HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 23. SAYI

Page 1

İnanç.

Heyecanla başladığımız, emek verdiğimiz, yorulduğumuz pek çok işten sonra yaşadığımız şehirde, ülkemizde, dünyada yaşanan hadiseler bütün enerjimizi yok ediyor bazen. Bir çocuğu mutlu etmek için projeler üretirken, ekranlarda masum çocukların bombalanan evlerin enkazından çıkarıldığını görüyoruz. Adını hatırlayamayan Suriyeli bir kız çocuğunu izledik dün. “Bugün bir şey yedin mi?” diye sorulduğunda gözlerini elleriyle kapadığını… Ki dünyanın en güzel gözleriydi onlar, “cennete açılan kapılar” gibiydiler. İyilikleri çoğaltabiliyoruz ama kötülükleri azaltamıyoruz. Kötülük çok hızlı büyüyor. Belki de insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştu ama tarihin hiçbir döneminde kötülüklerden bu kadar çok haberdar olmadık. Savaşlar, soykırımlar, zulümler oldu ama hiçbirini bu kadar canlı yayında, bu kadar yüksek çözünürlüklü olarak izlemedik. Şimdi, mazlumların nefesi yanıbaşımızda. Gözyaşlarına uzansak dokunabileceğiz sanki. Beton yığınları arasındaki savaş çocuklarının kalp atışlarını duyabilecek mesafedeyiz. Teknoloji bize acıyı ışınlamayı başardı, evet. Ama SMS ile gönderdiğimiz 5 TL’lik iyi niyetlerimiz başını okşayamıyor yetimlerin. “Bir şey yapmalı!” diyoruz. Çünkü insan olmak bunu gerektirir. Dilsiz şeytanlarla dolu şehirleri uyandıracak, diriliş emrini verecek bir şeyler yapmalı. Yalnızca ben ve sen değil; hepimiz tarafından, biz tarafından bir şeyler yapılmalı. Petrolle çalışan bütün araçları eritmeli. Bombalar atılacaksa, silah fabrikalarına atılmalı. Savaş üreten beyinler enkaz altında bırakılmalı. Zamanımızı, zenginliklerimizi, inançlarımızı sömüren üst akıllar sürgün edilmeli. İyilik örgütlenmeli, bütün imkanlarla donatılmalı; iyiler harekete geçmeli. İyiliğin gücüne inanıyoruz. Tankların karşısında duran bir milletin dünyanın bütün savaşlarına dur diyebileceğine inanıyoruz. Ezanlarla, selalarla geceye teslim olmayan bir milletin bütün ölüm makinelerini yok edebileceğine inanıyoruz. Safları sıklaştırma zamanı şimdi. İmandan bir kalkan olarak el ele tutuşmalı, bütün mazlumların etrafında inançla durmalıyız. Çünkü bizi öldürebilirler ama bizi yenemezler. Çünkü annelerimiz böyle öğretti bize; şehid olmaktan daha büyük bir galibiyet yoktur. Sana sesleniyoruz kardeşim: Alışma! Görmezden gelmeye, sessiz kalmaya alıştırıldığımız her şey bizi köleleştiriyor. Oysa her yeni gün bir iyilik fırsatıdır. Yapabileceğin çok şey var. Seni boş zamanın olduğuna inandırdılar. Hayatta kalman için daha fazla kazanman gerektiğine. Kandırdılar seni kardeşim. Şehirlerini onların teknolojileriyle, yaşam tarzlarıyla doldururken sen; onlar şehirlerini yerle bir edecek teknolojiler geliştirdiler. Sen onların savaş filmlerini ve “kahramanlıklarını” televizyonlarda, sinemalarda izlerken; onlar, şehirlerini kan gölüne çevirecek teröristler imal ettiler. Hem sana, hem sana düşman bellettiklerine silahlar sattılar. Ama “Yeter!” dedik. Ama karşısında durduk. Alışmayacağımızı ilan ettik. Öyleyse gün, bugündür. Sen, kardeşim! Dünyayı değiştirebilirsin. Yan yana durursak, dünyayı iyileştirebiliriz. Yangınları söndürebilir, yakılan petrol kuyularına süpürebiliriz zalimleri. İnanıyoruz; bir gün coğrafyamızın bütün şehirlerinde huzurla kılınacak sabah namazları. Ve çocuklar, isimlerini unutmayacak bir daha!


HAYAL BİLGİSİ’NDEN HABERLER 2. Erciş Edebiyat Şöleni’ni 22-23 Ekim 2016 tarihlerinde Erciş’te gerçekleştirdik. Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016, Ercişli Emrah Onur Ödülü 2016, Hayal Bilgisi Şiir ve Öykü Ödülü 2016 ve Van Geneli Lise Öğrencileri Arası Şiir Yarışması’nın ödül törenlerini yaptık. Etkinliğin bütün detaylarını Erciş Edebiyat Şöleni dosyamızda bulabilirsiniz. Yayın yönetmenlerimiz Ayşe Ünsal ile Cihat Albayrak’ın birlikte hazırladığı İyilik Ajandası 2017 okurla buluştu. Ercişli Emrah ile Selvi Han hikâyesini yeniden yazdık, özellikle Van bölgesindeki çocukların Ercişli Emrah’ı tanıması için baskılarını ücretsiz dağıttık. İyilik Atölyesi Okuma Grubu’nu Erciş’te oluşturduk. 15 günde bir yapılan toplantılara, Salih Çetin’in Suriyeli bir ailenin yaşadıklarını anlattığı romanıyla başladık. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde eğitim gören arkadaşlarımız, Zerdali Şiir Akşamları’nı düzenlemeye başladılar. 15 Temmuz Direniş Şiirleri Antolojisi’nde, Hayal Bilgisi olarak 20’den fazla şairimizle yer aldık. EDEBiyat Hayal Bilgisi’ne gönderilen eserlerin çok azında eser sahiplerinin özgeçmişleri yer alır. Bu sayı için gönderilen şiirlerin birinde yer alan bir özgeçmiş bizi çok mutlu etti. Kendini pazarlamayan, sahip olduklarından bahsetmeyen, bize “eser sahibini” anlatan ve bu yönüyle edebiyatın “edep” ile başladığını hatırlatan bir özgeçmişti bu. İsmini vermeden, o güzel metni okurlarımızla paylaşıyoruz. “Ben ………. Gecekondu mahallesinde ikamet etmekteyim. Üniversite nedeniyle beş yıl Trabzon’da yaşadım; maliye bölümünü bitirdim. Bir süre işsiz kaldım. Daha sonra garsonluktan pazarcılığa, broşür dağıtmaktan kargo kuryeliğine kadar birçok işte çalıştım. Hiç bırakmadığım esas mesleğim/ tutkum yazı yazmak oldu. İşten arta kalan zamanlarımı güvercinlerimle ve kitaplarımla doldurmaya çalışıyorum. Saygılarımı sunar, iyi çalışmalar dilerim…” Hayal Bilgisi Edebiyat ve İyilik Dergisi Yıl: 7 Sayı: 23 Aralık/Ocak/ Şubat - 2016/2017 ISSN 2146-4294

Yayın Türü Yerel/Süreli

Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal

İletişim {05056351554} hayalbilgisi@windowslive.com www.hayalbilgisi.com

Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Levent Albayrak Kapak Çizimi Ahmet Uzun Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal iletisim@yunusunsal.com Seslendirmeler Atillahan Erdağ

Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com

Baskı ve Cilt: Ofis Yayın Matbaa Kâğıt San. Ltd. Şti. Davutpaşa Kışla Cad. Güven Sanayi Sitesi B - Blok No: 75 D: 386 - 387 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 577 63 48 – Gsm: 0533 091 81 66 Matbaa Sertifika No: 14973 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 60 TL (Kurum ve kuruluşlara: 150 TL) Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87 Kültür ve Turizm Bakanlığı Hayal Bilgisi’nin kurumsal abonesidir.


HAYDUT Cihat Şit

B

en zorla okutulan bir Milli Eğitim Müfredatı gibiydim. Önceleri kendimi fırçası sünmüş bir kara tahta silgisi olarak gördüğüm zamanlarda olmuştu. Özel okul öğrencilerinin pahalı ders defterlerine ödev olamayacak kadar sade ve tabiri caiz değilse sefil biriydim. Yaz aylarında harman tozu gibi ortalıkta dolaşırdım. İşsiz takılmak huyum değildi ama öyleydim. Köylülerim beni çocuklarına kötü örnek olarak göstermeye başladıkları vakit ben siyaset üstü bir yalan olmuştum artık. Bir gün maganda sözlere kurban gideceğimi bilemiyordum. Yedi altmış kalibrelik bir dilden yakın mesafeden tek kelime sıkmışlardı yüreğime. Uyandığımda kendimi onlarda buldum. Kamu spotu kılıklı adamlar beni çerçeveletmek istiyorlardı. Bana “şöyle otur, şöyle kalk, şöyle yat, şöyle…” diyorlardı. Sanki o matematikçi kızı istemeye gitmişiz gibi davranmaya gerek yoktu. Ben pahalı bir reklam afişi olarak duvarlara asılmalıydım sonuçta havalıydım kendi çapımda. Hurafe olduğuma inanmıyordum. Vakit geçince beni kaza edemeyeceklerdi. Bir farz gibi ciddiyim ki kendimi anlatamıyordum. Bütün bu yazdıklarım ve yazacaklarım kadar karışık biriydim. Vesikalık hayatın göbeğinde insanlar ölmek için yarışıyorken beni kim anlayacaktı. Matematikçi kız kadar güzel biri varsa o da Sara Eghlimi’dir deyip onun sesinden “Batmane Batmane” dinliyordum. Pentagon’da dünyayı yöneten koltukta oturuyormuşçasına altmış beş karış genişliğindeki odamda yayılmıştım ve somut olmayan dünya miras listesine gezi planlayacakmış gibi araştırmalar yapıyordum. Kötü bir örnek olduğum belliydi, köylülerim haksız değildi. Benim yaşımdakiler ya kaymakam ya avukat ya savcı ya hakim olmuşlardı. İnşaatta çalışanları pek örnek vermek istemiyorum onlar soğuk savaşı bitiren yazılı bir anlaşma misali duruyorlardı her yerde. Onlar öyle konuşunca, onlar şantiye siyaseti yapınca sanırdın Suriye kurtulacak, çocuklar ölmeyecekti. Ama karıştırılan harç kadar karıştırılan oyunlar vardı. Genelde benimle konuşan herkes büyük şeytanla mutlaka denge siyaseti izlemeliyiz diyorlardı. Beni de cennete denge politikasıyla kazandırmaya çalışıyor gibi bir izlenim veriyorlardı. Neyse nerde kalmıştık; araştırmalar yapıyordum demiştim. Evet üniversiteye öğrenci alınacak diyordu önümdeki haberde. Mersin’de açılacak olan nükleer santralde ileriki dönemler için nitelikli mühendis istihdam edilecekti. Ben daha önce Rusya’da bilgisayar mühendisliği bölümünde ikinci sınıfı bitirmek üzereyken annem “çık gel yoksa hakkımı helal etmem” dediği için okulu bırakıp geri gelmiştim. Sonra X Üniversitesinde matematik bölümünü üçüncü sınıfa kadar okudum. Üç senedir Türkiye’deydim. Annemin hakkını helal etmeye hiç

Edebiyat ve İyilik Dergisi

3 niyeti yoktu. Hak ve süt helali için mutlak surette referanduma gitmemiz gerekecekti. Ben mevcut koşullarda ülkemizde işsiz kalacağımı bildiğimden yaptığım araştırmalar sonucu Rusya’daki bu mühendisliğe başvuru yapmayı kararlaştırmıştım. Biz başvuru yapanlar zorlu bir süreçten geçtik. Benim avantajım, daha önce Rusya’da iki yıl kaldığım için Rusçayı çat pat bilmekten dolayı vardı. Ve istediğim olmuştu, Rusya’da altı yıl boyunca bu mühendisliği okuyacaktım. Rusya’da ve nükleer alanda eğitim almaya başladığım zaman kendimi suyken gazoz olmuş buldum. Efsane olacaktım. Köylülerin canı cehenneme. Annem bütün haklarını haram etmeye pek tabii devam ediyordu. Babam benim Rusya’da olduğumu biliyor bilmesine ama namaz kıldığı Kâbe taraflarında zannediyordu beni. Telefonda konuştuğum anneannem sürekli bana köyünüzde havalar nasıl diyordu. Nenem sağ olsun Rusya köydü onun için. Üç yılımı tamamladım Rusya’da. Bizim yetişmemizi istemeyen kişiler hatta devletler vardı. Geçen gün kaldığımız yurda iki sivil polis geldi. Sonradan öğrendik ki bu sivil polisler KGB’dendi. Bizi çarşıya sokağa çıkarken mutlaka kalabalık mekanları tercih etmemiz konusunda uyarıyorlardı. Meğerse büyük şeytan, Rusya’daki kemikçi mafyalara öğrencileri vurdurtuyormuş. Genelde bizden son sınıfta olanlar tehlikedeydi. Ama ayrıntıyı fark ettiniz mi bilmiyorum biz buraya Türkiye’den bu bölümü okumak için gelen ilk öğrenci grubuyduk. Dolayısıyla son sınıf meselesi yoktu bizde. “Üçüncü sınıftakiler tehlikedeydi” dostum, mesele bu. Yani bizim grup! İşine geldiği için Rus polisi bizi koruyacaktı. Ama ülkemizle yaşadıkları kriz bizi bu konuda olumsuz etkiledi. Polisler eskisi gibi bizimle iletişime geçmiyorlardı. Peşimizde misketini kaybetmiş çocuklar gibi dolaşanlar vardı. Haydutlara yem olacaktık. Yaz tatilinde geri döndüğüm memleketimden vize falan derken sorunlar, sıkıntılar üzerimde uzun eşek oynadılar. Benim çaresiz bir şekilde okulumu vize alıncaya kadar askıda bırakmama sebep oldular. Aralık ayında kötü bir haber aldım, arkadaşlarımın yarısı sınır dışı edilmişti. Diğer yarısından hiçbir şekilde haber alamıyorduk. Ana haber bültenlerinde yer almayan bu olaydan sekiz ay sonra yani Temmuz ayının sonlarında beni Türkiye’de içeri aldılar. Hala bu soğuk duvarın dibinde karanlık bağlantılarım olduğu yönünde beni ikna etmeye çalışıyorlar. Meğerse Türkiye’deki üniversite arkadaşlarım gerçekten karanlık adamlara yem olmuşlar. Benim de onlarla iki senelik geçmişim Rusya eğitimim derken başıma bunlar geldi. Önümüzdeki ay duruşmam olacaktı. Ama beni yargılayan savcıyla aynı koğuştayız. O duruşma anılarını yazıyor bense size bunları…


BAŞKA BİR ŞEY YOK DÜNYADA Ayşe Sena Er

G

üneşin, kasvete galip gelemediği bir gün… Havada sıcakla soğuğun, aydınlıkla karanlığın harbi var. Sabahın keskin soğuğu, geciktirmeye çalışıyor güneşin işgalini. Üşümekten çekinip montla çıkan rahatsız insanlardan biriyim ben de. Kimse benim farkımda değil, kimsenin bana ölgün bakışlar atmadığı, beni umursamadığı zamanlarda öyle özgürce kıpırdanıyor ki düşüncelerim. Herkeste oluyor mu bilmiyorum ama insanlar, benim yüreğimle aklıma aynı anda ellerini daldırıp hayallerimi alt üst edebiliyorlar. Bu durumu o kadar çok yaşadım ve öyle darlıklarda sıkıştım ki bu yüzden bazı insanların bir bakışıyla yeryüzündeki tüm taze kalpleri paramparça edebilecek güce sahip olduğuna inanıyorum. Kimseyle alakam olmayan şu müthiş zamanda Neşet Ertaş’tan ince bir türkü dinleyebilirim. İnsanların benden ayrılığını gururla kabul edip sadece ama sadece kendimle alakalı şeyler düşünebilirim. Şu muazzam gökyüzünü saatlerce izleyip güneş tepeye gelince gözlerimi kısıp mayışabilirim. Hatta sinek gibi göründüğüm bu harika zamanda limonlu bisküvimi kemiriyor gibi yiyebilirim. Ama yapamadım. Bir adam o kadar heyecanla bir şeyler anlatıyordu ki yıllarca bunları anlatmak için yaşamış gibi… Bakmadan edemedim işte. Bir baba gördüm çocuklarının yanında. Çizgili pantolonu kısa, siyah iskarpinlerinin önü düz ve tozlu… Çocuklarına sahilde mis gibi gevrek simit almış olmanın mutluluğunda bir baba… Yanında sıska küçük bir oğlanla masumiyet süslü ilkokul çağında bir kız. Bir de yıprandığını görmezden gelen dinç bir anne. Ellerinde neredeyse aynı miktarda yenmiş simitler. Hepsinin ayakkabıları aynı eskilikte… Hepsinin elleri aynı karalıkta... Çocukların şapkaları tüm pembe ve mavilere inat aynı siyahlıkta… Anne ve babada topak topak tüylenmiş hırka. Çocuklarda büyük gelen kahverengi ve lacivert montlar… Babanın anlattıklarını ilgiyle dinleyip gülüşüyorlar. Arada iki çocuk denize doğru yanaşıp hayallerinin en taze anlarını yaşarken, karı koca şu olmaz olası geçim derdinden bahsediyor gibi hüzünlü konuşuyor. Çocuklar tekrar

Edebiyat ve İyilik Dergisi

4

babaya yaklaşınca her şeyi bir kenara bırakıp gülünecek şeylerden bahsediyorlar. Hiç gitmiyorlar, hiç benden uzaklaşmıyorlar gibi gözlerimi kırpmadan onları izlemeye dalmışken küçük çocuğun kahkahasıyla irkildim. Simidini sıkıca tutup, elini karnına koyarak eğilmiş babasının anlattıklarına gülüyor. Allah’ım şu kâinatta, şu anda böyle güzel gülen bir canlı daha olamaz! Aklımı her çeşit duygu istila ediyor da ben hiçbir şey düşünemiyorum. Mutluluk! Aile! Fedakârlık! Yoksulluk! Neşe! Çocukluk! Nereye baksam, ne yapsam bilemedim. Kalbimi sarstı. Nefsime sıkı bir tokat geçirdi bu çocuk! Minik esmer elleriyle bir kalem koyup önüme mutluluğu yaz dedi sanki. Bir gülüşüyle güneşi galip getirip havayı bahar yaptı. Mutluluğuyla, tüm ailesinin ayakkabılarını parlattı, ablasının montunu pembe, kendi montumu şeker mavisine boyadı. Onun kahkahası babasını tüm ülkelerde haşmetli bir kral yaptı. İşe yaramaz dünyanın içinden sadece huzuru alıp kalanı buruşturup haris insanların ellerine bıraktı bu çocuk. Neler yaptı içimde? Hem büzüşüp kaldı yüreğim hem hiç olmadığı kadar feraha erdi. Ben bir gülüşü hakkıyla anlatmaktan acizim bugün. Bir gülüş için ellerim uyuşuyor. Bedenim oturduğu yerde, gözyaşlarım alt kirpiklerimde dondu kaldı. Bu dünya! Ah bu dünya, ne kadar da çocuklara göre… Bu kasvetli hava bir çocuk kahkahasına nasıl da açmış Allah’ım. Genzimde ağlamanın verdiği çocukluğum kokan bir rahatlık, artık durduramayacağımı kabullendiğim gözyaşlarım çenemin altında. Hep siyah ve hep küçük olan kuşlara bakıyorum özgürler hem nasıl az önceki çocuk gülüşü kadar özgürler… Çok uzaklaşmış olmalarından korkarak tekrar onların arkasından bakıyorum. Şimdi o güzel aile güzel kuşlar gibi uzakta… Beni asla duymayacağını bilerek fısıldıyorum: Sakın güzel çocuk, sakın küçük kalbini çekiştirmelerine izin verme. Babanın nasırlı ellerinden yanaklarını ayırma. Annenin oyalı yemenisinin kokusunu unutma. Bugün yediğin o simidin tadını damağında sakla. Yok bu insanlar, ben yokum. Sen varsın, camları hiç açılmamış güzel kalbin var. Baban var, annen ablan var. Simidin ve kahkahan var. İnan ki başka bir şey yok şu dünyada.


KARA DELİK

Edebiyat ve İyilik Dergisi

5

Kevser Evsen

M

elisa, yasemin, papatya… Yollar, karanlık ve gökyüzü. Mavi ve siyah. Kahkaha ve kin. Kim? Gerçek, sahte, yalan ve yalancılar. Yalanı meslek haline getirenler. Hak, hukuk, servet avcıları ve karaborsa. Fare, delik ve bekleyen kedi. Kara delikler sonra. Aklından geçenlerin böyle alakasız oluşuna kendi de şaştı. Arada bir kafası çok yoğun olduğu zamanlarda düşüncelerini yönetemez, kendini ummadığı bir yerde bulurdu. Bu artık çok güvensiz hissettirmiyordu. Ummadığı insanlardan ummadığı nice davranıştan sonra düşüncelerinde kaybolmak neydi ki? Öyle çok kaybolmuş, kendini hiçbir yere ait hissedememiş, hiçbir şey tanıdık gelmemişti ki. Neydi saçma düşüncelerde kaybolmak? Hızla yürümeye başladı. Deniz kenarında kendine bıraktığı zaman bitmişti. Üstelik bu ayrılan zaman çok gereksiz duruyordu şu an geriye bakınca. Çünkü vaktinde bitirmesi gereken işleri vardı. Aslında kendine verdiği bu gereksiz zamanlar olmayınca nefes alamıyordu. Merak etmiyor değildi. Sakin bir yerde oturup düşününce beynin nefes alıp almadığını. O adımlarını hızlandırırken yağmur da ona eşlik etti. Yüzüne yüzüne çarpan yağmura karşı hafifçe eğdi başını. Elleri cebindeydi. İlk iş kendini bir bankaya attı. Şu borcunu kapatması gerekiyordu. Ki kendi borcu da değildi. Kendinden feda ettiğindi borç. Kendinden feda etmenin ödülü olarak geri gelmeyendi. Tüm borçlar böyle olsaydı diye düşündü. Bankada ödenseydi. Eğer ödenmezse çalışılıp kazanılsa ve feda ederken açılan o delik kapatılsa. Öyle olmuyordu işte. Kendinden feda ederek verdiği sevgi, kendine verdiğinden fazla olan hani evet o, onu kendine ödemek için hiçbir şey bulamıyordu. Geri gelmiyordu. Ne sevgisi ne sevinci ne pırıl pırıl bir deniz gibi dalgalanan o koca yüreği… Yüreği daralmıştı. En çok buna üzülüyor, kendinden de uzaklaşıyordu. Sadece bunalma olarak değil bildiğin daralmıştı yüreği. Küçücük kalmıştı. Öyle kendine bile fayda etmez. O kocaman o tertemiz,

nice insanlar ağırlamış yürek küçücük kalmıştı. Küçük işte. Bu küçüklük, bu nezaketsiz kaba yürek onu çok incitiyordu. Halbuki onu bu hale kendisi getirmemişti. Neye üzülmeliydi? Hayatına aldığı yanlış insanlara ve onların geride bıraktıklarına mı yoksa onların çala çala kendine bir şey bırakmadıkları şu küçücük yüreğe mi? Al işte dedi artık bu yürekle hiçbir şey yapılmaz. Hele o kurduğu büyük düşler hiç… Bunu düşünürken gözünden bir damla yaş aktı. Veznedeki kadın sordu. “Kaç tl ödeyeceksiniz?” “Bin.” “Bir dakika efendim.” “Tabi.” Başını kaldırdı. Sanki birden bir üşüme gelmişti. Titredi. Saçlarının ucundan yağmur damlası düşüyordu. Karşıda banka kurucusu olan heybetli bir adam resmi, arkada oturmak üzere konulan sandalyeler ve sıra almak için bir makine. Yan taraftan müşteriye bir soru. “Kredi almak ister misiniz? Çok uygun ödemeli kredilerimiz var.” Karşıdaki adamın resminin yanında kulağına yapışan ses. Tik tak tik tak. Bir dakika geçmedi. Telefon sesleri ve soğuk bir bekleyiş. “Alayım ücreti efendim.” “Ha, tabi ki.” Bitmişti ömründen bir dakika. “İşleminiz tamamlandı.” Birçok dakika gibi hem de boş boş. “Tamam teşekkür ederim.” Ömrünün biteceği gibi işte. “Ben teşekkür ederim.”

Yazarlıktan Esnaflığa Geçiş Yapan Yazar: Elif Şafak

Siz de Elif Şafak gibi plajların vazgeçilmez kitaplarını yazmak ve market raflarındaki kitapların demirbaşı olmak mı istiyorsunuz? Şimdi elinize kağıt kalem... Bir Youtube kanalının hazırladığı çalışmayı izlemek için QR kodu okutabilirsiniz.


MEZARSIZ SORULAR Ahmet Uğur Solak

B

aş ağrımı hafifletmek için oturduğum dört köşeli masamda, yumruklarımı sıkarak bekledim. Kaç dakika, saat, gün, hafta hatırlamıyorum. Böylesine bir ağrıyı dört köşeli bir masa dindirebilir mi diye sordum. Çevremde kendimden başka soru sorabileceğim kimse yok. Sorularımı cevaplayabilecek mi demeliyim? Herkes kendi kadar yalnızdır yaşamlar boyunca dememeliyim. Böyle söyleyerek, bu yılları boğan, insanın kişiliğine acıma klişelerine bir artı da ben koymuş olurum. Beklemeliyim. Neyi, neden beklediğimi bilmeden bu eylemi dört köşeli bir masada gerçekleştirmeliyim. Bu ağrıya bir son vermeliyim. Baş ağrısı, baş ağrısı mı? Şakaklarımdan alnıma kavisler çizerek ilerleyen. Gözlerimden kulaklarıma demir çubuklar saplayan. Ensemden atılıp beynimin sınırlarını zorlayan. Düşünceme acımamalıyım. Patavatsızlığının cezasını isteyerek veya istemeyerek, severek veya sevemeyerek çektirmeliyim ona. Ölmemeliyim. Eğer olur da ölürsem; dönmemeliyim. Zaten öyle bir şansımın olmadığını bilmemeliyim. İnsanları görmemeliyim. Karanlıkta gözlerimi kapatmamalıyım. Kapatınca gülmemeliyim. Kime? Duvarlara. Düşmemeliyim büyük balkonlardan. Cesedimi ellerinde çekiçlerle izleyen insanlara, -evet çekiç- “zaten gamsız, tasasız bir adamdı, kimseye faydası yoktu” dedirtmemeliyim. Ellerindeki çekiçlerden pay vermeliyim. Cenaze namazımı kıldıran imama teşekkür etmeliyim. Olmayan cemaatle saf tutmalıyım. Bembeyaz kefene saranlardan, yağmurdan ıslanmış toprağı kazıp, gömenlerden özür dilemeliyim. Size de zahmet oldu. Sabahın erken saatlerinde birkaç lokma daha ekmek, birkaç tabak daha yemek, birkaç adet daha araba, birkaç adet daha ev, birkaç adet daha umut bulabilmek maksadıyla dükkânlarını açmak için gelen esnaf buldu cesedi. Kusursuzca serilmiş, ağzından sızan kan asfaltı koyulaştırmış, bedeni ters dönmüş, zaten annesi hep yatış şeklinden şikâyet etmiş, ölmüş. Lokantacı Mehmet acıyarak baktı. Üzüldüğünü ve onunda hisli bir insan olduğunu göstermek için cıks cıks çekti. “Yazık olmuş yahu, gencecik çocuk…” Kalabalıktan bir uğultu yükseldi. “Kim bilir ne haltlar yedi de atladı oradan.” dedi Metin Usta. Hak verenler oldu. Ölüyü dahi boş göndermiyoruz, doğrusu günahlarını alıp hafifletiyoruz desek yeridir. “Kendi başına yaşayan bir adamdı, alma ahını şimdi.” “Sebebi ortada, sizinki de iş!” “Yazık olmuş, gencecik çocuk.”

