HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 17. SAYI

Page 1

Utanç.

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 5 Sayı: 17 Haziran-Temmuz-Ağustos 2015 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak Editör Ayşe Ünsal Kapak Yunus Ünsal {05053590695} Tasarım/Dizgi Levent Albayrak ISSN 2146 4294 Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com facebook.com/hayalbilgisi www.hayalbilgisi.com www.edebiyathaberleri.com Baskı Uzman Kopyalama Posta Yukarı TOKİ Konutları, 4. Etap Bina No: K 1, 213 Daire: 14 Erciş - Van Üç ayda bir yayınlanır. Ticari değildir. Talep eden öğrencilere ücretsiz gönderilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarıyla ‘kardeş payı’ bölüşülür. Not: Kitap ve dergilerin künyelerini bütün detaylarıyla okumak kötü bir alışkanlık değildir. Baskı ve dağıtım masraflarına katkı sunmak için: Van Erciş PTT Şubesi Cihat Albayrak adına: PTT Posta Çeki Hesabı: 10434108 Ziraat Bankası Van Erciş Şubesi IBAN: TR090001000293460507025001

Hayal Bilgisi yayına hazırlandığı sıralarda, insanlık adına utanç verici hadiselerden birisi daha yaşandı. Arakanlı Müslüman göçmenleri taşıyan tekne, kıyılarına yanaştıkları üç ülke tarafından da kabul edilmedi. Yaklaşık dört ay boyunca, teknede hayatta kalma mücadelesi veren 400 kişi, çaresizliklerini bütün dünyaya haykırdılar. Teknedeki insanların çektiği acılar ilk değil elbette. Dünya üzerinde milyonlarca insan doğdukları topraklarda güvende olmadıkları için umut yolculuklarına çıkıyor ve dünya, savaş gemileri ile mülteci gemilerini batırmayı öneriyor. Ramazan’ı yaşayan Müslümanlar, sahur ve iftar arasındaki açlık ile idrak edemeyecek Ramazan’ı. Yalnızca üzülmek, bizleri iyi insanlar yapmayacak hiçbir zaman. İnsanlığın ortak günahlarından utanç duymamak kıyametimizi hazırlayacak. Söyleyecek daha fazla sözümüz yok. O tekneden yaşam mücadelesi veren Arakanlı Müslüman göçmen kadının bir muhabire anlattıklarını 17. sayımızın önsözü olarak yayınlıyoruz: Kocam öldükten sonra yeterli yiyeceğimiz yoktu. Oğlumla ikimiz günde sadece bir kez yemek yiyorduk. Çok acı çektik. Başka bir yerde huzur bulacağımızı düşünerek, ülkemizden kaçmaya karar verdik. Tekneye çıktığımda 400 kişinin olduğunu gördüm. Su ve yiyecek çabucak bitti. Teknenin pervanesi bozuldu. Motora yeterli yakıt yoktu. Sonra kaçakçılar bizi bırakıp gitti. Denizde öylece kalakaldık. Yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Bir balıkçı teknesi geçtiğinde, insanlar yardım istemek için yüzdü. Bazıları boğuldu. Ülkemi terk etmek istemezdim ama karmaşa içindeydi. Nereye gitsek huzur bulamıyoruz. Yolculuk sırasında çok sayıda çocuk öldü. Oğlumun da öleceğinden korktum. Bir daha hiç kara yüzü göremeyiz diye korkarak denizde dört ay geçirdik. Hiçbir ülke bizi istemedi. Teknemiz batıyorken bile yanaşmamıza izin vermediler. Bir gün uçaklar ve helikopterler gördüm. Çok mutlu oldum, bizi kurtarmaya geldiklerini sandım. Ama hiç gelmediler. Yağmur yağdığında sırılsıklam oluyor, güneş çıkınca kavruluyorduk. Şu an hala korkuyorum, bize ne olacağını bilmiyorum. Baskılardan kaçmak için ülkemi terk ettim ama burası da zor.

1


EDEBİYAT VE

KÜLTÜR GÜNDEMİ

Bu sayfa, edebiyathaberleri.com’da yayınlanan haberlerden derlenmiştir. MİNE G. KIRIKKANAT’TAN HAKARET! Mine G. Kırıkkanat, Twitter’da bir kullanıcıya cevap verirken, kamyoncular ve şoförler için “benim okurum değiller, kitap okuru da değiller zaten” diyerek hakaret etti. Kırıkkanat eleştirilere rağmen özür dilemedi. CAMIN ŞAİRLERİ İSTANBUL’DA Cam sanatının usta isimleri “Galle, Daum ve Lalique Sergisi” 26 Mayıs - 26 Temmuz 2015 tarihleri arasında Antik Palace'ta! KÖY ÖĞRENCİLERİ FANZİN ÇIKARDI! Van Erciş'te ilkokul öğrencileri kendi fanzinlerini çıkardılar. Öğretmenlerinin yönlendirmesi ve desteğiyle çıkan Atom Karıncalar Fanzin 2. sayısında. * Facebook CEO'su Mark Zuckerberg Facebook'ta kurduğu kitap kulübünde, İslam tarihi kitabı olan Mukaddime’yi tavsiye etti. KİTAP TERAPİ! İngiltere'de Reading Ajansı'ndan Debbie Wick ve ekibi bibliyoterapi denilen bir yöntemle depresyon ile anksiyete bozukluğu olan 6 milyon İngiliz vatandaşına yardımcı oldu. Reçetelerine roman ve şiirlerden oluşan 30 kitap arasından seçtiklerini yazan doktorlar geliştirdikleri bu kitap terapiyle ilaçsız tedavi uyguluyor. * Ayşe Kulin’in İngilizce olarak yayınlanan kitabı Last Train to Istanbul, 200 bin satış rakamını aştı. BU KİTAPLAR EKİLDİĞİNDE AĞACA DÖNÜŞÜYOR! Pequeño Editor Yayınevi, okunduktan sonra toprağa ekilen ve ağaca dönüşen çocuk kitapları projesine imzasını attı. Jakaranda ağacı tohumları, asitsiz kağıt ve ekolojik mürekkep kullanılarak hazırlanan kitaplar, dikilebiliyor. Kitapları okuduktan sonra toprağa ekiyorsunuz, suluyorsunuz ve kitap filizlenmeye başlıyor. YAYINEVLERİNDEN BASKI SAYISI ALDATMACASI * Volkan Hacıoğlu: “Meşhur bir romancımızın yakın zamanda çıkan kitabının 4. baskısını bir kitapçıda, 3. baskısını başka bir kitapçıda, 2. baskısını yine başka bir kitapçıda ve nihayet 1. baskısını da bir diğer kitapçıda aynı gün içerisinde gördüm. Hangi baskıyı alacağıma bir türlü karar veremedim! Okurun manipüle edildiğini biliyordum ama bu kadarına da pes dedim.” GAZZE’NİN BOMBALANMIŞ SOKAKLARINDA BİR KIRMIZI HALI! 2009 yılı Haziran ayında üç aktivist tarafından başlatılan Karaman İnsan Hakları Film Festivali bu yıl, Gazze'nin İsrail tarafından bombalanan Şecaiye Mahallesi'ne serilen bir kırmızı halı ile gerçekleştirildi. Bombalarla yerle bir edilen sokakların arasına serilen kırmızı halı tek başına bütün insanlığa insan hakları dersi verdi. YÜZYILIN TÜRK ŞAİRLERİ ANTOLOJİSİ ÇIKTI Antoloji, Türkçe, İngilizce ve Osmanlıca olarak yayınlandı. ÇAĞDAŞ DÜNYA HAİKU ANTOLOJİSİNDE TÜRKİYE’DEN 3 ŞAİR YER ALDI Türkiye’den Yelda Karataş, Turgay Uceren ve Esra Sarıoğlu’nun haikuları ‘Çağdaş Dünya Haiku Antolojisi’ne (A Vast Sky) seçildi ve yayımlandı.

2


50

45

40

35

30

25

%

15 26

20 16

15

10 7

5 3

KitapYurdu

%

12

10

6

4

25

İtibar Babil

8 6

3

13

Varlık 4 D&R

14

6

2

20

5

Dergah

Ay Vakti Idefix

13

9

4

Hece 6

1

4

Yedi İklim

Yolcu

1

0 PTT Kitap

1

TTNET Kitap

Türkiye'nin En Yenilikçi Yayınevi Hangisidir?

16

12 10

8 4 4

1

0

Hangi Edebiyat Dergisini Sürekli Takip Ediyorsunuz?

23

17

14

12

10

10

4

0

Edebiyat Ortamı

edebiyathaberleri.com üzerinden gerçekleştirdiğimiz üç ayrı anketin sonuçlarını ilk kez Hayal Bilgisi’nde paylaşıyoruz. Anketimizde 08.06.2015 itibariyle toplam 527 kişi oy kullanmıştır. Oy yüzdelerinin ondalık kısımları silinmiştir. Kullanılan oylar sonucunda, %46 oy alarak KitapYurdu.Com Türkiye’nin en iyi online kitap satış sitesi seçilmiştir. 16 yayınevinin listelendiği anketimizde, Yapı Kredi Yayınları %13 oy ile Türkiye’nin en yenilikçi yayınevi seçilmiştir. 8 edebiyat dergisinin dahil edildiği anketimizde, Varlık Dergisi %23 oy ile Türkiye’nin en çok takip edilen edebiyat dergisi olmuştur. Bu ankete, Hayal Bilgisi dahil edilmemiştir.

% Türkiye'nin En İyi Kitap Satış Sitesi Hangisidir?

46

3


HAYAL BİLGİSİ İYİLİK ATÖLYESİ Kitap Bayramı Bir gece bir fikir doğdu; tam da bayram şekeri tadında! ‘Bu bayram herkes en çok sevdiği, kendisini en çok etkileyen kitabı bir çocuğa armağan etsin.’ dedik. Düşünün misal, bayram sabahı kapınız çalınıyor, bir çocuk elinde şeker torbasıyla yüzünde kocaman bir gülümseme bayramınızı kutluyor. Biz de diyoruz ki, “hadi o zaman ne duruyorsunuz!” O gülümsemeyi önce birazcık hayrete sonra daha da kocaman bir gülüşe çevirme zamanı gelmiştir!

4

Bırakın o minik ellere okumaktan en çok keyif almış olduğunuz kitabı, üzerine de minik bir kart iliştirilmiş olsun, hatta dilerseniz güzel bir paket yapın. Hayatı bayram kılın! Ardından seyrine dalın çocuk yüzün, karşısına da çocukluğunuzu alın :) Sizi de heyecanlandırmıyor mu? Ya da dışarıda ilk defa gördüğünüz bir çocuk, bayramın neşesini ve heyecanını giyinmiş bayramlıklarıyla birlikte karşınızdan geliyor, geçin önüne muzipçe, güzel bir bayramlaşmanın ardından çıkarıp verin kitabınızı, şaşkınlığını izleyin :) Çocukluğumuzu, çocukluğumuzun bayramlarını özleyerek uyandığımız bayram sabahlarına başka bir bakışla uyanalım bu bayram. :) Bu kez “nerde o eski bayramlar” demeyelim, bu bayramları özlenecek bayramlar kılalım çocuklarımıza… Şimdi şeker tadında kitap zamanı! Herkese İyi Bayramlar!

Bu bayram, kitaplığınızda bulunan ya da satın alacağınız çocuk kitaplarını, birkaç şeker, imkanlarınızın el verdiği ölçüde harçlık, minik notlar/mektuplar ve dilediğiniz her türlü küçük hediye ile paketleyin ve şimdilerde sayıları çok azalmış olsa da şeker toplamak için kapınızı çalan çocuklara ya da bayram günlerinde sokakta gördüğünüz çocuklara hediye edin. Bu bayram, çocuklar için Kitap Bayramı da olsun : )


Ahmed Günbay Yıldız ile Yazarlık Serüveni Üzerine Söyleşi: Ahmet Can Altıok

 “İlkokul 4. sınıfa kadar köyümde okudum. 4. sınıfta, bir bayram vesilesi ile, öğretmenimiz törende okuması için herkese şiir dağıtmış ve bana kalmamıştı ne yazık ki. Çocuk aklı işte, zoruma gitmişti bu durum, ben de törende şiir okumak istiyordum diğer arkadaşlarım gibi. Çözümü, gece sabaha kadar uyumadan bir şiir yazmakta bulmuştum. Öğretmen şiiri bitirip yerime geçtiğimde yanıma gelip “Sana şiir vermemiştim, sen nereden buldun bu şiiri?” diye sormuş bense, övünerek “Ben yazdım” karşılığını vermiştim. Maalesef, övgü beklerken çok ters ve sert bir tepki almıştım karşılığında. Defalarca aynı soruyu sordu gittikçe sertleşen tonda, her defasında da aynı karşılığı alınca da çıldıracak gibi olmuştu. Köyümüzde öyle her yerde şiir kitapları yok, o zamanlar, belki de hala civar köylerde bile olmayan bir kütüphane var köyümüzde ve tek kitap bulunabilecek yer orası. Öğretmenime ısrarla, kütüphanedeki tüm kitapları taramasını, böylece şiiri bir kitaptan almadığımın ve kendi yazdığımın ortaya çıkacağını söyledim. Tüm kütüphaneye baktı, şiiri bulamadı zaten bulması da imkânsızdı, yine de bana inanmadı ve tartakladı beni o sinirle. Annemi çağırdı okula ve çok yanlış yaptığımı, yalancılığın iyi bir şey olmadığını tembihlemesini istedi. Annem, “Ben gördüm, akşam kendisi yazdı, yalan değil” dediyse de, ona da inanmayıp epey sinirli hareketlerle karşılık verdi. O sene de sınıfta bıraktı beni. Artık iyi şeyler olmayacağını anlayıp, köye de, okuluna da veda edip Ankara’ya geldim.”

 Kalemle olan dostluğumun başlangıcı bu olaydır. Daha sonra birçok şiir kaleme aldım. Bir kısmı yayınlanma şansı da buldu. Şiir bir tutku olmuştu geçen zaman içinde. Edebiyatın diğer dallarına da ilgi duyuyordum tabi, yayımlanan roman türündeki eserleri de okuyor ve bu türde de eserleri benim de oluşturabileceğimi düşünüyordum. Ortaokul sıralarındaydım roman farz ettiğim ilk karalamamamı kaleme aldığımda. Büyük uğraşlar vermiş ve bittiğinde çok sevinmiştim. Ancak bir sorun vardı, daktilo edemiyordum. O zaman daktilo büyük teknolojik aletlerden, her yerde ve herkeste yok. Okulda “Abla” diye hitap ettiğim bir büyüğüm var, daktilo işlerinde çalışıyor, çok severdi beni. Utana sıkıla gittim yanına, “Abla bir roman yazdım” dedim. “Ne güzel” anlamında laflar etti önce, “Yalnız bir sorun var, daktilo edemiyorum, zahmet olmazsa bana yardımcı olsan, sen daktilo etsen” talebimi ilettiğimde çok şaşırmış ve roman daktilo etmenin öyle kolay bir şey olmadığını bildiğinden epey zorlanmıştı cevap verirken; “Sen getir, fırsat bulduğum zamanlarda daktilo ederim…” diye karşılık verdi ancak, yüz ifadesi çok da memnun olmadığını belli ediyordu. El yazması yedi sayfayı götürdüğümde yüzünde bir gülümseme oluştu, rahatlamasının ve biraz da yedi sayfaya “roman” deyişimin gülümseyişiydi bu. Çok sonradan, gerçekten

roman yazmaya başladığımda anlamıştım bunu. Tabi bir gecede yazıp getirmişti. “Al bakalım yedi sayfalık ilk romanını” deyip gülerek daktilo ettiklerini bana uzatmıştı. İlk roman denemem -ki bu bir hikâye idi aslında ancak, ben o zaman bunu roman olarak adlandırmıştım- işte bu yedi sahife idi. O zaman, neden bu yazdıklarıma “roman” demiştim hala bir anlam veremem. Belki de o yedi sayfada bir çok şey, bir çok olay anlattığımı zannetmiştim, belki de kafamdaki dünyayı bu kadarla aktarabildiğimi düşünmüştüm kim bilir... “Roman” kavramını kavrayışım ve yazmaya başlayışım 18-19 yaşlarıma tekabül eder. İlk romanım “Çiçekler Susayınca”yı tasarlayıp, kurgulayışım ise askerlik çağında, yani 20 yaşında oldu. Bölüm bölüm yazıyordum, asker arkadaşım İbrahim Ulvi Yavuz ile birlikte, ben okuyordum o daktiloya geçiyordu. Çiçekler Susayınca bittiğinde 22 yaşlarındaydım. Kısaca böyle başladı Roman yazma serüvenim. Tabi yalnızca “yazmakla” yazar olunmuyor, yazdıklarının basılması ve okunması da gerekiyor bir yazım serüveninden bahsedebilmek için. Yazdıklarımın basılması ise Hekimoğlu İsmail ile tanışmam sonrası gerçekleşti.

