HAYAL BİLGİSİ EDEBİYAT DERGİSİ SAYI: 13

Page 1

[Hayal Bilgisi 13] 1


[Hayal Bilgisi 13] Şükür

2

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 4 Sayı: 13 Yaz 2014 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak Editör Ayşe Ünsal Kapak Yunus Ünsal {05053590695} Tasarım/Dizgi Levent Albayrak ISSN 2146 4294 Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com facebook.com/hayalbilgisi www.hayalbilgisi.com www.edebiyathaberleri.com www.cihatalbayrak.com Baskı Uzman Kopyalama Posta Aşağı TOKİ Konutları, Bina No: F3A, Kat: 1 Daire: 2 Erciş Van Üç ayda bir yayınlanır. Ticari değildir. Talep eden öğrencilere ücretsiz gönderilir. Baskı ve dağıtım masraflarına katkı sunmak için: Van Erciş PTT Şubesi Cihat Albayrak adına: PTT Posta Çeki Hesabı: 10434108 Ziraat Bankası Van Erciş Şubesi IBAN: TR090001000293460507025001 SERENCAM YAYINLARI

Karınca yuvasının önüne kesme şeker bırakan, ‘annem, benim sevgi cennetim’ diye annesine mektup yazan çocuk. Hasta oğlunu sırtında taşıyan ‘yaşlı’ amca. İsrail’in attığı bomba kapsüllerini saksı yapıp çiçek eken Filistinli kadın. Civcivleri büyüyünce tavuk oldu diye ağlayan kız çocuğu. Öğrencisinin yırtılmış ayakkabısını iğne iplikle diken öğretmen. Artanını değil, varını paylaşan ‘fakir’. Kanadı kırık yavrusu için kedinin önüne konan anne karga. ‘Çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin’ diyen yaralı işçi. Sakat bir kediye camide bakan müezzin. Sofradaki ekmek kırıntılarını kuşlar için cebine dolduran esnaf. ‘Kokmuştur’ diyerek, yemeğinden bir tabak da komşusuna gönderen anne, Ramazan, oruç, bayram, çocuklar, kitaplar, kayısı ağacı, serçe kuşları var diye; şükür! Huzuru yazan şair, sigara değil evladı için kitap satın alan baba, para kazanmak için değil çocukluğunu yaşatmak için ahşap oyuncaklar yapan Kayserili usta, sadaka, tebessüm ve namaz var diye; şükür! Savaşlar da var; işkenceler Irak’ta, Suriye’de, Gazze’de, zalimlere eş olan kadınların evlerinde. Hırsızlar da var; hırs, yalan, kin ve kıskançlık da. Kan var, gözyaşı, ölümler var, ağıtlar. Vefasız evlatlar da var, umursamaz anne babalar. Öğrencisini döven öğretmenler, huzurevlerinde kalanlara zulmeden bakıcılar, zevk için kuşları silahlarıyla öldürenler. Şeriat adına hareket ettiğini zannedip, imanını yitirenler var, demokrasi adına bir nesli yok edenler de. Edebiyatçı olup edebini yitirenler var, simit satan çocukları döven belediyeciler… Ama şükür işte! Zalimleri helak edecek Allah var! Cennet var ve cehennem! İyilikte yarışanlar, güzel adamlar, gözleri heyecanla parlayan genç kızlar, doğuştan iyi yaratılan çocuklar; dünyada hepimize yetecek kadar iyilik var, şükür! Şifâ var, şükür! Dua var. Kur’an var. Gün doğumlarını, yaz yağmurlarını, gökkuşaklarını, gül bahçelerini hediye eden şehirler… ‘Okuyacağım ben öğretmenim, sizin gibi şair olacağım’ diyen öğrenciler var. Hastasının canı yanınca, başını okşayan doktorlar… Ne kadar seviyorsun beni deyince kollarını ‘dünyayı kucaklar gibi’ açan çocuklar, çocuklar ve çok şükür ki çocuklar var. Gözleri görmese de, dünyanın en güzel gülümsemesine sahip engelliler. Çok şükür, şiir var. Kalemini terbiye eden şairler…

–Hayal Bilgisi’nin 13. sayısını İslam coğrafyasında yaşanan savaşlar nedeniyle hayatını kaybeden tüm sivillere adıyoruz.–


[Hayal Bilgisi 13] [

Zühre’nin Neden Zühre Olduğu

]

3 Koyu siyah gözleri var sandı sonra öğrendi ki koyu ela Saçlarını da koyu kumral belliyordu halbuki başka bir renkti ne olduğunu bilmediği Bu yanılgı böyle mi devam edecekti Belki hayır belki evet belki bilmem belki değil Yanılgısı önce apak gerdanında belirmişti Bembeyaz sinesine esmer demişti Göz bu bazen yanıltırdı insanı siyahı gri griyi kumral kumralı ela gösterebilir Gösterebilir de her zaman değil dikkatli biri için Gerçeği gören için duyular aleminden somut aleme atlama yapabilen için zor olmasa gerek ancak duygular aleminden nesneler alemine sıçrama yapamayan kalbinde görebildiği sanalı gözlerine yansıtınca dışarıdaki gerçek nesneyi ve rengi değil içindeki beğeniyi görür İşte göz böyle yanılır Aslında normal gözü daha iri ince dudağı daha dolgun zayıf cüsseyi daha şişman görebilir…

Müstehir Karakaya

Beklemeyi hep bilen ama beklemeyi sevmeyen bir adam hızlı koşmayı sevmeyen bir kadına rast geldi nerede kaldın diye sormaya cesaret etti ki o da biliyordu huyu değildi Hep nerdesin diye sorulmaktan ve nerede kaldığını hatırlamaktan aciz olan bu adam ağaç olmayı istememişti Ağaç olmak onun için bir ceza olmalıydı Almak istediğini alamayan aldıklarını da hep veren bu adam ceviz ağacı olmayı seçeceğine kavak ağacı olmayı seçmişti Akşamın kara büyüsüne nazik ayaklarıyla ödeyen bir kadın dil sürçmelerini sevmiyor olsa da kendi kendini sevmeyen ve kendi kendine hakaret edeni de sevmiyordu Niye kavak ağacı demesi bu yüzdendi Belki polenleri yüzünden dedi adam bilgi vermedi fazladan Kavak ağacı üzerine ne polemiğe girdi ne de uzun bir söylev çekti Niye sen alerji mi yapıyorsun diye sordu kadın Evet doğrudur dedi adam Hatta ısırgan otu gibiyim dokunduğum her ruha kaşıntı yaparım uzun süre zor çıkar artık bu kaşıntı… Geceler bir yanda ve bir an’da duruyordu gündüzler de An anı kovalıyordu saatler çarçabuk dönüyordu devran hızla yol alıyordu yine adam yerinde o bir ana hapsolmuş gibi ne geçmişe ne geleceğe uzanabiliyordu On yıl hatta yirmi yıl onun için sadece iki saniyelik bir dalıştı Kelimelerin yetmediği yerde denge kuralı için el ve parmak dilini kullanıyordu Otuz yılda geliştirdiği bu dili bir çırpıda onaltı dakka yirmiüç saniye altı nisan salisesine göre tabii ki izah edemezdi… Sorgu sual faslı her dakika kendini yineliyor kendine bir hikâye yazıyordu Acemi ve çaylak kuşlardan çok uzaktı avcı Uykunun emzirdiği tragedyalar üstüne ne söylese azdı İki tel bir cambaza çok iki kol bir karpuza gereksizdi Aşk için iksir gerekliydi ancak sevgi için sırra gerek yoktu Atılan her taş ustalık işiydi Her kolun sahilde taş sektiremeyeceğini bildiklerinden gözün göze elin ele değdiği anın ne olduğunu ve ne anlama geldiğini tekrar etmenin bilgelikle bir ilgisi yoktu… büyük patronla aram iyidir ve o beni hiç yalnız koymadı ve sevdi gözetti ve her isteğimi geri çevirmedi ve o sever beni ben severim onu ve dilden halden dertleşiriz ve gün olur alır aklımı kalbimi yeniden imar eder ve gün gelir uykuya salar yüreğimi aklımı zımparalar ve gâh ölüm kuyusuna sarkıtır beni gâh yüksek bir nara ile diriltir yaşam bahşeder ve onun elleri yüreğimin içindedir hep ve dilim namert çıkarların kapıkulu değildir ve harut ve marut’u kuyudan çıkaracak ip zühre’nin elindedir ve zühre nedense susmaktadır ve susmak çok sancılı yaradır ve kırk yıl geçse de benim zührem hep ama hep otuzundadır… Ve kadın çok yükler yüklenmekten yoruldu Yazgının besmelesini iki dudağının arasına gizledi… İçindeki otuzu salıncakta salladı… Zühre’nin neden yıldız Harut ve Marut’un bunda suçunun ne olduğunu düşünmeye koyuldu… Baktı ki asıl kadın yerine gökten bir adam yeryüzüne iniyor günahıyla sevabıyla usul usul…


[Hayal Bilgisi 13] abdurrahman adıyan DENİZE VE AŞKA SERENAT göğün atlasını tutuşturan kızıl ateş maviden süzülen özgürlük düşleri güneşin suyla oynaşı, güz bûsesi deniz şarkı söyler, terennümde dalgalar parmak uçlarından başlar ilkin bir kadın raksa/ötesi ötesini, ben bilmem birazdan dokunacak turnalar sazlarına semaha duracak yıldızlar ay sema fitilini ateşlediğinde gökyüzü vecde gelecek ülker takım yıldızında aşkın düğünü deniz şiir okur, imgesinde poyraz gözleriyle başlar ilkin bir kadın muhabbete/ötesi ötesini, ben bilemem göğün perdesi deniz kadar durgun deniz, gök kadar derin benlik duvarının yıkık yapısı toza dumana karışan kör aklın sağır sultası mutluluğun beşiği aşkın cümle kapısı deniz türkü çığırır, tınısında rüzgâr güvenle başlar ilkin kadın ya da erkekte yârenlik/ötesi ötesi, yârenler bilesi göğün etek uçlarına tutunan aşk kelimelerin sükût ülkesinden bihaber imgesini yıkayadursun bengisuda şair elifbanın ilk harfi aşk, sonrası ayrılık deniz ağıt yakar, peçesinde bulutlar rahmetle başlar ilkin ölüleri yadsımaya dostlar/ötesi ötesi, anılar vefa damlacıkları

4


[Hayal Bilgisi 13]

Üç Gül Masalı

gelincik tohumları örtüyordu eski bir plağın çiziklerine düşen idâmlık kelimelerin üzerini “saçlarım üşüyor” diyordu kadın ekmek kırıntıları kalbini öperken

Mehtap Altan

5

İğde ağacının yarı çıplak dallarının gölgesi, yetiştirme yurdunun soğuk duvarlarına yansıyordu. Yurdun bahçesi her gece öksüzlüğün ve terk edilmişliğin avuçlarında büyüyen çocukların, buruk kahkahalarını giyiniyordu sanki. Bu yetiştirme yurdunu diğer yurtlardan ayıran çok önemli bir ayrıntı vardı. Mektup! Bu yurda mektup gelmezdi. Açıkçası gelmesi yasaktı. Posta kutusu da yoktu yurdun. Mesleğinde çok başarılı olan Zehra Öğretmenin tek isteği buydu yetkililerden. Bazen insanın aklı almıyordu neden mektup yasağı diye! Resmi evraklarla ilgilenen memur, bir zarfın resmi evrak olup olmadığına dair ihtisas bile yapmıştı sanki! Zehra Öğretmenin bu garip hassaslığına anlam veremese de onu çok seviyor olmaları yetiyordu bu konuya önem vermelerine. Yetiştirme yurdunun dış kapısında bekliyordu yine Zehra. Elinde yine o mektup! Yıllardır onu tanıyanlar Zehra’nın o mektubu eline aldığında sessizliğin kuyusuna düşmek istediğini anlar ve onu yalnız bırakırlardı. Gece oldu mu aynı saatlerde yurdun bahçesine çıkar, gökyüzündeki yıldızlara bakardı. “Bindallısını giymiş yıldızlar öpsün yüreğinden” diyen annesi gelirdi aklına. Kirpikleri hep hazırdı ki ıslanmaya. Yurdun birinci katındaki odadan flüt sesi geliyordu. Yine Cemal olmalıydı flütü çalan. Babasını özlemiş olmalıydı Cemal. Babası bir köyde çobandı. Ve koyunlarını otlatırken kalp krizi geçirmiş vefat etmişti. Annesi çaresizlikten onu yurda vermişti. Kaval sesi ile flüt sesini kan kardeş ilan etmişti Cemal. Babasının ona çaldığı kaval sesinin eşliğinde annesi ona ninniler söylermiş. Belki de ondandır her özlem fırtınasında o flütün sesine sığınışı. Zehra’nın yıldızlarla anne hasreti giderme yolculuğu bitmişti ki bir hıçkırık sesi ile irkildi. “Yine bir öksüzümün yüreği kanıyor!” diye geçirdi içinden. Yatakhanelere doğru ilerledi. Koridorun en sonundaki bölümden geliyordu hıçkırık sesi. Cemal flüt çalmayı bırakmış İsmail’in olduğu yatağa doğru bakıyordu. Böyle durumlarda çocukların


[Hayal Bilgisi 13] bakışları donar ne yapacaklarını bilemezlerdi. Zira her biri de aşağı yukarı aynı yarayı taşıyorlardı. Zehra, yanı başındaki nöbetçi öğretmene dönerek: “İsmail, hıçkırıklı meleğim! Rüyasında ne görür bilmem ama her gece böyle bir hıçkırık böler uykusunu ve duvarların nemine karışır sesi. Elimden bir şey gelmez ki bana bir şey anlatmayınca. Keşke çocukların yüreğini okuyabilme şansımız olsaydı da onların yaralarına yüreğimizi yaslayabilseydik.” “Hocam siz elinizden gelenin fazlasını yapıyorsunuz bu çocuklar için. Gerisi siz de biliyorsunuz ki kadersınav ikilisindeki sırra tabii.” Zehra, nöbetçi öğretmenin sözleri bittikten sonra İsmail’in yanına sokuldu. Diğer çocuklara bakarak yatmaları gerektiğini gözleri ile işaret etti. Çocuklar yeniden uykuya daldılar. Nöbetçi öğretmen yavaşça ışıkları söndürdü. Zehra, ranzanın başında İsmail’in saçlarını okşaya okşaya ninni söylemeye başladı. Yarım saat geçmeden uyuduğunu gördü yüreği ıslak çocuğun. Karanlığın soluğunu Cemal’in sesi deliyordu. Zehra Öğretmene seslenerek: “Belki o da babası ya da annesini özlüyordur Zehra anne. Saçları üşümüyordur çünkü sizin ninni söyleyen soluğunuz hepimizin saçlarını da yüreğini de ısıtmaya yetiyor.” “Canım, güzel çocuğum benim. Hadi uyu yarın konuşuruz.” Zehra, Cemal’in üzerini örtüp yanaklarına bir buse kondurdu. Ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu çocuklar uyanmasın diye. Zehra, huzurun kundağına çocukları bırakma telaşındayken kopan çığlıkların karmaşası ile nereye bakacağını şaşırdı. Her odadan bir çocuk çıkıyordu “Yangın varrr, yangın varrrr!” Zehra ne yapacağını şaşırmıştı. Avuçları biraz önce hıçkırıklarla uyanan İsmail’in saçları kokarken; nasıl yangına, ölüme ya da karanlığın küllerle dansına şahit olurdu ki? Hayat bu kadar mı hızlı geçerdi? Bu kadar mı muammanın gözlerine kan çanağı çığlıklar bırakırdı? Yetkililer, nöbetçi öğretmenler, Zehra olmak üzere herkes yurdu tahliye etmişti. İtfaiye aranmıştı gelmesi bekleniyordu. İçeride kimse kaldı mı diye düşünüyordu Zehra. Uzaktan yurdun pencerelerine bakıyordu ki birden fırladı “Benim odama gitmem lazım” diye bir çığlık attı. Öğretmenler, çocuklar buna anlam veremiyordu. Onu yangının sürdüğü binaya gitmemesi için telkin etmeye çalışsalar da

kolunu tutan öğretmenin ellerinden kurtulup yangının içine dalması çok da zor olmadı. 6 Yangının tam ortasında bir kadın! Sükûtunun sebebi mektup ile elinde yara geliyordu küllerin şefkatine inanmışçasına. Avuçları yanmıştı. Canı çok yanıyordu belli. Ama en çok gözlerindeki yangındı onu hayata tutunduran. Dizlerindeki derman onu ancak mektubu o yangından kurtarmaya yetmişti. Zehra yuttuğu dumanların da etkisiyle bayılmıştı. Bayılma esnasında elinde tuttuğu mektup yurdun bahçesine düştü. Kimsenin dikkatini bile çekmedi. Ama o çocuk. Zehra’nın ‘hıçkırıklı meleğim’ dediği çocuk, İsmail, Zehra’nın elinden düşen mektubu aldı. Aslında onu öğretmenlerine teslim etmesi gerekiyordu ama yapmadı. Zehra’nın yangına gözünü kırpmadan koşması o mektup içindi. O mektupta kimin kalbi atıyordu ki onu da kurtarmak istemişti! İsmail, alelacele iğde ağacının altına geçti. Sokak lambasının cılız ışığı mektubu okumasına yardımcı olacaktı. Mektubun sol üst köşesindeki tarih dikkatini çekti “Yıllar öncesinin mektubu.” dedi kendi kendine ve titreyen elleri ile okumaya başladı mektubu: Meleğim, hani yıldızlardan taç yapmıştın saçlarıma şiir şiir akmıştın ıslak gönlüme. Kelimelerin sustuğu, anne yüreğimin minik yavrusunun kocaman yüreğinde coştuğu anlar imza olmuştu zamana. Duygularının ilk defa kelimelerle dans ettiği ve çocuk kokunun yaşam dokusuna bulaşıp duygu duygu yağdığı andı. Anneciğine yazdığın ilk şiirindi. Yaşama duruşundaki ilk belirgin resmindi. Şimdi yıldızlardan aldığın o tacı, yolumu aydınlatması için yüreğime takıyor gökyüzüne gidiyorum. Dönüşü olmayan tek gidişli bir bilet olarak düşün. Sus… Dinle... Konuşursan gidemem... Ağlarsan gözyaşlarında kaybolurum ve bitemem... Öyle bakma! Kanadı yanık kuşun çaresiz anlamına değdirme gözlerini. Gökyüzü beni bekliyor. Onun yıldızlarından biri olmaya gidiyorum. Verdiğin tacı, göğsünde gülüşler uyuyan, düşlerinde umutları kanayan çocuklara göndereceğim. Onlarda anneciklerine bu köprü ile ulaşabilsinler ve de gökyüzü mutlu olsun diye. Bilir misin gökyüzü öksüzdür. Anne kokusu, onun sonsuz ve hüzünlü bağrına değmemiştir. Bu yüzdendir gökyüzünün bir gülüp bir ağlaması, bir gündüz olup bir gece olması.


[Hayal Bilgisi 13] Belki de bu eksikliğindendir yeryüzüne çatı olması, kanat olması, mavi ve siyah renginde yaren olması. Bu yüzdendir belki de kendi yalnızlığında bizleri çoğaltması. Ve bundandır belki de ara ara ağlaması, bulutlarıyla toprağa ve çöl yangınlarında yaşam olan nefeslere mesaj göndermesi. Meleğim, kulağına fısıldadığım üç gül masalını unutma. O masal senin gerçeğin olacak, maskelerin renk renk satıldığı bu yalan dünyada. Üç gül masalındaki her gül, senin bensiz yaşamındaki umut şövalyelerin olacak. Seni bir gelin edasında süsleyecekler geleceğe. Ve anneciğin masalın perisi olacak bu defa.

korkuları ve buğulu resimleri yıldızlardan aldığım silgi ile sileceğim baştan aşağıya. Ve tuvaline7sen kendin resim yapacaksın artık. Umut rengini fırçana bulaştırıp, güneş sıcaklığında ve yarın şefkatinde tablolara anne olacaksın, dost olacaksın can olacaksın...

Gidişim yorgunluğuma sığmayan hayal kırıklığının kekremsi tadında doğdu. Sancıları şiirin masumiyetinde yok etmeye dindirmeye çalışsam da olmadı olamadı. Eridi içimdeki güven dağlarının buzulları. Yandı dağlarımın eteklerindeki düş çiçekleri çaresizliğin avuçlarında. Külleri yaşama sevincimin tüm hücrelerini hapsetti yalnızlığa batırılmış gölgesiyle...

Her gece gökyüzünde seni bekleyeceğim. Seni görmem kolay olacak. Keskin bakışlarına sığdırdığın buğulu sandıktaki hazine rengi mucizeyi nasıl tanımam ki. Doğduğunda seni koynuma verdiklerinde bakışların aynı anlamı sığdırmıştı yüreğime. Hiç değişmedi o anlam çünkü sen yüreğimden kopup gelen tomurcuktun, içinde kendi masalını saklayan...

Kuzummm... Canım acıyor! Kokun içime içime işlerken nasıl gidebilirim ki? Minik ellerin, zamanın ellerine dokunup ‘annemi alma, daha büyümedim ki!’ derken nasıl göçebilirim ki?

Gündüzleri de masmavi uçurtmalara el salla yavrum. Çocukken hiç uçurtması olmayan anneciğin, sana gökyüzünün en güzel uçurtmalarında gelecek. Onların özgürlüğünde çıkarsız, renkli ve gerçek gülüşler yollayacak kendini yalnız hisseden minik yüreğine.

A n n e n…

Yavrummm... Saçlarına değen her rüzgâra beni sor, mutlaka benden haber getirmişlerdir. O rüzgârlarda benim ellerim olacak, saçlarını okşayacak her üşüdüğünde. Beni merak etme. İnan yıldızların arasında daha kadın, daha dost, daha can ve elbette daha i n s a n hissedeceğim kendimi. Ve en önemlisi daha güçlü olacak anneciğin. Gözlerindeki hüznü,

Ellerim yanıyor, yüreğime değemeyen ellerim ağlıyor...