Edebiyat ve İyilik Dergisi

6 Kalabalığın konuşmaları birbirine karışırken gökten bir ceset daha düştü. Kadınlar ve çocuklar çığlık atarak kaçıştı. Herkes gözlerini yere düşen cesede dikti. Korku dolu bir çığlık daha patladı sokaktan. Hızla evlerine koşanlar oldu. İnsanlar birbirlerine “Bu nasıl olabilir?” sorusuyla baktı saniyelerce. Olayın garipliğini kaldıramayan zihinler korkularından ağlamaya başladı. Yere öylece serilmiş, ağzından sızan kan asfaltı koyulaştırmış, bedeni ters dönmüş, zaten annesi hep yatış şeklinden şikâyet etmiş, ölmüş, Lokantacı Mehmet. Metin usta diyaloğa katıldığı için kendisinin başına da bir olay geleceğini düşünüp hızla kaçtı. Fazla film izlediğini düşünmediler. Çünkü düşünmeye vakitleri olmadan bir ceset daha serildi yere. Yağmur başladı. Artık sokak sessizliğe terk edildi. Yerde yatan cesetler, kapıları pencereleri kapanmış, kilitlenmiş dükkânlar, evler. Belli aralıklarla gökten düşen cesetler doldurdu şehri. Kaçmanın hiçbir ehemmiyeti kalmadı. Bağırarak, kan ter içinde uyandım. Dört köşeli masanın, üçüncü köşesine baktım titreyerek. Filmlerde gördüğüm gibi rahatlamak amacıyla pencerenin önüne gelip yağan yağmuru dinledim. Düşüyorlar, düşüyorum. Galiba çıkardığım sesten korkan komşular zile basmaya, kapıya vurmaya başladılar. “Oğlum iyi misin?” Işık kapalı. Evde yoktum, derim. Siz de yoktunuz. Ben ses çıkarmadım. Siz de çıkarmadınız. Karşılık bulamayacaklarını anlayan komşular pes edip evlerine döndü. Baş ağrımı dindirmek için kendimi balkondan aşağı atacağım geldi aklıma. Sonra onu da beceremeyip uyuyakaldığım. Çekmecenin en alt gözünden kumaş mendillere sarılmış silahımı çıkardım. Dedem geldi aklıma: “Dünyanın bin bir türlü hali var evladım, ne olur ne olmaz.” Ne oldu ki olmasın. Yarım kalan intihar mektubuna son bir soru ekledi, cevaplamadı. Pencereden yavaş yavaş süzülen su damlalarına baktı. Duydukları silah sesiyle tekrar toplanan komşular ahlarla vahlarla zile defalarca bastılar. Karşı komşu Lokantacı Mehmet kapıyı kırarak içeri girdi. Kadınlar ve çocuklar tabi ki çığlık atarak kaçıştı. Senaryo değişti. Kimse düşmedi ve kimsenin anlayamadığı bir soruyla her hayatın bir ölüm ettiğini, bu lüksün şimdilik sadece kendisine biçilmiş kaftan olduğunu, arkasından sallanan bir çift el bırakmak kaygısını yazdı insanlara, bir soruyla: Ya imam da düşerse? Ne zaman ki güzü ardında bırakır mekân, ilk kar tanesi toprakla buluşur, gönüllerde bir titreme başlar.


MEVSİM

Edebiyat ve İyilik Dergisi

7

Samet Zenginoğlu

Hasret sarar dört bir yanı. Sıcacık bir hasret. Sevilenlerin arandığı, dört gözle beklendiği mevsimdir bu. Gözler pencerelerdedir. Gönüller aralanacak kapıya hasrettir. En masum anıların bir kez daha ısrarla ve tebessümle hatırlandığı anlardır bu anlar. Ayakların hissedilmediği, yüzlerin soğuktan kavrulduğu zamanlarda sınıfa ilk adım attıktan sonraki o masum al yanaklı gülüşler gelir insanın gözünün önüne. Buz tutan camlardan hava tahmininin yapıldığı zamanlardır bu zamanlar. Kurusun diye sobanın üstündeki güğümlere asılan eldivenler hatırlanır. Sonrasında hala burunda tüten, o portakal kabukları… Bir tesadüfmüşçesine, doğa dinlenmeye çekilirken, hatıralar anbean filizlenir, yeşerir. İlk sevgili hatırlanır belki. Belki, modern dünyanın beklentilerine inat, bir odada yanan sobanın aileyi, aileleri hep bir arada tuttuğu günler gelir hatıra. Çok kullanışlı bir çalışma masası olmamasına rağmen, sobanın yanı başında,

halının üzerine uzanıp yapılan ev ödevlerinin ne kadar da verimli olduğu keşfedilir. Yanı başımızda duran, kuru üzüm tabağı oradadır. Belki muhtelif isimler, markalar altında yer alan kafelerin hiçbirinde, sobanın üstünde kaynayan bir bardak çayın tadının bulunmadığı duyumsanır. Kuzineden çıkan patateslerin ve ekmeğin lezzetinin hiçbir lezzetle mukayese edilemeyeceği söylenir. Kardeşliğin manası bir kez daha idrak edilir belki. Ne kadar hayal kurulursa kurulsun, hiçbirinin gece başlar yastığa konulduğunda sobanın tavana yansıyan ateşinin eşliğindeki kadar mutlu hayaller olmadığı fark edilir. Sevgiye hasret kalınır mı? Kalınır elbet. Hasret mevsimi, hoş geldin…

BURUK AKŞAMÜSTLERİ Aysun Bahar Asar

Ş

ehir küçük bir çocuk gibi bırakıverdi kendini uykuya. Gecenin örtüsü yorgan misali sardı tüm şehri. Yine pazar geliyor işte. Erkenden ekmek almaya çıkan küçük çocukların neşeli sesiyle uyanacak şehir. Mutfak pencerelerinden en taze kokular yayılacak. Anneler en güzel şarkıları söyler gibi toplayacak çocuklarını masanın etrafına. Bütün gün yapılacak şeyler konuşulacak sıcak çaylar yudumlanırken.

kuları gelirdi, bilirdim kurabiye yaptığını, yine de sorardım. Sıcakken yemek isterdim de yanarsın diye müsaade etmezdin bana.

Hatırlıyor musun pazar kahvaltılarında ablamla bana salçalı ekmekler hazırlardın. Kimse bitirmeden yiyeyim diye tabağıma fazla fazla koyardın. O gün biz ne istersek o olurdu. Akşamüstüne doğru okulda giyeceğim kıyafetleri ütüler koyardın sandalyenin üzerine. Pazar banyomu mutlaka sen yaptırırdın. Ben okul çantamı hazırlarken mutfaktan vanilya ko-

Yazdıklarımı görenler annesine çekmiş diyorlar. Keşke bana emanet ettiğin el yazın gibi sesinden de bıraksaydın bir köşeye. Her sabah başa sarıp dinlerdim en güzel ezgileri dinler gibi. Şimdilerde yağmur kokularına dayanıyor yüreğim, sende bulduğum kokuyu başka hiç bir şeyde bulamıyorum.

Her pazar, vakit akşamüstünü gösterdiğinde burnumda hala senin kurabiyelerinin kokusu. Sabahları uyanırken senin sesinle uyanır gibi kalkıyorum yataktan. Biri salçalı ekmek yapsa da kimse kapmadan yiyiversem diyorum.


12 MART 2004 Abdurrahman Adıyan

Saat: 04.10 Minareden sardı mahalleyi Bilalî seda. Balkona çıkıp dinlemeli. O, sesi içten içe duyan var! Mevlâ’ma sonsuz şükür verdiği ulvî duygular için. Rab’bim sevgimi çoğalt, aşkınlığımı arttır. Ey bu sesi kalbimde, hücrelerimde coşturan el-Sahip! Tüm sesler senindir, sendendir... Saat: 08.30 Gün ışıdı, sessiz hâlâ yeryüzü. Kirpikler isyanda, kalkmalıyım. Kahvaltı ve yola koyuluyorum. Bugün neşeliyim, dilime dolanan sanat müziği şarkısı. Yol boyu hâl-hatır soruyor, selamlaşıyorum. Kafamda günlük işlerin planını yapıyorum. İlk işim, bir şair dostun şiirini kendisine verip, biraz da üzerinde mütalaa etmeliyiz. Sonra, Müştehir Karakaya’dan ilk kitap çalışmamın (Düşlerim Özgür Olsaydı) çıktısını almalı, gözden geçirip tashihlerden sonra aydıngere geçirmeli, matbaaya baskıya göndermeliyim. Şehri-

Edebiyat ve İyilik Dergisi

8 van Gazetesi için yazı yazmalıyım, gecikti! İsmail’in (oğlum) hesabına para yatırmalıyım. Dükkân kirası ödenecek, üstelik param da eksik. Bugün Cuma namazı var; vakit dar. Akşama Mûsikî Derneği’nin çalışmalarına katılmalıyım. Geçen hafta gecikmiştim “tatlı cezası” vermişlerdi, unutmamalıyım. Eyvah üstüm başım paspal, üstelik saçım sakalım birbirine karışmış... Gece, Âşıklar Kahvesi’ne gitmeli; âşıkların atışmalarını kaydetmeliyim. Maraş Caddesi’nden Cumhuriyet Kavşağı’na kafamdaki planlarla birlikte varıyorum. Kavşaktaki gazete bayiinin sergisi dikkatimi çekiyor. Hayır, sergiden ziyade gazetelerden birinde gördüğüm, büyük puntolarla, “İspanya’da 11 Mart Terörü 186 Ölü” manşeti; bir diğeri ise “AB’de Son Elli Yılın Felâketi”. Her taraf kan-revan... Haa bir de, bundan otuz küsur yıl önce yaşanan “12 Mart Muhtırası” vardı! Gel de, canın sıkılmasın!

KUŞ BAKIŞI Murat Gil

B

ir ayağını yıllar önce yitirmiş topal bir martıyım ki bir binanın çatısından izliyorum meydanda heyecanla bekleyen şu adamın ayağıyla tempo tutuşunu. Bir insan heyecanlıyken ne çok şey yapar aslında. Anlamsızca volta atar, bir türkü tutturur, birkaç sigara tellendirir üst üste ve hatta bir parça gevreği bölüşebilir biz martılarla. Bu adam, ayağıyla tempo tutuyor sade. Bir şarkı mırıldanır gibi dudakları, heyecanını üzerinden atmanın yollarını arıyor. Kafasında az sonra söyleyeceği sözleri döndürüyor belki. Bu bekleyiş yalnızca bir buluşma beklentisiyle değil, gecenin en zifiri karanlığında; aydınlığa kavuşulacak anın beklentisiyle sürüyor. İki adam yanaştı bizimkinin yanına. Biri sigarasını gösterip ateş istedi. İçmiyor ki sigara. Bir şeyler sordular, tedirgin oldu. Eliyle koluyla bir yeri tarif eder gibi anlatmaya çalıştı. Bir süre sonra eliyle gösterdiği yöne gitti iki adam. O da ne? Kocaman bir köpek gelip durdu şimdi de yanında. Şu bizim çöplerimizi karıştıran Karabaş. Ne zor geliyor ekmeğini bölüşmesi. Genç adam korktuğunu belli etmemek için zor duruyor karşısında. Ya böylesine korkarken gelirse

beklediği? Köpek arka ayakları üstüne oturuyor, bir parça ekmek dileniyor sanki. Elinde bir şey yok ki bizimkinin, ne verebilir bu köpeğe? Köpek, uzandı. Ön ayaklarını uzatabildiği kadar uzattı. Arka ayakları üzerinde yükselebildiği kadar yükseldi. Nasıl da geriniyor? Başını ön ayaklarının üzerine yatırdı, melül melül bakıyor. Bir süre bekleştiler. Bir iki insan seyirtti yanlarından. Genç adam köpekten uzaklaştı, yerde duran mavi bir pet şişe kapağını tekmeledi. Karabaş, bir anda irkilerek kalktı yerinden; kuyruğunu altına sıkıştırıp uzaklaştı. İkisi de korktular. Birbirlerine zarar vermekten korkan insanlar gibi korkmadılar, kahretsin! Hayır, öyle değildi korkuları. Korkular çeşit çeşittir bilirsiniz: Ben toprağa konmaktan korkarım mesela. İnsanların yükseklik korkuları vardır ya bizdekinin adı “alçaklık korkusu”. Kimisi ölümden korkar deli gibi. Bir başkası sevdiklerinin ölümünden… Geceleyin yürümekten korkanlarıysa hiç anlamam, ne var ki derim gecede. Dünya en masum halini bürünmez mi geceleri? Yalnızca bizim çığlıklarımız koşuşur çatılarda.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

9 Bunlar birbirlerine zarar vermekten korkan insanlar gibi korkmadılar. Halbuki ne yüce bir duygudur kıyamamak, “Ya karşıdakine zarar verirsem!” korkusunu duymak. Bunların korkusu çağlar ötesinden sırtımıza bağlanan, ehlileşmemiş bir korku: Ya zarar görürsem korkusu! Öte tarafa ilerliyor. Birkaç gün sonra düzenlenecek zafer yürüyüşünü, önemli insanlar daha rahat izleyebilsin diye belediye ekiplerinin kurduğu, yıpranmış bir tribüne doğru yürüyor genç adam. Sıkıldı mı acaba beklemekten, yoksa yoruldu mu? Pek sıkılmış gibi değil hareketleri. Sabırsızlanıyor sanki. Ağzında haykıramadığı sesler varmış da onları zorlukla tutuyormuş gibi… Sabırsızlanmak zordur elbet. Ne uyku yüzü gösterir adama, ne adamakıllı işbaşı yapmak şevki. Kafasını toparlayamaz ki insan. Hangi işle uğraşsa, işin en can alıcı yerinde midesine dolar o yakıcı heyecan. Sonra gel de düşün. Belli ki düşünmekten uyku yoksunu bir gecenin ürünü bu yorgun gözler. Demek ki öyle bir heyecanın göstergesi bu nereye konacağı bilinemeyen kollar. Yanı başı deniz. Denize döndürüyor yüzünü, ufukta karşı kıyının ışıkları var. Uzun uzun seyrediyor. Ne anlıyorlar bundan, denizi uzun uzun seyretmekten, güneşin batışında; kızın başını erkeğinin omzuna koyması neyi anlatıyor? Gerçi bu da soru mu? Onlar da bilmezler bir martının havada asılı kalıp yeryüzünü seyredişini ya da bir kayaya tüneyip limandan ayrılacak bir vapuru bekleyişini. Sonunda geldi. Bir telaş sardı genç adamı. Elini kolunu saklayacak bir yer arıyor. Bulamaz! Uzaktan uzağa öpüştüler. Öpüşme denmez buna, yanakları değdi birbirine. Az sonra gidecekleri yer için -eliyle koluyla yaptığı hareketlerden- kararı kıza bıraktığı belli. Bu çocukça utanç, bu anlam veremediği mahcubiyetle kararı kıza bırakması daha iyi. Bizim kararı rüzgâra bıraktığımız gibi kapılıp gidiyor kızın kararına. Her zaman biz karar vermeyiz nereye gideceğimize. Bazen kapılmak gitmek isteriz. O da öyle yapıyor. Üstâd martının dediği gibi: “Sen bilemiyorsan rüzgâr biliyordur belki aş nerede, eş nerede.” Deniz kenarında kâh adımlarına bakarak, kâh sağa sola, birbirlerine ve sonunda vardılar ulaşmak iste-

dikleri yere. Şu ötedeki iskele babasına tünemeli de beklemeli olacakları. Peşlerinden içeri girecek değilim ya. İçeride kim bilir ne kadar kalacaklar? Neler biriktirdi bizimki ağzında? Her zamanki kötü esprilerini mi yapacak? Buna, bugün cesaret edemez oysa. Yoksa bir niyet sınaması yapmanın sırası gelmedi mi? Bizimkine belli olmaz, yeri zamanı değil şimdi der, öyle karar verirse bekler; aylarca konuşmaz bile. Karşıda bir ışık görmezse yalnızlığına katlanır da. Oysa fırtına ortasında sığınacak liman arayan bir yelkenli gibi son günlerde. Uzun uzun dalıyor ufka. Böyle çalkantılı denizin ortasında bu pejmürde yelkenleri, bu kırık dökük bordayı layık göremiyor hiçbir limana. Hele ki ona… Bazen bir kayanın üzerinde günlerce aç kalmış bir martı hüznü yaşıyor, anlıyorum. Bazen parça parça olayım, alabora olup karışayım diyor denizin sularına. Daha ne duruyor peki? Bir karar vermeli. Bir deniz feneri gibi yolunu aydınlatmadı mı o? Buyur etmedi mi demir atsın diye kıyısına? Son birkaç gündür gülmüyor mu yüzü? Kapkara bulutların ardında güneşi gören martılar çığlık çığlığa uçar ya denize, öyle koşuyor yanına. Bir bahane bulup buluşturup soluğu onun yanında alıyor. Bir iki saat oldu. Çıktılar. Önden çıktı genç kız. Arkasında bizimki. Kız ürkek adımlarla ilerliyor. Eline davranıyor genç adam. Alelacele yapılmış bu hareketin önünü ardını düşünmedi bizimki. Boğulmak üzere olan bir adamın bir tahta parçasına can havliyle tutunmasını görmüştüm bir keresinde. Onun yüz ifadesi belirdi bizimkinin yüzünde. Minnettarlık. Belli ki tutamamış içinde onu sevdiğini. Belli ki bir umut belirmiş gözlerinde genç kızın. Kız çekmedi elini, “Tutun işte!” dedi içten. El ele tutuştular. Çok değil bir süre sonra çekiyor kız elini. Utangaçlığını gökyüzünden bile gizleyemiyor. Onu gören genç adam durur mu, iki kere utanıyor, mahcup oluyor. Kız yücegönüllü. Sevdi çocuğun işi dallandırıp budaklandırmadan dosdoğru söyleyişini. Bugünlük bu mutluluk yeter, biteceğinden korkuyorum der gibi bakıyor. Gülümsüyorlar. Ben de bırakıyorum onlara bakmayı. Bir yabancı göz daha bu çocuksu mahcubiyete fazla. İstesem genç adamın kızı apartmana girdiği ana kadar beklediği durağa da konarım ama yapmıyorum. Bu taze rüzgârda çırpınan pejmürde yelkeni, salim bir limana teslim etmiş kaptan huzuruyla çığlıklara karışıyorum.


YAŞLI DELİ Erdal Şahin

K

üçük yerlerde haberler çabuk yayılır derler. O günlerde eşkıyalığa soyunan kasabanın ücra bir köyünde mukim Halit’in yaptıkları bütün kasabada küçük büyük herkes tarafından duyulur olmuştu. Kız kaçırma, adam yaralama, arazi gasp etme ve başka köylülerin koyun sürülerini talan etme eşkıya Halit’in işlediği bazı suçlardı. Kendisine yapılan suikastten de sağ kurtulması kasabalıların gözünde artık daha çok korkulan bir eşkıya olmasına neden olmuştu. Ya da kiminin gözünde bir kahraman. O günlerde herkesin dilinde eşkıya Halit’in yaptıkları vardı, insanlar bire on katarak yaptıklarını anlatıyordu, bu da kasabalıların ondan daha çok korkmasına neden oluyordu. Anlatılanlar bizlerin de kulağına geliyordu ve o zaman çocuk yaşta olan bizlerin korkusu bir kat daha fazlaydı. Halit’in bu yaptıkları kasabalılarda bir korku ve endişeye neden olurken, bir kişide farklı bir duruma neden olmuştu; bu da yetmişine merdiven dayayan yaşlı babası Hemo’dan başkası değildi. Yaşlı Hemo eşkıya oğlunun bütün bu yaptıklarına daha fazla dayanamamış ve sonunda akli melekesini yitirmişti. Bu yaşlı haliyle başını alıp gece gündüz, yaz kış soğuk sıcak demeden ortalıkta geziniyor, köy köy dolaşıyordu. Şimdi de bütün kasabanın dilinde, oğlundan sonra aklını yitirmiş yaşlı Hemo vardı. Yaşlı Hemo’nun böyle perişan bir şekilde bazen üstü başı yırtık aç susuz ortalıklarda dolaşması çok içler acısı bir durumdu. İnsanlar onu buldukları yerde biraz eğlenme adına kendisinden ya bir şarkı söylemesini ya da oğlunun yaptıklarını dillendirmesini istiyorlardı, bazen de onunla şakalaşıyorlardı. Hemo kasabanın zararsız yaşlı delisiydi. Kırmızı Köprü beldesi, köylerden kasaba merkezine giden yolun güzergâhı üzerinde kurulu çok şirin bir yerdir. Belde ismini kasabayı adeta ikiye bölen, suyu yazın oldukça soğuk, kışın ise sıcacık olan ve sürekli hırçın bir akışla akıp giden büyükçe bir derenin üzerine yapılmış, binlerce yıllık bir tarihi olduğu söylenen kırmızı tuğlalı taşlardan örülü tarihi köprüden almakta. Bu köprünün etrafında, çevredeki köylülerce yapılan çeşitli dükkânlar mevcut, o yüzden burası zamanla küçük bir çarşı hüviyetine bürünmüştür. Burası onlarca köy yolunun kesişme noktası olduğu için her daim insanların önemli bir uğrak yeridir. Buradan geçen yolun bir tarafında birbirine yapışık bakkallar kahvehaneler var ve çarşının karşısında dereye bakan tarafta ise yan yana dizili asırlık söğüt ağaçları… Yolu buradan geçenler mutlaka bu söğüt ağaçlarının gölgesinde bir süreliğine dinlenip, güzel demlenmiş bir çay içerek ve buradaki muhabbet ortamında soluklandıktan sonra yollarına devam edip giderlerdi. Kasabada eşkıya Halit’in yaptıkları yetmiyormuş gibi

Edebiyat ve İyilik Dergisi

10 bir de o günlerde kasabada hırsızlık vakaları alıp başını gitmişti. Kasabada bir hırsızlık çetesi türemiş, fırsat buldukça hırsızlık yapıyorlar ve ellerine geçen her şeyi çalıyorlardı. Özellikle de hedeflerinde içi eşya dolu bakkallar vardı. Gece kimsenin kalmadığı bu Kırmızı Köprü mevkiinde bulunan bakkallar onların ilk hedefiydi. Hatta farklı zamanlarda birkaç bakkalı soyup soğana çevirmişlerdi. Bu hırsızlık vakalarına karşı bakkal sahipleri artık tedbir amaçlı iki üç kişi sabaha kadar burada nöbet tutma kararı almışlardı. On beş yaşlarında olduğum o yıllarda babamın da bir bakkalı vardı Kırmızı Köprü’de. İlkokulu bitirmiştim ve okumaya devam etme isteğime rağmen bazı nedenlerden dolayı babam okumama müsaade etmemişti. Bakkal işleri iyi gittiğinden dolayı ben de sabahtan akşama kadar bakkal işlerinde babama yardım ederdim. Ayrıca onlarca defa, öbür bakkal sahipleriyle birlikte gece sabaha kadar burada nöbet tuttuğumu biliyorum. Mevsim sonbaharı gösterince kasabada artık havalar iyice soğumaya başlıyor. Sonbahar mevsimi kasaba bir başka güzelliğe bürünürdü, kar yağınca kasabanın yolları yılın yarısı kardan dolayı kapalı kaldığı için özellikle sonbahar mevsiminde insanlarda kış için yoğun bir hazırlık telaşı görülürdü. Beş altı aylık gıda ve yakacak stoku için herkeste hummalı bir çalışma başlardı. Kırmızı Köprü’deki bakkallar ardına kadar eşya ile dolu olduğu için özellikle bu mevsimde hırsızların iştahını kabartıyordu. Havanın soğuk olduğu bir sonbahar günüydü, gün akşam olmuş Kırmızı Köprü’deki dükkânların kepenkleri bir bir kapanmaya başlamıştı ve bakkal sahipleri de çevre köylerdeki evlerinin yolunu tutmuşlardı. Evet, bir nöbet sırası daha bize gelmişti. Bu akşam bizim köyden bir arkadaşla nöbet tutacaktık. Hemen hemen her nöbet sırasında değişik bir olayla karşılaştığımız olurdu. Yağmurlu ve soğuk bir sonbahar gecesinde korku ve endişeyle bir nöbete daha başlamıştık. Nöbeti sabaha kadar açık bırakılan çarşının orta taraflarında bulunan bir kahvehanede bekleyerek tutardık, arada bir çıkıp etrafı kontrol eder tekrar nöbet yerimize dönerdik. Akşam yemeği hazırlığı başlamıştı, ancak bu gün köyden ekmek getirmeyi unutmuştuk, iyi ki öğle yemeğinden kalan bir ekmeğimiz vardı, ancak bu akşam misafir olursa, sabaha kadar aç kalacaktık. Genelde her akşam buradan geçen insanlar olurdu ve çoğu zaman da sofralarımıza misafir olurlardı. Bu akşam misafir gelmese artık iki kişi bu ekmekle idare edecektik. Kahvehanenin ortasına kurulan soba üstünde güzel bir akşam yemeği pişirmiş, çayımızı da demlemiştik.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

11 Birazdan bu güzel yemeği yemeyi düşünürken, tak tak tak kapı sesi geldi. Kapıyı açtığımızda on dört on beş kişi peş peşe içeri girdiler, gelenler yol çalışmaları için kasabaya gelen karayollarına ait bir ekipti, daha önce geldikleri için burayı biliyorlardı. Burada bir çay içip biraz da ısındıktan sonra yollarına devam edeceklerdi. Nöbet arkadaşım sobanın üstünde güzel demlenmiş çaydan ikram etti onlara, çaylar içildikçe içiliyordu. Çay muhabbeti biraz uzun sürmüştü, karnımız açlıktan zil çalıyordu, bir kenara bıraktığımız yemeğimiz de artık soğumuştu, bir an evvel gitseler de yemeğimizi yesek diye düşünüyorduk. Gece epey ilerlemişti, ortalık sessiz sedasızdı, hava biraz daha soğumuştu, misafirler yanan sobanın etrafına kurulmuş son çaylarını yudumluyorlardı. Kahvehanenin kapalı olan kapısı bir anda açılmış içeriye üzerinde ince bir pijamadan başka hiçbir şey olmayan, ayakkabısız ve hiç konuşamayacak bir durumda olan yaşlı bir adam dalmıştı. Sobanın etrafına kurulmuş çay içen muhabbet eden misafirler bir anda ürkmüş ve büyük bir korkuya kapılmışlardı. İçeriye bu şekilde habersiz giren yaşlı adamı daha önce birkaç defa gördüğüm için hiç korkmamıştım. Üstünde hiçbir elbise olmadığı için neredeyse donmak üzere olan bu yaşlı amcaya hemen sobanın yanında bir yer açtık. Bu yaşlı adamın kim olduğunu ve durumunu buradaki misafirlere anlattım, üzüldüler. Hemen gidip yanlarında fazla bulunan iş elbiselerinden kimisi ayakkabı kimisi çorap kimisi atlet fanila kaban gibi üst baş getirip yaşlı amcaya giydirdiler ve yollarına devam edip gittiler. Sobanın yanında oturup giyindiği elbiselerle ısınınca kendine gelen ve konuşmaya başlayan yaşlı adamın aç

olduğunu düşündük. Daha önce hazırlayıp gelen kalabalık misafirlerden dolayı yiyemediğimiz akşam yemeğimizi bu yaşlı amcaya ikram ettik, bütün yemeği büyük bir iştahla ve afiyetle yedi. Kim bilir ne zamandan beri yemek yememiştir diye düşündük. Evet, yapıp yiyemediğimiz ve epey nasibini bekleyen bu güzel yemeğin sahibi bu yaşlı adamdı. Bu gece aç kalmıştık belki ama aç bir insanı doyurduğumuz için sevinçliydik, zira aç bir insanı doyurmak aç kalma duygusundan daha güzel ve daha mutluluk vericiydi. Isınıp karnı doyan yaşlı adam bir iki şarkı söyledikten sonra kalkıp dışarı çıktı, biz de peşinden çıktık. Yaşlı adam gecenin karanlığında çarşının karşı tarafında akan derenin hemen kenarında bulunan ve çarşı esnafının ve insanların oradan su ihtiyaçlarını karşıladığı büyük çeşmeye doğru yürüdü. Çeşmenin yanına betondan büyük bir namaz kılma yeri vardı insanlar özellikle yaz boyu sıcak günlerde burada namaz kılarlardı. Ayın ara sıra bulutların ardına girip çıktığı, solgun bir ay ışığının etrafı aydınlattığı bu soğuk sonbahar akşamında çeşmeye doğru giden yaşlı adamı uzaktan meraklı gözlerle izlemeye koyulduk. Çeşmeye varıp abdest aldı ve yanındaki buz kesilen beton namazgâhta dakikalarca gelişigüzel namaz kıldı dua etti. Sonra yanımıza gelip akrabalarının olduğu bir köye gideceğini söyledi. Bu soğuk ve karanlık akşamda nasıl gidersin dememize aldırmadan yoluna devam etti ve karanlıkta kaybolup gitti. Bize bu gece bu ilginç şeyleri yaşatan yaşlı adam, bütün kasabalının tanıdığı eşkıya Halit’in babası yaşlı deli Hemo’dan başkası değildi…

ANKET SONUÇLARI EdebiyatHaberleri.Com anket sayfası ve Hayal Bilgisi’nin sosyal medya hesaplarında üç ay boyunca devam eden anketlerimizin sonuçlarını paylaşıyoruz. İndirim konusunda en cimri yayınevi hangisidir?

37%

Can Yayınları

20%

Metis

89%

Hayır, desteklemiyorum. Evet, destekliyorum.

11%

24%

Yapı Kredi Yay. Doğan Kitap

Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na girişin ücretli olmasını destekliyor musunuz?

19%

Kürk Mantolu Madonna kimdir?

12%

Şarkıcı

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları ve Kitabevleri yeniden açılmalı mı?

71%

Evet Hayır

29%

80%

Roman Hayvan Hakları Savunucusu Twitter Fenomeni

5% 3%


Edebiyat ve İyilik Dergisi

12

İLHAM VERENLER Ahırı Kütüphaneye Dönüştüren Lise Öğrencisi

Fotoğrafların tamamını görmek için QR kodu okutabilirsiniz.

Osmaniye’nin Düziçi ilçesinde yaşayan 17 yaşındaki lise öğrencisi Hüseyin Ege Kök’ün kısa süre önce annesi vefat etmiş. Hüseyin, annesinden kalan evlerinin ahırını, bütün çocukların faydalanabileceği bir kütüphaneye dönüştürmüş. 150 kitapla başlayan kütüphane, insanların ilgisini çekince destek bulmuş ve 3500 kitaba ulaşmış. “Yüksel’in Kütüphanesi” adını verdiği kütüphanenin çok sayıda ziyaretçisi var. Bu güzel kütüphaneye kitap göndermek isterseniz, adresi şöyle: Hüseyin Ege Kök, Yarbaşı Beldesi Karaçarlı Köyü Yüksel Kök Caddesi Yüksel’in Kütüphanesi No: 89 Düziçi / Osmaniye

Dünyanın En İyi Bakkalı Bu Olabilir Çocuklara kitap okuma alışkanlığı edindirmek için çabalayan güzel kalpli bakkal Kanber! Bakkal raflarına çocuk kitapları dizmiş ve mahalledeki çocuklar bu kitapları okuyup kendisine geri getirdiklerinde onları çikolata ile ödüllendiriyor. Herkese örnek olacak bu güzel adamın videosunu izlemek için QR kodu okutabilirsiniz.