5


Çok güçlü şairler o zamanlar, bunların içinde toplumumuzun inanç ve manevi yapısını malzeme olarak kullanan şairler ön plandaydı o günlerde. Roman sahasında büyük bir boşluk mevcuttu, daha çok yazarlar Batı özentisi romanlar kaleme alıyorlardı. O zaman beni bu konuda yönlendiren Ömer Ağabey (Hekimoğlu İsmail), sanırım roman sahasındaki bu eksiklikten ve benim roman konusunda çaba sarf etmemi istediğinden olsa gerek, şiire daha fazla vakit ayırıp romanı ihmal edebileceğim düşüncesiyle tüm şiirlerimi yırttırıp attırmıştı. Bu yönlendirme ile uzun zaman yalnızca roman türünde eserler verdim. O günlerde yırtıp attığınız şiirler için hiç pişmanlık duydunuz mu? Şimdilerde birkaç tane şiir kitabım yayınlandı, Ömer Ağabey sesini çıkartmıyor, olumlu karşılıyor. Demek ki istediğini aldı o zamanlar... Kalem oynatılan ve hatta düşüncelerden geçen tüm duygular özeldir. Elbette ki yazdıklarımı yırtıp kayıtlardan silmekten hiç de memnun değilim. Ancak, “yazmayı” görev kabul eden birisi olarak, “görevimi” her şeyin üzerinde görürüm. Yaptığım bu yırtıp atma eylemimin, roman sahasında “görevimi” yerine getirebilecek eserler vermemin yolunu açtığını, o “görevi” en verimli şekilde ifa etmemi sağladığını gördüğümden, pişmanlık duygusu hiç olmadı. Bu açıdan bakıldığında da atılması mümkün olmayan hiçbir mefhum söz konusu değildir benim adıma. Roman yazarı Ahmed Günbay’ı anlatabilir misiniz? Yazmak, edebiyatın ana aksiyonu olduğundan, tüm dallarını bu fiil çatısında toplayabiliriz. Hangi kısmı olursa olsun, yazmaya başlamak edebiyata da giriştir aynı zamanda. Bu yüzden, benim roman yazma serüvenim, edebiyata giriş serüvenim ile daha iyi anlatılabilir diye düşünüyorum. Bir başka deyişle, başladığınız tarz ile kendinizi geliştirdiğiniz ya da daha iyi ifade edebildiğiniz tarz sonradan farklılık gösterebilir. Nitekim bende de böyle oldu, az evvel anlattığım gibi, yazı hayatına şiirle başladım. Tabi, yalnızca yazmıyor okuyordum da, beni benden daha iyi anlatan çok güzel şiirler okuyor ve etkileniyordum. Toplumun yaralarına parmak basan, insanımıza güzeli anlatan çok büyük şairler vardı o zamanlar. Ancak, okuduğum romanlarda kendi toplumumuzun inanç ve ahlaki yapısını bulamıyordum, farklı yönlendirmeler ve anlatımlar vardı o günlerde yayınlanan romanlarda. Elime aldığım romanları çoğu kez bitiremeden bıraktıkça, onların yapmadığını yapmak, iyiyi ve güzeli anlatmak gerektiği düşüncesi iyice perçinleniyordu kafamda. Bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordum, iyiyi, güzeli, mutlak gerçeği ve ona bağlı mutluluğu anlatmalıydım topluma. Huzurun, o zamanki yaygın anlayışın anlattığı gibi heva ve heveslerin peşinde koşmakla yakalanamayacağını, mutlak gerçekte aranması gerektiğini anlatmalıydım herkese.

İşte böyle; roman yazmak bir merak değil de bir amaca yönelik olarak başladı bende. Amaç ile aracı eşleştirdiğimde başladı roman yazma olgusu kafamda. Roman yazmanın benim için ne anlama geldiğini çözdüğümde roman yazmaya da başladım denilebilir kısaca. Her toplumun bir ahlak ve inanç yapısı vardır. Edebiyatla uğraşan herkes, içinde yaşadığı toplumun renk yelpazesini dünyaya açmakla görevli hissetmelidir kendisini. İşte bu yüzden; roman yazmak öncelikle, hayata ayna tutmak, yaşayanlara hayatın gerçek yüzünü göstermeye çalışmak, güzellikleri ve değerlerimizi anlatmak demek benim için. Öte yandan, edebiyatı bir “ifade sanatı” olarak algılamak, hayata ve anlamına en güzel, en doyurucu, en anlamlı, en dokunaklı v.s. şekilde yaklaşmayı getirmez mi? Bu yönüyle de; “hayatı ifade etmek” demektir benim için roman yazmak. Nasıl yaşanılabileceğini en güzel şekilde anlatmak, dünyamızı yaşanılır kılmak için en güzel sözü söyleme gayretidir benim için roman yazmak. Roman hayatla “Empati” bağıdır... Roman yazmak bir başka hayatı yaşamaktır yazar için. Empati yapmaktır bambaşka hayatlarla… İşte bu yüzden, kendim için, hayata daha kemali olgunlukla bakabilmektir her bir karakteri kaleme almak. Roman olarak düşündüğünüzde onu oluşturan her bir karakterin bir hayata bakışı getirdiği, dolayısıyla biraz daha olgunlaştırdığı düşünülürse, benim için roman yazmak, kalem oynattıkça biraz daha olgunlaşmak, “insan-ı kâmil”e yürümektir aynı zamanda. Yazmak bir duygu işidir, yazdıkça sökülür duyguların yumağı… İşte bu yüzden, yazmak hislerin dışa vurumu, duygu patlamalarının tezahürüdür. Roman yazmak, okurlara duyguların sergisini açmaktır da benim için. Bakmayı öğrenmektir yazmak. Kimsenin göremediğini, en azından çoğunluğun göremediğini fark edip, bahis konusu yapmaktır. Roman yazmak, baktığını görmek ve gizemleri açığa çıkartmak, neye, ne kadar ve nasıl baktığını göstermektir aynı zamanda… Roman, ilim, irfan, metafizik, somut, soyut v.s. aklınızı gelebilecek her meselenin anlatılabileceği bir alan olduğundan, her yazanın, her yazdığının ayrı bir ifadesi olabilir. Bırakınız eseri, eserinizin içindeki her bir cümle için bile ayrı bir ifade tarzı geliştirebilirsiniz. Belki de bu sebeplerden kaynaklı bir “tercih” oldu benim için roman yazmak. Romanlarınızda hep toplumsal sorunları işlediğiniz gibi günümüzü ve günümüzde önemini yitirmiş değerlerimizi usta bir şekilde işlediğinizi romanlarınız da görüyoruz. Şunu da çok merak ediyoruz üstadım, mesela yeni bir roman çalışmasına başladığınız zaman veya yeni işleyeceğiniz konuyla ilgili, “acaba daha

6


önce bu konuya değinmiş miydim” dediğiniz anlar oluyor mu? Konu belirlemeden yazmaya başlanılmaz. Ne anlatacağınıza ve ne şekilde anlatacağınıza önceden karar vermeniz gerekiyor yazmaya başlamadan evvel. Neyi anlatacağını tasarlamadan yazmaya başlayan yazar ya da şair benim bildiğim kadarıyla yoktur. Varsa da sıra dışı bir kalemdir ve incelenmesi gerekir bana göre. Tabi yazmaya başladıktan sonra, doğaçlama da başlar, yazılanların tamamı doğaçlamadır yani. Önceden yazılmış bir metni kaleme almaz yazar, zaten böyle bir şey olsa buna kaleme almak değil de, ne bileyim, var olanı süslemek veya işlemek denilebilirdi. Neyi anlatacağını tasarlayıp, sonra roman karakterlerinin ya da olaylarının peşinden giderek eserlerini kaleme alan yazarlar da yok değildir elbette. Bu tür yazarlarda, her şey, her an değişebilir. Böylesi eserleri dikkatli okuduğunuzda, yazarın, yazma anlarındaki duygusal yoğunluğu ya da yönü açıkça belli olur. Bense, ana olayın ve hatta bazı yan olayların, kurgusunu önceden kurgular, kurgu aşamasından sonra yazmaya başlarım. Önceden tasarlamış olduğum son bile nadiren değişir. Yazma serüveni sürekli akış demektir. Bu akışın içerisinde, yaşam tecrübeleriniz, bilgi dağarcığınız, ufkunuz, bakış açınız sürekli değişiklik gösterir. Ben, toplumda yaşananları esas alarak, romanlaşmaya elverişli konuları seçiyorum. Tabii topluma nasıl bir mesaj vereceğini de göz önünde bulundurarak kurguyu yapıyorum. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda bir konuda birden fazla eser vermek mümkün demektir. Bu sebeple kurgusunu oluşturduğum hikâyenin konusunun bir başka eserimdeki konu ile çakışmasından imtina etmek gibi bir yaklaşımım yok. Tabi, “konu” başlığı altında bazı çevrelerin oluşturmaya çalıştığı; “Hidayet Romanı” veya “İslami Roman” ve benzeri gibi, meseleyi sulandırmaya yönelik “tür tasnifi” çabalarını kastettiyseniz, bu tasnifler daha çok magazinsel yaklaşımlar sonucunda doğuyor, yoksa ciddi değerlendirme ve sınıflamalar değil. İster inceleme-araştırma, ister eleştirel ya da akademik yaklaşımlar olsun, hiç birisinde bu tür sığ tanımlamalar olmamalıdır aslında. Böylesi değerlendirmeler emek ister, kafa yormak ister. Meseleye magazinsel yaklaşırsanız, atarsınız ortaya bir olgu, isteyen reddedip kızar, isteyen benimser, ancak, kimse altını doldurmaz, dolduramaz. Çünkü ortaya atılan tasnif ya da isimlendirme, öylesine sığ ve klasman dışıdır ki, bir iddiadan öteye gidemez. Bir romanı değerlendirmeye tabi tuttuğunuzda, belki, “konularına göre tasnif” bölümünde böylesi bir sınıf bulabilirsiniz, başkaca “Hidayet Romanı” veya “İslami Roman” olarak niteleyebileceğiniz bir klasman, kriter de bulamazsınız. Konularına göre tasnif, roman için edebi bir yaklaşım değildir, her yazar ayrı bir konu işler ve işlediği konu için edebi bağlayıcılığı olan bir tasnif ya da tanımlama yapamazsınız.

Burada bir parantez açalım. Toplumumuzun onlarca baskı yaptıracak şekilde okuduğu iki eserden söz edeceğim size. Paulo Coelho’nun Simyacı ve ‘Piedra Irmağının Kenarında Oturdum Ağladım’ isimli romanlarını okuduğumda, açıkça Hıristiyanlık propagandasını gördüm. Bizim toplumumuzda hiçbir eser, değil bu kadar, onda birisi kadar kendi inanç ve ahlak yapısını anlatmamıştır. Şimdi biz Coelho’ya “konuları aynı” olan bir yazardır dememiz ve bu kategoride mi değerlendirmemiz gerekiyor. Batı’da bunun birçok örneği varken niçin bizim yazdıklarımıza böylesi imalı tanımlamalar getirilir anlamak güç. Edebiyat dergileri hakkındaki görüşlerinizi almak istiyoruz, dergiler sizin için ne ifade ediyor? Edebiyat dergisi çabalarını ve oluşumlarını son derece önemsiyorum. Bu sanat dalı ile amatör ya da profesyonel olarak uğraşan herkes birlikte hareket edebilmeli, oluşumların içerisinde yer almalı diye düşünüyorum. Bu anlamda edebiyat dergileri önemli bir işlev yerine getiriyor. Sonuçta ürün veren herkesin ürünlerini göz önüne koyabileceği mecralar olmalı, çoğalmalı, var olmalı. Benim bu konudaki yaklaşımım, söz konusu oluşumlar yelpazelerini geniş tutmalı ve her kesimden insana yer verebilmeli. Toplumun aynası olmaya gayret etmeli bu tür faaliyetler. Özellikle gençlerimizin edebiyata yönelmeleri için neler söyleyebilirsiniz? Edebiyat, kısaca “ifade sanatı” dır. Edebi bir eserin olmazsa olmazı ifade gücüdür. Edebi bir eseri değerlendirmeye tabi tuttuğunuzda ilk olarak ifade gücünü ele almanız gerekmektedir. Şayet bir edebi eserde, edebi kaygının azlığından söz ediliyorsa, öncelikli olarak ifade gücü zayıflığından bahsediliyor demektir. İfade gücü de, ağır, ağdalı, uydurukça ya da yabancı kökenli, asıl anlamlarından bihaber olunan kelimeleri, olur olmaz dizmek değil, tabir yerindeyse, “taşı gediğine oturtmak”tır. Yani, neyi nerede kullanacağını bilmek, yeri geldiğinde avam, yeri geldiğinde elit olabilmektir. Sürekli yüksekten uçan, havai sözlerle dolu bir yazının edebiyat harikası olmasından bahsedilemez. Her şey yerli yerinde, ölçüsünde ve dengeli olmalı. Hele ki, hayatın aynası olan roman türünde. Ortaçağ Avrupa’sı Edebiyatı’na benzer şekilde, yalnızca soyluların kaleme aldığı, yalnızca ve yalnızca asilzadelerin ve yaşam tarzlarının konu edildiği bir edebiyat yok zamanımızda, olması da mümkün değil. O halde, anlattığınız olayı, mekânı ve kahramanları, ne kadar uygun bir dille ve kurguyla aktarırsanız o kadar edebi başarıyı yakalıyorsunuz demektir. Yoksa Anadolu’yu, fildişi kulelerden, jelatinli kelimelerle anlatmak, olsa olsa edebi rezalettir, edebi kaygı değildir. Akıcılık, özümsenebilirlik, okuyucuyu düşünmeye sevk edebilmek de ayrıca önemli edebi bileşenlerdir.

7


Akıcılığı en iyi şekilde sağlayabilmek, bu maksat uğruna, en etkili anlatım yolunu bulmak, bunlara göre diyalektik örgüyü kurmak, eserin temalarına teğet geçmeden, gerekli yerlerde vurguyu en etkin şekilde koyabilmek, edebi kaygı değil de nedir? Meselenin etrafında dönüp dolaştırmak, gerçeğe, mutlak gerçeğe giden yolu elinden geldiğince uzatmaya çalışmak mıdır edebi kaygı, yoksa “ben eserimde aşkı işledim” diyerek, aşkın tanımından fersah fersah uzaklarda gezindirmek, gerçekleri yalancı ufuklarda boğmak mıdır?

bozarsanız bozun, edebi eserdeki saflığı, arılığı bozduğunuz yetmiyormuş gibi, sanat eseri olma özelliğini de o oranda tahrip edersiniz.

Aynı cümlenin içinde bile kendisiyle çelişen, komplekslerini yansıtan, okuyucu nazarında paradokslar açan, çözüm üretmeden yalnızca problemleri ortaya koyan ifadelerle doldurulmuş yazılar mıdır edebi ürünler? Yoksa; kısa, anlamlı, konsantre ifadelerle, olayları, toplumsal yaraları, insani ilişkileri, boşlukları, gözlemlerini yansıtan, iyiyi, güzeli, doğruları yani çözümü anlatan, çözümsüz hayatlara çözüm alternatifleri sunan eserler mi?

Gençlerin bu kavramlardan haberdar olarak edebiyatla ilgilenmeleri gerekmektedir. Bu kavramlarla ilgili fikir sahibi olduklarında daha çok edebiyata yönelirler, edebiyatla daha çok haşir neşir olurlar diye düşünüyorum. Edebiyatla okuyucu olarak ilgilenenlere söyleyebileceğim bunlar kısaca.

Hayal Bilgisi’nden Haberler

Bana göre, ifade dışında hangi tarafa dengeyi

Edebi eserde asıl olan ifade gücüdür demiştim. Bu yüzden en büyük eser Kuran-ı Kerim’dir. Bırakın O’nun üstüne, yanına yaklaşabilen bir edebi eser yoktur, olmayacaktır da. Kısa ama etkili ifadeler. İçinde sayısız bilgi, belge, gerçek barındıran hakiki sanat. İşte, en derin, sonsuz derin edebi eser.

Yazmak, aynı zamanda “mesele edinmek” anlamına da gelmeli. Meseleniz yoksa şayet, yazmak da bir değer yargısı olmaktan çıkıyor, başka başka mecralara kayıyor.

Bir süredir yayın hayatını sürdüren internet sitemiz www.edebiyathaberleri.com'da beş arkadaşımız editör olarak çalışmaya başladı. Ayşe Ünsal'ın yayın yönetmeni olduğu internet sitesi, 1000. haberini yayınlayarak şimdiden ciddi bir arşiv oluşturdu. Türkiye'nin halihazırda en sık güncellenen edebiyat haber sitesi olarak yayınını sürdüren internet sitemiz; yayınevleri, edebiyat dergileri, şairler, yazarlar, ressamlar, yazar birlikleri, müzeler ve daha pek çok birey ve kuruluş ile işbirliği halinde, içerik üretmeye devam ediyor.Ülkemizdeki önemli kültür/sanat/edebiyat gelişmelerini İngilizce’ye çevirerek yayınlayan editörlerimiz, yurtdışındaki içeriği kopyalayarak pazarlayan internet sitelerinin aksine, hem içerik üretiyor, hem de ülkemize ait bu içeriği bütün dünyaya İngilizce olarak sunuyor. Türkiye'nin edebiyat dergisi arşivi niteliğinde bir proje başlattık. wwww.edebiyatdergisi.org alan adını taşıyan internet sitesinde, ülkemizde yayınlanmakta olan edebiyat dergilerinin büyük bir kısmını künye/iletişim bilgileriyle birlikte yayınladık. Ercişli Emrah'ı tanıtmak maksadıyla, www.ercisliemrah.com alan adını taşıyan internet sitesini yayına hazırladık. Dergimizin doğduğu topraklardaki en önemli tarihi ve edebi isim olan Emrah'ı her yaştan kişinin tanıyabilmesi amacıyla, sitede Ercişli Emrah'ın hayatını, şiirlerinden örnekleri, bestelenmiş ve çeşitli sanatçılar tarafından icra edilmiş eserlerinin videolarını ve daha pek çok yazılı ve multimedya içeriği yayına aldık. Duyurusunu 2014 yılında yaptığımız ve ülke genelinden 350 civarında eserin katıldığı 1. Ercişli Emrah Şiir Ödülü'nü 20 Mart 2015 tarihinde Erciş Kaymakamlığı konferans salonunda gerçekleştirdiğimiz törenle sahiplerine verdik. Birincilik Ödülü'nü Ömer Ekinci Micingirt, İkincilik Ödülü'nü Cihat Şit, Üçüncülük Ödülü'nü Hakan İsfa Şahin'in aldığı programa Erciş Kaymakamı Mehmet Şirin Yaşar da katıldı. Birincilik ödülü olarak 1000 TL dergimiz tarafından takdim edildi. Finale kalan eserler, Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi Ercişli Emrah Özel Sayısı (16. Sayı) olarak yayınlandı. Hayal Bilgisi olarak düzenlediğimiz büyük çaplı ilk organizasyonu başarıyla tamamlamamızın ardından, talepler ve olumlu tepkiler neticesinde, ödülün geleneksel hale getirilmesine ve 2. Ercişli Emrah Şiir Ödülü için hazırlıklara başlanmasına karar verdik. Diyarbakır'da yapılan 1. Amed Kitap Fuarı'na Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi olarak, Diyarbakır Yazarlar ve Şairler Derneği standında katıldık.

8


Necip Tosun ile Öykünün iktidarı Üzerine Söyleşi: Cihat Şit

 Sanat-edebiyatın git gide pazarlanabilir bir metaya dönüştüğü, ürünün/yazının gidip, yazarın geldiği ve sonuç olarak genel bir kırılmanın ve yozlaşmanın yaşandığı günümüz edebiyat dünyasında, öykünün daha soy bir duruş sergilediğini görüyoruz. Tüketime prim vermiyor, işi ucuzlatmıyor. Tüketim medyasının pazarında hiçbir öykü malzemesi yok. Bu yüzden kendini takdim etmek isteyen yazar öyküyü terk etmek zorunda kalıyor ve başka türlerin kapısını çalıyor.

