HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 19. SAYI

Page 1

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 5 Sayı: 19 Aralık 2015 / Ocak-Şubat 2016 ISSN 2146-4294 Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Kapak Çizimi Ahmet Uzun Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal iletisim@yunusunsal.com Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van www.hayalbilgisi.com www.edebiyathaberleri.com Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com Baskı ve Cilt: Assum Basım Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 313-314-315 Topkapı - Zeytinburnu - İstanbul Tel: 0212 613 0001 – Gsm: 0533 091 8166 Matbaa Sertifika No: 30847 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 40 TL (Kurum ve kuruluşlara: 100 TL) Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87

İyilik Projesi

V

akti geldi. Adını koymalıyız. Hayal Bilgisi adı altındaki çabalarımızı tanımlamalıyız. Bir dergiden daha fazlası olan Hayal Bilgisi’nin, bir iyilik projesi olduğunu ilan etmeliyiz. Hayal Bilgisi İyilik Projesi’ni ilk kez Bursa’da verdiğimiz konferansta güzel insanlarla paylaştık. Kötülüğün böylesine hızla yayıldığı bir devirde, yapılan iyilikleri saklamak bir tür kötülüktür, dedik. Özneler gizlenebilir ama iyilikler yüksek sesle dillendirilmelidir! Çünkü, vakit yok; her an masum çocukların canı yanıyor. Denizlerimizde mülteci anneler bebekleriyle şeffaf mezarlıklar büyütüyor. Vakit yok; Müslümanlar her gün daha fazla “terörist” etiketine maruz bırakılıyor. Sokaklara, birilerinin emirleriyle yaşanmaz coğrafyalar çizilebiliyor; vakit yok! “Şimdi vakti geçti kendine acımanın!” Vakit, iyilikte yarışma vaktidir. Bu yüzden hayatlarımız artık, birer iyilik projesidir. Ailemiz, sokaklarımız, şehirlerimiz; farkında olduğumuz tüm problemlerden sorumluyuz. Kuşlar bizim komşumuzdur. Sokak kedileri, karıncalar ve ağaçlar. Bu yüzden dertleşiriz onlarla; artık yemekleri vermeyiz mesela, bizde yemek artığı olmaz. Oturur yemek yaparız kuşlara, kesme şekerler bırakırız karınca yuvalarına. Alçıya alamayız ama merhametle sararız ağaçların kırık kollarını. Yavru kedilere tahsis ederiz evimizin fakirhanesini, şefkat odasını. Çünkü biliriz, merhamet etmeyene, merhamet edilmez. Ve dünya bir bütündür; bir hayvanı öldüren de zalimdir pekâlâ. Çünkü “muhtacız karıncanın bile duasına”. Kötü sözlerin ve niyetlerin üzerine gitmeliyiz. Huzurumuzu kardeş halklar ile bölüşmeliyiz. En fakirimiz bile “tebessüm“ edecek kadar zengin yaratıldı. Selam vermeli, dert dinlemeli, çözüm üretmeliyiz. Vakti geldi televizyonlardan uzaklaşmanın. Zihinlerimize ayakkabılarıyla giren işgalcileri, kini ve nefreti defetmenin vakti geldi! Üzerimize giydirilen tüketici gömleğini yırtıp atmalı ve özgüven ile hemen şimdi harekete geçmeliyiz. Şikayet etmenin vakti geçti! Düşmanlık ederek kurtaramayacağız dünyayı; kendimizle barışarak başlamalıyız işe. Yerden bir çöpü kaldırarak, bir yetimin başını okşayarak, kitap hediye ederek, komşuluk ederek, evlat olarak, bölüşerek, şükrederek, akledemeyene rehberlik ederek; hayatlarımızdaki gürültüyü, kalabalığı, betonu, plastiği azaltarak; daha az uyuyarak; eşlerimizin, çocuklarımızın, anne-babalarımızın, yaşlılarımızın haklarını gözeterek; paraya tapmaktan, emir almaktan, medya hapishanesinden, siyasi kutuplaşmadan vazgeçerek değiştirebiliriz dünyayı. Çünkü bir, hiçten büyüktür! Kağıda ve kaleme sarılın şimdi; ihmal ettiklerinizi, görmezden geldiklerinizi, çözebilirim dediğiniz sorunları, size ihtiyaç duyanları, sevindirebileceklerinizi, öğretebileceklerinizi not edin. İyilik listeleri oluşturun. Ve paylaşın iyiliklerinizi insanlarla, teşvik edin; iyiliğe davet edin. Vakit, iyilik vakti!