Okumak Sizden, Çayınız Kahveniz Belediyeden Zeytinburnu Merkezefendi Şehir Kütüphanesi’nde, kitap okuyan ya da ders çalışan herkese çay, kahve, çorba ücretsiz!

Videoyu izlemek için QR kodu okutabilirsiniz.

Geçtiğimiz aylarda Zeytinburnu Belediyesi tarafından Merkezefendi’de hizmete açılan Şehir Kütüphanesi, sessiz sakin konumu ve alışılagelmişin dışında hizmetleriyle kısa sürede kitapseverlerin uğrak noktası oldu. Resmi açılışının yıl sonunda yapılması planlanan kütüphanede kitap okuyan ya da ders çalışan herkese çay, çorba ve kahve ücretsiz servis ediliyor. Kütüphaneye, üniversite ve kurs sınavlarına hazırlanan öğrenciler kadar araştırma yapmak ve kitap okumak için de pek çok yetişkin bireyler geliyor. Sabah 09.00 ile gece 24.00 saatleri arasında hizmet veren kütüphanede şu an 20 bin kitap bulunuyor.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

13 HAYAL BİLGİSİ ŞİRİ VE ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2017 Hayal Bilgisi Dergisi tarafından 2016 yılı içerisinde yayınlanmış şiir türünde bir kitaba Hayal Bilgisi Şiir Ödülü ve öykü türünde bir kitaba Hayal Bilgisi Öykü Ödülü verilecektir. 1- 2016 yılı içerisinde yayınlanmış şiir ve öykü kitapları ödül için aday gösterilebilir. 2- Seçici kurul üyeleri ödül için uygun gördükleri kitapları aday gösterebilirler. 3- Başvurular, yayınevi ya da yazarın kendisi tarafından 15 Şubat 2017 tarihine kadar yapılabilir. 4- Kitaplardan 8’er adet, aşağıdaki adrese gönderilmelidir. 5- Ödül, 2017 yılı içerisinde Erciş’te yapılacak olan 3. Erciş Edebiyat Şöleni’nde verilecektir. 6- Seçici kurul, değerlendirmenin tamamlanmasının ardından açıklanacaktır. 7- Detaylı bilgi için, hayalbilgisi@windowslive.com adresine e-posta gönderilebilir. 8- Ödül ile ilgili tüm duyurular www.hayalbilgisi.com ve www.edebiyathaberleri.com adreslerinde yapılacaktır. Kitapların gönderileceği adres: Ayşe Ünsal adına, Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213 D: 14 Erciş Van

HİKÂYENİN DEVAMI SİZDE! (23. sayımızdan itibaren her sayımızda, kafamıza takılan bir konuyu, çözemediğimiz bir sorunu, bir hikâyenin fikrini, belki zihniminde dönüp duran tek bir cümleyi sizlerle paylaşacak ve bir hikâye yazmanızı isteyeceğiz. Bize gönderilen hikâyeler arasından bir tanesini seçecek ve sahibine İyilik Atölyesi’nden kitap ve dergiler hediye edeceğiz.) Erciş’te, Van Gölü’nü gören dairemizde her gece uzun saatler çoğunlukla bilgisayar başında çalışıyoruz. Bazen bir metni yetiştirmeye çalışırken, bazen Edebiyat Haberleri için haber yaparken, dikkatimiz aynı korna ile dağılıyor. Israrla çalınan bu kornaya ilk zamanlarda sadece kızıyorduk. Sonra fark ettik ki, her gece aynı saatte ve aynı şekilde çalınıyor. Sonraki günlerde saati kontrol edip bekledik kornanın çalınmasını ve her defasında nedenini bulmaya çalıştık bu gizemli kornanın. Hikâye sizde! Bu kornanın hikâyesini hayalbilgisi@windowslive.com adresine gönderebilirsiniz. “Hikâyenin Devamı” başlığını e-postaya eklemeyi unutmayın. 24. sayıda seçtiğimiz metni yayınlayacak ve sahibine İyilik Atölyesi’nden kitap ve dergiler hediye edeceğiz.


İYİLİK ATÖLYESİ Hazırlayanlar: Ayşe Ünsal, Cihat Albayrak

BİR HAYALİM VAR! Çocukların hayallerini gerçekleştirmeye var mısınız?

H

ayal Bilgisi, edebiyat ve iyilik dergisidir. Her sayımızda, çocukların “Bir Hayalim Var” diyerek kaleme aldıkları mektupları değerlendiriyor ve dergimizde yer veriyoruz. Bu çocuklar akranlarının sahip oldukları çeşitli imkânlardan mahrum olan çocuklar. Sahip olmak istedikleri şeyler, genellikle kişisel imkânlarımızla temin edebileceğimiz şeyler. Yayın yönetmenlerimizin yönetim kurulunda olduğu Van Yazarlar ve Şairler Derneği ile dergimizin okur ve yazarlarının işbirliğiyle her sayıda çocukların hayallerini gerçekleştirmeye, çocuklarımıza hayatlarını güzelleştirecek iyilikler yapmaya çalışıyoruz. 22. sayımızda, üç çocuğumuzun hayalini gerçekleştirdik. Farklı şehirlerde yaşayan çocuklarımızdan birine gitar hediye ettik. Bir başkasına kedi ve köpek mamaları gönderdik sokak hayvanlarının karnını doyurması için. Son çocuğumuza ise arkadaşlarıyla birlikte yemesi için bir pasta hediye ettik. Hepsine ayrıca kitap setleri gönderdik. Bu sayıda dört kardeşin hayallerine yer vereceğiz. Dördünün de bambaşka hayalleri var ama dördünü de mutlu edecek bir çözüm bulduk biz. Bahçeli evlerinde hep birlikte eğlenip vakit geçirebilecekleri bir ağaç ev yapmak istiyoruz onlar için. Belki maddi olarak bizi zorlayacak ama altından kalkabileceğimize inanıyoruz. Nihayetinde çocukluğumuzdan beri bizim de hep hayalini kurduğumuz bir şey bu. Hem eminiz, bu ağaç ev kardeşlerin mahallelerindeki arkadaşlarını da ağırlayacak ve pek çok çocuğu mutlu edecektir. Destek olmak için 05056351554 nolu telefondan ya da sosyal medya aracılığıyla bize ulaşabilirsiniz. Öteki hayallere sahip çıkmak isteyenler de iletişim kanallarımız üzerinden bize ulaşabilirler.

İBRAHİM (8. sınıfta okuyor.) ELİF (1. sınıfta okuyor.)

Benim hayalim öğretmen olmak. Hayvanat bahçemin olmasını ve en çok da kedimin ve kuşumun olmasını istiyorum.

Benim hayalim bu sene TEOG sınavından yüksek puan alıp çok güzel bir liseye gitmek. Gelecekte astronot olmak istiyorum. Çünkü uzayı, uzayın derinliklerini ve gezegenleri merak ediyorum. Ve bugün dünyada olan savaşlarda birçok insan, çocuk ve daha yeni doğmuş olan bebeklerin ölümlerini tv ve medyada birçoğumuz görüyoruz. Ben de Allah’ın izni ve yardımıyla gelecekte bu olanlara bir son vermeyi umut ediyorum.

MERVE NUR (10. sınıfta okuyor.)

2 yıl sonra YGS sınavında güzel bir puan alıp güzel bir üniversiteye gitmek istiyorum. Aynı zamanda kendimi çok iyi geliştirip insanlık için faydalı işler yapmayı istiyorum. Genç kızlara dini eğitimler verip onları geleceğe faydalı birer insan olmaya hazırlamak istiyorum. Gençliğin daha iyi yerlere gelmesini istiyorum. Herkesi kitap okumaya, sevdirmeye çalışmak istiyorum. Ve ayrıca insanları kitaplara alıştırma üzerine faaliyetler düzenlemek istiyorum.

HATİCE (5. sınıfta okuyor.)

Benim en büyük hayallerimden biri doktor olmak. Bir ağaç evimin olmasını isterdim. Bu dünyada başarılı olmak, insanlara yardım etmek ve hayatlarını kurtarmak istiyorum.


Ülkemizde kültür, sanat, edebiyat alanlarında bir diriliş için neler yapılmalıdır? Devlet, STK’lar, yayıncılar, sanatçılar, eğitimciler, kurum ve kuruluşlar neler yapmalı, neler yapmamalıdır?

Ülkemizdeki kültür sanat edebiyatın yeniden dirilişi için hemen hemen herkese büyük görev düşmektedir. Öncelikli görev kamu kurum ve kuruluşlarınındır. Öncelikle eğitim sistemimiz sınav odaklı eğitimden vazgeçip, düşünme, yorumlama odaklı bir eğitimi benimsemeli, müfredat, tüm disiplinlerin öğretildiği bir sisteme kavuşturulmalıdır. Okullarda, okuma özendirilmeli, kitap okuma başlı başına ders olmalıdır. Diğer yandan Milli Eğitim’in belirlediği 100 temel eser basılıp, tıpkı ders kitapları gibi öğrencilerin yaşlarına, sınıflarına, pedagojik durumlarına göre lise sonlara kadar tümüyle ücretsiz dağıtılmalıdır.

NECİP TOSUN

Gazeteler, üç sayfa spor sayfası yanında mutlaka kültür sanat sayfaları yapmalı, bu tür kültür sanat sayfaları zenginleştirilmeli ve her gün yayınlanmalıdır. Önemli edebiyatçılar köşe yazıları yazmalıdır. Diğer yandan her televizyon kanalı için RTÜK tarafından zorunlu olarak bu tür programlar yaptırılmalıdır. Kitap basımının, dağıtımının ve satımının kolaylaştırılması, ucuzlaştırılması için devlet mali düzenlemeler yapmalı, bu tür yayınlardan kdv uygulaması tümüyle kaldırılmalıdır. Kâğıtta destek indirimi yapılmalıdır. Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıkları, özel yayıncılığın satışı az olacağı için basmadığı prestij kitaplarını, klasikleri basmaya yeniden başlamalıdır. Yazar telif ücretleri de bu bağlamda artırılmalıdır. Belediyelerin kültürel etkinleri festival düzleminden kalıcı kültürel faaliyetlere evrilmelidir. Kültür, sanat evleri, kafeler oluşturulmalıdır. Kütüphaneler yaygınlaştırılmalı, güncel kitaplar, dergiler burada rahatlıkla bulunabilmelidir. Kültür Bakanlığınca yayınevleri, dergiler desteklenmeli, mali yükleri hafifletilmelidir. Kütüphaneler için yüksek miktarda yayın satın alınmalıdır.

MUSTAFA UÇURUM

Kültür, sanat ve edebiyat anlamında tarihimizin en canlı zamanlarını yaşıyoruz. Teknoloji, hayatın insanları içine aldığı kıskaç, yarın telaşı ve dipdiri bir sanat ortamı. Sebep, sonuç ne olursa olsun ben bu hareketlilikten memnunum. Sanat adamları üzerlerine düşeni fazlası ile yapıyor. Dergilerimiz çıkıyor dolu dizgin. Yirmi yılı aşan bir süredir dergileri takip ederim, dergilerde yazarım. Son yıllarda dergilerin yaşadığı disiplin ve okur ilgisi takdire şayan. Programlar yapılıyor memleketin dört bir köşesinde. Ülkemizin her köşesinde kitap fuarları yapılıyor. Okullarımızda bile edebiyat-sanat anlamında çok canlı bir ortam var. Mesela Hayal Bilgisi dergisi Erciş’ten çıkıp Türkiye’nin dört bir yanına ulaşıyor. İşte bunlara sevinilir. “Diriliş” derken bir yetkinlikten, seviyeden bahsedeceksek bu çok göreceli bir kavram olur. Herkes kendi dünyasının başrolünde artık. Kendini gören, dünyayı kendi çevresinde hisseden bir bakış açısı hakim edebiyat ve sanat dünyamızda. Önce bunun aşılması gerek. Dış dünyaya da bakmakta fayda var. Ne olup bittiğini takip etmek kendi yaptığı işin kalitesinde de olumlu bir etki yapacaktır. Böylesine hareketli bir dünyaya destek olmak gerek. Beklenen budur. Edebiyata, kültüre, sanata gönül vermiş gönül insanları yola düşmüşken onların yanında olmak, çalışmaları desteklemek, zorlaştırmadan kolaylaştırmak söz sahibi herkesten beklenecek bir tavırdır. Şairler, yazarlar zaten işlerini hakkıyla yapıyor. Geriye kalan, onların yanında olmak. Biz bu topraklarda “söz”ün gücüne inanıyoruz.


Okumanın önemini kavramış toplumlar ancak ileriye dönük ciddi planlamalar yapabilirler. İçinde bulunduğumuz toplumda ne yazık ki okumanın önemi zayıflamış görünüyor. İlk adım yeniden bir okuma seferberliğine başlamak gibi gözüküyor. Okumanın önemini kavramış sorumlular, yöneticiler, kurumlar, kişiler bulundukları bölgelerde bu hassasiyeti tam olarak yansıtabilirler ve başarılı da olabilirler. Kendileri okumayan kişilerin okumanın önemini anlatması manidar sayılacaktır. Kültürümüzü, tarihimizi, dilimizi tanıyan bir gençlikle birlikte yürüyebilmek imkanını mutlaka yakalayabilmeliyiz. Bunu sağlamak geç olabilir ama asla güç değildir. Hemen hemen hepimiz, özellikle kültürel çalışmalar içinde olan kişiler, idarecilerimiz, kurum ve kuruluşlar hep birlikte bu çerçevede yeni bir girişimle adım atarsak toprağa atılmış bir tohum gibi pek yakında filizlendiğini ve bir süre sonra meyve verdiğini pekala görebiliriz. İlk önce buna yürekten inanan insanlar olarak öne çıkıp ilk adımı atabilmeliyiz. Devlet ve hükumet yetkilileri bu konuda yapılan çalışmaları yeniden gözden geçirip kültürel anlamda varolan çalışmalara olan desteğini artırırken, yeni planlamalar için desteklerini büyütmelidir. Devletin imkanları ile sivil toplum kuruluşları gibi gönüllülerimizin imkanları birleştiğinde mutlaka güzel neticeler alınacağı aşikardır. Kurum ve kuruluşların yapacağı çalışmalarla okumanın önemini öne çıkararak yeniden okuyan bir toplum olabilirsek, düşünen bir toplum olabilir ve üretim yapabilir hale gelebiliriz.

ŞAKİR KURTULMUŞ

Son dönemlerde görülen, özellikle basılı yayın alanında yaşanan bir üretim bolluğu beraberinde niteliksiz “meta’lar” oluşturdu. Kültürel mecralarda da yaşanan bu bolluk, gerçekleştirilen hangi faaliyet varsa hepsini “event” seviyesine indirgedi. Bu bağlamda esasında yazının, kültürel etkinliğin ya da adı her ne ise; tüm üretimlerin insanın birer “yaslanma” aracına dönüştüğünü biliyoruz. Buradaki yaslanma bir tutamaç olmaktan ziyade, bir araçsallaştırma. Bunun ötesinde varoluş kaygıları ile de ortaya çıkan, birer “görülme” mecrası... İyi niyetlerle çıkılan yollar sonunda hezeyana dönüşüyor. Faaliyetler ya da üretimler bireysel veya kurumsal, hangi elden çıkarsa çıksın faydacılığı kişisel tatminlerin ötesinde konumlandırılmalı. Bu bağlamda usulden kopuşa tanık olduğumuz son yüzyılın atomize edici sürükleyişi, yukarıda sayılanları da küçülttü, anlamsızlaştırdı. Üst perdede olup biten, toplumsal manada insanları umutsuzluğa sevk eden görünümler ve akabinde varolan kişisel yalnızlıklar kapatılmaya çalışılıyor. Bu noktada bize ait olanın tedavüle sunuluşunda da problemler ortaya çıkıyor. Her şey biçimsel değerinde kabul görüyor. Fakat bu ülkenin mayasında olan değerler vücut bulduğu sanatsal görünümlerde yeniden ele alınmalı. İncelikli işlenmeli. İnceliği yitirişimizden bu yana, kaba saba olan, absürt duran her şeyin birer “anlam içerdiği” yalanı ile yaşıyoruz. İşin burasında elbette kültürel mecraların yapı taşları tüm kurum ya da oluşumlar, yeni bir şey söyleme ya da “tarz” ortaya koyma yarışından vazgeçip olan biten -bitirilen- aklımızı yeniden inşa etmeli. Yazarlık atölyesinden ziyade bu ülkenin en çok yeniden gönül kapılarına ihtiyacı var...

ABDULLAH KASAY


Edebiyat ve İyilik Dergisi

17

VAPOR YALNIZLIĞI Yaşar Bedri “insanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir” m. şekûr

ARARAT’A ÖYKÜ Mustafa Işık

vakit zemheri vaktidir, uzanır bir el bu vapor son düzlükte sütten kesildi artık açıktır göğün kapısı telefona çıkmadın, totemlerini emzirmedin kan damlar göz sarnıçlarından feleğin bu vapor bizden ne isterdi eski zamanların tenhalığında bir masal okunur dağın gövdesine yol olur tüm nehirler her ölünün bir yedeği saklanırdı kuma gömdüğünüz dalgın anne yüzlerinden bir dağ nasıl uyandırılır bilmem sular çekilir, misaller kalırdı sana neresinden öpülür bir at, şaha kalkınca bu, yitik bir seyyahın kavlidir /utanır sahibinden her veda bir yabancı gibi dolandım içimi ve her kadın biraz ömrümsıra sürdüm gövdemdeki yalnızlığı geceye karşı saçlarını çözen gülbahar hece taşında ölü ruhlar gövdemin kurdu her ölen, bir doğumun habercisidir sis bastı mağaramızı, bozuldu yazı ve en güzel türkü bir dağa söylenir son vapor alevini saklıyor suyun utancından ağzımın iki yanı gökyüzü tüneli posterde yüzünü kaybetmiş şehirler kurulur gene! darağacını ilikle, elimi tut kaç vakti üşütüyor metalin serinliği

bir dağın ardına düşen çığlık yalnızlığı büyütür vakit zemheri vaktidir, hançer ayaza kesilir gün verir kervanlara baharın hünerli yüzü her dağ bir sevdanın adıdır ve her insan benzediği dağa yürür derimi yüzen fırtına karışsın uğultuma sorun kuşlara hele, gökyüzü hala mavi midir kıvılcımlar acıtsın vitrinleri serin kal tuhaf, belki son düzlükte yüzyıllık acılar kurulur ey, suyun sesine konan ayın şavkı gene giderim, gene kalbin soğur seni çıkardım tüm masalların sesinden/demlenir şimdi somdan mavice kuşların ezgisi, gözlerimin gölgesinden her dağ zirvesine sığınır ve kolay geçilmez hiçbir aşığın kalesinden soylu bir tebessüm yükselir mem’in koynundan sarkan busesinden ararat’ım ben, gün/ah/ların zehrini içen eşkıya henüz aşılmamış dağlarımın doruğuyum her bahar kavalın çığlığını doldurup avuçlarıma güneşi yakalayıp, gidişine şahit kılarım ben ki eski zamandan dilsiz aşığım seni, her bahar, papatya kokusu kadar özlerim


Edebiyat ve İyilik Dergisi

18 TOPRAK KANATLI KUŞLAR Yusuf Bal

boğazımda kökleriyle ağacın durmayan kelimeler, acıtarak yürüyen karanlıktayım ey gece, ışımam artık güneşi ipe dizsen sağlığımda gerçeği unutsak saman alevinden aynalar kırık ve boş bakıyor yüzüme saatler kahkaha atarken günün birine şüphemiz var gülümsememizden suskunluğa yer veren diğer boşluğa ıssızlığı bölüşen gecenin başlangıcında yağmalanmış iradenin ardına sığınan korkak tabiatımın, merhametimin yası beni boğan ben toprak olurum, sen büyü başlamak bitirmenin yarısı değil bazen başlamak yok olmanın diğer adı hep giden bedenimiz için layık olduğumuz günahın son nefesi bana sen verdin belki isyanı bana Allah öğretti kapıda yunusvari durmayı biraz zorlanacak elim, tükenir gibi olacak belki nefesim gitmeyi yeni öğrendim bir imdat çığlığında yelpazenle denizde kopan fırtınayla hiç düşünmeden gemileri karaya gömmeyi

bitmeyecek cehennem cennet, başka günlere emanet edilecek belki bir daha görmeyeceğim çok eskiden, yüzüme gülümseyen cennet elime dokunan güvercin beyazı hiç gitmeyen cehenneme yenilecek bütün ışıklar söndü yeminler, verilen sözler gümüşten yüzüğü parmağıma değil, boynuma taksam şimdi başucumda mezar taşının vaktini gösteren saat sen kal öylece nehirleri kurut, beni unut ben denizden uzaklaşan martı kartal yuvasında beslenen uğursuz kuş olacağım başım dönüyor, uçamıyorum toprak kanatlarımla vahiyleri çalan ifritlerin girdabında sönük bir şiir oluyorum vurunuz, ayağa kalktıkça verdiğim sözün süresi bitene kadar dinleyin, kiralık ciğerimden kustuğum sözleri kaslarımda biriken yorgunluğu sığınıyorum şimdi Allah’a sona varmadan damarlarımda kırmızı ırmağın yolculuğu


Edebiyat ve İyilik Dergisi

19 YAĞMUR Uğur Ortaç çatıdan süzülen hayat gecemin aydınlık tarafı açsam ellerimi büyüdükçe büyüse bedenim değmese sırtınız yere avuçlarımın çiziklerinden uzansa güllere, kuru dallara dağları nehir kılan minik elleriniz bahar gibi gelişin annemin secdesi kadar kutsal babamın emeği gibi eşsiz eşikte bir çift ayakkabının kelebekleri uçurması yüreğimde bir kız çocuğu doğmuş gibi buluttan sızan huzmeyle yine ondan düşen damlanın kucaklaşmış sevinci ruhumun güneşli yanı çimlerde ıslak paçalarıyla elinde horoz çiçeği melaikeden bir çocuk hiç hüzün uğramamış dizleri hiç kanamamış gibi yamalı çoraplarıyla mesut ciğerlerimde evlat kokusu tomurcuklanmış portakal çiçeği gibi taze topraktaki yağmur kadar diri volkan olup patlayan yüreğim kalyonların uzanıp dinleneceği üzerine çarşaf çekilmiş bir deniz ve çisenin öpücüğüyle hale dolu çatlayan çekirdeğin umudunu yılkı atların sevincini taşıyan çayırlar kadar canlı asuman kadar dingin gözlerimiz gözlerimizde koca bir orman obanın orta yerinde göçmen çadırıyla çınar arasında akak bulmuş rahmet sızıntısı sakin, temkinli, muzaffer

topraktır damları, memleketimin bundandır yağmurun, bıçak gibi kesmesi tandırdaki odun sesini, patates kokusunu damların eridiği zamanlarda türküler yakılır gurbet diyarlara yayılır ruhu bütün odaya karanlık bir geceden aydınlık bir sabaha umut kervanlığı yapar böyle gecelerde islenmiş lambanın silik ışığında odaya yayılan tütün kokusuyla mektuplar anlatır ahvalini islambol’un alamanya’nın şimdilerde toprak kokusunun rahmet arzusunun bereket aylarının hissizliğinden şikayetimiz kırılası şemsiyeler insanları uzak tutmakta insandan, yağmurdan en büyük ihtiyacımız sırılsıklam olup her dem umutla kalmak şimdi tam ortasından kalbimizin aldığımız yaralarla gururlu içerek pamuklardan damlayan hüzne eş tuttuğumuz can suyumuzu yeniden dirilmeye ant içmişlerin peşine takılıp marşlar eşliğinde mızraklarımız yaralamadan göğü ne güzel maveraya yürümek ne güzel iplik iplik sıranmış semanın sicim gibi ordusuyla doymak yıkanmak, aydınlanmak ne güzel sana, bana, kardeşlerimize insanlığımıza dair ruhların aynı yağmurda ıslanması ne güzel bir dilenci düşkünlüğüyle toprağı koklamak


Edebiyat ve İyilik Dergisi

20

SEFER VE ZAFER Arif Onur Solak merhaba kuşatılmış zihinlerin parlak zekâlı çocukları geceye yemin vermiş aptalların masum tabanı merhaba adımı söylesem fişlenmiş devlet memuru çıkar notlarınızdan biliyorum yorgunluğumuzun son cuma mesaisi, elimizde dua; fetih suresi mutlu değiliz belki ama huzurlu bir cinnetin eşiğinde bekliyoruz sizi bir cinnet ki cennete giden bütün yolları mübah kılarak geçiyor üstümüzden imanımızı tazele hanım, tahtaya yazılmış adımız yine, silmeye gidiyoruz bağışla kızım, gözlerinde parıldamayan bir ülke, türkiye değildir şimdi zamanı değilse ölmenin, ya ne zaman yaşanır bir gece lazım bize, sesimizde kısık hüzünler açarak arşa yükselen göğsümüzde yanan imanlı bir yenilgiydi şubat, uzun ve soğuk, unutmadık biz sizi çok iyi tanırız topuklarımızla kırdığımız bıyıklarınızdan iyi halden rol çalmış mübarek dingilliğinizden ve olimpiyatlardan biliriz rüyalarınızın çirkin yüzlü efendisine söyleyin, uyku ziyandır artık işte geldik, buradayız, korkunuzun üstüne dikiyoruz sancağımızı titreyen dizlerinizin bastığı toprağın rabbine yemin olsun! yenileceksiniz fillerinizi ayaklarımızın altından çekin beyler! sıcak bize dokunmaz cehennemi sizin için boşalttık, mehdiniz sizi orada bekliyor olacak yort savul ulan! ebabiller sahaya indi, burası temmuzun tam ortası tekbirler ve tevhitler uzun namlulu bir direniştir, içimizde alevlenen vaizin sümükleriyle vaftiz olmuş beyninizin Allah bin türlü tamam, sustum, freni boşalmış öfkemin önüne la havle çekiyorum sabrın çatladığı yerde kan ve dua, vurun lan vurun, ölürsek namerdiz göğü parçalayan ses kalbimizde bir miktar inşirah ve kurşun sesi essalatü vessalamu aleyke ya rasulallah essalatü vessalamu aleyke ya habiballah sona geldik, yoksa hiç bu kadar yakın hissetmedim kendimi selaya sesin ne kadar da içli dökülüyor öyle hocam, yıldızlar yağıyor tepemizden aşağı ölmenin ve şehadetin tarihini kıyamda yazarak yaklaşıyoruz zafere ve la galibe illallah, ve la galibe illallah, ve la galibe illallah hanımın yüreğinde felah, kızımın gözlerinde türkiye gün devrildi, teslim edildi emanet ehline


Edebiyat ve İyilik Dergisi

21

KARNAVAL Fatih Kılıç sen bana gülümsesen ve inanılmaz şeyler olsa bir martı çiçek açsa bir menekşe havalansa mesela sevdiklerine gideceklere otobüsler bedava olsa ayrılık tedavülden kalksa sen bana gülümsesen ve akılalmaz şeyler olsa gökten mutluluk yağsa çöller yağmurla ıslansa mesela sokak çocukları gökkuşağı dibinde altın bulsa bütün gönüllere zenginlik dolsa sen bana gülümsesen ve olağanüstü şeyler olsa tam şimdi kapı çalınsa yıldızlar bize yatıya gelse mesela komşular bu durumu biraz kıskansa dolunay biraz geç kalsa sen bana gülümsesen ve muhteşem şeyler olsa afrika’da tüm çocukların karnı doysa tüm hastalıklara şifa bulunsa mesela bir zengin bütün dünyaya dondurma ısmarlasa ölüm sözlüklerden çıkarılsa sen gülümsesen, her şey değişse

DÜNYANIN ŞİİRİ Esra Sağlık tanrım tutup kelimeleri ense kökünden eksik bir türkçeyle anlatıyorum ben ki evdeki çiçeğe bile bakamazken oturmuş şiir yazıyorum her insan kendi derinliğince insandır her kuş kendi kanadınca özgür tanrım tutup kuşları ve derin insanları dünyanın yarasına sür kül rengine boyuyoruz ruhumuzu ağzımızın kenarında gülüşümüzün özeti neye baksak o olalım diyorum epeydir hani diyorum suya dokunsak su dağa dokunsak dağ dünya işte kaç kapı kaç köprü ben ki elleri ceplerinde bir çocuk göğün yedi renkli elbisesine aşık yoktan var edene dönüp o sonsuz şarkıyı dinliyorum


Edebiyat ve İyilik Dergisi

22

GÖKYÜZÜ DEFNİ Kevser Kılınç ruhlar gökyüzüne gömülüdür bulutların kirpiklerinden ölülerin gözyaşı akar benim canım sağ, sağım sol kaderim bir üzüm yaprağının düz ve geniş ağrısı yaşım, bir kaplumbağanın üç yüzüncü yaş gününde titrek bir ölüm sancısı hiç kimsenin boşluğuyum kalbim plastik çiçek durmadan suluyorum bilmiyorum şu yağmurda hangi camın buğusuyum hey canım yeni gömülmüş ölüler kadar durgun azap gören ölüler kadar yorgunum

KARANLIĞIN ISLAK ÇIRASI Tunay Özer kardan bir şapkayla her gün geçiyorum güneşin altından budur benim mesleğim kendini çelmeleyen bir kör günün kuytusuna düşüyor çiçekler eğilerek selamlıyor acısını zamanı ağırlaştıran gölgeler yapan dallarına tutunarak buhurdan gibi eriyen bir sözlükten kelimeler öğretiyorum ağaçlara ellerim kanıyor o tutuştan ısırgan ıslaklığında yansılıyor yalnızlığında parıldayan güneş kendini yağmalayan sulara üflesen bulutlar kuruyan bir göle gölde can çekişen nilüferlere dokunur kırlara tertemiz bir örtü yayar gibi açılır zamanın boğuk nabzı ve yanar karanlığın ıslak çırası



DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

24

2. ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

V

an Yazarlar ve Şairler Derneği tarafından düzenlenen 2. Erciş Edebiyat Şöleni iki günlük etkinliklerin ardından son buldu.

