HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 14. SAYI

Page 1

- hayal bilgisi 14 Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 4 Sayı: 14 Kış 2014 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak Editör Ayşe Ünsal Kapak Yunus Ünsal {05053590695} Tasarım/Dizgi Levent Albayrak ISSN 2146 4294 Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com facebook.com/hayalbilgisi www.hayalbilgisi.com www.edebiyathaberleri.com www.cihatalbayrak.com Baskı Uzman Kopyalama Posta Aşağı TOKİ Konutları, Bina No: F3A, Kat: 1 Daire: 2 Erciş Van Üç ayda bir yayınlanır. Ticari değildir. Talep eden öğrencilere ücretsiz gönderilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarıyla ‘kardeş payı’ bölüşülür. Not: Kitap ve dergilerin künyelerini bütün detaylarıyla okumak kötü bir alışkanlık değildir. Baskı ve dağıtım masraflarına katkı sunmak için: Van Erciş PTT Şubesi Cihat Albayrak adına: PTT Posta Çeki Hesabı: 10434108 Ziraat Bankası Van Erciş Şubesi IBAN: TR090001000293460507025001

Yalan İnsanların icat ettiği en büyük sanat: Yalan!

1

Kötüler kadar iyilerin de çizdiği bir resim bu. Zalimler kadar mazlumların da şekil verdiği bir heykel. Tüccarlarla maden işçilerinin el ele tutuştukları bir gösteri. Çocuklarla yetişkinlerin aynı karede yer aldıkları bir film. Müslüman olduğu için değil, aynı cemaatten olduğu için birbirini kardeşi bilenler. Bir işçi öldüğü zaman iş kazası, 18 işçi öldüğü zaman ‘felaket’ kabul edenler. Fiyat etiketleri, indirimler, haber bültenleri… Yalan, geri dönüşümü yapılamayan bir çöp yığını ve gitgide daha fazla yer kaplıyor dünyada. Faşistliğe faşistlikle, teröre terörle karşılık veriliyor. Hainler kahraman, düzenbazlar alim oluyor. Kimin hırsız, kimin mağdur olduğunu kimse bilmiyor. Savaş üretenleri kendi yöntemleriyle susturuyoruz. Çocuk öldürenlerin çocuklarını öldürüyoruz. Bize dokunmayan yılanın sırtını sıvazlıyoruz. Paranın kokusunu köpeklerden de iyi alıyor, bütün yetenek ve birikimlerimizle emrine giriyoruz. Hukuktan yana değil; bizden ya da onlardan yana hukukçular. Hastalıklar aynı ama tedaviler özel ya da genel. Şiirler, sloganlar, ödüller yalan! Gözyaşları, yaslar, başsağlıkları, taziye mesajları, anmalar… Tarih kitapları, müfredatlar, dayatılan yaşam tarzları, gelenekler, temayüller, emsaller… Yalan; çünkü hiçbir silah savaşları öldürmüyor. Eğitim sistemleri yetiştiriyor katilleri. Daha büyük alışveriş merkezleri, yoksulluğa çözüm olmuyor. Organik tarım açların karnını doyurmuyor. Sosyal medyada paylaşım yapınca, sokak hayvanları yuva bulmuyor. Biz üzülünce dünya iyileşmiyor! Hayal Bilgisi olarak, siyasete inanmıyoruz! Kağıt üzerindeki hiçbir çözümü kabul etmiyoruz. Gizli öznesi para olan hiçbir hesabın parçası olmayacağız. Şiire, edebiyata, öyküye değil; insana hizmet edeceğiz! Elinizde tuttuğunuz dergiyi asla bir amaç olarak görmeyecek, ‘kavramlara’ hizmet eden paranoyaklardan olmayacağız. Çocuklara şiirler yazarak değil; çocuklarla şiirler yazarak ‘iyi insanlar’ olacağız. Uyku girmeyecek gözümüze; iftar sofralarında empati kurmayacağız aç kalanlarla. Vallahi bölüşeceğiz ekmeğimizi; vallahi terleyecek, emek vereceğiz. Bir harf öğrenenin kölesi olacağız 40 yıl! Çünkü inanıyoruz ilk emri ‘oku’ olan Allah’a! Okuyacak ve küçük adamlar olacağız. Gözyaşlarını sileceğiz annelerin. İntikam alarak değil; okuyarak, öğrenerek, üreterek, istişare ederek iyileştireceğiz dünyayı! Dünyayı kaplayan bu yalan tabakasının bir parçası olmayacağız! Yalnızca edebiyat dergisi değil, bir iyilik hareketidir Hayal Bilgisi. -14. sayımızı; beddua etmeyenlere, sadakasını tebessümle verenlere, mültecilere ve yetimlere adıyoruz.-


- hayal bilgisi 14 abdurrahman adıyan ZÜLEYHA’NIN KUYUSU YUSUF’UN SARAYI I aşk ki adını sarmaşıktan almıştır züleyha ki bu çiçeğe kanmıştır yusuf gülüşü hüznün çıkmaz kuyularında ve çölde v u r g u n, m ü p t e l â ve de inadına acının toprağında tomurcuğa durmuştur haşarı aşk çelme takmışsa da ken’anlı çocuğa beslemiştir kekremsi neş’eyi koynunda müntehir bir gecenin hüzzamı güne kavuşurken şan bulmuştur yusuf’un dilciğinde zından II yusuf hayata tortusunu bırakan rüyaların iksiri züleyha, ruhundaki yaralarla inleyen nâlan aşk yusuf’un zındanını saraya züleyha’nın sarayını zındana çevirmiş de yusuf’un sarayı, züleyha’nın kuyusu olmuştur ağlamışsa da yalancıktan on bir kardeş dönmüş çöller vahaya gözler yakup yakup zından yürüdükçe bitmiştir mısır’da pirinç törpülemiştir ömrünü yusuf! yusuf! diye /ehramlar arasında züleyha bakmamıştır makama mevkie yusuf sevgilinin güzelliğine nazına sözüne III züleyha ben züleyha’yı aramaya gidiyorum birazdan dönerim, dese de on beş yıl sürmüştür yusuf mısır sokaklarına bakma, kan-revan şimdi züleyha muhtemelen nil’in kıyısında ya da hüznün sersefil eteklerinde, demişse de aman efendim haddimize mi züleyha’ya mani olmak o ki yusuf’un gömleğini sevmiştir dilerse yoluna toynaklarımızı kanatırız

2


- hayal bilgisi 14 ÇIPLAK GÖZLE GÖRÜNMÜYOR Kİ HAKİKAT

tayfun kaydan

bu değil gerçek olan diyorum çıplak gözle görünmüyor ki hakikat bakıp da görmediğin şeyler var yüzümdeki rol icabı gülümsemelerin ardında müzmin ağlayışlar var

3

iki katlı bir binadır yaşadığım zeminde ben omuzlarımda bütün dünya soluğumun aceleciliği de hep bu yüzden bu değil gerçek olan diyorum sıkışıp kaldım yerle gök arasına eğilerek geçiyorum gökkubenin altından bulutlar bulaşıyor saçlarıma biriken bulutlardır damla damla şakaklarıma aldanma sakın böyle yerlisi gibi dünyanın kurulup da rahatça yaşadığıma muhacir hissettim kendimi kendi kalbimde bile kesin dönüş yapamadığım için ruhumun kıblesine

hasan fahri tan İNTAK hz. süleyman’ın âsâsı benim abanıp durmakta üstüme hayat ölüsü dirisinden ziyâde ağır ey içimi kemiren kurtlar ha gayret cinler mesâide yine bu akşam bitti/bitecek mâbet

edebiyathaberleri.com - - kitaplar, edebiyat dergileri, kültür-sanat etkinlikleri hakkında haber ve değerlendirme yazılarına yer verir ve hayal bilgisi edebiyat dergisi editörlerince güncellenir. kitap ve dergilerinizi aşağıdaki iletişim yollarını kullanarak bize ulaştırabilirsiniz. POSTA: Ayşe Ünsal adına Aşağı TOKİ Konutları, Bina No: F3A, Kat: 1 Daire: 2 Erciş Van TEL: 0 505 635 1554


- hayal bilgisi 14

sedat ipek

4

BİTMİŞ BİR YAZIN ŞİİRİ bakmışsın yaz geçmiş çoktan başlamış yas bir eylül yarası konmuş göz bebeklerine leylek yuvalarının ‘imkansızın şarkısı’nı söylüyor ılıman bir kadın ve deliler gül atıyor avludaki cenazelere yazık bakmışsın yaz geçmiş çoktan başlamış yas tutukluluk yapıyor dili annemin babam ayağını kırıyor korkulukların ve şairler nöbete duruyor dünya kenarında imge ağlayacak yer arıyor yazık bakmışsın yaz geçmiş çoktan başlamış yas bahçeye eğilmeye utanıyor balkon kırılacak yüz arıyor ayna ve kendine dönüyor mektubun biri yazık bakmışsın yaz geçmiş çoktan başlamış yas iyisi mi sen bana bir şiir yaz


- hayal bilgisi 14 [ BU GÖĞÜ KİBİRLİ DAĞLARIN ZİRVESİ DEĞİL ]

yusuf bal bu göğü kibirli dağların zirvesi değil delerse bir kuğunun boynu deler tek başına kuyularda akşamı seyrederken güneş doğarken anlarım gelişini sıcaklığından tanırım senle sabahı sen bakınca sen hangi dağın çiceğiydin akşamüstü saatlerinde kuyularda beklerken seni ılık rüzgara benzeyecek ömür papatyalar içinde dalgalar vururken sahile usul usul bulmuştum seni ayaklarının dibine gelmişken beyaz sen dokunacak tenine denizin tuzlu suyu sen sen: sen varken denizi gözlerinde izleyeceğim sen en hüzünlenirmiş insan, batan her güneşte sen en sen varken ışıktan girdabın içine dalsam sen en sen varken melekler yere indi sansam sen en yürüsek gecenin mavi renginde sen en kutlu bir sabaha uyansak se n cennetinde s sen sen sen sen sen sen sen sen sen sen sen sen sen benim yüzüm nerede sen saçının teli ayrılırken ikiye sen kızılırmağa eğri köprünün taşları düşer sen gözlerim seni ararken her insan kendi meleğini taşır içinde ellerim suya değer gecenin geç saatinde, aydınlığa yakın kaybolurum bazen böyle derinde zambaklar yetişirken sevgilinin ellerinde ağaçların ince gövdesinde yürür sabaha kadar yakamozlar denizi kalbim şelale sanki sonra güneş doğar, koşar bir peri kirpiğinden inen gözlerini kapatır musikiyi dinler ben hep kaybolurum bu sabah güvercin olmak lazım gözlerinde kırmızı ve beyaz güllerin bahçesinde gerisi kalbinizin içine bir od gibi düşen sen gelincik kırmızısı rengin tanrım bitmesin bu yürüyüş tren sesiyle uyanan kirpiklerin tellerinden asılan çocuğum

5


- hayal bilgisi 14

Anlat

6

YUSUF BAL sen bana problemleri değil en güzel şarkını anlat gözlerinin içinden gelen yeni bir kıyametle uyandır iklim farklarını fırtına kopar, taş taş üstünde kalmasın sonra ağaçlar büyüsün şehirde bütün evler ahşap olsun berrak bir hava güneş, yağmur ve toprak içinden geldiği gibi baharı yaz, sade olsun her şey eskiden, geçmişten, ümitsiz olandan hiçbir şey kalmasın en çok kendinden bahset, en berrak sabah güneş doğudan doğsun en doğal makyajsız ve örtüsüz sen bana problemleri değil kurduğun rüyaları anlat

Mum CİHAT ŞİT akrostiş ustası ve mum avcısı bir çocuğum ben ilk problemi püskürttüm ve ilk sevdiğimi şiirleştirdim bile benle birlikte mektebin kaçıncı gününü unutanlar unutmamışlar savaşın kaçıncı gününü mumlar ha bire yanıyor ve kahramanlardan çok suçlu insan isimleri öğreniyor çocuklar çocuk büyüklere şunu diyecek kendinizi kırpmanıza gerek yok yakıştığınız hayata sıkışmak için daha doğalken alışsanız sevmeye söner düzenbazların mumu büyük söz dinlemezse ayağı bir zulme takılıp tökezleyecek rıza göstermiyorum ayaklarıyla zulmü körükleyecek büyüklük mum misali eriyecek çocuk bunca sevgili varken bu rüyada adetten midir savaşmak bu dünyada, dese biliyoruz merhamet hapsedilmiş bir hülyada zahir şeyin budalası insan ya da kervanlar dolusu yalanın mucidi kendi dediği olmazsa bazen iblisin olur baş mücahidi iblis düzenbazların mum alevinde pişiyor düzenbazların mumu bir atış mesafesinde denilir


- hayal bilgisi 14

Arsima II

7

MEHMET TÜRKMEN ben seni isterdim çok isterdim de büyük laf etti dilim şimdi vur aynaya sözlerimi ağzım bedenimin gıcırdayan kapısı öp ve dik dudağımı bir iyilik yap uykumu al göğ(s)üne u/yut beni susamışım gövdemden belli, gör köküm toprağı yardı çıkacak, bak sana dalımı uzattım, tut beni sırtımdan kamburumu al diye koynuna geldim kesip yıkma beni göğsünde, yakma beni

Kırk Diyardan Göçen Kuslar ZEKİ ALTIN

buğday renkli dağlarına ağmayı ne çok isterdim ne çok isterdim gitmeyi karınca adımlarıyla kaynağına hadi bana yürümeyi öğret gözeneklerinde ve konuşmayı dudağınla tırnaklarım uzuyor toprağın yumuşak mı bahar gibi geçtim senden ne çok ko(r)kum var içimde tadacağım belli kaybetmek ve ölüm ayna ve ben bir s/el sırtımdan aktı öç alma arsima omuzum kaç kişinin sığınağı olsa da bir tek sen çıkma gövdemden

“murtaza arısan

kardeşime ithafen”

diline paslı sözcükleri değdirmeden ve kirletmeden göğü kanatlarının rüzgarıyla uçup giden ve yine maviliklere bileyen dişlerini asık gözlerini geçiştiren güneşin renginde birdenbire ve uçsuz bucaksız sularda yüzenler ah siz, sizler ki hep boşalmaz bu yağmurların habercileri idiniz benim içimde benim acıdan küf tutan yüreğim ıslak mendil kenarlarında kuruyan sevda iziydi defter aralarında yosun tutmuş gül yaprağı ve tüten ana ocağındaki merhamet yanığı yara baba deyince sol yanından deşilen sen kırk diyardan göçen kuşların sabrıyla direnen bir çocuk gibi, bir evlat, yahut bir yavru sanki ağrısı dinmemiş gurbet özlemi kadar ince, narin gelmediniz, evet gelmediniz siz gelmeyince, yanaşmadı dilime incili sözler buruk bir hevesle ve içimdeki şairlere inat girdikleri dünya kapısından çıkmadı gözlerim, çıksalar, tutunsalar en beklenmedik anda bulurduk belki kaybettiklerimizi eski kayıplarımızdan şimdi, sen seslendikçe yaprak gibi titrer ömrüm bir kuş sürüsü gibi yürür, meftun bir yürüyüşle ey bizi bulup/bulup da bize hatırlatan gece toplanabilir miyiz geç olmadan senin gölgende


- hayal bilgisi 14

Masal I

8

şimdi olay şu kaç yaşında olursan ol, ne kadar cool takılırsan takıl zengin ya da fakir ol küçük bir çocuk sana oyuncak telefonunu veriyorsa konuşacaksın

atillahan erdağ

yeni konuşmasını öğrenmiş yetim bir bebek üstün körü kucağına aldığında sana baba diyorsa ‘söyle babam’ diyeceksin ve ona acımayacak geleceği için dualar edeceksin eşek kadar olursan ol... üstünde bir takım elbise olsa bile mahallenin veletleri ‘abi varsa zamanın geç iki dakika kaleye penaltı çekeceğiz’ dedi mi ‘abanmayın lan ama’ deyip geçeceksin ojelerin veya suratında ne kadar makyaj olursa olsun yolda düşen çocuğu kaldırıp yolu döveceksin ‘al sana al sana’ diyerekten bunalımın dibinde olsan bile gittiğin camide tesbih savaşı yapan çocuklara kızmayacaksın güleceksin de sen de yapmıştın kapı önüne kilim atmış kız çocuklarının yanına oturacaksın 20 küsurlu yaşlarda bir bayan olarak ‘hadi ben de öğretmen olayım’ deyip bezden bir bebeği kucağına alacaksın küçük bir bisikletle ‘abi çekil bak ezerim seni’ diyen çocuğa ‘ez de babama söyleyeyim seni’ deyip güldüreceksin ezileceksin de

derviş hayalci

Üsümekten Baska üşümekten başka ne buldum yaşamaktan ellerini buldum içimi genişleten gözlerini konuşmak kandaki imgeyi tüketir susmak kadar güzeldir gövdene uzanmak bir ağacın konuşkanlığınca şu çıldırmış dünyada kelimelerinden başka başka neyim var sevgilim her öpücük bir yama hayatın açtığı her yaraya aklın teröründen deliliğe insanların kötülüğünden şiire sığınırım


- hayal bilgisi 14

Kuslarını Sal Gökyüzüme

özge elif ceylan

ezanlar okunduktan biraz sonra kuşlarını sal gökyüzüme trenlerin geçmediği şehirlerde yalnız meydanların küçüldüğü kentlerde çaresiz boşver kuşlarını sal gökyüzüme mantık evinden dışarı çıkarsan şöyle bir temiz havayı çek içine perdelerini aç kuşların özgürlüğü yansısın gözlerine saçlarının gökyüzüne doğru uzamasına engel olamazsın kuşlarını sal gökyüzüme bir ağırlık çöküyor günün üzerine saat beş suları bir bakış geçiyor önümden yerle bir oluyorum fakat gökyüzüyle bir olmak istiyorum kuşlarını sal gökyüzüme şiirlerini okuyorum henüz yazmaya kalkışmadığın şiirlerimi duyuyorum sesinden yoklukla varlık iç içe giriyor gözlerime tozlar kaçıyor ağlamıyorum kuşlarını sal gökyüzüme sesinde başlıyor yolculuğum duyduğum yerde dağılıyorum gözlerinden bir türlü mezun olamıyorum ezbere geçilmiyor gözlerin okulda öğretildiği gibi boşver bunları kuşlarını sal gökyüzüme sesinde anıları bulmazsam diye üzülüyorum aramızdaki mesafe yokuş aşağı tutamadığım sözlerden utanıyorum sen yokuşun ucundasın, yüzün yüzüme dönük kadife ceketler aramıza köprü kuruyor uzun yolculuklardan korkuyorum rüzgarda ağaçları dinlemek bir başka güzel kuşlarını diyorum sal gökyüzüme tutunduğum son anıya oturmuş bekliyorum

9


- hayal bilgisi 14 DELİKANLI BİR ÇEKİNGENLİK

10

ünal dereli

Koskoca on iki ayda bir kez konuştuğu bir kıza aşık olmuştu Ali. Sağlamasını yaparsak; dört yılda dört kez konuştuğu birine… Konuşmaları, ya bir dakika ya da bir buçuk dakikayı geçmedi. Toplarsan dört yılda on dakika konuşmadılar. Hem de aynı sınıfta olmalarına rağmen. Ali görüp görebileceğiniz, en sessiz sakin bir o kadar da sözünün eri adamdı. Sevdiği kızı hiç aşikar etmedi, sormadım da zaten. Bir gün elinde bir Edip Cansever şiiriyle çıkıp geldi ve haliyle şiiri okumaya koyuldu. İçinde “Çekingen olmak iyi bir şeydir baylar” cümlesinin de geçtiği dörtlüğü okudu.

