu düşüncelerle uyuyakaldı. Dünden beri her yerini saran uykusuzluğa ve yorgunluğa daha fazla direnemezdi. Sabah olduğunda yanındaki taşların konuşmalarıyla uyandı. Kimisi kaybettiği yakınından kimisi koptuğu topraktan bahsediyordu. Yanı başında ise birisi sessizce ağlıyordu. Ona baktı, içi burkuldu. “Ne oldu?” dedi, kendinin bile şaşırdığı bir şefkatle.


22

O sanki duymamış gibi ağlamaya devam etti. Taşın kalbine geldi bir taş oturdu. Uzanmak, gözyaşlarını silmek istedi. Kımıldayamadı.

madıkları yüzlerine vurulur gibi. Her gittikleri yerde bir şeylerini bırakarak ve gittikçe küçülerek ilerliyorlardı.

“Ne oldu? Bana anlatabilirsin” dedi. “Çok mu korktun?”

Bir gün Gümüş ona baktı: “Ne kadar zayıflamışsın” dedi. “Kaç parçanı düşürdün yolda.” “Bugün düşen üçüncü parçam olacak. Yavaş yavaş ölüyorum Gümüş.” “Olur mu öyle şey, asla ölmeyeceksin.”

Ağlayan, kaşlarını kaldırdı, ona baktı. “Benim” dedi, “sahibimin bir tarlası vardı. Ben orada bulunan bir taştım. Sahibimin küçük kızı her gün gelir bizi okşardı. Üstümüze oturur, kuzularını otlatırdı. Bazen ayaklarıyla çıkıp şarkı söyler bazen fısıldardı. ‘Seni seviyorum Gümüş’ derdi. Ağladığında gözyaşları üstümüze düşer, güldüğünde kahkahaları yüzümüze çarpardı. O büyük şey üstümüze düştüğünde dibimde can verdi. Kanı düştü üstüme. Çıkmıyor. Çıkmıyor. Kan lekesi de gülüşleri de üstümden çıkmıyor.” Taş çok üzülmüştü. Ne diyeceğini bilemedi. Onun hiç sahibi olmamıştı. Kimsesiz bir yerdeki kayanın parçasıydı o. Adı da olmamıştı o yüzden. Gümüş ne güzel isim diye düşündü. Sonra aklına kan geldi. Ne kadar üzücüydü Gümüş için. Söyleyecek tek bir söz dahi bulamadı. Sustu. Sustu ve kesik kesik arkadaşının hıçkırıklarını dinledi. Kandan çok korktu. Kanı hiç sevmedi. Üstüne bir yapıştı mı çıkmıyordu. Sevdiğinin kanı sana bulaşınca günlerce ağlatıyordu. Artık hiçbir yer güvenli değildi. Taşlar ve insanlar feryat içinde bağırıyordu. Hiç bu kadar taşı ağlarken görmemişti. Hele insanları hiç görmemişti. Bir gün Gümüş’ün anlattığı gibi küçük bir kız çocuğu yakınlarına oturdu. Ağladı, ağladı. Kendi gibi hissetti onu taş. Kimsesiz. Ona baktı. İçi parçalandı. Gözleri korku içindeydi. Ağladıkça burnu da akmaya başladı. Bir yandan burnunu bir yandan gözünü siliyor ve titriyordu. Onu sarmak, büyümek, bir mağara olup onu içine almak istedi. Ya da büyüyüp büyüyüp buraları bu hale getirenlerin başına yağmak istedi. Yapamadı. Kımıldayamadı. Aklına arkadaşının sevdiği küçük kız geldi. Hangi şey böyle masum varlıklara kıyabilirdi? Taş bu kızın gözyaşına bile dayanamıyordu. Aradan geçen zamanda geldikleri bu yere tam alışmaya başlamıştı ki yine bir fırtına onları savurmaya başladı. Bu sefer yalnız değildi. Ama topluca korkuyorlardı. Özellikle Gümüş’ün kılına bile zarar gelsin istemiyordu. Günlerce sürüklendiler. Arkadaşlarının çoğunu bir yerlerde kaybettiler. Bu ailesizliğin birleştirdiği yapay topluluk bile yolculuk esnasında dağılmıştı. Ana kayadan koptukları günden beri kalpleri ne zaman azıcık ısınsa bir şey oluyordu. Ne zaman bir toprağın içine doğru sokulmaya başlasalar rüzgar alıp onları savurmaya başlıyordu. Adeta oraya ait ol-

O da buna inanmak istiyordu. Ama artık yaşamak da sadece geçmişte kalan anıları gibi gözünde imkansız olmaya başlamıştı. O gece Gümüş inlemeye başladı. Telaşla sordu: “Ne oldu Gümüş? Kötü bir rüya mı görüyorsun?” Gümüş sönük bakışlarla ona baktı. “Bilmiyorum kardeşim.” dedi. “Yanıyorum, çok sıcak.” Ne yapmalıydı, ne etmeliydi? Gümüş neden yanıyordu? Bir şey yapamıyordu ve en çok böyle zamanlarda taş olmayı sevmiyordu. Sabaha kadar uyumadı. Gümüş’ün iyi olmasını bekledi. Sabaha doğru ise inlemesi kesildi. Ona seslendi, bağırmıyordu: “Oh!” dedi, “uyuyakalmış.” Kendisi de rahat bir nefes alıp uykuya daldı. Hayata tutunduğu son bağına bir şey olmayacaktı. Uyandığında hemen Gümüş’e seslendi. Ama gözlerine inanamadı. Gümüş parçalanmamıştı. Toz olmuştu. Gümüş’ten kalan sadece bir toz yığını vardı. Böyle bir ölümü ilk defa görmüştü. Ve kendinin de acıdan bir parçası daha düştü. Gümüş gitmişti. O en büyük parçasını düşürmüştü bile. Üstüne öyle bir ağırlık çöktü ki onu hiçbir rüzgârın kaldıramayacağını düşündü. Tam o sırada esen rüzgar kardeşinin son hatıralarını da savurdu. Gümüş’ün tozları bile kalmadı. Bu kadar acıyı bünyesi kaldıramamıştı. Peki o nasıl kaldıracaktı? Her şeyi ezip un ufak eden bu acıyı nasıl kaldıracaktı? Artık hiçbir hayali kalmamıştı. Yeni tanıştığı taşlara bile yaklaşmıyordu. Çünkü ölüyorlar, canından can alıyorlardı. Bir kayanın en güzel hayali toprak olup üstünde yemyeşil otlara can vermekti. Bitkiler, ağaçlar ve onların üstlerine konup cıvıldayan kuşlar… Bunlar bir kayanın masalıydı. En huzurlu ölüm bir şeyleri yeniden var ederek ölmekti. Şimdi buralarda hep eğreti ve yamalıklı gibiydiler. Toprakları buranın toprağı değildi. Kaynaşamayacaklardı. Üstlerinde bir ot bile bitmeyecekti. Tüm bunlar içini burktu. Bir parçası daha düştü. Azalıyordu. Ne olurdu o üstlerine düşen bomba olmasaydı? O bomba, taşı taş üstünde bırakmayan o bomba?





RÜZGÂR Şükran Engin Atmaca

B

ilun Kadın, günün tamamını toprakla örtülmüş kulübesinin önünde geçirir, bütün gün kendi kendine konuşur, kısa aralıklı uykularını yine bu kulübenin önünde kuş uçumu zamanlarda anlık nefeslerle yapardı. Gel-git akıllıydı ninesi. Hem gel’lerinden hem git’lerinden korkardı onun Birce. Gelse bir türlü, gitse bir türlü. Gel’lerinde; bembeyaz, hâlâ gür, süpürge saçlarını iki üç dişi kalmış tarağıyla tarar, toplar, sonra salar yine tarar yine toplardı. Bunu yaparken kendini rüzgardan koruyan dağa, ölü yıkayan kadınların boş bakışlarıyla bakardı. Adı gibiydi Bilun Kadın. Geceyi sevmeyen anası, geceye ait bir ad vermişti ona nedense. Aklı git’lere takılınca, “Yarım Ay benim adım, yarım ay benim adım!” derdi gelip geçene. Git’ler zordu Birce için, hem de çok zor. Yüz adamı aynı anda devirebilen Birce, ninesinin git’leriyle baş edemezdi. Çaresizce onun peşinden onunla birlikte dolanır, ne yapacağını bilemez halde takip ederdi ninesini. Kabukları gün ışığıyla saman rengine dönüşmüş kalıkların içinden geçerek kulübenin önüne geldi. Ninesi yine aynı yerindeydi ve oturduğu yerde uyuyordu. Uyurken içine aldığı nefesler dışına verdiklerinden daha yavaştı. Onun artık bu dünyada gözü olmadığını, gitmek istediğini anladı. Tutup onu okşamak, saçlarını taramak, “benim dünyadaki tek varlığımsın, gitme” demek istedi ama anlık nefese değer uykusunu bozmaktan korktu. İç içe geçmiş iki odadan oluşan kulübeye girdi. Her şey bıraktığı gibiydi, çorbaya baktı, biraz eksilmişti. Hiç yememesinden iyiydi. Işığın bolca süzülüp her yeri aydınlattığı iç odaya geçti. Kalkanını kerpiç duvara dayadı. Kendini koruyan yeleği çıkardı, yıllara meydan okuyan köşedeki sandığın üzerine koydu. Yine diğer odaya döndü. Yüzünü bir tutam suyla yuğdu. Telli dolaptan kurumuş et çıkardı. El çabukluğu ile onu haşladı. Suyuna gün’de kurutulmuş ekmekten kattı. Ekmekler yumuşayınca yeşil yaldızlı toprak kaseye koyup ninesinin yanına çıktı. Ninesi yeni uyanmış, kendi korkularından korkan insanlar gibi bakıyordu etrafa. Yemeği görünce çocuk sevinciyle kaptı elinden. Acıkmış olmasına sevindi. Yesin, yesin ki ölmesin. Beşinci yudumda yüz ifadesinden doyduğunu anladı. Midesinin küçüklüğüne şaştı, kaşık kadar kalmış yüzüne, sarkmış derisine baktı. Onun

26

bir zamanlar yaman bir savaşçı olduğunu biliyordu. Rüzgar, saçlarını havalandırdı. Yüreği hopladı. Gözlerini yumdu. Gözlerini açmadan günün kırıldığını hissetti. Birden git’lerin anlamını çözdü: Hasretti Bilun Kadın. İnandığı şeylere hasretti, mevsimlerinin kış olmadığı günlere hasretti. Anlamıştı, evet: Hasreti ağlıyordu ninesinin. Düşüncelerinden yaşlı kadının ayağa fırlamasıyla sıyrıldı. Yaşından beklenmeyen çeviklikle dağın eteklerinde birkaç kayadan başka bir şey olmayan düzlüğe koşturuyordu yine. Ah rüzgâr! Birce’ye de “Gel! Hadi geel…” diye sesleniyordu. Git’ler başlamıştı. Büyük kayanın yanına varıp sarıldı kayaya: “Bu kim biliyor musun?” Bilmiyordu. Ninesi onun cevabını beklemeden diğer kayalara koşmaya başladı. Bir, birine; bir, diğerine sarılıyordu. Sonunda birinde karar kıldı: “Bu, benim anam!” Sonra öbür kayaya gitti: “Bu, senin anan!” Sonra başka bir kayaya: “Bu büyük ninem! Dolaştılar bütün kayaları, bütün anaları, nineleri. Bütün atalarını tanıdı Birce, biraz da içinden gülerek. Yaşlı kadın gücünü yitirince olduğu yere çöktü. Yel gitmiş miydi ne? Bilun Kadın, duman bakışlarıyla hep yere baktı. Gün alıp başını gidinceye kadar oturdular bir dirhem konuşmadan. Ninesi itiraz etmeden onunla içeri girdiğinde şaşırdı. Onu uyutup başını yastığa koyduğunda yorgunluğunu hatırladı. Boğucu ve dumanlı günler bekliyordu onları. Kadı’nın fermanıyla kadın savaşçılar çekiliyordu şehri koruma görevinden. Sizin iyiliğiniz için demişlerdi de hiçbirinin aklı yatmamıştı bunun kendi iyilikleri için olduğuna. Kadınlar ne iş yapardı, nereye giderlerdi, bin yıllık gelenek nasıl bozulurdu? Uykunun rahat kollarına kayarken ninesinin ortalıkta dolanan hayalini görür gibi oldu. Uyandığında güneşi nadaslanırken buldu. Dışarı fırladı. Bir rüzgar esti, ardından bir tane daha. Aklı gitti Birce’nin. Elini siper edip baktı etrafa yüreği hoplayarak. Ninesi, “Aha bu benim anam” dediği kayaya sarılı uyuyor. Rüzgar geçirmez dağa baktı: “Koru onu!” dedi yalvaran sesle. Yanına vardı sessizce. Rüzgardan mı onun varlığından mı gözlerini açıverdi yaşlı kadın. Başladı söylenmeye: “Dumuuuz, Dumuz! Ne işler açtın başıma!” Oysa, “Tamam nine, Dumuz yok artık, unut onu!” diye cevap verdi. Unutmanın nafile