Van Yazarlar ve Şairler Derneği, Hayal Bilgisi Dergisi ve edebiyathaberleri.com tarafından, çeşitli kurumların işbirliğiyle düzenlenen 2. Erciş Edebiyat Şöleni 22-23 Ekim 2016 tarihlerinde Erciş’te gerçekleştirildi. Van kahvaltısı ile başlayan şölen, Erciş Sahil Yolu’nda seçici kurul üyeleri ve dereceye giren şair ve yazarların gezintisiyle devam etti. Erciş Sezai Karakoç Ortaokulu bahçesinde konuklara semaver çayı ikramı yapıldı. Yaklaşık 100 konuğa keledoş, ayran aşı ve Erciş güveci gibi yöresel yemekler ikram edildi. Kültür ve Turizm Van İl Müdürlüğü tarafından hazırlanan Van Fotoğrafları Sergisi etkinliklerin yapıldığı alanda yer aldı. Çeşitli yarışmaların ödül töreni öncesi, ikinci bir etkinlik alanında yazar ve şairler söyleşi yaptı, şiirler okudu, kitaplarını imzaladı. Bu alanda şiirlerini okuyan, söyleşi yapan ve kitaplarını imzalayan yazar ve şairlerden bir kısmı: Eyyüp Altun, Müştehir Karakaya, Abdurrahman Adıyan, Erdal Şahin, Gülşen Gazel, Ayşe Ünsal, Cihat Albayrak, Alpaslan Akdağ. Katılımcılar, Sezai Karakoç Ortaokulu’nda yer alan sınıfları gezdi, öğrenciler için akıllı tahtalara şiirler ve

mesajlar yazdı. Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nce okula hediye edilen Sezai Karakoç Kitaplığı beğeniyle incelendi. Okul kütüphanesinde yapılan incelemelerin ardından, katılımcılar kütüphaneye kitap temini için söz verdiler. 22 Ekim Cumartesi günü saat 15’te Sezai Karakoç Konferans Salonu’nda ödül töreni başladı. Yaklaşık 150 kişinin katıldığı törende Bizim Eller Van Türküleri klibi gösterildikten sonra, VANŞAD Yönetim Kurulu Başkanı Cihat Albayrak, 1. Erciş Edebiyat Şöleninden bu yana aradan geçen 1 yılda dernek ve Hayal Bilgisi Dergisi olarak neler yaptıklarını anlatan bir konuşma ve fotoğraf sunumu yaptı. Albayrak’ın yeniden yazdığı Ercişli Emrah ile Selvi Han Hikâyesi programa katılanlara hediye edildi. Sunuculuğunu Barış Kul’un yaptığı etkinliğin sponsorları olan Mustafa Karaaslan, Osman Kaya, Şahin Yağar, Muammer Kürüm’e teşekkür belgeleri organizasyon komitesinde yer alan Erciş Avcılar Derneği başkanı Sami Demir tarafından takdim edildi. Seçici kurul üyeleri olan Emine Muradoğlu, Müştehir Karakaya, Şakir Kurtulmuş, Gülşen Gazel, Cihat Şit, Mustafa Işık, Abdurrahman Adıyan, Osman Kaya, Eyyüp Altun, Ömer Faruk Arlı ve Kevser Evsen’e teşekkür belgeleri Erciş Milli Eğitim Müdürü Erol Şimşek tarafından takdim edildi.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

VAN GENELİ LİSE ÖĞRENCİLERİ ARASI ŞİİR YARIŞMASI SONUÇLARI Van AR-GE işbirliğiyle düzenlenen Van Geneli Lise Öğrencileri Arası Şiir Yarışması’nda dereceye giren 3 öğrenciye, Mastership Denizcilik Acentası sahibi Celal Akata tarafından laptop bilgisayar hediye edildi. Dereceye giren şiirleri ilerleyen sayfalarda okuyabilirsiniz. HAYAL BİLGİSİ ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 Hayal Bilgisi Dergisi ve edebiyathaberleri.com işbirliğiyle düzenlenen Hayal Bilgisi Şiir Ödülü 2016’da dereceye girenlerden ikisi ödül törenine katılamadı. İkincilik ödülünü kazanan Nesibe Yıldız “Aklıma Geliyorsun” adlı şiirini tören esnasında seslendirdi ve büyük beğeni kazandı. Dereceye giren şiirleri ilerleyen sayfalarda okuyabilirsiniz. HAYAL BİLGİSİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2016 Hayal Bilgisi Dergisi ve edebiyathaberleri.com işbirliğiyle düzenlenen Hayal Bilgisi Öykü Ödülü 2016’da dereceye giren üç isimden birincilik ödülü alan Gökten Çağrı Aktan ödül törenine katıldı. Dereceye giren öyküleri ilerleyen sayfalarda okuyabilirsiniz. ERCİŞLİ EMRAH ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nce düzenlenen Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016’da dereceye giren üç isim de ödül töreninde yer aldı. Dereceye girenlere sırasıyla 1000 TL, 500 TL ve 300 TL ödül verildi. Dereceye giren şiirleri ilerleyen sayfalarda okuyabilirsiniz.

25 ERCİŞLİ EMRAH ONUR ÖDÜLÜ 2016 Bölge kültürüne hizmet eden iki isim Ercişli Emrah Onur Ödülüne değer görüldü. Törene ödülü alanlardan Selahattin Koşar katıldı, ödülünü Erciş Milli Eğitim Müdürlüğü Erol Şimşek takdim etti. Ahmet Poyrazoğlu ise programa katılamadı. ETKİNLİKLER Ödül töreninin ardından, seçici kurul üyeleri ve dereceye girenlerden oluşan 25 kişilik ekip Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ne ait İyilik Atölyesi adlı mekanda akşam yemeği yedi, sohbet etti. 23 Ekim Pazar sabahı, katılımcılarla birlikte Erciş Deprem Şehitleri Öğretmenevi’nde Van kahvaltısı yapıldı. Ardından, Ercişli Emrah ile Selvi Han’ın, şehir girişinde bulunan heykelleri ve Kadem Paşa Hatun Kümbeti ziyaret edildi. Erciş Halk Kütüphanesi de kütüphane müdürünün eşliğinde ziyaret edildi, incelemeler yapıldı. Erciş Selvi Han Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde seçici kurul üyelerinden Şakir Kurtulmuş tarafından edebiyat ve 15 Temmuz konulu bir konferans verildi. Öğrencilere kitaplarını ve Hayal Bilgisi Dergisini hediye ederek imzalayan Kurtulmuş, iki yaşında hayatını kaybeden kızı Şeyma için yazdığı şiiri okudu. Okul bahçesinde yenilen öğle yemeğinin ardından, 23 Ekim’in Erciş depreminin yıl dönümü olması nedeniyle, şehir merkezinde bulunan Seyyid Muhammed Mezarlığı’nda yer alan, depremde hayatını kaybetmiş vatandaşların mezarları ziyaret edildi. Bu ziyaretin ardından Erciş Edebiyat Şöleni son buldu ve konuklar memleketlerine uğurlandı.

- Etkinliğe ait tüm fotoğrafları görüntülemek için QR kodu okutabilirsiniz.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

26

ALPASLAN AKDAĞ DOĞUSUNDAYIZ VE KIYISINDA ERCİŞLİ EMRAH ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ

________ “yurdum benim, şahdamarım” ahmed arif

I. bir isyan provasıdır şahmeran gözlerin hazin öykülerin sarmalından ç/alınmış ve dışarıda mah/şer yakamızda karanfil kuşkonmaz gelincikler ölüyor seherde üryan bozaran çınarların suzinak perçeminden bir matem havasıdır şimdi karacadağ vurulur ürkek nazar güvercinler gün ortasında ve devrilir kadim minare gölgelerinde umutlar, kalleş gayrı sağalmaz artık deşilmişse ay lekesi eski bıçak yaralar kanadıkça kanar bu ten ve kan aktıkça pis-sıcak bir çırpıda kabil’leşir cümle insanlığımız harami bir iblis elinde can verince g/ece her merhamet yitiminde kalpler uçurum ve şah damarlarımızdan içredir ölüm çünkü anason kokulu ırmaklarda boğulmuştur soluk beniz hürriyet güneşleri karartılmış memleketim benim ey talan edilmiş bir ülkenin kıyısındayız şimdi böyle yazsın vakanüvisler olağan sebebini uzanıp göveren dane yüklü buğday-başakta ekmeğin ve alın terinin s/atılmaz namusu var

II. parlak yeleleri savrulur ak sekili kısrakların kırklar dağı eteklerinde rüzgârlarla yarışan kanatlanıp uçarken yerçekimli gövdeleriyle dört nala dört bir yana b/uyruk tanımaz deli kurşunlar gibi karayel birden uğultulu nidaları duyulur uç ötelerden ılıman iklimlerden soluksuzca sıyrılan mayistra yorgunu salkım söğütlerinin ve dalga dalga yayılan şimşek çakımı gür toynak seslerinden titreşir balıklar sığ sularda yakamoz y/alazlı bir sıtmaya tutulmuşcasına, esrik düşleri karartılmış gün batımlarında ülkem kan/ayan bir coğrafyanın doğu’sundayız şimdi böyle yazsın vakanüvisler olağan sebebini her sancılı şafakta ıslanmış gündoğumları ilk bizim yüzümüze çarpar ölümcül kırbacını III. dayanmış kapımıza, elleri nemrut karakış sırıtır ejderha dişleriyle, zulasında zemheri ve keskin pençelerin kuduz köpek hıncıyla ve soysuzluğun nişanesi kör karanlık intikamıyla vurur çentikli hançerini olanca gücüyle aaah vurur çıldırtan yoksulluğun kambur sırtına, hayın ki sonra ala güzde mor baharda mevsimler ötesi pro namussuz bu çağda denizlere sığmayan gül bebek cesetlerin kırlangıç kanatlarına hasret saf gülüşlerini tükürerek sur/atlarımıza günaşırı, nedensiz unutulmuş bir coğrafyanın tam ortasındayız şimdi böyle yazsın vakanüvisler olağan sebebini dilsiz çığlıkların genç öfkesini saklar kınında göğün ana rahmini yırtan o mülteci feryadımız


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

27

GÜVEN ALTIN BEN / DİLENCİ ERCİŞLİ EMRAH ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / İKİNCİLİK ÖDÜLÜ

I. “her aşk bir ayrılıktır mecnun’a benzetir her insanı leyla diye biri yoktur herkes kendisi doğurur leyla’yı” yitik bir şehrin büyüttüğü çocuk gibi ay sarar yaralarımı, acılar emzirir beni gözlerimde yorgun yılların karanlığı var kırıldı, güzel göründüğüm tüm aynalar gülistanlar tarumar şimdi, güllerim öksüz her günüm karanlık, her anım belirsiz kayboldu oyuncaklarım birer birer kayboldu, çelik çomak oynadığım mevsimler annemden kalan izlerin çoğu silindi yüzümden yok artık, çocuk gülüşümün olduğu resimler oyunlarda buluştuğum ak saçlı çocuklar vardı kendimle beraber onları da yitirdim yüreğim insan mezarlarıyla dolu, anla beni dilenci, ben de kaybettim sevdiğimi masallar isteme benden dilenci, beyhude şarkılar ölümü bir kuşun kanatlarında gördüm, elimde sapan gördüm, yazgımı yazan kalemin kırıldığını aynada kimse inandıramaz beni doğurduğuna kadınların kanmam bir daha topraktan geldiğimiz yalanına kendi kumaşımı acıdan ellerimle, kendim biçtim yüreğim eşkıyaların çiğnediği bir yoldu, ondan da geçtim umudum kalmadı dilenci, secde ettim geceye her aşık gibi ben de yenildim bu bilmeceye II. kıldan ince kılıçtan keskin bir geçitteyim dilenci kanatlarım yok; insanlar onları çoktan çaldılar yıllanmış acılar bıraktı bende tüm tanıdıklarım bu yüzden öksüzüm işte, bu sebepten yarım yabancı sevgililer geziyor şimdi yüreğimde sarhoş şarkılar, şiirler kadar ben de yalanım kaç kez öldüm bilsen, renksizdi gecenin kıyıları yıllar yılı bekledim, o hiç sökmeyecek şafağı her yüze bendim yabancı, hep ben mahkum buldum dediğim anlarda hep ben kayboldum şehirler ölüyordu dilenci, köprüler yıkıktı girdiğim tüm sokaklarda önüme yalnızlık çıktı kanıma hırsızlar gibi yürüdü geceler boğazıma kanlı bıçak gibi saplandı heceler

çaldılar bizi dilenci, kaybolmadık biz oysa, insanları ibadet eder gibi sevmiştik kuşlar uçup konmuyor artık saçlarımıza hazan yelleri esiyor sığındığımız duvarlarda ki zaman bir değirmendir kalbi öğüten bu şehir bir mezardır sevgililere benzeyen ve en büyük hüznü edindim yaşadıklarımdan bir yanım fırtınalar, bir tarafım kanlı kazan dilenci, isteme benden umut, bulamazsın ay döküldü şakağıma, yalnızım senin kadar en iyi sen bilirsin bu hali, en çok sen anlarsın kalbimde pak bir sayfa bırakmadılar şimdi her gecenin başlangıcı sır, bitişi karanlık insan sevmişse bir kere, başlamıştır tutsaklık ölüm yağmuru tül tül düşse de bu şehire hiçbir son, ondan çok dokunmaz yüreğime dilenci, bu aşkın mezar taşını diktim gönlüme inan, hiçbir aşk bu kadar yakışmamıştı ölüme III. dinle dilenci, son sözlerimdir bu ağıtlar her gül, yüreğinde bir kurşun saklar umutsuz dualar, yakarışlar boşuna bilirim söylesem de, gücü yetmez artık kelimelerin bir çocuk yüzünde unuttum ben o sözleri yıllar geçti, bulamadım kaybettiğim sevgiliyi aynalar yabancı bana, hatıralar düşman zehirli bir gölgedir, tenimden kopmaz hüsran söyle dilenci, sen de benim gibi sevdin mi hiç yüreğini parçaladı mı bir seher yeli farkım yok artık yürüyen bir cesetten ben bu yaftayı aldım, o canan elinden ki ben, bir bahar gülü bilirdim onu her uçurum kenarında yanımda sanırdım onu o zaman billurdu bakışlarım, doğrudur şimdi kalbimde her selam bin ölüm doğurur ben uzun bir yoldum, o kısa bir hayaldi ne kadar sevdiysem anlamadı sevdiğimi dilenci, bu şehir düştü avuçlarımdan kurudu ağaçlar, kollarımda kaldı hazan söyle bana, nereye gitti yaşayan insanlar nerede bahçeler, parklar, nerede yollar vurma beni yollara, bir yere götürmez ayaklarım ben o gülün adını rüyalarda sayıklarım yıllar geçti dilenci, bulamadım bu hale derman sözler bitti işte, artık gitme vaktidir zaman ben leyla’nın yolunda ulaştım mevla’ya bu son yolculuktur dilenci, başlar sağ ola


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

BEHÇET GÜLENAY İNSAN SEVGİNİN ARMAĞANIDIR ERCİŞLİ EMRAH ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ

kırlangıç kanatlı bir sevinç bir gülü söyler atmayın kardeşlik kırıntılarını kutsaldır çıplak ayaklarımızla yürüyelim dikenden kelimeleri derinleşmesin gözlerde yol, kalpte uçurumlar delinmesin sevgi sarnıçlarımız ekmek gibi göğsümüzde tuttuğumuz kardeşliğin ömrü uzasın elleri dokunurken kötülüğe yüreği sızlayan sevmeyi savaşmaktan daha çok önemseyen insanlar çoğalsın diğerinin ölmesine gerek yok, birimizin yaşaması için kabil olmak zor değil, iş habil olabilmekte beraber üşüdük sarıkamış’ta medine kardeşliği kadar kutlu saf saf yürüdük şehadet içmeye bir aşk gibi yaşayarak kardeşliğimizi ısırdığım elmaya süngü uzatma bölüşme sevinciyle geldim sana bırak elindekini yiğidim vatan bizden sevgi bekler öyle terkedilmiş şehirler gibi bakma saplara sardı, çıkmazlara girdi diye bitmez kardeşlik seni sevdiğimi söylüyorum kardeşim aynı kovanda bal yapan binlerce arının uğultusudur bizimki omzunu omzumda hissettiğim zaman kış örtünmüş yüreğim bir orman cıvıltısı içinde ayağa kalkar kaya diplerinde açan çiğdemler gibi bahara uyanırım payına düşen acılar payıma düşer yeşersin diye güller birlikte öpmeliyiz çorak yerlerini suyun toprakta can bulduğu hayat benim bir çocuğun anne kucağıyla buluşma anıyım kundaklanan tarihi camide ateşin yanmaktan vazgeçişiyim hendeğe tuzaklanıp patlamayan uzaktan kumandalı bomba düzeneğiyim yani bomba imha uzmanının ömrünün uzamasıyım ben düşleri bağışlanmış bir çocuğum benim adım kardeşlik birlikte yaşama sırrına inananların diliyim ne uçurtmalar sakladık gözlerine çocuklarımızın uçuramadan hiçbirini takıldılar dikenli tellere soylu bir kuşun gagasındaki taşın sırrına ermeden ebabillerin göçüne helak oldu kalbimiz her ecnebi algı bir zehr-i nifaktır değil mi ki kardeşlik; kula kul olan düzene karşı güneydoğuda soğuk bir kış sabahı sıcacık bir dokunuş kondurmaktır okulsuz kalan çocuğun saçlarına seksek oynarken uzasın diye adımları yetim bir kızın bizim payımıza yakılmış köylerde yeşermek düşer

Edebiyat ve İyilik Dergisi

28


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ zihin işgali toprak işgalinden daha fazla sarmış her yanımızı elinde silah barış adına vurulan bir baba değilim adına barış denilen savaşın düş kurduğu yerlerde oyuna gelmeme sanatıyım bir anne gibi sevgiye kulaç atıyorum durmadan hayat sofrasında öksüz kalmasın diye çocuklar gözlerindeki gökyüzüne çizilen güneş benim bir mülteciye uzatılan sıcacık bir dilim ekmeğim iki elinden tutup gelecek düşlerini korumak için gözlerindeki kuşku büyümesin diye çocuklarımızın yan yana, yana yana korkmadan yürüsünler diye geleceğe bombalanmış kenar bir mahallenin ilkokuluna kayıt yaptıralım sur’daki tarihi camide saf tutalım dizi dizi birimizin yaşaması için diğerini yaşatma aşkıyla çoğaltalım birlikte yaşama sevincimizi ne sen ne ben farkı dursun bu kardeş kavgası çarkı bitirelim aramıza ekilen şu kirli nifakı çiçeğe dursun göğsümüzde kardeşlik ittifakı ne hendekler ne de isterim ben topu tankı bütün sokaklara çocuk parkı güle oynaya büyüsün çocuklar bütün insanları kardeşim bildim yiğidim insan sevginin armağanıdır nefretin değil sımsıkı kucakla insanları kardeşlik özlemiyle dolmalısın büyüsün ağaçları sevincimizin güller tutuşan bir bahçeye dönüşsün ülkemiz şehrim, sokağım, evim diye hatta yaşamanın kendisi bilip vatanın için yanmalısın güzellik zulmet sınırında cehennem olup yansa bütün mahşeri dünya kudurup saldırsa göğsümüzde iman bir, varacağımız liman bir yolumuz kardeşlik yoludur amentü’ye inanmış yürekler dönmek ne bilir acımız bir, sevdamız bir sınıf nedir bilmeyiz safımız bir gönülden gönüle köprüler kurarak kıtalar fethettik bir bir ecnebi sırıtışlar örtse de bunu tarih bilir dağıt gittikçe koyulaşan karanlığı göğsümüzde güzellik dirilir yürüyelim -sevgi, yürüyelim- kardeşlik kan ve nefretle kurulan tuzakları bozguna uğratarak hayatı yoksulluğa doymuş çocuklardan devşirelim gözlerindeki gecekondulardan öperek bir tarla olalım bahar kadar münbit su nasıl buğdayı yeşiller, güneş büyütürse öylece büyütelim kardeşliği toplayıp sıcaklığını güneşin, ısıtalım umutlarını kıyıya vurmadan aylanların gövdelerine bir gün daha ömür olabilmek için farz et yeryüzü olma görevi bize verildi kolun yoksa kırılmışsa ayak bileklerin kalbin var sevmeye gidelim insanları

Edebiyat ve İyilik Dergisi

29


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

30

TUĞBA GÜNER NAZ MAKAMI HAYAL BİLGİSİ ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ hızır naz makamındayım temmuz hayaliydi gökkuşağı; bir uçtan bir uca uzanan güzgâr’ın alıp götürdüğü rüzgâra devşiremediğim güneş altı üstü yek olan bir hayal. altı üstü: vicdan genişliğe râciyim sığıntısızlık bir ucunda, bir ucunda daralmışlık, engin bir diğer yanı imtiyaz: kabrin daralttığı günaha dayanan diğer ucu infaz, sorgusuz ayasofya’nın direnişiyle eş yüzünden düşen bin bir pişmanlık yanığı akşamdan kalma bir hüzün yastığı vicdanım öylece uyutur geceyi. kapı çalınır, buyur edilirse sevgili düşer üzerine hecenin lahuti rengi, hisli ve sen hızır ben naz makamındayım geceyle gündüzün yakınlığına eş değer hayallerim öylece kabul edilsin isterim birkaç hece duam içinde biriksin vicdan sözcükleri: hesap, infaz kanımı buzlarda alevlendiriyorsun üzerime yine güneşin çiğleri yığılıyor en son hatırladığımda ilhamın elçisiyle mücadele ediyordum yine en olmazlarda karşımdasın haber verecektin kara kurşun da olsa yazardım ben şu dilimde birikip bekleyen, yutkunamadıklarımı hatırlayamam ki onları şimdi çığ gibi oldu dimağımda sana biriktirdiklerim farabi’nin kuru çubuğa asılmasında bir şeyler gelmişti hatırıma bodler de dokunmuştu o dala ve yunus da, nesimi de bir parça hani musa’nın sana “la!” serzenişi ve senin makamın, tüm mekânların üzerinde bir makam sureti: mecme’u’l-bahreyn titremişti yüreğim şu anı düşününce bir de yahya kemal, istanbul’a bakarken olmuştu o: bir nefeslik “ah” deyişinde

hızır yine dünü konuşturuyorsun yelkovanın huysuzluğu tuttu, akrebe rahat vermeyecek yine zaten bir asmakat, ahşap lambası da yok. gece, yine eski her biri gündüzün mahmurluğuna gebe çıt çıkmaz duvarlardan dilimin ucu yanık, yastığıma batıyor heyecanım o hazırladıklarım, zihnimin oltasındakiler… boğazımda düğümlendi bak yine bir süre susmama tahammül edecektin böyle olursa üşürüz demiştim. ikimiz de bir daha böyle etme hızır haber ver önceden böyle soluk olmasın diyeceklerim bir daha renksiz, cilasız, pervazsız yum gözünü şimdi hızır, en giriftinden iki telaş fısıldayayım kulağına maviliğin gözümü alıyor gidecek misin tamam yine sen demir mercan, ben ahşap kurşun yine ben beyaz sen ise karşımda engin gök mavi


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

31

NESİBE YILDIZ AKLIMA GELİYORSUN HAYAL BİLGİSİ ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / İKİNCİLİK ÖDÜLÜ

toprak alevini içine saklamış kaynayıp durmakta saçların aklıma geliyor çocuk cami avlusundaki ıhlamur ağacı gibi arada bir köye kokusunu yayan, kaynayan leke tutmaz, kavruk tenine değiyor benzin oysa ben safranı bir insanda hiç görmemiştim kol safran, yüz safran, et safrandanmış hangi gömlek hangi adamın sen değil de eskiler iyi bilir bu adam hangi ölümün, hangi ölüm bu adamın tütsüsün salmakla imtihanda kiraz patlayıp kızarsa rahat bir uyku çekecek bu gece gözlerin geliyor aklıma çocuk oyulmuş da konulmuş bir sağ bir sol ezen yolları, dağları çatırdatan karaduttan çalma dudakların uç uca ulanmış iki martı devir kötü. takatleri yok kanat çırpmaya tek demlik söze bir arşınlık cümleye insanlık diyorum bir közü karıştırıyor kadın ve saç diplerine gidiyor eli, ağlıyor geçmiş, geçmemiş. tazecik kadınlar kırılgan yaratıklardır, vazolar da öyle tam bir çiçeğe layık olacakken saç diplerine gidiyor eli sıcak, kızıl. kızıl bir yüz allayıp pullamadan bu defa, saçlarını yola yola ağlıyor kadın

insanlık diyorum.. erkeklik gece, “ayet el kürsi”siz yürümek mi ki sokakta en çok erkekler korkmalı oysa ata korkmazsa, ev korkmaz. aş kokmaz ağlamayı da yasakladılar zavallıma dönüp dönüp sıvazlanan bir sakal avuçlanıp harmanlanan bir akıl gece kara, kara kuru, kuru bir el el, bir kıl yumağında boğulmakta duruşun aklıma geliyor çocuk sen bir kadının rahminde uyanmakta erkeğin ocağında cennet diye tütmekte sen kuru elin sıcak yüzü okşaması sen kızılla karanın damlaması eskilerin bileceği iş ya buralarda gömleğinden tanırlar adamı aklıma geliyorsun çocuk çocukluğun geliyor aklıma


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

32

NURAN ÖZDEMİR KENDİMLE YARIŞIM HAYAL BİLGİSİ ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 / ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ

kendimle yarışım kimi zaman keskindir, çakıl taşları yerlerde yığınla kum taneleri iz yapıyor, yüreğimden uçup giden kuşlar parmaklarım, bir ukdeyi sarmalar içim! ah içimdeki zelzeleler bulutlara karışan bir anlık mutluluklar güvercinlerle yarışan hür bakışlar sen ki, ulu bir minarenin tepesinde gizli susamış toprakların çatlamış dudakları tel tel ayrılmış, yürekteki yollar yorgunluktan ağarır saçların, yüreğinde fesleğen çiçekleri var git; gül kurusu hislerinin, gülüşüne zaman aldı, ıslanmış paltolarımı titremelerim de geçti, yalnız gözlerim dondu bakışlarımda kadifemsi bir kaypaklık tek tek döküldü, duygularım kirpiklerimden aramasın kimse, bulunmaz bir daha uçup giden saf hislerin dolu dizgin halleri eriyip biten insanlık, küle dönen merhamet yarası kalır da, ağrısı unutulur, girdaba çekilen ne varsa sorsanız iyiyim, hepsi silinmiş geçenlerin ama sadece aklımda tuhaf kırıklıklar düşüncelerimin beynime batması neden kimler kırmıştı, beynimdeki kiristal vazoyu sevmeyi öldürenler, güveni sarsanlar kendime getirdi beni

ve kimse anlattığı gibi değil, kendisini işte tüm mesele bu; yıkıldı tüm köprüleri doğruların altında kalan şaşkın balıklar hep oltaya geldi hep kendimde kalışım bundanmış meğer hep kendimle yarışım sis bulutu gibi başımda yalanların siyahı tek tek soldu gülümsememdeki, güllerin gülümsemesi yaşamak kaptı kaçtı oyununa benziyorsa şayet, istemiyorum ben ne kapmak, ne de kaçmak istiyorum eğer yoksa elinde bir hesap defteri hesaplayamazsınız ne sevapları ne de günahları huzuru kendinden başkasında arama sakın bırak yaralarını rabbin sarsın başkalarından gelecek ne varsa hepsi kalsın yanacaksa yüreğin allah için yansın sıyırdım tüm duygularımı karanlık levhalardan kimse göremez içimdeki şiirleri kendime yazışımı derdimin kendime doğru dökülüşünü seviyorum ve mutluluğun su damlaları gibi yüreğime akışını şiirler yazıyorum, içimdeki çocuklara kahkahalar atıyorum, dar sokaklarda ve hiç ölmemiş olan çocukluğum, yanıbaşımda bana en güzel oyunları öğretiyorlar uykuya biraz dargınım, uykularımı bölüyor diye tekrar doğacakmışım gibi huzurlu ve heyecanlı bakışlarım ölüme alacaklı ve tekrar ellerine doğuyorum, gecenin aklımda ne varsa silindi, gitti yeniden başka evlerin bahçelerinde gül tomurcuklarına nağmeler yakıyorum koşarak bir çimenin üzerine buluyorum kendimi rüyalar gibi kısa, bir gülümseme geçiyor yanaklarımdan hızlıca bir pembelik dokunuyor saçlarıma bir anda kayboluyor karanlıklarda işte ömür kısa bir dramdır akıllarda