─Seni anlattı bu söz Ali ama sana kötü örnek oluyor bence. ─Niye kötü örnek olsun? ─Bence git konuş. ─Konuştum. ─Ne zaman konuştun? ─Geçen yıl. Dedim ya dört yılda dört kez, on dakika. On dakikaya bile razı olan adamdı Ali, tepeden tırnağa delikanlı. Kıza gelince; tanıyorum elbet. Fakat Ali aşikar etmedi ben de etmeyeceğim. Delikanlı adam Ali, layık olmak lazım. Ama adını aşikar etmediğimiz kız olamadı. Günlerden perşembeydi, yıl 2010. Benim için, yıl kaç olursa olsun her perşembe günü 2010’dur. Çünkü her perşembe o günü tekrar yaşıyorum. Dedim ya günlerden perşembe saat on bir buçuk civarı otobüs durağında oturmuş Ali’yi bekliyorum, derse gideceğiz. Bir saat oturdum durakta, aradım telefonu kapalı. Sözünün eri adam Ali. İki eli kanda da olsa muhakkak gelirdi. Bir buçuk saat geçti on otobüs, binlerce minibüs, sayamadığım kadar insan bir de ders geçti. Nihayet Ali göründü. Öylesine mahcup, öylesine ağlamaklı. Delikanlı adam da ağlar. Ali de ağladı, delikanlı gibi. Ne olduğunu sormaya içim elvermedi. Yanıma oturdu.

─Hakkını helal eyle kardeşim beklettim. ─Helal olsun kardeşim. ─Konuştum.

Konuşmuştu konuşmasına da halinden hiç iyi bir sonuç çıkmadığı belliydi. Ne demeliydim, elim, kolum, hatta dilim bağlanmıştı.

─İyi örnek olmuş dedi. ─Anlamadım ne iyi örnek olmuş? ─“Çekingen olmak iyi bir şeydir baylar” dedi ve yağmur başladı.

Sonra: Ali ağladı! Alnından vuruldu yüreğim, gökyüzüm sendeledi, sokaklar titredi. ellerim doğruldu bir yağmur duasında. Ya Rab! Tüm çekingenliğimizi bağışla.


- hayal bilgisi 14 [

Ferda Balkaya Çetin

]

bosluk hiçbir ilerleyişe geçit vermeyen engebeli düşünce yolculuklarında tenimden uzak tene bıraktım gözlerimi iyilik için kulağım sesine uzanıyor sesinden başlayan uzaklığa tutuyorum yelkovanı ellerimde dünya uzuyor rüzgârın ısrarı kadar göğe yerleşik uçurtmalar çocuk ellerimizde işlenen bir kâğıdın kavisinden dağılan kıvrak çizgilerden çıkarak büyüyen keski üzgün çocuklar için sorma sınırındayım eylemsizliğin bir kağıt bir kalem bir keski ve bir uçurtma hiçliği sonra anlaşılıyor sonunda soluk bir resmin yıllar öncesinden ağır ağır azalan siyah beyaz imgeleri düşüyor odamdaki boşluğa bu sancılı anlarda salt objeler yer değiştirir yalnızlaşan alanlara koyu gölgeler birikir güneşin izniyle ağrım tezcanlı bırakmıyor beni ama kalbim incelikli iç kararlılığımda toprak tütünce ilkyazdan hazırım kızgın nehirler geçmeye sen nereye gitsen boşalan bir evren kalıyor geriye gittiğin yerden her şey ama her şey akıyor çöle denize ve sonra sonsuzluğa duvardaki çentiği umursamıyor aklım günlerle uzlaşmasızım dilim kış tenhasında ne ki bir nehrin gümbürtüsünde bölünür cümle kendiliğinden yeni ile eskinin yakınlığı seslen tüm hücrelerinle dağınık yer değişimidir bu yılların ilerleyişine bekleyin! [ Işık Sungurlar ]

Anne Agıdı göğsümün içinde can paralanır ah benim bu dünyaya sığdıramadığım kanım alır başını yürür yol yarılanır bahtını sütümle yazdıramadığım sabah amansızdır doğuşunda gün karalanır kış yorgunu ellerimde bugün büyüttüğüm ellere veda vardır

11


- hayal bilgisi 14

arif onur solak

Sehir Günlükleri ve Sana Son Söz ı kendini boşluğa bırakıyor söylediğimiz tüm yalanlar mütemadiyen imtihandır yaşamak allah’ım bizi bağışla ıı kalabalık sesler çoğalıyor caddelerde arabalar, motorlar ve korna sesleri kirli egzozlara takılıyor ayaklarım bilinçaltımdan nasırlı cümleler geçiyor parmak uçlarımda titreyen harfleri çamurlu sulara bırakıyorum dünya kirleniyor ııı şehirlere masallar anlatıyor çok makyajlı ana haber bültenleri ve biz ekran başındaki sevgili seyirciler kısa metrajlı sloganlar atıyoruz: “zalimler kahrolsun” ama kimse kahrolmuyor oysa çocukların fırlattığı filistin tankların paletlerinde diriliyor ölüm marşı besteliyor dudakları balkıyan özgürlük büyüten annelerin ve savaşlarda en çok babaların ölümü eksiltiyor umutları ıv sessiz bir intihar gibi yanıldı özerkliğini ilan eden sevinçler müstakil hüzünler birikti boşalan sokaklara kuş cıvıltıları ve çocuk sesleri yok artık duyguları esir alan betonarme kentler yavaş yavaş ölüme terk etti bütün şiirleri bu yüzden unutuldu şairler, sesler ve cıvıltılar v şehrin orta yerine inen acı hüznünü döküyor büyük bulvarlara sözleri kırılıyor erkeklerin kızların kalpleri paramparça içsel bir ağıt sızıyor kaldırımlara penceresi açık evlerden sevda terk edildi şehir halkları gece uyurken vı ve sen kalbimi zelzeleye veren iki gözüm bunca hengâmenin içinde mutlu sonlara adamışsın ömrünü serttir kalabalıklar, eğil biraz başın çarpmasın yalnızlıklara incinirsin

12


- hayal bilgisi 14 gövde ve kök

ÜMMÜ ERVA

- Kıza da haksızlık ediyorlar canım. İşten eve, evden işe... Başka bir şeye vakit harcadığı mı var? Kendi kendine yetiyor işte. Daha fazlasını dinleyemedim. Annem komşu teyze ile -hiçbirinin adlarını bilmiyordum- İngiltere’den kaçırıp geldikleri beş çayı konseptine uygun pastalarını yerken, kültür mirası gibi sakladıkları dedikodulardan da parça parça bölüşüyorlardı. Ben ise her zamanki yerimde oturmuş elimde Küçük Prens’im kah onları dinliyor kah artık ezberlediğim kitaptan altını çizdiğim yerleri okuyordum. Benim hikayem öyle çok anlatılası ya da şaşılası değildi. Bazıları fark etmiyor olabilir ama ben içinde bulunduğum şu duruma fazlasıyla alışmış hatta benimsemiş durumdaydım. Öyle ki kalkıp yürüyebilsem yabancılaşacak sanki her şey. Sanki bambaşka bir dünyanın kucağında yeniyetme bir öğrenci gibi kalakalacağım. Kaderime zımbalanmış bir özelliğim var; yürüyememek. Hastalığın adını şu an hatırlayamıyorum ama sonucu unutmak mümkün değil. Zira on yahut on iki aylıkken ayağa kalkmam gerekirken, sayamayacağım kadar ay biriktirdim şu dünyada, yine de bacaklarım görevine adapte olamadı. Tabi size anlatmak istediklerim bunlar değil. Artık ezberlenmiş şeyleri söylemek de istemiyorum. Engel bedende değil, zihinde olur falan... Sakat kelimesinin sözlükten kaldırılması da pek umrumda değil. Sadece bir şey anlatmak niyetindeyim.

13 istemem ama bir tarafım bunu anlatmam için beni zorluyor, üzgünüm. Her neyse! Önceki gün, annem ile evimizin yakınlarında olan bir parka gitmiştik. Daha doğrusu annem beni götürmüştü. Kamelyanın hemen yanına beni park ettikten sonra kendisi banka oturdu. Ve bildik anne kız muhabbetine start verdi. Biraz sonra karşı kamelyaya yaklaşık on kişiden oluşan genç bir grup oturdu. Yediler, içtiler, güldüler. Açıkçası onları dinlerken bazı kısımlarında ben de kendimi gülümsemekten alıkoyamadım. Hayat dolu bir grup insan işte. Yarım saat kırk beş dakika kadar durduktan sonra toparlanıp gittiler. Nedendir bilmem insanların gözlerine bakmaya hala çekinirim. Bu yüzden onlar otururken bir iki kez dışında bir kere bile onlara yüzümü dönmemiştim. Kalktıklarını fark edip onların kamelyasına yüzümü döndüğümde bir yığın çöp fark ettim. Aileden gelen bir görgü ile bu katlanabileceğim bir şey değildi. Hemen tekerlekli sandalyem ile oraya gitmeye yeltendim fakat iki kamelya arasına konulmuş taştan yol beni engelledi, gidemedim. Anneme de söyleyemedim çünkü örgüsü ile hemhal olmuş, amiyane tabir ile iştaha gelmişti. Şimdi burada Kader’e tüm bunları anlattığımda sadece sustu. Hayatın alıp kucağıma bıraktığı engele karşı her zaman bir karşılığı olurdu. Ama ilk kez sustuğunu görmüştüm. Çok geçmedi, iki dakika sonra “hemen geliyorum” diyerek içeri yöneldi. Onun tekerlikli sandalyesini sürüşünü izleyince demek ki arkadan böyle görünüyorum diye geçirdim içimden.

Lise zamanımda -okulumu dışarıdan bitirdimhastanede tanıştığım biri vardı. Adı Kader. Ve evet bildiniz, bu hikayenin başkahramanı. Yaşça benden küçüktü ama konuştuğumuz zaman, bilirsiniz işte içine bilge kaçmış kimselerdendi. Hitabeti güçlüydü, cümleleri ondan da güçlü. Sonradan söyledi, şiir yazıyormuş. Ben de yazıyordum ama söylemedim. Okumamı isterse, bunu yapamazdım. Şiirlerimi okuyacak kadar büyümemiştim ve sanırım hiç de büyüyemeyecekti sesim. Neyse, Kader’in sürekli gülümseyen yüzüne bakınca sanki tekerlekli sandalyeye mahkum edilmemiş de onu tercih etmiş olduğunu düşünürdüm.

Kader dediği gibi hemen döndü. Kucağında bir oklava ve kurşun kalem vardı. Gülümsedi ve sağ eline oklavayı, sol eline de kalemi aldı.

Bir süre tedavi için gittiğim hastanenin koridorlarında görüştük. Sonrasında ise ya onun evinde ya da benim evimde sürdü bu dostluğumuz. Bir gün yine onların evinin bahçesinde otururken önceki günden kalma bir kırgınlık vardı üzerimde. Gönül kırgınlığı. Kendi acılarımdan çokça bahsedip trajik bir hava yaratmak

- Bir şey dememe gerek var mı?

- Kır, dedi. Elinde oklava vardı. - Bu bileklerle mi, dedim muzipçe, ipincecik bileklerimi göstererek. - Deneyebilirsin, hadi. Oklavayı aldım. Birkaç kere yüklenerek kırmayı denedim. Oklava kırılmadı, avuçlarım kızardı sadece. Kader oklavayı elimden aldı. Sonra kurşun kalemi tek seferde kırdı.

Başımı hayır şeklinde salladım. Kader bu kez konuşmamıştı. Ama ben bu kez çok daha fazla şey anlamıştım.* Kader mahlasını koyduğum arkadaşıma teşekkürler.


- hayal bilgisi 14

Takas

14

ABDULKADİR ÜSTÜNDAĞ olan ne var ise olmamış sayalım bizler tanyeri ağarırken tanrıyı, los angeles lakers ile takas ettik içine akdeniz’i koyalım nenemin çeyizinden kalma eski osmanlı bakır bardaklarını da koyalım ilk yeğenin süt dişlerini canon çok mega-piksel fotoğraf makinesinden alamadığımız mutluluğu unutmamışken yeni doğmuş özbek çocuğun çekik gözlerini dedemin hacdan getirdiği çin malı mutlulukları da koyalım ve daha bunların üstüne bizden unutmadığımız ne varsa koyalım bunların üstüne de çoktan seçmeli, az becerilmiş çok çok keyif vadeden anlık tüketilmiş küçük mutluluk çubukları alalım ve bizler, evet bizler eski uygarlığın efendileri yeni çağın ölü ruhları bu takastan en az batılı efendilerimiz kadar mutlu olalım hadi hep birlikte batı yakasındaki kameraya el sallayıp meşhur doğulu gülüşü yapalım, mesela çünkü yaşasın mutluluktan yine çok ölüyoruz

Yara ESRA PAK ve adına düğümleniyor yüreğinle söylemediğin kelimeler gittiğin, yol haritasının en kirli yüzünde işaretlenmiş ilk durakta kaybettiklerin çünkü herkes geç kalmayı bir kez tadar hayatta üşüyorum, sen bana sonbaharı göster şimdi biz kim-siz-iz birbirimizde ya da kimsesiz gözlerinin en son baktığı yerden doğdum sana ve sen acılarını güneşe tuttuğunda yanacak asıl yaraların, o zaman anlayacaksın acıyan sen değil, senden bir parça değil ve her yara kendinde bir aşk bırakır hayatta gelip geçenlerin yüzlerinde arayacaksın o çizgiyi ve hiçbir çizgi hiçbir yüzde hiçbir aşk hiçbir zaman yorulucaksın böylelikle ne zaman seni düşünsem o çizgi yüzümde, beni yarama anlatacak sevginle


- hayal bilgisi 14 emre gürkan kanmaz

YİTİMDAR

Birkaçı tanıyor beni, biliyor. Hayatın bahçesinde zamanla oynuyorum. Değersizim. Saçlarım, dişlerim ve kemiklerim mevcut bir kimyaya ait olduğundan, belki bir iz bırakma şansım olur günün birinde. Tanrının beni niçin yaratmış olduğunu düşünüyorum aklımı satın aldığım günden bu yana. Enikonu bir ömür eder bu süre zarfı. Yazıyorum ara sıra. Okuyorum başka yazıları, yazarları. Ne güzel. Yazı hep var. Ama öyle çorak ki arena alanı! Yok. Para edecek, dişe dokunacak, af edersiniz mabada sürülecek bir şeyler arıyor insan bazen. Nerede eski, canım yazarlarım? Değerli ne varsa keşke olsa şimdilerde. Şilte altlarında, tozlu raflarda ya da herhangi bir yersi için. Saklamak için. Saklamak… Ve tabi paylaşmak için de. Düz bir çizgi üzerinde olduğumu düşlüyorum boş kaldığım zamanlarda. Metrelerce yükseklikte. Aşağı kendimi bıraksam, ölmek fiili tedavülden kaldırılasıya kadar düşeceğim bir yükseklikte.

Ah, yeis içindeyim! Kapkarayım. Kurgu bozuğu bir tümceyim. Zembereğim. Hepsi bu.

Kalbime sevseler ya. Ruhuma öpseler ya. Benliğime bulsalar ya.