27 olduğunun farkındaydı. Anıları ile arasına mesafe koyamıyordu yaşlı kadın. Her hatırlayış onun sonsuz yolculuğu ile arasındaki mesafeyi kısaltıyordu. İçi yandı. Gök rengi gözlerini Birce’ye dikti yaşlı kadın. Onu ilk kez görüyormuş gibi baktı. İnanna’ya takılmıştı son zamanlarda. Her bahar, İnanna’nın Dumuz’la birleşmesinin anlatıldığı köydeki şenlikleri dört gözle bekler, o gün geldiğinde özel giysilerini giyer, dağın ardındaki köye kuş uçumu bir zamanda gider, yapılan şenliklere genç kız heyecanıyla katılırdı. “Bilun Kadın geldi. Bilun Kadın geldi.” çığlıkları içinde bir kraliçe edasıyla kendine ayrılan yere otururdu. Büyük sevdasını bu İnanna şenliklerinde yaşadığı söylenirdi. Sevdasını bilenler anlatmıştı Birce’ye. Büyük sevdaymış onlarınki. Yıllarca bu sevdayı öyle bir saklamış ki içine kimse çıkaramamış onu olduğu yerden. İşte şimdi bu git’ler bunu başarıyor. Yakışıklıymış Glima. Güneş saçları ve ayna yüzüyle bakarmış Bilun’un yüzüne. Bakar mıymış? Onu da bilemezmiş Bilun’un zavallı yüreği. Kendine baktığını düşünür, bin bir çiçek açarmış yüreğinde ve “Bilun’u ne yapsın bu güneş oğlan?” sorusunu sorduğunda o hızla da solarmış açan bu çiçekler. Bilun kim, o kim? Siyah ve beyazmış onlar, sıcak ve soğuk. Yaşadıkları yerde sığacakları, sığınacakları bir mekan yokmuş. Biri Mağrip’te, biri Maşrık’ta olmalıymış. Bu duygular içinde debelenirken bir gün Glima çıkıvermiş karşısına, “Aktım ben sana!” demiş. Kuşlanmış yüreği, titremiş elleri. Bakamamış Glima’sına. Sadece “Glima!” diyebilmiş. Söylenmemiş bütün sözlerle sarılmışlar birbirlerine. “Glima ve Bilun olmaz.” diyen duman sözlere kapatmışlar kulaklarını. Anasının kulağına da gitmiş bu duman sözler. Anası almış onu karşısına üzüm karası saçlarını okşamış: “Su damlam benim, anla yavrum, olmaz bu iş.” Glima’nın kendinden kaçtığını anladığında anasının sözlerinin haklılığını anlamış. Kışlarla dolaşmış güneşin alnında. Çaresiz dolanırken ortada Glima çıkıvermiş karşısına: “Senden vazgeçeceğimi nasıl düşünürsün? Her şeyi yoluna koyacağım. Sadece inan bana!” Sonra günlerce haber alamamış ondan ama sabırla beklemiş, Glima’sı bana inan dememiş mi? Bir gün, “Denize binip gittiler!” demiş birisi. O da gitmiş gidenlerle. O andan sonra Bilun için her şeyin adı hatırlamak ve unutmak olmuş. Bir yarısı onda kalmış, diğer yarısını aklında tutamamış. Ertesi günü can arkadaşı Armina gelip bir kağıt uzatmış, “Ay parçam, gitmek zorundayız; çaresizim ama bekle beni. Geleceğim seni almaya.” diyormuş uğruna ölebileceği adam. Bir düşünceyi bir düşünceye bağlama sevdası o zaman başlamış. Bir gün Armina’ya dönüp; “Gemileri rüzgar mı şişirir Armina?” Hiç gemi görmemiş Armina, ne diyeceğini bilememiş. Yine de

başını sallamış. Keşke sallamasaymış. O andan sonra Bilun rüzgar kovalamaya başlamış. Rüzgara konuşup Glima’sını kendine getirmesi için yalvarıyormuş. Glima’nın gelmesi uzadıkça aklını da rüzgara emanet etmeye başlamış. Beklemiş Bilun, yılmadan, usanmadan beklemiş. Evlendirmek çare olur diye biriyle baş göz etmişler çaresiz Bilun’un isyanlarına aldırmadan. Birce eğlenceyi izleyen ninesine baktı. Bilun Kadın’ın güçsüz bedeni yorgun düşünce birbirlerine dayanarak döndüler evlerine. Yatırdı ninesini, dualar etti rüzgar çıkmasın diye. Sabah gün ağarmadan yola düştü. Vardı Nilüfer Hatun’un görkemli otağına. Nilüfer Hatun’un eteğini öpüp yerine geçerken ruh kurumasına uğramış yüzünden haberlerin kötü olduğunu anladı. Herkes tamam olunca: “Bursa koruması artık bizde değil Bacılarım. Bundan sonrasına sözüm geçmiyor. Kararlara itiraz istemiyorlar. Kadın düzeni bozmamalıymış!” İtirazlar, isyanlar boşunaydı. Birce eşyalarını toplayıp köyün yolunu tuttu. Akşama doğru vardı kulübeye. Ninesini göremedi ortalıkta. Hızla içeri girdi. Yaşlı kadını bıraktığı gibi yatakta buldu. Nefesini dinledi. Yok gibiydi. Neler oldu diye inledi Birce. Neler olmamıştı ki… Bilun Kadın, Birce gider gitmez her zamanki yerini almıştı kapı önünde. Ardındaki denizi görür müyüm diye. Hep baktığı dağın ardında dumandan başka bir şey göremedi. Üstelik bu duman kayalara kadar inmişti. Bilun Kadın hayra yormadı bunu. Sis gittikçe kapladı her yeri. Sümbül sümbül döküldü zamanın içine. Döküldü de çocukluğundan beri dinlediği dağın bu halini aklını korkulardan alıp anlayamadı. Ondan yaşlı gözlerinin ona oyun oynadığını düşündü. Gözlerini kapattı usulca. Aklı ve içi kayarken derin bir boşluğa, bir uğultuyla kendine geldi. Eskimiş gözlerini açtı. Sisi savurdu şöyle eliyle. Ama sis gitmedi hiçbir yere. Öfkelendi. Öfkesine bir ses karıştı. Öfkeyi ayırıp sesi dinledi. “Bilun!” diyordu ses. Bu, o olamaz, dedi kendine. Son günlerde hayal görürleri artmıştı. Glima çoğu geceler ayak ucuna gelip oturuyordu. “Bilun!” dedi yine ses. Emin oldu bu kez, Glima’ydı. Birden ağrıları dindi, kan çekilmeleri durdu. Bir sancı geçti yüreğinden. Göğsüne koyduğu eliyle Glima’sız geçen yılları saydı. Bir sancı daha geçti. Başı yana düşerken yaşlı yüreği yine kuşlanacak gücü buldu. “Glima!” dedi. “Çok beklettim ay parçam ne olur affet beni.” Ses suret olunca konuşamadı Bilun Kadın. “Hiç değişmemişsin, aynısın, aklımı başımdan alansın.” diyemedi. Uzattı elini. İşte eli elindeydi. Elleriyle açtılar sisi. Sis alıp başını gitti. Aralanan yerden torununu gördü. Sevindi. Gitmeden görmek istediği tek kişiydi. Başı yana düşerken gülümsüyordu.


ARI VE KELEBEK Müge Şenel

ve geçmişi ve şimdiyi, hatta daha da ötesini...

H

ep bir “ve” vardı hayatında. Önemli bulduğu şeyleri vurgulamak bir mecburiyetten öte bir sanattı onun için. Tek kelime betimlemelerine yetmiyordu, kendine yetiremiyordu. Cümleleri renkli ipliklere diziyor, ahenkle dalgalandırıyordu. “Güzel günlerdi. Harikuladenin de üstündeydi ve mükemmelliğin kıskanç bakışlarından kaçamazdık.” demişti bir keresinde. Beş çocuk dizlerinin dibinde oturur, gaz lambasının loş ışığında parıldayan heyecanlı gözlerle “Arı ve Kelebek” hikâyesini dinlerdik. O, geçmişin buğulu hatıralarında parmak uçlarında gezerken, biz ayaklarımızın uyuşmasına aldırmadan, sabırla ve sükûnetle beklerdik dudaklarının aralanmasını. Sessizliği uzun sürdüğü zamanlarda, gaz lambasının etrafında dans edercesine süzülen toz zerreciklerine dalıp giderdi. Bense hikâyenin devamını merak ettiğim için yalancıktan hapşırıp toz zerreciklerini savururdum dört bir yana. Anılarından sıyrıldığında, üşümüş gibi hafifçe titrer ve koyu ela gözlerini tamamlayan uzun kirpiklerini kırpıştırırdı. Gaz lambası, yanındaki kestane rengi ahşap sehpanın üzerinde dururdu. Her baktığımızda farklı bir renge bürünen dalgın gözleri lambanın ışığında yoğun kıvamlı bal gibi olurdu. Anlattıkları, bal gözlerinden kucağımıza dökülürdü. Üzerimize yapışırdı ama aldırmazdık. Özellikle ben bu hisse bayılıyordum. Çünkü hikâyelerinin şiirsel gerçekliğine yapış yapış olmuş ellerimle tutunuyordum. Işıklar sönünce yan yana sıralanmış yataklarımıza girer; bir süre konuşup, didişip, kıkırdadıktan sonra serin yorganlarımızın altında uyuyakalırdık. Her bir günün akşamında yerlerimizi tam vaktinde alırdık. Saat sekizi vurduğunda tüm odayı esrarengiz bir merak bulutu kaplardı. Kalktığını nadiren gördüğüm sandalyesinde, bulutların içinde sallanırken bizi beklerdi. Sanki hiç ara vermemişiz gibi kaldığı yerden devam ederdi anlatmaya. En güzel gününü anlattığı gece, benim de en güzel gecem olacaktı sonraları. Yaşamımın geri kalanı için ilham bulduğum gece. “Sayısız güzel gün geçirdim çocuklar ama yalnızca bir tanesi benim için hepsinden kıymetli. Öyle bir gün ki,

28

diğerleri saklandıkları perdenin arkasından burunlarının ucunu bile çıkaramazlar!” dedi zarif ve tatlı ses tonuyla başladığı cümlenin sonunda birden hiddetlenerek. Boğazını temizleyip sesini tekrar yumuşak tonuna döndürünce “Çünkü o gün hayatımda bir sürü ‘ve’ vardı. Geçmişi, o anı ve geleceği aynı anda yaşıyordum. Denizin dalgalanmasını izliyordum şaşkınlıkla. Tatlı bir tuzlulukla esen rüzgâr kulağıma ilginç öyküler fısıldıyordu.” Hayretle kalkan kaşlarımıza bakıp gülümseyerek: “Evet benim size fısıldadığım türden öyküler!” dedi. “Sizi temin ederim, arı ve kelebek hikâyesini hiç bu yönüyle dinlemedeniz evlat. Denizlerin, okyanusların ötesinden gelen maceraları anlatıyordu rüzgâr. Kovana değil, insanların kalplerine bal yapan arıların, perilerin kovuklarında yaşayan şeffaf kelebeklerin öyküleri.” Hallaç pamuğuna dönmüştü aklımız. Çöz çözebilirsen bu düğümü! Gürültüyle çalışan zihnimiz kelimelerin şeffaflığını sindirmeye uğraşıp dururken, sesini yükselterek dikkatlerimizi tekrar bal gözlerinde topladı. “Sonra gördüm o kelebeği. Yalnızca gövdesi görünür haldeydi. Kanatları berrak suları kana kana içmişti. Hafifçe doğruldum. Gözlerimin önünde uçuyordu. Hayal olmadığından emin olmak için kanatlarından baktım dünyaya. Denizin renk dalgalanmasını ruhuma serpmişti. Gökyüzüne elimi uzatsam yanaklarını okşayacak gibiydim. Daha önce hiç rastlamadığım, bilmediğim, düşlerime bile davet etmediğim bir bakış açısı sundu bana. Ben ayaklarımı kuma daha da gömerek bulunduğum yere, inanç düzeyime tutunmaya çalışırken o, rüzgârla oynuyordu. Kanatlarını her çırptığında su damlacıkları bırakıyordu yüzüme. Eşi benzeri olmayan serinlikte bir su. Evrenin en ferahlatıcı kokularını tek bir damlacıkta toplamış. Aniden elini kaldırıp sağ tarafındaki dolabın içini işaret ederek: “İşte elimde kalan son damlacıklar da o kavanozda.” Sesi mırıltıdan fısıltıya dönüşüyordu giderek; “Elimde kalan tek şey. Gözlerim dışında…” dedi ses tellerinin alevi sönene dek. Tüylerim diken diken olmuştu. Ürperdiğimden değildi, hikâyenin devamı için beslediğim umudun giderek artan heyecanındandı. Dudaklarını ıslatıp, derinlere ineceğini vurgularcasına sırtını kamburlaştırdı. Gaz lambasının ışığını ürkütmeden usulca eğildi. “Size bir sır vereceğim. Hikâyemin sonu bu sandalyede veya gaz lambasında bitmiyor. Elbette artık sır olmaktan çıkacak. O gün, şeffaf kelebeğin ardından durmaksızın koştum sahil boyunca.


29 yalpalayarak, sürünerek ve deniz kabuklarına takılarak. Asla düşmedim. Çünkü bu kovalamacaya hemen benim ardımdan katılan biri vardı. Ben şeffaf kanatlara yetişmeyi arzularken, rüzgârın fısıltısı yerini vızıltıya bırakmıştı. Rüzgârın kulağıma fısıldadığı öyküden çıkagelmiş bir arı. Ben, arı ve kelebek. Hikâyenin üç kahramanı olmaya niyetliydik. Ayaklarım maceranın taş basamaklı yollarında deviniyordu. Nihayetinde yorulmuştuk ve soluklanmak için duraksadık. Şeffaf kelebek, su damlacıklarından bir taç kondurdu başımın etrafında dönerek. Artık vızıldamayan, havada donmuşçasına karşımda asılı duran arıya baktım ve ‘Peki ya sen, sen kalbime bal mı yapacaksın? Artık acı turşu yediğimde veya üzüldüğümde ekşimeyecek mi kalbim? Hep tatlı tatlı gıdıklanacak mıyım?’ dedim. Gözlerimi kapadığımda kirpiklerimin birbirine yapıştığını hissettim. Zorlukla araladığım göz kapaklarımın ardından üzerine sıvı altın boca edilmiş bir dünya gördüm. Yüzümü oracıkta suya daldırdım telaşla. Başımı kaldırdığımda yansımamın aksiyle karşılaşmıştım. Bal rengi, gözlerimde parlıyordu.” Beş çocuk, beş pembeleşmiş yanak ve küt küt atan beş kalp ile oturduğumuz minderlere sinmiştik. Hiçbirimiz bal gözlerinin gizeminin bu denli macera dolu olduğunu tahmin edememiştik. “Büyükanne, gözlerin neden yalnızca gaz lambası yanarken bala dönüşüyor?” diye sorma cesaretini bulmuştum. Kar-

deşlerimin büyüyen gözleri bana kaymıştı. “Çünkü çocuğum, size hikâyemi anlatmaya başladığım günden beri sırrımın sihri giderek ufalıyor. Gaz lambasının ışığının eşliğinde paylaştığım için yalnızca bu anlarda parlıyor.” Sözlerini bitirdiğinde, sadece benim görebileceğim bir şekilde göz kırptı. Su damlacıklarını sakladığı kavanoza baktığımda, şeffaf kelebeği ve kalbinden gözlerine yansıyan balı yapan arıyı görür gibi olmuştum. Onlar da kıyıya vuran her sırrın zamanla silikleşmesine eşlik etmişlerdi belli ki. Büyükannem bana göz kırptıktan sonra, bu sırrı altı kişinin bildiğini ama yalnızca ikimizin paylaştığını hissetmiştim. Kardeşlerim büyükannemin anlattıklarını artık çok fazla anımsamıyor. Bense tek bir kelimesini bile unutamıyorum. Renkli ipliklere dizdiği, belleğimde her an vuku bulan ve soyutluğu somutlaştıran cümlelerinin sırrını keşfettim. Bu sabah hayret verici, inanılmaz ve göz kamaştırıcı iki şeyin varlığına şahit oldum: Arı ve kelebek. Hikâyeleri, gerçekliğin dar sınırlı hayal gücünden ne kadar uzaksa, benim sıra dışı aklıma da bir o kadar yakın. Artık bir sürü “ve” var hayatımda. Büyükannemin en kıymetli gecesinin en nadide parçalarını birbirine kenetleyen bir sürü “ve”. Gözlerimdeki yoğun kıvamlı balın kalbimden yansımasını ve giderek şeffaflaşan dünyayı görüyorum ve geçmişi ve şimdiyi, hatta daha da ötesini…

İLHAM VERENLER

ANKET SONUÇLARI

Barış Robotu “Devletlerin sınırlarına robot bırakırdım. Savaştıklarında robotlar onların savaşmasını engellerdi. Dünyaya böyle bir iyilik yapardım.”