İsmail yine en sadık dostuna sığınmıştı, hıçkırığına! Mektubu cebine koyup Zehra Öğretmeninin kaldırıldığı hastaneye gitmek istedi. Kendi gidemezdi. Ortalık biraz durulduktan sonra nöbetçi öğretmene söyledi. Ağladı ağladı... Hastaneye vardığında Zehra Öğretmenin başucuna geldi diz çöktü. Minicik avuçları bu annesiz kadının, bu yaralı kadının, bu kuyusunda hüzün mayalarken onlarca çocuğa anne olan kadının saçlarındaki ve yüreğindeki üşümüşlüğe derman olur muydu bilmiyordu.

edebiyathaberleri.com - - kitaplar, edebiyat dergileri, kültür-sanat etkinlikleri hakkında haber ve değerlendirme yazılarına yer verir ve hayal bilgisi edebiyat dergisi editörlerince güncellenir. kitap ve dergilerinizi aşağıdaki iletişim yollarını kullanarak bize ulaştırabilirsiniz. POSTA: Aşağı TOKİ Konutları, Bina No: F3A, Kat: 1 Daire: 2 Erciş Van TEL: 0 505 635 15 54


[Hayal Bilgisi 13]

SEDAT İPEK

8

BAKIMSIZ BİR RUH ATLASI ‘Bu gezegen kupkuru, sipsivri ve çok tuzlu’ Küçük Prens-SAINT EXUPERY yumuşaktır kumaşı şairin bir korkuluğun cebinden alınmış masumiyet ve melankolik vadi kaç takside bölünür ki şairin yalnızlığı, bu rutubeti kim alır lirik bir kalp çarpıntısına dönüyor nisan. yazın beni şiire yazın gördüm dünyanın asaletini paylaşıyor insanlar kuşların yalnızlığını gören yok, yok kutup yıldızını arayan paranteze alınmış bir acının gölgesinde uzayan ahhhhh ahh! beni annemin çeyiz sandığına gömün. kapayın beni kapayın yumuşaktır kumaşı şiirin bakmakla iyileşmeyen ayna, gitmekle bitmeyen bozkır yarasına tentürdiyot sürülmüş bir coğrafyada kuyunun dibidir şair. taş atın ona taş atın pembe panjurlu bir uçurumdan uyuyorum dünyayı yangında ilk kurtarılacak listesi yirmiyedinci yaşım oysa iyi bir çocuktum alegorik bir ülke haritasında artık budayın bu çoğalmış gövdeyi. yer açın salıncaklara yer açın


[Hayal Bilgisi 13] [

KIRMIZI SİYAH

]

9

Yükünü topladı, son bir gayretle boşalttı. Bu eski maden ocağında insanın gözleri kararırdı. Elleri ile hissetti rüzgârı. Nefesi daralırken sanki çatırdayan ahşapların arasından ıslık çalıyordu ölüm meleği. Toplantı vardı, bilinmez bir sofraya çağırıyorlardı tüm işçileri. Tam on beş yıl, dedi. On beş yılda kök salmıştı yerin derinliklerine. Ah, dedi. Ah güneşim, nerdesin beyaz tenli. Ben katran siyahına boyadım kömürden gözlerimi. Bağırdı. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Şahlanan siyah at gibi fırladı ruhu yerinden. Sanki dağ yarıldı. Sanki kayalar tuz buz oldu. Oysa Adem üşüyen bir serçe gibi titriyordu. Başını arkaya eğdi. Saçlarından kömüre tuz kattı. Emek, dedi. Ekmek ve tuz bu yüzden kutsaldı. kömür, senin siyah teninden beyaz unu çıkarırım kömür, seni sökerken zindandan cehenneme ben çıkarım kömür, seni yeraltında ararım kömür, sıcak yuvanın hayalini kurarım kömür, siyah tuz birikiyor tenimde, senin rengin kömür, ırmağın öte yüzünde savaşa kalbimden dökülüyorum kömür, bilgisi var devletin senin kalbin durmazsa, arka cepteki cüzdan kadar hissedilmez işçiler kömür, kaç katmanlı bu yorgunluk, kaç asırlık bu paslı hançer dedi. Sonra demiri hatırladı. Yüksek medeniyetin o yeni damarını. Yani ölümün, öldürmenin. O kutsal Tanrı hediyesinin nasıl da damarlarda dolaşan hemoglobin moleküllerini çıkardığını hatırladı. Kırmızı rengini demirden alıyormuş insan kanı. Bu yüzden kor olup kalıplara akan demir bana hep kanın damarlarda akışını hatırlattı. Oysa ben gül rengine sevdalıyım. Ah gül. Gülüm. demir, maden ocağından çıkarılan demir, atların nallarından arza saçılan demir, yorgun makinelerin sırtındaki kibir demir, savaşın aykırı tonu demir, düzenin eli demir, düzene başkaldırı demir, ateşte eriyen kor demir, meydanlarda filizlen cevher demir, kana doyan en soğuk metal demir, cehennemin eli demir, gözlerin nemi düştü. Ağır gelmişti dünyanın yükü. Dünya dönüyordu. Ama yer altındayken dönen dünyayı düşünmek arabanın bagajında seyahat etmek gibiydi. Üstelik bulutlar olmalıydı. Haykırdı. Gözlerinden ateşi öyle bir fırlattı ki sanki bu ateş dünyayı yakacaktı. Kahrım cehennemin siyah üzümü, zift yüklü tanker mi kalbim. Yüzümü savaşın ve ölümün hükmünü yürüten cellâda döndüm, tükürdüm. Sevinemiyorum nefes alsak da, ölürken gaz bombasıyla. Son nefesini verdi; bütün kutsallar o anda yerin dibine girdi. Yerin üstündekiler ölümü arka ceplerindeki cüzdan kadar hissetmedi.

Yusuf Bal

öl, öl ki en güzel yerinden boşalsın nehir, yüzünden aksın öl, öl ki güneş yükselsin, toprağı kazsın tırnaklarım bir ağacın dibinde seni bu dünyaya değil, uzayın yaratıldığı dumana gömsünler öl, öl ki şehirler kasabaya, köyler eve dönüşsün hangi yasaya uysan ruhun rayından çıkar öl, öl ki boğuluyorsun, el salladığın bütün trenler sahte ölsen ne ki, daha meyve olmamış acı bir tohumsun ağaç dalında tuhaf bir yaratığa dönüşmemiş işçisin maden ocağında 3 Mayıs 2014 - Not: Bu yazıyı Soma faciasından on gün önce, yani 3 Mayıs 2014’te yazmıştım. Sonra 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan facia gerçekleşince o an hiçbir yerde yayınlamak istemedim. 25 Haziranda Hayal Bilgisi Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak Hayal Bilgisi’nin yeni sayı sayısında sizi aramızda görmek isteriz diyerek mesaj gönderince bu yazıyı Hayal Bilgisi Dergisine yollamaya karar verdim. Kazada bedenini bu dünyaya bırakıp öte âleme göç edenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır dilerim. Umarım yeni kazalar yaşanmaması için tedbir alınır.


[Hayal Bilgisi 13] 10

S. İCLAL TİRYAKİ Sokak Araları soğan kokuyor ağzı çocuğun doğduğunda sallanıyordu domokles’in aklı başucunda sıyrılması gerek sayısız gelenekten sütünü ksediye içirdi bu sabah ve avuçlarını yaladı beş taş oynuyor yazgısıyla her gün tutturuyor ceplerinin deliklerini avuçlarıyla alabildiğine üflüyor sessizlik cuma cumartesi pazar ayrı ayrı özerkliğini ilan etmiş ellerden yüreğe emekliyor izmarit acısı hayat hala katakulli kör tıpa tıkamış gerçeğin ağzına bilirkişiler açılacak birazdan tozlu perdeler omzumuza dökülecek ezberlerimiz yeniden karmalı köprünün harcını


[Hayal Bilgisi 13]

Arsima

11

ı. sana göğü kim yaşatabilir benden başka ıı. kim ağlar benden başka giden trenin ardından buğulu bir cama yaslanmış el sallıyordun; yaz ismimi sen gitmeyi hiç istemedin elin elini ben tuttum önce ııı. bakıyorum yüzümü göğe kaldırdım bakıyorum bulutların arasında ya/saklı bir damla perisi, arsima içinde her şey var içinde gözlerinin ıv. anlatsam kelebeklerin ömrünü ağlarsın hem ağladın göğsünün içinde bir vakit tutuklu kaldığımda dağa saklanmış bir hazine değildim; bıraktın yalnız kaldığımda şampanya renkli bir odada mum eridi, karanlıkta kaldım sonra v. içimdeki sarp kayaları geçtin keskin taşlarım vardı geçtin deldin gövdemi damarlar açtın içimde ey karanlığıma ışık olan damla perisi pelerini kaldır ve büyüt göğsümün incir ağacını pelerini kaldır ve unuttur bana ezberimdeki maskeleri vı. fındık yaprakları doğudan batıya eser batı tutarsa kusacağım; zehir çıkacak gözeneklerimden kaç kez yağdın, arsima, doğuya taneleri dağılmış bir tespihin imamesi gibiydim eşiğimin üstünde durmadan önce yıldızların arasında bir kapı açıldığında öpeceğim halenden; öleceğim vıı. bakıyorum yüzümü göğe kaldırdım bakıyorum bulutlar kuşlarla göçüyor âlemimden bulutlar diyorum göğün damla perisi, bulutlar göçüyor diyorum göğün damla perisi bulutlar göğün damla perisi diyorum göçüyor

MEHMET TÜRKMEN


[Hayal Bilgisi 13]

Ah Duragı

12 gülnaz eliaçık

Yürümek. Bir kalp çarpıntısının gölgesinde, uygun adımları birbirine teyellemek. Yorulmak sonra, ağrılı bir yaşam düşünden gözlerini kaldırmak, bakmak, bakmak, mütemadiyen bakmak bir çift gözün içine… Bütün tanımlar yaşamak ritüelinin bir albenisi, bir öteleyicisi hükmünde. Neresinde duruyorum vuslat menzilimin, yolumun ne kadarını aldım henüz bilinmezler içinde. Artık soru sormak alıştırması yok dilimde. Cevaplar, cevaplar ve düz cümleler saklıyorum içimde. Ama tüm yüklemler özne kılığında çıkıyor karşıma. Kelimeler bile bir kandırmacanın içinde. Nerede nefes alacağız öyleyse? Yaşam alanımız neresi? Kimdir, bizi bizden öte bize anlatacak dilin sahibi? Saçlarımızı okşayan rüzgârın, tenimizi öpen yağmurun sahibi, sahibimiz değil miydi sahi? Ve iyi ki bütün dünya kimsesizliğimize, nokta niyetiyle bir sahip var. Evet, var! Sahipsizlik bir ruhun önünde en büyük duvardır aslında. Kar yağarken insan güneşten yana kimsesiz hissediyor kendini mesela, güneş tepemizdeyken rüzgârın yokluğu, bulutun görünmezliği bir kimsesizlik mesafesinde karşımızda duruyor. Hâlbuki gördüğümüz gibi değil hiçbir şey. Ya da baktığımız gördüğümüz değil aslında! Bakmakla görmek arasındaki Araf köprüsünden çıkıyor sesim, bir ah durağında bekliyorum mütemadiyen, kalbime dolan tüm ahları cümlelerin nemiyle silmek telaşı benimkisi, fazlası değil, hiç fazlası olmadı zaten hatta mütemadiyen hep yeteri kadardı her şey! Ama yetmedi. Yetmeliydi. Yetemedi… İnsanın kendine tahammülsüzlüğü bir sürek avı hükmünde. Ruhunuzu sürekli kalbinizin rendesinde yontuyorsanız, içinizdeki ayak seslerini işitme kat sayısınız artmış demektir. Kendinizi ölürken veya doğarken aynanın diğer ucundan yazıyorsanız yalnızsınız ve yalnızlık, onca kabalığın içinde, ruhunuza çatal iğneyle tutturulmuş bir nişandır. Ve siz, mütemadiyen bu nişan sol göğsünüzün üzerine hiç takılmamış gibi davranırsınız. Yok hükmünde saymak, varlığın idrakinde olmaktan daha kolaydır her dem. Varsaymak yorucudur hem. Kimse yorulmak istemez. Kimse, kimseyi yormak istemez kimsesizliğiyle. Sahi kimsesiz değildik biz değil mi, idrak etmek aritmetiksel bir işlem kadar karışık olsa da formülünü bulduğunuzda çözülemeyecek bir mesele değil bu da! Dua formülize edebilir belki idrakimizdeki düğümü, çözülebilir sonra kendiliğinden bu kimsesizlik meselesi. Sonrası hayatı kabullenmek olarak kalır avuçlarımızda, işte o zaman yalnızlık uçucu bir madde hükmündedir ruhumuzda.

Yaratılan her şey bir aidiyet duygusu taşıyor kalbinde. Bildiğim tek şey bu! Güneş ve ay mesela mütemadiyen göğün emzirdiği çocuklardır. Her açan çiçek bir dalın bağrına gömer içini. Her dal bir ağaç kökünden sürgün yer kendine. Balıklar suyun ruhunda zikirdedir mesela ve insan bu dünyada, sürgün yerinde bir yerli edasıyla dolaşmaktadır! Dünya kalbine ah doldurma yeriyse, içimdeki tüm ağırlıkları kalbimin coğrafyasında eritmek istiyorum, sadece kelimeler eritiyor yerinden kalkmaz bu ağırlıkları, sonra söz, sesimin ritmiyle uydurduğum tüm sözler, kendini yeniden çıktığı yere -kalbimeatacak bir şiir arıyor. İnsan en çok kendini arıyor, aramak bulmak demek diyorlar, bulmak aramak… Ve insan etten ve kemikten bir duvar olarak, aynı ham maddeye sahip bir istinat duvarı istiyor kendine. Hiç durmadan istiyor. İstemek, insanın kalbine bahşedilen en büyük nimet bu dünyada. Bu kadarı yetercilerden, daha fazlacılara, olmasa da olurculara, olsunculara, olmazsa olmazcılara… Dünya herkese yetiyor aslında ama insanın içine kendinden gitmek duygusu gelip bağdaş kuruyor yine de! Gitmek meselesi içinizin kabuk bağlayan yaralarını koparmaya uğraşıyor, uğraşıyor ki kanasın ah izleri, kanasın ve bırakmasın peşimizi. Biz kaçalım, onlar kovalasın. Kaybolalım yaralarımızın yeşerdiği yerden, çiçeklendirmeyelim. Sürekli bir budama düşüyle, elimize kelimelerden makaslar alıp budayalım tüm yaralarımızı. Onca birikmiş yenilgiye bir yenisini eklemesin şu gitmek telaşı… Yaralar, kendine kabuğunu tamir edecek bir el arar aslında. Ve bazı yaraların tamiri, bazı cümlelerin “ol” hükmünde ruha gelişiyle olur. İşte o zaman, tam o zaman, kalbin aklını inkâr etmek yok hükmündedir. İçimize giren gitmek soğukluğunu yeni gelişlerin nazarlığı yaparak yürüyelim yola, unutmak şifa, kalbe ve akla! Alışmak, unutmak cümlesinin belirtili nesnesi hükmünde takılıp kalmış zihnimize. Yürüyoruz kendi içimizde, bütün adımlarımız tek olana varmak için. Bütün adımlar özümüzde mayalanan güzelliğin farkında olmak için. Dünya bir ah durağı aslında, kalbimizde mayaladığımız tüm sancıları gelecek olan otobüse verir gideriz. Gitmek ön sözdür yaşamak kitabında ve kalmak, kalabilmek… Bahşedilen yaşam nimetini tümüyle sahiplenip mutlu olabilmek zor değil aslında: Tut elimden şimdi / Bu durak, beklemek yaralarının salıncağıdır / Kim göğe kadar uçurursa kalbimi / Ah durağında oturma sırası ondadır!


[Hayal Bilgisi 13]

Bilmukabele Ey Istanbul istanbul; iste, anla, bul evveli surmuş kenarları sonradan susturulmuş kıyı misafiri kibar pullu balıkları yerli yerinde değil ne güneşi ne karanlıkları ne eski ne yeni azınlıkları zındık kokuyor meydanı şerifler elleri oyuncak dolu turist avcısı şerifler iskele diplerinde suriye konsolosluğu açan minik eller ivriz kabartması yüzleriyle çocuklarına üzülen anneler asır vakti vapur klaksonları, bekliyor yeşil ışıkta sabırsız şiş karınlı hanımcıkların kocaları para avcısı seyahat acentegahları hepsinde de turi sina’yı gezdirecekler havaları mabedi sultanı ahmet’in sükûnetli vefakar tabure cemaati ve ayasofya önünde birkaç bin karatlık altın bakışların diplerindeki masum seyyah troller daha bilmem ne roller blue mosque’yi bilmeyen ise bizler cumadan cumaya yırttığımız gibi ya bütün dizler geçelim bunları kaçıncı köprünün halatlarına yazayım adını siyah giyen bütün kadınları çevirsem sorsam adını kaçının ismi istanbul işte anla bul inci dişli, kömür karası is dudaklı biraderlerimize kimse bakmıyor şaşkınca karnı acıkınca midesi aşkınca bir bira eder beyazın yeri geldiğinde ederi çinlinin oval görmemesi değil ki kederi peki ya alman kızın kaba alfabeli kalın külahlı pederi hiçbiri dert değil bunların, dertler güneşte yanan etler kasap tezgahı gibi ya bütün betler benizler kara feraceli bacım cehennemi izler der ki bu yanmış bedenleri nasıl söndürür denizler satır satır gizler, gizlerin ifşasıyız bizler bükülsün evet bükülsün bütün dizler duysun istanbul’u bütün dehlizler

13

CİHAT ŞİT


[Hayal Bilgisi 13] [

SEMRİN ŞAHİN

ses/sizlik

]

14

Karanlık. Yırtıcı bir çığlık. Gürültünün ardından kesif bir sessizlik. Babam kapı duvar. Yeşilimsi minder örtüsünde oturup beklemekten başka çaresi yok onun. Benimse ses her yanımda… İnleyen, haykıran bir ses… İlk ne zaman o sesi duyduğumu anımsamaya çalışıyorum. İncir ağacının altında uyuyakaldığım o puslu öğleden sonra mıydı? Yoksa yaylada yalnız kaldığım gece mi? Anımsayamıyorum. Tek anımsadığım yorganın altında usulca beklediğim anlar; ılık nefesimin titreyerek ağzımdan çıkışı ve korkudan başımı yorganın dışına çıkaramayışım… Ürperiyorum. Aynı sisli geceler. Babamdan medet umuyorum artık. Bir garip yalnızlık söylencesi. Dışlanmışlık, delilik… Oysa ölüm her yerde ve ben bu bilginin altında eziliyorum. “Kızın hareketleri normal değil!” “Hoca efendi gün aşırı uğruyor ama bir gram iyileşme yok.” Konuşmalarını duyuyorum. Kapı önlerinde, pencere kenarlarında konuşuyorlar. Mahallede duymayan, konuşmayan kalmadı. Çıldırmış, diyorlar. Nasıl çıldırmayayım? Annem, ablam ve kardeşim sırayla kendilerini öldürdüler. Ne kadar kolay söyleniyor değil mi? Ama yaşadıklarım o kadar kolay değil. Ablama defalarca yalvardığımı, ağladığımı, beni bırakma, dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ağzından köpükler çıkarta çıkarta gözlerimin önünde çırpınarak öldü. Ölüm bu kadar yakındı, soğuktu. Annem odunlukta kendini asmıştı. Bana göstermediler ölüsünü. Hayri ise minareden attı kendini. Ölüm, canımın canlarını aldı. Aynı korkuyu, aynı acıyı üç kere yaşadım. Bir babam kaldı geride. Hep içimde aynı soru; ya babam da ölürse… Yanıtsız sorular çığlıklarıma karışıyor, önleyemiyorum hiçbirini. Babamsa kapı duvar. Gece yarısı odunluğun oradan sesler duyuyorum. Yorganı sıyırıp atıyor, koşar adım çıkıyorum bahçeye. Orada bekliyor oluyorlar beni. Annem ortada, ablam ona arkasından sarılmış, Hayri ise dizlerinin dibinde… Gel, diyorlar bana; sen de gel… Susuyorum. Dilim damağım kuruyor. İçimdeki o ses yine galip geliyor. “Sakın gitme!” diyor; “sakın gitme!” Eve gelen Hoca’ya söyledim, onları sürekli gördüğümü. Tespihini daha hızlı çekmeye başladı. Mırıltıları süreklileşti, nefesi hızlandı. Ama ona sesten hiç söz etmedim. O da bana bu sefer “Niye çığlık atıyorsun?” diye sormadı. Oysaki bir özsuyun, dağlayıcı bir yanıtın, unutulmuş bir sevginin karşılığı olarak attığım çığlıkların çarptığı kulaklar sağır, gözler kör, diller lal… Hiçbir insan çektiğim ıstırabın farkında değil. Ölüm; kekre bir su gibi boğazımda takılı. O ses ise zihnimde dönüp duruyor. Hayatın sesi olduğuna eminim onun. “Yapma, dur!” diyor sürekli. Yaşamalısın. Sus ve yaşa! İşte o anlarda babama bakıyorum. Acılı bir suskunlukta... O zaman anlıyorum. Babam da sesten yana. Geceleri yan odadan gelen soluğunu dinliyorum. İyi ki hayatta, diyorum kendi kendime. İyi ki hayatta! “Kimse evlenmez artık bununla…” “Her gece odunluğa gidiyormuş baksana!