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

33

GÖKTEN ÇAĞRI AKTAN ANAFOR HAYAL BİLGİSİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2016 / BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ

G

ökyüzünün siyah bürgüsünün önünde beyaz bir güvercin belirdi. Saatlerdir havaküreyi yaran kanatları yorulmuştu artık. Uygun bir yere konmalıydı. Konmalıydı da yukarıdaki karanlık ürkütüyordu ufacık kalbini. Bulut yoktu, mavi yoktu. Kuşlar da yoktu ortalıkta. Yalnız, kara renk çöreklenmişti semaya. Yo, hayır, gece değildi. Yerküre aydınlıktı. Güvercin anlam veremedi bu zıddiyete. Burada yanlış giden bir şeyler vardı ama yorgundu; çöğecekti mecbur münasip bir yere. Görebildiği en ışıltılı damın ondülin zeminine pençe bastı. Nasıl da dipsiz bir lavın acısına gömülmüş de çıkmışçasına sızlıyordu ayacıkları. Koca koca solukları sessizliği hançerledi bir müddet. Uçarken tüylerinin arasına girmiş olan tortuları gagasıyla paklamaya koyuldu sonra. Birkaç zedelenmiş tüyü de ağzının arasında kaldı. Üfledi. Temizlik bittiğinde etrafa bakındı. Kulağına hücum eden çocuk bağrışmaları gözlerinin yönünü tayin etti. Karşı binanın bahçesiydi hengâmenin ev sahibi. Güvercininin keskin gözleri, güneş kadar uzak bir yakınlıkta olmasına rağmen eziyet edilen çocuğa odaklanabildi. Kötü bakışlı, kötü edimli bir başka çocuğa eşeklik ediyordu zavallı çocuk. Dehleniyordu da ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Şu domuz kadar ağır taş yürekliyi üstümden atayım ve ona insan olduğumu hatırlatayım demiyordu. Başka kimse yok muydu bahçede? Vardı elbet. Vardı ama bu sahneyi izlemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Nitekim sıra onlara da geldi hemencecik. Her biri zalim çocuğun apış arasına giriveriyordu nöbetleşe. Uysal birer binek oluyorlardı. Çimenliği turlayan binici, zehrini hepsine akıttığı ve yaptıkları yanına kaldığı için pek şendi tabii. Vicdan yoksunu bir akla haiz olduğunun ve bu sebepten dünyanın en tehlikeli canavarı olduğunun farkında değildi kuşkusuz. Onlarca çocuğu emri altına almıştı. Hiçbiri de gıkını çıkartmıyordu olanlara. Sayı olarak üstün durumda olan çocukların, neden zalim çocuğa karşı durmadıklarını, yüreklerine hangi korkunun mayalandığını anlayamadı bizim beyaz güvercin. Kederlendi onlar için. Belki de bir gün intikamlarının birilerince alınacağını ve öçlerinin alınışının kendi yaşadıklarından daha sert olacağını umuyorlardı. Bunun beyhude bir inanç olduğunu düşün-

mek mümkün. Ancak herkes kendi bahçesinde, zalim kemirgenler ümitlerini kemirerek hiç etmekte olsa dahi yeni fidanlar dikmez mi? Dikerler. Yaşamaya devam edebilmenin başkaca yolu yoktur çünkü. Aşağıda bir kıpırdanma vardı. Onlar için kederlenen bir başkası daha mı vardı ne? Uzun pardösülü, uzun şapkalı; güvercinin üstünde bulunduğu evin içinden çıkan bir adam, karşı binanın bahçesine doğru hızla ilerliyordu. Adımları kararlı görünüyordu. İşte bir kurtarıcı! Hemencecik bahçe kapısından içeriye giriverince, çocukların arasındaki ilk eşek koşturuverdi uzun şapkalı adamın yanına. Sarıldı. “Kurtar” dedi, “bizi.” “Yettim!” dedi koca adam. “Ne oluyor bakayım burada?” Şıhab (zalim çocuğun ismi buydu) şapadanak iniverdi diğer çocuğun sırtından. Zihninde, “Çakaralmaz bir adam işte.” diye nitelendirdiği herifçioğluna bakıp, “Hiç,” dedi, ‘i’ harfinin üstünde durarak, “oyun oynuyorduk.” “Böyle oyun olmaz!” “Sen niye karışıyorsun ki?” diye sordu zalim çocuk, dikenlice. Cevap vermedi adam. Yıldız desenli, uzun şapkasını düzeltti yalnızca. Parmak uçlarını cebine sokuşturdu. Kendinden emin gözüküyordu. Ardından bacaklarını ve kollarını bir koala gibi kendisine sarmalamış olan çocuğu ayırdı vücudundan. “İsmin ne bakalım?” diye sordu. “Ahmed.” “Ben de Jack. Sen bana Jack amca diyebilirsin.” “Tamam,” dedi Ahmed. “Jack amca!” diye sayıkladı yeni öğrendiği ismi. El ele tutuştular. Jack amca, “Hadi benimle gel ve bana her şeyi anlat,” dedi. “Burada olan her şeyi bilmek istiyorum.” “Olur,” dedi Ahmed ve beyaz güvercinin tünediği evin yolunu tuttular. Giderken, “Sen şimdi görürsün” manasına gelebilecek öfkeli bir bakış attı ardına. Jack amcasına güveniyordu. En tehlikeli önyargıyı, karşındakini kendin gibi sanmayı huy edinmişti çünkü.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ Jack amcanın bahçesindeki kamelyaya koyu bir sohbet gelip oturdu. Kalkıp gitmeden evvel uzun uzun soluklandı. Ahmed olanları anlattı birer birer. Zulmü anlattı. Dermansızlığı anlattı. İçinde bulundukları acınası sefaletlerini, zalim çocuk Şıhab ile onun öldürdüğü Farah, Nasser ve Musaf’ı anlattı. Hem anlattı, hem ağladı. Jack amca ıslak yanakları göğsüne bastırdı. Küçük başı okşadı usulca. “Zavallıcık!” dedi. Masada duran kavanozu açtı. İçinden bir parmak bal alıp çocuğun ağzına çaldı. “Sorununu çözeceğiz küçüğüm.” dedi. “Size barış getireceğim.” Barış kelimesini duyan beyaz güvercin, kanat açıp pırpırlandı olduğu yerde. Uçmadı. Balın tadıyla kendinden geçen Ahmed, “Cidden mi?” diye sordu. Gözleri ışıldadı, karanlık gökyüzü aydınlandı sanki. “Evet,” dedi Jack amca, “ancak bir şartım var.” “Nedir?” “Yiyeceklerinizi benimle paylaşacaksınız; en güzellerini.” Durup şöyle bir bahçesinde bulundukları ihtişamlı eve baktı Ahmed. Bu dört başı mamur villanın sahibinin yediği yiyecekleri hayal etti. Ağzı sulandı. Ne diye bizim yiyeceklerimizi istiyor ki, diye düşünmeden edemedi haliyle. Velâkin kabul etti mi, etti. “Sen yeter ki bize barış getir Jack amca.” “Öyleyse bekle.” dedi beriki. İçeri girip çok geçmeden elinde bir kutuyla geri döndü. Kutunun içinden bir metal yığını çıkartıp çocuğa uzattı. “Al bunu.” dedi. Beyaz güvercinin ufacık kalbi daha da ufaldı; nohut kadar kaldı o şeyi görünce. Ahmed metal cismi eline alıp şöyle bir inceledi. Sağına soluna, altına üstüne baktı. Pek tanıdık gelmeyince, “Ne yapacağım bununla?” diye sordu. “Bunu hep yanında taşımanı istiyorum. Şıhab size ne zaman zarar verirse, bak şu pimi çekeceksin. Anladın mı? İşte şunu. O zaman istediğin barış gelecek ve bir daha hiç gitmeyecek; kurtulacaksınız zulümden.” İnce pime göz attı Ahmed. “Anladım,” dedi, “zulüm başlayınca bunu çekeceğim.” “Aferin!” dedi Jack Amca. Çocuğun sırtını sıvazladı. “Sen çok zeki bir çocuksun.”

Edebiyat ve İyilik Dergisi

34 Ahmed’in dudaklarından yanaklarına bir gurur gülümsemesi yayılıverdi. Elindekine baktı tekrar. Kendini bir saniye öncesinden daha güçlü hissetti. Sanki beyninde çıkan bir kara delik bütün aciz hatıralarını yutmuştu. Korkuyla cesaret arasındaki kalın çizgiyi silince, aptalca bir özgüven ilişti göğüs kafesinin oralarda bir yere. Az önceki gibi yalnızca bir birey değildi artık. Beynini sarmalamış sarp düşüncelerin haresine karışmıştı bütün benliğiyle. Kolları pazılanmış, derisi çelikleşmiş, eli kılıçlanmıştı. Öyleydi hayalinde. “Artık gidebilirsin,” dedi Jack Amca. “Seninle işimiz bitti.” Ahmed de teşekkür edip, prangalarla bileklerine bağlanmış makûs talihinden habersiz, karşı binaya geri döndü. Jack amca, uzaklaştıkça küçülen siluetin ardından bakıp, sallanan salıncağına geçti ve yumuşacık yastıklara sırtını vererek keyifli bir ezgi tutturdu diline; gamsızca. Çünkü Jack amcalar böyledir. Bu esnada gökyüzüne öykünen yeryüzü de siyaha bürünmeye başlamıştı. Bu karartının içinde parlayan tek beyazlık olan güvercin, süzülerek Ahmed’in peşinden gitti, Ahmed karşı binadan içeri girince durdu. Garip bir endişe sızdı kuşun ruhuna. Camsız pencerelerden birine yanaştı. İçeriyi süzmeye koyuldu. Moloz yığınlarının, dökük badananın, küf yeşilinin ve fare dışkılarının çizdiği acınası resme üzüldü; ressama kızdı. Orada insanların yaşayamayacağı bir ortam olduğunu, bir kuş olmasına rağmen biliyordu. Bir başka pencereye geçti. Ezik domateslerin sağlam yerini bulup yemeye çalışan çocukları gördü. Bir diğerinde tozlu battaniyelere kumaştan yamalar yapılmaya çalışıldığını, bir diğerinde soru işareti gibi yatışının sebebi -muhtemelen- çileli hastalığı olan bir çocuğu, bir diğerinde Ahmed’i gördü. Ahmed, “Bana para bulacaksın,” diyen Şıhab’a karşı koymaktaydı. Sesleri hayli yükselmişti. Yaygarayı işiten meraklı gölgeler odaya doluştu. “Hayır, düşkünezen. Artık burada kral sen değilsin.” dedi Ahmed. Şıhab gülmüştü bu lafza. “Öyle mi? Kimmiş peki yeni kral?” Vakur ve alaylı tavırlarla elindeki bombayı Şıhab’ın gözünün önüne doğru kaldırdı Ahmed. “Tanıştırayım,” dedi, “işte yeni efendimiz.” Şıhab’ın gözleri nefretle doldu, doldu ve büyüdü. Kocaman oldu. Ten rengi ala döndü; pancar gibi oldu.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ Zalim çocuk, her kelimenin son harfini titreten bir öfkeyle, “Sen bana nasıl karşı çıkarsın!” diye köpürdü. Tırnak uçları, avuç içlerine saplanırcasına sıktı yumruklarını. İlk defa bir çocuk kendisine isyan ediyordu ve bunun hesabını soracaktı elbette. Hırsla Ahmed’in üstüne yürümeye başlayınca olanlar oldu. Küçük el pime gitti. Emniyet düzleştirildi ve pim, bir yavru güvercinin kafası kopartılırcasına yuvasından çıkarıldı. Bunu gören beyaz güvercin kaçtı. Geldiği dama doğru hızla kanat çırpmaya koyuldu. Ama Şıhab kaçamadı. Hiçbir çocuk kaçamadı. Birkaç saniye içinde bina pencereden dışarıya et, kemik ve kan kustu. Güç, aklı tüketiyordu işte; yanlış ellere geçmiş diğer bütün tehlikeler gibi. Gürültüyle birlikte karşı binaya doğru bakmıştı Jack amca. Parlayıp sönen alev ve gökyüzüne süzülen siyah dumana yetişebilmişti gözleri. Grili siyahlı pus, minik ruhları ölüm meleğine teslim etmek için yükseliyordu sanki. Bedenleri ise alevlerin arasında yanıp; aç gözlü,

Edebiyat ve İyilik Dergisi

35

dolu mideli mahlûkların sebep olduğu zehirli birer gaz gibi, atmosfere son kara tonu da çalıyordu. Artık göz gözü görmüyordu dünyada. Ortalık, ölü çocukların cansız bedenleriyle beslenen bir gezegenin olması gerektiği gibi gırtlağına kadar zifiriydi. Jack amca, kendi yarattığı karanlığın ucunda, gülüş yordamıyla mutluluğunu sergiledi. Yılana fırsat vermişti. Onu büyütmüş, civcivlerin arasına salmış ve çoğunu gölgesiz bırakmıştı. Asıl işi ise şimdi başlıyordu. Kurtulan az sayıdaki çocuğa daha fazla barış götürecek ve yalnız yiyeceklerini değil, ellerindeki her şeyi alacaktı. Alacak bir şey kalmadığında ise başka yerlere başka barışlar götürecekti. Beyaz güvercin hep onunla olacak ama hiç karşı tarafın damına konmayacaktı. Hayvancağızın o küçük kalbi de zamanla, yavaş yavaş, farkında olmadan alışacaktı beşerî işkencelere. Habislikler gözünün önünde dura dura eskiyecekti. Evet, böyle olacaktı şüphesiz. Dünyanın hangi günü zulümsüz geçmişti ki!


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

36

MELİSA YILMAZ ZAMAN SİYAHTIR HAYAL BİLGİSİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2016 / İKİNCİLİK ÖDÜLÜ

Z

aman siyahtır, ziftten kara bir siyah. Bu yüzdendir ki, dünya bir çamaşırcı kadının merdanesi gibi dönerek, Tanrı’nın gözyaşlarını avuçlarında biriktirerek, sürekli aklamaya çalışır onu. Zaman siyahtır, sessiz bir siyah ve bu yüzdendir, rüzgar şarkısını, hep onu gökkuşağına uyandırmak için söyler. Masallar derdi ki, en eski şarkılar sessizliğe söylenenlerdir. Esperine şarkı söylemeye susarak başlamıştı. Bir kış günüydü, masalların siyah mevsimi olmasına rağmen Esperine kışı severdi, kırlangıçların dönüşünü beklerken bembeyaz giyinen tarlaları, çocuklara birer gülümseme vermek için doğan kardan adamları, şöminede çıtırdayan sıcacık, duman kokulu akşamları... Esperine o sabah yataktan kalktığında tuhaf hiçbir şey hissetmemişti aslında, biraz hastaydı ama şuradan şuraya bir kez koşuverse geçecek denli hafif. Ne var ki oturma odasına geçip de içeridekilere günaydın demek için ağzını açtığında, bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu, neden dili bir türlü bu basit, tek kelimeyi şekillendirmek için dönmüyor, neden boğazında bir düğüm olup kalıyordu? İçinde yükselmeye başlayan korkuyu görmezlikten gelmeye çalışarak derin bir nefes almış, yeniden denemişti. Bu kez kendi, şimdi kulağına bir hayli yabancı gelen sesini belli belirsiz duymuştu, ama işlerin yoluna girmediğinin de pekala farkındaydı. Heceler birbiri ardına akıyor, birbirinin üzerine biniyor, tekrar ve tekrar karışıyor, anlamsız bir bütün halini alıyordu. Esperine daha önce kekeleyen birkaç çocuk görmüştü, ama bu kendisinin başına ilk kez geliyordu ve daha bir gün öncesinde, günaydın kelimesiyle hiçbir sorun yaşamıyordu. Korku iliklerine dek işlerken orada öylece, dizleri titreyerek durmuş ve ağzından çıkan hecelerin önünü alamadan, gözleri dolarak, elleri buz keserek kalakalmış, üzerine dikili o şok dolu, anlamsız, öfkeli bakışlar etini kemiğinden ayıracak sanmıştı. O ilk seferden sonra, Esperine hiçbir şeyi kekelemeden söyleyememeye başladı. Kimsenin onu bir hekime götürecek kadar parası yoktu ama bilir birkaç kişi küçük çocuklarda bunun olabildiğini, kendiliğinden geçeceğini söylediler. “Ya da,” dediler, “belki bir şeyden korkmuş fena halde, belki üzülmüş, çocuk işte... Sağları solları belli olmaz, Tanrı biliyor, umalım da bir an önce düzelir zavallı, zavallı Esperine...”

Hiçbiri Esperine’ye neden korktuğunu ya da bir şeye üzülüp üzülmediğini sormadı, kimse annesinin vücudundaki sayısız morluğa şöyle bir dönüp bakmadı. Ve zavallı, zavallı Esperine’in kelimeleri o günden sonra bir türlü ona boyun eğip ağzından doğru düzgün çıkmadı. Zavallı, zavallı... Esperine’in yeni adıydı ve gerek bir zamanlar arkadaşları olmuş kasaba çocukları, gerekse büyükler, bunu onun yüzüne karşı söylemekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Bir noktada, bütün o acıyan bakışlar, iğneleyici konuşmalar, alayla atılan, az buçuk ellerin ardına gizlenmeye çalışılan alçak kahkahalar Esperine’i öyle usandırdı ki, kimsenin yanında konuşmak istemez oldu. Sanki biri içinde fitil fitil yanan bir kandili söndürüp külünü her yana saçmıştı ya da sol yanında bir yerlerde kendini insanlara ifade etmesini sağlayan bir duygu kaybolmuş, o yumak yumak şevkin bir parçası kopmuştu. Ona bir şey sorduklarında sustu, söylemek istediği her şeyi yuttu ve sessizliği koruyucu bir perde gibi örtündü üstüne, böylelikle en azından insanların tepkilerinden kaçınıyor ve kelimeleri yalnızca kendi içinde söylüyor, birbiri ardına diziyor; kırlangıçların dönüşünü bekleyen karlı tarlalarla, kardan adamlarla, masallarla ve gökyüzüyle yalnızca kendi içinden konuşuyordu. Kış ilkbahara, bahar yaza ve yaz güze evrildi, Esperine sustu. Kırlangıçlar kanatlarında başka bir göğün tozuyla geldi, yeniden göç için toplandılar, çiçekler açtı, yapraklar yeni baştan döküldü ve Esperine sustu. İnsanlar ona zavallı, zavallı Esperine yerine dilsiz Esperine demeye başlayıncaya değin sustu. Dilsiz Esperine diğerleri için bir eşyadan, herhangi bir duvardan farklı değildi ve artık kimse acımak ya da alay etmek için bile olsa onunla ilgilenmiyordu. Evleri her zamanki kadar kalabalıktı ama Esperine aynı evde yaşadığı bu insanlar için bile o kalabalığın değil evin kendisinin, dekorunun bir parçasıydı. Tıpkı o kış sabahı kekelemeye karar vermediği gibi, oradan gitmeye de karar vermedi, en azından bilinçli olarak değil. Yalnızca, bir gün, soluk sarı bir sonbahar günü uyandığında ne pahasına olursa olsun gideceğini biliyordu, bu öyle yalın ve kesin bir gerçekti ki onu sorgulamaya, üzerine düşünmeye gerek yoktu. Esperine evden parmaklarının ucuna basarak çıktı, bahçedeki kurumuş yaprakları hışırdatarak, kimseye veda etmeden, yanına biraz ekmek dışında hiçbir şey almadan


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ sakince, sanki bunu her gün yapıyormuş gibi yürüdü ve kasabanın kuzey sınırından başlayan geniş ormana gelinceye değin hiç durmadı. O büyük, yüksek, sık ağaçların arasına vardığında, sırtını birinin geniş gövdesine yaslayarak nefeslendi ve geri dönüp baktığında ne evinin kırmızı çatısını görebildi, ne de geçmişinde ona ait olmuş veya ait hissettiği başka herhangi bir şeyi. O zaman, çok uzun zaman sonra ilk kez dudaklarını araladı ve usulca şarkı söylemeye başladı; önce içindeki kendi sessizliğine, sonra ormana ve sonra, söyleyebileceği her şeye. Şarkı söylerken kelimeleri olmaları gerektiği gibiydi, Esperine yeniden kendisiydi; ne zavallı, ne de dilsizdi. İlkin geçtiği yerlere çakıl taşları bırakıyor, ekmek ufalıyordu ama çakıl taşlarını rüzgar dağıtır, ekmek kırıntılarını kuşlar yerdi, bu yüzden Esperine geçtiği yerlerde iz bırakmak için şarkı söyledi. Her adımında, dokunduğu her ağaca, ayakları altında hışırdayan her yaprağa. Bildiği bütün şarkıları söyleyip bitirdiğinde, söylemek istediği başka şeyleri, ne kadar sıradan ve saçma da olsa, kulağa ne kadar gülünç gelse de birer ezgiye uydurup söylemeye başladı. Şarkılar maviydi, mavi ve özgür, tıpkı gökyüzü gibi. Geride bıraktığı hiçbir şeyden nefret etmedi; insanlardan, kelimelerden, birbirinin aynı acıyan bakışlardan... Zaman siyahtı, hepsine hükmeden zaman, zaten yağmur da hep onu aklamak için düşmez miydi dünyanın avuçlarına? İlle de birini suçlaması gerekiyorsa zamanı suçlardı, siyahtı zaman, zift kadar. Esperine şarkı söylemeyi sürdürdü, orman önünde uzayıp gitmeyi. Esperine’in bu yalnız, vahşi yerde hayatta kalmayı öğrenmesi kolay olmamıştı ama bir süre sonra ormandaki yaşamın kasabadaki çiftlik yaşamından pek de farklı olmadığını kavradı, uyum sağladığı sürece hayatta kalırdı. Şarkı söylediği, yürüdüğü ve yürümeye devam etmeyi istediği sürece. İçinde ezgilere dökecek bir kırıntı olsun bir şeyler kaldığı sürece. Her yağmur yağdığında içinde yeni bir umut yeşerdiği ve siyah dışında bir renk görebildiği sürece. Çakıl taşlarını rüzgar süpürdü, ekmek kırıntılarını kuşlar ama şarkılarını hiçbir şey susturamadı. Esperine yürüdü, yürüdü ve söyledi, ta ki sesi ve adımları ormanın bir parçası oluncaya dek. İçindeki o yumak yeniden tamir oluncaya ve o yıllardır boş yer, eksik duygu yüreğinin gerisinde yeniden kımıldayana dek. Yürüdü ve iyileşti; kendi sesiyle, kendi özgürlüğü, kendi sevgisi, kendi umutları, kendi renkleriyle. Esperine bir gün, bir bahar günü ormanın kıyısına kurulmuş kasabalardan birine vardığında, doğduğu

Edebiyat ve İyilik Dergisi

37 yerden çok çok uzaktaydı ve artık küçük bir kız değildi. Hala şarkı söylüyordu ve onu gören kimse, bütün o kılık kıyafetine ve gözlerindeki yabaniliğe rağmen, zavallı ya da dilsiz olduğunu düşünemezdi. Kasabalılar Esperine’i merak, heves ve heyecanla sarıp sarmaladılar, büyük gözlü, kirli yüzlü çocuklar ve yorgun gençlerle dolu bir meydanda, ona nereden geldiğini, nereye gittiğini sordular. Esperine şarkı söyleyerek bilmediğini, bilmek de istemediğini, hatırlamak istemediği hiçbir şeyi hatırlamadığını anlattı. Kasabalılar, sesinden büyülenerek onu dinlediler, ellerine uzandılar, sanki Esperine kutsal bir varlıkmış, büyülü bir yanı varmış gibi baktılar ona, neredeyse huşuyla. Fısıltılar ne kadar da garip ve güzel olduğunu, sesinin nasıl da sihirli olduğunu, gözlerinin mavisinin ne denli parlak olduğunu konuşuyordu, kasabada daha önce hiç kimse onun gibisiyle karşılaşmamıştı. Sonra, Esperine’e adını sordular ve o, “Siz ne isterseniz o olsun,” dedi yumuşak bir melodiyle. “Beni nasıl görüyorsanız öyle...” Ona birçok isimle seslendiler, sayısız unvan ve sıfatla ama Esperine bunların arasında değildi. Masallar derdi ki, büyümek istemeyen herkes çocuk kalır ve en eski şarkılar çocuk şarkılarıdır. Esperine, büyüdükçe bunun ne kadar da doğru olduğunu öğrendi. O büyümeye, şarkılarını düz, ezgisiz cümlelere dönüştürerek başlamıştı. Kekemeliği, geldiğinin aksine, öyle tek bir sabahta geçmedi ama tamamen ortadan kalkması da pek uzun zaman sürmedi. Esperine evim dediği o ikinci kasabada kaldığı süre boyunca konuşmayı yeniden hatırladı ve bu ne kadar hoşuna gitmese de bazı durumlarda şarkılarının yerini düz cümleler aldı. Kasabada kalışının ikinci baharı, kırlangıçlar kanatlarında Esperine’in şarkılarıyla yuvalarına dönüyorken, ormandan çıktığı o ilk gün onu alıp kasabaya getiren gençlerden biri kızı bir çiçek tarhında buldu. “Bundan nefret ediyorum.” dedi sözü hiç dolandırmadan, Esperine’in karşısındaki duruşunda aşılmaz bir kararlılık, onunkiler gibi mavi gözlerindeyse ince bir hüzün vardı. “Ama biliyorum, artık gitmelisin. Sen bizim kıymetlimizsin, esin kaynağımız, neşemiz, nimetimiz... Ama biliyorum, evet, gitmen gerektiğini... Gitmeli ve seni büyük insanların duyabileceği bir yerde şarkı söylemelisin. Dünyanın doruğuna tırmanacaksın, biliyorum, burada bu kadar beklediğin yeter. Bırak bizi, seni daha ileriye götürecek bir yere git ve şarkı söyle, hep şarkı söyle.” Esperine de bunu içten içe biliyordu ama onun da pek


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

hoşuna gidiyor sayılmazdı. Yine de, o her zaman aniden karar veren ve yüreğini dinleyen bir insan olmuştu, o sefer de öyle yaptı. Yalnızca, bunu neden yaptığını kendine tam olarak açıklayamasa da, ona onu bekleyen yolların çağrısını hatırlatan delikanlıdan kendisiyle gelmesini istedi, genç adamın bu öneri üzerine gözleri öyle derinden aydınlandı ki Esperine doğruyu yaptığından o an tamamen emindi. Böylece, ikisi yeniden ormana daldılar ve Esperine tek gerçek evinde yeniden şarkılarına sarınır, kuşlar için ekmek kırıntıları, rüzgar için çakıl taşları bırakırken, bu sefer yanında bir yoldaşı da vardı. Genç kız ona ormanı, çocukluğunu, babasının annesinin canını nasıl yaktığını, kendi evindeyken bile nasıl kaybolmuş hissettiğini ve şarkılarını anlatırken daima dinleyen, onu anlayan, onu görebilen bir yoldaş... Ormandan çıkıp şehre giden yolu yarıladıkları bir gece, her şeyin değişmeye nasıl da yakın olduğunu hissederek, Esperine ona gerçek ismini de söyleyecek oldu ama genç adam bunun üzerine parmağını onun dudaklarının üzerine bastırıp bilmek istemediğini fısıldadı. Esperine bir şarkıydı ve masallar derdi ki, en eski şarkılar isimsiz olanlardı, herkesin dilinde farklı bir adla yaşarlardı. Esperine’in ve başka herkesin de hissettiği şeyin olması, kekemeliğinde olduğunun aksine, öyle bir sabahta, bir ayda, bir yılda gerçekleşmedi ama Esperine’in yükselişi başka her yıldızdan daha parlak, daha süratliydi. Büyük şehirlerden daha büyük şehirlere, bir şarkıdan daha iyi bir şarkıya, bir hayran kitlesinden onun iki katına koşarken ne Esperine, ne de sesi yorulmak bilmiyor, şarkılarının ardı arkası kesilmiyor, Esperine geçtiği her yere şarkılarının izini bırakıyordu. Ve ekmek kırıntılarını, çakıl taşlarını. Onu dünyanın tepesine çıkaran o ilk büyük konserinden sonra, salonun arkasında yere ekmek kırıntıları ufalarken hala onunla birlikte yürüyen delikanlı bunu neden yaptığını sormuş, Esperine de hafifçe gülümseyerek, küçük bir şarkı söylemişti. “Kaybolmaktan, geri dönememekten korktuğum için saçtım çakıl taşlarını, rüzgar hepsini evlerine dağıttı. Ekmek kırıntıları ufaladım toprağa, kuşlar kapıp uçurdu yavrularına. Öyleyse kalp kırıklarımı mı saçayım geçtiğim yollara?” Bunun üzerine delikanlı eğilip onu öpmüş ve kendisinin Esperine’in gözlerinin mavisinin değdiği her yolda onun izini takip edebileceğini söylemişti. Ünü arttıkça, Esperine sessizliğin başka bir yüzünü öğrendi. Ona geçmişini sorduklarında susuyordu mesela, şarkı söylemeye nasıl başladığını sorduklarında, adını ve yaşını sorduklarında... Sahi, kaç yaşındaydı, işte bunu kendisi de bilmiyordu. Ama öğrendiği baş-

Edebiyat ve İyilik Dergisi

38 ka şeyler de vardı; neredeyse unuttuğu harfleri, toplum değerlerini ve insanların kötülüğünü yeniden öğreniyordu. Bir keresinde, ona Zaman Siyahtır isimli şarkısı hakkında bir soru sorduklarında derin bir iç çekmiş ve şöyle cevap vermişti: “Şarkılarım da benimle birlikte büyüyor sanırım, şimdi öyle düşünmüyorum, çocukken düşündüğüm gibi. Siyah olan zaman değil, belki yalnızca onu kirletenler siyahtır ve birini suçlamak gerekiyorsa insanlara hükmedeni değil, insanların kalplerini suçlamak gerekiyordur, belki...” Bu sözleri dünyayı çalkalamış ama Esperine pek de aldırış etmeden, içinden gelen her şeyi söylemeye, yapmaya, yanıtlamaya devam etmişti. “Beni hayatta tutan şey şarkı söylemek oldu.” diyordu, “Yıllarca bildiğim tek şey masallardı ve her zaman iyilerin kazanacağına inandım, bir şey kaybetmedim. Belki insanlara her şeyden önce masallara inanmayı öğretmeniz gerekiyordur ve yağmurun buharlaşan masumiyetimizi geri vereceğine...” Dünya, durmadan zaman ve renkler hakkında konuşup duran, yargılayan, düşünen, nota nota efsaneleşen şarkılar besteleyip söyleyen, çılgın, aklına eseni yapan ama hala, her konserinin çıkışında yere ekmek ufalayan bu garip, masalsı, büyüleyici kadına hayrandı. Onun büyüsüne kapılan herkes Esperine’in sıra dışı çekiciliğini anlatıp duruyor, şarkıları dilden dile dolaşıyordu ama Esperine’in aradığı bu değildi ve hiçbir zaman da bu olmamıştı. Adımları dünyayı sarsarken o, hayatının sonuna kadar yürümeye, aramaya, bütün bu kötülük için kimi suçlaması gerektiğini düşünmeye devam etti. Hissettiği her şeyi şarkılarında haykırdı ama asla hiç kimseye seni seviyorum demedi, hiçbir duygusunu açık açık dile getirmediği gibi. Hiçbir zaman uzun konuşmadı. Kimseye acıyarak bakmadı ve kendisi dışında kimseye öyle büyük bir kötülüğü dokunmadı. Esperine, kaç yaşında olduğunu bilmeden öldü ve o zaman bile hiç kimsenin onun gerçek adının ne olduğuna dair bir fikri yoktu. Belki de bu yüzden, dünyaya dünyayı haykıran bu yüce şarkıcıyı eskilerden, çok eskilerden, küçük bir kasabadan ve bir orman süren bir yolculuktan tanıdığını iddia eden yaşlı bir adam onun mezar taşına “Burada bir ömür boyunca süren ve asla unutulmayacak bir şarkı yatıyor, kırlangıçlar baharda evlerine döndüğü müddetçe kalplerimiz onun ezgisiyle atacak.” yazdırılmasını önerdiğinde itiraz eden çıkmadı. Yaşlı adamın, cenazeden bir gün sonra mezarlığa gönderdiği, bahar çiçekleriyle dolu çelenkte, Esperine’in şarkılarından birinin iki satırı alıntılanmıştı: “Zaman siyah mı, yoksa yüreklerimiz tamamen karardı mı bilmem. Ama ölüm siyah ve şimdi başka hiçbir renk görünmüyor ekmek kırıntıları dolu penceremden.”