EdebiyatHaberleri.Com anket sayfası ve Hayal Bilgisi’nin sosyal medya hesaplarında üç ay boyunca devam eden anketlerimizin sonuçlarını paylaşıyoruz.

Ercişli bir 8. sınıf öğrencisi… Dünyanın En Güzel Gelini “Evdeki tül perdelerden kendisine gelinlik yapıyor, düğün hayali kuruyordu. Down sendromlu olduğu için kimse onunla evlenmek istemedi. Babası, Yasemin’in uzun süredir hayalini kurduğu düğünü yaptı. Yasemin Erarslan ‘damatsız düğünde’ ilk dansı da babasıyla yaptı. Damat yoktu ama bir düğünde olması gereke her ayrıntı vardı.” İzlemek için QR kodu okutabilirsiniz.

Nabi Avcı’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda önceki bakanlara göre daha başarılı olacağını düşünüyor musunuz? % 43 Evet % 57 Hayır Hangi firmanın organize ettiği kitap fuarlarını daha başarılı buluyorsunuz? % 77 TÜYAP % 23 CNR Kitap satış sitelerinin kargo ücretlerinden/ kampanyalarından memnun musunuz? % 28 Evet % 72 Hayır


KUŞUN KANADI Erdal Şahin

K

öyün üzerinde bir hayli yükselmeye başlayan güneş yaşanacak güzel bir bahar gününün müjdecisi gibiydi. Güneş ufkun kenarından yavaş yavaş yükselirken köyün yeşille bezenmiş sümbüllü nergisli dağlarından mis gibi kokular yükseliyordu. Bir taraftan onlarca çeşit kuşun farklı, farklı ötüşü, ılgıt, ılgıt esen rüzgârın sesi, her bahar gününde köylülerin bağ bahçe işlerine giderkenki tatlı telaşları ve hareketlilikleri sonucu çıkan, tıpkı bir arı kovanını andıran sesleri her tarafta yankılanıyordu. Yükseklikleriyle adeta göklere uzanan dağların doruklarında bulunan karların erimesi sonucu küçük derecikler oluşturarak akıp giden suların şırıltısı ve otlatılmak için dağa salınan koyunların, yeni doğan kuzuların meleyişleri bir koru şeklinde birbirlerine karışarak kulakları mest eden en güzel bir nağmeyi oluşturuyordu. Şimdi doğa aylardır yattığı kış uykusundan uyanmış baharla birlikte her bir tarafta bir diriliş başlamıştı ve her canlıda bir hareketlilik bir güzellik belirmişti, doğa kabuk değiştiriyordu. Hayat şimdi çok güzeldi. Şimdi hayatın adı bahardı. Güneşin bütün cömertliğiyle dünyaya ışık huzmelerini gönderdiği bu demlerde köyün yaramaz çocuklarından yaşıt olan beş arkadaş bir araya gelerek her zamanki gibi günü köyün dışında geçirmek gönüllerince eğlenmek için anlaştılar ve hiç vakit kaybetmeden annelerinden heybelerine yiyecek bir şeyler koymalarını isteyerek yola koyuldular. Ortalama yaş aralıkları on iki on üç olan bu arkadaşlar böylesi güzel bahar günlerinde hiç köyde kalmazlar, her gün bir yerlere giderek gün ağarana kadar dışarıda gönüllerince eğlenirler ve akşam olunca da köye yorgun argın bir şekilde geri dönerlerdi. Takvimler mayıs ayının ilk günlerini gösteriyordu, çocuklar bu gün de Kilise Dağı’na gitmeye karar verdiler. Kilise Dağı köyün kuzey tarafına düşen köyün adeta sırtını dayadığı çok yüksek ve heybetli bir dağdır. Bu dağ ismini hemen yamacında bulunan çok eski tarihlerde kurulduğu belli olan bir kiliseden alıyor. Kilise öyle güzel bir yere kurulmuş ki üç etrafı “u” şeklinde olan dağın tam orta yamacına kurulmuş önü

30

gözün görebildiği kadar açık bir görüş alanına sahip, günün her saatinde insanın yüzünü hafifçe okşayıp bir serinlik katan ve hiç rahatsızlık vermeyen rüzgârların estiği bir yer. Ayrıca kilisenin kurulduğu noktada yeşilliğin farklı tonlarına sahip küçük düzlükler, yerden çıkıp gürül gürül akan buz gibi çeşmeler ve pek çok çeşit meyve ağacının bulunduğu bahçeler ve meşe ağaçları bu dağın güzelliğine ayrı bir güzellik katıyor. Bahar mevsimi boyunca adeta bütün köy halkı buraya akın eder, günü burada geçirirler, yanlarında getirdikleri hayvanlarını otlamaya salıp kendileri de güneş batmaya başlayana kadar günü çeşitli oyunlarla eğlencelerle geçirmeye çalışırlar. Çocuklar kilisenin bulunduğu mevkiye varmak için herkesin kullandığı yoldan değil farklı bir güzergâhtan gitmeye karar verdiler. Gerçi biraz yolları uzayacaktı ama olsun zaten amaç günü dışarıda geçirip gönüllerince eğlenmek ve farklı yerlere gitmek farklı yerleri görmek olduğu için bu uzun yol onlara hiç zor gelmiyordu. Köyün çıkışındaki yol üzerinde bulunan ağaçlıktan her biri kendisine bir baston görevi yapacak kendi boylarında bir ağaç kestiler, bu ağaç dağa tırmanırken bir hayli işlerine yarıyordu. Sırtlarında çantaları ellerinde bastonları Beyaz Taşlık Dağı’na tırmandılar. Beyaz Taşlık Dağı da Kilise Dağı’na yapışık ancak ondan daha yüksek bir dağdır. Çocukların amacı bu dağın arka tarafından dolanıp Kilise Dağı’na varmaktır, çünkü bu dağda keklikler çok olduğu için belki bir keklik yakalarız ya da yuvalarındaki yumurtaları toplarız düşüncesiyle bu yolu tercih etmişlerdi. Bu mevsim kekliklerin yumurtlama dönemi olduğu için her keklik yuvasında otuz kırk yumurta bulunurdu. Keklik yumurtası çok lezzetli olduğu için çocuklar bu mevsimde sürekli keklik yuvası aramasına çıkıyorlardı. Buldukları yuvada keklik uçar gider onlar da yumurtalarını toplar evlerine getirirlerdi, bu çocuklar için büyük bir sevinç ve neşeye sebep oluyordu. Yaklaşık bir saattir yol yürüyorlardı, tırmandıkları dağ çok yüksek olduğu için dikine yürümek, dağa tırmanmak bir hayli zordu.


31 O yüzden çocuklar kavisler çizerek dağa tırmanıyorlardı on metre sağ tarafa on metre de sol tarafa gelgitler yaparak tırmanmak daha kolay oluyordu. Dağın tam ortalarında bir yerde önlerinde küçük bir çalılık belirmişti, çalılığa biraz daha yaklaştıklarında bir kekliğin yuvasının çalılığın altında olduğunu gördüler. Keklik yuvasında oturmuş hiç hareket etmeden öylece onlara bakıyordu. Çocuklardan biri ani bir refleksle elindeki değneği can havliyle yuvasında hareketsiz duran kekliğin başına indiriverdi. Bu darbe sonucu kekliğin yuvası dağılmış ve keklik de çırpına, çırpına on-on beş metre aşağı doğru yuvarlanıştı. Kekliğin başına değneği indiren çocuk hemen koşup yerde hareketsiz duran kekliği yakalayıverdi, eline alıp biraz inceledikten sonra bir kanadının tam orta yerinden kırıldığını gördü. Bir kanadı kırılan keklik bu yüzden uçamıyordu, çocuk hemen cebindeki çakıyı çıkartarak o an kekliği boğazlayıverdi. Yuvanın bulunduğu çalılığın yanındaki diğer çocuklar da yuvadan dışarı fırlamış kekliğin yumurtalarını toplamışlardı. Bir araya geldiklerinde yumurtaları topladılar, deneme amaçlı önce bir yumurtayı kırdılar, kırdıkları yumurtada yeni yeni oluşmuş canlı bir keklik yavrusu çıkmıştı, kırdıkları bütün yumurtalardan da daha tüylenmemiş yavrular çıkmıştı, demek keklik kuluçkaya yattığı için çocukları gördüğü halde yuvasını terk etmemişti. Çocuklar yaptıkları bu hareketlerinden dolayı çok üzülmüşlerdi ancak iş işten geçmişti. Uzun bir yürüyüşten sonra yolları üzerinde bulunan bir çeşme başında mola vermişlerdi. Saatlerdir yol yürüdüklerinden bir hayli acıkmışlardı. Yanlarında getirdikleri ekmek ve peynirleri heybelerinden çıkartarak buz gibi akan su başında bir sofra kurdular, kestikleri kekliği de bir çubuğa geçirip hemen oracıkta bir ateş yakarak pişirdiler, afiyetle karınlarını doyurduktan sonra biraz daha dinlenip kilisenin bulunduğu mevkiye doğru yola koyuldular. Uzun bir yürüyüşten sonrada kilisenin bulunduğu yere varmışlardı. Bu arada her zamanki gibi köyden birçok kişi de buraya gelmişti, burada akşama yakın bir zamana kadar çeşitli oyunlar oynayarak gönüllerince eğlenmişlerdi ve karanlık çökmeye yakın da hep beraber köyün yolunu tutmuşlardı. Çocuklar çok maceralı bir gün geçirmiş ve gönüllerince eğlenmişlerdi, ancak o vurdukları keklik ve yavruları bir türlü akıllarından çıkmıyordu, keşke vurmasaydık diye pişmanlık ifade ediyorlardı, vicdanen rahatsız olmuşlardı ancak iş işten geçmişti. Mayıs ayında bahar bütün güzellikleriyle kendisini gösterirken, çocukların maceralı dağ gezisinin üzerin-

den bir hafta geçmişti, artık köyde de herkes bağ bahçe işleriyle uğraşmaya koyulmuştu. Bahar mevsimiyle hareketlenen doğa ile birlikte bu mevsimde insanlarda da bir hareketlilik bir koşuşturma ve bir çalışma gözlemlenir. Çünkü bu mevsim bir çalışma bir çabalama bir şeyler elde etme ve uzun geçecek kışa bir hazırlık yapma dönemidir. Köyde en önemli iş bağ bahçe ve tarla işleridir. Bütün uğraşılar bahar ve yaz ayları buyunca bunlar üzerine yoğunlaşırlar. Ekilecek bağ, bahçe ve tarlalardan daha çok verim elde etmek amacıyla öncelikle gübreleme işlemi yapılır. Bunun için de suni gübre kullanılmayan bazı yerlerde kış mevsimi boyunca biriken koyun ve keçi gübreleri kullanılır. Köyden uzak olan tarlalara bunu taşımak içinde genelde atlar kullanılır. Köyün yaramaz çocukları akşamdan yarın için kendilerince bir gezi programını planlarken, yarınki işten haberleri yoktu. Sabah olunca bütün planları boşa gitti zira bu gün tarlalara gübre taşıma işi yapılacaktı. Köydeki bütün atlar bu iş için hazırlanmış, her gün bir köylünün işi yapılacak, sırasıyla herkesin tarlasına gübre taşıma işi yapılacaktı. Köyde bu iş imece usulüyle yapılıyordu. Büyük çuvallara doldurulan gübreler atlara yükleniyor, her atın başına bir refakatçi verilerek böylece yükler tarlaya taşınıyordu. Tarlada boşaltma için bekleyen birileri gelen yükleri boşaltıp atları tekrar yüklenmek için köye gönderiyorlardı. Yük yükleme ve boşaltma işinde yetişkinler görev alırken, atlara refakatçilik yapmak için de on iki-on üç yaşlarındaki çocuklar görevlendiriliyorlardı. Çocuklar da yükleri boşalttıktan sonra köye gelişte atlara binerek geliyorlardı, bu onlar için çok zevkli bir oyun gibiydi, bu yük taşıma işi böylece sabahtan akşama kadar sürüyordu, böylelikle tonlarca gübre tarlalara taşınmış oluyordu. İşte ne olduysa, bir sefer sırasında yükleri boşaltılan atlara binerken oldu. Atlar genelde köye gelene kadar ya yavaş ya da rahvan bir şekilde geliyordu. Ancak atlardan birisi bir şeyden ürkmüş gibi yola çıkılırken köye doğru var gücüyle dörtnala koşmaya başladı. Atın gemine var gücüyle sarılan atın refakatçisi olan çocuk atı bir türlü zapt edemiyordu. Bu hızla koşmaya devam eden at, köyün içine girerken köyün dar sokaklarında bile bu koşmasına devam ediyordu. Duvar diplerinden geçerken atın sırtındaki çocuk düşmemek için kendini duvara çarpmaya karşı muhafaza etmeye çalışırken, atın ani bir hareketi ile çocuk o hızla sol tarafından yerdeki taşların üzerine savruluverdi, sol kolunun yerde duran büyükçe taşlara çarpması sonucu acı bir feryat köyün üzerinde yankılandı. At adeta görevini yapmış gibi, biraz önceki o hırçınlığından eser kalmamış, aniden sakinleşmiş ve olduğu yerde kalakalmıştı.