Kim alır bunu!” Odunluğu yıktılar bugün. Sayısız böcek ortalığa saçıldı. Onlarca fare eve doğru kaçtı. İki işçi kalan odunları traktöre yükleyip gittikten sonra babam artıkları temizleyip toprağı belledi. Bundan sonra annemler geceleri gelmez. Beni çağıran seslerini duymam artık. “Gelecekler…” diyor içimdeki ses. “Bu sefer baban için gelecekler…” Korkuyorum. Zifiri karanlık her yanım. Babamın soluğunu dinliyorum. Yok, yok, yok, derin bir sessizlik var, ardından bir çığlık. Yoksa ilk önce çığlık sonra derin bir sessizlik mi? Çıkartamıyorum. Sadece korkuyorum. İçimdeki sesi arıyorum. Konuşsun diye bekliyorum. Susuyor. Onların gülüşmelerini duyuyorum. Duvar dibindeler. Atlıyorum yataktan, koşuyorum bahçeye. Her yer koyu karanlık. Duvarın dibinde babamı görüyorum. Onlar gülüyor, babamsa soluksuz. İçimde derin bir sessizlik var. Kalıyorum öylece. Biri konuşsun istiyorum, bekliyorum ürkek ürkek. “Ses/sizlik” deyip gülüyorlar. Sonra sessizlik kazanıyor. Babam nefessiz, ben suskun kalıyoruz öylece.“Vah vah!” diyorlar duyuyorum. Gülüşüyorlar, gözlerimi kapatıyorum.


[Hayal Bilgisi 13]

Degisik Dünya Düzeni bana de ki tut elimden suskunluk sarmalını tekmelemeye gidelim acımasız dünya sendromunun ipini çekelim şu yalan örtüsünü kaldıralım üstünden siyasetin gel şu pratikte işe yaramayan tüm teorileri kundaklayalım bomba yapmayı bilen herkesi tespit edip bir kış gecesi kaçıralım samimiyetsiz adamları vuralım sonra gel tüm medya devlerini bir gecede soyalım ‘korkma’ de bana ‘özgürlüğünü senden başka kimse hapsedemez’ de köy köy her eve taaşşuk-ı talat ve fitnat götürelim çocuklara konuşma hakkı verelim ‘gel biz şu dünyayı daha yaşanılası bir yer yapalım’ de bana de ki, ‘bırak okulu, işine yaramayan ne varsa bırak’ gel biz ideolojik bir film çekelim devrik cümlelerimizle dünyayı devirelim kamusal alanların başını döndürelim bırak insanların peşini gel kendimizi tanımaya gidelim bana de ki, gülümseyerek de ama yaktım kitaplarımı, gel şiir yazalım ‘gel koşalım’ de önemli değil nereye kadar olduğu gel koşalım, bulutların gittiği yere doğru bana de ki, ‘gül gözlerime, gel müzik olalım biz’ bir tepe bulalım kendimize kimse fark etmeden insanlara düşünceler yazalım de halı dokuyalım içine bir sır saklayalım de kriptoloji öğrenelim ama gizlenmeyelim birbirimizden gel bir resim çizelim hayal gücümüzü değiş tokuş ederiz de bir oyun yazalım, alçakta kalırsa gözlerin gözlerime ayağımın üzerine basabilirsin de bana mektup yaz, mektubu postaya verme gökyüzünde iki kere çevir ve avucuma bırak sessizce

ÖZGE ELİF CEYLAN

bana de ki, ‘korkmuyorum yanılmaktan’ şimdiye kadar bulduğum tüm doğruların yanlış olmasından korkmuyorum de kalbine bir doğru bırakayım o zaman bana sakın büyüdük deme bi’şey diyeceksen, ‘biz hep çocuk kalalım’ de bir tebessüm otursun gözlerine iki defa ard arda ve en samimi susuşunla benden bir kahve iste

15


[Hayal Bilgisi 13] ünal dereli “Sakın gökyüzünden şiirlere damlayan aşkı merak etme, olur mu? Olur da yüzün kırışır, saçların beyazlar, kalbin kararır.” Önümde yağmurun bütün patavatsızlığına aldırış bile etmeden, arada gökyüzüne bakarak arada sağ elindeki defteri yoklayarak yürüyen genci görünce; aklıma on yıl önceki bu sözlerim gelmişti. Şehrin en tenha, yağmurunsa en kalabalık yağdığı o sokakta yürüyorken, saçlarımı taciz eden densiz rüzgâra rağmen ellerimdeki poşetleri muhafaza etmeye çalışıyordum. Eee, kolay değil, Cahit Sıtkı’ya göre yolun yarısına çoktan demir atmıştım. Üstüne üstlük bardaktan değil de sanki kovadan boşalıyordu mübarek. Bir de o halde, hiç haz etmememe rağmen çikolata yemeye çalışıyordum. Önümde yürüyen zât-ı muhterem ise bana nazaran hem gençti hem de elinde tek bir defteri vardı. Aniden o delikanlının elindeki defter oluvermiştim. Yapraklarım sırılsıklam olmuş ve karnımı ise mengene gibi sıkan kocaman ıslak bir elin içindeydim. İçimde iki şiir, bir de hikâyenin dışında, Kiril alfabesi ile yazılmış bazı yazılar vardı. Belli ki kafasında adalete düşman bir sevda, gözlerinde ise gökyüzü vardı. Kim bilir onun gözleriyle gökyüzüne bakmak, yüreğime nasıl abdest aldırırdı? Ama bir türlü gözleri olamıyordum. Hay Allah! Elimdeki çikolatayı da düşürmüştüm ve sanırım önümdeki genç de beni fark etmişti. Tedirgin bir edayla dönüp bana bakıp, aniden adımlarını

BURADAN GÖĞE BAKANLAR

16

sıklaştırmıştı. Böyle çalışkan bulutların olduğu bir mahallede, şemsiyesiz dışarı çıkmış bir öğrencinin bu kadar hızlı yürümesi doğaldı. Fakat az önce böylesine bir yağmurda bile gökyüzüne bakıp bakıp yürüyen adam, şimdi dönüp dönüp bana bakıyordu. Sanki benden korkmuş bir hali vardı. Evet, çoktan karanlık olmuş, tek tük açık dükkânların kaldığı vakitti. Saat yediye geliyordu. Belki de adalete düşman sevdasına; bir Leyla lazımdı. Fakat bu şehirdeki bütün Leyla’lar göç etmişti. Onun da delikanlılığı palazlanmış bu şehri terk etmek istemişti. Hepsi bu. - Bana maval okuma be adam! Durağın karşısındaki beyaz eşyacının kamerasını inceledik. O fırtınanın koptuğu gün çocuğu takip ettiğin yetmiyormuş gibi iki gün önce de o çocukla aynı duraktaymışsınız. Tesadüfe bakın ki, iki gün sonra da aynı durakta çocuk öldürülmüş. Niye öldürdün lan çocuğu? - Nasıl ö-öl-öldürülmüş? Ne ne ne durağı? - Dalga mı geçiyorsun lan sen benle? Ne durağı olacak hayvan herif, belediye otobüs durağı. - Kızma Memur Bey, benim için, içinde yürek olan her yer duraktır, göğe bakma durağıdır. (Diyemedim.) - Mehmettt! Alın atın bu herifi nezarete, gözüm görmesin. - Ben kimseyi öldürmedim. Memur Beyyy! Ben sadece geceyi bıçakladım o durakta. Sadece geceyi! O da, o da fikirleri bombalayıp gökyüzünü kandırdığı içindi.


[Hayal Bilgisi 13] 17

ren aforizmaları HASAN BOZDAŞ şapka çıkarmak, serin bir yaz akşamı olsa olsa günahtır çarmıhta bir âminle göz tokuşturmak yok hayır kanmayın bu sokak birazdan bütün ritüelleriyle belki efendileriyle belki soneleriyle düne karışacaktır bu sokak birazdan rilke’den okuduğum kadarıyla hiç olmayacaktır her şiir, fikrimce biraz günahtır her şiir yalanlı sarkıtlardan, çalgılardan danslardan sonra hem olsa olsa rilke bu şehre hiç gelmemiştir bir sanatoryum ağzından bakıp geçmiştir üç dille konuşabiliyorum ren’e bakarken sevebiliyorum, belki yaşayabiliyorum belki garipsiyorum kuşlara verilen isimleri geriye kalan diğer dillerde susabiliyorum kül çürüğü bir koridor başında ismime yabancı bir taşla uyuyorum


[Hayal Bilgisi 13] esra pak

18

GÖLGE OYUNLARI

Duvarda ıslak yelkenli gibi çırpınıyordu kanatları. Değirmen gülü bir o tarafa savruluyordu bir bu tarafa. Tüyleri dört iklimi andırıyordu uzaktan, yakından da sade ama şık bir beyefendiyi. Akşamları telaşlı uçardı bir tenha arar gibi. Yuvasını bir ağaç dibine kurmuştu yorgun argın yalpalanırdı bedeni. Çocuklar gece ebesi oynardı akşam ezanına kadar. Ezan okunur, babaannem sedire çekilince gece olur küçük kardeşim rüyasında çığlığı basar ateşlenirdi. Babaannem üflemeye başlardı sarımsak destelerine. Babam mızıkçılık yapar gelmezdi bazı geceler. Tavanda mum alevi gülümserdi geceleri. En çok ellerinden, gölgesine taşıdığı duvarda uçuşan, kıbleye taraf yatmayan babaannesinin oyunlarını severdi. Ve en çok o duvarda gölgesi sakallı bir meleği sevdi. Mırıl mırıl dualarla geçerdi gece, sabaha karşı ezanla dökülürdü tespih taneleri. En beyaz olan eşik tarafına düşer, o vakit günahlardan arındırılırdık. Soyardı bizi annem. Sabah kuzinenin üzerinde kaynamış suyla yıkardı. Babaannem uyanır uyanmaz sirkeli bezle idare lambasının etrafındaki külleri silerdi. Masadaki mum lekelerini kazır, gül suyu dökerdi eve. Pas lekeli sofra üzerinde bir kaç ayet gezinirdi sabaha. Martı kanadını oynatırdı, ıslak yorgun çocukça bir uçuşla şöyle bir dolaşırdı gökyüzünde, bahçesi olmayan evlerin sokaktaki pencere diplerine konardı. Zamanla yaz sıcağında kuyu beygirlerini çekmeyi öğrendim susadığım vakit. En çok sabun kokardı köylü kadınları oluklardan su çekerken, mis gibi sabun kaçırırlardı kuyu yanlarına ellerinden. Babaannem o ara karıncalarına şekerleme yapardı öğlenleri. Bazen bizi de dürterdi kalkın ikindi vakti uyunmaz diye. Tecrübeli olan ay, babamın geleceğini anlar telve döktürürdü içtikleri kahve diplerine, kısmet hep yolda gözükürdü talihsiz anneme. Ekmek almaya çıktığım vakit bakkala, çıkmaz her sokak aynı karanlığa yol vururdu. Kayıklı Camii Darphanesinde ezan okunurdu. Ve acımasızca yakardı gözümü kubbe altında bu dünyaya ait olmayan o ışık. Yeşilden korkmaya o sokakta başladım bir öğlen namazını

müteakip alıp gittiler kanatlarımı. Annemin ilmek ilmek işlediği dantellere şekerli su içirip kaskatı kesilmelerini izledim uzun uzun, nakışların şekeri baklava dilimleri arasındaki ceviz gibi emmesini geceleri pencereye konan yusufçuk kuşlarının seslerini dinlerdim. Dantel üzerindeki dikensiz güllerin suyu özleyince solmasını. Her insan temiz ak pak doğarmış dünyaya. Kanatlarımı silkeliyorum çeşme su değdiriyor zamana. Hoca efendilerin sokaktan uzaklaştıkça camlar üzerinde gezinen ayakları ki onlar da çarıklar içine sığmaz olmuşlar, mumun ışığında duvara yansıyan martı kanatlarının gölgesinde görüp vedalaşıyorum onlarla. Duvarda gölgem, martı kanatları beni almayı bekliyorlar. Son nefesimi panjurlu bir evin saçaklarından damlayan rengârenk bulutları seyrederken veriyorum.

SİTEM her borcun bedeli var da göz matbaasında yaş olmanın borcu yoktur berçem gözlerim yaşlandı gözlerimin yaşına bak da gel

aşkla yoğrulmayan vuslat helal değildir berçem mevlana’yı dinle öyle gel şairler gibi an/sızın çık gel sonra; ölme, ölümümle

ahmet can altıok


[Hayal Bilgisi 13] emre küçükoğlu İNCELİK YORUMU

19

I sesimi kıstıkça kısıyorum adımlarınızı duymak için gül dallarında içimde kaybolan canı gözlerinizin bal kalyonlarında buldum etekleriniz çiğ isyanıma duruş kattı II kaldırımlar budaklandı sizi sevmeye koşut denizle gökyüzünü vuran ada sokakta sizi üç kere nehirden sordum fikir aktı yüzümsıra, niyaz aktı mihrabat törenle dizlerinize eğiliyor III cesur parmaklarınızı seslendirdi kavak ruhunuzdaki şiiri kılavuzum topladım sizin bir sokaktan gelişiniz eylül sıcağı denizin uzaktan konuşmasıydı IV sevdikçe kendini maviliyor incecik bir pınar

f.sena karataşlı İNSANLARIN GÖLGESİ bir sonbahar dökülür dudaklarımdan belli belirsiz acısını kucaklamak ister gibi kimsesiz çocukların bir sıcaklık ararım soğukluğun içinde beton duvarlar arasında yaşarken buz tutmuş kalpleri insanların gecenin sessizliğine rağmen tüm karanlığı yudumlamalıyım aydınlığa ulaşmak için umudu bulmalıyım kalbimi sıcak tutarsam belki biraz çocuk kalırım yavaş yavaş tükeneceğim insanların gölgesinde çocukluğumu kaybedersem eğer


[Hayal Bilgisi 13]

Bey Mahalleli Merkom Dede

ABDULKADİR ÜSTÜNDAĞ

20

- Merkom New York’tan Antep’e tarihi eski bir evde yaşamak için mi geldin? Delirmiş olmalısın! - Teodora sana daha önce de söyledim. Gelmek zorunda değildin. Ayrıca bu tarihi Bey Mahallesinde çocukluğum, gençliğim ve en güzel anılırım geçti. - Bu güzel anılarına Ermeniler olarak kovulmanız da dâhil mi? - Teodora lütfen yine anı konuyu açma. Mahalleye girdik zaten 300 metre ilerde ilk dönemeçte bulunan köşe başında ki ev. Emlakçı bizi orada bekliyor. 50 yıl sonra yeniden doğduğum, büyüdüğüm mahalleye adım atıyor ve çok korkuyorum. Bilinçaltında hâlâ çığlıklar, küfürler kulağımda yankılanıyor ve o günün görüntüleri gözümün önünden hiç gitmiyordu. Bir yandan annemin, “biz de Osmanlıyız biz de vatanımızı sizin kadar seviyoruz. Atmayın, bizi evimizden” çığlıkları… Diğer bir yandan; yıllardır birlikte yaşadığımız, Ramazan aylarında iftarlarına çağırdıkları ve bizim de Paskalya bayramımızda davet ettiğimiz komşularımız gitmiş. Yerlerine sanki ezelden beri düşmanmışız gibi davranan insanlar gelmişti. Mahallelinin ettiği küfürler hâlâ kulağımda yankılanıyor. Bu insanlar bir gün içerisinde değişmediler tabii ki onların da kendilerince haklı sebepleri vardı. Lakin Ermeni çetecilerden haksız yere uğradıkları zulmün acısını, hiçbir suçu olmayan bizlerden çıkarmak istediler Burada öyle bir durum var ki; her iki taraf da haklı ve her iki taraf da haksız diyebiliriz. Yıllardır siyasiler ve tarihçiler çeşitli belgelerle kendi milletlerinin haklı olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Yanıldıkları bir nokta vardı: Haklının olmadığı bir davada haklıyı ve haksızın olmadığı bir davada haksızı ispatlama konusunda birbirleriyle yarışa giriştiler. Haklı ile haksızın iç içe geçtiği bu davanın kısaca hülasası; aile içinde çıkan bir kavganın dışarıdan bir elin müdahalesiyle ailenin parçalanması ile sonuçlanmasıdır. O gülerden hiçbir zaman unutamayacağım bir görüntü ise; biz ve diğer akrabalarımız evden yaka paça atılırken. Elif’in bir köşede iki ayağının üzerine çöküp gözyaşlarıyla bizi izlemesidir. Kınalı saçlı Elif’in gözlerinden düşen her gözyaşı zerresi, bizlere yapılan haksızlıların tüm kefaretini ödemeye yetti zihnimde ve vicdanımda. Çükü Elif’in gözyaşları politik değildi. Herhangi bir yasaya ve tarihi vesikaya dayanmıyordu. Elif’in gözyaşları dünyadaki tüm savaşları bitirecek bir zeytin dalı kadar sade ve yeni doğmuş bir çocuk kadar masumdu. Duydum ki Türk

hükümeti gayrimüslimlerden alınan malları geri iade ediyormuş. Başvuruda bulunsam Elif ile sevdamızı da geri iade eder mi acaba! - Merkom Efendi yine aklın başından uçup gitti. Kapıyı çal da içeri girelim. - Hemen çalıyorum. - Ooo! Merkom Dede hoş geldiniz. Buyurunuz bunlar anahtarlarınız. Evi de bir güzel yıkayıp eşyalarınızı yerleştirdim. Yalnız bu evin eski sahiplerinin yukarıda küçük bir odacıkta sandukası bulunmaktadır. Bu sandukayı sizden habersiz dışarı atmak istemedim. - Çok iyi etmişsiniz, gerisini ben hallederim siz gidebilirsiniz! Yardımlarınız için teşekkür ederim. - Rica ederim. Hayırlı olsun eviniz. - Aman ne ev! Köşk sanırsın… - Teodora yine başlama! Sen avluda biraz dinlen ben yukarıyı kontrol edip geliyorum. Avlu demişken; buralarda mimari olarak avlulu evi tercih edenler genellikle gayrimüslimlerdir. Bunun asıl nedeni ise şuydu; gayrimüslimler, akşamları avluda toplanıp şarkılar söyler ve sohbet ederlerdi. Müslüman halk ise, aile içerisinde yaşadıkları özel anları dinlerinin getirdiği mahremiyet duygusundan dolayı yabancıların şahit olmayacağı şekilde yaşamayı tercih ediyorlardı. Müslüman halk genellikle dört cephesi de kapalı evleri tercih ederdi. Aklım yine nerelere gitti. Teodora haklı sanırım delirmiş olmalıyım. En nihayetinde emlakçının bahsettiği odacığı ve içindeki sandukayı buldum. Tanrım yüce İsa adına umarım bu sandukanın içindeki tozlu kitaplar arasında Elif’e ait bir şeyler bulabilirim. Ona ait küçük bir bez parçasına ile razıyım. Amerika’dan ona ait bir şeyler bulmak ve kalan ömrümde onunla avunmak için bunca yolu geldim. Hep tozlu kitap, hep tozlu kitap başka bir şey yok ki… Sandukanın altındaki zarf da nedir böyle? Tozdan okunmuyor ki… Aman Tanrım! Yüce İsa adına bu bana yazılmış bir mektup:


[Hayal Bilgisi 13] “Merkom; Bu mektubu yazarken eline geçmesi için çok dua 21 edeceğim. Bir gün eline geçeceğinden eminim. Çünkü dinimiz buyuruyor ki; Allah kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmezmiş. Bu mektubu neden yazdığımı uzun uzun yazmak isterdim ama bunu yazmaya ne kalemim ne de kalbim dayanır. Merkom beni sevdiğini biliyordum. Gönül isterdi ki ben de sana karşı olan duygularımı belli edeyim. Ama ne hicap duygum ne de aile terbiyem buna asla izin vermezdi. Şimdi kolaylıkla duygularımı bu kâğıt parçasının üzerine yazabilirim. Evet, Merkom ben de seni seviyorum. Lütfen bu duygularımı sen buradayken açıklamadığım için kızma. Zira buradan gitmeseydin dahi ne dinimiz ne de töremiz kavuşmamıza izin vermezdi. Bana sorarsan doğru olan budur. Bu toprakların mayası ayrılıklarla yoğrulmuştur. İranlı büyük şair Hafız, Ermeni bir kıza yazdığı şiirinde; “Ya sen Müselman ol gel hak dine/ Ya ben kâfir bitsin bu ayrılık” der. Kısaca şunu diyorum Merkom; bizim kavuşmamız ancak Hint menkıbelerinde, Acem şiirlerinde veya Anadolu’nun türkülerinde mümkündü. Son olarak bizim buralarda sevdiğine kavuşmayan kızlar, evlenince çocuklarına onun adını koyarlar. Ben asla senin adını koyamayacağım gayrimüslim olduğun için… Ama sen bu topraklara geldiğinde bilesin ki başını okşadığın her Mehmet Merkom’dur. Rabbim inşallah burada yaşadığınız acının kefareti olarak karşına çok sevdiğin bir hanım çıkarır. Âmin. Bakırcızade Ökkeş kızı Elif”

[

Ferda Balkaya Çetin

]

gidisler yerini alıyor akşamın/bir alaca serinlik gümüşten anka kuşu batıdan gelen ışık bütün olasılıkları kucaklayıp tılsımlı söz gibi tutuluyor yeryüzü/gidişler soyut imgeler aldatıcı elzemdir uzun bir diyalektik seherin o en güzel yerinde eylülden artakalan nemli bahçe elleriniz içimde usul usul soluk alıp veren papatyalar kadar değerli taşırken mevsimleri göç emriyle itirazsız gizli ve etkindiniz günler genç denge ve ahenkle tınılar bırakır gün batımlarına, olabilir “v” çizerek geçer kuşlar kül rengi gökyüzünden, bu mümkün hatasız misket oynar bir çocuk güneşin huzurunda; dinginlik yıldızlar içinde kaldığını getirdim de gözlerimin önüne baktım ki anlamı yok söz etmenin getirir koyar gözlerinize buhuru gizli edilmiş anttır rüzgârın hafiflettiği yeni bir çığlık sözleriniz istiridye derinliği sözleriniz su dünya sessizlik içinde sesleriniz belli bir zaman dilimindeyken dünya somut mısralarını saklıyor poetik ruhum koşut zamanların


[Hayal Bilgisi 13] DENGBÊJ FİLİT’İN ŞİİR ÖYKÜSÜ “Dengbêj” ve “Filit”, eminim pek çoğunuz kulağa farklı ve armonik olarak hoş gelse de taşıdığı anlamsal derinlik ve çağrışım müphemliğini korumaktadır. Her iki kavram bir şiire ad olduğu kadar aslında Mezopotamya’nın kadim kültüründen izler taşımakta, Kürt folkloru ve onomastiğine-ad bilimine dair çağrışımlar uyandırmaktadır.

okan alay

22

kurgu, biraz masal biraz hakikat ve en çok da modernizme inat bir Doğulu natür bir sestir o: “salkım saçak bir aşk ile / söze can veren dengbêjdi filit / murat kıyısında, bingöl’de. / ne natür bir sesti / bu postmodern çağda / tekno gürültüden uzak, azade nefes / konuşurdu doğunun yorgun diliyle.”