Okuyun ya da okumayın.

Çok şey istemiyorum aslında. Küçücük. Bir. Anlam. İnce. Bir. Bakış. Değerli. Bir. Susku.

Sepet mepet yumurta.

15

Belki, öncesinde kiralayıp, sonrasında intihar edeceğim bir dairem olmayacak hayatım boyunca. Belki, belediyenin kapamayı unuttuğu çukurlardan birine düşüp beyin kanaması geçirmeyeceğim hiç. Eşimle aynı anda zehir içip, koyun koyuna son uykuma dalamayacağım ya da. Kim bilir, belki ecelimle öleceğim. Sıradan. Kimliksiz. Görev adamı meziyetiyle… Ama öleceğim. Mutluluk yakın. Mümkün de kanımca. Yitimler biriktirdiğim doğru. Meşumlar. Herzeler. Menfurlar. Saklama çabam yok hiçbirini. İşte böyle. Bu kadar. Yazmak istedim ve yazdım.

Gerisi?

Hayal Bilgisi / Alıntılar Defteri SİTARE Annem derdi ki: İnsan iki kollu değildir yavrum, bir kolu ateş bir kolu su, bir kolu gök, bir kolu yerdir. İnsanların içleri parça parçadır yavrum, ufalanırlar bazen toprak olurlar, bazen incelirler, elenirler, süzülürler… Bazen birleşirler, bir olurlar, tam olurlar, büyürler… Bazen yerin altındadır ruhları ne kadar yerin üstünde görünseler de… Bazen semadadır yürekleri, bedenleri zeminle temasta olsa da… (Zercan adlı öyküden…) * Büyüdüm. Kocaman göbeğim, seyrek saçlarım, çizgili yüzüm oldu. Büyüdüm. Az gülmeye, az uyumaya ve az konuşmaya başladım. Hala ranzaların üst katlarından korkuyorum ve hala ranzadan düşüp öldüğümü sanıyorum bazı sabahlar. * Gözlerinin rengini görecek kadar beklemiyorlar karşımda. Hızla gidiyor insan yığınları. Yaşamak, ‘bekleyecek kadar sevmek’ benim için.

tuba yavuz

(Ahzâ adlı öyküden…) Ellerimin balon koktuğu yıllardı. Rüyalarımda hep uçarken görürdüm kendimi. * Yaşıtlarım hiç arkadaşım olmazdı. Onların yerini taşlar, kuşlar, kediler, tahta parçaları, patlak tekerlekler almıştı. (Düş’ün adlı öyküden…) * Burnum küçük, ağzım küçük, ayaklarım küçük ama ellerim kocaman. Hayatı ellerimle kavrıyorum. Oğluma bu ellerle ilk tokadı attım. Oğlum beş, tokat otuz beş yaşındaydı. (El’le adlı öyküden…) * Aynı günün sabaha yaklaştığı saatler; hayvan seslerinin insan seslerinden çok çıktığı saatler. Bu saatleri seviyorum. Herkes uykuda. (Kesb adlı öyküden…) Meserret Yayınları – Öykü – İstanbul 2014


- hayal bilgisi 14

Siir Ültimatomu BEYZA HİLAL NUR DİNDAR ben çok iyi yalan söylerim bu yüzden bana “şairsin galiba” dediler şair gibiyim evet kavgamdı bütün şiirlerim hayat bile bize bu kadar ciddiyetsiz bir duruşla bakarken kravat takıp takım elbise giymek neden abiler kavgamız ciddi bir şiir miydi yoksa tanrım matematik kitabımın üstüne aritmetik bir yemin ederim ki, şairim ben bir denklem kurbanı matematik zayıflarıyla karnesi dolu bir kulum çözülmek istiyorum bedenimden kimya derslerimde pozitif ilimlerin hepsi not kavgasıymış öğrencilerin meğer yetmiyormuş “iki kere iki dört” demek ticarette tanrım işte bu egoist kulların ne isterler dualarında kendi dileklerinden başka halini hatrını sormazlar hiç senin tanrım nasılsın? umarım iyisindir çünkü bitmek bilmez savaşlar var ve çocuklar, oyuncakları kırıldı gözyaşı dökmüyor buralarda katliam için çocuk kanı döküyorlar bir marifetmiş gibi ve ben savaşın ortasındayım rabbim sana öyle muhtacım ki yardımına ihtiyacım var stop kậlu belậ’da doğruyu söyleyip dünyada şaşanlardan hesap gününe inanıp dünya malına tapanlardan yetimin hakkına girip çıkışı bulamayanlardan şikayetçiyim rabbim helak etsen ya içimizdeki canavarları mışıl mışıl ölelim müsaadenizle rabbim biraz ölüp döneceğim asosyalist memleketin çocukları müslüman olabilmek çok para rabbim petrol savaşları ve çıkar kavgaları hamile bırakıyor bütün savaşları ölsünler istiyorum şu katiller ölsünler anladınız mı amel defterindeki kırık notları kimse silemez elbette çamaşır suyu ile o yüzden kötü olmaktan vazgeçin artık barışın altından sopa gösteren zalimler deterjanları ve insanlıkları konsantre zengin çocukları siz benim gibi şiir yazamayacaksınız şimdi müsaadenizle ölmeye gidiyorum rabbim beni dinlediğiniz için teşekkür ederim ve bu bir şiir / şairim galiba ben / şair gibiyim / ve şiir / şiir / nokta

16


- hayal bilgisi 14

Adige Batur

17

PENCERENİN IŞIĞI gölgeler bir tutam kuş savurur heykelleri ince bir gül makâmı nazenin mi nazenin evhamlı hallerini saçıyor kuytulara inceden bir ağ gibi kalbinin mahurluğu ve kutupta terk eden cesaretle tanışır koynunda saklı durur güvercin gerdanlığı uzak iklimlerde gün geceyle buluşur viran bağdan seyreder gölgeler temâşayı gümüş tepsilerde sunulur bağlılıklar bir halka geçer önce boynundan usul usul sonra parmaklarında metalin aydınlığı sürmenin siyahında gizlenen ak umutlar gözyaşıyla buluşup aşikâr olduğunda serpmeli bir ebru yayılır yanaklara ve sonra bir güvercin kafeslerde çırpınır sırtını döner gurur dosta kapanır kapı kırık gül saksıları mutfaktaki dalgınlık uykuya küskün gece buğulu çeşm-i siyah terk edilen son durak pencerenin ışığı pencerenin ışığı perdeye durduğunda asarmış aynalara yıllanmış sırlarını ve bir yıldız kayarmış zühre’nin avucunda

Hasan Bozdas NEF NEHRİ’NE MERSİYE içimdeki taş, sığmadı çocukluğumun iğne deliğine annemin eğirdiği, biraz da kalın iki yarımdı ülkem nef nehri’nde batan gemi, kâğıt en son bir çocuğun elinde görmüşler en son elleri görülmüş insan, sırtına daha büyük bir kambur bağlamamış kendinden sonra bu yüzden, yer, yedi kat üstümde duruyor yedi kat içindeyim kendimin kaçan bütün çocuklar için önce ben ölmeliyim tut rüzgâr tut hangi anne tutamadıysa içini, onun için tut göğü olan hiçbir kuş aşağı bakmayacak benden sonra önce beni tutuşturacak yeryüzünün bütün lambaları bütün yokoluşları suya yıkalım bir dilek, bir fener belki göğü yangın yerine çeviririz belki bir anne geçer iki çocuklu çiğneyerek içimizdeki aksa’yı, ‘aşağı atalım’ kudüs’ten size bir yarın yapalım içinde çöl ve susuzluk geçsin kadınlar ağlasın, anne olmamış kadınlar ki bazıları taşa katılmış başımız, altında kalmış bütün cinayetler, bir zamanlar çocuk olanlar çocuk kalmadıkları için, her kadın anne sayılmaz şimdi şehir aşksız, şimdi kadın ölümün pasaklısı nef nehri’nde bir bulut, seylan ne çok uzakta siyam ne çok karanlık bengal mi burda, kudüs mü yakın asya’nın bütün suları, bir gemi batsın için kağıt ve ıslak ellerinde çocukluğumun ben evinden kaçabilecek kadar uzakta bir beşik tutuşturdu şimdi kargalar bir anne yangından kaçarken suda boğuldu ben kucağında kayboldum


- hayal bilgisi 14 leyla arsal LAL HEZAR

18

“sevgi ölümsüzdür” dedi, bir ‘bilge’ kişi ne çok sevmişti. sevmişti de, serçe de asma’ya gizlenmişti ‘sır mahâl’ mecralarda tövbeli ve esrik ‘hulyâ’larla sivrilmişti aşk’ı im’leyen dil mi, yürek miydi, keşf-i muamma hiç sorgulayamadı lâl hezâr; sustu sustu ve hep ağladı, ‘o’ dilsiz dudakta giydim şimdi hayalimin kırmızı pabuçlarını ve adımlıyorum bin fersah öteye, kımıldatmadan tırnak uçlarımı yastığım şahit, yorganım ve dahi başucu kitabım rüyalarım da olmasa kime sırdaş olacak bunca hitabım ve aynı nihavend parçaya tâkati olacak mı dudaklarımın ey sevgili sen de bu ‘sır’ mizâna çağlayarak sokul kalma şüphede bir adıma olmasa da mecâl, inatla bin fersah ilerle vardığın her lâl kapı kapansa da bir bir gök’yüzüne koynum bir beyaz ırmak, dokun ve diril arzuyla göğsümde

beyza alioğlu HER SES YÜREKTE BİR ŞİİR

yarım kalmış bir geçmişten payıma düşenler heybemde kalan sızılı kıvılcımlar bilmezsin bilirim düne küsüp, bugüne ağlamanın beklenmedik bir sese heyecan duymanın kapı aralığından sızan ışığa hâyaller kurmanın eşiğinde bir hayatın hoyratlaşmasını yabancısı olduğumuz bir şehre koşar adım girmenin verdiği acemi hevesteyim dilimin altında saklanan gizli özneler ellerimdeki sökükleri yamalamaya da yetmiyor direnmeye hazır bir benlikte, yazılmamışlara inat bağdaş kurmalıyız, çağın yalnızlıklarına gözlerin nemlendiği yerde biraz gülümse konuş ki kapansın mesafeler madem, gökyüzü bu kadar mavi kuşlardan oluşan nice dizelere koşmalı şimdi şiir kokuyor satırlar ve ey gönlüm çık aradan


- hayal bilgisi 14

Murat Toluk NERDE DOĞDUĞUNU ANLAMAYAN BİR BALIK nerde doğduğunu anlamayan bir mülteci balık dalıyor rüyalarıma gecenin hüzün skalasını es geçiyor bir çift kuşu dünya ekonomisini öldürülenler üstüne döndüğünden beri her anne bir katil, doğurduğu çocuk için bir cinayet daha geçiyor bir annenin sabıka kaydına afrika’da müminler kardeş mi diyorum bir kelebeğe ömrümden kalan saatlerle bir pazarlık yapalım sen bana bir günü ver ben sana kendimi diyorum daha uzlaşmadan pencere camına vurup intihar ediyor kendini kelebek insan olmak bu kadar mı korkunç liya ve anlaşmaya oturmuş bütün korkak adamlar yeşili yok edeceğiz diyor betonist bir ayı hangi bal arısı terk etti ki kovanı neden sen gidiyorsun ki liya gitmesi gereken icra memurları varken ölmesi gereken o sümüklüböcek gibi sümüğüyle dünyayı kirleten devlet boşbakanları varken benim senin ardından acı çekmem bu dünyadaki başka bir yanlış ve başka bir yanlış daha düştü anne rahminden dünyaya afrika’da bütün aşklar mı bonzaili neden bu kadar bilinçsiz oysa henüz bir balığa anlatmıştım seni henüz yalnız fok balıklarını bile kıskandırmamıştım ki bir keşişe anlatıyorum bütün bunları temize çıkar mı kürk katilleri diyorum yeni kadın isimleri veriyor laf arasında keşiş biliyor muydun? erkek çocukların hepsi günahkâr doğar başka bir kadına âşık olmak için mi ağlar keşiş âşık olduğunu da söylüyor, bir kediye bir mabede doğmasaymış cerrah olmak istediğini söylüyor bütün günahları estetik edebileceğini söylüyor dualarla anlamıyorum keşişi, zaten dinlediğim de söylenmez ya bana ne ben de âşık olarak doğmasaydım harita olmak isterdim dedim o zaman bütün çocukları saklayabilirdim bir adada nato ayılarının ulaşamadığı sonra özür dilemem gereken binlerce hayvan var bu dünyada onlara benzettiklerim için bazı insan bozuntularını hayvanlar önemser mi beni senin gibi liya bilmiyorum ama harita olmamak yeterince sıkıyor canımı otur oturduğun yerde bir de sen sıkma canımı diyemedim kayıtlara geçti sustuklarım münkirle nekir ne çok yazıyorlar sustuklarımı oysa söylediklerim daha az bir kürtçe şarkının ortasında öyle savunmasız duruyorum kaç kişi yasak diye anmadı adımı oysa her gece bütün dünya uyurken annem topraktan bile gizli kürtçe seslendi ezanla kulağıma bir ninni diyordu gökteki aya bir ninni daha bitmeden gündüz olmasın diye yasak bir dilde gözyaşı döken kaç kadın kaldı ki liya sen kalkmış bana yürümüyor diyorsun bu aşk aşk kürt bir çocuk oysa emekleyerek giden sessiz, yasak, durgun bir ölü gibi soğuk lütfen otur şuraya artık bizden daha mühim ölümler var dünyada çocukları kim uçuruyor birer birer kafesinde

19


- hayal bilgisi 14 kelebeklere kim veriyor bu yapma çiçekleri henüz çözmedi mi devlet başkanları çayın bağımlılık yaptığını azrail’e bir telgraf çeksek mi diyorum hazır ölmüyoruz bir kaç ülkeyi silmek istiyorum dünyadan bir kaç korkak savaş başkanı ve adalet bakanı bunlar neyin başı neye bakıyorlar bir işçi havuz problemi sanıyorlar her şeyi sana diyorum liya dünya bu kadar büyükken neden ölüyor afrika’da açlıktan çocuklar neden ağlıyor şengal dağları’nda kürtçe bakışlı bir anne neden filistin siliniyor haritadan neden harita kanıyor arakan’da ah liya henüz nerde doğduğunu bilmeyen birer mülteci balıklar dalıyor rüyalarıma ve hala ölüyor çocuklar bu kadar mı kirli yaşamak için dünya bir de sen gidiyorsun sahi bu kadar mı kısa aşk, kalmak ve öpmek için bütün ayrılık skalaları seni kaparsa kim saracak beni rüyamda kime anlatacağım allah’a karşı olan bu dünyayı kim umursar ki artık bu susulanları şimdi kal birlikte tıkayalım bütün günahları insanların gözlerine, kulaklarına varsın onlar şiir desinler, deli saçmalığı desinler.