Türkiye Yazarlar Birliği ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen 7. İstanbul Edebiyat Festivali’nde (Edebiyat Mevsimi) Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi Şeref Beratı ile ödüllendirildi. “Hür Tefekkürün Kaleleri: Dergiler” temalı festivalde, Hayal Bilgisi Dergisi yayın yönetmenleri Cihat Albayrak ve Ayşe Ünsal, “Anadoludan Ses Veren Dergiler” oturumunda Hayal Bilgisi’ni ve İyilik Projesi’ni anlattılar.

Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. tarafından İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nde, “Dünyaya Bir Teklif: Hayal Bilgisi-Hayat Bilgisi” adlı Genç Oturum programında, yayın yönetmenlerimiz Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak, Hayal Bilgisi’ni ve İyilik Projesi’ni Bursalı edebiyatseverlere anlattılar. Cevat Akkanat’ın koordinatörlüğünde hazırlanan program Bursalılar tarafından ilgiyle karşılandı. Bursa ve civarında yaşayan Hayal Bilgisi yazarlarından Abdurrahman Adıyan, Kevser Evsen, Arif Onur Solak ve Aycan Solak da programa katıldılar.

Kısa süre önce kurulan Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nin ilk genel kurulu yapıldı ve yayın yönetmenimiz Cihat Albayrak, derneğin yönetim kurulu başkanı oldu. Derneğin faaliyetleri www.yazarlardernegi.com adresinden takip edilebilir. İstanbul’da Sezai Karakoç ile Diriliş Yayınları’nda görüştük. Erciş’te Sezai Karakoç Ortaokulu’nda eğitimlerine devam eden öğrencilerin Karakoç’a yazmış oldukları mektupları kendisine ilettik.

Van Yazarlar ve Şairler Derneği ile Erciş İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle, 24 Kasım 2015 Öğretmenler Günü dolayısıyla, Erciş’te görev yapan öğretmen (kadrolu, ücretli) ve idareciler arasında Öğretmenin Öyküsü adlı hikâye yarışması düzenlendi. Yarışmaya katılan eserlerden finale kalan 12 eser, aynı adla kitaplaştırıldı.

Yayın Yönetmenimiz Cihat Albayrak, görev yaptığı Erciş Sezai Karakoç Ortaokulu’nda, Diriliş Yayınları’nın desteği ile, Sezai Karakoç’un 58 kitabının tamamının içinde olduğu Sezai Karakoç Kitaplığı’nı hazırladı.

Edebiyat Haberleri internet sitesi ve Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi tarafından düzenlenen 2016 Hayal Bilgisi Şiir ve Öykü Ödülü başvuruları devam ediyor. Şu ana kadar yoğun bir katılımın olduğu ödülün sonuçları 2016 Haziran ayında açıklanacak ve aynı tarihlerde ödül töreni yapılacak. Detaylı bilgi için arama motorlarından ödülün tam adı ile arama yapılarak Edebiyat Haberleri’ndeki şartnameye ulaşılabilir.


MUHAMMET’İN ELİ 3

Emine Muradoğlu

Y

ine bir okul yürüyüşü, akılda çocuklar… Sınıfa girince o çocuksuz hali hep hüzün verir.

Ve nihayet yirmi sekiz numaralı ayakkabılar ile gelirler cıvıl cıvıl sesler kaplar sınıfı, La Fontaine’e selam yollarcasına… Ne güzeldir yirmi sekiz numara ayakkabı giyilen zamanlar! Her günün bir mutluluğu oluyor, hani insana umut veren; evet evet hayat güzeldir ve daha da güzel olacaktır, dedirten. O günün mutluluğu ve umudu Muhammet’in elindeki iki çekirdek idi. Muhammet, beş yaşında ve arkadaşları ona “Miheme” diyor. İnci dişli güzel gülüşlü, yorgunluğumu gülüşüne yasladığım çocuk... Evet, iki tane kabak çekirdeği... Elini cebinden çıkarmış, bana uzatmış, “öretmenim sana çekirdek getirdim, akşamdan cebime saklamışım” demişti.