Diğer dengbêjler gibi genelde susar, ama konuşunca bir Ben “dengbêj” ifadesini ilk kez henüz ilkokul beşinci ırmak çağlardı sesinden kalbimize. “susardı öyle sınıftayken şimdi merhum olan Pirîka Halime, yani dağlarca / kaçak cigarasında bir içimlik zaman”la Halime anneannemden duymuştum. Yaz tatilinde girerdi dünyamıza. Onun meclisinde otururdu(k)/m ve Bingöl’deki köyümüze gider, anneannemin dizi dibinde “dinlerdik evveliyatı ondan / bin yıl yaşamışçasına.” oturur, ondan türlü türlü kıssalar, meseller, menkıbeler, şiirler dinlerdim. O anlatımlar esnasında kulağıma hep Ve bu söz ve gönül meclisi modern çağın süslü “dengbêj” ifadesi çalınırdı: “Dengbêj sese can verdi, ambalajına inat dururdu ağırlınca kültürümüzde. Bu dengbêj başladı klamına…” ve masallarda kurguladığım şiir kişiliğinde Filit bize özge bir dil geçen; “Padişahın Üç Kızı ve Filit, oluyor: Filit’in Derdi, Filit ile Gulezar…” “susardık, / dengbêj kavliyle filit / dil gibi başlıklar gelir geçerdi önü olurdu bize; / insan kimin uzağına sıra… Böylece yıllar geldi geçti çekilip / nasıl avutsun ki kendini / filit parça parça bir dil ama ötelerden ruhuma dolan bir yanımız taht dese de / öbür zamandan firarî civan düş bu anlatılar kök saldı yanımız ölüme ram!” şehla bir bakışla neye dokunsa dilimde. sır usulca çekilir Yıllar önce anneannemin ürperir eşya Ne midir dengbêj? Deng: anlattığı meselleri Filit’in gizil bir aşk belirirdi ses ve bêj/vaj: söylediliyle kurgulayıp seyyal hatıralar arasında. eyleminden oluşan bileşik zamanımıza akıtmak botan’da mem, bir sözcük. Türkçe istedim. Ki anneannemden sipan’da siyabent karşılığıyla; sesi söyleyenduymuştum ilk, klasik aşk aşka gelir, yorumlayan, sese şekil destanı Mem ile Zin’i ve ateşten bir gül zin veren, yani anneannemin tabii ki Siyabent ile Xece’yi kanayan bir ceylanla xecê deyişiyle “sese can veren” de, Süleyman Peygamber’i, ömrümüze süzülürdü. ustadır. Biraz âşık biraz Belkıs’ı, Hühhüd’ü, bilge, biraz ermiş biraz derviş, Mezopotamya’nın büyülü biraz meddah misali anlatıcı beldeleri Botan’ı, Darahênî’yi, biraz da sanatçıdır söz meclisinde. klamları-ezgilerini de… Bu ruh Ama o tam olarak bunların hem dünyası bende çocukluğumdan hiçbiri, hem de hepsidir. Kürt sözlü itibaren şekillenerek serpildi ve geleneğinde tarihin derinliklerinden süzülüp nihayetinde 2008’de doğup büyüdüğüm gelen aşkın, serüvenin, bilgeliğin, yiğitliğin sesidir. Ve kentte, Bingöl’de bir salkım saçak söğüt gölgesinde dengbêj o günden beri girdi şiir dünyama. Sonrasında kendini yazdırttı bana. Sonrasında ikinci şiir kitabımda, Filit… Kürtçe onomastikte esenlik, kurtuluş, huzuru Yanılgılar Evi’nde “Dengbêj Filit” adıyla okurların imleyen bir addır Filit. Arapçadan muharref bir edayla karşısına çıkıverdi. Kürtçenin mahrecine uydurulan masalsı, folklorik bir ad… Aynı zamanda annemin merhum amcasının adıdır Bu şiir, bende sesi ve ahengi, geçmişi ve anı, geleneği Filit. İşte böylece hem anneannemin yüzlerce isimle ve yeniyi, şiiri ve hikayeyi, aşkı ve gerçekliği, sıraladığı dengbêji hem de gerek masallarda- Mezopotamya ve Kürtlüğü ve tabii ki anneannemden hikâyelerde geçen gerekse gerçek yaşamda bir bana sirayet eden kültürel mirası içinde amcamızın adı olarak yaşayan Filit adı zihin dünyamda barındırmaktadır. “Kadim bir dille konuşan Filit”in kendine yer bulmuştu çoktan. torunuyum işte. Ve sesi sesime akarken şiirde şöyle bitirelim sözümüzü: “Dengbêj Filit” artık şiir dilimde kökleri mazide olan “ey dengbêj filit; dalları şimdiye sarkan ve meyvesi atide billurlaşacak şimdi senden şiirler devşirirken hayat olan bir kültür ağacının adı olmuştur. Biraz gerçek biraz sesin kalbimize asılı özge bir kilit!”


[Hayal Bilgisi 13] firavun sarayı

ÜMMÜ ERVA

Nereye gitsem hep henüz gidilmemiş yolların, koparılmış çiçekleri düşüyor önüme. Alnımdan bir hayat çekilip alınıyor. Yüzüm bulanık, ellerim lime lime ve kırmızı bakışlarım… Yaşanmış birkaç anının simasına çarpıyor kelimelerim. Ne zaman konuşacak olsam hep o tanıdık virajlar, uçurumlar. Ne zaman bir cümle kayıverse dudaklarımdan, hep o geriye alabilmenin canhıraş çabasında tutuktur ellerim. Gün olur da sustuklarımı, susacaklarımı anlatırım diye bütün endişem. Gün olur da konuşurum diye bütün kaygılarım, kuruntularım. Ben bir Musa’yım Firavun’un sarayında. Avuçlarımı tutup yağmura, ıslansınlar diye, temizlensinler diye, bir nida ile kaldırıyorum göğe. Bir Harun diliyorum kendime. Musa’nın tutuk dilini aratmayacak bir yoldaş, arkadaş ve sırdaş. Ben bir Musa’yım, cana kıyan bir Musa. Yanlışlıkla öldürdüğüm kendimin kısasına gidiyorum. Kendimi öldürdüğüm için af diliyor, gecenin kuytularında beni kovalayanlardan kaçıyorum. Bir Harun diliyorum, Firavun’a dik duruş provalarımda beni yalnız bırakmayacak, bana beni aratmayacak bir Harun istiyorum. Nereye gitsem hep o kaldırım kokusu. Su gibi berrak ve temizce bir hayat, hem de yenice. Yutulan sözlerin altında ezilen ruhuma haiz, birer birer çekip alacağım kelimeleri. Su gibi akıp giden bir kısır döngüden, bir çomak arıyor gözlerim, sözlerim ve ellerim. Ben bir Musa’yım hocam. Rabbim! Göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimin bağını çöz ki söylediklerimi anlayabilsinler diyen bir Musa. Denizi yararak ve koşarak kaçıp zalimden, aşağılayıcı sözlerinden, süslü vaatlerinden; denizi yararak ve koşarak kaçıp kendimden, bir Musa gibi gidiyorum. İpince elekte tüm kelimelerim. Sallanıyor ve ince ince nazik ve mücmel ifadeler dökülüyor. Dilim tutuk, ellerim yeminli ve manalarım kendine dönük… Anlatamayacağım, biliyorum. Anlatamayacağım hocam, görüyorum. Şimdi bir vedanın hemen ertesinde, ardında ve berisinde, yazmaya duyduğum bu kahrolası açlığı bastırmak için değil; gözyaşlarım dinsin diye saat bir sonraki ömrünü doldurmaya başlamışken yazıyorum. Sağ tarafımı dolduran kalbinizin atış talimlerinden uzaklaşmanın o başıboş bırakılmış hissine yer bırakmamak için, gözlerimi kapatıp eskilere doğru gidiyorum. Tahta bir sırada bedenim, bakışlarım nemli değil, namlu ve biri yavaştan adımlarını yöneltip sınıfa, elinde bardağı… Gözlerimi kapatıp eskilere doğru yol alıyorum. Heyecanlı, panik ve samimi bir hitabetin içinden yazıyorum. Unutmamak için, arada kaçırdığım ayrıntıları yakalamak için ve dahası anlatabilmek için yazıyorum. Ben bir Musa’yım hocam. Hiçbir zaman Allah’a emanet edemeyeceğim sizi. Veda sözleri duyamayacaksınız benden. Ve benim Harun’um cümlelerimdir. Yazdıklarım, gözyaşlarımın şerhidir, bakışlarımın tefsiri, gözlerinizden kaçan gözlerimin mealidir. Yazdıklarım, bir süre sonra tam da unutmaya değil ama hatırlamamaya başlamışken, bir çalar saat gibi; en tatlı anında uykunun hoplatıp yerinden, işte öyle hatırlatıcıdır. İfadelerin, gerçeklerin, manaların kanadı yoktur, uçamazlar kâğıttan, akıldan. Yazdıklarım sakattır, kördür, sağırdır. Halimi görmeden yüzüme kusarlar içlerindekini. Sesimi duymadan bastırırlar cümlelerimi. Hiçbir zamanda kaybolmayacak şekilde ve en düzenbaz hali ile demir atmıştır çağa yazdıklarım. Ben bir Musa’yım hocam. Asayı atıp elimden, bir yılan gibi kıvrakça ve hızlıca sürünüyor adımlarım. Şehrin sokakları, gökyüzü ve insanları kalıyor elimde. Elimi sokup göğsüme, torba, torba kelime dökülüyor avuç içlerimden. Ben bir Musa’yım hocam. Dalga köpüğü kalabalıkları yarıp, göğün ince çizgisini kelimelerimle bölerek ve karanlık üstümü örtmüşken size geliyorum. Ben bir Musa’yım hocam. Peki ama neden ben? Neden ben giden değil de… Sahi ne olmuştu sonunda, Musa’nın dili açılmış mıydı gerçekten? Yaş kaçtı ve kaç gözyaşı dökülmüştü gözlerinden?

23


[Hayal Bilgisi 13] {

Hayal Bilgisi 13

}

24

kağıt elli kadın ve bir ölüm hikayesi bu kara göğü parmaklarının arasında saklar o kara bir kalemle çizmiş sahip kağıdın beyaz yüzeyinden küçük bir çocuk makasla keserekten bir el yapmış o’na bir zarı dilinde çevirir gibi bir kavun koklar gibi bazen ara sıra yeni bir şarkı dinler gibi bakar yüzüme yüzümü dantel gibi işlemiş sahip yüzümde onun ellerini yapan çocuğun gözleri var derin bir iç çeker sığ kuyuların ıslak halatlarıyla o elleri ile yıkar hala yakaları kir bağlamış şiirimin gömleğini sefer tası ile uğurlar utanmasa öldüğüm gün kabristana bizim martılarımız uçmaz simidimiz kanatlı vapurla geçeriz kendimizden kendimize deniz kokar ortalık bir akdeniz taşırız göğsümüzde martılar uçmaz konar ama uçmaz simit gariban kursağında kanatlanır sokakta dilenen bir çocuğa sorar o benim adımı sokak kanatlanır çocuk tüm sokakları ipe bağlamıştır çeker palazlanır

DEVRİM HORLU

selamsız bir tramvay inilder yamacımda dağdan iner şiirim bir bakarım patlamaya hazır imha gücü yüksek bir ton mısra kucağında bir sigara daha uzatır sahip oturduğum taburede elinde kırmızı balonuyla beyaz kağıtlarla onun ellerini yapan ince zayıf çocukluğumu görürüm balon patlar ölürüm


[Hayal Bilgisi 13] meltem dağcı

SUÇLU GÖZ

25 Zamanın dörde birinden bir an. Yazı bana “yaz” emrini verdi. Yaz! Yalanım varsa kalem çarpsın. Masam ile bütünleştiğim dakikalardayım. Kalemim boylu boyunca masamda uzanıyor şimdi. Yontulmaya bıraktım yeniden. Günlüğüme “suçlu göz” yazımı yazdım. İlkokul yıllarımdan kalan çalışma masama bıraktım. Kaç yıllık emektarım diyorum. Kalemi yontan Marangoz Seyfi Amca düşüyor aklıma. Yaşıyor mudur acaba diye iç sesimle konuşuyorum. Anılar hafızaları tazeler. Diri tutar. Diri masam gözümün önündeydi. Haftalar sonrası ölmüş Seyfi Amca tozlu talaşların içinde. Bihaberim. Suçlu gözüm. Göremedim elinde kerestelerle uğraşır iken. Ertesi günüm; günlerden hiç. Masamın üzerindeki bütün eşyalar ayaklandı gözümün önünde. Sarı kapaklı günlüğüm, üst üste konulmuş romanlarım, kalemlik kutum, kâğıt şeridi değişmeyi bekleyen daktilom, iki günlük çay bardağım… Ve bir süre de bir şeye dokunmadım masamda. Yas tutuldu ağaçların, uçurtma yapılan tahta parçaların ve Seyfi Amcanın adına.

Anlar, izler… Bazen anılar bizi suçlu göz ile izler. Saatler ilerlerken, gözlerim odanın bembeyaz kireç gibi duvarlarında gezindi. Bir resim çizecektim gözlerimle. Suçlu göz. Duvar, beyaz halini sürdürmeye devam etti yine de ikindi güneşi gözüme çarparken. Merhaba. Merhaba. Yüreğim merhaba yeniden. Nasılsın deli çocuk. Selamlaştık yüreğimle. Bunu genelde pek yapmam. Hal hatır faslından sonra gözlerimi yeniden masama iliştirdim. Kızacaktım kendime. Ardına matematiksel hesaplamalar girecekti işin içine. Bu kaçıncı kez diye. Bilmiyordum. Geç kaldığım gözler. Zamanlar. Beni mahallemize suçlu ilan etti Marangoz Seyfi Amca. Hem de kendi odamın duvarında. Bir şeyler karıncalandı beynimde. Ayaklarım yerden kesildi. Kesik bir ayakla ne yapabilirim ki. Bir bilmeceye dönüştü vücudum. Tutunamadığım zamanlar… Seyfi Amcanın hayali karşımda bana gülümsüyor. Ama yetmiyor. Ben ise, beyaz badanalı hayatların çetelesini tutmaya başlayalı beri bütün suçu gözlerime atıyorum. Duvara bir suçlu göz çiziyorum. [

FAKİRÂNE

]

Fakirane, popüler kültürün önümüze dayattıklarının dışında da güzellikler olduğunun farkına varanların; başka bir dünyanın sanatta, müzikte, edebiyatta, sinemada, düşüncede yol aldığını görenlerin buldukları zenginlikleri paylaştıkları bir mekan. Kapısı herkese açık olsa da içeriği sadece meraklısına...

www.fakirane.org


[Hayal Bilgisi 13] ZEKİ ALTIN şaire boyun eğen mısralar

ZEKİ ALTIN iki yaranın ortak komşuları 26

“Yasin Yılmaz kardeşime”

1. Bab: -yara-

bıçakları bileyen sözlerine inat bekledim her gece hiç bilmediğim coğrafyalarda ansızın devşirildi günler ve suyuna renkli çiçekler atıldı ben ağlarken bir sokak çocuğunun

iki yaranın ortak komşularıdır acılarımız bırak hayatı yakasından, şiire başlayalım az muhayyileli ömrümüz ve az şekerli çayımız bırak kuşların mavisini, şiire başlayayım

süvarilerin ölüm orucuna kalkanı tuttum ilk gün ve ilk gece sonra alın yazıma gökten taşları serdim anladım şaire sebepsiz boyun eğen mısraları ve anladım gülerken ağlayan genç aşıkların ıstırabını dilimdeki acının kılıfıydı şiir, bilmediniz bilmediniz ellerinden tuttum kendi kendimi düşmemek için yalnızlığın kuyusuna

gördüğümüz aslında görmediğimizin gölgesi yüreğimize çok yüklenmişiz, külfetli sayılır yaramız bırak nasılsa düşeriz hayalden, şiire başlayalım şimdi başlayalım, kerahet vakti düşmeden içimize ismet özel olur azığımız, biraz da ahmet murat gece yarasa kanadında gizler acılarımızı nasıl olsa, sorduk mu zaten herkes yaralıdır içerisinde az da olsa en az bizim kadar ve bazen bizden daha çok bırak herkesi şimdi acısıyla, şiire başlayalım 2. Bab: -şiir-

rüzgârın saçlarını savurduğu unutkanlık üzerime serpiştirdi artık kalan sevinçlerin mevsimini

önce şiiri sürelim zamanın ağrısına sonra ağlarız uygun yerde ineriz dünyadan merak etme daha var sen bırak bunları görmezler bizi, rahatça ağlarız şiire başlayalım, şiire başlayalım, şiire baş-la-ya-lım

uzun uzun örüldü kaderin ilmiği ve bir kördüğümle bağlandı nöbetini devreden sessiz geceye

kursağımızda gün ışığı sözlerimiz var nasılsa kırılmaz mısrası göğün, ezgisi sesimizin içinde bir şiir kaç para eder diye sorma, bırak parayı şiire başlayalım şiire, ancak gün doğmadan önce

[

UMUT TALHA SEVGİ

]

“gündüz”ümüz ne zaman? “gece”miz hangi vakit? 78/10-11- Geceyi (sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü de geçimi temin zamanı kıldık. 25/47- O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapandır. “Modern dönemde hayatı son derece kolaylaştıran imkanlar olmasına rağmen, bu dönemin insanları neden zamanı verimli kullanamamaktadır?” ve “niçin sağlıklı bir zaman bilinci oluşturamamaktadır?” İlk çağlardaki kısıtlı imkanlara rağmen “kısa sürede” harikulade tarihi eserler ortaya çıkabilirken; modern dönemin zirve teknolojileri neden “aynı sürede” benzer şaheserler oluşturamamaktadır. Toplumdan topluma saat dilimi değişmezken tarihin ilk dönemlerinde zamana dair şikayetler bulamazken, günümüzde zaman mefhumu niçin adeta “şikayet mekanizması”nın kurbanı durumundadır? Gündüzün bereketini, gecenin sükunetini tarafımızdan önemsizleştirince zaman verimliliği ve bilinci de yok oldu. Kasas/73- Allah, rahmetinden ötürü geceyi içinde dinlenesiniz; gündüzü de, lütfundan isteyesiniz ve şükredesiniz diye sizin için yarattı. > Bu yazının tamamına: edebiyathaberleri.com adresinden ulaşabilirsiniz.


[Hayal Bilgisi 13] emre gürkan kanmaz

KÜÇÜK BİR ÖYKÜ

27 O benim alnıma dayadığım sağ elimin nişanı yüzükten, ben onun büyük boy aldığı patates cipsi paketinden gürültüyle yediği cipslerin hışırtısından rahatsız olmuştum. Huzur denilen o şeytan icadı duygu demek ki ikimizi de rahatsız etmişti. İşten eve dönüş servisine aynı anda binmeye çalışırken fark etmiştik belki de bunu. Tanışmıyorduk. Tanışmayacaktık da. Dünya denen su topunun içinde birbirine yabancı, uzlaşma zanlısı, çağına ve köklerine haşarat milyarlarca meniden ikisiydik. Hoş, böyle olması da en doğrusuydu bana kalırsa. Çünkü insan, kardeş olmayı, dost olmayı, sevgili olmayı, aile olmayı beceremeyen zavallı bir yaratık türüdür. Tarih bunun için yaratılmamış mıdır?

Tarih. Tarihler. Tarihimiz. Hangi tarih? Bir tarih yok. O birazdan köşede inecek. Cips paketi bitince çöpe atacak. Ben, alnıma yüzüğümün izini geçirdikten sonra bir parça gülümseyeceğim. Çünkü taktığım yüzüğün bir anlamı var. Onun, kendisine anlam ifade eden kim bilir neleri vardır. Ya da yoktur. Anlam. Çok fazla yok aslında bu şeyden. Ben tüm bunları düşünürken bir iş gününün daha bittiğini müjdeleyen akşam ezanının terkisinde evcil bir kedi ensemi kaşıdığımı fark ettim. Huzurlu muydum bilmiyorum ama sakin olduğumu biliyordum. Sakindim. Zaman belki de derinden seviyordu beni. Sonra ikimizle birlikte herkes inmesi gereken yerde indi.