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

39

MEHMET AKİF DUMAN YORGUN KADIN HAYAL BİLGİSİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2016 / ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ

S

ize baştan anlatayım. (Lütfen.) Aslında renkli bir hayatım yoktu. Çok da şikayetçi değildim olağan gidişattan. Yapmam gerekenleri yapıyordum, fazlasını istemiyordum hiç. Ressam olmak istiyordum küçükken. Memur ol, dedi babam. Kadın işi, sekreterlik gibi, devlet kapısı ve aylık maaş çınlamaları arasında yuvarlanıverdim klavyeler arasına. Kaç yıldır çalıştığımı bile unuttum, oysa gün sayar bazıları mahkum gibi. (Anlıyorum...) Vaktiniz vardır umarım, yani... (Elbette.) Evet... Babamı pek sevmezdim. Çok döverdi bizi. Anneme acırdım. Sarı saçları vardı, lüle lüle. İnce kaşları, tuhaf bir de gülümsemesi. Güzel kadındı ama korkuturdu beni. Bazen süt getirirdi ablamla bana. Ballı ballı. Uyumadan önce. Üstüne oturan kaymak rüya rüya birikirdi, kıvrım kıvrım. (Güzel...) Çok severdim kitapçıları. Kocamla da kütüphanede tanıştık zaten. Çok imrenirdim kitap yazan kadınlara, bir şekilde bağlı hissederdim kendimi onlara. Güçlü; elleri kolları beton, çelik; saçları kısa kısa.... Daralınca, düşersem onlar yardımıma koşacak gibi gelirdi. Cidden. Vaktiniz yoksa... (Bu benim işim efendim. Devam edin lütfen.) Evet. Ne diyordum... Hemen evlendik. Filmlerdeki gibi, Yeşilçam gibi başladı her şey. Sonra çoraplarının ne kadar pis koktuğunu gördüm eşimin. Zamanla daha az kitap okumaya, daha çok mutfakta bana yardım etmeye başladı. Sinirli biri değildi, bu zamana kadar bana el kaldırmışlığı da yoktur. Ama nasıl desem, sanki maç izlediği koltuğa her gün bir santim daha gömüldü. (Anlıyorum...) Öğle aralarını genelde simit peynirle geçiştirirdim. Pek anlaşamıyorum sanırım mesai arkadaşlarımla. Onlar birleşip bir yerlere gider, ben tek kalırım dairede. Beni pek sevmezler. Bir defa konuşurlarken duydum; ölmeden önce ölmüş gibi, dediler benim için. (Evet...) Bazen aynaya bakarım uzun uzun. Güzel güzeldir, çirkin de çirkin. Ama ben kendimi nereye koyacağımı bilemem. Gözlerime yaklaşırım iyice, o içerideki karaltıda bir şey bulacakmış gibi. Kuyu kuyu inmek gibi, ağır ağır çözülmek gibi... Ya kapı çalınır sonra, ya çay kaynar ya da horlamaya başlar eşim. Bulamam ne arı-

yorsam. (Peki... Komşularınızla aranız nasıl?) İyi sanırım. En azından beni görünce gülümsüyorlar. Gerçi son zamanlarda bundaki acıma miktarı bozuk baharatlar gibi burnuma sıvanıyor. En yaşlılar en çok acıyor, gençler gülüyor bana. Aslında ben de utanıyorum bazen eşimden. Elindeki çantayı çapraz çapraz sallaması, ceketinin kırışık cepleri, uyumsuz kravatları, tabanları dışarı dışarı yamulmuş ayakkabıları, olmadık zamanlarda yere tükürmesi, cebinden telefonu çıkarırken kaşlarını çatması, gittikçe kısalan parmakları; ne bileyim... (Anlıyorum... Başka...) Zor uyurum. Bazen saatler sürer uykuya dalmam. Boya kalemlerimi, kokulu silgileri, her seferinde lekeleri diğer sayfaya geçen kalitesiz resim defterlerimi, tokalarımı, kolyelerimi, çizgili çoraplarımı hatırlamak; pencere buğusuna tersten yazı yazmak, henüz bozulmamış saatleri tamir etmek, evcilik oynamak yüzünü unuttuklarımla, iyi geliyordu ilk zamanlar. Sonra daha zevkli bir şey keşfettim. (Nedir?) Eşimi kötü durumlara düşürmeye başladım rüyamda. Mesela, birkaç kez dayak yedi yanımda. Lokantada garsonla tartıştırdım; müdür geldi. Bir seferinde de attan düşürdüm onu. (İlginç...) En çok ablam üzer beni. Gözlüklerini çok severdim onun, çenesindeki çukuru öperdim. Ne güzel, sivri burnu vardı. Bir de güzel gülerdi ki, yanaklarında gamze gibi bir çizdi olurdu. (Neden üzülüyorsunuz onun için?) Akıl hastanesinde. Çok dayak yedi kocasından. Hamileydi. Bebeği ölü doğdu. Her hafta giderim onu ziyarete. Bazen iki kez haftada. Ne çok deli var, ne çok insan oyun dışı kalmış tahmin edemezsiniz. (Oyun dışı... Evet...) Oradakilerle de ahbap oldum gide gele. Mesela birisi eşyanın ruhu olduğuna inanırdı; konuşurdu masa sandalye ile. Biri illa biyografisini yazdıracak birini arıyordu. Tren kondüktörü vardı bir de; peşine takıp bahçede gezdiriyordu milleti. (Evet...) Su aygırı beslemek isteyen yaşlı kadın her görüşünde boynuma sarılırdı. Kızına benziyormuşum. Biz kadınlar en çok da annelikten çekiyoruz sanırım. (Sizin çocuğunuz var mı?) Yok. Olmuyor. Dedim ya aslında renkli bir hayatım yoktu. Çok da şikayetçi değildim olağan gidişattan. Yapmam gerekenleri yapıyordum, fazlasını istemiyordum hiç.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Resim yapmaya başladım sonra. Suyu çizmek istedim, kör bir çocuğun hissettiklerini, hapşırınca gaipten çok yaşa sesini duyan birini, müzik müzik yağan karı. Her seferinde sırtımın uyuştuğunu hissettim. Belki umutsuzluk bir hastalıktır da hayal gücünü tahrip ediyordur. (Mantıklı...) Biraz havasız mı burası? (Pencereyi açayım ben...) Teşekkürler. Bir gün kolumu kırdı babam mahalledeki erkeklerle oynadım diye. Ramazan isminde bir çocuk vardı. İp atlardı bizimle, ben de misket oynardım onunla. İçinde yeşil çizgiler, mavi benekler, kırmızı pullar olan misketleri vardı. Doktora balkondan düştü dediler, kimse soru sormadı. Annem süt getirmeye devam etti. Daha az kaymaklı. Saçları da karardı günden güne. (Yazık...) Bir gün, kitapçının birinde imza günü vardı. Sokağın başına kadar insan, herkes zincir gibi ardı ardına eklenmiş. Ölünce cenazesine ne çok insan gelir, herkes gelir diye düşündüm. Hiçbir erkeğin ezemeyeceği, sırtında iki kat derisi olan, sesi sur gibi. (Kitap imzalattınız mı?) Mesai saatime az kalmıştı, yüzünü gördüm zar zor. Hiç benzemiyordu bana. Keşke hemen evlenmeseydim. Keşke Ediz, Kadir, Cüneyt, Kartal, İzzet isimleri olmasaydı sözlükte. Benim de çoraplarım deliktir belki, belki ben de sevdiğimi söylemekten çekiniyorumdur, belki ben de ter kokuyorumdur banyodan sonra bile. Elimle yemek yerken masa örtüsünü mahvetmem de mümkün; dar pantolonlu kızların kalçalarına da bakmam, yere bir şey düşürünce küfretmem, olmadık telefon numaralarını olmadık yerlerde kaydetmem, sürekli sigara kokmam, naneli sakız çiğnemeye çalışmam, dedikodu yapmam, abuk subuk kozmetik ürünleri almam, saçlarımın sürekli lavaboda olması da ihtimal dahilinde. Dedim ya sinirli biri değildi eşim, bu zamana kadar bana el kaldırmış da değildir. Ama nasıl desem, sanki maç izlediği koltuğa her gün birkaç santim daha gömüldü. (Evet...) Öğle araları börek almayı keşfettim, yanına ayran. Bir seferinde birinin doğum günü için, hediye almak için para topladılar. Birinin çocuğu oldu, biri hastaneye yattı yine para verdim. Bazen o kadar zor ki “hayır” demek. Beni sevmediklerini biliyorum, sanırım annemden başka kimse beni gerçekten sevmedi. (Anlıyorum...) Aynaya bakmaya devam ettim her gece. Yüzümü beğenmiyordum, baktıkça daha çok kusur çıkıyordu sanki. Korkup daha da yaklaştım gözlerime. Bazen orada öfkeli birini görür gibi olurdum, bir şeyleri dişleri ile parçalamak isteyen birini. Her kapı çalınmasında, her çay kaynamasında, her pilav, her musakka, her elekt-

Edebiyat ve İyilik Dergisi

40 rikli süpürge, her tuz ruhu sonrası daha da öfkelenen... (Evet...) Pencereyi kapatsak mı? Serin oldu. (Elbette... Devam edin lütfen) Komşularımın yüzüne bakmaz oldum son zamanlarda. Bu genel bir çözüm oldu sonra benim için. (Nasıl?) İnsanların yüzüne bakmadan konuşmak. Böylece korumuş oluyorum kendimi. Seslerinden, kelimelerinden kalanlar yetiyor zaten. Bazen çaya çağırıyorlar beni, yeni aldıkları eşyaları göstermek için; takıp takıştırıp pembe pembe kurdukları dünyalarına kobay arıyorlar. (Hiç gitmediniz mi bu tür ziyaretlere?) Gittim. Aslında dizileri izlesem, şarkıcı türkücü tayfasını tanısam, biraz da anlasam kek poğaçadan iyi anlaşırdık. Hatta birkaç tarif aldım o ortamın büyüsüne kapılıp. Ama onlardan biri olmak bile çok zor. Ne kadar istersem isteyim ayaklarımı kaldıramayacakmışım gibi geliyor bana. Ablamla oynadığımız saklambaçları, annemin yüzüme krem sürmelerini, tavuklara yem vermeyi hızla geçip eşimi kötü durumlara düşürmeye devam ettim. (Rüyanızda?) Uykuya dalmadan önce... Kadınlar hamamına yanlışlıkla girdi bir defa; tüm mahalleli linç etti onu. İkinci katın balkonundan atlayıp burnunu kırdı, bir seferinde de asker kaçağı diye tutup götürdüler. Yalvardı, yakardı, kimliğini de evde unutmuş... Bu ne kadar zevkli bilemezsiniz. (Anlıyorum....) Ablam da ben de anneme benzemezdik. Ne büyük talihsizliktir anne ile kızın farklı görünmesi. Günden güne durumu kötüleşti ablamın, ilaçların dozunu artırdılar. Penguenlerin kuş olup olmadığını sordu bana; ilham perileri gördüğünü, kasiyerlere acıdığını, Cin Ali koleksiyonu yapmak istediğini söyledi. Limon ağacına benzetti beni, cücelerden neden korktuğunu anlattı. Bisküvi arası lokum istedi ve üstünde fırının telefon numarası yazılı ekmeklerden. İnsanların arasında tırnak kesmekten, diş fırçalarken konuşmaktan, uyurken fil saymaktan, çirkin bilim adamlarından, çayın faydalarından, aynı kıyafet giymek zorunda olan işçilerden, sürekli burnuna gelen penisilin kokusundan bahsetti. (Üzücü...) O gün bir adam gelip oturdu ablamla aramıza. Gayet normal görünümlü birisi. Gözleri acı dolu. Karısını anlattı biraz. Kanserden ölmüş. Karısı “virgül tanrısı” vardır dermiş. İnsanların zihnine hükmeden. Bazıları ceplerinde fazladan ünlem taşırmış, bazıları soru işareti. Bazıları tırnak işareti ile dolu olurmuş; başkalarının arkasına saklanırmış. Bazıları çıkamazmış parantezlerin dışına. Kısa çizgi ile, yarım yarım kaldırım arşınlarmış eksik olanlar. Ama en tehlikelileri bu virgül taşıyanlar imiş. Bir türlü nokta koyamayanlar; sürekli devam etmek zorunda olanlar. (Orijinal bir yaklaşım...) Dedim ya aslında renkli bir hayatım yoktu.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Çok da şikayetçi değildim olağan gidişattan. Yapmam gerekenleri yapıyordum, fazlasını istemiyordum hiç. Resim yapmaya başlayınca anladım. Etrafta bornozla dolaşan birinin olmaması gerek odaklanmak için. Hayal kurmakta iyiydim, gözlerimi kapayınca istediğim yere tatile çıkabiliyordum. Uçmak, yüzmek işten bile değildi benim için. Kaç kez masumları kurtardım; itbaraklarla, enkebitlerle, karakoncoluslarla, Bostancı Dede’lerle savaştım. Ama işte, iki ağaç; üç beş parça ot yapamıyordum tuvale. (Anlıyorum...) Ramazan hastanede ziyarete geldi beni. (Ramazan?) Çocukluk arkadaşım, babam kolumu kırınca. (Ha, evet...) Misketlerini bana hediye etti. Annem tüm kalbi ile, ballı kaymaklı sütleri getirmeyi sürdürdü. Çoğunu düşürüp akıl hastanesine gidecek bir ablaya ve aynaya bakmaktan korkan küçük kıza kalbinden parçalar verdi her gece. Gökte ne kadar parlarsa ay, annem o kadar lüle lüle; o kadar güzel ve kadri bilinmez olurdu. O kadar da zayıflamış olurdu saç tellerine kadar. (Evet...) Gülünce tüm dişleri beyaz beyaz görünen; güçlü, elleri kolları beton, çelik, saçları kısa kısa... Hani şu sırtında iki kat derisi olan, sur sesli kadınlar masal masal uzaklaştı benden. Mesai saatleri arasında sıkışıp kaldım. Dosyalar, üst yazılar, “aslı gibidir” onayları ve paraflar arasında küçülüp gitti ellerim. (Evet...) Börek yapmayı öğrendikçe, baklavanın şerbetini tutturdukça, gözlemeyi tereyağına buladıkça daha mutlu oldu eşim. Akşamları burnu havada; mantı, dolma, sarma ümidi ile girer oldu eve. Ben de çalışıyordum, ben de ekmek getiriyordum eve. Bir de o ekmeği hamur edip yeniden pişirmek vazifemmiş gibi. (Haklısınız tabi...) Hasta olduğum vakitler bile... Neyse... Bir gün müdür bey Nuriye Hanım doğum izninde olduğu için... İki kalın dosya bıraktı masama. Acilmiş, bilgisayara işlenmeleri gerekmiş. Virgül tanrısı geldi o an aklıma. Nokta olmak istedim tüm kalbimle. Diğerlerine neden vermediğini sordum, müdür beye. (İyi demişsiniz, ne cevap verdi?) Vekaleten müdürdü zaten, lafı geveledi. Nasıl şaşırdı ise, bulamadı uygun bir cevap. Gözleri ben istediğim için, canım çekti, keyfimin kahyaları deyiverdi birkaç fasıl. Ben iyi değilim, birkaç gün rapor alacağım dedim. Bıraktım dosyaları masada. (Güzel...) Sevki imzalarken eli titredi sinirden. Dün gece aynaya bakmadım. Annem kadar güzel olmadığım için de üzülmedim, çenemde güzel bir çukur olmadığı için, gamze gamze çizgiler olmadığı için yanağımda. Çamaşır suyu koktu ellerim.

Edebiyat ve İyilik Dergisi

41 Eşim koltukta uyuyakalmış. Kalk yatağa git, üşüteceksin demedim. Battaniye bile gelmedi aklıma. Kumandayı alıp kadınların en çok konuştukları diziyi izledim. Cips vardı sehpanın üzerinde, çayı ısıttım. Ne büyük bir saadet onlar gibi hissetmek, normal olmak; karışıp gitmek kalabalığa. (Anlıyorum..) Gece hayal kuramadan uyuyakaldım. Çarşının ortasında, bir sürü erkek. Hepsi aynı; hepsi kısa parmaklı, uyku kokuyorlar. Bir tekme attı içlerinden biri karnıma. Sol elime bastı birisi. Parmaklarımın teker teker kırıldığını hissettim. Sırtıma vurdular birkaç fasıl sopa ile. Büküldüm yattığım yerde. Dizlerimi çektim karnıma karnıma. Bacağımdaki yanma arttı. Sanırım bıçakladılar beni. Bağırmalar, sövmeler, diş izleri ve tırnak pençe arasında çenem uyuştu. Kırmızı yumuşak gömüldüm asfalta. Çınlamalar arasında süt kıvamında daldım karanlığa. Birkaç tekme, birkaç yumruk, kulağıma elime çarpan odunlar.... (Sonra?) Uyandığımda hiç olmadığım kadar dinçtim. Ablama anlattım rüyamı. Bahçeye çıktık, dizime yattı. Beni anlamıyor belki, cevap vermiyor, umurunda değil bebek mezarı dışındakiler ama beni sevdiğine eminim. Limon koktuğumu söyledi; daha bir sarıldı bacaklarıma. Saçlarını ördüm ağır ağır. Virgül tanrısı bahçenin köşesindeydi. (Şu karısı kanserden ölen adam?) Evet. Öylece göğe baktı dakikalarca. Virgüller, ünlemler, soru işaretleri, kısa çizgiler yağdı üstüne. Parantezlerle doldu etrafı; tırnak tırnak çevrelendi omuzları. Bir şarkı mırıldandı ablam. Gözleri daha bir koyu yeşil oldu. Nokta nokta oldu. (Evet, sanırım yarım saat oldu. Merak etmeyin. Tek celsede boşarım sizi. Şiddetli geçimsizlikten girer, çocuk meselesinden çıkarız. Şimdi nerede kalıyorsunuz?) Hâlâ evdeyim. Dedim ya, şikayetçi değilim aslında. Ama, çok yoruldum.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

RONA ORKAÇ Türkiye Yardımsevenler Derneği Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi

ÇARESİZLİĞİMİN ÇARESİNE (Van Geneli Lise Öğrencileri Arası Şiir Yarışması Birincilik Ödülü) * Değerlendirme Van Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılmıştır.

aklımı kaç kez susturdum sayamadım bile çünkü kalbim savunmuştu insanları vicdan muhakememde hep o kazanmıştı “dayan” diyordu, “başaracaksın” hep bu umutla dayanmıştım hayata ama hep aynı hüsrandı bekleyişimin ödülü, ihanetti sürekli aptal düşüyordu aklım kimi insanlar şaheserlerine acıyarak kimileri vicdanları satılıkmış gibi bakıyordu ruhumun sessiz çırpınışlarına aklımı hiç böyle hatırlamıyorum nefret etmişti haklı olmaktan istemiyordu o da, kalbime inanmak istemişti zira ruhum son ihanete dayanamamıştı küsmüştüm artık küçük bir çocuk gibi insanlardan istediğim oyuncağımı artık istemiyordum çünkü çocuk değil ki artık bu ben sessizce yaşanmış olan yaşanmışlıklar yoğurup olgunlaştırmıştı bu ruhu o çocuk küçücük bir umudu bırakıp gitmişti bende oysaki bu umut söndürmeye çalıştığım bir ateş parçasıydı benim için söndürmeye çalıştıkça alevlenen bu ateş yeni bir yaraya dayanamayacaktı biliyorum nasıl dayanacaktı ki asırların bakisi hayata karşı bir alev bile değilken nasıl dayanacaktı ki umutsuzdum her zamanki kararlılığıma inat ama bu ışık tek bir şeye yetebilmişti beni geri döndürmeye rıhtımsız gemime rıhtım bulacaktım bu sefer farklıydım ya ölüm ya da kalımdı ya engin yalnızlığımda boğulacaktım ya da rıhtımda yaşayacaktım heyhat geldim önünde eğildiğimi sanıyorsan üzgünüm sadece biraz tökezledim rotamı çizdim ya ölüm ya kalım gardını al çünkü savunmada değil bizzat taarruzdayım

42


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

FATMA KARTAL Borsa İstanbul Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi 12. Sınıf Öğrencisi

YAŞAM KOKSUN ANNELER (Van Geneli Lise Öğrencileri Arası Şiir Yarışması İkincilik Ödülü)

* Değerlendirme Van Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılmıştır.

ölüm kokardı hayatta kalan anneler, yaşamdan çok feryat figan çocuklar, neşeli cıvıldamalardan çok barut kokardı sokaklar, taze ekmekten, simitten çok içmeye bir bardak su yok, kan sudan çok bir baba yoktu artık, bir anne ya da bir kardeş içi kavrulmaktaydı hepsinin, canlarını yakıyordu bu dünya, kalleş hayatları alınmış minik bedenler var etrafta zalimlerin yanında onlardan daha değerliydi bir leş ninniler de kalmamıştı artık, belki de söyleyecek bir anne kundakları kefen olmuş bebekler minik tabutlar… fatihalar yükselir arşa günah yok, suç yok, kusur yok, tek suç masum doğmaktı bitecek belki bu savaş, sona erecek bu büyük azap bahçeler yeniden yeşerecek, belki koşabilecek yine çocuklar tatlı endişeler geri gelecek belki, düşen çocuklara koşacak yine anneler duman, is kalmayacak, tekrar hayal kurduracak belki yıldızlar tut gözü yaşlı çocuğun elinden, tut ki umudu tükenmesin sil gözyaşlarını, sil ki savaşın izlerinden arınsın el ele ver insanlıkla, ver ki bu zulüm bitsin dur de onlara, de ki acı feryatlar son bulsun ekmek koksun, sevgi koksun, yaşam koksun anneler

43


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

AYŞE TAŞDEMİR Filistin Vakfı Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi 12. Sınıf Öğrencisi

BİR KADININ HIRÇINLIĞI (Van Geneli Lise Öğrencileri Arası Şiir Yarışması Üçüncülük Ödülü) * Değerlendirme Van Milli Eğitim Müdürlüğünce yapılmıştır.

bir kadının hırçınlığıyla tanıştın mı hiç gizli gizli ağlayışıyla bakışındaki kırık umuduyla limanda bekleyen geminin kopan ipleri gibi firar anlarını seyrettin mi hiç şah damarına basıldığındaki haykırışıyla o hırçınlıkla tanışmadın sen hep ağzından dökülen, dilinin söylediği kelimeleri heceledin hiç gözlerine bakmadın ki nerden bileceksin kök salan bir ağaç yerinden çıkarılır sonra kökleriyle tekrar filizlenir ama o filizler de kesilir işte bir kadının hırçınlığı budur bağırışındaki sessizliği kalbindeki kırgınlığı belirtir hırçınlığında bilir misin onlar bağırmaz onlar hırçınlığını gösterir dilin sakladığı, gözlerin gösterip kalbe okutmak istediği hırçınlığı haykırır sadece senin anlayacağın o haykırış o haykırışın hırçınlığıyla tanıştın mı hiç kalbe işlemek isteyen hırçınlık “ben de varım, beni de gör” diye haykıran hırçınlık ben tanıştım, bir kadını tanımak için hırçınlığını tanı uzaklara dalışını, okyanusun ortasında liman arayan umutsuzluğun umut ışığını, bir kadın tanı bir kadın tanırken bir anneyi tanı bir çocuk tanı, bir kalp tanı bir kadın kalbi, bir anne kalbi, bir çocuk kalbi tanı sana canım diyen, hayatın kanlı kurşunuyla savaşan hep ayakları üstünde durmak ayağına kurşun sıkılan kadını tanı tanış onunla, sen de umudunu kırma ayağına kurşun sıkan körelen hayatı olma o zaman bir kadını tanırsın, bir kadını tanı çünkü tanışmayanlar hep kırıp dökenler, öldüren hayat olur ben kim miyim bir kadının hırçınlığıyım ben beni vururken kendini vurma unutma “kadınlar insan, sen insanoğlusun”

44


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

45

ŞAKİR KURTULMUŞ (2. Erciş Edebiyat Şöleni İzlenimleri)

DOĞUNUN IŞIĞI ISITIYOR İÇİMİZİ

C

ihat Albayrak ismini ilk kez Hayal Bilgisi Dergisi ile birlikte gördüm birkaç yıl önce. Dergiyi takip etmeye başladım ve önce Cihat’la sonra da eşi Ayşe ile tanıştık, o günden bu yana da sürüyor dostluğumuz. Yazının başında dostluğumuzun sürmesinden özellikle bahsettim çünkü, edebiyat mahallerinde çok bir revaçta değil bu dostluklar, birliktelikler. Bakıyorsunuz birbirine rakip gözlerle bakıyor dergilerimiz. Yan yana durmaktan çekiniyorlar sanki. Bu aykırı tutuma karşı birlikteliği sürdürmemiz gerektiğini, dergilerimizin birbirine kapılarını açık tutmaları gerektiğini doğru bir yol olarak gördüğümü söylüyorum her fırsatta. Edebiyat adamlarının birbirine yakın durmalarından daha doğal bir şey olabilir mi? Ama ne yazık ki kaçınıyor kimi dostlarımız bu beraberlikten. Aynı karede resim vermek istemiyor bazı arkadaşlarımız. Oysa birlikteliğimiz çok önemli olmalı. Hepimiz için önemli ve anlamlı olmalı. Edebiyat adamlarının birlikteliği dergi okurlarına da yansıyacaktır mutlaka. Bu beraberliği verdiğimiz ölçüde bir birliktelik alabiliriz okurlarımızdan. Bunu neden söylüyoruz çünkü okuyucunun da böyle evrensel bir bakış açısına sahip olması gerekiyor, o yüzden.. Edebiyat adamlarının vereceği beraberlik duygusu yaşatacaktır birlikteliği. Hayal Bilgisi Van’ın Erciş ilçesinde çıkıyor. Ülkemin bir ucunda yayınlanan bir edebiyat dergisi olarak ilgimi çekti önce. Yayınlarını izlemeye başladım ve gördüm ki bu arkadaşlarımız orada sadece bir edebiyat dergisi çıkarmak sevdasında değiller. Bu dergi sadece etkinliklerinin bir parçası ve yapılan, yapılmakta olan işlerin projelerin duyurulması noktasında önemli bir pay sahibi. Cihat Albayrak ve eşi Ayşe Albayrak iki idealist genç olarak omuz omuza vermişler, gönülleri ve yollarını birleştirmişler ve biz nasıl iyilik yapabiliriz, etrafımızdaki insanları iyilik duygusu etrafında nasıl birleştirebiliriz diye sormaya başlamışlar kendilerine. Çevrelerinde ihtiyaç içinde olan gençleri, özellikle okuldaki öğrencileri arayıp bulmuşlar ve onların sorunlarını çözmeye gayret etmişler. Bu çalışmalar zamanla büyüyünce mahal ihtiyacının doğduğunu görmüşler ve bir yer tutarak atölye açmışlar, adına da İyilik Atölyesi demişler. Bu atölye ile yaptıkları işi ne kadar ciddiye aldıklarını ortaya koydukları gibi kendileri dışında böyle bir atölyeye gönül veren başka dostlarının da bu halkaya katılmalarını sağlamışlar.