 Öykünün daha çok gündeme gelmesi ve tartışılır olması gayesiyle kaleme dört elle sarıldığınızı görüyoruz. Okurun öyküye olan sadakati tam da tartışmalara konu olmuş durumda. Günümüzde arayış içinde olan bir nesil var. Öykü alanındaki çalışmaların böyle bir kaygıyla ele alınmasını, okuru kendine çekmeye çalışmasını, bazı öykü yazarlarının da bu minvalde hareket etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

aksine, sağlam temeller üzerinde, geleceğe umutla bakıyor. İnsanlara, birikim, tecrübe aktarmaya devam ediyor. Kısaca Türk öykücülüğü yükselişte…

Öykü, romana göre iktisatlı yapısı (kısa) ve şiire göre anlam açıklığıyla modern insanı rahatlıkla yakalayabilecek bir tür. Yani öykü, kısa ve yoğun yapısı, anlam açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımı ile modern insanın beklentilerine cevap verebilecek bir tür. Böylece öykü modern insanın ritmiyle, temposuyla ve beklentileriyle örtüşebilen bir tür. Bu nedenle öykünün geleceği parlak. Ben de elimden geldiğince öykü odaklı bir edebiyat serüveni izliyorum. Bu arada öykünün yavaş yavaş hak ettiği yere doğru geldiğini görüyorum.

Son dönemde iktidarların ne doğru dürüst bir eğitim ne de kültür politikaları var. Oysa kültür ve sanatla bağlarını koparmış, kültür ve sanata gerekli önemi vermeyen iktidarların ne bir medeniyet ne de bir gelecek tasarımları olabilir. Çünkü edebiyat ve sanat sadece geçmişin birikimlerini aktarmakla kalmaz aynı zamanda geleceğe ilişkin de bir ufuk sunar. Zamanın ruhu ancak onların eserlerinde okunabilir. Buna kayıtsız siyaset ve iktidar zaman dışına düşer. Ancak bu ilişki popülist, tüketime ve kullanıma yönelik değil, köklü ve derin bir ilişki olmalıdır. Siyasetçiler, iktidarlar geçici, sanat ve edebiyat eserleri ise kalıcıdır.

Sanat-edebiyatın git gide pazarlanabilir bir metaya dönüştüğü, ürünün/yazının gidip, yazarın geldiği ve sonuç olarak genel bir kırılmanın ve yozlaşmanın yaşandığı günümüz edebiyat dünyasında, öykünün daha soy bir duruş sergilediğini görüyoruz. Tüketime prim vermiyor, işi ucuzlatmıyor. Tüketim medyasının pazarında hiçbir öykü malzemesi yok. Bu yüzden kendini takdim etmek isteyen yazar öyküyü terk etmek zorunda kalıyor ve başka türlerin kapısını çalıyor. Aslında öykünün bu soy duruşu boşuna değil. Çünkü öykünün sağlam bir arka planı var bu topraklarda. Bu direnç ve birikime dayanarak, yukarıda saydığımız olumsuzluklara rağmen, dünya ölçeğinde bu türün zirveleri bu topraklarda yazılıyor. Öykü bu tartışmaların

Öykünün hitabeti güçlüdür. Lise, ortaokul, hatta ilkokullarda klasikleşmiş çeşitli bir kaç öyküden başka yeni cereyan eden öyküleri nesle kazandıramıyoruz. Sizce bu konuda hangi adımlar atılmalı? Kısa ve uzun hikayelerimiz süreçle eğitime nasıl dahil edilmeli?

Öncelikle belli bir program dahilinde ve pedagojik bölümleme ile ilkokul, ortaokul ve liselere tıpkı ücretsiz ders kitabı gibi ücretsiz her yıl başında edebiyat ve kültürümüzün temel eserleri dağıtılmalıdır. Buna Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği 100 Temel Eser’le başlanmalı, daha sonra güncel eserlere kadar inilmelidir. Kitaplar müfredatla bağlantılı şekilde okutturulmalı ve özendirilmelidir.

“Yani ücretsiz ders kitabı gibi edebî eserler de her yıl başında ücretsiz dağıtılmalıdır.”

9


Sofrasına oturduğumuz, çayını içtiğimiz dertli adamların kaleme alınan hikâyeleri var. Sokaktaki misket avcısı çocuğun ve bastonuyla cebelleşen amcanın çok hikâyesi çok değeri var. Popülist edebiyatın bizi değerlerimizden alıkoyup, sayıların dünyasında hükümranlık peşinde olması dolayısıyla bilinçsiz okuyucu yetiştirmesi öykü yazıcılarını nasıl etkiliyor, aslen nasıl etkilemelidir? Popüler edebiyatın eleştirilecek yanı, istismar, kullanma ve niyette yatmaktadır. Okurun en süfli yanı istismar edilmekte, yazar kendini takdim etmekte (starlık arzusu) ve edebiyatı kullanmaktadır. Ancak iş kendi kulvarında sürdüğü müddetçe edebiyat açısından problem yoktur ve bütün bunlar edebiyat dışı olaylardır. Ancak işin üzücü yanı oradaki nitelikli yazarların varlığıdır. Çoğu tanıdık yazarlar, şairler, romanla, şiirle edebiyata girmiş, nitelikli edebiyatın dallarında eserler vermiş, sonunda popüler türe yönelerek bu ortamın malzemesi olmuşlardır. Hiç kuşku yok ki dünya edebiyatında da benzer tartışmalar yaşanmış, sonuçta popüler edebiyatla nitelikli edebiyatın yolları ayrılmıştır. Ama bizde bu ayrım net olarak yapılamadığı için karmaşa sürmektedir. Popüler edebiyatçı bulunduğu kulvara razı olmamakta bir yandan da nitelikli edebiyatın içinde yer almak istemektedir. İşte popüler edebiyat konusunda günümüzde yaşanan en temel sıkıntı, popüler edebiyat ile nitelikli edebiyat arasındaki sınırın ihlal edilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü popüler edebiyatın kendi sınırları içinde dilediğini yapması işin doğası gereğidir. Oysa o buna razı değildir. Sadece yazar değil, pek çok eleştirmen de bilinen nedenlerle popüler edebiyatı nitelikli edebiyata eklemlemek peşindedir. Bu yüzden problem, yazarların hem popüler edebiyatın starlığına hem de nitelikli edebiyatın saygınlığına talip olmalarında yatmaktadır. Oysa popüler yazarların, bir zamanların nitelikli edebiyatın da önemli isimleri olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü yazar değil, eser kulvarını belirler. Öykü türü hakkında kuramsal bazda çalışmaları ele almanızın kıymeti harbiyesini bize biraz açar mısınız? Bu amaçla ele aldığınız eserlerin başucu olmasını istediğiniz aşikâr, bu türdeki bol uğraşı isteyen çalışmaların devamı gelecek mi? Modern Öykü Kuramı’nda ağırlıklı olarak günümüz anlayışında yazınsal bir tür olarak öykünün nasıl bir yer işgal ettiği odak alınmış, bu çerçevede kitap oluşturulmuştu. Öykümüzün Kırk Kapısı’nda ise, kırk öykücünün yazış biçimleri, öykü anlayışları, yöntemleri, temaları ve öykücülüğümüzdeki yerleri incelenmişti. Bir bakıma modern öykü anlayışının iyi örnekleri ele alınıp değerlendirilmişti. Doğu’nun Hikâye Kuramı’nda ise geleneksel hikâye anlayışımız, dolayısıyla Doğu perspektifi irdelenmişti.

Bu kitapların yazılma gerekçelerinin başında öykü türüne ilişkin kuramsal kitapların eksikliği geliyor. Öykü ne yazık ki edebiyat dünyasında üzerinde en az konuşulan yazınsal türlerden biri. Şiir olsun, roman olsun, sanatın, edebiyatın diğer türleri, alanları olsun, pek çok kuramsal, poetik çalışmaya muhatap olmuşken, öykü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Hele ülkemizde bu alan bomboş. Bu kitapların ilk amacı işte bu “eksiklik” duygusu oldu. Tabii bu boşluğu ben dolduracağım ukalalığına düşmek istemem. Daha çok öykünün gündeme gelmesi ve tartışılıyor olması benim amacım. Bu yazıları biraz da yaptığı işi anlamaya çalışan birinin sorduğu sorular, vardığı sonuçlar, yaptığı düşünce egzersizleri olarak tanımlamak gerek. Elimde bu sene yayınlamayı düşündüğüm birkaç dosya var. İlki Günümüz Öyküsü… Günümüz Öyküsü’nde son dönem öykücülüğümüzün dil, anlatım biçimi ve yazınsal tercihiyle öykücü kimlikleri belirginleşmiş 50 yazar odak alınıyor. Kitapta öyküye ait sorunlar, yönelimler ve kuramsal yaklaşımlar da öne çıkıyor, son dönem öykücülüğümüzün ana hatları belirlenmeye çalışılıyor. Kitapta 1980 sonrası öykücülüğümüz mercek altına alınıyor. İkinci kitap ise Öykümüzün Sınır Taşları. Hem türünde, hem de o yazarın toplam ürünleri içinde en önde duran, yazarların en iyi öykü kitabı olarak gördüğüm kitapları üzerine yazılmış yazılardan oluşan 99 kitaplık Öykümüzün Sınır Taşları… Öyküye olan içbaharınızı başlattığınızda seçimlerinizi nasıl belirlediniz? Şuan bu baharı kendisine yaşatacak olanların önlerine ünite ünite yol koyması gerekir mi? İlla şuradan başlamalı ki ersin bu işe şeklinde öneriniz olur mu? Yazı hayatıma başlamamda bir etki, yönlendirme var mı diye hafızamı yokladığımda hiçbir neden bulamıyorum. Zaten edebiyata ilginin bir etkiyle, yönlendirmeyle olacağını düşünmüyorum. Eskilerin dediği gibi, öncelikle insanın “içinde” olacak. Eğer insanın içinde bir şeyler varsa, nedenler de bir şekilde oluşuyor. Ben bu nedenlere sarıldım. Çünkü içimde edebiyat ateşini hep hissettim. Kitaba ilgisiz, hatta ilerleyen dönemlerde kitaba karşı bir aile içinde geçti hayatım.

“Yoksulluk, kitabı, neredeyse lüks harcama hâline getirmişti. İlerleyen dönemlerde eve kitap alırken ailemden saklayarak eve soktuğumu hiç unutamam. Ancak okulla, öğretmenlerle, ödevle ilişkilendirerek kitap almama izin verilirdi.”

10


On iki-on üç yaşımdan beri tuttuğum film defterlerim var. Buraya izlediğim filmlerle ilgili düşüncelerimi yazar, sevdiğim filmleri beğenime göre sıralardım. Ortaokul ve lisede yazdığım kompozisyonlar hocalarımın ilgisini çekerdi. Ama yazı benim hâlâ seçebileceğim bir şey değildi. Lisede kültür edebiyat kolu başkanlığı ve geceler, anma günleri etkinlikleri, duvar yazıları… Ama hepsi bilinçsiz uğraşılardı. Ankara’daki üniversite yıllarım okuma ve edebiyat hayatımın dönüm noktasıydı. Çok hareketli bir edebiyat ortamının içerisinde bulmuştum kendimi. Sanat ve edebiyata ilgili bir arkadaş grubunun içindeydim. Bu arkadaşlarla edebiyata yeni adım atmış gençler olarak, neyi, kimi okuyacak, nereden başlayacaktık, bu türün öncüleri kimlerdi sürekli bunu tartışırdık. Çünkü önümüzde çok sınırlı bir kaynak, çalışma, araştırma vardı. Bunların önemli bir bölümü de tek yanlı bakış açısını yansıtmaktaydı. Bir yandan dünya yazarlarını izliyor bir yandan da keşfettiğimiz öykücüleri hararetle birbirimize müjdeliyorduk. Bu hem birbirimizi yönlendiren hem de öykü ufkumuzu açan bir işlev görüyordu. Daha sonra bu arkadaş grubuyla birlikte ya da ayrı ayrı Mavera, Aylık Dergi ve Kayıtlar’da ulaştığımız öncüleri, birikimleri yansıtmaya çalıştık. Bu nedenle okuma serüvenimin, yazma serüvenimin bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Ancak ben çoğunlukla düzensiz bir okuma yerine, yazacaklarıma katkısı olacak, onları zenginleştirecek bir okuma süreci izledim. Ama bendeki kalıcı kitaplar hem sevdiğim hem de yazma bilinci anlamında bir şeyler öğrendiklerim oldu. Bu bağlamda Virginia Woolf’un Dalgalar’ı, Katherine Mansfield’ın Ölü Albay’ın Kızları, Michel Butor’un Değişme’si, Wolfgang Borchert’nin Bu Salı’sı, Elsa Triolet’nin Gün Doğarken Bülbül Susar’ı, Rainer Maria Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları, Ingeborg Bachmann‘ın Malina’sı, Truman Capote’nin Gece Ağacı benim her zaman yol göstericim, dönüp dönüp okuduğum, etkilendiğim el kitaplarım olmuştur. Bu kitaplarda çarpıcı bir insanî zenginlik, varoluşsal bir hesaplaşma, nesnelerin ruhuna nüfuz ediş vardı. Öte yandan şiirsellik/ritim, dil tutumu, bakış açısı farklılığı dikkat çekiciydi. Kitaplardaki yoğunluk ve zengin imgelerle oluşturulmuş göstermenin şiiriyetinden büyülenmemek elde değildi. Dediğim gibi, okumalarım her zaman öykü yazma serüvenimin bir parçasıydı.

“Yazarlığın ilk tetikleyicisinin günlük tutmak olduğunu düşünüyorum.”

Çünkü yazma alıştırmaları ilk önce orada yapılıyor. Orada insan kendisini ifade etmeyi öğreniyor, yazma disiplini geliştiriyor. Benim yazı hayatımda günlük tutmamın büyük ateşleyici etkisi olduğunu düşünüyorum. Öncelikle tüm yazar adaylarına günlük tutmalarını öneriyorum. “Dergiler her zaman genç işidir, öyle olmalıdır” sözünüze biraz değinmek istiyoruz. Gençler dergilerde denetimden geçmeli elbet ama yıllarca dergileri raflara pişirmiş üstatların dergi işinde olmalarına nasıl bakıyorsunuz? Hasılı gençlerin dergicilik işinde hırslarına kurban olup yeni yeni tohum atan gençleri harcayabilme tehlikesi de var mı? Dergi kolektif, kitap bireysel bir faaliyet. Yazarlar, edebiyat hayatlarını ya bir dergide onlarca yazar içinden bir yazar ya da bağımsız kitap yazarı olarak sürdürürler. Ülkemizde belli bir dönem dergi yazarlığı önemli olmuş, dergi sayısı Batılı ülkelerden daha fazla olmuştur. Özellikle kitap yayınının zor olduğu dönemlerde dergi yayıncılığı üst bir düzey tutturmuştur. Bu anlamda biz de dergi yayıncılığı hep önemli olmuştur. Kitap yayınlatmanın kolay olduğu ya da eskisi kadar zor olmadığı günümüzde ise kitap yazarlığının, dergi yazarlığının önüne geçtiği görülmektedir. Dergiler, yazarlar için, yazıları editör ve okuyucu denetiminden geçtiği için yazarlığının sınandığı bir okul işlevi görürler. Yazar yayınladığı her yazısıyla tepkileri gözler, test eder buna göre yazarlık konumunu ayarlar. Dolayısıyla genç yazar için dergiler gerekli ve işlevseldir. Burada pişer, kuşağını izler, kendini kitap öncesi yetiştirir. Ancak yazarlığını artık kanıtlamış orta yaşı geçmiş yazarlar için ise dergi yayınları değil kitap yayınları önemlidir. Bu nedenle yazarlar artık önceliği kendi bağımsız kitaplarına verirler. Kuşkusuz dergideki genç ve olgun yazarların içiçeliği de önemlidir ve bu durum her iki yazar kesimine de faydalı olur. Olgun yazar genç yazarın ateşine, heyecanına; genç yazar da olgun yazarın birikimine ve tecrübesine ihtiyaç duyar. Ama arayış, yenilik ve heyecan peşindeki genç yazar her zaman yeni dergiye ve özgürlüğe ihtiyaç duyar. Bu nedenle dergiler her zaman genç işidir, öyle olmalıdır. “Doğu insanı hikâyeyle inanır, onunla sever” bu cümle genetiği değiştirilmiş organizmalar gibi yetişen yeni nesil için geçerli midir? Ya da özüne dönme çabasıyla kavrulan Doğu insanı yeniden nasıl hikâyeyle inanmalı onunla nasıl sevmeli? Geleneksel hikâye birikimimiz hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz öykücüsüne pek çok imkân sunar. Geleneksel anlatılardaki içerik (ibret, insan olgusu, hakikat vurgusu, tematik temel vurgular vbg.) ve biçimsel yapı (fantastik öğeler, masalsı anlatım,