32 Attan düşen çocuğun kolu feci bir şekilde birkaç yerinden kırılmış ve dirseği de ters yüz olmuştu. Sol kolu birkaç yerinden kırılmış olan bu çocuk birkaç gün öncesinde arkadaşlarıyla çıktıkları dağ gezisi sırasında kuluçkaya yatmış kekliğin kanadını kıran çocuktan başkası değildi. Çocuk kolunun acısıyla yerde kıvranırken birkaç gün önce kanadını kırdığı ve yuvasını dağıttığı keklik gelmişti aklına. Kendisini kurtarmaya gelenler onu düştüğü yerden kaldırarak evine götürdüler. Hiç durmadan günlerce kolunun acısından inim inim inliyordu. Bu kazadan sonra tam bir ay hiç yerinden kımıldaya-

madan yatmış ve yatağa mahkum olmuştu. Kırıkçıların, kolunu yanlış tedavi etmeleri sonucu artık bu kırılan kolu sakat kalacak olan bu çocuk, sakat koluyla artık ömrünün sonuna kadar yaşamak zorunda kalacaktı. Artık hep kendi kendine ve daha sonra bir ömür boyu sakat kalacak ve hiç iyileşmeyecek olan kolunu görenlere şöyle diyordu: “Ben bir kuşun kanadını kırdım, benim de kanadım kırıldı.” Mayıs 1991 Elmayaka Köyü / 15 Mayıs 2013 Van

SENİ SEVİYORUM, ÇOK MU GECİKTİM? Fatma Erkul

U

zun zamandır evde bulundurmuyordum. Geçenlerde yeşil yapraklı, beyaz çiçeğiyle bir güzellik girdi eve. Çok güzel bir çiçekti. Bütün canlılığı ve sevimliliğiyle gülümsüyordu sanki, bir başka hava getirmişti evimize. Evin en güzel köşesine koydum onu; ışık alan, güneş gören, sıcak… Her gün bir bardak su veriyordum; çok değil, bir bardak. Bir görev gibi; suyu verip hemen yanından gidiyordum. Evin güzel köşesi dediğim yer; girilmeyen, çok fazla oturulmayan, hani şu misafir odası dediğimiz odalardandı. (Aslında bu tarz odalara hep karşı olduğumu söylemişimdir ama her söylediğini yapamıyor insan uygulamaya gelince.) Çiçeğimiz canlılığını kaybetmeden epeyce yaşadı… Sanırım, iki ay kadar, dayandı. İki gün önce odaya girdiğimde bir de baktım ki o beyaz çiçekleri başını eğmiş, kararmaya yüz tutmuş, yapraklarıyla bile gidiyor sanki. Hemen bir bardak suyunu getirdim, içirdim ama faydası yok gibi, her geçen gün enerji ve canlılığından biraz daha kaybediyor. Göz göre göre gidiyor çiçeğim, soluyor, ben hiçbir şey yapamıyorum. Gizli bir hastalık sarmış sanki her yerini. “Neyin eksik” dedim içimden, ne

diye soluyorsun? En güzel yerdesin, rahatsın, sıcak bir ortamdasın; her ihtiyacın, güneşin, suyun karşılanıyor. Hala ne diye kendini soldurarak bana bu üzüntüyü veriyorsun? Neden karardı yaprakların, niçin o beyaz renginde değil çiçeğin? Halbuki ne çok sevmiştim onu, ne çok beğenmiştim, ne iyi bakıyordum, olmayan zamanımın içinde ona her gün su verecek zaman yaratıyordum. Bugün aklıma geldi, “çiçeklerle konuşmak gerekir” demişti çok önceleri bir dostum. Yanına gittim, su verirken fısıldadım; “çiçeğim, seni çok seviyorum, ne olur, gitme!” Yapraklarına dokundum, küçük bir çocuğu sever gibi, hasta bir yakına söylenen son sözler gibi… Duymuş mudur, işitmiş midir yalnızlığını paylaştığımı? Belki de geç kalınmış bir pişmanlığı yaşadığımı, anlamış mıdır? Şimdi bekliyorum; geri dönecek mi, kendine gelecek mi, yine bana o güzel, beyaz yapraklı çiçeğinden verecek mi? Çok mu geç kaldım?


BARIŞ MANÇO GİTMEDEN Ayşe Ünsal

5. sınıf bitmişti. Karnelerimizi, takdirlerimizi almış, yıl sonu müsameresini sunmuş, hızla boşalan okul bahçesinde sudan çıkmış balık gibi kalakalmıştık. Kaç kişiyle sarılmış, kimlerle uzun uzun vedalaşmıştık, artık net değil hiçbiri gözümde; lakin beş kişi, okul bahçesinde bir yere çökmüş yüzümüzün ıslaklığını siliyorduk, bundan sonra ne olacağını merak ederken. Öznur, Ayşenur, iki Hilal ve ben... Hatırladığım yüzler ve isimler... Milli Eğitim Vakfı İlkokulu’na öğrencisi olarak son bakışımızdı ve az evvel artık ailemizin bir parçası olarak gördüğümüz sınıf öğretmenimize sarılmış, vedamızın burun akıntısını önlüğümüzün kollarında kurutmuştuk. Alıştığımız yerden kopmaya başlamıştı hayat, tam her şeyi yerli yerine oturtmuşken, tam da her şeye ayak uydurmuşken, bilmediğimiz bir dünyaya büyüyüvermiştik birden. Bacakları kısa sıralara sığmıyorduk artık evet, birinci sınıflardan bir hayli uzun sayılırdık, hatta sınıfımızdaki erkek öğrencilerden bile ve öğretecekleri bitmişti ilkokul ders kitaplarımızın bize. Ne olmasını bekliyorduk ki... O gün, beş kişi bir daha öğrencisi olarak giremeyeceğimiz okulun kapısına bakarken neler geçiyordu aklımızdan tek tek sayamasam da; ilk ayrılığımızın acısı çöküyordu iyiden iyiye yüreğimize. İdrak ediyorduk bir daha hep birlikte bir yerlerde aynı anda olamayacağımızı... Beslenme çantalarından ve suluklardan, her gün yüzünü gördüğümüz ve hiç durmadan gözüne girme çabasını taşıdığımız sınıf öğretmenimizden, iki elimizin parmaklarını geçmeyecek kadar sayıdaki öğretmenlerden ve sırf bu yüzden, sırf herkesi tanıyıp bilebiliyoruz diye içimizde bilmeden hissettiğimiz o güven duygusundan ayrılıyor olmak tarifi imkansız bir hüzne boğuyordu bizi. Teneffüs zili çaldığında son hızla duvara çarpan kapıları ve içerde güç bela tutuluyorlarmış havasını taşıyan öğrencilerin itiş kakış bahçeye koşturmalarını sanki bir daha göremeyecekmişiz gibi tekrar tekrar canlandırıyorduk gözümüzde. Birinci sınıfta hecelere ayırdığımız kelimeler gibi dağılacaktık, doğruydu; her birimiz başka bir cümleye dahil olacaktık. Belki bir daha kalemimizi açmak için çöpün başında tahtadaki zor sorunun çözümü bitene kadar bekleyemeyecektik. Kalorifer peteğine kalemimizi falan düşüremeyecektik ya da sınıf panosuna asılmayacaktı yazdığımız şiirler. Okul bahçesinde ardımıza mendil bırakmayacaktı yağ ve bal satan arkadaşımız, kantinde Tombi almak için ya da sabah kahvaltı yaptığım halde sıcak simit almak için

33

sıraya giremeyecektim, Halley bir lüks olamayacaktı belki de. Bodrum katındaki sınıfların toz kokusunu duyamayacaktık bir daha. Saçlarımıza taktığımız kurdelelerin ve yakalarımıza iliklediğimiz yakalıklarımızın kolalanmasına gerek kalmayacaktı çünkü onlara da gerek kalmayacaktı. Temizlik kolu öğrencileri, tırnaklarını kesmeyen ve mendilini getirmeyen arkadaşımızı öğretmene şikayet edemeyecekti. Ayşenur’un kışları mandalina kokan, yazları sık sık minik keklerle dolan beslenme çantası hiç açılmayacaktı yanımda ve beni sık sık kızdıran Rasim’in yakasını yırtıp giderken ona “Resiiim” diye bağırıp kızdıramayacaktım. Mevsim şeridi gibi geçiyordu gözümüzün önünden beş yıl. O gün o bahçede, yazın neşesi yerine ayrılığın acısını yaşayan beş arkadaştık. Cesurduk aşı sırasında hepimiz ama bağışıklık kazanamamıştık henüz hayata. Oysa Barış Manço hâlâ hayattaydı, o günlerde hala ailemiz gibi sevip inandığımız ekran yüzleri vardı, sıcacık evlerimizde huzurla yapılan pazar sabahı kahvaltıları sonra. Hepimiz çoktan su çiçeği çıkarmış üstüne bir de kabakulak olmuştuk. Çözülemeyen sorularla ve yalancılarla ve hainlerle ve ikiyüzlülerle henüz karşılaşmamıştık. İçimize doğmuştu belki de ilerde tanışacaklarımız. Korkularımız bundan mıydı bilinmez; hayat alıştığımız yerden kopmaya devam edecekti. Sonra alıştık ayrılıklara, Barış Manço gittikten sonra, yaprak gibi dökülen sevdiklerimizin gidişine ve sanki hiç bitmeyen sonbahara. Alıştık gibi... Anlatamadıklarımıza ve bizi anlamayanlara biraz da. Çocuklara karıştı o günlerin çocukları, kaygıların en babalarıyla tanıştı. İçinde bulunduğumuz bahçeler büyüdü, parmak hesabıyla sayamadıkça tanıdıklarımızı güvendiğimiz her şey küçülüverdi sanki. İp atladığımız bahçenin asfaltını kaçıncı kez dökmüşlerdir kim bilir, müdürün arabasının yanında “Ali vapura kaç kez binmiş İstanbul’da inmiş”tir. Kar kaç kez yağıp kalkmıştır okulun kapısına uzun uzun baktığımız yerden, zil kaç defa çalmıştır, kaç kişinin elması kızarmış, kitaplık kolları öğrencilere kaç kitap dağıtmıştır? Bahçede kaç ağaç kalmıştır, okul yolundan kaç otobüs geçmiştir? Kaç arkadaş okulun son günü o kapıya bizim gibi bakmıştır? Hayat alıştığımız yerden kopmaya devam ediyor, büyüdüğümüz yerden yeniden başlamaya. Ben mi, ben aslında hep korkmuştum alışmalardan.


KÜTÜPHANECİ Cihat Albayrak “Kuşların yuvalarını yıkıyor, sonra onlara kendi tasarladığımız ‘kuş evleri’ yapıyoruz.” Şehir parkındaki birkaç ağaca belediyenin astığı kuş evlerini görünce adamın aklından bunlar geçti. Doğanın ortasına bir şehir değil, şehrin ortasına minyatür bir doğa sıkıştırılmıştı. Adımlarını sayarak, her üç kaldırım taşında bir adım atıp, koyu renkli taşlara basmamaya özellikle dikkat ederek ilerliyordu. Bugün haftanın tek tatil günüydü. Adam, kütüphaneciydi. Pazartesi günleri şehir okuma seansları düzenler, şehrin haritasında o güne özel bir harf çizerek güzergahını belirler ve elinde not defteriyle keşfe çıkardı. Hayvanat bahçesi ziyaretinden, müze gezmekten ya da safariye çıkmaktan daha heyecan vericiydi bir şehri incelemek. Doğal ortamlarından alınıp sokaklardan ve apartmanlardan oluşturulmuş kafeslere hapsedilmiş gibiydi insanlar. Üzülüyordu hallerine. Tuttuğu notlar önemli bir romanın parçası olabilirdi bir gün. Poşete konulmuş gibi duran, plastik çimlerle kaplı bir futbol sahası, bir halı saha gördü adam parkın bitişiğinde. On dört kişi, bu çelik kafesin bir o yanına bir bu yanına koşturuyordu. İçinde ne olduğunu anlamak için bir kutuyu sallıyormuş gibi, halı sahayı iki parmağının arasına aldı adam. İyice inceledikten sonra aldığı yere geri koydu. Aramıza mesafe koyunca, gözlerimiz her şeyden, bir halı sahadan, şehirlerden, gezegenlerden bile büyüktü nihayetinde. Bir alışveriş merkezinin önündeydi artık. Yüzlerde markanın logosu AVM’nin (kod adı bu) duvarına asılmıştı. İnsanların her şeyi kağıt ödeyerek alabilmesini garipsiyordu. İnsanların örneğin elbise satın alarak mutlu olması, dolayısıyla para karşılığında mutluluk temin edebilmesini nasıl yorumlayacağını bilemiyordu. Adaletsizlik; belki… Ödediği paraya göre yemeklerin lezzet kazandığına inanamıyordu. Bir canavara benzetiyordu AVM’leri. Önündeki bayrak direğini iki parmağıyla söktü. Bir mızrağı olmuştu şimdi. AVM canavarının tam kalbine doğru attı mızrağını. Oduncunun Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurtardığı masal geldi aklına. AVM’nin midesindeki insanları kurtarmak mümkün müydü? Yanı başında çeşitli bankalara ait ATM’ler vardı. Belki de sorunu kökten çözmek için bankaları yok etmeliydi. İki çam ağacını sapan gibi kullandı iki parmağıyla. Arasına bir bozuk para koydu. Kendi silahıyla vurmalıydı kapitalizmi. Bir bozuk parayla dünyayı değiştirebilirdi; nihayetinde, yeterince uzaklaştığında, dünya, gözünde bir bozuk paradan bile küçük kalabilirdi. Evcil hayvan dükkanının karşısındaydı adam. Devletlerarası savaşlardan daha zalimce buluyordu bunu. Bu yüzden, hayvanlar evcilleşebilirdi evet ama insanlar daima vahşi kalacaklardı, biliyordu. Kitap okurken edindiği doğaüstü güçleri ve özel yetenekleri sayesinde adam, bedeninden bir süreliğine ayrıldı. Bedenini kal-