Üzgünüm ŞAHİN SEVİM kırık bir ikindi edası derin bir çığlık kopuyor yüreğimden yankısı çocukluğum boyu ta ötelerde tarlanın dibinde ki meşe palamudundan bir tarla kuşu havalanıyor göğe doğru kan ter içinde ekin biçiyor anam uzaklarda başaklar gibi çoğalıyor buram buram kırık bir ikindi edası kalem ucu kadar öksüz yüreğimle dalıp dalıp uzaklara bir ah’lık ziyanlarda geçmiş ömrüm bir umudu olmalı insanın ya da aynalarda bir yüzü hiç büyümüyor hayallerim bir yağmur birikintisinden su içen serçeleri seyrediyorum onlar kadar ürkek ve tedirginim artık daha hızlı çarpıyor kalbim tüm acılar koynumda

hıçkırarak gidemediğim yolları uyuyorum nicedir nereden geçsem geçmişten kalan izler gündüzlerim bir sevdanın kara rengi geceler zehir zıkkım çatılmış iki tüfek gibi kaderin kaşları sırılsıklam yalnızım son sigaram da sönüyor gün gibi yalnızlığım üzerimde dönüp duruyor bu dünya haddinden fazla boğuyor artık beni alın terli ekmeği bilirim ben bir de şiiri giderken ardımda büyük acılarla sadece üzgünüm

20


- hayal bilgisi 14 [

ÖZLEM AYDIN

]

21

gazze Adın avuçlarımda bir inci tanesi, ey meltemlerin ruhuma taşıdığı çocuk, kirpik aralarında saklıdır bir milletin yası, yaşının çok üstünde belini kıran acılar taht kurmuş yüreğinde, sana bakabilmek ne büyük cesaret… Karşında susmuşken kainatın tüm kelamları, çığlıklar yetişir idamıma. Asılır saçlarımın ucunda bir kundak, sözden öte hisler yaşıyorum, taşıyor bardağım, bir yudum su oluyor haram… kapatın tüm pençeleri / kapılar kitlensin / sussun tüm şarkılar / hissetmeyen tüm yürekler dursun Solsun çiçekler ya da solmasın çiçekler. Hazan mıdır bu bilmem, sonbahar düşürüyor bir milletin umutlarını ağır ağır, tufanlar patlıyor yüreğimde, sınırımı zorluyor bu yaşananlar, şiirim katliamın eşiğinde. sözden öte dualar var biliyorum ben sana bakmaya korkuyorum Gözlerin öylesine güzel, öylesine hisli, taşıdığın manaya aklım eremiyor, yırtılıyor ruhumun duvarları yıkılıyor içimde minareler, adının global enfeksiyon yalnızlığı rotası şaşkın modernite çıldırış üç aşağı beş yukarı tozlu çıkmazlar henüz tanısı konmamış bulaşıcı taşkınlık ‘global enfeksiyon yalnızlığı’ yarası helezonik marazi alışveriş kulvarı koştukça s/açılan müsrif inanç kurbanları farazi siluet göz aldatan kamaşma çok ötelerde bir çocuk kurşun enkazı altında nefs taciri düğmesi kopmuş giyim ölüm saçar durmadan sandığı kırık seçim güzelliğin adresi tonlarca kusur sıralanmış

geçmediği hutbeler yapışıyor yakama, secdeye vurduğum alnım ak değil… Toprağının kanı ve tozu doluyor avuçlarıma. Ey seher! Es esebildiğince; vakit, zaman, mekan senin. Ey seher! Es esebildiğince; sevda, dava, yürek senin. Yetim yüreğim, öksüzlüğüm, vatansızlığım, vicdansızlığım zorluyor asabımı. Asıp ruhumu bir şiirin gölgesinde seninle göklerde mai uçurtmalar uçurmak istiyorum. Ebem kuşağına çıkıp, rengarenk düşlerinde var olmak istiyorum. Ey dünyanın yetimi, en öksüzü, sana bakmaya doyamıyorum… Adın avuçlarımda bir inci tanesi, gözlerinde Muhammedi bir muhabbet, yüreğinde dünyanın yükü, alnında bir nur… Gözlerimi senden alamıyorum. Ey dünyanın yetimi, içimdeki katliama dur diyemiyorum. Yetişin! İnsanlığım, imanım, vicdanım ölüyor. Yetişin! Şiirim, ümidim, duam eksiliyor. Yetişin! Mısır’da Nil, Nil’de Musa, Mezapotamya’da insanlık ölüyor. SEZGİN KARADAĞ

bakıma muhtaç baksan ne fayda asıl, ruhlar kıraç reklam sermayesi boy boy asılı şuh gülüşmeler ayak altı topuklarda çiğnenen cennetler kuyu kuyu ‘enter’ çıkmazı güya sûni teneffüs yaşam arası içten ırak yapay söyleşi teknolojik halüsinasyon rüyası ‘beğen’ ‘beğenmekten vazgeç’ med-cezir kavgası radyoaktif sipariş iletilerle cepte uyutulan polifonik senfoni

gönderdikçe yayılan trajikomik ironi sanal hakimiyet kafesi tir tir titreyen nice özürlü köle ‘korkmayın, kimliğiniz bende!’ toplum emeli çekirdek aile çok sıcak işler de yoğun baba tatilde dalmış hanım sanal ikilemde çocuk ağlar ‘yemek yanıyor anne!’ yaşamak zor zenaat her susuz kendi ateşinin gölgesinde yandıysan dön dolaş cennetinin kederinde


- hayal bilgisi 14 DUDAK BÜKENLER SOYUNUN FENALIK GEÇİRTEN HİKAYESİ

Ilkay Atay Dudak bükenler soyunun yedi cihanda adı çıkmıştı. Hiçbir şeyi beğenmez, hiçbir şeyden keyif almazlardı. Yaşamla ilgili ne varsa, her şey onlara lüzumsuz gelirdi. Asırlar boyunca asık bir suratla kollarını bağlayıp oturur ve insanın içini ısıtan türden samimi duygulardan ısrarla kaçınırlardı. Onların hayattaki tek meşguliyetleri dudak bükmekti. Saniyenin onda birinde on farklı teklife on farklı yöntemle dudak bükebiliyorlardı. Hatta bir keresinde iyi niyetli bir bilge onlara “Madem başkalarının yaptığı hiçbir şeyden tat almıyorsunuz, öyleyse kendi zevklerinize uygun bir şeyler üretin” diyerek fikir vermeye çalışmış fakat adamcağızın teklifine o kadar hızlı ve şiddetli bir biçimde dudak bükmüşlerdi ki, kalbi kırılan bilgenin dili tutulmuş, gözleri kör olmuştu. Dudak bükenler soyunun buna benzer daha birçok vukuatı vardı. O yüzden herkes onlardan uzak durur, kimse onları sevmezdi. Nadiren, köylerinin yakınından bir gezgin geçecek olsa anında havadaki sıkıntıyı fark eder ve adımlarını hızlandırırdı. Dudak bükenlerin gözlerinden öyle içe işleyen bir can sıkıntısı okunurdu ki, bakışları altında her şey sararıp solardı ve dudakları öyle gözü kara bir memnuniyetsizlikle mühürlenmişti ki, onlarla aynı havayı soluyan tüm canlılar yaşama sevinçlerini kaybeder, kendilerini sarp yamaçlardan aşağı atarlardı. Yaşadıkları köyde hava soğuk, toprak bereketsizdi. Kaldı ki, onlar da bu sıkıcı yaşam şartlarından şikâyet eder ve hiç durmadan hayata dudak bükerlerdi. Günün birinde, dudak bükenler köyüne ağzı kulaklarında genç bir şair geldi. Delikanlı o kadar mutluydu ki, bastığı yerlerden çiçekler fışkırıyordu. Coşkuyla dans ediyor, gülücükler saçarak şarkılar söylüyor ve hayali sevgililerine şiirler okuyordu. Sonra köyün kızları kutu gibi evlerinden dışarı çıkıp ona kahredici tavırlarla dudak büktüler. Ardından kızların anneleri de peşleri sıra gelip dudak büktü. Nihayetinde de, babaları peydahlandı ve öyle kırıcı bir şekilde dudak büktüler ki, şair delikanlı bir anda kırk yıl yaşlandı, saçları beyazladı, yüzü kırış kırış oldu ve kederden bir daha hayatı boyunca tek bir şiir dahi yazmadı. Yine başka bir gün köyün yakınındaki boş bir araziye panayır kuruldu. Büyük bir festival düzenlendi, komşu köylerdeki tüm gençler ve çocuklar toplanıp geldiler. Şenlikte neler vardı neler… Gezici tiyatro toplulukları, pamuk şekerler, alevli kılıç yutan adam, havai fişekler ve daha nicesi… Havada neşeli insanlardan yayılan sarhoş edici bir koku kol geziyordu. Kuşlar cıvıldaşıyor, yapraklar hışırdıyordu. Derken, o mutlulukla demlenmiş olan tatlı koku aniden esen hafif bir rüzgâr tarafından dudak bükenler köyüne taşındı. Dudak

22

bükenler mutluluğun kokusunu alır almaz hınçla doldular ve bir hışımla kalkıp festival alanına yürüdüler. Mutluluktan yanakları pembeleşmiş tüm genç ve çocuklara acımasızca dudak büktüler. Renkli hayalleri, kinle bükülen donuk dudaklar tarafından yıkılan gencecik ruhların hepsi ağırlaştı. Bu ağırlığa dayanamayan komşu köylerin çocukları ağlayarak kaçıştı ve ormanda kayboldular. Çocuklarının kaybolduğunu öğrenen tüm anneler üzüntüden verem oldu. Hiçbir hastaya şifa bulamayan doktorlar çaresizlikten mesleği terk etmek zorunda kaldılar. Yerlerini meslekten anlamayan sahte doktorlar doldurdu ve nicelerine şifa yerine zehir verip hasta ettiler. Mevsimler geldi geçti, hayat devam etti. Dudak bükenler köyünde hiçbir şey değişmedi. Aslında ufak da olsa bir takım farklılıklardan bahsetmek mümkündü. Dudak bükenler aradan geçen zaman zarfında boş durmamış, dudak bükmek için yeni ve çok daha etkili birçok yöntem geliştirmişlerdi. Artık yalnızca dudak bükmekle kalmıyor, aynı zamanda başlarını hafifçe yukarı kaldırıp burunlarından aksırır gibi itici bir ses de çıkarıyorlardı. Hayatı lanetlemek için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Hayata tahammül etmelerini sağlayan tek şey buydu! Dudak bükenlerin yaşamları o kadar sıkıcıydı ki, sisli bir gece yarısı köye eşkıyalar dadandığında sevindikleri bile iddia edilebilirdi. Eşkıya ellerindeki avuçlarındaki erzakı zorla alıkoyuyor, köyün kızlarını taciz ediyor ve erkeklerini sopalıyordu. Dudak bükenler eşkıyanın zalimliği karşısında tir tir titriyordu. Canavarca davranışlar içindeki bu eşkıyalar aslında dudak bükenlere yabancı değillerdi. Zamanında kendilerine hoyratça dudak büküldüğü için kaçıp ormanda kaybolan mutsuz çocuklardı onlar. Eşkıyanın akla hayale sığmaz zorbalığı yıllarca devam etti. Dudak bükenler acı ve sefalet içindeydi. Günün birinde, yoldan geçen bir samuraya yalvarıp yakararak yardım dilendiler. Kahraman samuray uzun süren kanlı bir çatışma sonucunda köyü eşkıyadan tümüyle temizledi. Lakin savaş sırasında yaralanmış ve yorgun düşmüştü. Şimdi yardıma muhtaç olan kendisiydi ve bakıma ihtiyacı vardı. Fakat dudak bükenler herkese karşı olduğu gibi ona da kuşkuyla yaklaştılar. “Sen sırf kendi şöhretin artsın, adın kahramanlıklarla anılsın diye yardım ettin bize!” diye terslediler. “Sana borçlu olduğumuzu düşünüyorsan hayal görüyorsun çünkü sen de en az eşkıya kadar zorbasın!” Tüm bunları söylediler ve adamcağıza suratlarını ekşitip dudak büktüler. Duydukları karşısında hayata inancını


- hayal bilgisi 14 kaybeden samuray kılıcıyla doğramayı tercih etti.

kendini

baştanbaşa

Dudak bükenlerin soyu yıllar yılı artmaya devam etti. Yıllar yılı çevrelerindeki her şeyi değersizleştirdiler. Ayrıca dudak bükme yöntemleri de zamanla çok daha kusursuz biçimler almaya başladı. Öyle ki, artık dudak bükerken bunu hiç fark ettirmeden yapıyor, sanki herkesten daha mutluymuş gibi gözüküyor ama bir şekilde çevrelerindeki herkesin hevesini kaçırmayı başarıyorlardı. Dahası artık bükülen dudaklar sadece onlarınkiler değildi, çevre köylere de bulaştırmışlardı

bu hastalığı. Bir süre sonra köyler, kasabalar, şehirler hatta koskoca kıtalar bile dudak 23 bükenlerin tüm neşeleri söndüren o devasa keyifsizliği karşısında yenik düşmüş ve tüm dünya dudak bükenler soyunun bir parçası haline gelmişti. Kaynağı bilinmeyen bir kehanete göre, dudak bükenlerin mutsuzluk lanetini kırabilecek olan tek şey, günün birinde gelecek olan samimiyetle gülümseyenler soyuydu fakat onların da ne zaman geleceğini hiç kimse bilmiyordu.

[ ŞÜKRÜN EŞİĞİNDE ]

saliha güngör

Bir kez daha yanıldık, bir kez daha… Perdeyi çeker misiniz bayım? Fazla ışık sızmış içeriye. Adam huzursuz. 3. vagondan gelen çocuk kahkahası yolculuğun süruru olmuş vaziyette adeta. Yolcular ve dahi görevliler hallerinden memnun. Adam huzursuz. - Çocuğu susturur musunuz! -

Şimdi mutlu olmalı, çocuğun temiz kahkahaları kesilip herkes sanal aleme çekildiğine göre! Vagonun küçük camı ufkuna yetmiyor bay huzursuzun, daha büyük, daha kocaman, fakat daha ışıksız bir cam arayışına kapılmışa benziyor. Etrafına bakınıyor yitik bakışlarla, annesinin kucağındaki dünyayı tanımakla meşgul bir masum dahi yüz çeviriyor, vagonun kirli camını yer bellemiş böcek de umursamıyor bu katledici bakışları. Bu yolculuk uzun, adam huzursuz. Yan vagondan bir mırıldanma geliyor ince ince. Belli ki genç adam sevdiğiyle konuşuyor, teselli dolu bir mısra gönderiveriyor kimselerin duyacağını umursamadan: “Ayrılık buluşmaya doğrudur.” Telefondaki ince ses şükrü tanıyanlardan, uzaklaştıkça yaklaştığına inananlardan... Adam huzursuz, adam şükürsüz. Şiirle verilen tavizlere kızmayın bayım! -

Bir arzunuz var mıdır efendim?

Görevliler kibar, en azından formaliteden kibar. Bunu beceremeyen çok insan var azizim. -

Hayır!

Teşekkürsüz, kuru ve net... Bir su alabilirdi bu huzursuzluğun üzerine. Kahkaha atan bir çocuk yüreği, yan vagona eşlik etmek durumunda kaldığı şiirsellik, yolculuğuna refakat etmeyen vagon camında anlaşılmayı bekleyen minik böcek... Kolay iş değil, al sana huzursuzluk!

Tren yavaşlıyor, belli ki kısa bir mola uygun görülmüş. Manidar. Adam huzursuz. Çantasına uzanıyor yağan yağmura teslim olmamak için, şemsiyesini arıyor telaşla, ıslanmak büyük sorun elbet! Şükrü bilmeyen rahmeti ne bilir. Islanmamalı! Bir bekleyeni varmışçasına iniyor tanımadığı bu yerde. Fazla umudun sebebiyet verdiği bir umutsuzluk belki de. Cebinde ağırlık yapan kuruşluklarla bir gazete almayı uygun buluyor, oturuyor ıslak banka huzursuzca. Yolculuğunda gördüğü bir sima ıslak banka oturmasına şaşırıyor, aldığı gazetenin üzerine oturmasını beklercesine, hayretle izliyor uzaktan. Adam umduğu bir aksiyonu yakalamışçasına üçüncü sayfa haberlerine yöneliyor. Oysa bir önceki sayfada dünyaya gelen ikiz bebeklerin mucize kurtuluşunu anlatan bir haber vardı, bakmaya tenezzül etmediği ilk sayfada ise mutlu bir insanın yorumu... Ama ilgisini çeken üçüncü sayfa haberleriydi, çekici olan huzursuzluktu. Yoğunlaşan kalabalık molanın bittiğini gösteriyor, gazete bitmedi, en mühimi ki üçüncü sayfa haberlerinin en esrarengiz cinayet olayına gelinemedi. Mola bitti, adam huzursuz. Ayaklarını sürüyerek kalktı zorla yolculuk yaptırılıyormuşçasına. Mendil satan çocuğu fark etmeden, eli tutulmayı bekleyen yaşlı bir beyi boş verip, dolduruverdi koltuğunu gazete kupürleriyle. Yan vagondan yine aşk dolu, umut dolu şiirler yükseliyor. Yolcuların kendine katılmasıyla daha da mutlu olan bir çocuk doyasıya gülüyor, umarsız... İnsanlığın mahiyeti zordur diyen bir anne kızını merhametle geleceğe hazırlıyor, bir baba kaç saat süreceğini bilmediği yolculuğunun son azığını yavrusuna veriyor şefkatle. Yağmur ısrarla yağmaya devam ediyor: “Bugün yalnız bana tahammül edin” dercesine. Varlığımızla ruhumuzun yüzleşmesine “gerçek” denildiğini söylüyor bir hoca talebesine ve ekliyor: “Gerçek, yani huzursuzluk!” Adam huzursuz...