11


gerçeküstü, simgesel anlatım vbg.) büyük bir zenginlik olarak önümüzde durmakta. Doğu hikâyesinin temel anlatı biçimleri olan rüya, fantastik, olağanüstülük artık anlaşılmıştır ki gerçeklikten kaçış değil, gerçeğin daha iyi anlaşılması için anlatıcının elinde bir imkândır. Tarihsel birikimimize baktığımızda, masal, destan, halk hikâyelerimiz, özellikle din odaklı anlatılarımız (menkıbeler, mesneviler) fantastik öğelerle doludur. Dağları delen Ferhat’lar, Azrail’le karşı karşıya gelen Deli Dumrul’lar, Tepegözler, devler, şeytanlar, yedi başlı ejderhalar geleneksel anlatılarımızın odağında yer alır. Mucizeler, kerametler, insanüstü güçlerle donatılmış kahramanlar, hayata yön verirler. Doğu hikâyesi fantastiği çağdaş edebiyattan yüzlerce yıl önce keşfetmiş ve uygulamıştır. Ama bunu yaparken gerçekten kaçmamış, çarşıyı, pazarı, gürül gürül akan bir hayatı simgeleyen fantastik yönelimleri keşfetmiştir. Ama bu birikim edebiyatımızda yeterince değerlendirilmemiştir. Çünkü modernizmin çağcıl sesini/dilini yakalamaya çalışan Cumhuriyet dönemi hikâyecilerinin zihinsel dünyaları Batı anlayışıyla sınırlıdır. Bu nedenle fantastik tutumlar, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde pozitivizmi/akılcılığı temellendirmek amacıyla boş inançlar, hurafeler anlamında eleştirilmiştir. Bu öykülerde bilim yüceltilirken, olağanüstü olayları Tanrı’nın gücüne dayanak olarak gören anlayışlar eleştirilmiştir. Bu dönem öykücüleri boş inançları gündeme getirirken mutlaka “Perili Köşk”lere, “Yatır” öykülerine başvurmuşlardır. Hiciv, ironi ve gülmece temel anlatı türleri olmuştur. Dolayısıyla Batıcı anlayış nedeniyle bu dönemde “fantastik” düşünceler “sabıkalı” olduğu için edebiyatımızda da oldukça az yer alabilmiştir. Ama günümüze gelindiğinde hem dünyada hem de ülkemizde fantastik tutum başat bir anlayış olur. Belki burada vurgulanması gereken edebî ölçütlerin zamana bağlı olarak değişimidir. Örneğin ülkemizde daha çok doğaüstü olaylarla, cinlerle, perilerle, rüyalarla ilgilendiği için eleştirilen ve realist bulunmayan bu tutum daha sonra, sürrealizm, fantastik yaklaşımlar ve büyülü gerçekçilik akımıyla birlikte yeniden itibar kazanmış, 21. yüzyılda yeniden edebiyatın gözde anlatımı olmuştur. Ama bu değişim de yine dış, Batı kaynaklı olmuştur. Çünkü büyülü gerçekçilik, fantastik, rüya kavramlarıyla keşfedilen Gabriel García Márquez ve Jorge Luis Borges’in beslendikleri kaynaklar bizzat Binbir Gece Masalları’dır. Bu iki yazar da en önemli esin kaynaklarının Binbir Gece Masalları olduğunu belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, fantastik tutumlara karşı çıkış da yeniden sahipleniş de Batı kaynaklıdır. Bu da Türk edebiyatı adına inciticidir. Ben, geleneğimizin değerlendirilmesinin öykücülüğümüzde önemli bir açılım olacağını düşünüyorum. Rasim Özdenören’in Hece Dergisi’nin başına geçmesi edebiyatın enerjisini ve heyecanını nasıl etkiledi sizce? Yazarlık serüvenim boyunca dergi aidiyeti içinde

olmadım. Dergi savaşlarına katılmadım, katılmam. Bir yazar istediği dergide yazabilir. Aslolan yazının kendisidir. Ancak fiziken Ankara’da bulunmam nedeniyle ağırlıklı olarak ortak dostlarımızın olduğu Hece’de yazdım. Ama burada kendimi katı bir aidiyet içinde hissetmedim. Başkaca edebiyat dergilerinde de yazdım, yayınevi ve dergi taassubuna girmedim. Yazı her zaman benim için daha önemli oldu. Çünkü her şeyden sonra geride kitapların, yazıların kaldığını biliyordum. Şimdi de aynı tutum içerisindeyim. 18 yıl boyunca yazdığım dergide bir yönetim değişikliği oldu. Genel Yayın Yönetmenliği’ne Rasim Özdenören’in geldiği hem Hece’nin hem de Hece Öykü’nün yayın kurulları açıklandı. Tabii Rasim Özdenören Türk edebiyat ve kültür dünyasında büyük bir isim. Hece bağlamında dergiciliğimize de yeni ufuklar açacağını düşünüyorum. Mustafa Kutlu, Modern Öykü Kuramı’yla ilgili “Öykünün diğer sanatlarla ilişkisini incelerken ötekinin biricikliğini gölgelemeden türün özgünlüğünün altı çizilmeye çalışılmış, türler arası yarış ve ayrıştırmadan uzak durulmuştur” diyor. Türler arası ayrıştırmaya gidilmesi ve ötekinin kamusal alanına saldırı sizce edebiyatımızda nasıl bir yozlaştırmaya sebep olur? Tehlikesi var mı? Zaman zaman edebiyat ortamında roman yükseldi, öykü düştü, şiir yok oldu ya da en iyi tür romandır, öykü onun alt türüdür, şiirin artık devri geçti türü karşılaştırmaların yersiz ve anlamsız olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan türleri karşılaştırarak birbirine üstünlüklerini tasnife çalışmak bütünüyle edebiyata yönelik bir haksızlık. Her türün kendine göre özelliği ve güzelliği var. Yazınsal türlerin, zamanın ritmine, nitelikli yazar kuşağının belli bir dönemde yoğunlaşmasına, yaşanan sosyolojik/tarihsel konjonktüre bağlı olarak kimi zaman daha yoğun, kimi zaman da daha az gündeme geldiklerini, ilgi gördüklerini biliyoruz. Aranırsa elbette bütün bunların hem istatistiksel hem de sosyolojik temelleri bulunabilir. Ama yaşananlar göstermiştir ki, sanat/edebiyat küçük zaman dilimlerinde sabitlenerek, üzerinden kalıcı sonuçlar üretebileceğimiz bir alan değildir. Çünkü sanat/edebiyat zaman aralıklarına hapsedilemez. Bu anlamda “biri yükseldi diğeri düştü” türü saptamalar belki edebiyat magazini olarak konuşulabilir, tüketilebilir ama buradan türlerin niteliğine, birbirlerine üstünlüklerine ve geleceklerine ilişkin genel geçer bir sonuç çıkartılamaz. Tarihsel süreç içinde yazınsal türlerin tanımı, sınırları, birbiriyle ilişkileri edebiyatın temel tartışma alanlarından biri olmuştur. Bu süreçte türler arasında pek çok anlamlı ortak özellik, farklılık, ayrışma noktaları tespit edilmiş ancak zamanla bu bulgular anlamını yitirmiştir. Çünkü yazınsal türler gelişir,

12


değişir, biçimden biçime girer. Bu anlamda yazınsal türleri birbirlerinden kesin çizgilerle ayırmak o kadar kolay değildir. Çünkü, “Yontunun malzemesi nasıl taş ya da bronz; resminki boya, müziğinki de sesse, yazının malzemesi de dildir.” Ve kaynakları sözdür. Bu nedenle her ân sınırlar aşılıp birbirlerine yakınlaşabilirler.

Vanlı Yazar ve Sairler

Aslolan, hangi türde yazılırsa yazılsın o türün hakkını vermek, nitelikli ürünler ortaya koyabilmektir. Ancak bazı yazarların dehaları, yetenekleri belli bir türde daha net ortaya çıkıp belirginleşirken bazı türler ise onların yeteneklerini tam olarak yansıtmaz. Örnek vermek gerekirse Dostoyevski öyküler de yazmıştır ama romanları daha çok önemsenmiş, kalıcı olmuştur. Öyküleri de elbette büyük bir yazarın elinden çıktığı için değerlidir ama genel anlamda bakıldığında, onun öyküleri sanat serüveninde ağırlık teşkil etmez. Bu anlamda Dostoyevski öykü yazmamış olsaydı, ne öykü türü için ne de kendisi için bir eksiklik olacaktı. Yine ortaya konan örneklere bakılırsa Anton Çehov’un roman yazmaması bir eksiklik değildir, zira o da öykü türünün başyapıtlarını vermiştir. Ancak Çehov aynı zamanda Martı, Vanya Dayı, Vişne Bahçesi gibi oldukça nitelikli oyunlar da kaleme almıştır. Çehov bu oyunları yazmamış olsaydı, bunlar bu tür için bir eksiklik olurdu. Bu nedenle, sonuçlardan yola çıkarsak Çehov’un roman yazmayıp öykü yazması, Dostoyevski’nin de romanda ısrarlı olması isabetli olmuştur, diyebiliriz. Çünkü bu yazarlar, yazdıkları türle neredeyse özdeşleşmişlerdir. Buna karşılık iki türde de yazmış olmakla birlikte, hem öyküde hem de romanda başarılı yazarlar da mevcuttur. Bu bağlamda Rainer Maria Rilke, James Joyce, William Faulkner,

Eyyüp Altun Müştehir Karakaya Erdal Şahin Muhsin Öztopçu Zeki Altın Ahmet Can Altıok Ahmet Kanter Salih Çetin Mehdi Akan Gülşen Çağan Hasan Ortakaya Selahattin Koşar Sadık Altınkaynak Cihat Şit Raif Aras Adnan Deniz Ayşe Ünsal Cihat Albayrak (18. sayıda devam edecek.)

Franz Kafka, Ernest Hemingway, Gabriel García Márquez anılabilir. Bizden ise Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Bilge Karasu ve Adalet Ağaoğlu romanlarıyla önemli yazarlar olsa da modern öykünün de iyi örneklerini vermişlerdir. Biz Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi olarak 15. sayımızda sizin kamuyla paylaştığınız fotoğraflarınızı ve notlarınızı okuyucularımıza sunmuştuk. Fotoğraflara yazı yazmak fotoğraflarda görünmeyen perde arkalarını aktarmak aslında çok eski antika not defterlerinde bile yapılan apayrı bir güzellik. Kalemin deklanşörü ve bu perçinlemeyle ilgili aktaracaklarınız olur mu? Yazı ve görüntünün gücü birleştiğinde kuşkusuz etki çoğalıyor. Ben günlüklerimi yayınlarken bir yandan da fotoğraflar yayınlıyorum. Aslında yazılmış günlükler onlar ve ya o gün ya da benzer bir vakitte çekilmiş fotoğrafları sonradan ekliyorum. Ben çok uzun süredir düzenli günlük tutuyorum. Ama bir yandan da yoğun bir şekilde bu günlükleri belgeleyen fotoğraflar çektirmiş, biriktirmişim… İkisi bir arada gerçekten de yoğun ilgi gördü ve bunun üzerine düşünülmeli. Bu genel sorularımızın sonuncusunu şöyle sormak istiyoruz; öykünün ve öykücünün cihad-ı ekberi var mıdır varsa nedir? Öykücünün birinci ve temel önceliği her şeye, her zaman öykücü gözüyle bakmak ve bir gün bunların hikâyesini yazarım diye biriktirmek, biriktirmek…

Eyyüp Altun: 1960 doğumlu yazar, lise eğitiminin ardından İstanbul’da bir dergide çalıştı. Ardından ulusal bir gazetede bir süre muhabirlik yaptıktan sonra tarih ve siyaset bilimi, özellikle de Kürt ve Ermeni tarihi üzerine yoğunlaştı. Yazarın Ermeni meselesini konu edinen ilk romanı Sona 2008’de Logos Yayınları’ndan çıktı. Aynı yayınevinden ikinci baskısı yapılan kitabın 3. baskısı Cumhuriyet Kitapları’ndan 2012 yılında çıktı. Yazarın ikinci kitabı olan ve Sona’nın devamı niteliğindeki Kızıl Topraklar adlı romanı Nisan 2015’te Kaynak Yayınları’ndan çıktı. Uzaktan eğitimle Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde sosyoloji okudu. 2003 yılında mezun olduktan kısa bir süre sonra 100. Yıl Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde siyaset sosyolojisi ve medya sosyolojisi alanlarında dersler verdi. Altun, evli ve üç çocuk babasıdır.

13


Bedir Acar’la Kültür Gündemimiz Üzerine Söyleşi: Ayşe Ünsal – Cihat Albayrak

 Gazetelerin sanat sayfaları aslında turnusol kağıdı işlevi görür. O sayfalar, zihin yapımızı, yönümüzü tayin eder. Geçmiş ve gelecek arasında nasıl bir bağ kurduğumuzu, durduğumuz yeri göstermesi, kültürel şifrelerimizi çözmesi açısından önemli.

 Geçenlerde gazetelerin kültür sanata ayırdıkları sayfa sayılarını paylaştınız. Sizce gazetelerin kültür sanat çalışmaları yeterli mi? İçerik üretiminde gazetelerimiz ne durumda? Spor sayfaları, ekonomi, siyaset 4-5 sayfayken, bir sayfalık kültür sanat neden yeterli geliyor insanlara anlamakta zorlanıyorum. Hatta onu bile lüks görenler var. Kestirmeden verilecek cevap elbette yetersiz olduğudur. Star’ın düzenlediği Necip Fazıl Ödülleri örneğinden hareketle, gazetelerin kültür sanat edebiyat alanlarında öncülük etmesinin, inisiyatif almasının önemini açıklayabilir misiniz? Büyük ustanın adının yaşatılması, gelecek kuşaklara edebi ve kültürel mirasının aktarılması için önemli. Gazeteler aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı işlevi de görmeli. Bu açıdan Star’ın girişimi önemli. Gazetelerin ve hatta kitap eklerinin bile siyasi olarak kutuplaştığı aşikar. Böyle bir siyasi-ideolojik odak haline geliş kültür sanat edebiyat ürünlerine /etkinliklerine nasıl yansıyor? Bu farklılaşma bir zenginlik/temsil olarak kabul edilebilir mi? Gazetelerin sanat sayfaları aslında turnusol kağıdı işlevi görür. O sayfalar, zihin yapımızı, yönümüzü tayin eder. Geçmiş ve gelecek arasında nasıl bir bağ kurduğumuzu, durduğumuz yeri göstermesi, kültürel şifrelerimizi çözmesi açısından önemli.

Kervan yürüyorsa ve adalet duygusu yapılıyorsa işler, yola devam etmeli…

dahilinde

Sadri Alışık Ödülleri töreninde, bir kadın tiyatrocu “Rumeli Hisarı’nın Sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim” şeklinde çağrı yaptı. Ülkemizde bir kesimin dini konularda refleks ya da art niyet ile hareket ederek din özgürlüğünün önüne geçmesini neye, hangi alışkanlıklara bağlıyorsunuz? Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmazmış. Toplumun farklı renklerine, ‘öteki’ne saygı göstermeyi henüz edinebilmiş değiliz. Toptan kabul ya da red noktasında pek mahiriz.

“Namaz kılmayan birinin, namaz kılana seccade uzatabilmesi bir insanlık ve medeniyet göstergesidir.”

Ülkedeki hemen hemen tüm kültür sanat etkinliklerini, edebi gelişmeleri takip ediyor, sık sık yurt içinde bu kapsamda seyahatlere çıkıyorsunuz. Anadolu’daki bu bağlamda en aktif şehirler hangileri? Karşılaştırma yapmam zor. Zira hangi şehirde ne yapılıyor, tamamına vakıf değilim. Ama bizdeki kültürel etkinlik anlayışının sempozyum veya toplantı düzenlemekten öteye geçmesi lazım.

Kültür Bakanlığı’nın 2014’te Edebiyat Eserlerini Destekleme Projesi’ni başlatması ve destek alan isimleri açıklamaması üzerine olumlu olumsuz pek çok eleştiri oldu. Bakanlığın desteği ‘yandaş yazarlara’ verdiği iddia edildi. Siz genel olarak bu desteği ve yapılan eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?

Hemen her şehirde yayınlanmaya devam eden edebiyat dergileri var. Sizce edebiyat dergileri işlevselliğini koruyor mu? Mevcut durumlarını nasıl yorumluyorsunuz? Ve günümüzde ideal bir edebiyat dergisi nasıl olmalıdır?

Nasıl ki sinemaya, tiyatroya destek var, edebiyata neden olmasın! Olmalı da… Eleştiriler şöyle ya da böyle olur.

Edebiyat dergisi çıkarmadım, dergici değilim. O yüzden iyi bir edebiyat dergisi nasıl olmalıdır sorusuna vereceğim cevap eksik kalabilir. Bir edebiyat okuru

14


çektirip kurtulamıyorsun ruhundan kanal tedavisi de iyi etmiyor yalnızlıkları yalnızlık ne zor kelime dilimiz dönmüyor adını anarken bile

içini gösteren perdeler giyiniyor evler odalar ağzına kadar dolu insanla ve alışılıyor yalnızlığa da..

Tayfun Kaydan

ALIŞIK YALNIZLIK

dünyaya sarılıyoruz kurtulmak için yalnızlığın boşluğundan ama arı sokmasına benzer neidüğü belirsiz bir acı kalıyor dünyanın dokunduğu her yerimizde

‘Hayattan rengi alın, geri neyi kalır ki…’ diyen bir reklam dönüyor ya ekranlarda… Belediyeyi alın elinden geriye ne kalır? İşte bu soruya verilecek cevap çok önemli. Herkes kendine sorsun bi!

Bazen ben de şaşırıyorum. Bunca kitap çıkıyor ama bunları kim okuyor diye. Demek ki her kitabın iyi kötü bir okuyucusu var. Ama genel olarak toplumda yaygın

Son yıllarda belediyelerin kültür aktivitelerinde büyük artış söz konusu. Bu etkinliklerin kalitesi nasıl sizce? Hangi belediyeleri bu anlamda başarılı buluyorsunuz?

Pek çok insan hala “ülkemizde yılda 10 kişiye 1 kitap düşüyor” gibi ifadeler sarf ederek, insanlarımızı cahillikle, kültürsüzlükle suçluyor. Yayıncılık alanında dünyanın en aktif ülkelerinden biri olmamıza rağmen, bu eleştirilerin ortaya çıkmasını nasıl yorumluyorsunuz? Bazı yazarlar, kendi kitapları okunmayınca, ülkede kitap okunmuyor mu sanıyorlar, kendi görüşlerine uymayan kitapları kitaptan mı saymıyorlar?

Bırakın, hem kötü yazar hem de halk düşmanı olma özgürlüğü olsun bazı insanların. Olsun ki birtakım erdemlerin değeri daha iyi anlaşılsın. Şoförler ve kamyoncular söz konusu yazarın okuduğu kitapları okumamışlarsa bir şey kaybetmiş sayılmazlar. Baksanıza işe yaramamış o kitaplar. ‘Azrail bile ayağıma gelecek, sen neyin tribindesin’ diyen bir kamyon yazısı vardı… Öyle yazara böyle felsefe…

Çoklu gönderim için indirim kodu (%50): 100128070

Popülerlik ‘bıçak’ gibi. Ekmek de doğrayabilirsiniz sanat da… İyi, dozunda kullanılması gereken bir pazarlama alanı… Deveyi pire, pireyi de deve yaparsanız işte o zaman işler karışır; güven duygusu azalır. Bu da tükeniş demektir.