34 dırımda oturur halde bırakmıştı; yeryüzünde ne kadar az yer kapladığına hayret etti, dört kaldırım taşı miktarındaydı. Rüzgarın içinden geçtiğini hissediyordu. Dükkanın anahtar deliğinden içeri süzüldü. Bütün kafeslerin kilidini tek tek söktü, hayvanları özgür bıraktı. Etrafı eczanelerle süslenmiş bir hastanenin karşısındaydı. Çeşitli hastalık isimlerini zihninden tekrar etti. Hastalık tanımını gözden geçirdi adam. Hastalık, savaş üretmekti. Bilim adamları buna çare üretmeliydi. Cinayetlere şifa bulunmalıydı. Evlat acısını dindirmek için ağrı kesiciler geliştirilebilir miydi? Mide küçültme ameliyatları aç çocukları doyurabilir miydi? Kibir için bir aşı geliştirilseydi mesela. Ya da dünyaya taptığımız anlarda etimize saplayacağımız bir iğne, kendimizi tanıyabilmemiz için bir serum… Bir aspirin kadardı eczaneler iki parmağının arasında, hastanenin içine döktü hepsini. Şifa olabilir miydi? İnsanların bakışlarını birbirlerinden kaçırarak, selam vermeden, yokmuş gibi davranarak yürüdüğü kalabalık bir caddedeydi şimdi. Herkesin acelesi vardı; yetişmek belki ama yetmek mümkün müydü? İnsan, dünyaya yetebilir miydi? Gülümsedi, yanından geçen herkesin yüzüne ayrı ayrı baktı. Delirdiğini düşünüyor olmalıydılar. Garip garip bakıyorlardı adama. Daha fazla dayanamadı ve koyu renk bir kaldırım taşının üzerinde durdu. İki parmağıyla yakasından tuttu insanları. Hepsini önüne topladı, durmalarını söyledi. Çılgına dönmüş gibiydiler. Durmak, fark etmek büyük tehlikeydi insanlar için. Nihayetinde, milyarlarca insanı meşgul etmek, farkına varmalarını engellemek için dönüyordu dünyanın çarkları. Bütün reklam kampanyaları, tüketim malzemeleri, medya, internet, şehirler insanları meşgul etmek, düşünmelerinin önüne geçmek, beyinlerinin daha az kısmını kullanmalarını sağlamak için tasarlanmıştı. Bu yüzden modern insan için durmak, ölmek demekti belki de. Adam bir şiir okudu ezberden. Film şeridi gibi geçti kalabalığın gözlerinin önünden. Petrol piyasasından bahsetti onlara, mesleği ünlülük olanlardan, faizden, stadyumlardan, kurtuluş günlerini kutlayan ama hesap gününü unutan insanlara pek çok şeyden bahsetti şiirinde. İsraftan, tecavüzlerden, intiharlardan… Sırt çantasından çıkardığı kitapları dağıttı kalabalığa. Ruhlarındaki makyajı silebilirlerdi kitaplarla. Ama insanlar kitapların kapağına baktılar önce, sayfalarını hızlıca çevirdiler. Rastgele bir sayfada durup iki cümle okudular. Arka kapağına avuçlarını sürüp, kanaat getirdiler okunmayacağına. Nihayetinde, ilgisiz okurun kitap inceleme yöntemi buydu. Adam, kitaplarını topladı. Adımlarını saymaya kaldığı yerden devam etti. Kendisini bekleyen iki cadde daha vardı.


İYİLİK ATÖLYESİ

Çocukların hayallerini gerçekleştirmeye var mısınız? Bir Hayalim Var! 1- Sema Yıldırım, Van Erciş’te bir 5. sınıf öğrencisi. Hayal Bilgisi’nin önceki (20) sayısında ona ait iki eseri yayınlamıştık. Henüz 4. sınıftayken yazmış olduğu bir şiir ve öyküsünü sayfalarımıza taşımıştık. Geçen yıl dersine giren Cihat Şit öğretmeni, bütün sınıfa hayallerini yazdırmıştı. 20. sayımızda, İyilik Atölyesi köşemizde bu hayallerden biri için sizlere çağrıda bulunmuş ve derslerinde oldukça başarılı yetim bir kız öğrencimiz için kitap talep etmiştik. Çünkü kızımızın en büyük hayali, kendisine ait bir kütüphanesinin olmasıydı. Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak kitaplığı biz aldık ve sizlerden 100 çocuk kitabı istedik. Kısa sürede tam 290 kitap ulaştı bize. Biz de söz verdiğimiz gibi, kızımızı köydeki evinde ziyaret ettik, kitaplığı kurduk, kitapları rafa dizip kızımızın hayalini gerçekleştirdik. Geçen yıl Sema da hayallerini yazarak Cihat Şit hocamıza teslim etmiş. Sema’nın hayali, daha doğrusu sahip olmak istediği şey ise şöyleymiş: “Ders çalışmak için çalışma masası…” Yazma yeteneği ile bizi çok etkileyen, bu nedenle yakından takip ettiğimiz bu öğrencimizin hayalini gerçekleştirelim, biraz da ötesine geçelim istiyoruz. Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak, Sema’nın çalışma masasını biz alacağız. Sizlerden talebimiz ise şu: Sema’nın okuma ve yazma heyecanını sürdürecek/artıracak materyaller! Not defterleri, çeşitli kalemler, not kağıtları, ajandalar… Çocuklar için yazma sürecini anlatan kitaplar da temin edilebilir. Sema bu yıl 5. sınıfı bitirecek. Bu doğrultuda, kullanabileceği, eğitimine katkı sunacak her türlü eşyayı ona hediye edebilirsiniz. 2- “Ben Zeynep. 6-B sınıfına gidiyorum. Sizinle tanıştığım için çok mutluyum. Hayallerimden bahse-

35

dersem, ben astronot olmak istiyorum. Çünkü uzaya gidip uzaydan Dünya’yı seyretmek istiyorum. Çok merak ediyorum astronotların uzaya nasıl gittiklerini ve ne yediklerini. Yer çekiminin olmadığı yerde uçmayı çok istiyorum. Getirdiğiniz gezegen kartlarından almayı çok istiyordum ama bana kalmadı. İyilik Çetesi adlı kitabınızı okuduğumda içindeki bütün iyilikleri çok merhametlice buluyorum. Çünkü birinin başka birine yardım etmesi çok güzel bir şey. Bir daha gelmenizi çok istiyorum. Ayşe ablayı çok sevdim. İnşallah yine gelir.” Zeynep için popüler bilim kitapları, çocuk dergileri; uzayla, astronomiyle, gezegenlerle ilgili aklınıza gelebilecek her şeyi temin edip gönderebilirsiniz. 3- “Benim adım Ferhat. 8. sınıfta okuyorum. Benim hayalim roman yazmak, şiir okumaktır.” Ferhat’a, yazılarını yazması için güzel defterler ve kalemler, ayrıca çocuklara yönelik şiir kitapları hediye edebilirsiniz. Yaratıcı yazarlık hakkında kitaplar da uygun olabilir. 4- “Ben Nazif. 8. sınıfa gidiyorum. İleride hukuk alanında okumak istiyorum. Böylece elimden geldiğince adalet ve eşitliği sağlamak istiyorum.” Nazif’e hayali böyle. Onu teşvik edecek her türlü hediyenizi kendisine ulaştıracağız. Yukarıdaki dört öğrencinin hayallerini gerçekleştirmek üzere göndereceğiniz her türlü kargoda lütfen öğrencinin ismini paketin üzerine not alın. Adresimiz: Ayşe Ünsal Albayrak adına, Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213 D: 14 Erciş Van


MAVİ UMUT Cihat Şit

Dört duvar arasında sıkıştırdığım beynim her gün daha da küçük olduğunu anladı. Nihayet kaskatı kesilen kalbim hoplayıp zıplamaya başladı. Önce içimde bir tuhaflık var dedim. Annem, babama; babam da doktora söyledi. Kendimi hastanede bulmam hiç zaman almadı. Ama doktor kalbimin kurcalandığını, sakın onunla oynamamalarını aksi takdirde bozabileceklerini söyleyemedi. Serum verince hayat düzeliyor mu? Düzelmiyor. Bunu en iyi abim bilir. Evimizin önüne her çarşamba ve her cuma öğrenci servisi gelir ve abim mest olmuş şekilde okulundan döner. Dün yine öğleden sonra saat dört gibi abim geldi, inerken şoför ona bir zarf uzattı. Daha doğrusu uzatamadı abimin ellerine o zarfı sıkıştırdı. Abimle arabanın yanında kol kola girdik, içeriye birlikte girdik; her çarşamba ve her cuma yaptığımız gibi. Abim evde zarfı bize uzattı, parmağıyla işaret etti, okuyun dedi, biz anladık ne dediğini. Abim bir şeyi eliyle işaret edince genelde ne anlatmak istediğini ev ahalisi olarak anlarız. Zarfın içindekini okuduk: “Yarın ‘Mavi Umut’larınız yelken açsın diye sizi gönül kıyılarına bekliyoruz.” Böyle bir davet yazısı vardı. Abimin yarın şenliği vardı. Birlikte hoplayıp zıplayacak mıydık? Kalbim gibi… Babam ertesi gün abime gıcır ayakkabılar getirdi. Pantolonu hep diz verirdi abimin, ona yeni bir de pantolon lazımdı. Babam unuturdu ama annem hatırlatmış anlaşılan. Abim okula gitmeden evvel daima banyosunu yapar ama saçını hep annem tarar. Kazağını giyer ama montunu hep annem giydirir. Bugün annem ona pantolonu olacak mı diye iki defa giydirip çıkarttı. Yemek yediğimizde annem hep abime sabırla ve hiç sıkılmadan lokma hazırlar. Abimin çayına üç şekerden aşağı atmaz hatta çayı bile annem kendisi karıştırır. Abim çok serttir. Bir ara ona cam bardakta çay verdiklerini hatırlıyorum; yemin ederim dişleriyle kırmıştı onu. Şimdi evdeki herkes alışmış onun pembe plastik bardağına. Abim arabaları çok severdi. Küçükken iki tane oyuncak hafriyat kamyonumuz vardı, onlarla gece gündüz oynardık. Abim yüksek arabaları, kimine göre ise kaba arabaları severdi. Hayatında hep jip gibi bir arabası olsun isteyen abimin istediği oldu, arabası var artık ama bugüne kadar hiç sürmedi. Tek başına kendi arabasının yanına bile gitmiyor. Kapıyı açınca bile düşecek gibi oluyor ama annem hemen yetişiyor imdadına. Annem ayağının altı öpülesice kadın. Abim bir ara onun ayaklarının altını öpmüştü, annem ağlamıştı iyi hatırlıyorum. Dün yapılan davete icap etmek için bugün arabayı benim sürmem gerekiyordu. Annemle abim arabaya birlikte bindiler. Bir düğün salonu sahi-

36 bi Mavi Umut’larıyla abimin okul ahalisine kapılarını açmıştı. İneceğimiz yerde abimi her gün okula götüren şoför geldi. “Sercaan” dedi, abimin ellerinden tuttu. Ben arabayı park etmeden gittiler bile. Biraz sonra kaymakam, milli eğitim müdürü, sivil toplum kuruluşları yöneticileri falan. Davetlilerin olduğu salona girince içerisinin çok kalabalık olduğunu gördüm. Abimle annem oturmuşlardı. Sunucu hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum dediğinde beş yüze yakın davetli ayağa kalktı. O esnada abim oturmaya devam etti, kalkamadı. İstiklal Marşı’nı okumayı çok istiyordu ama ne okula gittiğinde ne de bu davete icabet ettiğinde onu okumuyordu, okuyamıyordu. Bir öğrenci arkadaşı kalktı abimin, “Annem” adlı şiirini okudu. Annem ağlamaya başlamıştı. Abim başını önüne eğdi, dolmuştu, duygulanmıştı. Salondaki herkese bir sessizlik hakim olmuştu. Şiiri okuyan kız öğrenci ağlamaklıydı. Anne demekte o kadar çok zorlanıyordu ki; “anne ne olur benden önce ölme” dediğinde… Abim çok ağladı. Ama annem onun peçeteyle silemediği gözyaşlarını sildi. Abim şiir okumayı çok severdi, eminim okuyabilseydi bugün onu kimse tutamayacaktı. Anne diyebilmek için neler vermezdi ki! Annemin gözlerinin içine bakınca… Bu gün salonda öğrencilere şiirler okutan öğretmenler, anneler, davetliler şenliğe diye geldikleri davette o kadar çok ağladılar ki. Davetlilere su dağıtıldı. Abim pet şişede su içmezdi, içemezdi ve pembe plastik bardağı da burada değildi. Annem önümüze getirilen kurabiyeleri elleriyle abime verdi. Biraz sonra kendi günü oldukları için öğrenciler duygusallıktan arınıp eğlenceli bir müzik açtılar, oynadılar. Bazıları çok yavaş oynuyordu. Bazıları halay çekebilmek için birbirlerinin ellerini tutamıyordu. Ama sonuçta ayaktaydılar ve eğleniyorlardı. O salonda öğrencilerden sadece abim kalkmadı, kalkamadı. Oynamadı, çok istiyordu ama oynayamıyordu… Biraz sonra sunucu şölenin bittiğini söylemek için veda konuşması yapacaktı. Ve sözlerine şöyle başladı: “Sayın konuklar, asıl engeller kafamızda oluşturduğumuz setlerdir. 10-16 Mayıs engelliler haftasına binaen Mavi Umut Okulu öğretmenleri ve öğrencileriyle hazırladığımız gecemize hepiniz tekrar hoş gelip sefalar verdiniz. Unutmayın el ele verince tüm engeller aşılır.” Annem sunucunun söylediği az önceki cümlenin anlamıydı… Bunun için hep abimin ellerinden tutuyordu. Abim bu gece için öğretmenlerine, arkadaşlarına çok teşekkür etmek istedi ama edemedi. Anneler teşekkür etti…


37

GÜN YÜZÜME VURANDA GÜLÜM Ahmet Kurbani Özdaş

zamanı bir çırpıda geçiyorum ve karanlığın arka sokaklarını geldim durdum şafağı bekliyorum takatım tükendi gözlerim yorgun ey mehtap bakışlım nuruna hayran olduğum gün yüzüme vuranda gülüm sakin bakışlarınla eyletme beni içimde fırtınalar kopsun istiyorum sığındığım şehirleri istersen tufanla yık istersen sel ol ben senin varoşlarında yaşamak istiyorum sinsi bir dokunuştur bakışların ondandır ağlamaklı olduğum hayatı yalan bir serüven sanma kurban olduğum ah benim taştan sırtım omzuna dağlar yüklenmiş dünyam bir delinin gömleğine hayran bir kuşun uçuşuna vurgun sanma ki bu can bu bedende yorgun kurban olduğum gün yüzüme vuranda gülüm geldim, kapında durdum umudu gözlerimden oku ve bu serkeş ruhum zelzelelerle dost, dalgalardan yorgun huyuna kurban olduğum zemheride yaşamak istiyorum