- hayal bilgisi 14 [ DÜŞ’ÜN ] tuğba yavuz

24

Ellerimin balon koktuğu yıllardı. Rüyalarımda hep uçarken görürdüm kendimi. Ne zaman düşecek olsam uyanıverirdim ter içinde. Kalbimin kıpırtılarını herkes duyacak da başıma toplanacaklar diye korkardım.“Sus artık” derdim kalbime sessizce. Sonra yeniden uykuya dalar yeniden uçardım. Bir gece uçurumdan aşağı hızla düşüyor; başka bir gece yeryüzünden göğe doğru süzülerek yükseliyordum. Geceleri uçtuğum yılların gündüzleri de güzeldi. Rüyalarla oyunları, oyunlarla da gerçekleri hep karıştırırdım. “Bizim oğlanın kafası biraz karışık” derdi dedem gülerek. Oyunlarla bakardım güneşe. Kötülüklerin bilinmediği iyiliğinse kendiliğinden yaşandığı yıllardı. Oyun oynardım. / Sadece oynardım. / Hep oynardım. Yaşıtlarım hiç arkadaşım olmazdı. Onların yerini taşlar, kuşlar, kediler, tahta parçaları, patlak tekerlekler almıştı. En çok da köpekler… Hele benim kara köpeğim. Aslında bembeyazdı. Kirden, çamurdan griye dönmüş tüyleriyle, buruşuk ve asık yüzüyle herkesi korkuturdu. Kara köpeğimdi, kara dostumdu o benim. Evi mahallenin sonundaki mezarlıktı. İnsanların ölüm yeri onun doğum yeriydi. Koşardık, terlerdik onunla. Gizlice lokantadan aldığım yemeklerle beslerdim. Gecesinde uçtuğum bir günün sabahıydı. Ter içinde uyandım. Rüyamda boşlukta koşarken çamurlara battığımı görmüştüm. Her yer çamurlaşmıştı ve ben bir yandan koşuyor bir yandan da çamura dönüyordum. Çamurdan kaçarken uçurumdan aşağı düştüm ve hızla yere doğru yuvarlanırken uyandım. Bu uçuşum diğerlerine benzemiyordu. Korkmuştum. Belki bağırmıştım, sesim tazeydi. Bu saatte evde kimse kalmazdı. Herkes sabah ezanından sonra çıkardı. Yalnızdım. Duvarlarda kara köpeğimin bana baktığını gördüm. Gözlerimi kapadım. Açtım hala ordaydı. Yumdum gözümü sıkıca. Bekledim. Beklerken korktum tekrar uyuyakalırsam o rüyayı görürüm diye. Açtım. Açınca da korktum kara köpeğim duvardan bana bakıyorsa diye. Hemen buradan çıkmalı ve kara köpeğime gitmeliyim dedim kendi kendime. Nasıl giyindim nasıl çıktım nasıl koştumsa kan ter içinde mezarlıkta buldum kendimi. Sisli bir sabahtı. Mezarlıktan hiç korkmazdım çünkü kara köpeğimin eviydi burası ama sanki bugün her şey daha başkaydı. Sis, nem, hayallerim ve kâbuslar birbirine karışmıştı. Etrafa bakındım. Kara köpeği gördüm. Bir şeyler yiyordu bir mezarın üstünde. Anlamadım, ağzının kenarında kan vardı yahut ben kana benzettim. Çiğnedikçe kan damlıyordu ağzından mezarın üstüne. Korktum, ne yediğini anlamadan kaçtım. Hemen eve gidemedim. Yalnız kalmaktan çekindim. Sevmediğim bir durumdan sevmediğim bir yere kaçmak istedim. Babamın küçük bir esnaf lokantası vardı. Dar uzun ve yağ kokan hep soğuk bir lokanta. Yazın da kışın da hep üşürdüm orada nedense. Koridoru lokantaya çevirmişler gibi gelirdi, duvarların yanlarında masalar, sandalyeler

aradan geçecek yer bile kalamayan daracık bir uzunluk. İçim daralırdı, duvarlar ve masalar üstüme yürürdü burada. Hele kalabalıksa… Uğultulu uzunluk soğukla içime işlerdi. Hep yanık yağ kokusuyla limon kolonyası (giderken müşterilere dökerdik) birbirine karışırdı. İçimi doldururdu burası boşluk bırakmadan: Sesler, kokular, insanlar, sürekli bana çarpan sandalyeler… Okul çıkışında buraya gelirdim. Annem burada olurdu hep. Sabah ezanıyla gelirlerdi babamla, annem erkenden yemeklere başlardı. Hep yorgun görünürdü, beli her zaman eğik. Hiç dik durduğunu hatırlamam ve hiç dişlerini gösterecek kadar güldüğünü de. Korkardım. Bazen de üzülürdüm anneme nedenini bilmeden. Az konuşur çok çalışırdı. Beni görünce: -

Karnını doyur, eve git, derdi

Çok çeşit olurdu babamın lokantasında: yemekler, tatlılar, çorbalar… Ben hiçbirini sevmezdim. Her gün toktum, her an toktum hele buraya girdiğimde burnuma değen karışık kokularla hep toktum. Hep mızıldanır midem bulana bulana zorla yerdim. Zorla yenen yemek bile fayda etmiyor galiba hep zayıftım, hep hastaydım, hep halsizdim. Yemekten sonra annem çok durmamı istemezdi ve anahtarı elime verir “git ders çalış” diye hep aynı nasihatle beni eve yollardı. Evin altındaydı lokantamız. Ben sırtımda koca çantanın ağırlığıyla ezilen zayıf bedenimi adeta sürükleyerek apartmandan yukarı çıkardım. Daha ilk katı çıkarken burnuma evlerden yemek kokuları, kurabiye kokuları gelirdi. Durup merdivenlerde mis gibi ev kokusunu içime çekerdim. Lokantadaki yemeklerin yağ kokusu ve iş kokusu gibi değildi bu kokular. Ev kokuyor, anne kokuyor, sımsıcak kokuyordu. Özenirdim komşu çocuklarına. Bazen kızardım anneme bana evde yemek yapmıyor diye. Evdeki sofraları, evdeki kurabiyeleri, evdeki masaları özlerdim. Hep kendi anahtarım olurdu. Hiç kapıyı açan olmazdı bana. Zile basardım kimsenin olmadığını bilsem de. Midemin her zamankinden çok bulandığı bir gündü. Üstümde lokantanın yemek kokusunu hissediyordum. Nereye gitsem koku benle gelecek gibiydi. Kara köpeğimi görmeyeli iki mevsim değişmişti. Yeniden


- hayal bilgisi 14 kışa yaklaşıyorduk. Ayaklarım dermansızdı. Zorlanarak yukarı çıktım. Elimde anahtarım vardı ve ben kimsenin açmayacağını bildiğim kapıyı yine de çaldım. Beklemeden anahtarı deliğe soktum, midemin bulantısı artmış bir de gözlerim kararmaya başlamıştı. İyi değildim. İçeriye bir adım attım ve hızla kucağıma gelen ağırlıkla yere yığıldım.

Yüzümdeki ıslaklıkla gözümü açtım. Kara köpeğim yüzümü yalıyordu. Sarıldım tüyleri 25 tertemizdi. Yıkanmış aklanmış kara köpeğim beyaza dönmüştü. Kokladım, öptüm. Benim yemek kokum köpeğimin kokusuna karıştı. Midemin bulantısını unuttum evde kimsenin olmamasını da…

[ SEVİL TÜRKYILMAZ ]

Affet içimde bir çocuk var kan uykularda uyandı dün gece cevapsız sorularla abla annenin boynuna taktılar mı hiç incecik bir halatı fakülte okuyormuşsun, seksen beş almışsın son sınavından. annem kaç alır bu çetin imtihanından nar çiçeği eteğinin altında iyi durdu yavru ağzı iskarpinlerin meraklanma meraklanma medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavardır insan hakları dediğiniz koca bir yalandır belki hâlâ insan kalabilen birileri de vardır son çıkan telefon markası kadar hayret ifadesi uyandırmıyor rakamlar üzerinden şiddetini arttıran ölümler sende, hayret ettim sana abla alışılan şeyler olağan sayılıyor olmalı anlıyorum seni sendeki de candır siyah fötr şapkalı adamlar mı daha çok sıkar insanın canını sizin açgözlü iştihanız mı diye düşündün mü sen de hiç abla bir ekmeğin fiyatından ucuz mudur annemin boynundaki halat oysa ne kabına sığamayan insanlığınız ve ne pahalı hayatlarınız varmış hesaplayınca abla sen hiç kan ağladın mı, ağladın mı hiç aslında kırılan tırnağından başka şeyler için de acıttın mı canını dudağındaki rujdan daha parlak şeyler söyle şimdi bana yüreğin daha çok parlıyorsa abla annem gibi kokar mı markasını hiç bilemeyeceğim parfümün bana yaklaşınca ebu leheb’in iki eli de kurur mu ateşime odun taşıyanların boynuna da takılır mı annemin boynundaki o ince halat abla gülünce ne kadar güzelsin annem de güzeldir şimdi kan ağladıkça neyse kapatalım bu konuyu sıkma canını daha fazla “ebu leheb’in iki eli kurusun, kurudu da!” ya senin hep yara saracak, ayıp örtecek annemin elleri gibi okşayacak baş sıvazlayacak yürek arayan ellerin nerde nerde ipekten yumuşak ellerin senin abla fakültelerde bilgili canavarlar olmayı mı öğretiyorlar insanlara abla yeni bir dil öğrenmeden önce benimle bir kez konuşmayı deneseydin ya insanca abla affet uykunu da kaçırdım sen devam et insanca yaşamaya benim kusuruma bakma çocuğum hâlâ

rasim demirtaş

aslında aslında hüzün en iyisi hevesler çöl kurusu arzular ateş nefesi güz yağmurları toprak toprak göz neşesi


- hayal bilgisi 14 ODALARDA, MENZİLLERDE VE SORU İŞARETLERİNDE ahmet avcı —

26

sandal, deniz ve balıklar

hep bir ağızdan ritüel yapıyor bir dost şiir yazmaya hevesleniyor (avcıya benzer minik bir kedi…) kapı açıldığında koşuyor kollarıma yemiş yüklü ağaçlar arasından dalgalar kumsallara bir sürü ot bir sürü yosun bırakıyor — yel değirmenleri ah bir dinlese kasabalıların dertlerini önce tatlı bir meltem esiyor ve ardından bastırıyor birtakım sesleri işçiler selamlıyor mantar gibi çoğalan yazlıkçıları günbatımı deniz manzaralı sevdalar mutluluklar kilometrelerce uzaklıkta esir hüzünler şehrine seferler düzenlenirken kapkaranlık denizlere bırakıyor ağırlıklarını insanlar — ölüm ve yaşam masalları içinde yudumlanan pişmanlıklar onlarca göz arasında bir kurşun gibi tamamlıyor cümleleri odalarda, menzillerde ve soru işaretlerinde yara aldıkça güçleniyor candan sevenler kavuşmadan özgürlüğe müebbet yiyen aşklar içinde yosun tutmuş en sinsi gülmeleri saklıyor ve eskimeyen bir çarşıdan ses duyuluyor — la havle velâ kuvvete illâ billah

ibrahim aslaner

bilye dar sokakların sümüklü sakinleri soğuk ve kirden, yaralı elleri keskin ayaza inat çıplak ayakları koşarlar nihayetsiz bir menzile davetsiz misafirlerin hoşnut ev sahipleri hep sahiplenir kendi çocukları gibi kapı önü eşikaltı bilyecileri gün batımının haberci güdükleri


- hayal bilgisi 14 GÖRÜNEN HÜZNE KILAVUZ OLMAK İSTİYORUM

dilek yücel

kitap kokusunu içime çekiyorum oksijen niyetine derin bir nefes alıyorum kalbimi çok sevdiğim bir şiirin yanına bıraktım az önce nefes veriyorum bir sonbahara giriş yapmaktayız mutlu sona hazırlamıyorum kendimi samimi olmak istiyorum zira bir çinlinin çince konuşması kadar samimi kelimelerimin tozunu alıyorum bahar temizliğine kendimden başlıyorum yeni bir hüzne giriş yaptım az önce dualarımı aldım evvela yanıma ve yaramı yara ki benim en kadim varlığımdır aşikar edemiyorum yamalı sevinçlerimi utanıyorum gülebiliyorum belki birazcık, bir ceset taşıyorken üstelik içimde reddediyorum aciz mutlulukları geçici duyguları içeri almıyorum başıma gelen bu güzün her yansımasını ezbere biliyorum ki ben içimde ezber bozan bir hüzün taşıyorum

tuğba yavuz DÜNYA ÖLDÜ! saçına papatyadan taç yaptığım dünya silahlar patlatıyor henüz tırnaklarını yiyen aşık delikanlıların genç beyinlerinde bir kuşa aşık olmak vedalara alışık olmayı gerektirir çirkinleşti dünya dip boyası gelmiş saçlarının arasına bombalar saklanmış etrafında dönen her renkten çocuk bak, tek renk olmuş; kan hangi hesap makinesi hesaplar ellerinizde ki kanın yoğunluğunu saçına papatyadan taç yaptığım dünya kötülüğün dehlizlerinde kafasını duvarlara vura vura -kuşları hiç düşünmedenölmüş

27


- hayal bilgisi 14 [ BİR ÇÖLDÜM BEN ]

Kevser Evsen bir çöldüm ben üzerimde gezinen ayaklarını hissederdim rüzgarın bir çöldüm ben güneşin bakışları düşerdi omzuma parça parça olurdu yanaklarım utancından ne yapacağımı bilmezdim utanmak güzeldi sana değdiğinde bakışları utancından paramparça olmuş gözlerini kaçırmak güzeldi bir çöldüm ben kendime bakmaya cesaret edemezdim titrerken ellerim kulağıma fısıltılar gelirdi “onunla hayat mı geçer

ali eren mirza Behçet ağabeyin naaşını yeni gömdük, sonra geldik eve. Sanki hiç yaşamamış gibi hayatımızdan çıkmıştı bir anda. O kadar anı, ağabeylikleri… Kulağımdan tutup zorla şiir yazdırmaları yok muydu? Vardı rahmetlinin böyle huyları. Mahalle severdi lâkin ben ayrı bir hayrandım Behçet ağabeye. Behçet ağabeyin hiç ummadık ölümüyse hepimizde derin bir yara bıraktı, çünkü o sevecen mahallenin büyüğü rolündeki tek insandı. Bir şey yapmalıydım bir şey. Bu puslu sonbahar gününde bu yağmurun altında ufacık da olsa bir şey yapmalıydım ama ne? Biraz oturdum düşündüm ve camdan bakıp hayallere daldım. “Hepimiz bir gün bineceğiz dört kolluya kaçarı yok” dedim şu genç halimle. İçimi birden o kasvet havası kaplamıştı bu sonbahar gününde, bardaktan boşalırcasına yağan yağmur durmuştu, fırsat bu fırsattı, ben durmadım yerimde. Aldım kağıdımı kalemimi firar ettim birden evden. Çamur tutmuş ayakkabılarımı giyerken ellerim kirlendi, kahverenginden biraz hallice olan paltomun üstüne ellerimi bir çırpıda sildim ve koyuldum yola. Semt semt mahalle mahalle gezdim. Tabii bizim ağabeyi tanıyan yoktu buralarda o yüzden kimse yas tutmuyordu, çocuklar topaç çeviriyor kızlar bir balerin edasıyla ip atlıyordu. İkindi ezanı okunuyordu birden yine aklıma geldi Behçet ağabeyin bizler için yaptığı muziplikleri. Ezan bitti yoluma devam ettim. En sevdiğim semtlere birer birer uğradım, mahallenin muzır kedilerini sevdim, köpekleriyle dalaştım, babacan insanlara selam verdim. Bugün hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, sokak ortasında bağıra bağıra şarkılar haykırdım. Bir kere geliyordu ademoğlu,

28

yakar kavurur insanı ne bir serinlik ne de bir ağaç uçsuz bucaksız kupkuru toprak!” kupkuru kesilir kumlar doldururdum kulağıma duyardım ama ben ağlardım taş kesilirdi rüzgar ben ağlardım, bakışlarını kaçırırdı güneş ağlardım, ağlardı bulutlar yağmur altında ağlardım ağlardı tüm umutlar bir çöldüm ben ama ağlamasını da bilirdim tüm dedikodulara inat ben gülerdim ve haykırırdı bu ağaç “yaşatır sizi çöl verebileceğiniz sevginiz varsa” SESSİZ GEMİ tadını çıkarmalıydı. Behçet ağabeyi aklımdan hiç çıkaramadım. Bundan mütevellit hayatım biraz deli biraz dolu geçmeye başladı, fakat mahallenin ağabeyi Behçet ağabeyi hiç unutmadım. Babasız büyüyen bir çocuğun Behçet ağabeye olan saygısını herkesin anlaması için anlatmak istedim onu. Okula o yazdırmıştı beni, ilk kız arkadaşıma nasıl açılacağımı anlatmış sırtımı sıvazlayıp cebime paramı koymuştu. Hatta anneme “Bacı” diye hitap ederek saygımı, sevgimi çok kez kazanmıştı. Behçet ağabey benim için baştacıydı. Belki de zamansız gitmesi, beni bu limanda tek başıma bırakmasından dolayı bu kadar çok etkilenmiştim bunu anladım. Behçet ağabeyin üzerinden koskoca bir yıl geçmişti. 365 gün onsuz geçen her gün bir asır gibiyken bir yılı tarif etmek imkansızdı. Bu süre zarfında bana kız istenmiş ben sözlenmiştim, hatta yakında askere gidecektim. Sevdiğim kızdan söz vermesini istedim, eğer gelemezsem beklemesin beni diye. Behçet ağabeyimin mezarının başında anlattım bunları ona. Mezarını her hafta yaptığım gibi temizledim duamı ettim ve sahile indim. Elimde kağıdım kalemim gözlerim ufukta ve yine ölüm aklımda… Ya ölümü anlatacağım ya da öleceğim her gün bir daha, ne yapsam anlatamam diye dalmışken ben, usulca bir gemi uzaklaşmaktaydı limandan ve o anda satırlar döküldü kalemimden kağıdıma. Bilmezdim bu şiirin bu kadar önem kazanacağını, bilmezdim Behçet ağabeye saygımı gösterirken edebiyat aleminde saygılar kazanacağımı. Behçet ağabey bir kez daha ağabeyliğini yapmıştı…


- hayal bilgisi 14

ayşegül karademir

KAÇ GÜNEŞ DAHA bütün gecelere not ediyorum ıssız bir duyuşla kalbimin çevresini olup biteni bir nefeste diyorum ben, oysa köşe başları kapılmış birer gökova tek nefes anlatmak yetmiyor belli ki ben sahici bir kuşak çocuğuyum hüzünlü çalan bir ritm bozukluğundan ibaret biraz da çekingen bir iç ses var tam şurada ben, eğilip topluyorum sahici ekmek kırıntılarıyla doyan; “yolların günahı” dediğim ekmek kırıntılarını ben, seçim ve ardından kriz zamanlarında da böyleyim hal böyleyken üzgün ve biraz da içli onlar bakamıyorlar bir pencere etrafında geziniyorlar sözlerinin kalıntılarıyla onlar yemiyor, içmiyor, söz etmiyorlar söz etmiyorlar camii avlusundan çıkan dualı elleri ıskarpinli dedeleri onlar bilmiyorlar biz bilmiyorum(!) gülmesini biliyorsun sen loy öğret onlara da bir başak nasıl büyürmüş yamalı cilbabından gül tohumları döken köylüyü yahut anlat “paralı bir asker” gibi olmanın vehmini ibrahim abiden duralım söyle loy kaç güneş doğar o ellere söyle kaç karar yeter insanı adem kılmaya barış koysam adını