FİGÜRANIN ÖLÜMÜ Kömür yemiş de yatmış gibiydim. İçimde, fazla mesai yapan bir aktörün, inanılmaz ihtirasları. Kulaklarım, her yutkunmada ağrıyordu. Yastığımın dibine, genzimi çekerek okkalı biçimde tükürdüm, tükürüğün o sarıya dönmüş halini görmemek için yastığı üzerine çektim. Açlıktan gebermiş böcekleri ezerek banyoya girdim. Beni her defasında sinirlendiren ve ne işe yaradığını bilemediğim aynada, yüzü gülmemekten ötürü şu an hatırlayamadığım bir cins köpeğin yüzü gibi asılmış bir suratla karşılaştım. Kırışmış, suratsız bu yüz, her saniyeye bir başka küfür mırıldandı. Saçı birbirine dolanmış, ensesine kadar uzun, düz ve keçeleşmişti. Özellikle gerilimli filmler için makyajına varana değin hiçbir masraf etmeksizin, bu korkunç yüzü kim görse, o günün, evvelki günden bile kötü geçeceğine inanırdı. Dolapta yine yiyecek hiçbir şey yoktu. Ağzımda tuttuğum, dünden ayırdığım son sigarayı, ne zaman yaksam diye düşündüm. Sigara ıslanıp, zehri pamuğuna aktı. Eskiden, çok eskiden… Lüks, ihtiyacım olduğunda. Zeki Müren, ‘Gözlerin Doğuyor Gecelerime’ şarkısını söylerdi. Ben puroyu ağzımın kenarına iliştirir, hayallere, olmazlara dalardım. Ne zaman sürsem ağzıma mereti, düşünecek hep tatlı şeyler bulurdum. Şimdi düşünecek tatlı şeyler hiçbir zaman bulamayacağımdan son sigaramı piç edercesine ateşledim. Rüzgârın da bir fırt çekmesini engellemek için, havasız bir izbede, ziftin pekmez gibi aktığı kaldırıma çömeldim. Önümden geçenlerin kılıklarına, yüz ifadelerine baktım. Hepsi bir başka telden çalıyordu. Gençler bir başka havada. Ortancalar, kollarını koparsalar tınmaz bir havada. Yaşlıların gözü kadınların ayıp yerlerinde… Sigaram bitmişti. Evladımı içmiş gibiydim.

tekin parmaksız

Yere iyice yapışmış bir vaziyetteydim. Ellerimden bir tanesi sağa doğru uzandı. Diğer elim, onu aniden geriye çekti. Yüzümü iki elimle kapayarak, bir müddet öylece kaldım. “Yapabilirsin” ve onun bir perde yukarısından; “yapman gerekiyor!” dedim. Bunu o kadar kısık bir sesle dile getirdi ki içimdeki yaşamak isteyen ben, içerisinde ne olduğunu ancak Allah’ın bildiği, pislik yuvası kulaklarım bile bu sözcükleri zor duydu. Ölmekle, bir insanın hayatta yapmayacağı, hayatta yapmam, dediği şey arasında ne kadar fark vardı? Ölünce kurtulmayacak mıydık bu durumdan? Yapınca da artık bir ölü gibi hissiz, merhametsiz ve hayvanca yaşamayacak mıydık? Koşar adım kaçtım. Yaşamak için insanlara el açacağıma, ölmek için Tanrıya dilenebilirim. Bir oğlum var, adını bilmiyorum. Şimdi, koca adam olmuştur. Belki de az önce dilenmeye niyetlendiğim genç adam, odur. Kim bilir? Klasik, klişe bir filmdir hayat. Ve biz de bu filmde izleyenleri eğlendirmesi, yapay hüzünlere gark etmesi, sonra gözyaşlarıyla birlikte, burun artıklarının silinip, atılmasına müteakip geberip gitmesi gereken figüran. Özel şoförleriyle arka koltukta gazetelerini okuyan iş adamlarınca izleniriz Tezer Özlü, hoş kadın!- Çoğu, yarıda kalkıp, çıkar. Biz bir bank üzerinde donarak ölürüz. Ve bize acısaydı köpeklere acıyanlar, yiyecek bir kedi maması bulurduk elbet. Şimdi, filmin içine etme zamanı; içimde, ölmek, yok olmak istemeyen benliğin canhıraşı. Yönetmenin “Motor!” dediği andan itibaren, doyumsuz mesai harcadığım bu setten, ayrılma vakti. Aranızdan (ne havalı bir laf!), hayatımda en çok söylemek istediğim replikle veda ediyorum. Ve içtenlikle: -KESTİK!


[Hayal Bilgisi 13]

bir sair sevmek

28

bizim masallarımızda bir yanlışlık vardı baba pamuk prenses uyuyordu uyuyan güzeli bir kurt öpüyordu kırmızı başlıklı kıza bir kurt aşık oluyordu bizim masallarımızda rapunzel’in saçları neden dökülüyordu bizim masallarımızda bir yanlışlık vardı baba şair adam sevme derdi babam şair sevme yalancı olur oysa ben parmakları ojeli bu şehri elleri kınalı van’a tercih ederek bir şair seviyordum adı yusuf ve bütün masalları bana tekrar okuyacak kadar seviyordu beni ültimatom veriyordum dünyaya seviyorum stop aşk elbette sosyalisttir sevgilim eşit bölecektir bir kalbi ikimize her daim ahmet kaya çalacaktır o radyo basma etekli perdeler rüzgara kavuşunca bir çay molasına davet edip hayatı azrail’i kandıracaktık babam da bilmeyecekti bunları bir toplum söküğünde buluyorum seni zaten yaşamak nefeslerimize kadim bir cinayetken ölümle post modern direniyoruz hayata yaşamak denilen illetli fiil aramıza kurallar örüyor sahi çin seddi’ni ördükten sonra nereye gitti bu duvarcılar isyan ediyor denizleri olmayan tüm şehirler gözlerinde babam bilmiyor kalk sevgilim! sevişmeye gidelim bir dar ağacı gölgesine felsefe kitapları aşkı bilmez dinler tarihi sevişmeyi iki kalbi çarpamaz birbirine bir matematik sen gülünce beni dar sokaklara alıyorlar yan yana yürüyelim diye sen gülünce hud suresi daha yumuşak iniyor sen gülünce babam bana kızmıyor sen gülünce günahlar mübahlaşıyor bir günah daha işliyorum nakışlara seni çok sevdiğim kayıtlara düşüyor sen gülüyorsun ve yeni bir şehir kuruluyor dört yanı deniz olan

Beyza Hilal Nur Dindar


[Hayal Bilgisi 13] [

Adige Batur

]

suskunlar evinde

29

Gökyüzünün uzağına düştüm. Hantal ve yorgun sabır uçlarımda kümelendi sorular: Bade'l mevt Söylemesi zor: Fesleğen ekilmiş toprak kadar olamadım, ellerini saçlarında dolaştıran anneler ayrılık gibi kokardı, çünkü ayrılık ölüm gibi kokardı mütemadiyen. Ölümün de kokusu vardı. Billur kanatlı insan yavruları gördüm, toprakları henüz kazılmıştı, nemli ve karanlık. Her insan kendi mezarının bir avuç toprağından karılırdı, başlangıçta. Her insan kendi mezarının toprağıydı: Âlem-i ervah, mâ ü tin içre… Zamanı keserdi zaman. Bir melek tüm yükü omuzlarında taşısaydı, ne vardı? Yer, tepesinde dururdu gök ehlinin, gök tüy gibi ağırdı.

Elleri ekmek kokulu kızlar, ince eler sık dokurdu uykularında. Çeyizi toprağa kalırdı bazen ve kız ansızın gömülürdü kalbinin sol boşluğuna, kendi kalbinin, kendi toprağının boşluğuna. Avuçları terleyen delikanlılar, çoğu kez uzun, zahmetli ve onurlu bir suskunluğa koyulurdu sırf bu yüzden. Ceketleri rüzgârda asılı... Mor hayalin vefası sallanırdı dal uçlarında. Kök saldıkça üzerine titreyen, kır saçlı annelerin duası gibi tahammül: Beklemek ah beklemek Ve sadakat ki Acının en fiyakalısı… Gökyüzünün kucağına düştüm. Yedi kat, yedi âlem, yedi nur, yedi hayret… Söylemesi zor: Kalbi atan bir ölüyü dua ederken gördüm, kelimeler dudağında yeşeriyordu, harflerse parmak uçlarında. İnce bir kan sızıyordu yaralarından. Dünyayı, önünde secde ederken gördüm. Nefesini üfledi bir bebeğin yüzüne, gözlerini kapadı annenin, babanın yüreğine dokundu. Kimse göremedi, ben dudaklarımla gördüm. İçimden neler geçmedi ki, bir nehir bir nehrin içinde büyüdü kuşkusuz. Sancısız doğumlar yaşadıkça vicdan azabı duydu ellerim. Anlamak, akıntıya karşı olmalıydı. Olmasaydı da olmalıydı. Biraz sussam duyacaktım her şeyi…


[Hayal Bilgisi 13] leyla arsal KIRK KANATLI KUŞ

30

sen hangi telâşenin, hangi cebelleşin içinden kurtulup da yetişeceksin bana sorarım sana bilirim şefkattir ellerin bana kadar uzanabilir mi ama akıp gittiğin o gaflet şelâlesinden ters yönde mim’lenebilir misin meselâ ya da olduğun sebâtı vird belleyip yosun bağlayabilir misin vahdet koyuna uzattığım tüm dalları kırabilir misin her dalda kanayân budak ben olsam da kurutabilir misin güli-zârları “solmaya yeminli” tek gül olsam da peki ya düşersem düşersem, beklersin teninde bin ağıt âh’ında muştuları muştulayan bin zılgıt girersin toprağa benden önce koşarak ben gelmeden gül döşekleri eteklerime yayarak âh! bilir de, neye âh eder bu nankör nefs neden “bin lokma” azığa tâmah etmez ki ye’s ille karartmalı mı nur’dan bir kor hâle’si kalbi bir kerecik dünya gözüyle görmek için çehreni fakat sen de açıp avuçlarını geceden nehâr’a, bir bir kilitledin yıldızları koynuma her biri küs ve birbirinden habersiz nevruz galeyânı ve meteor yağmurlarıyla zaten benim canım bir lokmacıktı kırk kanatlı kuşun kırkıda havva’landı kalkarken cüssesine hiç bakılmadı en “kor” irtifâda nabız yoklandı ve son mücerred nefes ile mazi aklandı ridâ’dan “sessizce” boşluğa bırakıldı sanma ki çakıldı geçtiği yerin dibinden vereceğin selâmı bekler, izzet-i nefsi-ilen

beyza alioğlu ASLINDA NE ÇOK ŞEY YAZARDIM DA SİZE NEYSE kalemi evire çevire döndürüyorum boşlukta dünyanın şaşmışken dengesi benim hâlim size arz olunmuş çok mu yetim yüreklerin düşlerinde bir salıncakta sallanıyorum elimde kırdan kalma çiçekler mevsim soğuk, solmuşlar dağın iki yakasından koşan küt saçlı bir kız çocuğu yüzünde ağlamaklı bir telaş düşmüş ellerine tutuşturulmuş acılar evet, bayım herkesin kendince derdi var bana denk gelense farklı kentlerin tozlarından bulutlar yapmak beklentilerime mutlu son hazırlarken üşütmüyorum içimde kalan öksüz çocukları ısrarıma ideolojik cümleler saklıyorum yazacaklarımı çoğalttıkça masamda aslında pek fazlaca kelimeler boğuluyor bağrımda aynalar kırılıyor alınyazıma baktıkça sözlerin buğusundan bakınıyorum sokağa yine diyorum kendime siz başka çevreden kullanılmış fiilleri sevmezsiniz kronolojik bir vaka bizimkisi gönlüm bir nedene tutunmasa da olur bir daha buluşur mu gözlerimiz bilmem ama bir gün rastlarsam size çok şey söyleyeceğim


[Hayal Bilgisi 13] akın akar

YANAN EVLER

31 Beş yaşında ya vardı ya da yoktu. Yaşına göre biraz tombulcaydı. Açık kahverengi saçları dalga dalga dalgalanan bir deniz gibiydi. Kıvrım kıvrım saçlarının düştüğü alnı, sarıdan çok beyaza kaçan bir ten rengine sahipti. Kahverengi mi ela mı, tam kestirilemeyen gözleri; küçük burnu, tombul, yuvarlak yüzü, çocukça gülüşüyle birleştiğinde tarif edilemez bir sevimliliğe kavuşuyordu. Süleyman, anlatılan tüm bu özelliklere sahip bir çocuktu. Babası seyislik yapıyordu. Bu yüzden birkaç aydır babasının yeni iş bulduğu bir çiftliğe taşınmışlardı. Buraya çabuk alışmış daha canı sıkılmamıştı. Her şey o kadar güzeldi ki; sabah uyanır uyanmaz, ahırların yanındaki Karabaş’ın yanına koştururdu. Karabaş, taylar kadar büyüktü. İsminin ise neden Karabaş olduğu onun her halinden belliydi. Simsiyah gözleri ve kömür karası tüyleriyle adını gayet iyi taşıyordu. İlk geldiklerinde Karabaş’tan korkmuş daha sonraları babası ile ona yemek verdikçe alışmıştı. O kadar ki, bir sene sonra başlayacak; eve bir saat uzaklıktaki okuluna, tek başına gidip geleceğini babası söylediğinde oturup ağlamıştı. Karabaş’ın onu hiç yalnız bırakmayacağını duyduğunda ise çok sevinecek, okula onunla gittiği için okulu bir başka sevecekti. Çiftlikte bir sürü ahır ve at vardı. Babası çiftlikteki tek seyisti. Bununla beraber çiftliğin çevresi ile ilgilenen birkaç bahçivan dışında beş altı tane de yardımcısı vardı. Süleyman çiftliğe geldiğinden beri girmediği yer, bakmadığı ahır kalmamıştı. En çok da çiftliğin içindeki üç katlı büyük villayı merak ediyordu. Bu villa çiftlik sahiplerine aitti. Çiftlik sahiplerinin bir de genç oğulları vardı. Süleyman bu çocuğu hiç sevmezdi. Onun da köpeği vardı ama Karabaş gibi değildi. Bir gün çiftlik sahiplerinin oğlu kırbaçla köpeğini dövmüştü. Süleyman bu olaya çok üzülmüş ve bu çocuğa çok kızmıştı. Asıl kızgınlığı çocuktan çok anne babasınaydı: “Nasıl böyle bir çocukları olabilirdi ki? Acaba annesi ile babası nasıldı? Onlar da kesin atları dövüyorlardır, babam atları hiç yalnız bırakmasın…” diye içinden söylenirdi. Süleyman hiç Karabaş’ı dövmüyordu. Süleyman’ın babası da atlar için kırbaç kullanırdı. Hatta bir keresinde babasına da atlara vurduğu için kızmıştı. Babası da onların canını yakmayacak şekilde vurduğunu göstererek sadece aralarında anlaşabilmeleri için incitmeden vurmak zorunda olduğunu anlatmıştı. Süleyman çok merak ettiği o çiftlikteki üç katlı villa evine birinci sınıfı bitirdiğinde girme imkânı buldu. Okul bitmiş ve karnesini alarak Karabaş’la çiftliğe gelmişlerdi. Bir eliyle karnesini tutarken bir eli de Karabaş’ın omuzlarındaydı. Çiftliğe daha yeni girmişlerdi ki çiftlik sahibi babasıyla konuşuyordu. Amacı sessizce inceden bir selâm verip, önlerinden geçip doğruca karnesini annesine göstermekti. O esnada çiftlik sahibi: “Süleymannn…” diye seslendi. Koşarak yanına gittiğinde, karnesi çoktan babasından önce çiftlik sahibinin ellerindeydi. Biraz karneyi inceledikten sonra çiftlik sahibi: “Aferin Evlât…” demekle kalmamış para da vermişti. Paradan çok o yaşlı amcanın “Aferin” demesi hoşuna gitmişti. O günden sonra çocuklarıyla bu insanların arasında gerçekten dünyalar kadar fark olduğunu anlamıştı. Süleyman’ın annesi ve kardeşleri babaannelerinin evine ziyarete gitmişti. Bir hafta kadar da dönmeyeceklerdi. Süleyman her nedense gitmek istememiş ve babasıyla kalmak istemişti. Babası da farklılık olsun diye Süleyman’ı da alıp, ahırların üstündeki çatı katı tarzında yapılan, üçgen evlerden birine yerleştiler. Bu bir haftada çok şey öğrenmişti. Babasının geceleri atları kontrol ettiğini gördüğünde onunla beraber gitmişti. Atların ayakta uyuduğunu; en çok kesme şeker, arpa ve pekmez sevdiklerini gördüğünde atlara olan sevgisi biraz daha artacaktı. Süleyman annesi gittiğinden beri fırın ekmeği yiyordu. Bu ekmek her nedense annesinin, atların da yediği arpadan öğüterek yaptığı ekmeklerin yerini tutmuyordu. Bir gün babası tüpün üstüne yemek koymuş, atların yanına inmişti. Süleyman da çiftlik sahibinin hanımının kendisine karne hediyesi olarak aldığı legolarla oynuyordu. O esnada bir yanık kokusu geldi burnuna. Pencerenin önünden koşan atlara, hazırlanan yılkılıklara bakıyordu. Arkasını döndüğünde evin yanmaya başladığını gördü. Ayağa kalktı. Bir korku sarmıştı bedenini. Aşağıya inmeye çalıştı. Ama olmadı. Kapı da yanmaya başlamış, alevler yavaş yavaş kendisine doğru gelmeye başlamıştı. Pencereden tekrar aşağıya baktı. Çok yüksekti. Atlayamazdı. Babasını çağırmaya çalıştı. Bağırmak istiyordu. Ağzını açıyordu fakat alev seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Ne olacaktı şimdi? Birden kıpırdayamadığını fark etti. Alevler üstüne üstüne geliyordu. En son “Baba… Baba…” diye bağırdığını hatırlıyordu. Birazdan yavaş


[Hayal Bilgisi 13] yavaş gözleri kapanacaktı. Gözlerini açtığında yanında Karabaş vardı. Alevlerden sonra ilk onu görmek çok güzeldi. Burası atların ilaçlarının olduğu yerdi. Gözlerini açtığında yanında çiftlik sahibinin oğlu duruyordu: “Hadi bakalım ufaklık, ucuz atlattın. Geçmiş olsun” dediğinde, Süleyman hâlâ bir şey anlamamıştı. Oysa babasıyla kaldığı çatı katında yangın çıkmış daha babası yetişemeden çiftlik sahibinin oğlu onu kurtarmıştı. Bunları sonradan babasından duyduğunda kendisine çok kızmıştı…

32

Süleyman büyümüş, otuz yaşında koca bir adam olmuştu. Babası vefat etmiş, kardeşleri evlenmiş, yıllardır annesiyle birlikte yaşamaya çalışıyorlardı. Babasının vefatından sonra annesinin memleketine gitmiş, terli bir coğrafyada yeni bir hayata başlamışlardı. Dayısının açmış olduğu marketi işletiyor, eve de böylece katkıda bulunuyordu. Annesinin kız kardeşleri, erkek kardeşleri kadar onu her nedense sevmiyorlardı. Bu sevgisizliklerini de her seferinde belli ediyorlardı. Süleyman içten içe bir şeylerin farkındaydı. Burada o kadar da istenmiyorlardı aslında. “Koskoca bir oğlu vardı bu kadının, gitsin uzaklara, oğlu da ona baksın” diyorlardı… Annesinin, Süleyma’nın teyzelerine olan nefretini daha doğrusu kızgınlığını çoğu kez Süleyman dizginliyordu. Bir akşam işten döndüğünde evin yoluna girerek ağır ağır yürümeye başlamıştı. İlk önce yanından hızla geçen bir polis aracına gözü çarptı. Daha sonra ambulansa ve itfaiye arabasına… Meraklı gözlerle yanından geçen arabalara sadece bakıyordu. Eve yaklaştıkça bir kalabalık gördü. Dahası ev yanıyordu. Biraz daha ilerleyince yanan evin kendilerine ait olduğunu gördü. Koşar adım evin önüne geldi. Annesini biraz önce yanından geçen ambulansa bindirirlerken gördü. Yaşıyordu… Annesine sıkıca sarıldı. İyi olup olmadığını sordu. Annesi “iyiyim…” dediğinde, çok mutlu oldu. İnsanlar, akrabalar, yabancılar sadece susmuştular… O an hiç konuşmak istemedi. Ev yanmış, bir süre sonra da insanlar dağılmıştı. Dayısı yanına geldiğinde, “Oğlum eviniz yanmış…” diye başlayan sözlerine devam edecekti ki, Süleyman susan gözlerle ona bakarak, diliyle şunları söyledi: “Yanan keşke sadece ev olsa…” Nerden gelmişti bunlar aklına? Çocukluğundan şimdiye, nasıl da film gibi geçti bunlar zihninden… Okuduğu gazetede sevgiliye yazılan bir şiirdi, onu geçmişiyle baş başa bırakan… YALAN DA DEĞİL karanlık çok karanlık bir sessizlik var bir yanım sonsuzluk bir yanım karanlık koşar adım çıkıyoruz gözlerim evde kalıyor annem ellerimden tutuyor gökyüzünde kar hava da soğukluk var ben terliyorum hemen büyüyorum yaşım kaç o kadar büyüyorum ki insanlar sevmeye başlıyor güveniyorlar evi yakılan çocuğa hâyâl meyâl hatırlıyorum evi annem yakmıştı anlamamıştım, o zaman şimdi anlıyorum bir zaman sonra sessizce biri geliyor yanıma “merhaba. ben çehov…” diyor

“kahramanlarımı öldüren de yaşatan da benim” diyor “onlara ‘ vazgeç’ diyen de benim…” şimdi anlıyorum, geçmişi hâyâllerimi, düşlerimi düşüncelerimi çünkü hâyâllerimi yakıyorum yanıyor yandı yandım küllerimi toplamaya kalkma bir çocuğun yüreğine serpilir umut olurum sevda olurum aşk olurum gökyüzünden topla beni aç yüreğini dolsun hayat yarını istiyorsan umut etmelisin umut etmek hayatı sevmektir yalan desem kızar mısın kızma ama yalan da değil