Mine G. Kırıkkanat Twitter’da bir tartışma sırasında “şoförler de kamyoncular da benim okurum değiller, hatta okur bile değiller” dedi. Bu ötekileştirme ve küçümsemeyi sağlayan özgüvenin kaynağı nedir sizce?

Tek kitap için indirim kodu (3,5 TL): 401280698

Kültür sanat edebiyat eserlerinin reklam ajansları marifetiyle popülerleştirilmesi nasıl sonuçlar doğuruyor?

kitap okuma alışkanlığımız olduğunu düşünmüyorum. Bunun aksini kimse söyleyemez. Rakamları da önemsemiyorum; şu kadar kitap basılmış, şu kadar okuyucu varmış… Toplumun kitap okuma alışkanlığı açısından toplu ulaşım araçları önemli bir göstergedir benim için. Yüz kişiden 7-8’ini dahi kitap okurken görsem gam yemem. Ümidimi korurum. Şimdilik bir ya da iki kişi görebiliyorum.

Kitaplarınızı PTT İle Ucuza Nasıl Gönderirsiniz?

olarak, ülkemizin ve dünyanın edebi birikimine katkı sağlayan insanların öykülerini, ilginç yönlerini, özel alışkanlıklarını, yani sanat yaparken onları besleyen şeyleri, sadece metin incelemelerini değil de kişi olarak onları var eden ilişkilerini bir yaşam biçimi üzerinden okumak isterdim. Can Yayınları’nın çıkardığı spor dergisi Sokrates’i bu yüzden beğeniyorum. Düşünen, edebiyata ilgi duyan, müziğe kanat çırpan, ErbakanMuhammed Ali buluşmasını yazan bir spor dergisi.

15


Sevim Gözay’la Sinemaskop Randevular Üzerine Söyleşi: Cihat Albayrak – Ayşe Ünsal

‘Sinemaskop Randevular’ sinemaseverler ve sinefiller için önemli bir eser oldu. Bunun nedenlerini sizden dinleyebilir miyiz? Teşekkür ederim. Çok mutluluk verici yorumlar alıyorum, “Sinemanın büyüsünü yeniden hatırlatan kitap” diye özetledi meselâ K24 kitap-kültür-kritik platformu. Sayın Tunca Arslan’ın bir tam yazısını ayırdığı kritiği ise şunu vurguluyor, “Kitaplıkların sinema rafında yer alması gereken, arşivlik bir kültür çalışması”. Okuyucu yorumları da aynı yönde, “Bir almanak, bir referans kitabı gibi”, “Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri”. Bu ifadelere ve burada sıralayamayacağım pek çok yoruma bakınca görüyorum ki, hedefine mükemmel şekilde ulaşan, kendini çok iyi ifade eden bir kitap oldu. Bunun en önemli sebeplerinden biri, tüm bir yıla yayılan yaşanmış bir süreci ortaya koyuşum diye düşünüyorum. Birbirini takip eden sohbetler boyunca, hem karşımdaki kişilerin kişisel sinema birikimleri ve hayatları bir film şeridi gibi kare kare gözlerinizin önünden geçiyor, hem de dünya ve Türkiye sinema tarihi hakkında derinlikli bir birikime sahip oluyorsunuz. En özel yanı nedir sizce bu kitabın? Bildiklerinizi hatırlatan, derleyip toplayan, az bilinenleri ise çok leziz sohbetler eşliğinde fark ettirmeden öğreten bir kitap. Ve öyle sanıyorum ki Sinemaskop Randevular, sinemaya gitmek eylemini merkezine alan en kapsamlı yapıt oldu. Film izlemek ve sinemaya gitmek ayrı şeyler çünkü. Kitap bu ayrımı 27 ayrı kişiyle 27 kez yaparak, sinemaya gitmenin kent kültüründeki, sosyal hayattaki ve insan ilişkilerindeki önemini benzersiz bir biçimde vurguluyor. Kitapta filmler mi ön planda, konuklarınız mı? “Sinema, kent, kültür söyleşileri” alt başlığında da belirtmeye çalıştığımız gibi sadece bir sinema kitabı değil bu çalışma. Filmlerden ve sinema kültüründen yola çıkan, sinemanın çevresinde dolaşarak çocukluk,

aile, aşk, iş, başarı gibi hayatın tüm ana damarlarına dokunan sıcak ve içten bir serüven. Yanı sıra 60’lardan bugüne sinema ve kent kültürümüzün dönemleri ve dönemeçleri de gözler önüne seriyor. Gülümseyeceğiniz kederleneceğiniz, yer yer çocukluğunuzu düşüneceğiniz ve sonunda seçkin bir “izlenecek filmler” listesi çıkaracağınız bir kitap. Söyleşi yapacağınız isimleri nasıl belirlediniz? Merak ettiğim kişilerin peşine düştüm ilke olarak. Edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, televizyon ve gazete dünyasından oldukça sürpriz isimler. “Sinemaskop Randevular’ı okuyunca Sevim Gözay’ı çok kıskanacaksınız” diyen esprili bir yoruma rastladım meselâ. Çok hoşuma gitti, çünkü kastedilenin imrenme olduğunu anlıyorum ve hak veriyorum da. Herkesin bir beş dakikacık sohbet etmeyi hayal ettiği 27 ayrı isimle ne filmler izledim, ne sohbetler yaptım. İki saat boyunca güle ağlaya aynı perdeye bakıp, beraber heyecanlandık, beraber duygulandık. Çıkışta konuştuklarımız deseniz apayrı bir dünya. Başkası yapsa ben de kıskanırdım doğrusu. Şaka bir yana, kolay iş değil tüm o kişilerle sinema arkadaşlığı yapmak. Günlerinin büyük bölümünü bana ayırmaları gerekti. Yirmi yıllık televizyon kariyerim ve gazeteci kimliğim en büyük yardımcım oldu elbette bu süreçte. Kitabın bu kadar beğenilmesinin arkasındaki sır ne? Dolaysızca özdeşleşilen basit bir fikirden yola çıkmam etkili oldu sanırım. Birlikte sinemaya gitmek ve çıkışta çay kahve içip sinema konuşmak. Herkesin eşiyle dostuyla, arkadaşıyla, sevgilisiyle mütemadiyen yaptığını yaptım. Ancak bunu, sanat ve kültür dünyamızın özel simalarıyla yaptım. Böylece ortaya bu arşivlik kitap çıktı. Esen Kitap yayın yönetmeni Özlem Özdemir’e kocaman bir teşekkür bu sebeple. Bir okuyucumun sözleriyle bitirmek isterim ki çok güzel anlatıyor kitabın duygusunu: “Bir sonraki randevusuna geçmek için sabırsızlanacaksınız.”

16


ŞANTİYEYİ KÜTÜPHANEYE ÇEVİREN ADAM:

BU YAZ OKUYABİLECEĞİNİZ 20 GÜZEL KİTAP:

İhsan İpek Cankurt

Haatchi ve Küçük Dostu Wendy Holden Boy Wytske Versteeg Olduğu Kadar Güzeldik Mahir Ünsal Eriş Entellektüellerin Hurafeleri İbrahim Paşalı Yalnız Gezenin Düşleri Jean Jacques Rousseau Cimriler Kitabı Cahiz

Diyarbakır Yazarlar ve Şairler Derneği’nin (DİYŞAD) kurucu başkanı olan İhsan İpek Cankurt, dernek bünyesinde yaptığı çalışmalar ile kültür/edebiyat alanlarında öne çıkan isimlerden biri.

Parasız Yatılı - Füruzan

Cankurt, DİYŞAD’ın fikri altyapısının kıraathane kürsülerinde oluştuğunu belirtiyor.

Ayakkabıcının Karısı Adriana Trigiani

Şiir ve müziği bir araya getiren pek çok etkinlik düzenlemiş gönüllü arkadaşlarıyla birlikte. İmza günleri ve konferanslar da cabası. Etkinlikler ise Diyarbakır ile sınırlı kalmamış, yurdun çeşitli noktalarına Diyarbakır’ın soluğunu, edebiyatını taşımış. Dernek Mart 2015’te kurulunca, çalışmalara hız vermişler. 12-17 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen 1. Amed Kitap Fuarı’na dernekçe katılarak derneğe üye çoğu Diyarbakırlı 15 yazarın okurla buluşmasını sağlamışlar. Yine bölgede bir ilk olan DİYŞAD Şiir Sohbetleri’ni başlatmışlar ki, özellikle bu etkinlikler oldukça yoğun katılımla gerçekleşmiş. İlk hafta “Bir Usta Ahmed Arif”, ikinci hafta “Bir Üstad Necip Fazıl Kısakürek” ve üçüncü hafta “Bir Efsane Ehmedê Xanî” konu başlıklarıyla düzenlenen programlarda amaç yazar, şair, düşünürleri tanımak, anlamak ve eserlerini seslendirmek… “Okumak beslenmektir” diye kitaplarla bağını ifade eden Cankurt, çalıştığı şantiyedeki arkadaşlarına birer kitap hediye etmiş ve mola verdiklerinde hep beraber kitap okumaya başlamışlar. Bu okuma süreci hepsini öyle etkilemiş ve mutlu etmiş ki, şantiyede kitap okumak da onlar için gelenekselleşmiş ve tabiri caizse şantiye bir açık hava kütüphanesine dönüşüvermiş. Cankurt, ilerleyen dönemlerde şehir merkezleri dışında, ilçelerde ve köylerde de dernek bünyesinde etkinlikler yapmak istiyor. Edebiyat dergilerini oldukça önemserken, DİYŞAD bünyesinde bir dergi yayınlamak istediğini belirtiyor. “Öncelikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde olmak üzere, Diyarbakır’dan Türkiye’nin diğer seksen iline kültür, sanat ve edebiyat köprüleri kurmayı hedefliyoruz.” diyor İhsan İpek Cankurt.

Bülbülü Öldürmek Harper Lee

Otomatik Portakal Anthony Burgess Nar Haydar Ergülen Nezleli Karga Salah Birsel Bilinmeyen Adanın Öyküsü Jose Saramago Amerika Sen Busun İsmail Kılıçarslan Hızırla Kırk Saat Sezai Karakoç Ardımda Kalan Ellen Marie Wiseman Ve Şeytan Aç Kaldı Hasan Ortakaya Kayıp Aranıyor Sait Faik Abasıyanık Kiraz Hanım’ın Mutfağı Sylvia Plath Kızıl Topraklar Eyyüp Altun

17


“Yedi Güzel Kadın” MANİFESTO

 Şair-yazar-çizer-okur yedi güzel kadın! Sadece rakam olan yedi belki de dünyadaki bütün kadınları ifade eden bir güzel olacak. Yedi güzel kadın ile hayata tanıklık etmeye hazır olun. Her sözcüklerinde sizi bir yolculuğa çıkaracak tam yedi güzel kadın! Belki onları hiç tanımayacaksınız, isimleri belki Leyla, belki Fatma, belki Sonay… Onlar isimlerinin değil bağırdıklarının duyulmasını isteyen tam 7 güzel kadın çünkü! Anlaşılmak için, dünyayı yaralarından tutup sarmak için geliyorlar. Onlar hayatı sizinle yaşayan belki hiç fark etmeden yanınızdan geçtiğiniz belki de her gün selam verdiğiniz kadınlardan biridir. Aynı otobüse binmişsinizdir belki, belki aynı durakta beklemişsinizdir. Aynı şarkıya fal tutmuş bile olabilirsiniz. Yedi güzel kadın! Dünyayı güzelleştirmek adına yola çıkacak. Dağ çiçekleri toplayıp cam saksılarına sardunyalar dikecek… Kim oldukları önemli değil. Kadından şair olmaz, kadın şiirdir tabunuzu yıkmaya geliyorlar. En güzel şiirleri sahillerde söylemeye… Dünyaya karşı yürümek için yola çıktılar bile.

 7 Güzel Kadın’a ulaşmak için:

www.yediguzelkadin.com

18


[ TÜRKİYE’DE EDEBİYAT DERGİLERİNİN MEVCUT DURUMU ]

Son birkaç yılda, edebiyat dergileri hem hayatta kalma mücadelesi vermiş; hem de popüler edebiyatın ve sektör olarak tanımlanabilecek yapının dayattığı içerik/üslup ve baskı kalitesine geçiş yaparak, edebiyat dergiciliğini farklı bir noktaya taşımıştır. Kültür tarihimizin önemli insanlarını kapaklarına taşıyarak, yalnızca kapak üzerinden satış rakamları büyüten dergiler ortaya çıktı. Elbette bu yöntem, yayınevleri ve yazarlar tarafından yüzlerce kitapta kullanılmıştı. Şems, Mevlana, Yunus Emre bunun en önemli örneklerindendir. Sosyal medyayı aktif olarak kullanıp okura ulaşmak elbette günümüz dünyasında oldukça önemlidir, ancak dergilerin sosyal medyadan ibaret hale gelmesi, okur için bir yanıltmaca olmakla birlikte, kültürel boşluk yaratmaktadır. İnsanlar sırf fotoğrafını çekip Instagram’a koymak için 10-15 liraya dergi alınca, kendilerini kültür/edebiyata yatırım yapıyor hissediyorlar. Bu bir bakıma doğru, çünkü edebi nitelik olarak ideal içerik ve idrak çabası olmamasına rağmen, bu yayınlar fotoğraf sanatına katkı sağlıyorlar denilebilir. Öte yandan mevcut dergilerimiz, geçmişteki ideoloji ve yaşam tarzı belirleyen dergilere kıyasla daha kapalı bir üslup ile siyasileşmeye başladılar. Dergiler sağcı ya da solcu oluyor, ancak bunu dergi içerisinde ifade etmekten çekiniyorlar. Sırf iktidarı eleştirdiği için nitelikli bir metin olarak kabul edilen yazıların yanında, dolaylı olarak iktidar desteğiyle çıkan dergiler de var. Siyasi taraftarlık ve içine kapanık yayın yönetimleri, onlarca sayısı çıkmış ve bir noktaya kadar okur için ders niteliği taşıyan dergileri maalesef, işlevselliklerini yitirmiş hale soktu ve yalnızca kendi kendilerine hitap eder hale geldiler. Kendi tabirleri ile ‘merkez’ dergilerinin aksine, ‘taşra’ dergileri oldukça farklı bir mücadele veriyor.

Anadolu’yu fikri ve edebi olarak ayakta tutan bu dergilerdir denilebilir. Çünkü bu dergiler, biri açılıp biri kapanırken hala yazar/şair yetiştiriyor, okura pek çok açıdan yol gösteriyor, oldukça nitelikli öykü ve şiirler meydana getirerek kültürel birikime ciddi katkılar sunuyor. Bu dergilerde, yazarlar hemen her gün bir araya gelebiliyor; okur, yazarla şehrin kahvelerinde çay eşliğinde sohbetler yapabiliyor, neredeyse hiç para kazanılmamasına rağmen dergiler aynı heyecan ve fedakarlıkla çıkmaya devam ediyor. Elbette gelişen matbaa teknolojisi ise baskı maliyetlerinin düşmesi dergilerin hayatta kalmasına yardımcı oluyor. Ancak, dağıtım hala en büyük sorun. Dağıtım firmaları ve zincir kitapevleri nispeten düşük baskı adedi ile çıkan dergilerden imkansız rakamlar talep ediyor. Dağıtım için talep edilen ücretler ve satış üzerinden alınan pay, bütün dergiler satılsa bile dergilere kar ettirmiyor. Böylelikle dergiler kendi dağıtım ağlarını oluşturmaya ve belirli şehirlerde belirli kitapçılara dergileri dolaylı olarak ulaştırarak çözüm üretiyor. Ömrü kestirilemediği için abonelik sisteminin işlemediği dergilerde, okura doğrudan kargo ile gönderilen dergiler de dağıtımın önemli kısmını oluşturuyor. PTT, kitap ve dergiler için nispeten düşük bir kargo ücreti talep etmesine rağmen, hizmet kalitesi ile maalesef dergi editörlerini ve gönüllülerini tabiri caizse bıktırıyor. Ulusal medya, siyasetin değil edebiyatın tarafını tutan dergilere nadiren ilgi gösteriyor. Kültür Bakanlığı, kütüphanelere dergi alımı yapıyor. Bu alım, büyük dergileri daha da büyütmeye yararken, ne yazık ki özellikle bireylerin çabaları ile çıkan dergiler devlet desteğinden faydalanamıyor. Bakanlığın bu bağlamda ciddi değişiklikler yapması gerekiyor. (18. sayıda devam edecek…)

19


YAŞAR BEDRİ

Kutsayan Düeti sis çekilince cinayetleri dalgın su perisi yapalım soyulur cesedi eski idamlıkların şayak kalpaklı sahtiyan donlu müdavimler vakt’oldu dediler şimdi zamanıdır gülü goncasından ayırmanın göğüsleri çekilmiş kadınların siyanürdü kasıklarından akan yanlış tabutla yer değiştiriyorum ölüm bizi saklasın, gölgeler bizi oralı olmayalım geçip giderken insan çöplüğünü hep eksik kalacak buza kesen ellerim baştan sona yanlış okunan replikler kendini deme çeksin soğuk akşamınız kabuğunu çatlatan midye cinayeti oyun bile değilken akan aynaların sesiyle şayak kalpaklı, sahtiyan donlu müdavimlerin dilleri eğri kında bir zaman... haydülen!.. paslı bıçak sesiyle kızıl akşamı siyanürden ayrıştıran gölgeler gibi sıkıcı, gibi kutsayan, gibi can damarın geçtiği yerde! sonu gelmeyen sabıkalarımın koridorları dolduran sesiyle düşte gör! akıp giden laterna, bir sürü ipsiz sapsız esmer kızın yani esmer oğlanın gölgesinde bıçağımı bilerken sütü çekilmiş göğsünde yani, üşüyen bir yeriyle damarımdan akan plazmanın donduran sesiyle tütün sarı! sararmış parmaklarımın nedenselliği şayak kalpaklı sahtiyan donlu laternacı - vakt’oldu, dedi. ölüler ayrılsın cesedinden! BİLMEKTE FAYDA VAR! --- Türkiye’de kitap satış siteleri arasında en düşük kargo ücreti kitapyurdu.com’da! 10 TL’lik siparişe kadar kargo ücreti 1 TL, 20TL ve üzeri siparişlerde ise kargo ücretsiz.