Ne güzelsin sen çocuk! “Birini sen birini ben yiyeyim” demiştim. Ve ancak bir çocukta bulabilecğimiz bir samimiyet ile, “öretmenim kabuğunu ver ben çöpe atayım” demişti. Umudu her daim taze tutan gözleri ile bakan, karşımda beş yaşında bir çocuk, ne içten… Hani ağlıyordun ya bir gün Muhammet, neden ağladığını sormuştum sana. Sen “canımın ağlaması geliyor öretmenim” demiştin hani. Şimdi benim canımın ağlaması geliyor. “Öretmenim gözlerim doluyor iki tane.” deyişin gibi gözlerim doluyor iki tane. Ne zaman baksam size “küçük kara balıklarım, dereyi geçip okyanusa ulaşın” diye diliyorum. Umudunuzu ve masumiyetinizi yitirmeden…


TUTARSIZ Ahmet Uğur Solak

4

K

araya ne zaman vuracağımı bilmediğim bir okyanusun ortasındayım. Başında da olabilirim, belki sonunda. Sorun ne bu sonsuzluğu içinde yerimi bilememek ne de umutla kıyıya vuracağım günü beklemek. Üzülerek söylemeliyim ki ben yüzme bilmiyorum. Yemin ederim. Öğrenmek istiyor muyum? Onu da bilmiyorum. Ne çok şey bilmediğimi düşündünüz, değil mi? Bu sularda yüzmeyi bilmemenin, canı çok yaktığını söylemişlerdi. Tek bildiğim bu. Serin bir bahar akşamı yola koyulduğumda, bir sandalım bir de küreğim vardı. Ama ne kürek! Tek başına değil okyanus, uzayda götürür! İşte böyle başladı yolculuğum. Sonra, önce annemi kaybettim. Küreğimi düşürdüm. Yıllarca bir sandalla, oradan oraya savrulduk. Nihayetinde, korkuyla beklediğim bir zaman diliminde; nasıl söyleyeyim, yine serin bir bahar akşamı babamı kaybettim. Sandal su bile alamadan ters düz oldu. Olduğum yerde çırpınıyorum, yok. Bilmediğim sularda yüzememeyi sevmiyor, bilmediğim suları seviyorum. Bir de uykuyu çok seviyorum. Gün sonunda elinde ekmekle eve dönecek olan babayı bekleyen çocuğun heyecanı kadar çok. Suyun dibinde nefessiz kaldığım anlarda, yüzeye fırlayıp akciğerlerimi patlatırcasına doldurduğum nefes, uykularım. Yorgun muyum? Hayır. O karayı görene dek çırpınacak kadar dinç, o karayı göremeden can verecek kadar kararlı. “Kardeşim ne anlatıyorsun, sen kimsin?” “Hiç, Ali, Ali ben.” Buruk bir tebessümle omuzunu sıvazlayıp giden adamı izledi bir süre. Gözden kaybolana kadar ayırmadı minnet dolu gözlerini adamın üzerinden. Bugün, hatta bu hafta anlattıklarını sonuna kadar dinleyen ilk kişiye, elini oturduğu bankın tahtasına üç kere vurarak teşekkür etti. Sadece kendisinin anladığı, böyle bir takım işaretleri vardı. Zaten derdi anlaşılmak değil, anlatabilmekti. Her anlattığını herkes onun düşündüğü gibi anlasa ne önemi kalırdı kelamın. Herkes, kendince anlamlar çıkarabilmeli. “Önemli olan anlatmak” diye bağırdı ilerde balık tutan emekli Ömer Öğretmene. Adam önce sesin nereden geldiğini anlayamadı, gaipten sesler duyduğunu düşünmüş olacak ki, heyecanla bir oraya bir buraya bakındı. Sonunda arkasını dönüp Ali’yi gördüğünde kendini rahatlamış hissetti. “Vay, Ali sen miydin? Tabi ya, söylemek esas olan.” Ali gülümseyerek başını salladı. Ayaklarını dört kere bankın demirine vurdu. Bu hareketine bir anlam yüklememişti. Bir şeyler bulması gerektiğini düşündü. Biraz oturduktan sonra gözleri, ellerinde sapanlarla kuşlara taş atan çocuklara takıldı. Her çocuk sırayla bir ağaçtan öbür ağaca konan, belki her an can verebileceğinin bilincinde olmayan kuşlara, sapanına bir taş yerleştirip, tek gözüyle nişan aldığı gibi atıyordu. Miniklerin vurdukları, vuracakları kuşları ne yapacaklarını düşündü. Aklına ilk gelen yaralanan bölgeyi tedavi edip doğaya geri bırakmak oldu, öyleyse niye vuruyorlardı? Ötesini düşünmedi. Sonra kuşlara kızdı yumruklarını sıkarak. Çocukların gönlünü etmek için bir taşa göğüs gerseler ne olur sanki, tedavi edip bırakacaklar.