Hayal Bilgisi ekibinden genç şair Ahmet Can Altıok’un şiirlerinden ve aforizmalarından oluşan ilk kitabını temin etmek için aşağıdaki adreslerden iletişim kurabilirsiniz: editor@edebiyathaberleri.com 05056351554


[Hayal Bilgisi 13]

Murat Toluk

33

EN ÇOK DA BİZ AYRILIYORUZ KENDİMİZDEN zaman gibi terk ediyoruz kendimizi başka şehirlerde başka aşkların peşinde en çok da biz ayrılıyoruz kendimizden bizi terk edenlerle bulunduğumuz şehirdeki kedilere yabancılaşıyoruz tanımıyoruz artık her sabah bindiğimiz otobüsü ciğerlerimize sığmıyor şehrimizin gökyüzü soluksuz kalıyoruz kendi iç dehlizimizde en çok da biz gidiyoruz kendimizden bizden gidenlerle biz şiir ruhlu adamlarız kaldırım taşları arasında açılmış bir çiçek bile ağlatır, alır bizi şimdi bizi terk eden kadınların ayak izlerinde ruhumuz yaşamıyoruz tanıyamıyoruz penceremizdeki geceyi varmışız gibi davranıyoruz doğan güneşe hangi şarkıda ağlamadık ki hangi romanda terk edilmedik ki terk edilenlerle bu yüzden çok kırılgandır kalplerimiz bir çocuğun elinden kaçırdığı balon gibidir ruhumuz gidenin peşinden gider terk eder kaçırırız ruhumuzu bedenimizden kırılırız, kırarız en çok kendimizi umut tanıdık gelmez konuşmalarımızda attila ilhan’la kaybolduk biz piraye peşinde prangalarla bağlandık ahmed arif’e nazım’la terk ettik toprağımızı biz şiir ruhlu adamlarız bayan yağmur gibi yağarız acılara mutluluklardan su gibi buharlaşırız kendimizden mutluluk ağır gelir omuzlarımıza dar ağaçlarında sallanır her an ömrümüz maviye tutkunuzdur da karaya bürünmüşüzdür bizi terk edenlerle birlikte

Hasan Bozaslan KÜL VE GÜL’E her düş sahibinden önce ölür savaş çocuklara yapılan haksızlıktır kül kokan gecelerde masal anlatılmaz çocuklara her şehir önce çocukluğundan vurulur her şehir annedir biraz her gül çocuk nerede gül kokarsa şehir orada mutlu bir çocuk vardır nerede kül kokarsa şehir orada çocukluğu kanayan bir şehir vardır annem olan şehir çocukluğum uzaktaysa kül kokarım


[Hayal Bilgisi 13] [

emrah adaklı | Berlin'de Çocukluk

]

34

Savaşların olmadığı çocukluklar dileğiyle… Geçtiğimiz yüzyılın en büyük düşünürlerinden Walter Benjamin’in kırk yaşında yazmaya başladığı Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk, onun kendi çocukluğunu hangi bakış açısından gördüğünün ipuçlarını veriyor. Benjamin’in fotoğraflı özyaşamöyküsü olarak tanımladığı bu kitabı oluşturan kısa düzyazı metinler, salt kişisel bilgiler içermenin ötesinde, yüzyıl dönümünde burjuva ortamındaki çocuk bireyin toplumsal ruh halini de sergilemektedir. Kitabı yayıma ilk hazırlayan Adorno’ya göre, Benjamin’in anılarında çizdiği tabloların (tasvirlerin, mekânların, objelerin vb.) üzerine Hitler devletinin gölgesi düşmüştü. Benjamin’in anlattıklarında uyanmaya yeltenen sahneleri saran hava ölümcüldür. Buralara mahkûmun bakışları değer ve o bu mekânları mahkûm olmuş biri olarak algılar. Benjamin’in yaşarken kitap olarak yayımlandığını göremediği, dönemin gazetelerinde bölük pörçük tefrika edilen bu kitabın iki otantik baskısı farklı versiyonlarda bulunmaktadır. Benim okuyup incelediğim, Gieben versiyonunun çevirisi ama kitap son biçimini kendi kendine bulabilmiş değil; o da, Nazi baskısından bunalarak yaşamına son veren yazarı gibi, kasap tezgâhı üzerinde bir kurban misali… Objektifi biraz yakına aldığımızda: Kötü yazar ile iyi yazar arasındaki fark, Benjamin’e göre, ilkinin, ömrünü, aklına gelen birçok şeyin peşinde helak ederken, ikincinin düşündüğünü soğukkanlılıkla söylüyor olmasında yatar. İyi yazar hiçbir zaman düşündüğünden daha fazlasını söylemez, yazdıkları da onun kendisine değil, sadece söylemek istediği şeye yarar. İyi yazarın aslında kendine pek hayrı yoktur. Benjamin, çevirilerle aldığı burslar veya avanslarla artık daha fazla indirilmesi mümkün olmayan bir noktada yaşarken, Baudelaire ondan neredeyse yüzyıl önce, sürekli adres değiştirerek alacaklılardan kaçmaktaydı. Benjamin için Baudelaire, çağının değerleriyle giriştiği kahramanca mücadele tarafından tüketilen bir modernisttir. Benjamin’in de hayatı 21. yüzyıldan bakılınca benzer görünür. Ölümlerinden çok sonra, iyi bir hayat sürdürecek kadar kazanabilen birçokları gibi, Benjamin de huzursuz, şehirli bir yazardı. İntihar, yalnızlık, kalabalık, şehir, sadece onun değil, eşkıya alıntılarının da teması olmuştu. Benjamin, 1933 Şubatında yazdığı bir mektupta, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk eseri için şöyle yazıyordu: Bunun bir kitap olarak yayımlandığını görme ümidi yok denecek kadar az. Gayet iyi olduğunu, ölümsüzlüğün onu manüskri (el yazısı) olarak da yanına çağıracağını herkes biliyor. Basılan kitaplar basılmaya daha çok ihtiyaç duyanlar oluyor. Les Plaintes d’un Icare şiirinde de Baudelaire, güzellik aşkıyla yanarak, kanatları kırık, gökten nehre düşerken, umutsuz bir tonla, onun mezarı olacak derin uçuruma bile adını veremeyeceğini yazar. Yazılarının bunca zaman sonra, her birinin basılıp, büyük bir heves ve merakla okunup, tartışıldıklarını bilmez takvim dışına atılmış yazarlar. Benjamin, 1912 kışında, Berlin’in eski batı semtinden bir ev tutarak, arkadaşlarıyla, sanatsal ve etik sorunların tartışıldığı Sprechsaal’ı (Konuşma Salonu) kurar. Buradaki arkadaşlarından ikisinin savaş nedeniyle o evde intihar etmesi, Benjamin’de, yazılarında da izi sürülebilen, derin bir etki yaratır. 1932 yılında vasiyetini yazar, yakın bulduklarına veda mektupları yazar ama intihar etmez. Belki de koşulları gittikçe zorlaşsa da, hâlâ iyimser olabilmek için umutları vardır. Cioran der ki: Bir tek iyimserler intihar eder; artık iyimser olamayan iyimserler... Diğerlerinin, hiçbir yaşama nedenleri olmadığına göre, niçin bir ölme nedenleri olsun ki? Benjamin kötümser değildir ama onun için intihardan kaçış da yoktur; modernizmin insanoğlunun doğal ve üretken temposunun önüne çıkardığı engeller, insanoğlunun güçleriyle orantılı değildir. Bu durumda insanın felce uğraması ve kurtuluşu ölümde araması, anlaşılır olmaktadır. Modernizmin öznesi için, intihar bir kaçış, yenilgi ya da vazgeçiş değildir, kahramanca bir tutkudur. Kahraman Dandy’nin, “passion particulière de la vie moderne”idir. Kendilerini adadıkları yapıtları, onlar için hayatta tutunabilmenin bir yoludur. Pasajların yazılabileceği tek yerden ilerlemenin fırtınası tarafından kovulan Benjamin, hayata tutunamaz olur. Benjamin, 1940’ta, Berlin’in yerle bir olacağından, ikiye bölüneceğinden, çocukluğunun geçtiği semtin Fransa denetimine gireceğinden habersiz, arkasında Hitler tarafından işgal edilmiş geçmiş yüzyılın başkentini bırakarak, kendi elleriyle huzursuzluğuna son verir.


[Hayal Bilgisi 13] [

Özlem Aydın

]

35 kanı var ellerimizde aşkın bundan kızıl gökyüzü karanlık ay bıçak gibi dağlar bölüyor denizlerimi asırlık bir türkü oyalanıyor yaprakların arasında köşede bir kedi taht kuruyor usul usul akşama ziyafet var en davetsiz misafiriyim belki de hayatın en çok aşkın hayattan alacağım var desem sorar tanrı ne verdin şiirim var ceplerimde kenarı dantel oyalı naftalin kokulu kelimelerim yıllar yılı ceviz sandıkta saklı maraş’ın sokakları kadar girift aklım kısa ve öz cümleler arıyorum şiirce yağmurun çocuklarıdır ya şiirler öylesine ıslak sol yanım sol kaşım bundan sebep her damlada kalkık

yağmurdan öte hiç bir şey yaralamadı beni oysa o kadar da çok severim ebemkuşağını ah o renkler aşk kadar kutsal kutsal deyince kudüs düşer gözlerime bir yanı mekke bir yanı medine olan yüreğimin üstünde kanadını açmış duruyor kudüs oysa benim kanatlarım yok düşlerim var bir de şiirlerim hiç anlamam bombadan silahtan mermiden bilakis ürkerim ağlamasın diye çocuklar babalarının ardından gerekiyorsa yazılmasın şiirler ben kalemimi kırar yutarım cümleleri yeter ki gülsün tüm çocuklar yetim kalmasın dünya niyetim kirlenmeden tanrım al beni ebemkuşağına niyetim kirlenmeden tanrım al beni en sevgilinin yanına

Aşk Celladına Son Tebessüm | Arif Onur Solak “üç damla gözyaşıydım üç ayrı sonuydum hikayelerin” “kan sıçramış bağdat’a şüheyda! dünya var olmayan yeni düzen peşinde bir milletin miladı ötekinin elinde dualar yükselir arş’a felluce’den bir çocuk ağlar ortasında necef’in sözde barışı getirme eylemi beynine kazıyor cellatlığı, dünyanın” “öyle bir haretle gel ki bana ellerini açıp yalvarsın allah’a canımı almaya gelen azrail: bu kuluna biraz mühlet yarabbi” “içimin cenazesi kalkıyor şehri tutuşturma telaşla evhama gerek yok alt tarafı gidiyorum” “en iyi yalnızlık ödülünü Giderken bıraktığın ayak izlerinden alıyorum”

“aşk diyorum sana ömrümün en büyük imla hatası” “çek dilinin tetiğini son cümleni sık yüreğime” “merhumu nasıl bilirdiniz diye sorulduğunda biz onu aşktan bilirdik, iyi ölürdü desinler” “suçüstü yakalanmış bir sanığın ifadesini arıyorsun gözlerimde” “aşkı, bir eylül gecesi astın ayrılığa, bir nüshasını taşıyorum göğsümde” “yerinde taş kesilirken dünya zulmü alnından sapan taşıyla vuran filistinli çocuklar gibi yapayalnızız” “kızma bana erkek işi değilse ağlamak”


[Hayal Bilgisi 13] saliha güngör

NİYET ETTİM ÖZGÜRLÜĞE

İki nokta göze çarpıyor uzakta. Adımlarımı sıklaştırdığımda elinde uçurtması, sıkılgan yüz ifadeleriyle annesinin yanından ayrılmamaya niyetli olan çocuk fark ediliyor. Koşmadığı için sürekli düşüyor uçurtma. Oysa çocuklar özgürlüğü sever, koşar, koşar, gökyüzünün maviliklerine dalınca bir kahkaha kopartır, heyecanla kaçarlardı arkalarından seslenen annelerden. Yaşıtlarından daha farklı bir bezginlik taşıyordu taze yüz hatlarında. Evet, daha farklı... Mesela aç görünmemesinin yanında bakımlı afacan izlenimi uyandırıyordu ilk görüşte. Uçurtma uçurmayı bilmiyor olamazdı. Ki özgürleşmeyi denemedi bile. Pembeleşmiş yanakları üşümüş olabileceğini gösteriyordu. Utanmış da olabilirdi. Beş yaşlarındaki bir çocukta gözlenen bezginlik belirtileri ve ben... Geçirdiğim tüm çocukluk serüvenim net çizgilerle canlanıyor gözümde. Utanınca, sinirlenince üşürdüm ben. Ayna kültüründen yoksun her çocuk gibi pembeleşmiş yanakları fark etmem imkânsızlaşırdı. Uçurtmam olmasa da koşardım. O çocuk sevmiyor muydu özgürlüğü? Oysa özgürlük en çok çocuklara yakışır. Sinirlenince ağlamazdım, üzüldüğümde ağlardım. Uçurtmasının pasif olması sinirlendirmiş olabilir miydi onu? Ara ara annesine çeviriyor gözlerini büyük bir beklenti içerisinde. Elini sımsıkı tutup, yanından ayrılamadığı annesi, her bakışında en güzel mutluluğunu takınıyor simasına. Benimseyemiyor belki, ama takınıyor o tebessüm maskesini. Emanet durduğu besbelli. Bir ara yürüme süratlerini artırıyorlar. Aceleleri var gibi. Ani refleksle arkasına düşüyor uçurtma.

36

Taşıyamıyor. Belli ki yorulmuş. Yanaklardaki pembelik giderek artıyor. Tökezliyor bir ara. Parlayan ayakkabılarına zarar gelmesinden rahatsızlık duyarcasına annesine çeviriyor yeşil, iri gözlerini. İleride bir istasyon var. Belirlenen istikamet o yöne olsa gerek. Rutinleşmiş sürat yoruyor uçurtmayı. Bir türlü süzülemiyor maviliklerde. Her hızlanan adımda özgürleşmeye niyet eden uçurtma, bezginlikle parlak ayakkabıların dibinde buluveriyor kendini. Sınırlandırılmışlıktan muzdarip olmalı ki bırakmak istiyor yanından ayrılamadığı annesinin elini. Telaşla engel oluyor elini bırakmasına. Yeşil, iri gözleri parlak ayakkabılarının süratine takılıyor bu kez. Tıpkı yorulan uçurtması gibi. Hızlanan adımlar arasında derinden bir ezan sesi geliyor. Boya kalemleriyle koluna işlediği sabit saatine bakarken adeta annesini taklit ediyor. Pembeleşmiş simasına pek yakışıyor mutluluk maskesi. ‘Haydi namaza!’ çağrısı yükselirken ikindi vaktinde, duraksıyorlar bir camii önünde. Nefes nefese. Bekleyene gelmişçesine parlak ayakkabılarına eğiliyor bağcıklarını çözmek için. Kendisini bekleyen annesini fark etmeden salıveriyor uçurtmasını. Gökyüzüne, maviliklere... Uzun uzun seyrediyor özgürlüğünü. En güzel tebessümünü takınıyor ardından. Koşarak gidiyor kendisini bekleyen annesine. Parlak ayakkabılarını rahatsız edecek bir bezginlik görünmüyor yeşil, iri gözlerinde. Annesinin yaptıklarını tekrarlıyor. Pembeleşmiş yanaklarına bir fısıltı yerleştirip, niyet ediyor özgürlüğüne...


[Hayal Bilgisi 13] [

Merve Yalçın

korku O şehirde geçirdiğim sayılı yıllarımda en çok bulunduğum mekânlar sahaflardı. Şehrin birçok yerindeki pek çok sahafı gezdim. Ama sadece bir tanesine neredeyse her gün uğruyordum. Kenan Amcanın sahaf dükkânı diğer birçok sahaf dükkânları gibi bir ara sokaktaydı. Babam yaşında yaşlıca tonton bir adamdı Kenan Amca. Her okul çıkışı bakacağım kitap olmasa bile yanına gider bir çayını içerdim. Kenan Amca ile eski kitap kokuları arasında oturur sohbet ederdik uzun uzun. Çoğu zaman da dertleşirdik. Zamanla epey yakınlaştık. Sırdaşım oldu çıktı. Yaşıtlarımdan görmediğim bir dostluk gördüm ondan. Dükkâna sık sık gittiğimden kitap zevkimi bir hayli öğrenmişti Kenan Amca. Eline ilgimi çeken kitaplar geçtikçe benim için bir kenara ayırırdı. Dükkâna gittiğimde bir köşede üst üste konmuş kitapları gördüğümde benim için ayrılmış olduklarını bilirdim. Kenan Amcayla tanıştıktan sonra bir sürü eski kitabım olmuştu, hem de bunların çoğu ilk basımlardı. Bu kitaplar çok değerliydi benim için. Kenan Amca, ondan aldığım kitapları parasız kabul etmediğimi öğrendiğinden ara sıra bazı kitapları koltuğumun altına sıkıştırır “sen öğrencisin, harçlığın sana kalsın” diyerek ben daha cevap vermeye kalmadan beni dükkândan postalardı. Bir gün sohbet ederken laf arasında benim kendisine ölen oğlunu hatırlattığımı söyledi, ardından yanlış bir şey söylemiş gibi lafı değiştirdi birden. Ben de onu kırmak istemediğimden durumu fark ederek bozuntuya vermedim. Aramızda güzel bir bağ oluştuğunu hissedebiliyordum. Neredeyse her gün benim yolumu gözlediğini, her gittiğimde küçük eski sehpasının üzerinde beni bekleyen kakuleli çayımın hazır olmasından tahmin edebiliyordum. Bir gün bunu fark ettiğimi belli ettim ona. Biraz sıkılarak da olsa laf arasında itiraf etti yanına gitmediğim günler beni merak ettiğini. Şefkatli bir insandı. Sevgi doluydu. Ne yalan söyleyeyim, beni oğluna benzettiğini söylediği o gün benim de içimde ona karşı yoğun bir sevgi ve saygı uyanmıştı. Fakat bunu ona hiç söylemedim, söyleyemedim. Bundan dolayı büyük bir pişmanlık duyacağımı hiç düşünemedim belki de. Bir gün ben tam dükkânın kapısından içeri girerken içeriden bir adam çıkıverdi, neredeyse çarpışıyorduk. Pardon demeye kalmadan adam hızla uzaklaşıp gitti. Dükkândan içeri girdiğimde ister istemez gözüm sehpanın üzerindeki çayımı aradı, ama çayım yoktu. Kenan Amca elinde çaydanlıkla çıkageldi, karşıma

]

37

Gamze’ye oturdu. Sessizce çayları doldurdu. Suratı asıktı. Ne olduğunu sormak istemedim ama sonradan yarım bir ağızla, açıklama yapma gereği duymuşçasına, gidenin aksi bir müşteri olduğunu söyledi. O gün bir sıkıntısı vardı belli ki. Ama uzun zamandır sırdaşı olduğum halde bana anlatmıyordu. Ben de üstelemek istemedim. Biraz daha oturup, çayımı içtikten sonra izin isteyip kalktım. Çıkarken gözüm köşedeki üst üste konmuş kitaplara ilişti. Belli ki onları benim için ayırmıştı. Kenan Amca bana o kitaplardan bahsetmemişti hâlbuki. Ne olduklarını sonra sorarım düşüncesiyle dükkândan ayrıldım. Sonraki iki hafta boyunca sınavlarım olduğundan Kenan Amcanın yanına hiç uğrayamadım. Sınavların yoğunluğundan bunalmış bir haldeydim ve bir an evvel Kenan Amcanın yanına gidip onunla sohbet etmek için can atıyordum. Son sınavımdan önceki gece oldukça rahatsız edici bir rüya gördüm. Hava kararmış. Kenan Amcanın dükkânının önündeyim. İçeride Kenan Amca ile biri daha var, bağırış sesleri geliyor. Sanırım tartışıyorlar. Dükkâna doğru yaklaşıp cam kapıdan içeriye bakıyorum. Kenan Amcanın yanındaki kişinin dükkânın önünde karşılaştığım adama çok benzediğini fark ediyorum. Adam çıldırmış bir şekilde Kenan Amcaya bağırıyor ve bir yandan da raflardaki kitapları etrafa saçıyor. İçeri girmek istiyorum fakat kapının kilitli olduğunu görüyorum. Dükkânın kapısını yumruklamaya başlıyorum fakat içeridekilerden beni duyan olmuyor. Bağrışmalardan tartışmalarının sebebini anlamaya çalışıyorum. Adamın bir ara Kenan Amcaya baba diye seslendiğini duyar gibi oluyorum. Adam bir anda bir şeylerle etrafı ıslatmaya başlıyor. Bir süre sonra keskin bir gaz kokusu… Dükkânı alevler sarıyor. Uyanıyorum. Ertesi gün son sınavımı bitirip okuldan çıktıktan sonra Kenan Amcayı görmek için içimde büyük bir istek ve merak var. Dükkânın bulunduğu sokağa kadar gidiyorum. Ama sokağın başında bir şey beni durduruyor. Başımı kaldırıp dükkânın olduğu tarafa doğru bakıyorum. Dükkân bulunduğum yerden görünmüyor. Bir süre olduğum yerde durup havayı kokluyorum. Birden geri dönüp eve doğru yürümeye başlıyorum. Ertesi gün tekrar sokağın aynı noktasına kadar geliyorum, fakat sokağa girmeden tekrar geri dönüyorum. Bu daha ne kadar sürecek bilmiyorum. Dükkâna gitmeyi çok istediğim halde bir türlü gidemiyorum. Gidebilirim ama gitmiyorum. Sanırım orada karşılasşabileceğim şeylerden korkuyorum.