20


Bilet Yazısı Sedat İpek

21 - Hülya’ya çok öncesi içinsen bir bekleme salonusun uğuldayan istasyonlarda ben yeniyetme bir şair, yarası ve yarısı kağıttan böylece seni sevmeye başladım camlarını aç, ferahlayayım, yorgunum yolculuklardan bir yurdun var mı diye soranlara seni göstereceğim, gücenme emi annem olmana kilometreler var daha gözlerimin altındaki morluğu kader sanırdım oysa bilet yazısı diye bir şey varmış ben şiire inanmasaydım beklemek bir cüret olurdu sende sen yollara inanmasaydın üstüme örtmezdin o battaniyeyi biliyorum üşütürse şair hasta olur, heyelanlar akar yolculuğuna garip bir hali var şu yol çizgilerinin sana benzemek için uğramışlar sanki, tedirgin yol ayrımlarının kavşaklardan asil olduğunu söylediğin gün indim kendimden ve evladı oldum kadınların o gün bugündür kekemesiyim ayrılıkların keşke zaman aşımına uğrayan yollar olsaydı o zaman belki de -hiç- anımsamazdık yolculukları HAYAL BİLGİSİ İYİLİK ATÖLYESİ! --- Uzun zamandır görüşmediğiniz bir dostunuza mektup yazın! Çünkü mektup, samimiyeti iletmenin en hızlı yoludur; hâlâ! Bu arada, bize yazmak istersen, derginin künyesinde adresimizi bulabilirsin : )


Kiremit Tozu Zeki Altın

nehrin iki yakasında birleşen iki bıçak bölüyor düşümde gizlenmeye çalıştığım rüyamı ah şu ka dınların göğe bakışı yok mu elleri pamuk yüzeyleri gibi sanki yahut daha ağır bir okyanus gözleri parlak bir deniz incisi öyle şeyler biriktiriyor aklıma ve ben şaşıyorum bu şaşırmam beni taşımıyor hiçbir hüzün limanına koşun, Allah sekteye uğrayanların da rabbidir diyen babam, beni en son saçlarımdan okşamıştı ve ben o günü takvim yaprakları arasına gizledim öylece sislerini dağıtıyor gece İstanbul korkularını boşaltırken şehrin ürkerek perdeler kalkıyor üzerimden -bunda bir hikmet var mıdır Allah'ım? reklam anonslarında hayal kuran kardeşlerim sizler en çok vatan konusunda cesursunuz uzak ihtimallerin bizlere yaklaştığı topraklarda sizler, en çok gözlerimize bakmazken cesursunuz kiremit tozu annemin ellerinden ve annemin yüreğinden daha kırmızı değildir hiçbir zaman fecr vakti edasıyla kalkan her alın gibi düşer muhakkak anne kucağına hayallerim -bunu herkes gibi sen de bilmelisin!

22


Sair Siyasi Mesaj Gütmeden Yazdı Beyza Hilal Nur Dindar yürüyorum izinsiz gösterilerin tiyatrosal maskelerinde yüz arıyorum kendime ne kadar iki yüzlüyüm tanrım belki de haklısın belki de haklısın tanrım günlüklerimin içinde yıllık ödevlerim ve anlamsızca verilen performans projelerim üç basamaklı notların karnemde hiç olmadığı günlerde bıraktım okulu ve sana inandım oysa meryem’in ne güzel gözleri vardı isa ölümü diriltirdi bakışında israfil biraz küskün suruna tutuklanıyordum ağırlaşamamış müebbet cezalarımın dostoyevski’yle bir ilişkisi yok biliyorum devletin argosuymuş meğer anayasalar ve ağzı bozuk hükümetlerin manifestosuymuş kanunlar yapay zeka muhalefetsel siyasi kimlikler ellerim kelepçe ellerim tutsak gözaltı hapsinde maveraünnehirde kaybolan bir dilenci iç savaş hukukunu yırtıyor adalet mülkü olmayanların temeli değil bu ülkede alın yazısı tragedyalaşmış yaradılış efsaneleri yeşil gözlerini yaratmayı unutuyor ve ben suriyelileri senden daha çok görüyorum sevgilim tanrım sadistçe katlediyorlar seni neden hiç dönüp bakmıyorsun yarattıklarına bu yaşananlar senin imtihanındır diyerek kulların salih amel işledim sanıyorlar belki de onlar benden daha az inanıyorlar sana inanıyorum tanrısal sendrom yaşıyor bu röflesiz saraylar mağripli çocuklar hala acıktım diyemiyor ve açlıktan ölüyor çoğu babalar işsiz ama masal anlatamıyor belki de yeterince iyi türkçe’yi bilmiyorlar öz türkçe ağıt yakıyorlar ellere kına niyetine bense suriyelileri senden daha fazla görüyorum sevgilim iç savaşlar bitse iç güvensizlikler tutarlı mı kalacak tutuklu tutanaksızlıklar biraz aşk dolu biraz da siyasi politik seveceğim seni *dikkat şair burda siyasi bir mesaj gütmemiştir.

23


Fotograf Arkası Yazısı Esra Pak

24 sanki hiç gülmemiş daha önce o kadar acemi ki gülüşü acayip olan gülüşü değil gülüşündeki samimiyeti, mutluluğu sanki önceden tanıyormuş, tanışıyormuşuz gibi o daracık yıkık duvarlı sadece penceresinden ışık alabilen hapishanede yılları beraber eskitmişiz gibi sanki geceleri alacakaranlıkta o duvarlara çarpuk çurpuk engelli yazıları beraber yazmışız gibi ve bu hazan da değil yapraklar asılıyor bu haziran bir çocuk doğuyor göğsümde gece leylak ve tomurcuk kokuyor* dört viran şehirde parmaklıklar eskiyor kimin ölmek istediği yer memleket diye soruyor çünkü senin ölümün çiçeklere can suyu taşıyor bir sabah umuda uyanıyor anne yüreği o cumartesi gelecek oğlu kayıp kentinden oysa gidenler hep erkenciler ellerinde sefertası seher vakti yollarda, ceplerinde kalem, bir parça tütün yola savrulmuş dutları toplayıp çocuğuna saklayan o babayı, unutma gece leylak ve tomurcuk kokuyor* üşüdüğüm o yaz başında sen, bana ölümü anlattın ya işçi tulumu giymiş o sıkmadığın eli hatırla leyla dilimde volta başında, kızıl güller özleniyor burada memleketim, dünya dönüyor öldürüyor boyuna *Gece leylak ve tomurcuk kokuyor dizesi: Hasan Hüseyin Korkmazgil şiiridir, Nazım Hikmet Ran’ın ölümü üzerine yazılmıştır.


Hiss-i Kablel Vuku Arif Onur Solak yakama asılıp duran hüznün ellerinden öpüyorum acılıyım, yaralı bir insan kadar seni sevmek için sağlıklı olmak gerekir bazen serum şişelerini nefsimin köküne vurmalı hemşireler böylece daha az kanayabiliriz kederden lügatimi en ince yerinden kesmeli şairler türkçeyi unutmadan yalnız kalmayı da öğrenmeliyiz film repliği gibi bir şey geçmeli aramızda seni götüren bir tren olmalı mesela ve ben hızla koşarak bağırmalıyım ismini sonra diz üstü sertçe düşmeliyim peronlara sonuna kadar sızlamalı kalbim ama geç bunları sevgilim, hepsi romantik şeyler ben 657’ye tabiyim, devletin resmi sponsoru hayata karşı direnmeyi biliyorum en iyi bir de yüksek bir enflasyondan aşağı düşmeyi yine yanılmadı meteoroloji sokaklar ve sahiller soğuktan ölmek için müsait üşüyen bir halk için belediyeler yine seferber umuda giden bütün yollar ve şarkılar kapalı sıkıştım, gitmekle kalmak arasında bir yerde üstelik rüzgar çarpıyor evlerin damlarına kör kütük ve yalpalayarak uzaklaşmak istiyorum sarhoş değil, sadece sözün bittiği yerdeyim kurduğun en anlamlı cümleye sakla yoksa linç edecekler beni kötü yazılmış bütün şiirler dışarıda şehri işgal eden şahane bir yağmur sel altında sokaklar, varoşlar yorgun işte tam da bu anda yalan söylemeliyiz belki de evimiz var, acıdan ölecek kadar mutluyuz camdan biz bakıyoruz artık, arap kızı değil çöle inen nur henüz değmedi kalbimize ama sen en çok yağmura benziyorsun hala ağlayınca kimsesiz çocuklar üşüyor gözlerinde bense utancımı akşam haberlerinde unutuyorum bir sigara yakıyorum, cumhurbaşkanı kızıyor çok marksist cümleler geçiyor usumdan kurşunlamalıyım içimdeki şüpheyi Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla niyet ettim içimdeki imanı ve seni kurtarmaya insanlığın girişinde emanete bıraktım düşlerimi eskisi gibi hayal kurulmuyor memlekette eskimiş yanlarımızdan yırtılıyoruz ölmek mucize değil, yaşamaksa hayrete gebe bir milletin umudu çalınmışsa ve kanamışsa rüyaları uykularının tam ortasından orada yara almaya hazır bir aşk filizlenebilir veya atılabilir “kahrolsun amerika” sloganı meydanlarda devrim reklamları için cop sırasına girebilir solcular sağcılar yine devletin bekasına sığınabilir bizimse tarafımız yok sevgilim belki aşk, içimizde bir yerde hiss-i kablel vuku bulabilir

25


Ömür Çiçekleri Kevser Evsen

karşılıksız iyiliklere hasret avuçlarımız başa kakmak için saklanan oklar değil Allah’a sunmak için topladığımız çiçeklerdi iyilikler seni seviyorum demekti uzatırken çiğ damlaları üstünde çiçekleri seni seviyorum senin gibi olmak için biriktirdim ayakkabımın üstündeki tozları ilmek ilmek parlayan yakamozları kulluğumu örmek için onca iplik biriktirdim her birini seçtim özenle helal lokmamla kazandım ipliklerimin gölgesini bile yağmura benzer ipliklerinin her biri bir peygamberinden emanetti bana düşen onlarla kendime kulluk örmekti beni sıcak tutacak bir kulluk sevginle ısıtacak dik tutacak, diriltecek ona buna tapmaktan azat edecek bir kulluğa hasretler biriktirdim biriktirdim böyle böyle ömre bedel çiçekleri sana benzemek için çiçekler getirdim Allah’ım rüzgarlarda ceketime sakladım güneşlerde gözyaşımla ısladım solmasın diye yaprakları göstermedim kimseye kendimden de sakladım ve niyet ettim senin için çiçekler dermeye, dağıtmaya

26


AYŞE ARIKAN

iki Küçük Kız Çocugu kağıdın umursamadığı, kalemin unuttuğu geçmişin geçiştirdiği yaşanmamışlığı yazdım karanlığa bakan küçük bir köy evinin odası pencereden süzülen cılız bir ışık kendine bile hayrı olmayan bir sedir, yamalı minderleri ile hasır yastıkları üzerinde nakışlar huzur ile yaslanılan duvarda gömme ahşap dolap içinde taştan oyuncaklar ve ertesi günün rızkı paha biçilmez zenginlik bu kandil ışığının altında akşam sofrası bir kuru ekmek, katık ve ağızları ıslatan kuyu suyu sofraya diz çökmüş oturan gayb’ı bilmeden birbirine sarılan iki küçük kız çocuğu

HÜLYA ACET

Siirler hüma dağ yaktırır kendini kanadını soyar bir hüma taşın içinde sızı kuşlarda su izi taş esnaf tenteleri şemsiyeler sözüm size alıkoymayın taşları yağmurun ve güneşin görgüsünden cadde alıştırmayın kuşları bu kadar gökyüzü dağların caddesidir bumerang kaçtığım yerinden düşüyorum kadere içli bir sabıra yatıyor gümanım şimdi olmanın ve ölmenin icabında inecek bir bağışa istirhamım iz yürümek aynı beden ile çokluğa doğru yürümek dengeye gelene kadar inançlardan tüm yönlü yollardan sıyrılarak yürümek

27


İHSAN İPEK CANKURT

Yaralıyım Kurban yaralıyım kurban bir aşk patlamış kıyılarımda şarapnel gibi bir bakış saplanmış gönlüme ruhum ateşler, ömrüm yangınlar içinde surlarla çevrilmiş diyarbekir gibi dört bir yanım içimde aşktan dereler akır birikmiş içimde ırmaklar yaralıyım kurban aşk yangınıyla yanmış tenim siyah gözlerden, kan kırmızı ömrüm akıyor vagon vagon acılarım taşınıyor erzurum istasyonuna palandöken hazır kırıntılarımı tek lokmada yutmaya bir sert rüzgarı bir de temmuzu tutar kar’ı çağırıyorum yaralarıma yaralıyım kurban yedi tepe yükselmiş sırtımda oluk oluk ızdırap akıyor boğazımdan zincirlerle bağlanmış avazım haliç’in himayesinde bozulmuş inancı içimde taşıdığım pür meleklerimin bizans’a çiğnetilmiş istanbul gibi oturmuş fatih’imi beklerim yaralıyım kurban böyle bir aşk okunmamış fi tarihinde sabahı ulayan geceler yeşermiş gözlerimde dudaklarımı yırtacak dikenli cümleler birikiyor dilimde asya’dan avrupa’ya, afrika’ya şutlasam da kurtulamadığım bir ömrün ağrısı yıkanıyor imlası dağılmış şiirlerimde yaralıyım kurban sırtıma geçirilmiş sanki vahşinin mızrağı leyla’yı nefes diye koklayıp yine benim leyla ırağı üstüme geçirip kan kurumuş gömleği bir de mor kazağı aşk ile sayıkladığım o yari bir de gönlümü örtmek içinleri tuz basmaya beklerim bir de dilinden bir kaç mısra dökecek herhangi bir şairi

ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR

Yedi Güzel Portre güzel bir düşle sabahladım eminönü’nde seher kucaklıyor denizi göğü boyuyor ebemkuşağı fırçası yedi renkli bulutlar döküyor pullarını balıklar simli uyanıyor sirkeci galata süzülüyor bakışlara yedi tepe uçurtma havalara uçuyor çocuklar mevsim nar garda bekliyor evliya çelebi yakasında yedi karanfil şehrengiz okunuyor vagonlarda lokomotif islambol edebî yolculuk başlıyor şi’r-i kadime handa konaklıyor yunus, fuzuli, karacaoğlan durmuyor kapıda yedi nesil açılmıyor mesnevi, divan, seyahatname duvarlarda yankılanıyor hüzünlü akordeon (ağlatan kafe) güneş çekilirken köşesine tuvale düşüyor ahde vefa bankta oturan zarif şair elinde hür dergiler gülümsüyor yedi güzel portre

28


Men Rabbûke? Ayşe Gönenç tüm zaman zarfları gençlik kokar ilkin delikanlı, sonsuzluk iksiriyle sarhoş kanlı mürekkeple yazılır şiirler uyanmamalı ölüm uyanmamalı kır saçlı güzel yaşam bağırgan; al al, damar damar varlığın doygun ruhları rüyayı dünyada yaşar yorgunluğun ilk belirtisidir gök pembesi umutlar gözler tökezlenir ilk yârin avlusunda yâr küskünse; aynalar da hiçleşir ilk acının ağrısı yıkıverir genç kalbi daha nedir acı ölümün kendisidir aşk çok geçmeden ekmek kavgası ikinci bir darbedir aynalar sıkılganlaşır heyecanların ardından yıkıntılar beklenir acıyı yeni tanır kişi neydi ki daha şu acı sorular hep cevapsız kalır kötülük bu ya, cevapsızlığa da alışılır hayat kavramı alışkanlık kavramına bırakır yerini o da alışkanlık, bu da alışkanlık yaşamak da alışkanlık değil midir yâr hayal olur çoluk çocuğa karışır kimi saçlara çoktan düşmüştür ak

ölüm uyanma telaşında -bilinirson bir kez iksir şişesine bakılır kalmış mıdır tek damla ah edilir vah edilir aynalar yine sevilmez kırış kırış değil mi ruh solup gider bahçedeki her komşu çiçek çiçek mezarlığı, buram buram can kokar listede isim; kâlû belâ imzalı çocukluğunu özler dante’nin geçmiş yaşı şansı yâver gittiydi mi acı törpülemez böylesini yani öyle sanılır, öyle sanılır (ki) hastalık tutar elini en deli yâr bile böyle sadık değildir ölüme masal okuyan fani kişi ıssız bir sabah gafletine ağlar can kenarı ayrılık kokar belalar yağmur taklitçisi biri biter öbürü prova geçti miydi koca ömür sustu muydu deli damar bastonlar dosta döner yalnızlık kemirgen fare ruhun gözleri çökük bir imza toprağa beş kala, sessizliğe de alışılır ürkek bir gece ölüm tutar canından açılır mezarda gözler “men mabbûke?” der melek, “men rabbûke?”