38

TEN KAPISI Müştehir Karakaya

bahar kilitlerini açan ortanca çiçeği yıkadı nefesimi mordan içgiysilerle kaküllerini simsiyah bir ip yapıp yağmurleyin yolunu şaşırmış şaşkın bir roman kahramanı gibi beni sildi ellerinin tersiyle beni şapşal beni kudurgan beni uykusuz nisanların tin rüyalarından ve masallarından ömrümü verdiğim cezbe yaramazken işime kulaklarım duyduğu sesten başka ne varsa içimde topladığım sıcak bir buğu gibi didikledi etimi oy şehrin virgülleri kandığım susuz kuyu mecalim it sürüsü şakağımdaki boya ertelenen bir yazdan dişimdeki çürüğü siyah bir elbiseden alıp pembeye verdim telefondaki sesi tutup mendile serdim ayaklarım gariban kaldırım taşlarında ava kaçan bir tazı dilenciye süs verdim sigara parasını sırf senin olan yine senin olsun dediği için bileğimi dişledi saatimin kordonu cebimdeki şiirden ağlama nöbetleri hanidir kırık dökük ayağım çukurlarda saksağan gözümün gördüğünü tenime siper yaptım vakit nisan ayıydı ağzımla attığım ok gelip canıma değdi


39 SON SÖZÜ ŞARKISIZ KALANLARIN ŞİİRİ Arif Onur Solak

hatırladığım, sesini bir şarkıya emanet etmiştim, bilmiyordun kalbimizde parçalanan tren istasyonlarının hüznü bakışların uzunca bir kıyamete doğru akıp giderken göğsümüzde gittikçe daralan peron sessizliği, kalabalık ve anlamsız şehir halkı bizi anlayamamaktan dönüyordu evlerine otobüs camlarından ve pencerelerden sarkan çocuklar umurumuzun yettiği kadar bağlıydı bütün senaryolara ben sana şiir söyledim, sen tuttun hayretini martılara astın istersen burada müslüm gürses dinle, gariplerin efkarı için rüyalarına konan masalların sonu hep bir çıkmaz sokak ne zaman eğilip öpmek istesem direncini, devlete yakalanıyorum polis zoruyla değil elbette, beni zorlayan “isyan ahlakı” keşke bütün kavimler göç etse de gözlerin kalsa tek demek istediğim nasip diye bir şey var işte, başka türkiye yok biliyorum benim düzenle ilgili sorunlarım sevgilim, başa çıkamadığım alabildiğince bağırmak istiyorum resmi daire koridorlarından dünyaya tamam ulan hepiniz laiksiniz, bütün putlarınız sizin olsun burada namaza gidiyorum, içimden ibrahim suresi geçiyor yeni bir mevsime giriş yapıyorum, ardımda yitikliğin yanlış anlama seni sevdiğim doğrudur, doğrudur kalbimin kırıklığı istersen hüznümün tarihçesine dönüp bakabilirsin bazen çok sıkılıyorum kendimden ve emekli sandığından bunaldıkça sigorta poliçelerinden ve bonolardan aşağı düşüyorum evraklarda adım geçiyor ve adımın geçtiği yerde şiirleri vuruyorum sevgili ülkemin nato üyesi olduğu geliyor aklıma dilimin ucuna çöreklenen küfürleri yavaşça amerika’ya bırakıyorum ve dahi bütün avrupa başkentlerine, sonra hızla uzaklaşıyorum gururla burada istediğin kadar gülebilirsin bana ama ben ciddiyim seni hatırlamanın en güzel saatlerine denk düşüyor birden güm diye başımı bültenlerden akan gündeme çarpışım patlayan bombaların kerpiç evlerden kopardığı bir oğul bayrağa sarılı bir tabutla gidiyor allahu ekber bu ülkenin eskimeyen acısı üzerinde yaşarken mütemadiyen sana yeni şeyler söyleyecek takatim omuzlarımdan aşağı dökülüyor topla yüzümden akan çaresizliği çocuklar görmesin eğer sökülüyorsa yıldızlar göğünden, şafak buralarda bir yerdedir burada hayata kaldığın yerden devam edebilirsin sesini emanet ettiğim şarkıyı hiç kimse bestelemedi


40

HASTA KIZ

Hakkı Aytaç

yetmiyor bulanık sular benizlerini tarif etmeye sokakların intizarını çürüten sessizliğe gömme bizi HAK hasretler, yıllar boyu senin gülüşüne rengârenk kesilmiş Akın Akar tuz yangınında geriye kalan gözyaşlarınla ıslat hayatımızı hakkımız yoktu güneşi çalmaya benim kaldırımlarımda ağır ritminde akıyor hayat yağmurun çocuklarıydık biz kimseler uğramıyor artık yorgun çıkmazımıza uçan balonlarımız ağaçlarda evlerimizden de çıkamıyoruz kapılarımız narkozlu hayallerimiz bir güvercin kanadında halepçe’ye çöken elma kokusu yayılıyor şiirlere içimize çektikçe redifler düşüyor kapı önlerine hakkımız yoktu sevmelere sevda ikliminden yalnızdık hugin ve munin bile senden haber getirmiyor artık çatlamış bir coğrafyanın taşların arkasına saklanıyor şahit tuttuğumuz toprak esmer tenli baharlarıydık bizi evde taş duvarlara, sokakta kaldırım taşlarına şiirin siyah köşe taşına, gökyüzünde meteorlara hakkımız yoktu gülmeye ibrahimî bir dua gibi bizi bırakıp nereye gidiyorsun banıp yediğimiz ekmekti, u(mutsuzluk) adalet mi bu! sefa kadar cefanı istiyoruz senden aşıklar yalnızlaşırdı sevmelerde biz suskunlaşırken, hasretimizde mahalleli sensizliğin sıtmasıyla sarsılıyorken sivrisinekler bataklığını göğsüme kurup oturmuşken hakkımız yoktu sevmeye pul pul dökülen benim şiirim, senin bedenin geç kalmış bir yolcuyduk paramparça olmuş cesedinden bir reçete yaz ne durabilmiştik, ne sevebilmiştik kürlerle doldururuz ayrılığın kemoterapi çilesini inanmıştık sadece, gözlerine bu şehre aynı kâbusla uyanıyor minareler ve ölmek için erken diyor sala okuyan şairler hakkımızdı elbet gözyaşlarında tebessüm saklayabilmek çamurdan yaptığımız oyuncaklarla dünyayı dolaşabilmek “ne hakkımız var!” denilen bir cümlede konuşmamayı hak edinebilmek hakkımızdı elbet


41

BİR GARİP RİCA Anıl Akyol

SUSAMIŞLIĞA

Esra Sağlık

nicedir susamışlığım sabaha ve bir ırmağa belki kızılırmağa şimdi bir kaçış türküsü söyle sevimsiz zamanın hiç duymadığı sonra bir çocuk ol bu coğrafyaya her çocuk başka renkte büyürmüş oysa bütün büyükler aynı renk nicedir susamışlığım bir çocuğun rengine denk tüm yelkovanları boyuyorum doğuya ve her şey batıyor kalbimin doğusunda şimdi bir yalnızlık şiiri oku akrebin sırtındaki yelkovana nicedir susamışlığım renklerimi çalmayan o zamana bir kelimeyi bin gece doğurur ölmüş şairlerden kalıyor bana şimdi kaç geceyi daha yükleyip kağıda nicedir susamışlığım bana benden bile yakın olana

başına buyruk sevgilim her asiyatında yeni bir dize ekliyorum her bir uzvun ve sen gibi şiir adlarından oluşan şiirimize dadaist yaparsın insanı vesselam rica ediyorum haykıralım sevdiğimizi kuşlara yüksekten korkan uçmayı zar zor kapan gülmekli olmuş bir uçurtmanın ona destek veren annesi gibi tatlınası bir şey değil farkındayım fakat bilmez ki filler seni ne çok sevdiğimi bu yüzden haykıralım sevdiğimizi ormana kırk yılda bir başarmışken güzel bir şeyi biz haykıralım varsın görmemiş desinler ayıp nedir bilmez ki ağaçlar

ÇAĞDAŞ USUN YOSUNLARI Ejder Turan

öldürmeyeceksen söyle gideyim ağdalı ıslıklarımı gömerim gölgelere mumların fitilini parmaklarımla ezip saymayı bırakırım dünyaya dair öldürmeyeceksen söyle gideyim zaten acenteler iptal etmiş doğu’ya hüznün turları’nı şimdi hangimiz kalın kimimiz ince sabahçı kahveleri ışıklarını söndürünce ağaçlar sıcak küle boyun eğmesin

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

kana komşuluk etmeyen her zerreyi öldürmeyeceksen esrik birer savaş türküsü söyle izmarit toplayan çocuklara gideyim


42 ŞİİRLER

Örsan Gürkan Aplak hurafe buzdolabından ısırır dilimi gün klimalar okunmuş üflenmiş oksijen bırakır yatağıma özürler içinden özür tövbe tövbe ağaçlardan odun toplamışlar ağzıma gelen hepten toz buz para sayıyor biri arabaların sırtlarından öpüp ter şiir ta içimden bir şiir geçiriyormuşum sulara bulunabilirse beni duymuş ağzımdan bir yol bulunur sana kimseler şiir okumadı mı kendi sesini duymadan cılız oduncu köpeği tek damla sesini vermeden akışı yataksız kışı seven terleyebilsem sıcakta her çile bir ucundan çekilebilir -uzamasın, mesela suyun öpüşlü eğimli yazın ölmek kadar güzel çağırırız, denizi doldurur diye başlar herkesin bir anlatacağı varsa karanlığın eridiği tutamak hoh yalçın yanağı özgürlüğün evreni öpmüştüm yine de kaldırdım masalardan plastik çiçekleri ne okusam yaradı bugün seviler kolay kalem tüm dünyalıktan eğreti nefesimle oldurdum bu şiiri kiraya vermiş geç bir gece oldu hadi otlar sabahlıyor, anladık evine git de uyu artık güzel kedi

ANLAR KİTLESİ Hicran Aslan

kendisiyle beslenen bu ben acıkmaya korkak iştahlı ikimiz de yaşlıyız artık anne ikimizin de kırışıklarını aralayacak kız çocukları arkadaşız artık doyasıya sarılabilirim sana hep pasta koksun istediğim o ellerinin acısını gizlediğin sargı bezleriyle kaplandığını o aralıkta neler biriktirdiğini biliyorum ben de susuyorum artık anne içimde gözyaşlarından şehirler büyütüyorum her çocuğunla açıktaki o kalbin nasıl tartaklandığını ve yorulduğunu seni küçümsediğim kızdığım kınadığım her şeyle sınadı beni hayat eli yüreğinde çocuklarını beklemeyi de haksızlıklara uğrayıp görmezden gelinmeyi de hakareti yutmayı da yaşadım

giderim deyip gidememeyi kalgınlığımda küskün ve mutsuz olmayı da sonra o kadar çok kimsesizleşip içimdeki huzursuz o anlar kitlesiyle anılarıma sarılıp kendi kendime konuşmayı da geceler boyu duyduğum gözyaşlarına nasıl öfkeliydim kızdığım her şeyle sınadı beni hayat zaman dudak büktüğüm her şeyin intikamcısı ne eskiye dönüp af ettirebilirim kendimi ne şimdi dönüştüğüm kişiye sarılabilirim duygusal araf verdi sanırken hep alan bir tek sana sarılıp beni affet diyebilirim ses halini hiç duyamayacağın bir özür gibi sarılırım sana anne


43

LÂL

Aliosman Okumuş

sen orada bir yerdesin annemin duası kadar yakınsın yani gözle kirpik kadar yakın narin ellerinle zamanı demlemektesin gözlerin yenik çocukların hüznüne gebe bir çiçek gibi tutunmuşsun toprağa bir çiçek ferhadın dağını delmek gayretindesin bir şeyler söyle siyah elbisesini çıkarsın gece susma artık bir şey söyle senden benden geçip gitti o esrarlı günler bitip tükenmez aşklar, maceralar, umutlar bir şiir tutuştur şimdi rüzgâra bir şiir seni beni anlatan hüzünlü bir şiir, içinde gözlerin olan beni bırakma çocukların kâbuslarına gece karanlığı gözlerinle bakma bir şiir yaz kadim bir sır olsun ya gül ya gel geceler mavi olsun

BANA BİR MASAL ANLAT Kevser Kılınç

işte bak! tam tepemizde uçuyor bir kuş gözlerin bir kuş olsa ancak bu kadar süzülürdü şu gördüğün güzelim ellerinden yüreğime inen yokuş bulutların ıslığı var yağmurların sesinde ne yanıma dönsem sönmeyen bir ateşsin sen, eteğinde okyanuslar toplamış kadın bana ak ben ki satır sonunda kesilmiş “ç-öl” kadar eksiğim biliyorum her kuşun boynunda mezar taşı asılıdır biliyorum bir avcının merhameti gibidir seni sevmek bir intiharı izler gibi izledim seni sen protokol masaları kadar ciddi olan kadın ben tüm saraylarda kendine ağlayan soytarı bana bir masal anlat kuşlar ölmesin bana bir masal anlat seni gülmeyi sevmek kadar seveceğim

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


44

BENCİLEYİN Sezer Taş

aradığını bulana dek bilendi çarşılarda aradığını kuş sırtında buldu kim bilir at nallarında belki ya da yol üzerinde nalburcularda bir hegemonya şiirinin prototipi ve buldu tarihini oyalı bir kalkan düzeninde bencileyin seni seviyorum propagandalarının eşliğinde yirmi üç dağının en zirvesinde bir hayat soğuğu iliklerine kadar inşa etmiş her katında bir buz kütlesi ama şu kalp denen dünya yok mu parklarında kalın duyurular asılmış iki göz arasında oyuncak işlemesi bencileyin seni özlüyorum sloganlarının duvarlara işlenişi site kapıları demokrasinin getirisi titaniği buydu batıran biraz da aysbergin id egosu kan kızılı okyanus sularının enkazı çekildi bedenimden koşar adım bilmezsiniz büsbütün kuş kanatlıydı bencileyin seni arıyorum protestolarının türbülansıydı sevgili dostlarıma özlemlerimle kucak dolusu gül kokularıyla rüyamda vallahi elma kokusunda halepçe vardı sarin gazında asılı on binlerce can ölüm sahilinde kıyıya vurmuştu filistin dersim vardı baba ocağında bencileyin seni uğurluyorum pankartları asılıydı üçayaklı salıncaklarda

ÇÖZÜMSÜZ DEĞİL Emre Gürkan Kanmaz

karıştırmış olabilirim aklımı dünyanın bütün sokaklarından geçmek istiyor olduğum içindir belki otobüslüğüm mesela ben nasıl çatalla tabaktan yiyorsam anlam da o kadar anlam … karıştırmış olabilirim aklınızı çünkü keman kırığı boşlukta uyurdum eskiden öyle bir ağzımdan başlardı ki susmaya kalbim