[Hayal Bilgisi 13]

mevzubahis

38

Edebiyat dergilerinin durumunu nasıl yorumluyorsunuz? Edebiyatımızdaki yeri ve etkileri nedir? Birçok derginin yayınevlerinin bünyesinde çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dergilerimiz hangi hataları yapıyor? Ali Emre: Eskisine göre daha çok dergi çıkıyor sanki. Takip edemeyeceğimiz kadar çok dergi var. Bütün eksiklerine, zaaflarına, yanlışlarına, imkânsızlıklarına rağmen dergiler iyidir, önemlidir. Edebiyatın atar ve toplardamarıdır onlar. İyi kötü bir mevzidir. Bir vitrin, bir zemindir. Ve en çok yararı da aslında onları çıkaranlara olur. Burada en büyük sıkıntı, bazı dergilerin bir gerekçeye sahip olmamasıdır. İlke, hedef, yöntem konusunda bir iddia ve tutarlılık taşıma noktasında yeterli özeni göstermemeleridir. Kendilerine yetecek, özgüvenlerini diri tutacak ve süreklilik kazandıracak bir çekirdek kadroya sahip olmadan yola koyulmalarıdır. Müntesipleri salt birilerine küsüp kızdıkları yahut başka dergilerde yeterince yer bulamadıkları için çıkan dergilerin kısa zaman sonra kapanması da bu yüzdendir. Dergileri; iddiası, çıkış gerekçesi bağlamında sorgulayabiliriz sonuçta. Fakat hizipçilik yapmak, taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışmak yahut sıkışınca herkese mavi boncuk dağıtarak platform dergisine dönüşüvermek, daha kolay geliyor bazılarına. Yayınevlerinin bünyesinde çıkanlar da daha çok mali, bürokratik işler nedeniyle sahipleniyorlar sanırım bu tutumu. Fakat her halükârda güncel edebiyatın nefes alıp verdiği yerler, edebiyat dergileri. Murat Soyak: Günümüzde çok sayıda edebiyat dergisi çıkıyor. Bazıları istikrarlı yürüyüşünü sürdürüyor fakat birkaç sayı çıkıp da yayın dünyasından çekilen dergiler de oluyor. Edebiyat dergileri günümüz yayın dünyasında daha hareketli bir durumda görünüyor. Bu hareketlilik bir zaman sonra kesintiye uğrasa da bayrağı başka edebiyatsanat dergileri devralıyor. Dergilerin yayınını sürdürebilmesi için malum olduğu üzere maddi desteğe de ihtiyaç var. Reklam, abone v.b. desteğin olmadığı bir dergide işlerin bir süre sonra aksayacağı bellidir. Bu sebeple okuyucuların yeniden dergilere sahip çıkması gerekiyor. Her dergi neticede bir ekip çalışmasıdır ancak derginin kurtarılmış bir alan yahut ada gibi görülmesi hoş değil. Dergiler hayat ve insan ile bağlarını daima canlı tutmalıdır. Dergiler yeni imzalara açık olmalıdır. Gençlerin yer bulamadığı dergiler diriliğini kaybeder. Ve çete mantığı ile dergicilik yapmak kayıpları çoğaltır. Dergilerin sağırlığı kötü. Sadece kendi dergisini, kendi arkadaşlarını yücelten bir tavır ile verimli bir paylaşım sağlanamaz. Ötekinin sesini, sözünü duymak istemeyen bir anlayış maalesef var. Bu olumsuz durumun mutlaka aşılması lazım. Şu kıyımlar, acılar, yıkımlar dünyasında edebiyat dergilerinin dayanışması önemlidir. Zira edebiyat dergiciliği neticede hakikate, hayata, insana ve umuda dair bir yurt olmak durumundadır. Bir yayınevinin kanatları altında yürüyüşünü sürdürmeye çalışan dergiler var. Belli ki yayınevi desteğinde birçok sorun hallediliyor. Bir başına, kendi imkânlarıyla çıkan dergileri daha sıcak ve samimi buluyorum. Bir yerde, bir ateş yakılıyor. Karanlıklara karşı ışığın varoluş çabası. Bu çaba süreklilik arz ettiğinde güzel eserler oluşuyor. Suavi Kemal Yazgıç: Edebiyat dergilerini çok seviyor ve durumlarını beğeniyorum. Her şeyin betonlaştığı, grileştiği bir dönemde hala ilham vermeye devam ediyorlar. Edebiyat kitaplardan çok dergiler üzerinden ilerliyor. Yayıncılığımızın cılızlığından kaynaklanıyor bu. Yayınevlerinin güçsüzlüğünün, yetersizliğinin telafisi dergiler olmasa da hiç olmazsa bir ifade imkânı sağlıyor dergiler. Onlar da olmazsa tamamen şahsi bir alana hapsolacak edebiyat. Yayınevlerinin bünyesinde yeterince dergi yok. Yayınevleri daha çok dergi çıkarmalı bence. Böylece yayınevlerinin edebiyatla daha anlamlı ve sağlam bir bağı olur. Mustafa Nurullah Celep: Edebiyat dergileri öncesine nazaran daha canlı ve işlek bir yayın faaliyeti içindeler. Üç sene öncesinde yazmıştım: ‘Dergicilik bir direniş biçimidir’ diye. Dergi çıkarmak da deliliğin, sınır tanımazlığın, risk ve cesaretin atılımlı çehresi oluyor. Risk almadan dergi çıkaramazsınız. Cesaretinizi kuşanmanız gerekiyor. Bir yarış pistinde gibi heyecanla hareket etmeniz, düzenli çıkmanın imkânlarını ve yolunu-yordamını bulmanız da aynı derecede önemlidir. Dergicilik bir kadro işidir. Dağıtım ve ekonomik yeterlilikler de bir şekilde hal yoluna konulur. Topluca hareket etmeniz, topluca yazışmanız, yazı yazmaktan, -hemen her sayısına ve her dosyasına- yazı üretmekten yüksünmemeniz gerekiyor. Peki, neyi yazacaksınız? Eleştirel etkinlik olmadan edebiyat-yazın dergiciliği eksik kalmaya mahkûmdur. Yüksünmemek gerektiğini bahis konusu edişim bu sebeptendir. Cesaretli ve atılımlı oluşunuz da eleştirel etkinliğe olan bağlılığınıza ve yöneliminize sabitkadem durmanızla alakalı. Sıkı eleştiri metinleri kaleme almaktan çekinmeyeceksiniz. Ne merkez ne de taşra, dergiciliğin


[Hayal Bilgisi 13] merkezi/odağı, eleştirel metinlere olan dikkatiniz ve sayfalarınızda eleştiri sanatına cömertçe yer vermenizdir. İyi şiiri daha ideal olana ulaştırmanız, kötü şiiri ayrıştırmanız, iyi şiiri kötü şiirden, çürüğünü çarığından ayırt edebilmeniz için dergicilikte eleştirellik olmazsa olmazdır.

39

Geçmişte bunun örneği verilmemiş midir? Modern eleştirinin piri Hüseyin Cöntürk’ün çıkardığı dergiler (DönemDevinim-Yordam), hakeza Atlılar, Kökler ve bugün yayınlanmakta olan Kertenkele Edebiyat ve Düşünce Dergisi, eleştiriyi dergilerinin gündemine alan bir yayın faaliyeti içindeler. O halde bugün genel olarak durum nedir? Şunu kesin ve eğer isterseniz oldukça düşündürücü ve manidar bir hüküm olarak kabul edin veya etmeyin, ama gerçek şudur: Bugün edebiyat dergilerinin büyük çoğunluğu eleştiriye -ama özellikle şiir eleştirisine- hiç uğramadan geçip giden, es geçen bir yayın etkinliği varageline hapsolmuş durumdalar. Bu bir çıkmazdır. Edebiyat ve şiir dergileri adına bir çıkmazdır. Bu çıkmazın güzelliği yok, kötü şiiri bir metastaz olarak çoğaltmaktan başka… Bu çıkmaz özünde bir imkân barındırmıyor. Çünkü edebiyat ve eleştiri işinde dostane ilişkilerin, övgü veya yergi mekanizmasının, yıkayıp yağlamaların, övüp durmaların, profesyonellikte yeri yok. Amatör bir yayıncılıkla -ruh olarak değil geriletici bir tutum olarak- dergicilik yapacak, köşelerinizde-sayfalarınızda birbirilerinizin eserlerinin kusurlarını dürüstlükle ifade edemeyecekseniz, bir yanıyla amatör, bir yanıyla hafifletici anlamda köylü, bir yanıyla kapalı bir yayıncılık yapan sıkıntılı bir taşralısınız. Kapalı çünkü başkalarının kalem işlerine duyarlı değilsiniz de ondan. Biz buna bilinen anlamıyla ‘kapalı devre dergicilik’ diyoruz. Tabii elbette ki eleştiri metni yazmak, zorlukları da beraberinde getiriyor. İşte biz de bu yüzden risk almaktan, cesaret zırhını kuşanmaktan bahsediyoruz. Türkiye’de edebiyat dergilerinin büyük çoğunluğu zararsız yayınlardır. Suya sabuna dokunmayan bir dergicilik anlayışına sahiplerdir. Son derece rahatına düşkün ve risk almayan, yenilikçi bir tutumdan uzak bir editörler topluluğuyla karşı karşıyayız. Bu meyanda eleştiriyi gündemine ve merkezine almayan dergiler hiçbir zaman etkili olamayacaklar, dergicilik tarihinde kalıcı bir yer edinemeyeceklerdir. Bu işin, dergicilik işinin yolu yordamı budur. Yoksa ondan bir metin, diğerinden bir metnin, başkasından başka bir metin, topla bir araya getir ve yayınla. Dergicilik asla ve asla bu değildir. Dergicilikte bir program dâhilinde işler yürütülür. Dergi bünyesinde her yazarın bir iş bölümü, bir işlevi vardır. Gerçek anlamda nitelikli dergiler, çelikleşmiş bir kadro ve bir kavga ruhuyla çıkarlar. Bir kavganız olacak, bir dava sahibi olacaksınız. Haklı olduğuna inandığınız davanızı savunmaktan geri durmayacaksınız. İddiasız dergiler topluluğudur Türkiye. İddiasız şairlerden müteşekkil bir iddiasız dergiler ordusu. Cemil Meriç, “Hür tefekkürün kaleleri” olarak tanımladığı Meşrutiyet dergilerine, bir iddia ve bir dava sahibi oldukları için işaret ediyordu. Biz çoğunlukla bir duvara asmalık, bir güzel söz olarak alıyoruz bu ifadeyi. Oysa Cemil Meriç’te vurgu ‘dava dergileri’nedir. Bir düşünce taşıyan, bir meselesi olan dergileredir. Dergiciliğin bir iddiası olmasından kastım: Yerli tefekkürün asli bir meselesiyle hemdert olmak, bu meselelerin müdafii olmaktır. Bunu da eleştirel düşünceyle gerçekleştirebilir, buna savunulabilir bir vasıf kazandırabilirisiniz. Türkiye’de dergilerin canlı ve işlek olmalarının yanında içi kof ve iddiasız oluşlarının nedeni budur. İddiasızlıktır. Yerlici bir damara sahip olamamaktır. Türkiye’de dergilerin olumsuz anlamıyla bir diğer özelliği, Batılı ve modern bir algıyla biçimlenmeleri, Türk Tefekkürüne mesafelerce uzak kalışlarıdır. Çıkmak için çıkan, beyhude bir yayındır. Hep mi böyle diyeceksiniz? İstisnaları var elbette. İstisnalar kaideleri bozmayacaktır. Umalım ki biz yanılalım, Türkiye’de dergicilik, canlı-işlek fikirlerin tartışıldığı hareketli bir kültür-sanat ortamına dönüşsün. Türkiye’de bir edebiyat ortamı olmayışının nedeni budur. Dergilerin, eleştiriyi ve düşünceyi es geçerek yayınlanmaları vahim bir hatanın içinde devinip durmaktır. Biz dergilerin temel meselelere duyarlı, Türkiye’den haberli bir yayın sürdürmelerini istiyoruz. Oysa mesele, bir dünyaya açık kalmak meselesi ise diğeri de başka bir dünyaya kapalı kalmak meselesidir. Meselesiz kalmaktır. Bunu, bu dergicilik işini, eğer bu topraklarda yaşıyor ve bu işin gereğince yerine getirilmesini istiyorsak ciddiye almak durumundayız. Diğer türlü yaptıklarımız, yankısız, sönük, ölü, enez, kof ve ipe sapa gelmez işler olarak kalmaya devam edecektir. Ülkemizdeki edebiyat ödülleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Objektif bir değerlendirme yapılıyor mu? Sizce siyasi ve ideolojik etkenler, kararları etkiliyor mu? Ödüllerin edebiyatımıza katkıları nelerdir? Ali Emre: Edebiyat ödüllerinin çok fazla önemsendiğini sanmıyorum. Onların da az çok bir yararı oluyordur elbette. Yazara, şaire, kitaba, gündeme dikkat çekenleri vardır. Fakat o kadar. Objektif değerlendirme hem çok zordur hem de şart değildir bu konuda. Ödülün kendisini izah edebilmesidir belki göz önünde bulundurulması gereken. Murat Soyak: Kişiler ve kurumlar adına çok sayıda edebiyat ödülü tertip ediliyor. Takip etmek dahi zorlaşıyor. Hepsi için kusursuz demek zor. Yakın çevre, kulis faaliyetleri, reklam, siyasi ve ideolojik durumlar elbette çoğu


[Hayal Bilgisi 13] zaman etkili olabiliyor. Objektif değerlendirmelerin yapıldığı ödüller var ama bu niteliği taşımayan ödüller de var. Gönül niteliğin egemenliğini arzu ediyor. 40 Ödüller nihayetinde bir eser için son söz değildir. Eser için asıl kıymeti okuyucular verir. Ödüllerin önemi o dönemde çıkmış eserlere işaret etmesinde saklıdır. Ödüller bir esere, bir kişiye işaret eder ama asıl hükmü zaman içinde okuyucular verir. Suavi Kemal Yazgıç: Obejktif değerlendirme insanın fıtratına aykırı bence. Siyasi, ideolojik etkenler bütün ödülleri etkiler. Bu etkilerden bağımsız olduğu iddiası temelsiz ve anlamsız bir iddiadır. Ödüller verilirken siyasi, ideolojik etkenler açıkça belirtilmeli ve örtük kalmamalı. Ödüllerdeki şizofrenik haleti ruhiye aşılmalı. Kitap fuarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Fuarlar okur-yazar buluşmasını gerçekten sağlıyor mu? Yoksa okur ticari kaygılara alet mi ediliyor? Kitap fuarlarının okur-yazar ve yayınevlerine faydalı olması için neler yapılmalı? Siz, bir kitap fuarını organize ediyor olsanız, neler yapardınız? Ali Emre: Eskiden her şehirde, iyi ve yeni kitapları da bulabileceğiniz kitapçılar vardı. Birkaç tane de olsa önemli merkezlerdi bunlar. Sadece kitap, dergi, kaset satmakla kalmayan yerlerdi bunlar. Birçok insanla tanışabilir, sohbet edebilir, tartışabilirdiniz buralarda. Gözünüz, gönlünüz, ufkunuz açılırdı. Bu mekânların sahipleri de bu işin içinde yer alan, bu işi gerçekten severek yapan kişilerdi genellikle. Bunların kökü kurudu, kurutuldu. Şimdi o sıcaklıktan uzak, sattığı kitapların hiçbirinden haberdar olmayan, kitabı domates satar gibi pazarlayan, bu işi severek yaptığı söylenemeyecek marketler var. Fuarlar da bu marketlerin devasa bir koalisyonu gibi geliyor bana. O soğukluğu aşmak, kapitalizme endeksli yapıyı kırmak için başka etkinlikler de sıkıştırıyorlar araya fakat nafile. Her şey bir yere kadar. Oturamadığınız, soluklanamadığınız, sohbet edemediğiniz yerler sonuçta fuarlar. Ayaküstü bakıp geçiyorsunuz çoğu zaman. Fakat buna da alışmak lazım. Okuyucu da dâhil olmak üzere hepimizi bir şekilde kuşatan modern zamanların getirdiği bir şey bu. Yazarı ve kitabı da kısa bir süre için görücüye çıkarıyorsunuz sonuçta. Stantlarda yayınevini temsil etmekten uzak, sergilediği kitapların hiçbiri hakkında konuşamayan, söz edemeyen kişileri çalıştırıyorsunuz buralarda üstelik. Kısmen ıslah edilebilse de genel yapının, anlayışın dışına çıkmak çok zor. Bütün bunlara rağmen birçoğumuz harçlığımızı biriktirip daha önce alamadığımız bazı kitapları indirimleri de gözeterek- bu fuarlardan alıyoruz. Büyük şehirlerin dışındaki illerde düzenlenen fuarların daha işlevsel olduğunu, okuyucuya bazı kolaylıklar sağladığını, o şehre bu eksende bir canlılık getirdiğini de söylemek gerekiyor yeri gelmişken. Fuarların hiç olmaması daha iyi bir şey değil sonuçta. Murat Soyak: Kitapların konuşulduğu, kitapların gündem olduğu bir ortam daima sevindiricidir. Çeşitli teknolojik aygıtların egemen olduğu dünyada huzursuzluk çoğalıyor. Kitapların dinginliği, kitapların sahiciliği insan için korunaklı bir alan oluşturuyor. Kitap ile insan arasında derin bağlar var. Kitap fuarları malum olduğu üzere kitapların görücüye çıktığı bir alış-veriş ortamıdır. İstanbul’da bulunduğum doksanlı yıllarda kitap fuarı Tepebaşı’nda kurulurdu. Kitap fuarı maddî bir alış-veriş ortamından ziyade insan sıcaklığı taşırdı. Şairleri, yazarları yakından görmek, tanışmak, yeni kitaplardan haberdar olmak güzeldi. Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. Zira artık o koca şehirden uzağım. Kitap fuarlarında okuyuculara yönelik nitelikli etkinlikler daha fazla yapılmalı. Kitabı çok satmak tek gaye olmamalı. Satışa odaklı yayıncılık anlayışı zarar veriyor. Yazar ve okuyucu buluşması sağlanmalı. Kitapların tanıtımına yönelik özgün çalışmalar yapılmalı. Edebî sohbetlerin, çeşitli sanatsal etkinliklerin olması yararlı olur diye düşünüyorum. Suavi Kemal Yazgıç: Fuar ticari bir kavram. Başka bir kaygıyla fuar yapılacaksa fuar dışı bir isimlendirme/yapılanma olmalı. Fuar format itibariyle ticaridir ve ticari olmayan bir formatta da fuar yaşamaz. Hem yayınevine/yazara/okura faydası olacak, hem de ticari olmasın demek mümkün değil. Ticari kelimesine olumsuz anlam yüklemenin doğru olduğu kanaatinde de değilim. Yayıncılığın ticari olmasına karşı yapılabilecek tek şey zenginlerin yazanları himaye etmesi, onlara yazdıkları için caize, hediye filan vermesidir. Bu da ticari olmayan yöntemin çok da masum olmadığını gösterir. Fuar organizatörü değilim. Heveskâr da değilim. Yaratıcı yazarlık atölyeleri yapılıyor. Belli bir ücret karşılığında verilen bu kurslar hakkındaki görüşünüz nedir? Sizce yazar olmaya heves edenler bu kurslardan neler kazanabilirler? Bu atölyeler yerine, edebiyatımıza yeni kalemler kazandırmak ve genç kalemleri yönlendirebilmek adına neler yapılabilir?


[Hayal Bilgisi 13] Ali Emre: Hiç bilmediğim, görmediğim, tanık olmadığım bir alan bu. Anlayabildiğim bir durum da değil. Edebiyat hatta düşünce, okumayla gelişir. Bunları iyi kötü besleyen yerler de dergiler, kitapevleri, yayınevleridir. Oralara 41 sokulmak, oraları canlandırmak, oralardan nasiplenmek lazım öncelikle. Murat Soyak: Yazarlığın okulu olmaz ama okuma-yazma çabasında olan kişiler için bu tür uygulamalar bir yol işareti sunabilir. Yazarlık her şeyden önce yetenek ve çalışmanın bileşkesidir. Marifet ve emek olmadıkça sonuç alınamaz. Yazarlık Okulu vb. uygulamalar yazar-okuyucu buluşmasını sağlaması bakımından önemli. Bu tür etkinliklerde seçilmiş edebî metinlerin okunup değerlendirilmesi ve uygulamaya yönelik çalışmaların yapılması güzel. Okuma-yazma uğraşını bir hayat biçimi olarak düşünmedikçe bu alanda verimli sonuçlar alınamaz. Hevesli olmak iyidir lakin devamlı olmak, kararlı olmak ve adanmış bir ruh elzemdir. Suavi Kemal Yazgıç: Yazarlık kurslarını faydalı buluyorum. Sadece yazar değil okur da yetiştiriyorlar. Kurslar, atölyeler bence devam etmeli daha da artmalı. Genel değerlendirmeler yapmak doğru değil. Güzel atölyeler var. Kötüleri var. Bu çalışmalar genç yazarlar için birer kazanç ve imkândır. Doğru atölye, yazan kişiye kendi kanatlarıyla uçma fırsatı verir. Atölyeler olmazsa gençler tek başlarına kalırlar. Ağabeycilik saltanatı muhkem olur. Türkiye Yayıncılar Birliğinin yayınladığı verilere göre Türkiye’de kişi başına yılda 7.1 kitap yayınlanıyor. Bu istatistiğe rağmen, medyada ülkemizde kitap okuma oranlarının düşük olduğu yönündeki ifadeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkemiz okuru kitaba/edebiyata yeteri kadar ilgili mi? Kitap satın alan ama okumayan bir ülke miyiz? Türkiye’deki kitap okurunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ali Emre: Okuma, bütün dünyada gerileme içinde. Türkiye bu konuda çok kötü bir durumda değil bildiğim kadarıyla. İşin bir de eğitimle, okulla ilgili boyutları var elbette. Her şehirde bir Edebiyat bölümü var bugün neredeyse, fakat bulundukları şehre edebî ve kültürel açıdan ciddi hiçbir katkıları yok söz gelimi. Bu da çok yönlü ve uzun uzun konuşulması, tartışılması gereken bir konu. Fakat benim için şimdilik önemli olan şu: Aynı dergide yazanlar, aynı mahalle içinde yer alanlar bile birbirlerini okumuyorlar. Milletin gözü hep başka yerde. Bir okuma bilincimiz, listemiz, perspektifimiz yok. Herkes kendi okurunu kendisi oluşturmak, kurmak zorunda kalıyor bu yüzden. Süreklilik ve kuşaklar arasında bir irtibat, geçişkenlik, aktarım söz konusu değil. Yazarlarımızın, yayınevlerimizin şaşkınlığı okura da kolayca sirayet edebiliyor. Öğretmenlerimize, dergi ve site editörlerimize, kitapevlerimize, yayınevlerimize ve gerçek kitap kurtlarına, kitap dostlarına çok iş düşüyor bu alanda. Murat Soyak: Kitap okumayı çocuklara, gençlere sevdirmek esas olmalıdır. Kitaplar sayesinde uzaklar yakın. Kitaplar ile buluşan nesillere hasretiz. Son yıllarda kitap okuma oranında bir artış olduğu gözleniyor. Yalnız günümüzde popüler kitapların daha çok tercih edildiği de aşikâr. Burada reklamın, kâr odaklı diğer faaliyetlerin etkisi var. Okuma kampanyalarının, okur-yazar buluşmalarının, kitap fuarlarının okuma oranını artırma yönünde olumlu katkıları oluyor. Kitabın gündem olması gerekiyor. Nitelikli kitaplar daha çok okunmalı. Bu hususta güzel örneklere ihtiyacımız var. Kitap okuyan anne-baba, kitap okuyan öğretmen toplumu yeniden şekillendirir. Kitabın ihtiyaç olarak görüldüğü bir anlayışı geliştirmemiz gerekir. Bir de internetin yaygınlaşmasıyla kitaptan uzaklaşanlar var. Hâlbuki internet ve kitap iki ayrı alan, iki ayrı dünya… Kitaplar daha yakın ve sahicidir. Sanal ortamda verimli bir okuma yapılamaz. Sahih okumanın adresi kitaplardır. Suavi Kemal Yazgıç: Okunma alışkanlığının düşük olduğu kanaatinde değilim. Kitap okumanın düşük olduğunu söyleyen medya mensuplarının doğru dürüst kitap okumadığına ise bizzat şahidim. Neredeyse bütün gazeteler kitap eki yayınlıyorlar. Kitap ekleri, kitap tahlilleri mi yayınlıyor yoksa sadece kitap reklamı yapmayı mı amaçlıyor? Kitap eklerinin olumlu/olumsuz yönleri nelerdir?