29

GÜLŞAH BİRCAN

Odamın penceresi ışıl ışıl… Bir de gök gürültüsü ve yağmur eşlik ediyor uykusuzluğuma. Bir işi tamamlar gibi sırayla, önce sağıma, sonra soluma, sonra tavana dönüyorum. Oflayıp, pofluyorum. Uyuyamıyorum. Gözüm gardrobuma takılıyor. Çocukluğumdan beri, gardrobun kapısı aralık kalınca uyuyamam. Kalkıyorum, sürgülü kapıyı iyice ittiriyorum. Yatağa dönünce kontrol ediyorum aralık kalmış mı diye... Çocukluğumda Bosna Hersek savaşı vardı. İlk özel televizyon olan Star TV’den başka kanal da yoktu. Aklımda kalan bir görüntü geliyor gözümün önüne durmadan. Bir kadın yerde yatıyor. Boynundaki beyaz incileri parçalanıp, savrulmuş, kanlar içinde... Donmuş bu görüntünün üzerinden sürekli yazılar geçiyor yukarı doğru. Henüz okumam yazmam da yok. Anlayamıyorum. Babam, odana git demekten bıkmış. Zaten odama bir gitsem, bir daha çıkmamam gerekir. Sabahtan akşama kadar aynı görüntüler. O kadar kanıksamışız ki. Çocuk aklım dahil! Bosna’yı Türkiye’nin bir ili sandığımdan, bize de sıra gelecek diye düşünür, evimizi askerler basarsa, nereye saklanacağımın hesabını yapardım her gece. Ve gardrobun kapağı ne zaman aralık kalsa, bir düşman asker oradan bana bakardı. Çocuk aklımla gardrobun kapağını kapatmayı akıl edemez, yorganı kafama çekerdim. Uyku tutmayan yorgun bedenimi kaldırıyorum. Salona geçip televizyonu açıyorum. Kahve yaparken bir taraftan dinliyorum. “İsrail, Gazze’yi vurdu şu kadar ölü.” “ Hamas ateşkesi bozdu.” İçler acısı hastaneler ve çocuklar. Aynı kanıksamışlıkla izliyorum. Dostlar gelip gidiyor. Yemekler yeniyor, kahveler içiliyor, denize giriliyor, öğle yemeklerinde Amerika’nın oyunlarından bahsediliyor. Bir kanıksamadır gidiyor. Bir fotoğraf görüyorum sonra, bir kaldırım kenarında iki buçuk-üç yaşlarında küçük bir çocuk. Sırtını dönmüş dünyaya fotoğrafta. Kaldırım kadar boyu var. Omuzları düşmüş, kafası hafif aşağıda. Kahvem buz kesiyor, yatağım duvar... Ben de çocuk oldum. Olmayan savaşlardan korktum da, bu çocuk cehennemin tam ortasında. Elimi uzatsam, tutuversem diyorum; alıp getirsem, pamuklara sarsam. O minicik bedeni korkudan değil, sevinçten titrese. Ah be çocuk! Ne de güzel kanıksamıştık. Sen nereden çıktın şimdi… Tutsana ellerimi. O minicik kalbin ellerimde büyüse ya. Adını barış koysam senin! Ah be çocuk!


- hayal bilgisi 14 reçete

HAFİZE ÇETİNKAYA

Soğuk bir muayenehane odasında, doktor yazdığı reçeteyi eğreti bir başörtüsü ile saçlarını örtmüş orta yaşlı kadına uzattı. Kadın, doktorun yüzüne hiç bakmadan reçeteyi aldı ve kuru bir teşekkür bile etmeden çıktı, gitti. Doktor kadının bu yabani tavrına aldırmadı. Alışmıştı çünkü buraya ve buradaki insanların utangaçlıklarından ziyade bıkmışlıklarına. Tüm alışmışlığı ile “Sıradaki hasta!” diye bağırdı, yarı açık kapının ucundan görünen koridora. Boş koridorda kendi sesini işitince hastaların bittiğini anladı. Saat dörde yaklaşıyordu. Her gün bu saatlerde kalabalık olan bu koridorun sessiz oluşuna şaşırdı ama sevinmedi. Çünkü saat beşe kadar bu boğucu odanın içinde oturacak ve aklına gelen onca soruya cevap arayacaktı. Yalnızlık çökecekti yüreğine. Belki de çökmüştü çoktan. Ayağa kalktı doktor. Pencerenin oldukça kirli camından dışarı baktı. Dışarıda gördüğü uzun bir bozkırdı. Ne bir ağaç ne de bir insan görünüyordu bu bozkırda. Birkaç yıl evvel çalıştığı yerde ise camdan bakınca orman görünürdü. Ormanın içinde de insan olmazdı. “Ha bozkır ha insan ne fark eder?” diye geçirdi içinden. Hava oldukça soğuktu. Macunların döküldüğü yerden kulağa gelen uğultu bunu ele veriyordu. Yoksa odanın içinde boğucu bir sıcaklık vardı. Camı açmak istedi ama vazgeçti. Son çıkan hastasına yazdığı reçete geldi aklına. Reçetenin soğukluğu odayı doldurdu. Sıcaklık kayboldu. “Şiir sevmeyen toplumların yaşantısı bu soğuk reçetelere mahkûm kalacak…” diye düşündü. Düşündü ama sonra kendi düşüncelerine güldü. Çünkü şiir okumayalı uzun zaman olmuştu. Bir kadına şiir yazmayalı ise daha uzun zaman olmuştu. Çok eskiden, üniversite yıllarında sürekli arkadaşlarıyla okudukları bir şiiri hatırlamaya çalıştı. Ama hafızası öyle zayıflamıştı ki bir türlü şiirin tamamını hatırlayamadı. Zihninin iyice karıştığını hissedince pencerenin kenarından uzaklaşıp masasına döndü. Ve hasta kayıt defterine bakıp aklına gelen düşüncelerden uzaklaşmak istedi. Kayıt defterinde son gelen hasta kadının ismini gördü. Kadının ismi ile görüntüsünü birbirine hiç yakıştıramadı. “Bozkırın ortasında böyle bir ismi kim bilir de koyar?” diye düşündü. Sesli sesli “Sumru. Sumru. Sumru…” dedi. Sonra bu ismin de diğer isimler gibi olduğunu düşünüp kayıtlı diğer hasta isimlerine bakmaya başladı. Aynı isim ve soy isimde iki hasta belirledi. Birisi dedeydi diğeri torun. Dedesini hastaneye getiren torun da hazır gelmişken ağrıyan tüm yerlerini doktora muayene ettirmişti. Bu tür durumlara alışmıştı doktor. Hastanın yanında gelen sağlam

30

çocukları, yaşlıları, kadınları ve adamları muayene ettiği de olurdu. Bu vakalara bazen kızıyor ama çoğunlukla ses çıkarmadan istediklerini yapıyordu. İsimlerden sıkılınca defteri kapattı. Duvarda üzerinde ilaç reklamı olan saate baktı. Saat dört buçuk olmuştu. Tam yarım saati bu boğucu odada hiçbir şey yapmadan geçirmişti. Evine gitse giderdi ama oturmak istedi ya da eve gitmek istemedi. Hademe gelinceye kadar durup beklemeye karar verdi. Nasıl olsa hademe en geç on dakikaya gelirdi. Masanın üzerindeki ıvır zıvırı toplarken gözü fotoğraflara takıldı. Birkaç fotoğraf vardı geçmiş günlerden kalan. Çerçeveleri de kendileri gibi eskiydi bu fotoğrafların. Mesleğinin ilk yıllarında mutlu anılarını unutmamak için çerçeveletip koymuştu masasına. Şimdi bu fotoğraflara yılda bir kez bile bakmıyordu. İşin garibi bakınca üzülüyordu. Bu yüzden ani bir kararla bu fotoğrafları eve götürmeyi düşündü. Sonra bu kararından vazgeçip onları demir masanın gözüne kilitledi. Bir gün bir yere tayin olursa onları burada unutmak ümidiyle masanın gözüne kilitlemişti. Ne idealleri, ne sevdikleri ne de şiirleri kalmıştı. Oradan oraya savruluyor ve savrulurken de bu eski anıları yanına yük ediyordu. Bundan vazgeçmenin zamanı gelmişti. O da vazgeçmişti. Hademenin şarkı söyleyen sesi koridorda yankılanıyordu. Söylediği şarkı çok eskilerden bir şarkıydı. Doktor kendini bıraksa bu şarkı onu eskilere alıp götürebilirdi ama doktor bu sese yenilmek ve eskilere dönmek istemedi. Hızlı hızlı hareket ederek beyaz doktor gömleğini çıkardı, paltosunu giydi, annesinin ördüğü atkıyı sıkıca boynuna sardı. O kapıya yaklaşırken hademe de odaya girdi. Tam doktora selam vereceği sırada doktor kapıdan çıktı, gitti. Hademe, doktorun bu tavrına hiç aldırmadı. “Doktor kısmı böyle olur.” diye düşündü ve işine koyulup o eski şarkıyı söylemeye devam etti. Doktor bir an evvel kendini dışarı atmak istiyordu. Bu yüzden odadan çıkar çıkmaz koşmaya başladı. Hastanenin kapısından gelen rüzgâr yüzüne çarptı, nefesini kesti. Doktor iki adım attı ve durdu. Masasının gözünde kilitli kalan fotoğraflar aklına hücum etti. Onları oraya kilitlediği için kendinden utandı. Odaya dönüp onları oradan kurtarmak istedi. Fikrinden vazgeçmemek için hastane koridorunda tekrar koşmaya başladı. Muayene kapısından içeri girdi. Hademeye bir şey söylemeden masanın gözünü açtı ve aldığı çerçeveleri paltosunun geniş cebine sokmaya çalıştı. Bunları yaparken ona tuhaf gözlerle bakan hademeye bir şey demiş olmak için “Çerçevelerini değiştireceğim. Çok eskimiş…” dedi.


- hayal bilgisi 14 SENSİZLİĞİN NİŞANESİDİR ÖLÜM

ahmet can altıok “Midem bulanıyor” dedi kadın. “Bir şiir iç” dedi adam. “Bana derdini ver” dedi kadın, “beraber susalım.” Dudak büktü adam. “Eftelyam!” dedi, “benim susmalarım bitmez.” Aldırmadı. Kadın da içmişti o badeyi. Uzattı saçlarını adamın eline, bıraktı bedenini bir kuş gibi eylül nehrine. “Erguvan gibi soluyor solum” dedi, “bırak da yanında bir şiir olayım.” Konuşmadı adam. Kadının saçları kefeni olmuştu adamın. “Ölüm kokan yar çiçeğim!” dedi kadına ve devam etti: “Ne senden bir şiir, ne de benden bir aşık” Elini dudaklarına götürdü kadın. Ağlıyordu. “Sus” dedi adama, “sus.” Nehirlere gitti kadın; gözleri ela! Yaşama yalpalayıp ölüme düş/tü adam, yüreği sarı… Gitti kadın. Pişman oldu adam. Gitmek istedi ardından; “giden olmak yaraşmaz bana” dedi, gelmek istedi. Gelemedi. Çünkü çoktan gitmişti kadın. “Eftelyaaaamm!” diye bağırdı. Durdu kadın. Devam etti adam: “Sen olan kalemime şiir olur musun?” Döndü kadın. İki damla yaş vardı sözlerinde, sildi. Gülüşlerine tecavüz edilmişti, kırık bir tebessüm gönderdi adama. Adam sevindi. Rüzgara uladı saçlarını

kadın. Parmaklarından emzirdi susmalarını. Suskunluğunu bozup bir şiir yuttu içine: “Ne benden bir şiir, ne de senden bir şair.” dedi kadın ve gitti. Yağmuru ıslattı adam gözyaşlarıyla. “Dur” dedi, “dur, gitme sakın!” 5 yıl sonra bir şiir yazdı adam: “annem suçum yok benim namusu lekeli bu kentin ayaklarıma dolanan sokağı ve eftelya’nın saç tellerinden belli eftelyam bitirelim gel seninle şu bir türlü bitmek bilmeyen bilmeceleri” Postacı çaldı kapıyı. Yeni uyanmıştı kadın uykudan. Açtı kapıyı mahmur gözlerle. Ağaran saçları, postacıya dikendi. “Lütfen şuraya bir imza!” Aarfı aldı eline, adamın kokusu vardı zarfı araladığı kağıdın içinde. Yaşlanmıştı kadın. Yaşlı gözlerle okudu kendisine yazılan şiiri. Ağladı. Kağıt ıslanmıştı. Dedi: “Ne benden bir şiir, ne benden bir aşık.” “Olur” diyemeden öldü kadın. Kadının sözyaşları adamın sarı yüreğini ıslattı. Bir sigara yaktı adam. Rötuş yaptırdı ciğerlerine, grinin en kirli haliyle. Dedi: “Bu hayat onsuz olmaz…” Kendini yüreğinden astı adam…

F. GÜMÜŞ [ biz böyle değildik ] beddua yakışmazdı kelamımıza biz ninelerimizin başörtüsünde duayla kundaklanmış torunları kulaklarımıza okunurken ezan helal kılınmıştı kardeş kanı bildik , bir can hükümsüzdür binlerce canan-ı candan devletin bekasından büyüyüp aklımız kemale fatihin istanbullu fethettiği yaşa erince peygamber ocağını şehitlik mertebesine yol bildik gönlümüz bir güzele tutulunca allah in emriyle güllerin efendisinin kavliyle istenmesi gerektiğini bildik adı bile düşünce kalbimize salavatsız anmayı edepten saymadık allah in hoşnut olmadığı yerde ağzımıza adını almadık sevdalarımız vardı saray melikelerini kıskandıran

31

mavi bir laleye renk veren allah rızasıyla nakşeden peygamber niyetiyle meyleden aşkın busesinde kavrulup o mühürle hakka çıkmanın adıydı sevdalık simdi sessizce dikilir gölgem derin , siyah , nemli hecem yükümlü değildir hiç bir ihtilalin sokaklarında taşlanmış sevdaları mazlumları çekilirken darağaçlarına kelepçelenir kubbeler de ezanlar elif bakışlı her hece tutsak edilirken haksızlık sırtımıza semer edilirken benim değildi hiç bir ihtilâl biz , anasının kınaladığı evlatları yarenlerin duayla harmanladığı peygamber’in hadisle andığı selçuklunun yadigarı osmanlının torunları biz bu milletin şehitleriyiz bu ümmetin hizmetkârları


- hayal bilgisi 14 hakan isfa şahin

MARTENİÇKA yugoslavya’dan geldi bu gülümseme çok hızlı ve aniden bir çizik daha attım elife o karanlık ruh ve ülke dimdik ayaktadır karşımda öyle bir polis kapımı çalıyor annesi işsiz kalmış, kumanlı bir ebe sorarlarsa beni, birileri bana rab diyor evinden uzak takip ettiğiniz bu gölge yugoslavya’dan gelen bir gülümseme haklıysam o kibarlığınız ve sonunda belirttiğiniz gülünç zelzele avrupa’dan asya’ya geçerken savaş tohumlu wilson genci değilse çünkü: ilerdeki ilk lokanta veremli tadı verebilir, oysa paltolarınızın arasına beni de alsanız balık bile suda üşürken aynı parçadan kopan kıtaları andıran ikiyüzlülüğünüzle biz nasıl üşümeyiz, biriniz anlatsın şefe polis abimiz diyordum amcası köle yani nasıl olur demeyin

32

bu da nasıralı bir sone bir çoban içini açarsa geceleri birinci yüzyıl eşittir yirmi bire sahneler aynalar killi topraklar ne kadar çabalasanız da beyaz göstermiyor bazen sizi kendinize polis abimiz diyordum amcası sibiryalı bir köle yugoslavya’dan geliyor demiştim o gülümseme, balkan şarkıları eşliğinde bazen yeşil bazen mavi gözlerle ülkemin burjuva bir semtine bazen tülbentlere sarılıp bazen bisikletle leş kargaları arasından geçerek alçaktan yavaş yavaş geliyor yürüyüşüme geliyor sesime balkanlardan bu gülümseme insana çamuru hatırlatan edasıyla o kadar güzel o kadar derine inen renkli gözlerle bileğindeki kırmızı beyaz türküsüyle yanağındaki masum toprakla haritaların ölçeksiz olduğu zamandan geliyor kalbime bal kanımdan

AŞK VE TOPRAK | zehra aktaş “Toprak gözlerinde filizlendim ilkin. Öyle kurak, öyle kıraçlardı ki inan çok yoruldum. Susadım, ne bir damla yaş bulabildim ne sesimi duyurabildim. Her sabah başımı kaldırıp sıcaklığını aradım. Dalımı kırık, boynumu bükük bıraktın yine. Olsun yeter ki senden gelsin gelen. Göreceksin bak koskoca bir ağaç olacağım. Hiçbir fırtınanın yıkamayacağı, hiçbir katilin kesemeyeceği kadar büyük ve sığ gözlerinden yüreğinin derinliklerini görebilecek kadar uzun. Yapraklarım gür değil, belki boyum da kısa ama ne olur yüzüme bakıp bakıp bunları anlatma bana. Baharını bekliyorum. Yıllardır hiç bitmeyen kara kışındayım. Soğuğun ta içime işledi. Yüreğindeki güzellikleri düşünüp ısıtmaya çalışıyorum kendimi. Umudumu hiç yitirmedim, hala baharını beklemekteyim.” diye biten bir mektuptu onunki. Sevdiğinin yüreğinde olmayan güzellikleri arayan, sevdiğine değerinden fazla sevgi veren, onun sığ gözlerinin altında sığ bir yüreği olduğunu göremeyen, kendi deyimiyle küçük bir fidandı o. Doğru, umudunu hiç yitirmedi ama beklediği bahar da bir türlü gelmedi. Yine de vazgeçmedi, kışta da yeşermeyi bildi o. Koskoca bir ağaç oldu. Ve sevdiğinin gözlerinden yüreğini görebilecek kadar uzadı. Ama küçük fidan orada hiçbir şey bulamadı. Ağladı, kendi zavallılığına ağladı. Yandı, kendi çılgınlığına yandı. Ama bu aşktı. Ne gözlerini unutabilirdi ne de toprağın rengini değiştirebilirdi. Yüreğine merhem bu değildi. Bu olsa olsa zavallılığa geri dönmekti. Tek çareyi kendini yıkmakta buldu. En büyük fırtınaların içine savruldu. Ateşlere attı kendini, katillerin kör baltalarında doğrandı. Bu da çare olmadı. Derdinin dermanı ona şah damarından daha yakındı. Bulamadı, yazık etti. Ve tohumunun atıldığı yere, toprağa geri döndü.