Halka genişleyince dışarıya açılmışlar, dışarıdan gelen talepleri değerlendirmeye gayret etmişler ve pek çok öğrencinin ihtiyacını görmüşler. Anadolu’yu gezerek 52 şehirden heybelerine güzellikleri ve iyilikleri toplamışlar ve çocuklar ve çocukluğunu hiç unutmayanlar için 52 iyilik öyküsü yazmışlar. Yazdıkları bu öykülerle ‘İyilik Çetesi’ adlı kitabı Kültür Bakanlığı’nın ilk kez başlattığı ‘Edebiyat Eserlerini Destek Projesi’ kapsamında ülke genelinde ilk kez desteklenen 40 eserden birisi olarak yayınlamışlar. Bu çerçevede hazırladıkları yeni bir kitap var yılın her günü için bir iyilik tasarlamışlar ve ajanda olarak yayınlanması için bir yayıneviyle anlaştılar. Kitapla ilgili daha fazla bilgi vermeyelim ki yayınlandığı zaman hep birlikte okuyup öğrenelim. Bu çalışmaları yürütürlerken bir de ‘Edebiyat Haberleri’ adlı bir internet sitesi kurmuşlar ve şu anda izlenme oranı epey iyi bir çizgide yayınına devam ediyor. Hayal Bilgisi Dergisi’ne sadece depremde bir 6 ay kadar ara veriyorlar zorunlu olarak daha sonra düzenli olarak yayınlamayı sürdürüyorlar. Cihat ve Ayşe Albayrak ekibi bu çalışmalarla yetinmiyorlar, bir de Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ni kurarak Van ve Erciş’teki şair ve yazarları bir araya getirecek bir derneği resmi olarak faaliyete geçiriyorlar. Bu dernek ilk olarak geçtiğimiz yıl bir şiir yarışması düzenliyor. Ercişli Emrah Şiir Ödülü’nün ilkini geçen yıl yapıyorlar, ilk olması dolayısıyla güçlükler yaşıyorlar fakat yılmıyorlar, yorulmuyorlar ikincisi de yapıyorlar bu yıl. Cihat bizden bu yarışma için jüride görev almamızı istediğinde seve seve kabul ettik. İlk elemeleri Van Yazarlar ve Şairler Derneği üyeleri ve öğretmenlerden seçili bir kurul yaparak 2500 kadar ürünü 25’e indirdiler ve bizler bu 25 şiir arasından dereceye giren üç şiiri belirledik. Bu işlemleri mail yoluyla hallettiğimiz için doğrusu Erciş’ten şiir yarışması ödül töreni için bir davet beklemiyorduk. Ercişli Emrah Şiir Ödülü’nün 2.’si için düzenlenecek ödül töreni için arkadaşlar bizi de davet ettiklerinde bir gün gider ödül törenine katılır ve aynı gün erken bir saatte döneriz diye tahmin ediyorduk fakat hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Erciş’e Cuma akşamı gittik ve o gece dışarıdan gelen diğer konuklarla tanışıp, kaldığımız öğretmen evinde biraz sohbet ederek vakit geçirdik. Cihat bizi bırakıp ayrılırken yarın sabah 9’da kahvaltıda buluşacağımızı


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Gece uyuyamadık ancak bir iki saat uykunun bizi nasıl dinlendirdiğini de gördük.. Sabah namazı için kalktığımda uyku yorgunluğunun kalmadığını ve kendimizi oldukça dinç hissettiğimizi gördüm. Namaz kılıp odaya geçtiğimde biraz yatakta uzanıp kitap okudum. Sonra arkadaşları rahatsız etmemek için sessizce giyinip dışarıya çıktım ve öğretmenevinin balkonundaki masalardan birisine oturup Van Gölü’nü seyre daldım. Sabah güneşi gölün suyu üzerinde nasıl da keyif çatıyor. Nasıl da parlıyor.. Güneşin ışıkları seke seke parlıyor suyun üzerinde. Doğunun ışığı ısıtıyor içimizi. Gönlümüze serinlik veriyor, önümüzü aydınlatıyor. Nuri Pakdil’in dediği gibi ‘boynumuz ağrıdı batıya bakmaktan’.. Oysa doğunun ışığı ile aydınlanmış yüzyıllarca yazılan tarihimiz. Doğudan gelen ışık aydınlatmış yolumuzu. Van Gölü’nün parlak yüzünde gezdirdim bakışlarımı sabah erkenden. Haşmetli dağlara uzandım, Van’ı çevreleyen dağlara. Şehir uyanmaya başlayınca şehrin gürültüsüne hazırladım kendimi fakat gürültü diye bir şey yok. Ne sessizlik o.. Ne güzel bir sessizlik. Gökyüzü gibi ne kadar temiz bulunduğumuz bölge. Kahvaltıdan sonra bugünkü ilk etkinliğin yapılacağı Sezai Karakoç Ortaokulu’na gidiyoruz. Giderken yol boyunca Sezai Karakoç’un adının verildiği okulu hayal etmeye çalışıyorum. Sezai Karakoç’un isminin burada bir uç noktada bir okulumuza verilmiş olmasını önemsiyorum. Bizi okula getiren araç bahçenin ortasında bırakıyor ve araçtan iner inmez karşımızda Sezai Karakoç Ortaokulu tabelasını görüyoruz. Heyecanlanıyoruz. Üstadın ismini ülkemin bir ucunda bir okulda görmüş olmak büyük bir sevinç yayıyor içimize. Tabelanın karşısında bir süre kalıyor, burada Sezai Karakoç ile ilgili neler yapıldığını merak ediyoruz. Edebiyat Haberleri’nde izlediğimiz kadarıyla okulda bir kütüphane oluşturulduğunu ve Sezai Karakoç’un kitaplarını sergiledikleri haberini okumuştuk. İçeriye girip gezmeye başlıyoruz ve hemen sağ tarafta büyük bir panoda Üstadın resmini ve altında kendisini anlatan bir yazının yer aldığını görüyoruz. Kapının girişinde sol tarafta ise büyükçe bir camlı dolap ve içinde Sezai Karakoç’un kitaplarının tamamı sergilenmiş. Bir süre dolaptaki kitapları inceledikten sonra koridorlara ve sınıflara bakıyoruz oralarda da Üstadın çeşitli sözlerinden, dizelerinden alıntılar yazılıp duvarlara asılmış. Okulun üst katında bir salonda çözüm noktası adı verilen bir bölüm var, bizim kitap imza ve söyleşilerimizin yapıldığı salon. Çözüm noktası, şu anlama geliyor: Sınıflarında öğretmenlerine soru sormaya çekinen öğ-

Edebiyat ve İyilik Dergisi

46

renciler için tasarlanmış bir çalışma. Teneffüslerde ya da boş derslerde öğretmenler buraya gelip oturuyor, soru sormak isteyen öğrenciler de burada hocalarının yanlarına gelip oturuyorlar ve burada istedikleri soruyu sorabiliyorlar çekinmeden. Öğretmenlere çocukların daha rahat daha kolay ulaşmaları amaçlanmış ve oldukça başarılı olmuş bu yöntem. Sezai Karakoç Ortaokulu konferans salonunda yapılan ödül töreninin tamamlanmasından sonra topluca ‘İyilik Atölyesi’ne gittik. Erciş merkezindeki bir binanın üçüncü katındaki tek göz odanın resmini daha önce ‘Edebiyat Haberleri’ sitesinde yayınlanan haberler vesilesi ile görmüştük. Kapıdan içeriye adım attığınızda adeta başka bir mekanda hissediyorsunuz kendinizi. Burası öyle bilinen atölyelere benzemiyor. Duvarlarında çok değişik resimler, atölyeye getirilmiş armağanlar, hat çalışmaları, bir duvarda kütüphane, duvarlarda şiirler, anılar, güzel bir soba (henüz yanmıyor ama varlığıyla ısıtıyor sizi) ve yanında benim ‘şiir köşesi’ diye adlandırdığım güzel bir oturma mekanı, odanın içini ısıtan argümanlar olarak sayılabilir. Bu küçücük atölyenin içindeki argümanlardan öte asıl burayı ısıtan, sıcacık kılan bu atölyenin kurucuları olan Cihat ve Ayşe Albayrak’ın samimiyetleri.. Cumartesi günleri burada toplanıp etkinlik yapıyorlar, şiir okuyorlar, okuma grupları oluşturmuşlar, ayrıca Hayal Bilgisi Dergisi’nin hazırlığını da burada sürdürüyorlar. Zerdali Dergisi Van’da bir grup üniversiteli genç arkadaşın çıkardığı bir dergi. O arkadaşlar da iki günlük etkinlik süresince sürekli yanımızda oldular, İyilik Atölyesi’nin de müdavimlerinden kendileri. Van’dan geliyorlar ve atölye çalışmalarına katılıyorlar, ayrıca Van’da kendileri de çeşitli etkinlikler düzenliyorlar. Pazar sabahı yine çok erken bir vakitte kalkıp Van Gölü’nün kıyısında güneşin doğuşunu izlemek çok değişik bir haz veriyor.. Güneşin ışınları suyun üzerine yansıyınca ayrı bir güzellikte buluyorsunuz Gölü ve güneşi.. Göl kıyısına yaptığımız gezide suyun şifalı olduğunu, vücudunuzda bulunan yaraları iyileştirdiğini söylediler. Ellerimizi, yüzümüzü bolca yıkadık göl suyu ile, birkaç yudum da içtik. Suyun tadı maden sodası tadında tuzlu ve yağlı. Elimizdeki yaranın giderek iyileştiğini, göl suyunun gerçekten yaraları iyileştirdiğini görmüş olduk bu vesile ile. Göl kıyısında ve sahilde çok taş ve kayalık var. Çok önceleri burada meydana gelen lav neticesinde parçalanan ateş ve kaya parçacıklarından oluşmuş kalıntılar. Kayalar ve çakıl taşları simsiyah.. Kül renginde, söndürülmüş ateşten arda kalan siyahlıkta.. Sahil içlerinde yola yakın yerlerde de hala bu lavlardan kalan büyük kütleler de duruyor.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

İlçe Halk Kütüphanesini görüp gezdikten sonra Selvi Han Kız Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne gittik. Burada bir söyleşi yapmamız planlanmış ve salonu dolduran genç kardeşlerimizle bir saat kadar 15 Temmuz ve edebiyat üzerinde konuştuk. Edebiyatın önemini, neden çok okumamız gerektiğini, değerlerimize sahip çıkmamız gerektiğini anlattık. Okunan şiirlerden sonra öğrenciler sorularıyla ne kadar ilgili olduklarını gösterdiler. Ülkemin bir ucunda dün bir ortaokulda Sezai Karakoç’un isminin verildiği okulda kitap okumalarının yapıldığını, bugün de geldiğimiz bir lisede gençlerimizin anlatılanları nasıl dikkatle dinlediklerini, meraklı sorularla ilgilerini ortaya koyduklarını görmekten mutlu olduk. Burada bir şeyi bir kez daha açıkça tekrarlamak gerekiyor. Bizler üzerimize düşen sorumluluğu gerektiği biçimde yerine getirebiliyor muyuz? Ülkemin bir ucundaki bu okullarda eğitim gören kardeşlerimizin kültür dünyasını zenginleştirmeleri için bir şey yapabiliyor muyuz? Onlara değerlerimizi tanımaları için yeterli düzeyde kol kanat gerip, düşünce dünyalarını, sanat edebiyat ilgilerini artırmaları noktasında ne yapıyoruz? Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Gerek bulunduğumuz yerlerde gerekse böyle uç noktalarda yaşayan kardeşlerimizin açlığını giderecek, onlara kendi kültür dünyalarını tanımalarına imkan verecek çalışmalar yapmak konusunda çok çaba sarfetmemiz gerekmektedir. Böyle içten, dikkatli, güzel gençlerle daha çok bir araya gelmeliyiz. 23 Ekim Erciş depreminin yıldönümüydü. Aynı gün orada olmak depremi, depremin ardında bıraktıklarını, acıları, ayrılıkları, hüzünleri hatırlamamıza vesile oldu. İlçedeki Seyyid Muhammed Mezarlığını ziyaret edip depremde hayatını kaybeden kardeşlerimize dua edip, bir kısmının hayat hikayesini dinledik yanımızdaki arkadaşlardan. Deprem Erciş’i neredeyse tamamen yıkmış ve o kadar zaman geçmiş aradan hala yaralar tam olarak sarılamamış. Devlet Toki konutlarıyla evleri yıkılanlara yeni evler vermiş fakat şehir merkezindeki yıkımın izleri hala çok canlı duruyor. Yıkılan binaların, dükkanların yerine yenilerinin bir an önce yapılması isteniyor. Bu konuda çalışmaların hızlandırılması arzulanıyor, ilçe merkezindeki hayatın, ekonomik canlı-

Edebiyat ve İyilik Dergisi

47

lığını yeniden kazanabilmesi için bu yapılanmanın acil ve önemli olduğu, aynı zamanda merkezin görsel olarak yeni bir görünüm kazanması gerektiği söyleniyor. Çünkü yıkılan dükkanların yerine hemen deprem sonrası kurulan konteynır dükkanların çoğu hala duruyor ve depremi hatırlatıyor. 23 Ekim depreminin acılarını yaşatıyor yeniden. Erciş’te geçirdiğimiz iki gün içine bu kadar etkinliğin sığacağını hiç tahmin edemezdik. Dolu dolu iki gün yaşadık. Burada görevli iki güzel kardeşimiz Cihat ve Ayşe Albayrak, Hayal Bilgisi Dergisi, Edebiyat Haberleri sitesi, İyilik Atölyesi ve İyilik Çetesi ile ayrıca Ercişli Emrah Şiir Ödülü ile çok önemli etkinliklere imza attılar. Bunlar dışarıya yansıyan görebildiğimiz önemli çalışmalar. Bir de okulda süren uzun vadeli sonuçlanmasını ümit ettiğimiz güzel çalışmalar var ki onlar geleceğimizi aydınlatacak. Okula gelen öğrencilere her türlü desteği vermeye kendini adamış olan bu güzel öğretmenlerimizi kutluyoruz. Keşke bu okullardaki öğrencilerimizin şartları biraz daha iyileştirilebilse. Taşımalı sistemle köylerden gelen öğrencilerin daha çok araçları olsa ve kışın sabah erken gelip bir saat okul bahçesinde beklemek durumunda kalmasalar. Daha çok okuma imkanına sahip olsalar, okuyabilecekleri kitaplar konusunda kendilerine daha çok yardımcı olabilsek. Van Gölü’nün kıyısında bu güzel bahçede ekilen çiçeklerin büyümesi için birlikte toprağı temizlemek, birlikte sulamak, etrafını açıp büyüyebilecekleri mekanlar hazırlamak ödevinde olduğumuzu yeniden, bir kez daha hatırlattı bize Erciş. Erciş’te bulunduğumuz süre içinde bize gösterdikleri misafirperverlik için başta Cihat ve Ayşe Albayrak olmak üzere, İlçe Milli Eğitim Müdürü Erol Şimşek’e, Ercişli Emrah Şiir Ödülü’ne katkı sunan kişi ve kurumlara, Selvi Han Kız İmam Hatip Lisesi Müdürü ve öğretmenlerimize, Zerdali Dergisi ekibine, Levent Albayrak ve ismini zikredemediğimiz kardeşlerimize şükranlarımızı sunuyoruz.


Edebiyat ve İyilik Dergisi

DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

48

BEHÇET GÜLENAY ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİNİN İZLERİ

V

an Yazarlar ve Şairler Derneği’nin düzenlediği, Van-Erciş Edebiyat Şöleni 22-23 Ekim 2016 tarihlerinde Erciş’te gerçekleştirildi. Naçizane ben de davetliler arasındaydım. İş edebiyat olunca heyecanım artar. “akar şiir gönülden gönüle törensiz yürüyüşlerle bir şeylere dilim kekeme sırasını şaşırıyor sözcükler aynalar kırılıyor içimde anlatmaya söz aciz kalır” Erciş Edebiyat Şöleni için davet aldığımda tereddütsüz kabul ettim. Hem düzenlenen Ercişli Emrah Şiir Ödülü’nde bana takdim edilecek ödülü alacaktım hem de başta şiir olmak üzere edebiyatın bütün halleriyle hemhal olacaktım. Tek tereddüdüm organizasyonun nasıl gerçekleşeceğiydi, sonuçta bir ilçede ve kısıtlı imkânlarla bu şölen gerçekleşecekti. Bütün kuşkuları bir kenara bırakıp ailemi de alarak Van-Erciş’e doğru yola koyuldum. Van Gölü’ne nazır öğretmenevinde Van Yazarlar ve Şairler Derneği başkanı aynı zamanda Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi yayın yönetmeni Cihat Albayrak ile kıymetli eşi Ayşe Ünsal tarafından sıcacık bir tebessümle karşılandık. Ülkemizin farklı şehirlerinden gelen şair ve yazarlarımız da vardı. Ehli kalem kardeşlerimizle tanışmaya başladık. Tanışma merasimi geç saatlere kadar sürdü. Her geçen saat kalem ve kelâm üstatları gelmeye devam ediyordu. Gıyaplarında tanışık olduğumuz Şakir Kurtulmuş, Müştehir Karakaya, Abdurahman Adıyan, Ömer Faruk Arlı, Gülşen Gazel ve ismini sayamadığım nice heybesinde iyilik ve güzellikler taşıyan insanımızın cemalini de yakından görerek tanışıklığımızı ve dostluğumuzu pekiştirdik.

Van kahvaltısı ile başladı şölen. Anlaşılan otlu peynir kokusuna şiirin tınısı karışacaktı. Yeşil Erciş’in kendine has yöresel meze, bal ve kaymağıyla sadece edebiyat şöleninin tadı gönüllerde değil damakta da uzun süre kalacaktı. Sahil yürüyüşü, semaverde çay eşliğinde edebiyat sohbetleri başka güzellikteydi. Bir dizi etkinliklerin gerçekleşeceği okulu gezdiğimizde, günün anısına Türkiye’nin farklı şehirlerinden katılan yazar ve şair arkadaşlarımızın tahtalara dizeler ve mesajlar yazması, Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nin kardeşlik ruhuyla oluşturduğu Sezai Karakoç Kütüphanesi’nin beyaz tahtasına o anda “Bütün insanları kardeşim bildim yiğidim / İnsan sevginin armağanıdır nefretin değil” dizelerini yazmama vesile oldu. Şölende, Ercişli Emrah Şiir Ödülü töreni öncesi Van Fotoğrafları Sergisi’ni bütün katılımcılarla birlikte gezdik, etkinlik alanında yazar ve şairlerle söyleşiler yapıldı, şiirler okundu, kitaplarını imzaladılar. Mana denizinde dürr-i yekta misali inciler derlenirken, edebiyat gezegeninin kalbi olan şiirin kanat seslerine ilk defa tattığım keledoşla birlikte ayran aşı ve Erciş güvecinin dumanı ve kokusu karışıyordu. Üstat Sezai Karakoç’un adını taşıyan ortaokulunun çözüm noktası, matematik sokağı, öğrencilerin sorunlarına öğretmenlerin çözüm etkinlik ve arayışları dikkatimden kaçmış değildir. Bu vesileyle okulun yönetici ve öğretmenlerine selam olsun. Sezai Karakoç Konferans Salonu’ndaki ödül töreninde “Bizim Eller Van Türküleri” klibiyle tarihsel bir yolculuktan sonra ödüle layık görülen şairlerin dokunaklı, mesaj yüklü şiirleriyle duygu trenindeki yolcular misali duygusal bir yolculuğa çıktık. Daha önce de değinmiştim. Yurdumun doğusunda edebiyat ile uğraşmak, edebiyatı icra etmek hakikaten


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

öyle kolay değildir. Coğrafi yapısıyla benzerlik taşır; renklidir, aynı zamanda dağları gibi yüksek, sarp, inişli ve çıkışlıdır. İklimiyle de benzerlik taşır; an gelir dokunanı yakan, an gelir zemheri soğukta donan bir çocuğun avuçlarına damlayan bir gözyaşı olup akan. Halk şairi Ercişli Emrah’ın sanat hayatının hak ettiği yerde olmaması bunun için iyi bir örnek teşkil etmektedir. İşportacı edebiyatını benimsemiş metropol furyasına karşılık ve tüm imkanları elinde bulunduran merkez diye tabir edilen yerlere edebiyatçı göçüne rağmen, Erciş Edebiyat Şöleni’nin ortaya koyduğu ve ekseninde icra edilen diriliş edebiyatının manidar olduğunu tekrar tekrar belirtmekte fayda görüyorum. Edebiyat ve sanat alanında bu coğrafyada yapılanlar layıkıyla bilinmiyor, hak ettiği değeri görmüyor. Dolayısıyla vitrinde kendine yer bulma noktasında kısıtlı imkânlara rağmen, dışarıya o yörenin kültürünü, tarihini en iyi şekilde tanıtmanın yanında edebiyat ve sanata üst seviyede katkı sağlamış bir organizasyon desem sanırım hiç de abartmış olmam. Her şehrin kültür, sanat, edebiyat alanında; o şehrin, emzirildiği topraklarında ikamet etmiyorsa bile yetiştirdiği değerleri vardır. Ülkemizin kültür sanat etkinlikleri haritasına bakıldığında kendi değerleri öncülüğünde ve elbirliği ile gerçekleştirilen organizasyonlar hep daha çok ilgi görmektedir. Hem kendi yetiştirdiği değerlerine vefa örneği hem de birlik beraberliği ve dayanışmayı artırıcı bir olgudur. Bu anlamda da Van ve Erciş ile bağı bulunan yazar ve şairlerin de edebiyat şölenine davet edilmesi Van Yazarlar ve Şairler Derneği

Edebiyat ve İyilik Dergisi

49

adına Cihat Albayrak’ın gösterdiği bir vefa örneği idi. İşin ehilleriyle hareket etmek hem kültür ve sanatın gereğidir hem de daha manidardır. Bırakın büyük şehirleri, bunu yapabilen Erciş gibi ilçeler bugün seslerini büyük şehirlerden daha çok duyurabilmişlerdir. Sırf adet yerini bulsun diye yapılmamalı bu tür organizasyonlar, yoksa halk kendi kültürünün öz değerleri olan yazar ve sanatçılarıyla tanışmamış olur. Çünkü şehirlerimizin kültür ve sanat mirasının belgeleridir bu tür etkinlikler. Yeşil Erciş bunu büyük ölçüde başarabilmiş. Ercişli Emrah Şiir Ödülü ve Edebiyat Şöleni başta Erciş kültürü olmak üzere bölgemizin ve ülkemizin kültürüne ve sanatına değer katmaya devam ediyor. İnsan ki hayatı kadar değil hayali kadar yaşar. Buna öncülük yapan Cihat Albayrak ve Ayşe Ünsal kardeşlerimizin de büyük hayalleri var. Hayallerine iyiliklerinden, güzelliklerinden yansıyan bu neşe ile orada, uzakta bir iyilik hareketi başlatmışlar: İyilik Atölyesi… Yine bu hayalin ürünü olan bir edebiyat hareketi: Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi! Değil mi ki insan iyilik yolunda gayreti kadar insandır. Öyle ki kardeşlerimizin gayretleri her geçen gün daha da büyüyor herkesin iyilik yapmak için vakit bulamadığı bir zamanda… İki günlük Erciş Edebiyat Şöleni depremin yıl dönümü vesilesiyle deprem şehitleri mezarlığı ziyaretimizle sonlandı. Mevsim kış olmamasına rağmen hava epey soğuktu. Fakat Ercişlilerin sıcak tebessümüyle elleri üşürken gönülleri yanan biz yazar ve şairlerin kalpleri kâğıtlara sığmayarak taştı.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

G

Edebiyat ve İyilik Dergisi

50

GÜLŞEN GAZEL ERCİŞ’TEN HEYBEMDE KALANLAR

üneyin göğsünde güz sancısı devinse de gökte altın madalyonun ışıl ışıl parladığı bir gün Van Erciş’te düzenlenen 2. Erciş Edebiyat Şöleni için yola revan oldum. Önce Gaziantep’ten Adana’ya, ardından Van’a geçtim. Yaklaşık bir buçuk saat sonra da Erciş’teydim. Doğu’nun bu doğa harikası ilçesini ilk görüşümdü. Yaşadığım kentten daha doğuya her gittiğimde olduğu gibi tedirginliğim yine boşa çıktı… Erciş, yeni güzel insanlar, yeni yapılar, yollar ve her şehrin kendine özgülüğüne yakışır bir duruşla karşıladı bizi. Şehre ayak basar basmaz, Erciş depreminde şehit olan vatandaşlarımız adına Van Gölü kıyısına yapılan öğretmenevinde içimize sevgi gibi doğan göl manzarasıyla yudumladık çaylarımızı. Birbirinden değerli kalem dostlarımızla tanışmamız da bu sırada oldu. Batman’dan Behçet Gülenay, İstanbul’dan Şakir Kurtulmuş ve Güven Altın, Bursa’dan Kevser Evsen, Van’dan Müştehir Karakaya ve Erdal Şahin, Diyarbakır’dan Alparslan Akdağ, Konya’dan Nesibe Yıldız, Ankara’dan Gökten Çağrı Aktan ve diğerleri… Kâğıdın bağrını kazıyan kalem gibi, duyduğumuz isimleri, konuştuğumuz konuları, edebiyat dünyasına olan hoşnutlukları, sitemleri, temennileri de söz incileriyle zihinlerimize kazıdık. Cumartesi sabahı Fuzuli’nin gönlünden akan dizeler gibi başını taştan taşa vuran suyun kıyısında bulduk kendimizi. Van Gölü, gözünü umuda dikenlere gülümseyen masmavi bir ufuk gibi parlıyordu önümüzde. Güneş kollarıyla sıvazlıyordu omuzlarını. Ne için orada olduğumuzu anımsıyorduk. Suya daha yaklaşıp heybemizde birer iz, birer anı kalması için cep telefonlarımıza ve fotoğraf makinelerine davrandık. Güzel olan şeylerin ışıltılı yalnızlığı kaldı içimizde. Van Gölü’nü yalnız bıraktık. Çok geçmeden, Hayal Bilgisi Dergisinin yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak ve değerli eşi Ayşe Ünsal hanımın günlerce nakış nakış işleyerek hazırladıkları ödül töreninin yapılacağı ismiyle müsemma Sezai Karakoç Ortaokulu’ndaydık. İsmiyle müsemma idi; çünkü okula girdiğinizde üzerinde şairin biyografisinin yazılı olduğu büyük bir Sezai Karakoç posteri ve Cihat beyin girişimleriyle yayınevinin tedarik ettiği 58 kitabının yer aldığı bir Sezai Karakoç kitaplığı karşılıyor sizi. İlgiyle gezdik, dokunduk, takdir ettik, daha da büyümesi, gelişmesi için temennilerde bulunduk. Okulun her tarafında, zihnimde anısı hep taze kalacak bir nizam ve nazif bir görüntü hâkimdi. İnsan sevince, gayret edince nelerin başarılabileceğini gösterdi Cihat bey bize. Bu topraklara bağlanmak için kuru gürültüye ihtiyaç olmadığını, bir yerlerde sessiz sedasız, gösterişsiz nümayişsiz, samimiyetle tertemiz zihinlere iyilik tohumları ekilebileceğini bizzat görmüş olduk.