[Hayal Bilgisi 13] Ali Emre: Çok gerekli olmadıkça kitap eklerini almıyorum, kitap eklerine ayrıntılı bakamıyorum uzunca bir süredir. Bu eklerden, kendi çaplarının, hüviyetlerinin çok üstünde bir performans da beklememek lazım. 42Bir gazetenin -niteliği zayıf da olsa- bir kitap eki vermesi bile iyi bir şey sonuçta. Bunların daha içeriden kişilerce, daha düzenli ve profesyonel bir anlayışla hazırlanması kısmi bir canlılık, heyecan yaratabilir kuşkusuz. Murat Soyak: Kitap eklerinin olumlu yönü yeni kitapları gündeme getirmesi ve değerlendirme imkânı sağlamasıdır. Yalnız bazı kitap eklerinde reklam destekli kitap tanıtımları yapılıyor. Bir de belli yayınevlerinin kitapları dışındaki yayınlara pek yer verilmiyor. Sanki bazı kitap ekleri, yayınevi desteğinde hazırlanıyor. Bu durum elbette hoş değil. Kitaba değer katan derinlikli tahlillerin, tespitlerin olduğu eleştirel yazıları arada bir kitap eklerinde görmek sevindirici. “Su akar yatağını bulur” demişler. Bu alanda daha nitelikli çalışmaların olacağını umuyorum. Suavi Kemal Yazgıç: Kitap ekleri kitap tahlili yapma yeri değil. Kitap tahlili dergilerde yapılmalı. Kitap tahlili bizzat kitapla yapılmalı. Medya “reklam” odaklıdır. Kitap ekleri de medyanın bir parçasıdır. Başka bir misyon yüklemenin anlamlı olduğunu sanmıyorum. Kitap ekleri yayınevlerine başka mecralardan daha uygun koşullar sunduğu için faydalı ve devam etmeli. Ancak kitap okuru da yayın dünyasını sadece eklerden takip etmemeli. Birçok yayınevinin, hiçbir edebi kaygı gütmeksizin belirli bir ücreti ödeyen herkesin kitabını basmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yayınevlerinin bu tutumu edebiyatımıza neler kazandırır/neler kaybettirir? Ali Emre: Bu da benim fazla bilmediğim bir konu. Tuhaf bir durum. Kendi varlığını tamamen böyle bir anlayışa bağlayan bir kurum, yayınevi filan değildir o zaman. Fakat müşterisi var ki böyle yapılar da çıkıyor ortaya. Zemmetmemiz gereken asıl aktörler, bu anlayışla kitap çıkarmaya çalışan kişiler olmalı öncelikle. Kültür, sanat, düşünce alanındaki gecekondulaşma; bu tür ucube anlayış ve yaklaşımları da palazlandırıyor elbette. Murat Soyak: Son devir edebiyatımızda şairlerin, yazarların çoğunluğu ilk kitaplarını kendi imkânlarıyla yayımlamışlardır. Ve bu ilk kitaplar o dönemde nedense karşılık bulmamış ve elde kalmıştır. Bunun birçok örneği vardır. İlk kitaplar için maalesef böyle bir durum yaşanıyor. Zira büyük yayınevleri satamadığı kitabı basmak istemez. Yolun başındaki şair, yazar için aşılması gereken zorluklardan birisi de ilk kitabı yayımlatabilmek. Son dönemde bazı yayıncılar bunu fırsat bilip çeşitli çalışmalar yaptılar. Ciddi bir değerlendirme aşamasından geçmeden yayımlanan kitaplar bir süre sonra okunmaz olur. Bu hususta acele etmemek gerekir. Sözün demini bulması önemlidir. Hakikat, edebiyat, sanat ve düşünce cephesinde derdi olan, davası olan kişi yola devam edebilir. Zaman yetkin bir seçici. Suavi Kemal Yazgıç: Bunlar yayınevlerinin seçimidir. Edebiyat dünyasına bir zararı olduğunu sanmıyorum. Herkes kitabını yayınlasın bence. Birçok iyi yazar arkadaşım belli çevrelere mensup olmadığı için böyle yayınevlerinden kitap yayınladı. Bir kitabın nasıl yayınlandığı kitabın kıymetini belirlemez. Bazı büyük yayınevlerinin medya ve dağıtım desteğiyle tekel oluşturmalarını ve eseri ürüne dönüştürmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Murat Soyak: Tekelleşme türlü kötülüklerin habercisidir. Yayın dünyasında da bu durum yaşanıyor. Büyük maddi imkânlar ile alanı daraltanlar her dönemde olmuştur. Bu mücadele devam edecek. Mütevazı imkânlar içinde yayıncılık yapmaya çalışan yayınevlerini görmek ve desteklemek şart oluyor. Zira orada paketlenmiş ürünlerden ziyade insan sıcaklığı ve kitabın güzelliği vardır. İyi okuyucu, aynı zamanda iyi bir seçicidir. Bu noktada reklam ile şişirilmiş ürünlere değil de bir özgünlük taşıyan sağlam eserlere dikkat kesilmek gerekiyor. Suavi Kemal Yazgıç: Tekele o kadar da açık değil yayıncılık. Bu dönemde pek çok yeni ve farklı yayınevi var. Eser matbaadan çıktığından beri aynı zamanda bir üründür. Eserim ürün olmasın diyenler kitaplarını el yazması olarak muhafaza etsinler. Yazdıklarını matbaa makinesinden, KDV’den, irsaliye makbuzlarından sadece bu şekilde koruyabilirler. WWW.KITAPHABER.COM.TR “Sitemizdeki yazılar can sıkıntısı, bilgi kırıntısı ve çokça okuma sevgisi içerir. Çay, kahve ve aykırı müzikler eşliğinde tüketilmelidir. Düşünmeyen akılların sağlığına zararlıdır.”


[Hayal Bilgisi 13] [

KARA BAYRAM |

cihat albayrak

]

43

Üç kocaman bulut var gökyüzünde. Kasabanın en kalabalık caddelerinden birinde, eski bir lokantanın önünde oturuyoruz Seyfi ile. Kahvehane kürsüleri var altımızda, önümüzde ise elma kasalarından yaptığımız boya sandıkları. Bir yıldan fazla oldu, kardeşimle birlikte ayakkabı boyuyoruz. Para kazanmalıydık. Annem hasta. Babam, ekmek parası kazanmak için bir yıldan biraz uzun zaman önce gurbete gitmişti. İlk zamanlar sevinmiştik. Dönünce kardeşimle ikimize bisiklet alacağını söylemişti.heyecanla beklemiştik. Sınıfımızdaki çocuklar, evimizin önünden bisikletleriyle geçtiğinde, onları kıskanmak zorunda kalmayacaktık. “Bekleyin, biz de geliyoruz” diyecektik. Ben Seyfi’yi bisikletin önüne bindirecektim ve güneşi kovalayacaktık hep birlikte. Biz kovaladıkça, o daha da uzaklara kaçacaktı. Bekledik. Çok bekledik. Annemin sonbaharda yaptığı tandır ekmekleri bitinceye kadar bekledik. Başka çocuklar ayakkabılarımızla dalga geçinceye kadar, mahalleye yayılan yemek kokuları canımızı yakıncaya, annem bir akşam ikimize sarılıp hıçkırarak ağlayıncaya kadar bekledik. Sonra, bu lokantanın önüne geldik işte. Komşumuzun lokantası, Kadir abinin dükkanı… Hem buraya gelen müşterilerin, hem de yoldan geçenlerin ayakkabılarını boyuyoruz kardeşimle. Ben fırçalıyorum önce, tozunu alıyorum, boyadıktan sonra Seyfi’ye veriyorum. O ise önce cila sürüyor, ardından terzi Mustafa abinin çöpünden aldığımız kadife parçaları ile iyice parlatıyor. Ayakkabılar ne kadar parlarsa o kadar para veriyorlar. Seyfi’nin elleri çok kirlenmesin diye ayakkabıları ona cilalatıyorum ama bunu ona söylemedim. Ona, dünyadaki en iyi ayakkabı cilacısı olduğunu söyledim. Annem hasta, söylemiştim. Başı ağrıyor. Yazmasını yuvarlayıp başına sıkıca bağlıyor. Elektrikleri kestiler ama sular akıyor hala. Annem, evi temizliyor sürekli. Her gün siliyor pencereleri ve her gün oturuyor önünde pencerelerin. Bir misafir bekliyormuş gibi temizliyor evi. Sonra biz çarşıdan dönünceye dek oturuyor pencerenin önünde. Kardeşimle ikimiz, hava kararmaya başlayıncaya, akşam ezanı okununcaya kadar çalışıyoruz. Sonra boya sandıklarımızı omzumuza alıp evin yolunu tutuyoruz. Sandıkların üzerinde isimlerimiz yazıyor. Benimkinde Arif, ötekinde ise Seyfi. Paralar Seyfi’de duruyor, beş dakikada bir bütün paraları saymayı ve cebinde ağırlık yapmalarını seviyor. Ama korkuyor da, sınıfındaki çocukların bizi ayakkabı boyarken görmesinden korkuyor. İki ekmek alıyoruz her akşam. En lüks fırından alıyoruz; nasıl olsa ekmeğin fiyatı her yerde aynı. Geriye kalan pparayı eve dönünce annemin mantosunun cebine bırakıyoruz. Sebze alıyor bazen, makarna gibi şeyler bir de. Bahçeye soğan ve fasülye ekiyor. Kendini bira iyi hissedince patik ve çoraplar örüyor. Yazmaların kenarı için iğne oyaları falan, komşu kadın alıp satıyor çeyiz hazırlayanlara. Annem artık çok az konuşuyor bizimle. Üç kocaman bulut var gökyüzünde. Seyfi ile oturuyoruz lokantanın önünde. Çok fazla konuşmuyoruz ve etrafta dolaşmıyoruz. Büyükler bir şey der diye korkuyoruz, çünkü büyükler her zaman bir şey derler. Büyüklerin söyleyeceklerinden korkuyor ve… Oturuyoruz, altımızda kahvehane kürsüleri, önümüzde boya sandıklarımız var. Babamın dönmeyeceğini anlayınca mutfaktan alıp hep yanımda taşıdığım bıçak ile kazıdım isimlerimizi sandıklara. Bugün on iki ayakkabı boyadık. Seyfi paraları sayıyor tekrar tekrar. Ben bulutlara bakıyorum. Her birini ayrı renklerde hayal ediyorum. İsim veriyorum hepsine. Bulutların biri baba, biri anne. Yanyanalar. Sonra başka yönlere gidiyor, ayrılıyorlar.


[Hayal Bilgisi 13] Öğretmenimizin yaz tatili için verdiği birkaç kitap var. Boş kalınca onları okuyorum. Bugün yanımda “Püsküllü Deve” var. Yüksek sesle okuyorum; kitapları sevmediğini, okula gitmek istemediğini söylüyor ama çaktırmadan da dinliyor Seyfi, biliyorum. “Abi” diyor, “kitaptaki çocuk bize çok benziyor.” Ben “kalk” diyorum Seyfi’ye, “gitme vakti!”

44

Bayram yaklaşıyor. Annemin sağlığı hala çok kötü. Onu mutlu etmek istiyoruz. Bir hafta boyunca kahvehanelere ve berberlere gidiyoruz boya sandıklarımızla. “Boyayalım mı abi” diyoruz. Bayram bereketi olmalı. Anneme yeni bir manto alacak kadar para biriktiriyoruz. Sandıklarımızı fotoğrafçı İzzet abiye emanet edip, büyük bir elbiseciye gidiyoruz. Burada dükkan sahipleri müşterilerin arkasında durmuyor elbise beğenirken. Çok güzel tişörtler var. Bize göre değiller, çok büyükler ama hoşumuza gidiyor. Seyfi, “bu sana çok yakışır abi” diyor. Para istemiyorlar ya sonuçta, üçer beşer alıp sırayla giyiyoruz soyunma kabininde. Aynı kabindeyiz; ben Seyfi’ye gülüyorum, o da bana. Gözlerimizden yaş gelinceye kadar gülüyoruz. Seyfi işadamı taklidi yapıyor 42 numara ayakkabıları giyip. “Boya evladım, iyi parlasın ama!” ben kocaman gömleği düğmelerini açmadan üzerime geçirip, “amma da zayıflamışım be” diyorum. Uzun zamandır ilk kez bu kadar çok gülüyoruz. Bir görevli kabinin kapısına vuruyor sertçe. Bizi görünce bağıracak gibi oluyor. Seyfi cebindeki tüm parayı avucuna alıp gösteriyor ve “anneme manto alacağız, paramız da var” diyor. Kardeşim korkunca çok üzülüyorum. Paramızın yettiği bir mantoyu poşetleyip veriyor görevli. Sevinçten duramıyoruz. Koşarak eve gidiyoruz bir an önce anneme hediyesini vermek için. Annemi pencerede göremiyoruz. “yoksa, beklediği misafir, babam geldi mi” diye geçiriyorum içimden. Bahçedeki çeşmede ellerimizi yıkayıp eve giriyoruz. Uyandırmaya çalışıyoruz ama uyanmıyor. Annem salonun ortasında, yerde yatıyor.

[

Ayşe Ceylan Kebeli

]

ev - veda Ben, evin küçük kızı… Büyümelerim çok erken oldu derdim hep. Lojmanın bahçesindeki elma ağacı kuruyup gittiğinde anlamamıştım oysa zamanın nasıl geçtiğini. Annem kıyafetlerimi ütülemeyi bıraktığında da… Babam çenemin altından öpmekten vazgeçtiğinde de. Ve hatta abimle karşılıklı ilk sigaramızı içtiğimde de. Ben daha büyümemiştim… Umduklarımla bulduklarım birbirine çelme takarken olgunlaşıyorum sanmıştım, yanıldım. Gurbet beni büyütür diye çıkmıştım yola ama çocuk gibi mızmızlanarak dolmuştu günlerim. Şimdi eşyalarımı toplarken, kitaplarımın arasında bilmem ne zamandan kalma ufak notları okurken, teki kaybolmuş bir küpenin peşine düşmüşken gözüm duvara takılı… Gelinliğimi astığım yerden el sallıyor yaşantılarım, biriktirdiklerim. Ben hala büyümemiştim… Benden geriye çekmecedeki ortaokul fotoğrafındaki gülümseyen gözlüklü bir kız kaldı, saçları ince ince örgülü. Yuvasından uçan kuşların gözü arkada, çelimsiz yolcularından biriyim artık, boğazım mutlulukla hüzün ipine düğümlü.. Ben hiç bu kadar büyümemiştim..


[Hayal Bilgisi 13]

Posta Kutusu

ayse ünsal

45

Sevgili Kedim Bulut, Her sabah güne sesinle uyanıyor gibiyim. Sevginin dünya üzerindeki varlığı ispatlanıyor bunları düşündükte yeniden. Her canlıda yeniden. Bu sana ilk mektubum. Şimdi nerdesin, ne yapıyorsun bilmiyorum, merak ediyorum ama. Simitçinin sesi doluyor odaya, ‘sıcak sıcak’ diyor. Ramazan'ın vazgeçilmez sesi buralarda. İnsanlar caddeleri arşınlıyor şu saatlerde. Bir çoğu camiden çıkmış olmalı. Belki bir kısmı hızlıca dua etmiş olmalı, vicdanın üzerinden bir yük kaldırır gibi kurulmuş olmalı cümleler. Döktüğümüz gözyaşları ekranın karşısında kuruyor. Dünyanın canı fazla yanmıyor burada, acısı üstünde tütmeyen her yer gibi; en azından insanlar yolda yürürken yüzlerinden okuduğum bu, çaylarını karıştırırken, çekirdek çitlerken, sohbet ederken. Sanki şu anda bir yerinden kanamıyor gibi dünya, ne tuhaf değil mi? Hayat devam ediyor. Kaldığı yerden falan değil öylece kesintisiz... Belki de bize kadar tadını çıkarıyorlardır dünyanın… Çamaşırlar kuruyor dışarda. Hava hafif rüzgarlı, biraz serin. Havanın yerini değiştirmek istiyorum Bulut, sonra bazı insanların ve şehirlerin… Evdeki eşyaların yerini değiştirmek kadar kolay olabilseydi keşke bu. Empati özürlü insancıkların, yüksek sesle, amaçsızca saçmalamalarını durdurmanın bir yolu var mıdır başka? Çocukların yüzündeki hüznü silmenin, insanların kimsesizliklerini boyamanın, yalnızlıklarını çoğaltmanın bir yolu var mıdır? Ben bulamadım Bulut, insanlara sordum, kimse bir şey bilmiyor. Dua ettim yalnızca. Biliyorum yalnız Allah biliyor, ama biliyorum insan da bir şey yapmalı. Artık Bulut, artık! Kuşların konuşmadığı yerler var. Hiç seslerinin çıkmadığı, sen seversin kuşları, onlarla uyanırsın. Kuşlarla uyanmayan yerleri var dünyanın. Hiç uyanmayan yerleri var… Kuşların konuşamadığı yerler var Bulut, çünkü demiştim sana; çocukların sesinde yaşıyor kuşlar. Davulcu davuluna vuruyor itinayla. Ona söylendiği gibi Mehter adabına uygun. Davulcu davuluna ne kadar vursa da insanlar uyuyor Bulut, gözleri açık uyuyor insanlar. Sana hep anlattığım gibi. Uzaklardaki dostlarım gibi, gözlerimin içine bakarak dinliyorsun sanki yine beni. Bazen onaylanmadan, karşılık beklemeden, sadece anlaşıldığını hissederek konuşabilmek gibi tıpkı. Susamış halde konuşmak konuşmak… Bazen de susmak sadece. Ellerimizin yetişemediği yerler var, yetişse de içindeki taşları ayıklayamıyorsun artık. Ne çok şey birbirine karışmış durumda. Beklemekle gelir sanıyoruz hala bi’şeyler. Babalarımızın akşamüzeri çikolatalarla döneceğini bekler gibi. Babalarımız geliyor, çikolatalarımız da… Beklemekle gelmeyen şeyler var Bulut. Barış gibi, insanlık gibi, vicdan gibi, incelikler gibi… Ayağına taş bağlayıp denize atmışlar sanki hepsini. Azıcık kalmış bir yerlerde. “Herşeyden biraz kalır.” dediği gibi şairin. Biraz kalmış hepsinden, öyle birazcık. En çok acı kalmış ama, insanın suretine yapışık. Hem sen bekle bizi, beklemekten vazgeçme. Sınav bitti ya hasretleri noktaladım sandım bir süreliğine. Oysa sınav devam ediyor, sonra hasret uzun boylu, iştahı kabarmış gibi ayrılığın. Artık ne kadar uzatsak da iki yakası bir araya gelemeyecek bir dünya bu. Şimdi sadece sessizliği kaldı sokakların. Ağzı kalabalık insanlardan soyundu şehir. Başımı bir kitaba yaslıyorum Bulut. Bir kitaba. İnsanın ömrünü törpülediği yerden devam ediyor hikaye… Bütün hikayeler gibi. İnsanın Ayşe.

13. sayımızın yayınlanmasına maddi katkılarından dolayı Emrah Adaklı’ya B. Sami Demir’e

Fatih Hasdemir’e Levent Maciter’e

Kutbettin İşler’e ve Tarık Balkı’ya

Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi editörleri olarak teşekkür ederiz.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.