- hayal bilgisi 14 FATİH KUTLUBAY KELEŞ

sevmek zamanı

Türk sinemacılığı, Batı’nın sinema teknolojisini alırken aynı zamanda onda kültüre, üsluba, fikriyata dair ne varsa onu da devralmış, kendi sinemasını “başka diyarlardan duyduğu ninnilerle” büyütmüştür. 1914 yılında çekilen “Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” belgeseli başlangıç kabul edildiğinde 2014’te 100. yılını kutlayacak olan Yeşilçam, bu bir asırlık süre içerisinde kökleri ile daima mesafeli durmuş. Ziyadesiyle sosyolojik ve siyasal olarak hedef kabul edilen Batı kültürüne kendince ulaşmaya çalışmıştır. Modernizmi Batı seviyesine ulaşmak sayan bu elitistköktenci fikir, sinema ile topluma müreffehliğe giden yolu göstermeye çalışmıştır. Topluma genellikle tepeden bir bakışla el atan sinemamız köylülük, kırsallık, yerellik, köklerine bağlılık fikirlerini cehalet, gericilik, kabalık ile aynı potada eriterek; bu kavramların bir arada düşünülmesi gibi feci bir zihinsel yıkım yaşatmıştır. Sinema ve popüler kültürün yaşattığı yıkım denilince “Ah Güzel İstanbul” filminde Sadri Alışık’ın enfes oyunculuğuyla izlediğimiz Haşim İbriktaroğlu’na ait o veciz ifadeleri geliyor akla: “Zavallı çocuk. Cahil kafacığını çürük ümitlerle doldurmuşlar. Eee naparsın? Aşağılık mecmualar, kötü filmler, pis efsaneler. Ben sana şimdi hakikati nasıl anlatacağım?” Evet aşağılık mecmualar, kötü filmler ve pis efsaneler yıkımın mimarlarıydı. Toplumsal anlamda yaşattığı bu yıkımın insanda duygusal karşılğı ise aşk üzerine olmuş, bambaşka şekilde aşina olduğumuz bu kavram sinemamızda mana alemini terkedip madde dünyasına yol almıştır. Bu duygusal yozlaşmayı yıkıp, aşkı bizim anladığımız dilde ve yüreğimize dokunan “o” his manasında anlatan film sayısı ise iki elin parmağını geçmemiştir. Vesikalı Yarim, Selvi Boylum Al Yazmalım, Âh Güzel İstanbul gibi çekildiği dönemin kaygılarından farklı noktada olan filmler sinemamıza uslub kazandırma adına umut olsa da 70’li yıllardan sonra buhrana girip 90’larda çöküş yaşayan Yeşilçam, bir türlü arzulanan o özgün dile kavuşamamıştır. Bu derde merhem olmak kaygısıyla mı çekilmiştir bilinmez fakat Türk sineması içinde bir film vardır ki döneminin gişe kaygılarından arınması ve aşkı ele alması bakımından ayrıca incelenmeye değer.

33

Sevmek Zamanı… Metin Erksan’ın Kemal Demirel’le yazıp yönettiği bambaşka bir tat bırakan filmi. Film, çekildiği dönemin hakim sinema anlayışından farklı olması nedeniyle salon bulamadığı için gösterime girememiştir. Aynı dönemdeki Avrupa sineması ise farklı bir dil aradığı için bu yapım Avrupa’da gayet olumlu tepkiler almıştır. Sevmek Zamanı, aşkı bedensel bir his olmaktan çıkarıp fizikötesi bir anlayışla ele almaktadır. Esas karakterimiz Boyacı Halil, adada boyamak için geldiği köşklerin birinde duvarda asılı bulunan bir kadın fotoğrafına görür görmez tutulmuştur. Köşkteki işi bitmesine rağmen her gün gelip bu fotoğrafı saatlerce izlemektedir. Yine bir gün bu fotoğrafı seyrederken fotoğraftaki suretin sahibi Meral adaya çıka gelir ve Halil’i fotoğrafını seyrederken bulur. Buna önce bir mana veremeyen Meral, sonradan durumun farkına varacak ve gerçek aşka inanmamasına rağmen, kendisini görmeden; yalnızca suretine aşık olan bu adama karşı daha önce tatmadığı bir hisse kapılacaktır: Adı, aşk. Halil’e karşı olan hislerini açmaya kalktığında ise hiç ummayacağı bir cevapla karşılaşır. Bu sahneyi yine en iyi veren ifadeler filme ait olacağı için gelin isterseniz o bölüme ait diyaloğa kulak verelim: Halil: Resminle benim aramdaki bir durum, seni ilgilendirmez. Ben senin resmine âşığım. Meral: İyi ama âşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim. Halil: Resmin sen değilsin ki? Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın. Meral: Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor. Halil: Evet. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyyen sahip olmak için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor. Meral bu ateşe ortak olabilmek için çaba harcamaya başlayacak, fotoğrafının aşığından her defasında aldığı red cevabı ile daha büyük sarsıntılar yaşayacaktır.


- hayal bilgisi 14 Doğu’nun tek kişiyle yaşanan aşk mefhumu, bu red cevaplarında öne çıkmaktadır. Halil sadece kendi hayalinde kurduğu dünyaya bir ortak daha çıksın istememekte, bu yönüyle aşkın tekil yanını yansıtmaktadır. Meral’in bir gün duygularını karşılıksız bırakarak gideceği fikri de bunu perçimlemektedir. Sadece bir hayale aşık olmak fikri, Batı kültürü ile yoğrulmuş, alafrangalığın zirvesindeki bir zihnin kolaylıkla algılayabileceği bir durum değildir. Aşkın elle tutulanda değil burnunun direğini sızlatanda saklı olduğunu bilen, başka bir kalbi daha olanın anlayabileceği bu hislerin ilhamı ile Halil sevgisini kendine saklamaktadır. Meral’in hislerindeki samimiyeti daha sonra ustasının da serzenişleriyle farkedecek olan Halil, buna rağmen içinde taşıdığı korkularla film boyunca gel-gitler yaşamakta fakat aşığın “gerçek” maşuğunu bulduğunda harekete geçen hislerine de hakim olamamaktır. Filmin sonuna doğru yaşanan müteessir olaylar ile yolunu ayıran Halil artık bir modern zamanlar Kays’ı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sembolik öğelerin bolca kullanıldığı filmde Halil’in fotoğrafı ve gelinlikli cansız mankeni yanına alıp gölde yaptığı kayık gezintisi, Meral’le kurmayı arzuladığı ömrünü ve filmin önemli kısmının çekildiği ada ise sıkışıp kalmışlığı, çaresizliği simgeler. Sonbahar-kış aylarında çekilen film, yağmuru ve puslu atmosferini o kadar iyi yansıtmaktadır ki siyah-beyaz çekilmemiş olsa

dahi ortamın gerçekten renksiz olduğu hissi uyanmaktadır.

34

Görüntü yönetmenliği açısından da oldukça başarılı bir iş olan film, karakalem tabli tadındaki sahneleri ile de izleyiciyi dünyasına almaktadır. Meral’in fırtınalı havada uçuşan pardesüsü ile iskelede durup düşüncelere daldığı sahne, bir ressamın elinden çıkmış hissi vermektedir. Aynı sahnenin sazlıklar arasındaki uzak çekimi ile bu his kuvvetlenmektedir. Benzer olarak kayığın ve içindekilerin göle yansıdığı, kahvehane camının arkasında Halil’in silueti, Meral’in balkonundan İstanbul panoraması da bu iddiaya delil niteliğindedir. Kült bir müziğe sahip olması gereken filmin ise en büyük eksikliği bu. Hafızalarda yer edecek bir müzik yönetimine sahip olmayan film, genel olarak akılda kalıcı tınılarla değil geliştirilmiş melodik öğelerle tamamlanmış. Eksikliklerini bir yana bırakıp genel olarak ele aldığımızda Sevmek Zamanı, döneminin hakim sinema anlayışına kafa tutarak mistik bir dille aşkı, maşuk olma arzusunu, maddi olandan mana olana yolculuğu ele almıştır. Daha sonra kendi ayarında bir örneğine pek rastlanmadığı için Yeşilçam’da nadide eserler arasına girmiştir. Bunu yaparken sinemada kendi dilini kurma, köklerine inme ve özden beslenme ile neler yapılacağını zarifçe anlatmış ve de bunu yapmayı arzulayanlara bir kapı aralamıştır.

[ MEVZUUBAHİS ]

Hakan Kartal Edebiyat günümüz Türkiye’sinde topluma gittikçe uzaklaşıyor. Hepimiz farkındayız ki, Türk insanı gözüne sokulmadıkça, gündemine gelmedikçe hiç bir yazınsal dökümanı ya evine sokmuyor ya da süs bitkisi olarak değerlendiriyor kütüphanesinin üst raflarında. Edebiyat dinazorlarının ağzına bakarak yaşıyoruz. Paraya, ödüllere, alkışlara bu kadar yakıştırdıktan sonra dönüp hangi aynada kendi elimizi sıkabiliriz. Yerinde saymalarına alkış isteyenlerin küçük parmaklı çocukları gibi davranıyoruz. Hepimiz suçluyuz, eksiksiz hepimiz. İstiklal’de turlayıp, akşamları şiir dinletilerinde boy gösteren ar, şarap düşkünü tayfa, hangi dergide kime yanaşacağını çok iyi biliyor. Nerede bir tartışma, nerede bir kavga; orada bitiyor bu ayrıksı ot benzeşleri. Şiiri sisli sokakların sahiplerine yazdıracaklarlarsa, şair kimliğini uzak bir adamın görünmeyen yüzünde sabitleyeceklerse; boşuna uğraşıyorlar, boşuna kıvranıyorlar. * Bu yazının geri kalanını edebiyathaberleri.com internet sitesinde Hakan Kartal yazıları bölümünde okuyabilirsiniz.


- hayal bilgisi 14 BİR AYRILIK, BİR YOKSULLUK, BİR ÖLÜM

okan çil Yan odada bir kadın var. Arada sesi geliyor. Kesik. Kesik. Yanda değil gibi. Günün alacakaranlığındayız. Aynı evde. Uykuyla uyanıklık arası bir vakit... Üstümde yorgan var, aklımda karıncalanma, ha bir de tozla kaplı her yer. Adım atılacak gibi değil. Başım ağrıyor biraz. Gözlerim çapaklı. Yaşım da yok denecek kadar az. Daha bir sokuluyorum yatağa. Dışarıda yağmur yağıyor. Her yer ıslak. Bir araba yaklaşıyor. Gidiyor sonra. Evet, duyuyorum. İnlemeler geliyor yan odadan. Yanlış notaya basılmış gibi hem de. Kulaklarım var ediyor onu. Biliyorum. Onun da kulakları var. Hatta elleri, ayakları... Var. Hani bir duymasam ölüverecekmiş gibi. Korkarak nefes almam bu yüzden işte. Bıyıklarımı ağzımın içine dolduruyorum. Elimde bir sigara. O kadar narin yükseliyor ki dumanı. İlk sevgilim geliyor aklıma. Kapılar, pencereler kapalı. Perdenin kenarından bir ışık sızıyor. Utangaç. Kim ola ki? İnlemeler devam ediyor. Ahlayıp vahlamalar. Kırışık pişmanlıklar. Hangisine ne zaman yanacağını pek kestirememiş gibi yan odadaki kadın. Küçük cızırtılar halinde sürünen ses parçacıkları evin içinde dolanıyor. Dua yüzü görmemiş tanrılar kadar güçsüzler. Annem olsa ecinnilere yorardı hepsini. Evet, yapardı. Yan odada ama. Yok gibi. Mırıltıları var sadece. Kalkıp bakayım diyorum. Ne mümkün. Beceremem ki. Yanlışlıkla masayı görürsem n’olacak sonra? Üstümde nedendir bilmem bir ağırlık var. Yorgan gibi de değil. Etim, kemiğim daha çok. Atmış, yetmiş kiloluk bir şey. Göğsümün orta yerinde. Yüzünü seçemiyorum. Kim bilir hangi odada şimdi? İçeriyi kaplayan sigara dumanı ciğerimden çıkma. Bana ait. Ruhumu çekip alacakları konusunda sözleşmiştik hâlbuki. Parçalar halinde. Mırıltılar gibi. Yapamıyorlar bir türlü. Boğazımda bir kuruluk. Yanı başımdaki plastik şişe yetişiyor imdadıma. Her şey bir anlığına yatışıyor. Gün daha bir aydınlandı. Tavandaki rutubeti bile görebiliyorum. O da beni görüyor. Hatta yan odadaki kadından bile haberdar. İkimiz birden merak ediyoruz neler olup bittiğini, merak ettiğimizle kalıyoruz sonra. Kasıklarımda bir baskı. İçeri giren her şeyin, bu dışarı çıkma uğraşı niye? Düşüncelerimde de var bu alışkanlık. Koca bir makine gibi yağlı ve milimetrik.

35 Her biri kendine has dönüşüm geçirerek maddeleşiyor oysa. Sıkıntılarsa birer ses parçacığı. Koşarcasına dağılıveriyorlar ortalığa. Görüyorum. Mırıltılarla kol kola hepsi. Şöyle bir dönüyorum yattığım yerde. Yorgan kıvrımları dışında pek bir değişiklik olmuyor. Öyle ki ben bile hareket etmemişim gibi. Ama biliyorum. Birazdan kapıyı bile çalacaklar. Kalkıp bakmazsam daha sert vuracaklar. Tavandaki rutubetle göz göze geliyoruz sonra. Benden daha kararlı. Saatine bakıp kafa sallıyor. Yavaşça toparlanıyorum yatakta. Dizlerim göğsümde artık. Birazdan da yere paralel olacaklar. Gözlerimde yükseklik korkusu var ama. Sigara dumanına tutunup ayaklanmam bundan. Tam da bu işareti bekliyorlarmış gibi çalmaya başlıyor kapı. Aksak ritimli. Bir şey söylemeye çalışır gibi de değil. O kadar kapalı bir anlatımı var ki, jeneriğe yetişmeden uyuyakalacağım. Elim kapı kolumda. Mırıltıların gölgesi yansıyor cama. Atmosferi pekiştirecek tek şey menteşe gıcırtısı. Davranıp bakıyorum. Olmuyor. Tatlı bir rüzgâr gibi açılıyor kapı. Toza bulanmış ayaklarımla yürüyorum evin içinde. Mırıltıların gözü kör. Kıyafetleri kirli. İnsanlar tarafından rağbet görmemiş tanrı kelamına benziyorlar. Geri dönmeye olan inançları tükeniyor her dakika. Ve dünyada terk edilmişliğin verdiği acıyla çarpıyorlar sağa sola. Yan odayla aramdaki mesafe bitmiyor bir türlü. İpek yolundan Bağdat’a, oradan da arşı âlâya kadar tüm gezegeni birkaç kere geçiyorum yani. Mırıltılar her yerde. Duyduğum sesler kadar gerçeğim. İşte kapı. Hafifçe aralık hem de. Tahta karyolanın ayak ucunu seçiyorum belli belirsiz. Evet, içeride bir kadın var. Yaklaşıyorum. Söyledikleri daha da anlaşılmaz oluyor. Kulak çınlaması gibi. Sana sığındım ey yüklemsiz tümce. Biat ettim. Nefesimi tutuyorum. Hızlıca bitirmeli artık. Etrafımda topallayan gölgeler artıyor hem. Yaşayacak yer yok. Ani bir hamleyle giriyorum içeri. Mırıltılardan arta kalan tek şey boş bir yatak. İnanasım gelmiyor. Gidip yakından bakıyorum. Oturup, elimi gezdiriyorum sonra şöyle bir. Yatak soğuk. Yıllar önce ölmüş gibi. Uzanıp giriyorum çarşafın altına. Çok sürmüyor. Isınıveriyorum. İnlemeler devam ediyor ama. Kokusu her yere yayılmış durumda. Aramızda koca bir duvar. Belli. Yan odada bir kadın var. Susmak nedir bilmiyor.