45

DERVİŞ DİRİSİ

Mustafa Işık

ve/ağacın yaşlı gövdesinden süzen iki damla gözyaşıdır zekeriya/hû ölüm gelince anlarız zamanın geçtiğini bir gün/bir kelam çınlattı yed-i arşı okuma bilmeyenin sükûtuna boyadı âlemi kirli parmakların tenhasından iz bıraktı şehir göğsü güvercin kafesi anne kan ağlayan gelişlere emzirdi beni dağın ardındaki ordudan haber verdi emin perde ardındaki sırdan/ damara sarmaş kandan bir gün elindeki mızrak kalbimin ortasını çaldı sarı bir sıcaktı efendinin ayakları soylu siyahlığını öptürdü ruhumuz isyan dağı iki gözümüz iki çeşme/şimdi vahşi/razıyım senle bölüşmeye kalbimi dualarımız hayat tutkunu bir tutam gül yiyecek kadar zamanımız yok addas’ın üzümlerini her kasem edişte üstümüze gelecek şu iki dağ en tuhafından tufanlar kopacak yedi uyuyanların uykusu rüyalarımızı çalacak/ gülhane parkı’ndaki ağaç susuzluktan kuruyacak ve tüm gemiler cudi’de toplanacak bir çözebilsem asude iplere eş uykuları acemi yanlarıma dolanacak muştular abası yolara yakışan derviş dirisiyim işte çocuklar saçlarımla eğlenecekler

DERVİŞİN KAPILARI Devrim Horlu

zahmeti uzun cümleler kurmak olan bir derviş kapıları yokluyor kapılar kırmızı, kapılar mavi, kapılar mor liste böyle uzayıp gidiyor gülüyor mu dünya bu naçar ağzıyla yoksa bu bendeki yangın mı çöl ortasında bir aynaya dikiyorum iğne iplikle tenimi bu derviş besbelli bir akıllı bir deli kırık bir süs çiçeği gibi iki büklüm beli koynumda yerin yedi kat altına kadar uzanan bir uzam derviş bazen kötü, derviş bazen yok derviş çoğu zaman cüzzam kapılardan kim o uzanan göğü tutmak isteyen ağaç dalları gibi kim ben buraya yapış yapış bir karanlıktan geldim ne tepemde çatı isterim, ne üstümde çul ne de altımda kilim kefilim hırkasında papatya işlemesi olan dervişe devşire devşire yabancı kılsa da kendini kendine kapılar kumdan, kapılar sudan kapılar undan yapılıyor ve durmuyor liste gül de esmer bir çingene parmağı gibi uzayıp gidiyor bir kaleme döküyorum aklımın salyalarını larvalarını yalayıp paklanan bir hayvan gibi uyanıyorum dervişin gözlerinde derviş kapılarda kapılar bazen kırmızı, bazen mavi bazen de mor zor geliyor yere düşünce bir kuş ne kapıların kıymeti kalıyor ne hırkanın hikmeti ne de dervişin nâmı yine de söz kendimi gördüğümde tenimi söküp size vereceğim aynamı

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


46

EŞYALAR ARASINDA Abdurrahman Abıka

kendime uğurladığım yalnızlıklar birikmiş olmalı bu, iletişimsizlik çağında mütekerrir akşam nasîbi keşke yağmur şiirimi sulasa, bu sağanağa sevinsem o kadar küçülsem ki bir toz parçasına binsem oysa küçülmeler benlik planında ve tersine bütün zorlamalar sonuçsuz herkes tam anlamıyla mutsuz işte akşam vakti günün katli bir kat daha artırılıyor sahteler tarafından anlamsızlığın nihilist üstünlüğüyle belki de bu yüzden kapalı gece mezarlığın kapısı şehir kutsalsız ritüelini sürdürebilsin diye yoğunluk fiziğin değil, ruhun konusu yansıma optiğin değil, aşkın mevzuu –bu güzel– çağ açıp çağ kapamak değil manidar artık eski bir ceviz sandığın kapağını açıp kapamaktan

PARANTEZ

Mehdi Akan

zulmün sonu kudreti ve iradeyi sonsuz kere var edene hesap vermektir bir gün ellerinde bahar çiçekleriyle zulme uğrayan çocuklar ölümle çalacak kapımızı parçalanırken bedenleri sesimiz çıkmayacak yine susacağız susacak ve gönül rahatlığıyla ölümüne şahitlik edeceğiz çocukların oysa çocuklar için değil ölüm, bizim için galibiyettir

GRİ ACI

Ayşe Gönenç direniş kalbimden başlıyor kabarıyor kenarları caddenin bu gri acı kaybı olana müjde mi duraksız sızlıyor iliğim özlemek kesif bir mevsim sanki yüzünü yüzümden çeviriyorsun yer kabuğu çatlıyor yanağım çiçeğini öpüyor, sessiz ellerini göğümde unuttun yansımıyor hiçbir güneş sözlerinin gevişliğinde bileğimi sıkıyorum apansız ellerim titriyor inanmıyor su inanmıyor bu şehir elli yılın mazisi çöküyor gökten uzanan yansıyan gölge devrilen tereddüt eden ses haritası tarazlanmış bu aşk bir kuzgunu ağlatıyor


47

SEYYAH

Gülşen Çağan

ez cümle/ yalnızdır göğüm ve ben şair değilim seni bir temmuz ikindisinde seviyorum iyi kanatlı kuşlar/ ve kuşlar kucaklıyorum acemi ve çapkın bir şiire uzanırken tütünsüz ellerim yürüyor iki ayaklı zaman sus içinde ve pus içinde türküler tutturuyorum doğaçlama susarak kanadı kırık sevdamıza sonra ki/ anlıyorum evreni anaç bir suretin kucağına sığınır gibi yorgun yalın ve vurgun ikimiz adına çocuklar doğuruyorum yeryüzünün rahminden ah/ şöyle tutuşturabilsem seni beyaz bir kâğıdın kalbine sevgili kalemimin alnına yazılsan ve sen gülümsedikçe utansa bütün alengirli sözcüklerim seni bir temmuz ikindisinde seviyorum ruhum yoluna yürüyen gezgin ben yaralı yanıyla çıplak ayaklı yalnız seyyah sırtlayıp sevgili hüznümü azalıyorum/ avucumda biteviye büyüyen üzüncüm kanayarak günbegün ve düştüm koynundan avazını yitirmiş yorgun şiirlerin ahraz bir öykünün son sayfasında sükûnetle devşirildim adının harflerini dolayıp damağıma seni temmuzu sever gibi sevdim -ben şair değilim-

HAİKU ÇİÇEĞİ Mervan Söylemez

ölüm hafifler adam ismini bırakırken mezar taşına gazap dört nala koşar kahır kusunca kuşlar filler ve ebrehe derviş üfler durur da sazlıklarda bir dervişgibi kamışlar ayrılık ne talihsiziz büyüyor aramızdaayrık otu yol gözümden düşen o talihsiz yaş bulur elbet yolunu yas bilemedim ki bu uğuldayan rüzgâr kimin yasını tutar


48

MODERNİTE Muammer Gül

BİR YAĞMUR YAĞSIN Mimar Sinan Elter

bir yağmur yağsın herhangi bir yerine herhangi bir memleketin yıkasın dünyanın her yerinden hayasızlığı soysuzluğu baştan-başa temizlesin insanım diyen zalimi de zulmünü de sonra o çocukların yüzünü okşasın hani şu anasını babasını savaş meydanı olmadığı halde en çetin muharebe alanlarına dönen ekmek almak için aş getirmek için arşınlanan daracık sokak aralarında bir avuç toprak üzerinde ellerinde birer lokma ekmekle kaybeden çocukların ve birer leylak çiçeği çıksın zalime dur demek için can bildiği evladından ayrılan her babanın öldüğü yerde ve annelerin feryat figan can verdikleri yerlerde de birer unutma beni çiçeği yeşersin umut olsun o çocuklara ders olsun üç maymunu oscar’lık rolle oynayan insanlığa ve unutturmasın bize her unutma beni çiçeğinin özünde eli öpülesi başa taç edilesi anaların ağlamamaları gerektiğini bir yağmur yağsın üzerime de kaybetsin beni kurtarsın bu utancından insanlığın, insanlığımızın

tabutundan kıyama kalkmış kefenleriyle ölüler siteler yükselir göğe bembeyaz urbalarıyla kurşun askerler mahşer meydanını aratmayan tüm ürperticiliğiyle işte modern kentler -buyrun karşınızdabelirgin bir hayat emaresi yok ruhsuzluğa tezat karınca ordusu binlerce sakiniyle bir ortaçağ kadırgalısında başı önünde, üzgün adım başı geriye doğru baka baka gönderildiği sürgününe uçup gitmiş o buram buram anadolu kokan ve çocuklarına asudeliği emziren çam ve ardıç kokularının sindiği ahşap cumbalı evler neredesiniz maddenin uğramadığı hümanizm soluyan mahalleler

HÜZÜN DOZ Tunay Özer

hüzün doz nefesler çekerken bakıp akşamın ağırlığı ile eğilmiş dallara şehrin penceresi geniş bir bahçeye açılır içinde güllerden bir ırmağın geçit resmi hiçliğin bilgisinden akan hüzün doz nefesler çekerken bir ırmak yatağını genişletir çocuk işçiler zamanın buğusu ile sarhoş bir melodi dinlerler şafağın ağır uyanışından hüzün doz nefesler çekerken kader sunağında bir şiir mayalanır kelimeleri hüznün siyah mürekkebine bulanır ki her biri yaralı bir karşılıktır hayata kalp denizinden dilin kıyısına vuran


49

MUŞTU

Gülsüm Yıldırım günleri sağıyorum anne muştular düşer belki düşünceme dönüp dururken som baharın ayları tutarak sımsıkı avuçlarımda çocukluğumu her köşe başından sana koşuyorum gökyüzüne yalın ayak korkuyorum anlamak ve bilmekten anlamak beni öldürüyor anne kuşlar bir bir dökülüyor kucağıma ölesiye acıtarak sis, ne zaman dağılır sokaklardan sen, ne zaman dönersin o uzak ülkeden kaç eşik atlarsam büyür yüreğim kin tutmayı ne zaman öğrenirim mesela korunabilir miyim karanlıktan kendimden saklanarak ince hesaplar yapamıyorum anne bir sürü kederim var ve kaçırdığım hayat bazen solgun bazen bezgin ağlıyorum çokça soluğumu tutarak anne rüzgar ol salın penceremde şefkatinden bir koku sarsın göğsü karanlığa bürünen beni -biliyorum- bu gece sabahı doğuracak sen de gel yüzümü sev anne

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

PEYGAMBER MUHAFIZLARI Zeki Altın

Ahmet Avcı’ya ithafen… şayet ölecekse damarlarımdaki kan gecenin en karanlık yanına bağlayayım kendimi peri yıldızlarına savursun adımı cüretkar rüzgar alnıma çizilen bekleyişlerini düşüneyim dilinde kavrulmuş kelimeleri torino’da pekin’de semerkant’ta yazgıları gözlerine sürme gibi çekilen şu pagan tanrıçalarına söylenecek sözüm yok artık esmer tenli kadınların gülüşleri yüzlerini göstermiyorlar bana kudurgan günleri sayıyorum ince bir köprüden göğe yükselen şairleri görüyorum; şiirleri, sesleri peygamber muhafızları kadar asil önümden geçiyor, önüm-arkam- sağım-solum en korkunç bağırışıyla haykırıyor içime parmaklarım bir hayaleti saklıyor içindeki şehir için susuyor yıllar, bir yılan döşeğine uzanırca tüm şehirleri öldürüyorum; torino, pekin, semerkant ağzında kan sızan kalpleri görüyorum ellerinde dili boğazına kaçmış kelimeleri siyaha devşirilmiş kor güllerini uyandırıyorum uykuya dalmış suretimi kalpazan bir aşkın gölgesinde elinde dirlik sevdaları taşıyor ruhum yitiyor, yitiriyorum her şeyimi

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


50 HAZIRLAN İYİ İNSAN Mert Bayram

CENAZE DEFTERİ

Murat Gil

bir yerlerde kıpırdanıyor ölümün şiiri bilincimin en unutkan yerinde aşk acısı şeytantırnağı gibi bir sayıya dönüşüyorsun ve cenaze defteri tutuyor gerçeği kendini kurduğun hep o saat hep o bez parçasını aralayıp bir yüzü tanıma korkusu yıkamak bir bedeni ne diye ve çoğu zaman şimdinin curcunasında unutulmak, ölümün tortusu unutuyorsun unutuyorum üveyiklerin sevdasına bağlıyorum olanı ölüm diyorum illa ölmekle mi olmalı rızasıyla gideni kefenleyip çiçeklerle uğurluyorum pamuklara sarıyorum kalanı bir acı fikir ki gitmiyor ilacımdan yaşlanıp mıhlanıyorum yataklara sırtım önüm mor üstü mor, bere yara ölüm yeğ değil nihayet hıncımdan yollarına güller seriyorum bu gelenin gülüşüne ölümü sığdıramadığımdan dünyaya düşüyorum inceliğiyle belinin dünya çok şey götüremez inancımdan sevdadan geçilmez nankörden, aymazdan yaşamaktan geçilmeyeceği gibi ölüm var diye yaşıyordu menekşeler önce caymazdan sözünde durana ölüm var niye

kendi duvarlarımız var telleri, jiletleri olanlardan duvar dibinde hendeklerimiz var dibi derin, arası uzak söz etmiyorum üç beş piranadan uzun kulelerimiz var silahlarımız hazır her zaman öyle herkesi içeri almayız tecrübe denen illete bulaşmışız aman ha, zaman kötü ha bu tekin birine benzemiyor ha şu ırktan bu ırktan ha bu kadar korunaklı duvarlar içinde belki bir çiçek bile yoktur belki de seralarla doludur gördün mü hiç en kolayı kaçmak hayattan ve de galip komutan gibi sevinmeli yaşamak bu değil mi zor olanı elde ettiğin zaman anlarsın yaşamın böyle olmadığını sen böyle temkinli bir şekilde meydandan kaçarken ortalık iyi olmayan insanlara kalıyor ve senin sıran iyi insan çık dışarı ve yürü kendinden izler bul ve ümitlen bir bardak çay iç ve iki mısra oku kurtul artık paslı zincirlerinden dünya iyi bir yer olacaksa kötülerin cezalandırılmasıyla değil iyilerin çoğalmasıyla olur her yerde sana ihtiyaç var iyi insan hazırlan umudun sönmesin hiçbir zaman yakında güneş doğabilir sabah mahmurluğunu üstünden at ve uyan