Zaten onlar yaptıkları işe, “İyilik Hareketi” diyorlar, yayınlanan ilk kitaplarının ismini bile “İyilik Çetesi” koymuşlar, biz de çeteye üye olmuş olduk böylece... Derken Ercişli Emrah ve Hayal Bilgisi Şiir ve Öykü Ödülü törenleri için programın yapılacağı salondaydık. Aralarında yer aldığım seçici kurul üyelerinin fotoğraflarını derleyerek yaptıkları köşeler bir kez daha şaşırttı bizleri. Bir incelik sanatı olan edebiyatın, kalemin inşa ettiği sözleri davranış zarafetiyle süslemek olduğunu bir kez daha müşahede ettik. Ardından program başladı. Yarışmalarda başarılı olan değerli kalemlere ödülleri takdim edildi, dereceye giren şairler şiirlerini okudu. Program, tebrik ve takdirlerle sona ererken gelecek yıldan itibaren bu etkinliği Van İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün devam ettireceğini de öğrendik. Güzel bir haberdi. Akşamı Cihat Albayrak ve Ayşe Ünsal’in “İyilik Atölyesi” olarak isimlendirdikleri sıcacık mekânda geçirdik. Rengârenk bir dünya… Üstelik sadece görünen anlamda değil. Her edebiyatçıya, her dergiye, her yazara, şaire, her iyilik sevdalısına yer var orada. Bana göre sanat, siyah beyaz dünyayı bir uçurtma ipine bağlayıp rengârenk hayallerin göğünde uçurmaktır. İşte o rengârenk hayallerin dünyasını böylece canlı görmüş oldum. Üzerinde çaydanlığın kaynadığı sımsıcak bir sobanın etrafında aynı sıcaklıkta bir sohbet akşamıydı. İyilik Atölyesi hatıra defterine Erciş’te hissettiğimizin küçük bir kısmı bile olmayan duygularımızı yazdık. Şair olsaydım, kutsal yalnızlığa değil de aynı hayal için bir araya gelen insanların gözlerinde parlayan umudun çokluğuna dizeler yazardım. Ama romancıyım, o nedenle “İyilik Atölyesi”nden çıktığımızda parıltılarıyla göğün kalbindeki karanlığı delik deşik eden yıldızları ve yüzümüzü yalayan soğuğu betimleyebilirim ancak. : ) Ertesi günü Erciş depreminin yıldönümüne denk gelen 23 Ekim’di. Deprem şehitlerinin mezarlarını ziyaret edip dualar okuduk. Orada bulunanlardan deprem anılarını dinledik. Çılgın Gönlüm isimli romanımda da yer verdiğim depremin izlerini silmeye çalışan insanların, saklamaya çalıştıkları yara izlerinin hala taptaze olduğunu fark ettik. Evet, “her kalp bir acının izini taşıyor, insanlar da o izi en derinde saklayarak yaşıyor”du. Acıların en görünen izlerini bir kez daha arkada bırakarak mezarlıktan çıktık. Erciş programı, heybeme sevgi, umut, iyilik, güzel dostluklar doldurup döndüğüm zihnimde tadı kalan ender programlardan biriydi. Cihat Albayrak ve Ayşe Ünsal çiftini özverili çalışmalarından dolayı bir kez daha kutluyorum. Rengârenk hayallerine bizi de ortak ettikleri için ayrıca teşekkür ediyor, yepyeni programlarda yeniden bir araya gelmeyi umuyorum.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

V

Edebiyat ve İyilik Dergisi

51

ALPASLAN AKDAĞ - ERCİŞ’TEN İZLENİMLER

an Yazarlar ve Şairler Derneği ve Hayal Bilgisi Dergisi işbirliğiyle düzenlenen 2. Erciş Edebiyat Şöleni’ne katılmak üzere Cuma gece saat iki sularında Diyarbakır’dan Van Erciş’e doğru yola çıktığımızda bir hayli heyecanlıydık. 6-7 saatlik uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra aydınlık bir sabahın ilk ışıklarıyla tam karşımızda büyüleyici ve alabildiğine mavilikteki -buralardaki ismiyle- Bahrevan uzanıyordu. Güneşin yeryüzüne dikey vuran ışıkları, çok sayıda türkü ve efsaneye konu olmuş bu gölün orta kısımlarında göz kamaştırıcı bir güzellikte turuncu yakamozlar oluşturuyordu. Nihayet Erciş’e ulaştık. Otobüs terminalinden servisle şehir merkezine vardık. Orada bizi Cihat Albayrak’ın kendisi gibi öğretmen olan nazik ve güleryüzlü kardeşi Levent karşıladı. Levent’in özel aracıyla Deprem Şehitleri Öğretmenevi’ne doğru yola koyulduk. Yolda Erciş’in deprem sonrası vahim durumuna yakından şahit olduk. Depremin acı izleri buralarda maalesef kalıcı etkisini yıllarca sürdürmüş bulunuyor. Büyük bir yıkım yaşayan bu güzelim şehir yıllardır onulmaz acılarla yoğrulmuş gibi. Fakat insan, sevinçler gibi hüzünlere de alışıyor zamanla. Yaşadığınız acının tahripkar izleri öyle kolayca silinmiyor hafızalardan ne yazık ki. Fakat umut yeryüzündeki her şeyden daha güçlü bir etkiye sahiptir. Çünkü örselenmiş pervasızca incitilip örselenen yüreklere yaşama sevincini aşılar durmaksızın... Gölün tam karşısında kurulan öğretmenevine ulaştığımızda o meşhur Van kahvaltı sofrası ile karşılandık. Tanışma sonrasında ise sofrada Abdurrahman Adıyan, Şakir Kurtulmuş ve Eyyüp Altun ağabeylerle edebiyat yoğunluklu koyu bir sohbetle kahvaltı faslını bitirdik. Ardından Erciş Sahil Yolu’nda seçici kurul üyeleri ve dereceye giren diğer şair ve yazarlarla birlikte ufak bir sahil boyu gezintisine çıktık. Bahrevan’ın insan vücudu üzerindeki çeşitli etkilerine dair ayrıntıları ve yeni bilgileri edindik. Gölün sodalı suyuna dokunmadan olmazdı tabi. Hatıra fotoğrafları çekindik. Sonra kafile kafile törenin yapılacağı alana yani Sezai Karakoç Ortaokulu’na geçtik. Okul bahçesinde hafta sonu kursa kalan öğrencilerden birkaçı ile tanıştık. Buralarda nedense bütün çocuklar “doktor” olmak istiyordu. Sağalmaz yaralarımızın çokluğundan olsa gerek... Sonbaharın yüzünü ilkbahara bıraktığı bir gündü. Okulun, çocuk sesleriyle şenlenen geniş bahçesindeki çardak altında Zerdali Dergisi gönüllüleri ve diger öğrencilerce konuklara kağıt bardaktan semaver çayı ikramı yapılırken, cam bardağın bulunmayışı başta Abdurrahman ağabey olmak üzere aramızda epey espri konusu oldu. İkindi vaktinde ise bütün misafirlere bölgenin o eşsiz yöresel yemeklerinden keledoş, ayran aşı ve Erciş güveci ikram edilmiş. Dereceye gi-

ren diğer şair arkadaşlarla törenin yapılacağı üst kattaki şiir seslendirne provasında olduğumuzdan dolayı bizler sadece keledoşla yetinmek zorunda kaldık... Kültür ve Turizm Van İl Müdürlüğü tarafından hazırlanan Van Fotoğrafları Sergisi’nin de yapıldığı şölende; yazar ve şairler kısa birer söyleşi yaparak kendilerine ait şiirlerden birer örnek okuyup, yayınlanmış kitaplarını imzaladılar. Özellikle Müştehir Karakaya’nın şiirini okurken kendinden geçmiş o bilgece hali görülmeye değerdi. Sonrası ise bir alkış tufanı. Sezai Karakoç Konferans Salonu’nda yaklaşık 100-150 kişinin katıldığı törende Bizim Eller Van Türküleri klibi davetlilere izletildi. Seçici kurul üyeleri Emine Muradoğlu, Müştehir Karakaya, Şakir Kurtulmuş, Gülşen Gazel, Cihat Şit, Mustafa Işık, Abdurrahman Adıyan, Osman Kaya, Eyyüp Altun, Ömer Faruk Arlı ve Kevser Evsen’e teşekkür belgeleri ise Erciş Milli Eğitim Müdürü Erol Şimşek tarafından takdim edildi. Ayrıca törende Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nce düzenlenen Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016’da birincilik ödülünü “Doğusundayız ve Kıyısında” adlı şiirimle bendeniz, ikinciliği “Ben/Dilenci” adlı şiiriyle İstanbul’dan Güven Altın, üçüncülük ödülünü ise “İnsan Sevginin Armağanıdır” isimli şiiriyle Batman’dan Behçet Gülenay aldı. Ödül töreninin ardından, seçici kurul üyeleri ve dereceye giren şair ve yazarlar onuruna Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ne ait İyilik Atölyesi’nde mütevazı bir akşam yemeği verildi. Sıcak, doğal ve samimi bir mekânda yanan kömür sobasının etrafında duvarlarını Hayal Bilgisi dergi kapaklarının, raf raf dizilmiş her çeşit kitapların süslediği ve güleç yüzleriyle bizleri canı gönülden ağırlayan ve yıl boyunca yapmış oldukları çeşitli etkinlikleri soluksuzca anlatan Cihat’ın performansı görülmeye değerdi. Cihat’ın terzi olan dayısı ile törenden sonra dönüş yolunda karşılaşmak ve onunla çarşı ortasında ayaküstü yaptığımız tarih ve güncele dair nitelikli sohbetimiz ise verimli geçen günümüze ayrı bir renk kattı. Sonra hep birlikte ilçenin modern kütüphanesini, tahrip edilmiş Ercişli Emrah ve Selvi Han heykelini, depremin sarsıcı izlerini kadim taş duvarlarında hüzünle taşıyan Kadem Paşa Hatun Kümbeti’ni ziyaret ettik. Çok sayıda hatıra fotoğrafı çektik, gelip gördüklerimizi gittiğimiz yerlerde eşe-dosta anlatabilmek için. Yoğun temposuna rağmen heyecan dolu iki günlük edebi ve sanatsal etkinliğin ardından büyük ve kalabalık şehirlerin kaosunda gittikçe daralan yüreklerimizde hüzün tohumları eken ayrılık vakti geldiğinde ise vakit öğlendi. “ayrılık kapımıza dayanmış zincir vursan kâr etmez” Hoşçakal Erciş! Unutma, seni unutmak için yurdun dört bucağından kalkıp buralara gelmedik biz; sevmek, sevilmek ve daima hatırlamak için geldik.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

KEVSER EVSEN EDEBİYAT ŞÖLENİNİN ARDINDAN 2. Erciş Edebiyat Şöleni boyunca yazar ve şairlerimizin akıllarda kalan sözleri…

Şakir Kurtulmuş: Sanatı hakikat için yapıyorum. * Bir şairin yanında kalem ve kağıt eksik olmaz. Bazen rüyamdan beni uyandıran ve kendini yazmaya zorlayan şiirler olur. O ‘an’ sabahı beklemez. * Sizi bir çiçek duygulandırmayabilir. Ayağınıza takılan bir taş sizin için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama bir şair böyle değildir. Ben vapurdan karşıya geçerken bir simit susamını kapmak için yarışa giren martılar görüyorum. Ve kalbimde şu endişeyi duyuyorum. “Bu susami bu kuşun ağzına nasıl ulaştırabilirim.” * Anadolunun uzak bir köşesinde, bir sürü imkansızlığa rağmen bir dergi çıkarmak, üstelik bu derginin ülkenin her yerinden takipçisi olması ve kendinden söz ettirmesi azımsanacak bir şey değildir.

Müştehir Karakaya: Dergicilik kalabalık bir gönüllü arkadaş çevresi ile başlayıp en sonunda bir kişinin kaldığı ilginç bir şeydir. * Adının önüne şair sözünü ekleyince şair olunmaz. Ben bir şeyler yazıyorum. Kendime şair demiyorum. Bana öyle diyorlar.

Abdurrahman Adıyan: Atasoy Müftüoğlu’nu ziyaret ettim. Ve edebiyat doğrudan kendi ilgi alanı olmasa da beni tanıdı. Şu dergide yazıyordun, bu dergide yazıyordun dedi. Bunu diyebilmesi için edebiyat dergilerini takip etmesi lazım. İşte şimdi gençlerin eksik olduğu nokta bu. Şimdiki gençler bir iki dergi ile yetiniyor. Ve usta-çırak ilişkisini bilmiyor. * Özellikle dergilerde kadrolaşma ve kemikleşmiş bir yapının olduğu bir yerde her yeni sayısında adını ilk defa duyduğumuz şairlere, yeni isimlere yer vermeyi başarması Hayal Bilgisi’ni dergilerin içinde ayırmaktadır. * Şiir bir kozanın ipek olması gibi ince ince örülen bir şeydir.

Eyyüp Altun: Önce okuman lazım bol bol okuman. Okumadan yazılmaz.

52


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

Cihat Şit: Ben haksızlığın olduğu yerde öylece susamıyorum. Böyle olacaksa ne için edebiyat yapıyoruz ki?

Kevser Evsen: Edebiyat insani değerlerimin ve insanlığımın önüne geçtiği gün Allah kırsın kalemimi.

Ünal Şarman: Her zorluğa rağmen yola devam edeceğiz. Bir dergi çıkartacağımıza kimse inanmıyordu. Biz inandık. Her şey içini diri tutan bir inançla başlar.

Ayşe Ünsal: Sürekli övülen insanlar değişiyor ve kendilerini kaf dağında görmeye başlıyor. Hayal Bilgisi olarak dikkate değer şeyler yapmaya çalışıyoruz. Fakat ben sürekli geriye dönüp yaptığımız işin içini ne kadar doldurabildiğimize bakıyorum.

Cihat Albayrak: Sadece durarak ve bir şeylerin değişmesini bekleyerek kötülüklerin çoğalmasını izleyemeyiz. Artık herkes kendine elini altına sokacağı bir taş bulmalıdır. Ve bu taşları birleştirmeliyiz. “İyilik Medeniyeti” böyle inşa olur. * Bu dergiyi çıkarmaya Ayşe ve ben ikimiz birlikte başladık. Aramıza katılan dostlar olacaktır. Aramızdan ayrılan dostlar olacaktır. Ama Ayşe ve ben yaşadığımız müddetçe bu hareket devam edecek.

53


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Edebiyat ve İyilik Dergisi

54

ERCİŞLİ EMRAH İLE SELVİ HAN HİKÂYESİ YENİDEN YAZAN: AYŞE ÜNSAL - CİHAT ALBAYRAK Ercişli Emrah’ın 17. yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. Osmanlı-İran Savaşları sırasında esir düşen Selvi Han’ın ardından önce İsfahan’a, sonra Gence’ye giderek Selvi’yi kurtarır. Hikâyenin sonuna dair farklı anlatımlar olsa da, kavuştukları düşünülür. Mezarlarının Erciş’te, Çelebibağı’nda olduğu düşünülmektedir.

yeler anlatırdı. Kahvedekiler ilgi ve hayranlıkla onu dinler çok da severlerdi.

*

“Gökten yıldızlar önüme indi, bir kapıdan içeri doldu. Ben de peşlerinden girdim. İçeri girdikten sonra etraf birdenbire kararıverdi. Şaşırdım. Bir müddet sonra kendimi dışarı attım.”

“Varmış, yokmuş Allah’ın kulu çokmuş” diye başlardı masallar eskilerde, uzun kış gecelerinde neneler torunları toplar masallar anlatırlardı; evvelce yaşanmış aşk hikayeleri, kahramanlıklar konu olurdu bu masallara. Samanla karışık toprak ile sıvanmış bu küçük kerpiç odalarda yanan sobanın alevi tavanda yansır iken, nenelerin kınaları gökkuşağıydı adeta çocuklar için. Yine günlerden bir gün masala başlamıştı evin nenesi: Âşık Ahmet, günümüzdeki Azerbaycan’ın en büyük şehirlerinden Gence’de bir köyde yaşardı. Çocukluğu bu şehirde geçmişti ve saz çalmayı yine burada öğrenmişti. Yaşamı bu şehirde sürerken şehre Aşık Ahmet’in yaşamını sonradan etkileyecek olan misafirler gelecekti. O sıralar İsfahan’da hüküm süren Şah Abbas’ın 40 âşığı vardı ve bu âşıklar farklı diyarlarda saz çalıp âşıklıklarını göstermek için Şah’tan izin alıp yola koyulmak arzusunda idiler. Şah Abbas bu isteklerini geri çevirmedi ve yolculukları başladı. Âşıklar uzun yolculuklarının ardından Gence’ye vardılar. Gence, zengin bir yerdi o zamanlarda. Kara vezir hüküm sürüyordu bu şehirde. Âşıklar, Gence’de hüküm süren Kara Vezir’in huzuruna çıktılar; şaşkınlık, heyecan ve âşık olmanın o dik duruşu ile. Şah Abbas’ın fermanını Kara Vezir’e gösterdiler. Kara Vezir, okudu ve emir verdi; tellallardan Gence’yi dolaşıp bütün âşıkları toplayarak saraya getirmelerini istedi. Tellallar bu emri hemen yerine getirdiler ve şehirdeki âşıklar da Kara Vezir’in huzurunda yerlerini aldılar. Kara Vezir buyurdu; ya İsfahan’dan gelen âşıkları yeneceklerdi ya da kelleleri vurulacaktı. Bu, Kara Vezir için bir gurur meselesine dönüşmüştü adeta. Ancak bu tehdide rağmen İsfahan âşıklarını yenen çıkmayınca, vezir meclisini topladı bu konuyu konuşmak üzere. Meclistekilerden biri, Âşık Ahmet’ten bahsetti. Bu kişi Aşık Ahmet’i daha evvel dinlemişti ve ona göre, Şah Abbas’ın âşıklarını yalnızca Âşık Ahmet yenebilirdi. Âşık Ahmet, uzun gecelerde kahvelerde saz çalar, hikâ-

Derken Âşık Ahmet bir gece bir rüya gördü. Kan ter içinde uyandı. Rüyasını yorumlaması için karısına anlattı.

Karısı, bu rüyayı şu sözlerle yorumladı: “Hükümdar tarafından sana bir kapı açılacak ama elin o kısmete ulaşamadan ya cezaya çarptırılacaksın veya sürgüne gönderileceksin.” dedi. Çok geçmeden vezirin adamları Âşık Ahmet’in kapısını çaldılar ve tıpkı karısının rüya tabirindeki gibi Ahmet’i, Kara Vezir’in çağırdığını, onlarla saraya gideceğini söylediler. Ahmet, karısıyla vedalaşarak sarayın yolunu tuttu. Vezirin huzuruna çıkarıldı, konu anlatıldı. Âşık Ahmet, kendisinden emindi; “Sayenizde onların kırkının sözünü birer birer sazımın teline eklerim.”dedi. İsfahanlı 40 âşığı yenemezse başına neler geleceğini duyan Ahmet, kimliğini gizleyerek Şah’ın âşıklarının olduğu yere gitti ve onları saz çalıp söylerken dinledi. Âşıklar gerçekten de çok iyilerdi saz konusunda ve Ahmet onları yenme konusunda umutsuzluğa kapıldı. Şüphesi yoktu artık, bu âşıkları yenemeyecekti. Karısı, Türk topraklarına kaçmayı teklif etti. O zamanlar 6 yaşında olan çocukları Emrah’ı da yanlarına alarak yola koyuldular. Bu bir nevi ölümden kaçış oldu onlar için. Erciş, o günlerde 350 evin yer aldığı bir köydü. Erciş’in beyi Miloğlu Ahmet Bey’di. Âşık Ahmet Erciş’e ulaşınca, Bey’in evine götürüldü. Miloğlu, Âşık Ahmet’i himayesine aldı, ona bir ev ve 40 altın verdi, meclisinde çalıp söylemesini istedi. Yaşamları düzene girmiş ve Erciş’i çok sevmişlerdi. Erciş, Van Gölü’nün kıyısına kurul-


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

muş bir köydü. Gölün mavisi Erciş’in yetmiş iki ayrı tonda yeşilliğine karışıyordu. Kavak ağaçlarının boyunu geçen evler yoktu henüz. Balık bendi vardı ki Aşık Ahmet’in oğlu Emrah çok severdi burayı, balıkların büyük bir mücadele ile yumurtalarını tatlı suya bırakmak için ters yüzüyor olmaları çok ilgisini çekiyordu. Emrah gündüz vakitleri buraya gelir kah balık tutar kah bu doğa güzelliğini izlerdi. Geceleri ise babası Bey’in evine giderdi, Erciş’te saz ve söz eşliğinde bir gelenek yaşatılırdı. Emrah, bir gün ben de ozan olurum düşüne dalardı. Gün ömürden geçti, Emrah 14 yaşına ulaştı. Babasının öğütleriyle yetişen bir delikanlı oldu. Cuma günleri babasının, sazını eline alarak nereye gittiğini merak etti ve annesine sordu. Babasının, Miloğlu Ahmet Bey’in meclisinde saz çalıp söylediğini öğrenince, babasıyla birlikte gitmek istedi. Ancak Âşık Ahmet oğluna izin vermedi, belki de başına gelen olumsuzlukları oğlu yaşasın istemiyordu.

Edebiyat ve İyilik Dergisi

55 Emrah’ı aramaya çıkanlar, onu bulup meclise geri götürdüler. Emrah’ın bade içip âşık olduğunu anlayan babası, âşıklıkta oğlunun üstünlüğünü kabul etti. Miloğlu Ahmet Bey, babasının iznini de alarak Emrah’ı evlat edindi. Selvi Han, Bey’in kızıydı. Pir, kendisine Emrah’ı gösterdiğinden beri hastaydı Selvi Han. Derdini yalnızca cariyesi Nazlı’ya anlatabiliyordu. Nihayet bir gün, Emrah ile Selvi Han bahçede karşılaştı. Emrah, şiirler söyleyerek bu bahçede Selvi Han’ın gönlünü aldı; Selvi iyileşmişti artık. O günlerin birinde, Şah Abbas, Van Kalesi’ni kuşatmak için ordusuyla birlikte geldi. Ordu kaleyi kuşattı. Kuşatma uzun sürünce, kalede kıtlık başladı. Kale, kıtlık nedeniyle Şah’a teslim edilecekken, bir nine, tandır ek-

Emrah ozan olmayı aklına koymuştu ki, Bey’in meclisinin kapısına gitti. Dışarıdan izlemeye koyuldu. Bey, onu görünce, kim olduğunu sordu etrafındakilere. Âşık Ahmet’in oğlu olduğunu öğrenince, Emrah’ı içeri aldırttı. Evinden getirttiği sazı vererek çalmasını istedi. Emrah, sazı çalmayı çok istese de, başarılı olamadı. Sazın tüm tellerini kırdı. Bunun üzerine, babası sinirlenerek yanında oturan Emrah’a bir tokat attı, oğlu Emrah onu mahcup etmişti. Emrah’ın yüzü kan içinde kalmıştı. Yüzünü yıkamak için, köyün dışındaki çeşmeye gitti, abdest alıp dua etti: “Ey yokları var eden Allah, on sekiz bin âlemin, herkesin muradını döne döne veren sen, herkesi bir mesleğe yetiren sen. Ya bana bir sevda, bilgi ver; ya da burada emanetini al.” Bu dua ile bir anda Hazret-i Pir geldi ve Emrah’a yeşil bir fincan verdi. Duası kabul olmuştu. Emrah, badeyi içerken gözüne Selvi Han göründü. Pir aynı anda, Selvi Han’a da Emrah’ı gösterdi ve Emrah ile Selvi’yi birbirlerine âşık etti. Zira ozan olmak aşkı gerektirir. Gözlerin güzelliğinin değil, bakışların güzelliğinin mühim olduğu zamanlarda aşk kadar ilham verecek ne olabilirdi ki? Emrah, bayılarak çeşmenin önünde yere yığıldı. Aynı anda Selvi Han, hastalanarak yataklara düştü. İki sevgili sözleşmiş gibiydi.

meği ile yoğurt alıp Şah’ın yanına gitti. Plan yapılmıştı; nine Şah’ın yanındayken, kalenin duvarlarından kireç döküldü. Şah, bunun ne olduğunu nineye sordu. Nine, kaleye yeni unlar ulaştığı için eski unların döküldüğünü söyledi. Şah, böylece kalede kıtlık olmadığına inandırıldı. Bu akıllıca oyuna kanan Şah Abbas kaleyi ele geçiremeyeceğini düşünerek, ordusuna “Dön!” emrini verdi. Şah’ın askerleri dönüş sırasında Erciş’i yağmaladılar. Bu sırada Selvi Han ve Nazlı da kaçırıldı. Şah, yolda bu yağmayı öğrendi ve yağmayı yapan askerlerin kellesini vurdurdu. Selvi Han’ı gören Şah, onunla evlenmeye karar verdi. İsfahan’da düğün yapılacaktı. Selvi Han, bulduğu bahanelerle bu düğünü geciktirdi. Çünkü Emrah’ın onu bulup kurtaracağı ümidini taşıyordu. İsfahan’a yeni bir bağ kurulmasını ve adının da “Selvi Han Bağları” konulmasını şart koştu. Bağın meyve vermesi yedi yıl sürecek ve böylece düğün de yedi yıl sonra yapılabilecekti.


DOSYA: 2.ERCİŞ EDEBİYAT ŞÖLENİ

Selvi Han’ın kaçırıldığını öğrenen Emrah, izin aldı ve yollara düştü. Selvi’nin izini bulup İsfahan’a vardığında, düğün başlamıştı. Şah’ın huzuruna çıkarıldı. Şah, Selvi’yi Emrah’a vermek istemediği için, ona sorular sordu. Kendisinden başka kimsenin cevabını bilmediği sorular sorarak, işi yokuşa sürdü. Emrah, tüm sorulara cevap verince, Şah yeni bir şart koştu. Emrah, kendisine verilen zehri Selvi’nin elinden içecekti. Zehir, ona zarar vermezse, gerçek bir âşık olduğunu ispat edebilecekti. Emrah, tereddüt etmeden zehri içti. Zehir Emrah’a zarar vermedi ve Selvi Han ile evlenmesine izin verildi. Birbirlerine kavuşan iki sevgili Erciş’e doğru yola koyuldular. Aradan geçen zamanda Miloğlu Ahmet Bey ve karısı ölmüştü. Selvi Han’ın iki erkek kardeşi ise, kız kardeşlerinin bir hikâyecinin oğluna âşık olmasını kabul edemedikleri için Selvi Han ile Emrah’ı karşılamaya gitmediler. Emrah, güzel bir köşk yaptırdıktan sonra düğün yapmaya karar verdi. Selvi Han huzursuz olmuştu, başlarına bir şey geleceğinden korkuyordu. Van’dan getirilen ustalar köşkü 40 günde bitirecekti. Bu arada, Selvi Han’ın erkek kardeşleri, haber göndererek kardeşlerini görmek istediklerini Emrah’a ilettiler. Selvi gitmek istemedi, kardeşlerinin bu düğüne engel olacaklarını düşünüyordu. Emrah, Selvi’nin itirazlarını dinlemeyerek onu kardeşlerinin evine gönderdi. İki erkek kardeş hazırlıklarını çoktan yapmıştı. Mallarını satmış, Erciş’ten kaçmak için Selvi’nin gelmesini bekliyorlardı. Hem Nazlı, hem Selvi Han, sandıklara hapsedildi ve böylece Emrah ile Selvi bir kez daha ayrı düştü. Durumu haber alan Emrah, babasıyla birlikte yola çıktı. Emrah, Selvi Han’ı buluncaya kadar, traş olmamaya karar verdi, o vakitler gelenek öyle idi; birinin yası varsa bu durum geçene kadar traş olmazlardı. Emrah’ın hali haraptı. Selvi Han ve beraberindekiler Gence’ye ulaşmıştılar. Kader, yıllar önce Emrah ve ailesinin kaçtığı şehre gitmeye mecbur bırakacaktı Âşık Ahmet ve oğlunu. Gence’de Kara Vezir, Selvi Han’ı gördü ve onu oğluyla evlendirmek istedi. Selvi Han, ümidini yitirmedi. Gün gelip Emrah ile kavuşacaklarına inandığı için yine bahaneler uydurdu ve Kara Vezir’i oyaladı. Düğünden önce bir halı dokuyacağını ve bu halının 7 yılda biteceğini söyledi. İtiraz ederlerse, kendisini zehirleyerek öldüreceğini de ekledi sözlerine. Çaresiz kalan Kara Vezir, Selvi’nin bu şartını kabul etti.

Edebiyat ve İyilik Dergisi

56 Diyar diyar dolaştıktan sonra Emrah ile babası Gence’ye ulaştılar. Bir bahçenin kenarında dinlendiler. Bahçe kapısına Selvi Han ile Nazlı’nın suretleri işlenmişti. Âşık Ahmet, bu suretleri görünce Selvi Han’ı bulduklarını anladı. Emrah’ı gören Selvi, “Eyvah felek, sevgilimi ne tez kocalttın?” diyerek Emrah’ın haline şaşırdı. Kara Vezir, Emrah’ı Selvi’nin yanında görünce kellesinin vurulmasını emretti. Emrah, başından geçenleri anlatınca, Kara Vezir durumunu ispat etmesini istedi. İsfahan’dan Şah Abbas’tan alınacak bir ferman Emrah’ı kurtarabilirdi ancak. Kara Vezir, elçisini İsfahan’a gönderiyormuş gibi yaptı. Elçi, Şah Abbas’ın Emrah’ı tanımadığına dair sahte bir yazı ile on gün dolaştı ve Gence’ye döndü. Böylelikle Emrah öldürülecek, Selvi Han vezirin oğlu ile evlendirilecekti. Âşık Ahmet, olacakları anlayınca, İsfahan’a doğru yola çıktı. Şah’a durumu anlatınca, Şah adamlarını Gence’ye gönderdi. Kara Vezir’in hilesi ortaya çıktı ve kellesi vuruldu. Şah’ın adamlarıyla birlikte Emrah, Selvi ve Nazlı İsfahan’a döndü. Emrah’ın annesi Erciş’ten getirtildi. Düğün kuruldu ve Emrah ile Selvi Han birbirine kavuştu. Erciş’e dönen Emrah ile Selvi Han, ömürlerini burada geçirdiler. Emrah yıllarca sazını çaldı, şiirlerini söyledi. Şanı Erciş bağlarını aştı, diyar diyar dolaştı. Ercişli Emrah ile Selvi Han’ın hikayesi dilden dile ulaştı, hiç unutulmadı.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.