29


Şiir Bahçesi

Mesut Ates

AŞIRI HIZ VE DİKKATSİZLİK bu şiiri sadece sana yazmak akılsızlık olur aslında
 bir ayçiçeğinin taşınması gibi başka güneşlere
 geride kalıp hayatı oyalayan biri olsa
 ben yazmasam, sen gitmesen, biz düşmesek olmasa keşke yerçekimi en çok itaat ettiğimiz yasa oysa biz istikbal yakardık hele hava güzelse
 dünyayı ihmal eder başka mevzular açardık
 en az beş yıl tecrübeli yalnızlıklar üzerine 
 halk tipi suratlarımız vardı, şaşkın ve âşık
 bir çiçeğe temsil hakkı vermişiz diye şüphesiz böylesi hepimiz için daha iyiydi
 daha kahverengi ve daha derin
 aleyhine gelişen bir hayata itiraz eder gibi
 insanın aklına şark illerini getiren masumiyetin ama gelememiştir henüz hatasından dönenler 
 öyleyse aşırı hız ve dikkatsizlik hep bana çarpsın
 beklemekten muhacir olmuş karşıt görüşlü trenler
 çünkü şairler hayırsız oğullarıdır hayatın

30

Emre Gürkan Kanmaz GİYİTLER uzanıyorum, yataktayım gayet yatakta uzanıyorum aklımı saklama kabına koydum, yorgunum ne zamandır çok şiir, çok öykü, çok film, çok ses birikti sizler bilmezsiniz ama bütün bunlar ruhumun giyiti … uzanıyorum, yataktayım gayet yatakta uzanıyorum fikrimi tuzlayıp bidona bastım, yorgunum

Tunay Özer KIRIK DİZE boşluğuna yaslı bir dağ büyüttüm bir ömürden çocukların boşluğa sendelediği ilk gençlik eşiği gündönümünden hüzne düşen eğri eteklerinden geçer bir takvim dili edindim yağmurlardan boşluktan çiçekler devşirip şiirin kanatlarından serpiyorum solgun ömrüme kırık bir dize gelip gelip saplanıyor böğrüme


Şiir Bahçesi

Hüzün Üçlemeleri 1 ey şehir öksüz bir çocuk gibi ağlayıp durma içimde

Hızır İrfan Önder 6 ölüm alnımdan öptü beni babam bile öpmezken

11 gazze'de hava bomba gürültülü şarapnel yağmurlu

2 ey ateş öyle bir âh çekerim ki yakarım seni de

7 anne ötelerden haber ver aldatıyor beni dünya

12 meteor yağmalı israil'e ki gazze'yle hâllensin

3 ey hayat dolacak mı acılarımın da miadı

8 hayatın dibi tuttu yanık kokuyor dünya

13 acılar denizinden mutluluk gemisi geçmez

4 ey yâr ruhum incinmiş bülbül kalbim ağlayan bir gül

9 doğum lekesi midir yaşam yüzümüzde

14 zaman sağır gönül hasta neşter kör

5 yılkı atı gibiyim yarışamıyorum artık zamanla

10 ruhumuz kayıp kalbimiz ölü bayramımız var

15 toprağını yadırgayan fidan gibiyim tutunamıyorum yaşama ah! be/n/den bilmiyor 31

Kalp Yorgunlugu Nimet Çelik göğsümde iğlenen bir sızı dudaklarıma bırakmıyor bahtiyarlığımı hayallerime valslenen bin hikaye yazdığımı kimse bilmiyor intizar eden başlıklar dahilinde ah! bu şamdan akşamdan mendil kokuyor tenimizde sana sarılmak uzak ülkeler gibi kaybolmak gibi ve ayarlanmamış bir saat gibi, kimse bilmiyor rüzgar dalgalanınca saçlarında saçların sadece ona itaatkar sadece ona mahzun, sen bu şiire mahsus kimse bilmiyor hangi kelimeydi tasvir eden sır kavisli kaşlarını yer/yüzünü öpüşlerimi ah! sana sarılmak uzak ülkeler gibi kimse bilmiyor, anlayamıyor dünya neden sana eşlik ediyor yaşama sevinci bitenin kalp yorgunluğu geçer mi ömürle alıp veremediğinin derdine kim düşüyor, kimse bilmiyor sana sarılmak ömürden arta kalmak gibi

Anlat Hasan Parlak ey aşk bana incinmenin diliyle anlat hüznün o zarif yarasını ey gün bana mazinin dünüyle anlat nasıl geçtiğini ömrün ey gül dalıma ilişen rengini kanat toprağa yorgun düşüşünün. ey can erişemediğimizden ulaşan sırlı müjdenin sevinciyle övün


Huzur Masalı Ayşe Ünsal & Cihat Albayrak

C. bir varmış, bir yokmuş bir kadın; hayatı tebessümle beslermiş yavru kuşlar uçabilsin diye gökyüzüne yalvarırmış bir kadın ceplerinde sevgi biriktirir huzur koleksiyonu yaparmış papatya terbiyecisiymiş hem umut dediğin ondan sorulurmuş insanlar bir çocuğun canını yaktığında hepimizin yerine üzülürmüş sokak kedilerinin köy öğrencilerinin ilk kez şiir yazanların kahramanı o kadın hayatıma karışmış

A. bir varmış, bir yokmuş bir adam, kendine meydan okurmuş hayatın acelesi var hem, kapsama alanındayız ölümün “hepimiz birlikte sevinebiliriz” dermiş bir adam karınca yuvalarına kesme şeker bırakır gözyaşlarından mutluluklar yaparmış hüzün borsasında kartel savaş fabrikalarının korkulu rüyasıymış o adam yedi iklimden kırk çile devşirmiş hem çocuk işçilerin küskün öykülerini yazmış adam bir gün karşıma çıkmış

32


C. bir milyon gözü varmış dünyanın kadın kadar görememiş hayatı kadın, referans mektubu yazmış Allah’a dua dua kefil olmuş annelere çocuklara, kitap bayramları icat etmiş kullanma kılavuzu olmuş hayatın o kadın ki alkışlayan ellerine dert olmuş zalimlerin hayal bilgisi dersi vermiş paraya tapanlara kadın, tek başına manifestosu olmuş insan kalmanın annem, büyütmüş kadın, adam etmiş beni

A. sermayesi iman olan adam kölesi olmuş bir harf dahi öğrenenin üç kez öpüp alnına koymuş musibetleri adam, kök salmış umuda gölgesinde masallar dinlemiş göçmen kuşlar mazlum coğrafyalardan duyulmuş şiirinin sesi o adam ki van gölü’ne emanet etmiş rohingya Müslümanlarının sadakasını ağıt olmuş çocuk gelinlere bütün baş ağrılarının toplamından daha büyükmüş adam derdiyle büyümüş büyümüş ve küçük adam olmuş adam ve ben “biz” olmuşuz nihayetinde

C & A. biz ki, adımızın önünde, beyler bayanlar değil iyi insan yazsın isteriz iki fakiriz biz yetim çocuklar kıyametimizdir işgalcilerin ayakkabılarıyla girdiği abdestli şehirler kıyametimizdir kıyılarına yanaşan çaresiz göçmenleri kabul etmeyen sömürge ülkeler evet kıyametimizdir çoban olarak başkalarına kiralanan “okumak istiyorum hocam” derken gözleri dolan çocuklar temize çekmeliyiz dünyayı ahlak ve gelenekler ve ticari antlaşmalar ve ders kitapları beton dökmeliyiz zenginliklerimizin üzerine merdiven dayayıp boyamalıyız gökyüzünü bütün dünya komşu olmalı bütün insanlar kardeş iyilikleri ölçmeli borsalar barış, sofra adabı olmalı dünyanın inanıyoruz, evet hepimiz birlikte sevinebiliriz

33


[ CİHAT ŞİT ]

Efendi Çocuk Rüstem Efendi efendi yollara düşerdi her sabah. Kahvehaneleri dolaşır yaşlı başlı adam arardı. Kendisine çok bilen az sallayan hoşsohbet bir yaşlı lazımdı. Kendi kahramanını yaşlıların anlatacağı hikayelerde bulacağına ve o kahramanı allayıp pullayıp herkese de okutturacağına dair inancı tamdı. Kendisinin kaliteli yaşlı bulacağına olan inancında noksanlık vardı elbette. Ama bu kahramanını bulamayacağı anlamına gelmiyordu. Sokak sokak dolaşırken bir tanıdığı vasıtasıyla Hüsnü amcayı buldular. Hüsnü amca çok gizli şeyler anlatacak edasıyla “burada konuşmayalım” dedi. “Peki” dedi kahraman avcısı Rüstem. İçeriye geçmeden evvel çaycıya da “üç çay kap gel oğlum” dedi. Çaycı “baş üstüne Hüsnü emmi” dedi. Rüstem’in Hüsnü amcası iki hal hatır sordu sonra derin bir bakış attı ve “siz kimi ne için öğrenmek istiyorsunuz” dedi. Rüstem gerçekten aradığı kahramanı anlatacak birisini sonunda bulma ümidiyle söze girişti ama Hüsnü amca iki iç çekişten sonra “evlat” dedi. “Yağız bir abim vardı dağ bayırı asker ondan sorardı kimse o karlı dağlara tırmanırken onunla boy ölçüşemezdi. Tavşan, deliğine uçarken abim onu havada vururdu. Tek nefeste çığ koparırdı alimallah... Benim abim...” “Hüsnü amca çayın soğumasın”. Hüsnü amca bir türlü abisinden çıkamadı. Beynindeki illüstrasyon ne denli anlam bulmuştu kim bilir. Kahramanı bir dondurma gibi erimişti beyninde Rüstem’in. Rüstem dinledi Hüsnü amca anlattı. Rüstem kesmedi. Asıl konuya dönelim demedi. Hüsnü amcanın abisini mi yazsam acaba kahramanım olarak, dedi. Sonra vazgeçti, onu allayıp pullayamazdı. Kafasındaki kahramanı yazmalıydı. Başkasının kafasındaki kahramanla uğraşamazdı. İki gün geçmemişti ki, Rüstem telefonundan “Nurettin emmi kahvehanede misin?” dedi. “Evet yeğenim gel seni bekliyorum.” Rüstem yolda “ne olursa olsun konuyu saptırmayacağım, illa ki bu Nurettin amca bana kahramanımı anlatacak, bir an önce yazmam lazım. Kafamda esrik bir havada hatırlanırcasına duruyor zaten tüm bildiklerim. Onları da unutmadan...” diye düşünüyordu. “Nurettin amca anlatacaklarını telefonumdan kayda alabilir miyim? Yanıma da not alacağım ama kayıt daha canlı izler taşır.” “Olmaz yeğenim başımın belaya girmesi ihtimalini bile sevmem.” Önce etrafına baktı Nurettin amca kahvehanedeki milleti süzdü herkes işiyle ilgileniyordu. Artık anlatabilirdi. Ama dur önce iki çay gelsin. Nurettin amca; “Biz sizin oraya sene tam hatırlamıyorum ama yazmasan da olur, kesin tarih

veremem yalan olmasın yani. Boş ver biz geldiğimizde siz o köyde değildiniz. Sonradan geldiniz. Yedi sene sonra. Biz oradan toprak aldık. Yerleştik bir kaç sene kardeşlerimle birlikte oradaki toprakları işlettik. Hayvan baktık. Sonra ben oradan ayrıldım. Abim orada kaldı. Abim delikanlısıydı zaten o köyün, kimse onu bırakmıyordu. Çaldıran depremi oldu ya gerçi sen hatırlamazsın ya yeğenim. Kaç yaşındasın.” “23” “İşte öyle çaldıran depremi oldu. Abimin evi yıkıldı. İstanbul’a kısmen yerleştirildiler ya. Hani sizinkiler gitmişti. Sana belki anlatmışlardır. Sonra abim geri döndü ama o köye yerleşmedi. Toprakları daha durur ama başkası işletir. Abim oranın buğday hasadını açık ara farkla kaldırırdı diğerlerinden. Patates ekmesiydi, bostanların bakımıydı, eskiden o köylüler ata binmeyi de abimden öğrenirlerdi. Asker de abimi severdi. Abim askerdeyken de nam salmıştı. Tank deliğine kurşun dökermiş bilmem kaç metreden.” Rüstem terledi, kahramanını anlatmaya sıra gelmeyecekti. Nurettin amca 1975’lere dalmıştı. Halbuki Rüstem’in kahramanı daha evvel ölmüştü. Üstelik depremle veya onun abisiyle onun ailesiyle akrabalarıyla bir alakası yoktu. “Çok bilir Nurettin emmi” demiştiler. Ondan hasıl oldu ziyareti. Ama ummak ayrı bulmak ayrı. İki gün daha sonra Tahir dedeyi köy durağında buldu Rüstem. Tahir dede onun öz dedesinin kardeşiydi. Yani bir nevi dede yarısıydı. Tek gözünü bir kurşun kör etmişti. Onun gözünü kaybetmesi herhangi biriyle tartışmasından, kavga etmesinden, kurşun sıkmasından kaynaklanmıyordu. Köyde vaktiyle iki aile kavgaya tutuşmuşlar, kurşun sıkmışlar birbirlerine. Kör kuşunun biri gelmiş Tahir dedenin evindeki korkuluklardan sekmiş ve onun gözüne isabet etmiş. Sektirerek isabet ettirenlerdenmiş atıcı. Artık ne kurşunsa! Belki de biri beddua etmişti ona. “Dede Selamün Aleyküm, nasılsın iyi misin?” Tahir dede gören tek gözüyle kendisine selam veren kişinin kim olduğunu bazen hatırlayamazdı. Alzheimer falan değildi. Öyle olsaydı Rüstem hiç kendi kahramanını Tahir dedede arar mıydı? Neyse, Tahir dede, babasının nasıl olduğunu sordu Rüstem’e. “Nasıl olsun dede, çarşıya inmedi bugün. Köyde, uğraşıyor o da. Tahir Dede, “evet” dedi güzel Türkçesiyle. Gerçekten o şehirde Tahir dedenin hiçbir yaşıtı onun gibi güzel Türkçe konuşamıyordu. Tahir dede küçüklüğünü Balıkesir’de geçirmişti. Ondan sebep pek kibar konuşurdu. “Evet” demesinden bile anlaşılıyordu

34


yani Türkçeyi güzel konuştuğu. Rüstem önceden de tanıyordu Tahir dedeyi. “Senin adın Rüstem’di değil mi?” “Evet dede” “Babanın adı neydi?” Rüstem biraz duraksadı evvela. Yaşlandığımda “ben de böyle unutkan olacağım” diye düşündü. Çayı bu defa Rüstem istemişti. Lafı evirdi çevirdi ve kahramanını sordu Tahir dedeye. Tahir dede “Bismillah” dedi. “Bak Rüstem bu anlattıklarımı benden duymuş olma. Biz burada İslamla terbiye olduk. O zamanlar Doğu’da Mecusiler de vardı. Onlar Hz. Ömer’e diretiyorlardı. Şimdi de ayrı fırkalar. Biz yedi renkli Mezopotamya topraklarının bereketine kendi kültürümüzü de eklemiştik. Malazgirt’te Romen kafirini tuttuk. “Romen Diyojen mi dede?” “Evet evet o Diyojen işte” “Sonra efendim Rüstem’ime diyeyim”. Tahir dede 1071’e uçmuştu. Rüstem iyice terledi. Araya bir şey daha sıkıştırdı. “Dede ben şey diyorum, hani yüz sene evvel burada yine Urus saldırmış halka. Rüstem, Tahir dedeyi 1. Dünya Savaşı’na çekmeye çalışıyordu.

Kahramanının adını söylüyordu. Tahir dede “benim abim bilirdi onu” dedi. “Abim, yani senin o öz deden. O da işte öldü erkenden. O bilirdi senin dediğin adamı. Ölmeseydi o iyi anlatırdı.” Rüstem cebindeki kağıdı çıkardı. Üstüne şekiller çizmeye başladı. Ne de olsa kahramanını yazamayacaktı ona. Kahramanını tanıyan kimse yoktu. “Erkenden ölünür mü be dede” diye iç geçirdi. Efsunlu ya da fantastik bir kahraman değildi ki Rüstem’in aradığı. Evde aklına modern ve pre-modernin karışımı halinde bir kahraman profili yaratmak düşmüştü. Herkesin hikayelerinde gizemin ve epiğin boy gösterdiği kahraman profilleri varken Rüstem çaresizce kendisine bir kahraman yaratıyordu. Ve işte kafadan yaratılan kahraman profili: “Felix düşerken kucak açıp bekliyordu aşağıdan. Armstrong’a el sallayıp ‘Allah yolunu açık etsin, duraklarda cebine dikkat et’ diyordu. Tesla’nın dinamolarına üçlü priz çekiyordu ve Edison’a ‘seni avize kafalı mucit bozuntusu’ diyordu. Gerilim psikolojisiyle Sigmund’u tımar ediyordu. Kamikazelere ‘Ayetel Kürsi okuyun, kendinize gelin, harakiriye de gerek yok’ diyordu. Son model kağnılarla travel hizmeti başlatıyordu. Diyordu. Yordu. Du.”

35 [BURCU S. ÇALIŞKAN ]

Emanet …oğlanlar gömlektir, kızlar hırka… Haydar Ergülen “Baban seni niye emanetim diyerek seviyormuş ki?” dedi Yaren. Annem beni döverken yüzüğü yüzümü çizip yara edene kadar, babam “emanetim” der, ben “kızım” anlardım. Babam anneme “Ne yaptın hanım? Kız çocuğu bu, ellerin emaneti” diye kızınca, annemin dudakları mahcup bükülmüştü. Yaren’le okula doğru yürüyorduk. “Babalar kızlarını büyütüp telli duvaklı gelin edene kadar, kocası olacağın emaneti gibi bakarlarmış ta ondan” dedim. “Vedia Teyzenin camına bak!” dedi. Vedia Teyzenin adını duyunca içim kesildi. Başımı kaldırdım. Dün çiçekli perdenin olduğu camda şimdi buruşuk beyaz kağıda yazılmış “Kiralık Ev” yazısı vardı. Annem beni ayakaltında dolaşınca hep Vedia Teyzeye yollardı. Vedia Teyze ağzıma akide şekerini, elime ucu boncuklu şişleri verip bana örgü öğretirdi. “İlmeği gözüm seçmiyor” derdi. Daha iyi görsün diye camın önündeki divana otururduk.