- hayal bilgisi 14

ayşe gönenç

BİR EDİP RÜYASI okuyor gözlerim ruhum mavilikte hiçliği soyuyor usulca rıhtıma düşen acı bir çığlık zamansızlık intihara teşebbüsün derdinde ve hayat; incinmiş bir kadavra şimdi morarmış dudak kıvrımları, içten kiraz kokusu duyumsar faltaşı açılmış ruhumun esir gözleri sokaklar acıları bağırır; bin yıl içmiş gibi kiplere düşmüş bir sancı ve kapı çalınır karanlık her yer kapıları arıyorum tüm kapılar içime çıkıyor ansızın korkuyorum ve biraz güz mevsimi bizi diyorum bizi biz iki kiraz tanesinin kanlanmış nesnesi nefes alıyor karşı binanın eski perdesi ölüme düşmeden hiçlikle yıkanmalı anılardan kokmuştur şimdi kaç aşk, kaç kavga, kaç sevişme sinmiştir duvarın rengine rengi soluk, rengi ölgün, rengi hiç! tıpkı biz gibi ve gökler ah göklerin ilham vakti geldi renkten renge giriyor durmadan; belli ki bir şiir doğacak. en soğuk yağmurlar, mısralar sunacak dönen dünyanın düşüne boğazım daralıyor boğum boğum ölgün bir kuş çığlık çığlığa varlığı bağırıyor sağır insan benliği intiharı düşlüyor ve mavi yine endişe, ah yine endişeli hiçlik perdesinin altında oyun oynayan bilinçsiz bir kedi

36

tarık balkı bir kadında kaldı adım söğüt gölgesi serinliğinde sonsuz tarlalarda anımsanacak ve azımsanmayacak anılardı bizi şelale gürültüsü gibi döken ovalara bir türküye boyayıp dilimizi göçebe bir aşka yol alırdık stabilize yollarda bahçesinde sebze yetiştirilen menekşe bahçelerinden geçilen adresi olmayan bir evdik bizi bulmak imkansızdı ölçeği ve adresi aşikar haritalarda yalnızdık bu dünya içinde dünyada

umut talha sevgi

KELİMELER VE DUA

kelimelerin düğümlendiği an sahi o an ne düşünebilir insan yürek ve aklın yetersiz geldiği zaman seni kurtarabilecek tek can simididir dua’n Dua; seni anlayanın sadece ve sadece ‘bir’ tek varlık olduğunun delilidir. Aklın fakirleştiği, yüreğin katılaştığı, zihnin cılızlaştığı dönemlerde; seni sen yapan hayat ilacındır dua! “De ki: Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu.” Furkan/77 Dua; ‘sahibini’ bilmektir. Dua; sahibinin ‘sahibin’ olduğunun tecellisidir. Dua; sahibine muhtaç olduğunun bilinçliliğidir. Dua; yüreğin Rab ile iletişime açık olduğunun göstergesidir.


- hayal bilgisi 14 ERCİŞLİ EMRAH ŞİİR ÖDÜLÜ

37

Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi ve www.edebiyathaberleri.com internet sitesinin iş birliğiyle, Ercişli Emrah adına şiir ödülü verilecektir. Son Başvuru Tarihi: 31 Mayıs 2015 Ödül Tutarı: 1.000 TL

Şiirlerde konu, tür, üslup ve uzunluk sınırlaması yoktur. Şiirler daha önce internet dâhil hiçbir ortamda yayınlanmamış olmalıdır. Katılım yalnızca 1 eserle yapılacaktır. Ödüle katılan şairler, rumuz kullanmamalı, gerçek isimleri ile eserlerini iletmelidirler. Başvuru internet üzerinden yapılabileceği gibi posta ya da kargo yoluyla da başvurular kabul edilecektir. Başvuru yapılırken, şiir ile birlikte kısa özgeçmiş ve iletişim bilgilerinin olduğu ayrı bir dosya da eklenmelidir. İnternet üzerinden katılacak şairler, eserlerini ve iletişim bilgileriyle özgeçmişlerinin olduğu dosyayı editor@edebiyathaberleri.com ve ayse-cihat@hotmail.com adreslerine e-mail olarak gönderecektir. Posta/kargo yoluyla katılacak şairler, şiirlerinin çıktısı ile birlikte özgeçmiş ve iletişim bilgilerinin olduğu metni tek zarfın içerisine koyarak göndermelidirler. Ödül, hak kazanan yapıtın sahibine, 2015 yılının Haziran ayı içerisinde, Erciş’te düzenlenecek Ercişli Emrah Şiir Ödülü etkinliğinde verilecektir. Ödüle hak kazanan şairin yol ve konaklama masrafları karşılanacaktır. Gönderilen eserler arasından yayınlanmaya değer görülenler, Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisinde Ercişli Emrah Özel Sayısında yayınlanacaktır. Şiirler ayrıca, bir kitapta toplanarak yayınlanabilecektir. Posta/Kargo Yoluyla Katılım İçin Adres: Ercişli Emrah Şiir Ödülü Ayşe Ünsal Albayrak adına, Aşağı TOKİ, F3A, D:2 Erciş VAN İletişim: 05056351554 http://ercisliemrah.com http://edebiyathaberleri.com E-posta: editor@edebiyathaberleri.com ayse-cihat@hotmail.com


- hayal bilgisi 14 [

AKASYALI EV |

cihat albayrak

]

38

İki yanı akasya ağaçlarıyla kaplı uzunca bir yolun sonunda tek katlı ahşap bir ev yaşar yıllardır. Hayatının yarısını bu evde geçiren Aysel Teyze, eşi öldükten sonra yalnız kaldı ve burada ölmeyi bekledi. Gözlüklerini burnunun üzerine emaneten geçirip, gençliklerinde eşiyle birlikte satın alıp okumadıkları, yıllarca vitrinlerini süsleyen kitapları okudu satın alınma tarihleri ile sıralayarak. ‘Ne çok hayal kurmuşuz!’ diye düşündü sık sık. İnsan, hayatının yarısını hayal kurmakla geçiriyor. Birlikteyken yapamadıkları pek çok şeyi tek başına yaptı Aysel Teyze. Bahçelerine bir şeftali ağacı dikti. Bu iklimde yetişir miydi, bilmiyordu. Kocaman bir defter dolusu şiirler yazdı. Hiçbiri aşkı anlatmıyordu. Ekmek fırınlarını açmak için güneş doğmadan yola çıkan çıraklar, Karataşlar’daki tepenin üzerinde Aysel Teyze’yi gördüler pek çok kere. Güneşin doğuşunu izlerken termostan çay doldurup içmek de ortak hayalleri arasındaydı. Ölmeden önce, bütün hayallerini gerçekleştirmek istiyordu. Bir nevi ödev gibiydi bu onun için. Yıllarca ziyaretine gelen kimse olmadı. Çocukları büyük şehirlerde büyük işlerden sorumlu ‘büyük adamlardı’. Komşuları ile arası pek iyi değildi ezelden beri. Dedikodu yapmayı, çekirdek çitlemeyi, sakız çiğnemeyi sevmezdi. Akasyalı yolda bir aşağı bir yukarı yürüdü. Çakıl taşlarına kızdı; sonbaharı beklemeyip firar eden yapraklara, yolun ortasına yuva yapan karıncalara, yağmur bırakmayan bulutlara, büyümemekte inat eden şeftali ağacına. Dizleri ağrıdı. ‘Oh olsun’ diyerek akasyanın dalını kırdı, baston yaptı kendisine. Çakı ile ismini bile kazıdı üzerine. Gitgide eşine benziyordu; hayatta kalmak için ona ihtiyaç duyuyordu. Bütün bir sonbahar boyunca sobasını yaktı. Sobanın üzerinde kaynattı çayını, yemeğini. Salonun ortasına koyduğu leğende yıkandı. Bahçesinden toplayıp kasalara doldurduğu elmaları soydu, dilimledi, kendisine ikram etti. Kendisine teşekkür bile etti. Tıpkı eşi ile geçirdikleri kışlar gibiydi. Reçeller, ceviz ve kayısılar, odun yığınları, kanepelerdeki battaniyeler. Çünkü insan, canı ne zaman isterse o zaman uyumalıydı. Hastalandığında, bir bezi sirke ile ıslatıp alnına koydu. Mercimek çorbası yaptı. Kahvaltıya bile limon sıktı. Yalnızlık, insan ömrünü uzatan bir iksir gibi... Aysel Teyze takvim yapraklarından koleksiyon yaptı. Yüzündeki çizgileri sayarak hesap etti yalnız geçen yıllarını. Bayram sabahlarında çalan bir ev telefonu vardı. Üzerinde çeyizinden kalma bir dantel… Ezberlenmiş diyaloglarla kapandı konuşmalar hep. Çok sıkılınca açtı balkondaki radyonun sesini, tek başına dans etti. Tek başına halaylar bile çekti, mendiller salladı. Randevusuna geç kalan bir arkadaş gibiydi; sadece ölümü özledi Aysel Teyze. Ölüm değil ama pahalı olduğu her halinden belli bir araba göründü akasyalı yolun ucunda. Gelen oğluydu. Hiç itiraz etmedi. Valizleri sevmezdi. Bir poşete doldurdu elbiselerini. Yalnızca elbiselerini aldı yanına. Evinin kapısına kilit vururken hiçbir şey hissetmedi. Koltukları ısıtmalı jipin ön koltuğuna oturduğunda yeni bir hayata başladığını düşündü. Eşinden ayrı geçen onca zamanda, bütün hayallerini gerçekleştirmiş, ölüme hazırlanan bir yaşlının yapması gereken her şeyi yapmıştı. Artık özgür ve korkusuzdu. Kefen parası elbisesinin içine diktiği gizli bir cepte duruyordu. Devasa binalar gördü. Gökyüzü olmayan şehirler. Bitki örtüsü çalınan sokaklar, caddeler, mahalleler… İnsanların apartman balkonlarına saksıdan bahçeler yapmasına çok güldü.


- hayal bilgisi 14 Cep telefonunu ilk kez oğlunun elinde gördü. Yıllardır görmediği kardeşini, 3G ile telefon ekranında görünce, çocuklar gibi ağladı. ‘Büyük insanların’ iyi şeyler de yaptıklarını anladı. Yürüyen merdivenleri, asansörleri sevdi. Teknoloji dizlerine de iyi gelmişti. İlk kez uçağa bindiğinde, yavaş yavaş kaydığını zannettiği tembel kuyruklu yıldızların aslında uçaklar olduğunu anladı.

39

Gözlerindeki katarakt lazer ameliyatı ile düzeltilince, dünyayı ilk kez görmüş gibi sevindi. İnsanların neden evleri üst üste koyduğuna anlam veremedi. Bu düpedüz, birbirinin hayatını işgal etmek demekti. Televizyonu ve bilgisayarları da ilk kez hayallerden bile büyük bir şehirde tanıdı. Torunlarından tablet bilgisayarlarda oyun oynamayı öğrenmesi yalnızca bir hafta sürdü. Reflekslerini yitirdiği ve parmakları kireçlendiği için oyunlarda genellikle yenildi. Kazanmak hırsı olmamıştı hiçbir zaman. Sevdikleriyle birlikte olmak en büyük kazançtı onun için. Parklardaki spor aletlerinde çalışmak alışkanlık halini aldı. Birkaç arkadaş bile edindi. Sosyal medyadan bu arkadaşlarını sürekli takip ediyordu. İlişki durumunu ‘bekar’ olarak güncellemeyi de ihmal etmemişti. Denizi olan bir şehirde onlarca kapalı yüzme havuzunun olmasını garipsese de, haftada bir kez ‘yaşlı’ arkadaşlarıyla yüzmeye gitmeye başladı. Alışveriş merkezlerinde, alışveriş arabası ile reyonlar arasında koşturuyor, canı ne isterse biraz biraz alıyordu. Burada bütün reçeller hazırdı. Domatesler doğranmış, nohutlar bile haşlanmıştı. Korna çalan arabalara dilini çıkarıyor, araç kalabalığından nefret ediyordu. Sokakta nefes almakta güçlük çekiyor, sık sık öksürüyordu. Teknolojinin, mimarinin, sanatın, bilimin çok fazla geliştiğini, insanların hayatlarını kolaylaştırmak için hayal bile edemeyeceği gelişmeler doğurduğunu ama insanların bu gelişmeleri toplum hayatına ve şehirleşmeye doğru uygulayamadıklarını düşündü. Hayatının neredeyse tamamını geçirdiği kasabada, bu teknoloji ve bilgi birikimi olsaydı, hayatın ne kadar kolay ve eğlenceli olabileceğini hayal etti. Elektrikler kesilince, bütün hayatın durduğu, kalabalık ve gürültü kaynağı bu şehir, tüm farklılıklarına rağmen Aysel Teyze’yi çok yordu. Çok değil, tam dört mevsim sonra hayatını kaybetti. Kredi kartıyla 12 taksitle alınan, deniz manzaralı bir mezarda, eşinden uzak topraklarda defnedildi.


Posta Kutusu

- hayal bilgisi 14 40

ayse ünsal

Canım Babaannem, Çok yıl geçti, çok. Zaman ellerimizdekileri döke saça yürüdüğümüz patika. Sanki azıcık bi’şey kaldı avucumuzda. Gözlerimizin kıyısına demirlemiş özlemler var. Ve özlemek yetmiyor hiçbir şeye… 24 Nisandı; bundan 15 yıl önce. İki gün yatak üçüncü gün toprak diyerek duanın karşılığını almış, kimseye sıkıntı olmayayım diye bir bayram ardı tatilinde vedalaşmıştın bizimle. En neşeli olduğun günün gecesinde rahatsızlandın, herkesle görüştüğün, helalleştiğin ve eve döndüğünde bize sevinçle bunları anlattığın günün gecesinde. Ellerin dua kokuyordu giderken bile. İyi insanlar hep kolay bırakır hayatın ellerini değil mi? Zaten zamanı israf etmeden kendilerini gerçekleştirmiş, şu dünyaya yaşadıklarından fazlasını katmışlardır. Bize, bıraktıkları boşluk kalır. Siz gittikçe daha tehlikeli dünya biliyor musun? Daha ıssız, sessiz, yalnız… Baştan aşağı kum doldurulan bir bardak olsa… Ne çok boşluk var! Gelenler gidenlerin yerini dolduramıyor artık. Dünyanın içi sıkılıyor babaanne, sahip olduklarını kusacak da kimseye bir şeycikler bırakmayacak elinden gelse. Yorgan gitse de kavga bitse hesabı. İnsanlar öyle aç, öyle doyumsuz ve ne acı ki öylesine ihtiyaçsız aslında. “İnsan denince hatırlanıyor muyuz?” diyordu bir kitapta… Duaların yok diye mi korkuyorum karanlıktan artık? Karanlıklar eskisi gibi değil babaanne, güneş doğduğunda bile aydınlanmayan yerleri var dünyanın. “Tevekkel olun” derdin hep, “ben dua ediyorum size.” Ve tüm insanlığa... Dua ederdik dünyaya, kanadı kırık kuşa, kış günü soğukta kalan insanlığa, aç kalmasın diye kedilere köpeklere, 10 Kasım’larda Atatürk’e ve geçmişlerimize. Dua bekleyen herkese… Dualarının, bütün karanlıkları kaldıran elleri yok şimdi; hamur kokan, gül kokan, tespih ve huzur kokan. Kuran’a sürülen gözleri kör… Dünya hiçbir şeyden korkmayanlarla doldu. Vicdanını yardım kuruluşlarında parlatan, insanlığını aynalardan yansıtanlarla. Dünya giderek daralan ayakkabısı gibi bir çocuğun, yüreklerimizi sıkıştırıyor. Anlamazsak yaşarız, bilmezsek yükümüz hafifler… Ve insanlar ne çok şey bildiklerini sanıyor. Ah incelik fakiri insanlar… Okumam yazmam yok derdin ya, oysa elinden kitabını dilinden duanı eksiltmezdin; ben senin cahil olduğunu hiç görmedim ki babaanne. Canın yanmasın diye mi göremedin insanların yüzünü bugün? Huzurdan çatısı vardı yaşadığın yerin. Televizyonun kendine baktırmaya zorlayan makyajlı yüzü ayak basmadı hiç evine. Bir küçücük radyo vardı; akşamları esneyen. Evin huzurunu yazıya döker gibi konuşurdu asılı durduğu yerde pencereye bakarken. Bayram sabahları kalabalık şen şakrak, içi dolu şekerlik, misafir odasının kokusu, can eriklerim, can/ım eriklerim. Güller susuz kalmasın, civcivler üşütmesin diye dert edinmek herkesin işi mi… O ev sensiz, sizsiz yaşayamazdı zaten diyorum. En son elbisenin kuşağını almış çıkmıştım astığın yerden. Uyurken bile çektiğin tespihinde parmaklarının kokusunu ve başındaki yazmanı da bırakmadım. Hepimiz için nasıl yaptığını bilemediğim bileziğim; yadigârın bir de. Keşke görseydin diye yanında duruyor gelinliğimin. Ama geldin zaten biliyorum ben, sadece öpemedim elini. Yoksuluz. Zamanın en yoksuluyuz biz şimdi babaanne. Geride bıraktıklarımızın yoksuluyuz… Merhametine bakıyoruz Yaradan’ın. Yetişemediğimiz yerlere uzanıyoruz. Artık yetişemiyoruz, dualarımız mı kısa, kalbimiz mi kurudu… Rüyalarıma daha sık uğra olur mu? Rüyalarıma uğra uzun uzun sarılayım sana… Özlemek bitmiyor babaanne. Özlemek babaanne, ömürle mi biter? Torunun Ayşe.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.