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


51

ÜSTAD-I DAVA

Mücahit Akıncı

Merhum Necmeddin Erbakan hoca anısına… hocama sordum olur olmaz ihtiyacım olmasa bu soru sorulmaz dedi ki küffara inatla islâm yaşanmaz köpeğin salyasıyla altın paslanmaz dedim üstadım bu nasıl bir yoldur durulmaz sen de göçtün gittin akıl almaz dedi ki; evladım senin yaşın küçük aklın almaz sadece bil ki bu dava solmaz olmaz hocam yanlış anladın beni islâm’a hâdim olmak için yaş mı gerekli işte şimdi fazıl’ın dilinden konuştun dedi sağına soluna bakmadan atıldın deli ismin nedir aslına uygun mudur resim mücahid dedim sizin lakabınız efendim lakab olması yetmez icraatin olmalı daim aslına sahip çık yolda ol mustakim verin elinizi öpeyim üstadım hürmetle olmaz dedi! islâm yaşanmaz el öptürmekle ne yapayım sizin için söyleyin hele bunca hizmetinize melekler hayrette bana bir fatiha okusun cümle işiten beni değil davamı unutmasın ebediyyen sen de yoluna bak sakın düşme sehven çünkü bu uğurda yanlış olmaz lahzen

PERPERÛK’UN GÜNLÜĞÜ Abdurrahman Adıyan

I sevgi bahçesinde bir gelincik çiçeği kınalı saçlarında ayrık otu bitse de soğuk rüzgârlar kekremsi bir tat bıraksa da dimağında uzun hasretler birikse de gözevinde kahverengi gözleri yakınsı bakıyor halhalıyla hızmasıyla gelip geçiyor yaşamın incecik kıyısından bir saksıda iki gonca vita kutularında iki dal sefası boy veriyor aşk yurduna II gümüş takılar firuze taşlar gerdanında kelebek kolyesi kalbi sanki bambu ağacından kanatlanmış iki perperûk fincan göğsünde bahar rayihasıyla muhabbeti gözlüyor akşam suları gönül köşkünde kırmızı yangın, tütsü kanatlarında bir günlük yaşam muştusuyla perperûk her gece yalnız başına bir çift yürek olup akıyor hüznün koynuna III sabahları güleç kalkıyor diline dolanan sevda şarkıları ruhuna konan aşk iksiri dans kıvrımlarıyla iniyor bedenine hep sitemkâr görmüştü ya onu ayna şimdi bir kahkaha bırakıp aynanın aksine geçmişe pulsuz name gönderen perperûk’tu o, melengiç kahvesini “tahir ile zöhre”yi /bir de şiiri seviyor boyuna * perperûk: kelebek


52 SAÇLARI KISA KADININ ŞİİRİ Beyza Hilal Nur Dindar

“oysa bir kuşun yuvasını bozmam o kuşun bir daha yuva yapamayacağı anlamına gelmiyordu…” evini sırtında taşımak zor yük bazen gizlenmek istiyor insan salyangoz kabuğuna belki de evi sırtında bir yara kabuğu gibi duran ve acısını kimseye belli etmeden yol alan nakliye kaplumbağası kuponlarında kaybettim iddialarımı portatif düşler kuruyordum bu yüzden taşınma fikirlerim, karton kolilere dair kalabalık eşyalar topluluğu sızılarım birikiyor ağır aksak çağlayan bir gölde oysa bir çiçek çok güzel koksa bile koklayamaz kendini uykularım gözlerimde kambur uykusuzluğum çırpındıkça batan ve en çok, yüzmeyi bilenlerin boğulduğu kabuslarda zor olan her şeyin basit çözümleri vardı ben hep inancımı kaybederek kazanan yenik zaferler peşinde kahramandım terzi kendi söküğünü dikemezmiş yalanıyla aslında her terzinin kendi söküğüyle meslek hayatına başlayan dikişlerinde çift dikişin sınıf tekrarı olduğunu bilmiyormuş gibi davranan deja vu! diyerek kendini avutanlardandım söküp atma girişimlerimin sökük literatüründe yüzümün tam orta yerinde duran bir ben gibi rahatsız ediyordu beni o beni söküp atsam oradan, ya kanser olacaktım ya da onunla yaşayıp, görmezden gelecektim modern anlayışın “ya ya” bağlaçlarında üçüncü halin imkansızlığını yüzüme vuran aristo ve hiçbir zaman beni anlamayacak olan hegel diyalektiği rönesans tabloları duruşları sergiliyordu felsefeye giriş dersinin öğretilip acil çıkış derslerinin verilmediği okullarda okudum can yeleği ve oksijen maskesinin gereksizliği ilk yardım çantaları ve yangın tüpleri arsızlığı belki de bıraktım, sonraları biraz yolcu değil, yol gitmeli tezahüratlarda yaşayan slogancı kültürlerin eylem çağrısı boşluğunda tütünlerimi ayinimsi bir şekilde kiliseye, bu babamdır diye tanıttım ganj nehrinin uygun olacağını söylediler bir daha aşık olamayacağımın kehaneti beni hep dilenci dualarında kavuşturan fakir edebiyatımın zengin gönlünde bir sonraki ayrılığa gebe bırakır gibi /gittiler “oysa o kadar damarla çevrili bir kalbin göğüs kafesinde saklanması onun kırılmayacağı anlamına gelmiyordu”

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


53 ŞAİRE’NİN DİNLEDİĞİDİR İsmail Çolak

biz bunca sefilken ekmeğimiz niyetine bağrımıza taşı basarken sana bunca güzellik caiz mi şaire biz yağmura bile tutamazken yüreğimizi senin alınyazında çürümeye terk edildik

PENCEREMDE YAĞMUR Yalçın Ülker allah’ım, verdiğin günleri can sıkıntısıyla doldurdum beni bağışla elimden hiçbir şey gelmedi imkânım yok ve kırılmış cesaretim

biz öyle, örselendik acılar tekkesinde aşkı duaya katık ettik

bir ağaçtım bütün gün rüzgârla keyiflenmedim dallarım, köklerim gibi kımıltısız

mezar taşlarına geçsin diye aynılığımız taze ölülerin toprağından öptük

geçtim bir pencerenin kenarına uzakları düşündüm sahil kentlerini tuhaf karnavalları ne olacak ki dedim gitsem ne olacak biri öldürmekten beter etmiş beni ağzımın tadını fena bozmuş

yokluğun tırnakları kanattıkça avuçlarımızı bulutlara, şifa niyetine senin adını zikrettik biz şiire tuz bastık şaire kadere söz verdik aşkı duaya katık ettik yer mühürlense de çareler tükense de doğransa da etimiz kütüklerde inmeden soframıza mâide sakınmayız celladımızdan başımızı değil mi ki bir dağın, bir uçuruma nasıl demirlendiğini isa’nın çarmıha nasıl gerildiğini en iyi bizim ruhumuz resmeder değil mi ki ümidimiz gecenin teninden acılar doğurur yaşamasak ne fark eder ismail koymuşlar ya adımızı kör bıçakla da olsa hevesliyiz

sonra nasıl olduysa birden yağmur başladı can sıkıntım geçti dört duvar yetmeye başladı bir memnuniyet yayıldı bedenime kanaatkâr oldum birden zaten ben o günlere doğru koşuyorum pencereden yalnızca yağmurlara bakacağım bir tür ustalık gibi


54 YALNIZKEN EVİM Ahmet Dalaz

yalnızlığım büyük bir çığlık gibi gibi çığlar üzerime çaydanlık dökülür anne beni sev anne saçlarımı okşa ve beni koru anne dedim annem güçlü bir kadındı annem iyi bir kadındı çay demlemekten usanmaz günde kaç defa çay demliğimiz muhabbettir, yerden kalkmaz ve muhabbet kuşları hep cıvıldar ve beni koru anne dedim aç kediler, aç köpeklerden bir kap su, bir kap yemek bırak ve beni koru anne dedim bir kedi gibi miyav bir köpek gibi hav ve bir insan gibi anne dedim annemi çok sevdim allah’ım sonra annemi ve ailemi koru dedim allah’ım

YOLCULAR

Abdurrahman Balta

dere kenarlarındaki sundurma evlerde başladı aşkımız aklımızın bir köşeye gönlümüz diğer köşeye gittiği o taş duvar evlerde yağmur kokulu mukaddesler yağardı efkâr elbisesi giymiş o yolun yolcularına yolcular yolcu ki gittiği yoldan belli olur ve zarif bedenli kadınlar gibi ayaklarından kırınca prangalarını yeni günün göze alınca kaybetmeyi köşe başlarında birde sevince kırları, meskenleri, otoyolları yolculuk başlar tenha iklimlere mağrur ülkelerden mesela mağdur bir cumhuriyete

VE GİDİYORUM VE GELDİM Baki Demirtosun

bahçeler yeşil değil artık saçlarını ör gel sana uzun bir masal söyleyeceğim ellerini giydir boynunu da açık bırak sana buseler dolusu bir atkı düşlüyorum hüznü yar. kederi göm sana şiirler dolusu bir kader yazacağım dizlerini uzat şehri uyutacağım ninniyi unut, süsledim ben senin sesini adınla devirdim dağları sahrayı geç. çölü yeşert bir leyli hatrına yaşat mecnunu kapıyı ört. çehreni gizle dökül bir yağmurun kalıbına, harcanıp yüksel sazlık bir gölde bir gün ansızın parçala yeryüzümü kıvır kıvır zülüflerini seyredeyim dünyadan düşerken endişeleri geç gül’ün kalbini öp fideler dolusu gül dökülsün dudaklarından ihaneti ve yasakları çürüt bir vişne kabuğuna uzanalım seninle ahir ve an olsun adımız


55

YOLU UZATAN

Onur Kılıç

sevinçten yolu şaşıran kanın pompaladığı bir ucu ay bir ucu güneş tarlalarda damarın damarı açtığı teninde ıslak güneşin gözeneği bir adım ötede kurbağanın evi ya da on adımdır gelmektenin gelişi & sevinçten yolu uzatan sevinçten ayaklarını yürüyen çiçek ağaca tırmanırsa uzamıştır sular tutunulmuş saçlarına uzarsa gecenin uykusunu yemiş uykulardan uyku dalan balık serin denizi geçtim lamba sokağı aklım lastik gecesi karada & ayaklarımın dibinde ağaç karası kurbağa uzuyor bacakları zıplamaya bir an düşünür gibi çalının arkasındaki gözleri oldu, içimdeki ağaç düşündü diğer ağaç olsam mı diğer insanın dışındaki birbirlerine baktılar damarın damarı sardığı & işte gökler yürüyor, işte yıldızlar bakmada işte bir sobanın ateşli güneş yokluğu işte bir kestanenin gülümseyen söylem yokluğu sevinçten elbisesindeki duraksamayı dağıtan dizindeki bir yıldızı bir diğerine değdirememiş uyurken içimdeki ağacın yanında aya dedim ki ormana bakma ormana da tembihledim içimdeki ağaç uymadı buna uzadı kurbağalar sesli kuşlara sevinçten ayaklarını daldıran

İMTİHANLA ARAMIZ Dilan Adar

bir çatı katı loşluğu var içimizde sözcükler darağacında harfler boşlukta yolcunun yolunda bir adımında bin bilinmeyenli rüzgârda savrulan saçlar yol işaretlerinin habercisi oltada can vermeye hazırlanan balığın imdadı çırpınışı güne son aksini bırakmaya meyleden güneş karanlığa inat direnen mum uçamayan bir kevinin ayak sancısı alt kümesi imtihanlarımız merhaba diyor bir dolunay gece gebedir beliriverir bir mübarek ayda tortulaşmış günahları alıp dehlizlerde ya da galla kuyusunda saklamak için gelecek erikler olgunlaşmadan bir badem sabrında sabrımızı biçecek günler tütüyor burnumuzda melek renginde alnımızın seyyiresini sulamak için geliyor günler imtihanlarımız


56 BİR AKŞAMÜSTÜ HİKAYESİ Esra Pak

BİZ İYİ ADAMLARIZ, SİZ İYİ KADINLARSINIZ Adige Batur

siz iyi kadınlarsınız küfrederken insaflı davranırsınız dua ederken ölçüsüz kışın kedileri öpersiniz yün kazaklar örerken biriken dalgınlıkla gülerken, gölgelik gibisiniz yaz günlerinde penceresiz hayatlarımızda aydınlık ve belirgin biz iyi adamlarız kaldırımlarda güneşi bekleriz peltek yüzlü çocuklarla dolarken içimiz kıymet biliriz, cam kenarı severiz ikişer defa okuruz mektuplarımızı gümüş kutularda uzun yolculuklar biriktiren kışlar giyer silahların namlusunu göğe doğrultmayız biz iyi evlatlarız, iyi anneleriz, iyi babalarız kuş vurmayız, şarkı çalmayız komşu ülkeden, karıncaya basmayız ekmek alırız, emek alırız, eskileri alırız satılmayan kitapları bir de bira içmeyiz, mesela sorgu suale boğmayız, çelişkiye düşmeyiz her piyangoyu parası için kaybederiz her zaman her defasında kaybederiz herkes kaybederken kazanmayı sevmeyiz

-akşamüstü, yürüyerek sessizce o kıyıya vardılar dedi ki sonra göğsüne uzandım yerin yedi kat üzerinde göğsünün can kafesinde “sen bana bir şiir anlattın” öylece -ve cevap verdi iki şişe duruyor masanın üstünde sağdakinin dibinde biraz yalnızlık kalmış ve yarımlanmış sesinde kendi hikayen sessizliğinde yağmur kırgınlığında çocukluğun ellerimde gece’n kalp atışım bir ayrılık yudumu bırakılmış biraz umutsuzluk tüm perdeleri inmiş üstüne ve bütün kapıları kilitli -dedi ki yüzünde sırça köşklü bir cennet her seferinde “hoşça kal” derken ellerim ellerinde ellerin ise yüzümde kanıyor sev, “sevdim” gözlerin kor gibi bastırdım içime başka yağmura yürüyor kirpiklerin seni özlerim sessizliğinde sadece gülen yüzünü hatırlıyorum dikilemeyecek kadar yaralı sadece gülen yüzünü ve başka hiçbir şeyi hatırlamak gelmiyor içimden birazdan akşam olacak unuttum yeri büyükada heybeli -sustular


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.