Vedia Teyzenin kocası genç yaşta ölünce elinde kızı, kucağında oğluyla kalmış. Bir daha evlenmeden çocuklarını büyütmüş. Çocukları evlenip şehre yerleşmişler. Oğlunun tekel bayisi varmış. Damadı da huysuz bir memurmuş. Bayramdan bayrama geldiklerini görürdüm. Geçen hafta bir sabah Vedia Teyze uyanmadan öldü. Oğluna kalsa cenaze günü evi hemen boşaltacaktı. Kızı kocasını küstürdü, kardeşini kızdırdı da yedisi dolmadan evden ayrılmadı. Yedi mevlidine gittiğimiz geçen akşam oğlu herkese evi satacağını söyledi. Okuma bitince iki kardeş kavgaya tutuştular. Vedia Teyzenin kızı “Bu ev bize emanet, satamazsın” dedikçe, oğlu “Satarım” diyordu. Satamazsın! Satarım! Satamazsın! Satarım!.. Ben gülsuyu dökerken Yaren de önüm sıra şeker külahlarını dağıtıyordu. Dudaklarını bükerek “Şunlara bak” demişti. “Sanki oğul ev sahibi, kız da kiracı”


[ MAVİ TUĞBA ATEŞ ]

Mor Muharrem Efendi sırtındaki lekeyi gösterince mosmor kesildim, leke renginde... Ezilmiş sırtı, yüzü ekşi, keyfini kötü talihi kaçırmış besbelli. “Şikâyetinizin öyküsü nedir?” Şen kahkahası ofisimin içini doldurmaya yetti. “Öyküsü mü! Anlatsam roman olur Doktur Bey!” Bir yandan da gömleğinin yakasını hırkasının içine katmaya çalışıyor. “Bizim oralarda iş güç zor bulunur. Dağ başı tabii... Tarım yok, sanayii yok. Haliyle ya göç ediyorsun ya da üç kuruşa medet ummaya yurdunda kalıyorsun. Sen şimdi diyeceksin ki ‘Niye göçmedin?’ Orasını karıştırma doktur, orasını karıştırma.” Tıp literatürünün henüz tanımlayamadığı tel tel çizikli mosmor sırtını görünce çocukken fen dersi kitabımdaki bir resim geliverdi gözümün önüne... Kesip de odamın duvarına asmıştım, rengi hoşuma gidiyordu. “Resimdeki leke!” “Af buyur doktur!” Resimdeki leke, resimdeki leke, resimdeki leke. Mikroskopla büyütülmüş bir bakterinin resmiydi o. Şimdi aynısını Muharrem Efendi’de görüyorum. “Ben resim mesim bilmem; hamallık hastalığı benimki!” Ağrıdığı besbelli. Sırtından tüm ömrüne yayılan su damlaları olanca zehrini nefesine akıtıyor gibi ıslak çıkıyor sesi. O resmi bulmaya çalışıyorum; hangi bakteriye aitti? Hangi dokuda mesken kurmuştu? Durumu ona da anlatıyorum. “Biliyorum bilmesine de doktur, methinizi duydum, ondan geldimdi.” Normalde umutsuz ve kederli olması gerek fakat onda umursamazlık ve kabullenmişlik kol

geziyor. Belki de hayata tutunamama biçimidir bu. İç sesimi gözleriyle konuşturuyorum. “Sağ ol doktur oğlum, çarşı kurulmuştur, gideyim de çalışayım, para gerek.” Bu halde çalışmasının hastalığını ilerleteceğini söylesem de dinlemiyor. Ofisimi aradı geçen gün.

Sesi hırıltılı... Ne söylediğini anlamakta zorlanıyordum. Güç bela ev adresini verdi: “Yetiş!” O günkü randevularımı iptal ettim. Tek tük evler... Bulmam zor olmadı. İnleme sesine kulak verdim, avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Aaaaah! Canımı al artık! Aaaahh! Yetmedi mi! Canımı al artık!” Yanına gittim, beni görmüyor. Muharrem Efendi! Katiyen duymuyor, görmüyor. “Aaahh! Canımı al artık!” Yüzüme bakıyor fakat beni görmüyor. Sırtı hamal sepetinin izini almış; o düz çizgili morluklara kare şeklinde çukurlar baskılanmış... Nasıl ağır bir yük taşıdıysa artık... Hızla nefes almaya başladı; göğsü şişti, şişti, şişti; söndü. Nefesi bitti, kalbi durdu.

36

Sırtındaki yaralardan mosmor renkler akıyordu. Gözleri sevinçle içine doğru yumuldu. Yüzü mutlu... Öldü. Dünyalar onun oldu sandım.


[CİHAT ALBAYRAK ]

Hayal Sofrası “Sokaklar tehlikelidir” derdi annem, “insanlara güvenilmez!” Bu yüzden çok az arkadaşım oldu benim. Odamın penceresinden el salladım dünyaya. Henüz okula gitmiyordum. Ama dışarıdaki mutlu çocukları saymayı öğrenmiştim. İnsanlar fark etmiyordu ama her gün aynı kuşlar, aynı saatlerde Van Gölü’nden dönüyorlardı. Göl, hayatımda gördüğüm en büyük şeydi. Gökyüzünden bile büyük olduğunu zannederdim. İnsandan büyük her şeyin bir ruhu olmalı der ve rüzgarın kulağına fısıldardım merak ettiklerimi; göl biliyor olmalıydı her şeyi. Odam oyuncak ordular, pastel boyalar ve başkomutanları olan bir tablet bilgisayar tarafından işgal edilmişti. Benim zamanım ile taze sıkılmış portakal suları ve içinde glikoz şurubu olmayan atıştırmalıklarla besleniyor ve çok kurnazca hamleler ile hayallerime saldırıyorlardı. Pencere pervazına legolarla yazılmış “anı yaşa” tehdidi ile gözümü korkutmuşlardı doğrusu. Babam, bana “her şeyin en iyisini” almak için işe gidiyordu. Her şeyin en iyisini anne babalar biliyor olmalıydılar. Pikniğe gideceğimiz zamanlarda dışarı çıkabiliyor ve yalnızca akşam yemeklerinde televizyon seyredebiliyordum. Haberler kanser hastalarından, cinayetlerden, soygunlardan, kavgalardan bahsediyordu. “Bak, gördün mü?” diye kaşlarını kaldırarak sorguluyordu annem beni. Ardından hangi ünlünün hangi ünlüye ne dediğini, neleri yersek daha sağlıklı, neleri yersek daha fakir olacağımızı, büyük adamların işaret parmaklarını sallayarak birbirlerine neler dediklerini anlatıyordu televizyon. Televizyonun söyledikleri bizim için emirdi. Evimizin en yaşlı, sözü en çok dinlenen, saygıda kusur edilmeyen, canı yanmasın diye kullanılmadığında dahi fişi çekilmeyen ferdiydi televizyon. “Ey kutsal bilgi kaynağımız” diye pek çok kereler soru sormuş olsam da, cevap vermeye tenezzül etmiyor, o ne öğretmek isterse onu öğreniyorduk. Isırgan otlarıyla çorba yapıyordu annem. Çıplak elle dokunamadığımız bir şeyi içimize doldurmak mantıklı değildi bana göre. Ama, “o tabak” bitmeliydi nihayetinde. Etsiz yemek yenilmezmiş bizim buralarda. Babam işten dönünce gururlanarak anneme teslim ederdi et dolu poşetleri. Sofraya oturduk. Midelerimizin hacminden büyüktü yemekler. Televizyon kendini tekrarlıyordu haberlerde. Sonra, bir şey oldu. Bir haber! Ötekilerden çok farklı, bizim televizyonun dilinden konuşmayan görüntüler geldi ekrana. “300 mülteci” diyordu, mülteci ne

demekti bilmiyordum ama “300” diyordu, “aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da olduğu”… Denizin ortasında küçük bir gemide mahsur kalmışlardı. Kaptan gemiyi terk etmişti ve iki aydan uzun bir süredir gemide bekliyorlardı. Limanlarına yanaştıkları iki ülke de kabul etmemişti onları. Dünya herkesindir zannediyordum, değilmiş. Bütün çocukların babaları, ellerinde poşetlerle evlerine dönüyor zannediyordum. Bütün denizler Van Gölü gibi, insanlara yardım eder, sahip çıkar sanıyordum. Bütün çocuklar, penceremden gördüğüm çocuklar gibi mutluluğun resmini çizebilir diye düşünüyordum. Dünyayı tanımıyormuşum. Bana, mutsuz çocukları anlatmamışlardı. Gemidekilerin hepsi açlıktan zayıflamıştı. Gözlerinde, daha önce hiç görmediğim bir ifade vardı. Hepsi aynı noktaya, sanki gözlerimin içine bakıyorlardı. Ürperdim. Bana bir şeyler anlatmak isteyen bu insanlar karşısında çaresizdim. Anne ve babam yemeklerine devam ediyorlardı. Haber ilgilerini çekmemişti.300 insan gözleriyle çığlıklar atıyor, yardım istiyorlardı. Bunu duyabilmek için insan olmak yeterliydi. Soframızdaki kaşıkların tabaklara çarparken çıkardığı ses başımı ağrıtıyordu şimdi. Burnuma gelen yemek kokuları midemi bulandırıyordu. Hayatımda ilk kez aç insanlar görüyordum. Balıkçı teknelerinin suya attığı birkaç parça yiyecek için gemideki erkekler suya atlıyordu. Korkuyordum. Dünyayı ilk kez görmüş gibiydim. Anne ve babama bakıyordum, gözlerim dolmuştu. Daha fazla dayanamadım ve izin isteyip odama gittim. Çok uzun süre ağladım. Oyuncak ordusu, boyama kitapları, kalemler, yastığımın başına toplanmış, beni neyin bu kadar üzdüğünü soruyorlardı. Onlara kızdım, bağırdım ve hesap sordum. Benden, dünyanın gerçek yüzünü sakladıkları için… “İki ülke, kıyılarına gelen bu 300 aç insanı kabul etmediler” demişti kutsal bilgi kaynağımız. Odama o 300 insanı sığdırabilir, payıma düşen yiyecekleri 300 eşit parçaya bölebilirdim. Vicdanım bütün dünyadan daha büyüktü belki de. Ben çocuktum ve odam yüzlerce ülkeden, siyasetçilerinden, din adamlarından ve zenginlerinden daha büyüktü, evet. Dolabımdaki bütün bisküvi ve çikolataları, şekerlemeleri ve kekleri plastik bir kutuya doldurdum. Özür dilemeliydim. Yazmayı bilmiyordum. Resim defterimi ve boya kalemlerimi aldım. Mutlu bir ada çizdim denizin ortasına. Küçük ama zengin bir ada. Gemi bu adaya demirlemişti ve o 300 insan adadaki meyvelerle karınlarını doyuruyorlardı. Odam, ilk kez hayal kurmama izin veriyor, resmimi güzelleştirmem

37


için güzellikler fısıldıyordu. Başka ağaçlar da çizdim. Ekmek ağaçları ve et ağaçları kocaman bir ormana dönüştü. Musluklar çizdim. Su, süt ve çorba akıyordu musluklardan. Dünyanın en büyük sofrasını çizdim bu adaya, 300 insana.

şişeye yerleştirip denize atıyorlardı ve deniz o mektupları her defasında sahiplerine taşıyordu. Şimdi, Van Gölü, hayatımda gördüğüm en büyük şey olan Van Gölü, sahip olduğum tüm yiyecekleri o insanlara ulaştıracaktı; biliyordum.

Resimden ibaret olan bu sözsüz mektubu da plastik kutuya koyup, sırt çantama yerleştirdim. Ne yapacağımı biliyordum. Evimiz göle çok yakındı. Ailem uyuduktan sonra, sıkıca giyindim ve çantamı da alıp sessizce dışarı çıktım. İnsanlar susunca, dünyanın şarkısını dinleyebiliyordum. Dalgalara doğru gittim. Çoraplarımı çıkarıp suyla buluştum. Van Gölü’ne bütün gördüklerimi, o gemiyi ve insanları anlattım. Çizgi filmlerde görmüştüm. İnsanlar mektuplar yazıyor, bir

Kutuyu dalgalara bırakıp, kumlara oturdum. Bir martı yanıma kondu. Güneş doğuncaya dek, onunla hiç konuşmadan öylece oturduk. Evet, gölün hiçbir denizle bağlantısı olmadığını bilmiyordum ama paylaşmayı öğrenmiştim. Ve ben hayatımda ilk kez, o haberi izledikten sonra aç kalmıştım.

Ayakkabıcının Karısı | Adriana Trigiani

Koton Kitap Ödüllü bir oyun yazarı, dizi senaristi ve belgesel film yapımcısı olan Adriana Trigiani’nin kendi aile hikâyesinden esinlenerek yazdığı, sürükleyici tarihi bir destan niteliğindeki romanı Ayakkabıcının Karısı, Koton Kitap etiketiyle okurla buluştu. İtalyan Alpleri’nde, birbirinden çok uzak olmayan köylerde büyüyen ve talihsiz bir olay sonucunda tanışan Enza ve Ciro’nun aşk hikâyesi, bir yüzyılın dönümünde hayatın karşılarına çıkardığı sürprizlerle inişli çıkışlı bir yol izler. Bu romanda Kilisenin rahibini genç bir kızla öpüşürken yakalayan Ciro’nun ağabeyinden ve himayesinde büyüdüğü rahibelerden koparılarak manastırdan uzaklaştırılmasıyla Ciro ve Enza haberleşme olanağı bulamadan koparlar. Ciro’nun gizlenmek için New York’un Küçük İtalya’sında saklanmaya yollanması ve Enza’nın da birbiri ardına yaşadıkları facialardan sonra para kazanmak için babasıyla birlikte geçici bir süreliğine Amerika’ya gitmesiyle kader talihsiz âşıkları tekrar bir araya getirir ancak o sırada, Enza operanın büyüleyici dünyasına ve büyük şarkıcı Enrico Caruso’nun yaşamına çekilirken, bir ayakkabıcının yanında çıraklık yapan Ciro’nun Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmaya gitmesiyle bir kez daha ayrılırlar. Yine de kader ağlarını örmektedir ve aşklarının gücü hayatlarını sonsuza dek değiştirmek üzere iş başındadır. Tehdit Vektörü | Tom Clancy

Koton Kitap

Ekim 2013’te hayata veda eden usta casusiye yazarı Tom Clancy’nin hayranlarına soluk kesen bir macera! Bilgisayar korsanları, özel ajanlar, F18 Hornet’ler arasında it dalaşları: Tehdit Vektörü’nü Okuyun! Nadir rastlanan bir gerçekçilik ve sahiciliği, karmaşık bir olaylar dizisi ve gerilim yüklü bir bekleyişi harmanlama konusunda usta olduğunu tartışmasız şekilde kanıtlayan büyük usta Tom Clancy uzun bir aradan sonra yeniden Türk okuruyla buluştu. Tehdit Vektörü’nde Kampüs isimli gizli örgütle birlikte Amerikan istihbarat dünyasının düşmanlarına karşı verdiği savaşa, bilgisayar korsanlarının akıllara durgunluk verecek siber faaliyetlerine, göklerde F16’ların nefes kesen mücadelelerine tanıklık edeceksiniz. Kampüs’ün sırrı açığa çıktı ve bunu ortaya çıkartan kişi, her kimse, onun yok edilebileceğini de biliyor.

38


BİR HAYALİM VAR Hayal Bilgisi olarak her sayımızı bir iyilik fırsatına çevirmeye gayret ettik. Özellikle çocukları mutlu etmek hem daha kolay oldu hem de aldığımız sonuçlar bizi hep daha fazlasını yapmaya güdüledi. 17. sayı ile bütün okurlarımıza bir iyilik fırsatı sunuyoruz! Her dergi paketinde bir zarf ve içinde, köy öğrencileri tarafından kaleme alınmış ‘Bir Hayalim Var’ konulu yazılar var. Van Erciş’teki ilk/ortaokul öğrencileri, sahip olmak istedikleri şeyleri, kısa vadede yapmak ve değiştirmek istediklerini yazdı ve resimledi. Ayşe ile Cihat ise, bu yazıları kendi mektuplarını ekleyerek Hayal Bilgisi okurları için birer iyilik fırsatına dönüştürdü. Bütün dünyayı gezebileceği bir bisiklet isteyen çocuklar da var, evet. Ancak, annesini ameliyat ettirmek ya da hayatında hiç doğum günü kutlamamış kardeşi için bir doğum günü pastası almak isteyen de! Nasibinize düşen mektuptaki hayali ya da elimizdeki öteki mektuplarda yer alan hayallerden herhangi birini gerçekleştirmek için bize yazın: editor@edebiyathaberleri.com

39


[ İNSANLIĞA AÇIK MEKTUP ]

Ayse Ünsal

Sevgili insanlık, Nasılsın? Nasıl hissediyorsun kendini? Dünya döndükçe dönmek nasıl bir duygu merak ettim… Akrabayız seninle bilirsin, bazen kardeşiz. Düşman olduğumuz da olur, dost olduğumuz da. Bir bıçağın iki ucu gibi sırt sırta verdiğimiz de… Sen beni kesersin bazen, ben seni yok sayarım. Hatırlamam, hatırlamak istemem; sessizliğinde, bencilliğinde, umarsızlığında. Hep öldüğümde uzanır elin. Tutamam. Yetişemeyeceğin yerlere uzanma insanoğlu. Uzanacaksan da kandırmadan yap zamanı. Sahi zamanının neresine tutturuyorsun ödünç akılları, senden beklenenleri, kulağına dolanları… Sen bu zamanın neresinden? Neyle meşgulsün? Neden hep geç’sin? Dışarda kış bahar güneşiyle aldatıyor insanı. Çocuklar çığlık atarak topa vuruyor, duyuyor musun? Keşke hep böyle kalsaydın diyorum, eksilmeden yani, azalmadan, belki de bitmeden. Oysa sen şimdi, “yere düşünce kırılmayan bir oyuncak gibi, yuvarlanmaya alışmışsın,” öyle diyor şarkı. Senden bahsediyor. Büyüdükçe kaybettiğin köşelerinden. İyi ki büyüdün insanoğlu, iyi ki büyüyüp büyük büyük adamlar oldun. Bak dünyayı kurtardın! Hem de konuşarak! Lakin sanki eksik bir şey var, elin dilin kadar olamadı! Dinlemeyi bilir misin? Dinlemeyi pek sevmezsin sen insanları… Ya hayvanları, pencerenin önündeydi geçen yaz; şu kestirdiğin ağacı? Oysa için karanlık senin, bir ağacın kolları güneşini ne kadar saklayabilirdi ki… Sevgili insanoğlu, Dünyaya çöpten bir kefen diktin. Madenler açtın, derin cepler diktin dünyaya; ürettiğin bütün acıları bu ceplere doldurdun. Altı milyar kilometre uzaktaki gezegenlere uzay araçları indirdin; duble yollar yaptın bencillikler arasına. Papağanlara konuşmayı, İsrailli çocuklara Müslüman öldürmeyi, muhafazakarlara isyan etmeyi, fillere hortumlarıyla resim yapmayı, elmalara kurtlara küsmeyi öğrettin. Ormanların yerine suni çimler ve plastik ağaçlar diktin. Açlıklarını unutmaları için acı çekmeyi öğrettin akrabalarına. Kan, petrol ve gözyaşı dolu dilek balonları bıraktın gökyüzüne. Televizyon ve internetle iyi terbiye verdin çocuklarına. Sözünü dinledik. Ey insan, Saklayacağız senden ve bir milyon gözü olan şehirlerinden. Günahsız doğan çocukları saklayacağız. Radyasyon bulaştırmadığın tohumları. Adını koymadığın bütün gezegenleri, kirletemediğin içilebilir su kaynaklarını… İnsan! Silecek ve baştan yazacağız adına ‘medeniyet’ dediğin yalanı.

40


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.