Anlatabilmek için anlamaya çalıştıysam, konuşabilmek için acıyorsam iliklerime kadar, bir taş çok değil diye düşündü. “Acı!” dedi. Hiddetle yerinden fırlayıp kovaladı eli sapanlı çocukları. “Acıtmayın!” diye bağırdı. “Başka can yakmayın!” Bir çınarın gölgesinde kısa bir süre kestirdikten sonra, şehirlerarası otobüs terminalinden on dakika içinde kalkacak olan bir otobüse yetişmeye çalışır gibi, hızla kalkıp sahile doğru koşmaya başladı. Bu saatler en çok insanın bulunduğu saatlerdi. Söyleyeceklerim var, diye düşündü heyecanla. Kestirdiği on beş dakikada nasıl yüzeye çıkıp da nefes aldığını anlatacaktı insanlara. Hep anlatacaktı. Çünkü bu alışkanlık değil, mecburiyetti Ali için. Eline yuvarlak bir taş alıp, sırt çantası olan, tahminen yirmili yaşlarda bir genci durdurdu. “Karaya ne zaman vuracağımı bilmediğim bir okyanusun ortasındayım.” “Aman Ali abi, yine başlama Allah aşkına!” Gözlerini sonuna kadar açıp bir tokat yemişçesine tökezledi. Genç korktu. Çevreden “deli işte” deyip ufak kahkahalar atanlar oldu. Kalabalık ve kahkahalar çoğaldı, “akıllılar” ve çocuklar etrafında toplandı. İnsanlara hiç bu kadar anlat(ma)mak istememişti. Gözler üstündeyken başını yere çevirdi. Bugüne “tutarsız” adını verdi. Her saatinin birbirinden farklı, birbiriyle alakası olmayan paragraflar gibi olduğunu düşündü. Kalabalıktan bir hışımla sıyrılıp deniz kıyısına yanaştı. “Bu çok tutarsız bir öykü” diye söylenip, elindeki taşa gözyaşlarını sildi, denize fırlattı.


BALIK PULUYLA MEKTUPLAR 5

Beyza Hilal Nur Dindar Sevgili sevgilim… “Yeşile… Ve zeytine yemin ederek…”

Nasılsın iyi misin demek istemiyorum sana çünkü bensiz iyi değilsin biliyorum. Ülke gündeminde yok olup gitmiş bir ben var şimdi. Ben bile kendimi özlüyorum. Oy pusulası ve çok partili hayata geçtiğimiz günden beridir belki çok aşk az gönül işleri. Nasıl yorgun olduğumu anlatamam. Nasıl güçsüz ve çaresiz… Dünya barışı için dua etmekle meşgulüm ve şiir yazmakla. Şiirle dua arasında bir fark olduğunu düşünmüyorum. Bir de sevgilim sigara içerken yapılan dua kabul olur mu sormak isterim. Tren raylarında kaybolup gitmek bir de göç eden kuşların kanatlarından dökülenleri toplamak kadar işte gitme fikrim. Hiçbir bilet beni götürmeye hazır değil. Bavulumda alacağım sadece iki şey var işte… Keşke bütün yaşama sevincimi sığdırabilsem. Komşularımın hiçbirini tanımıyorum ve onlar da beni tanımak istemiyor sanırım. Dertler paylaşınca azalır diyorlar ya hani onlar paylaşmaya korkuyorlar... Ev alma komşu al diyenlerse artık müteahhit oldu, ev al diyorlar sadece… Bir de evleneceksen şayet soruyorlar “evin var mı” diye… Sanırım göçebe toplumun doğurduğu bir tür takıntı bu. Bir yere ait olma hissi. “Ep” çadır demek eski Türkçe’de, ep’i olan evlenir yani bu eplenmektir. Ankara’ya sonbahar geldi. Tiyatro mevsimi. Kaldırımlarda çınar ağacı yaprağı… Her sonbahar sanki ben dökülüyorum hissi. İlk önce bunu beş yaşında öğrendim dişlerim dökülüyordu ve herkes çok alay ediyordu. “Dişlerini fare mi yedi?” derlerdi bazıları, “dişlerini uyurken çalmışlar?” Oysa ben o halimle neden saçlarımın ve dişlerimin döküldüğüne anlam veremezdim. Adeta bir sonbahar resmiydim. Sonra kanser teşhisi koydular ve saçlarım birden sihirbazın ellerine düşmüş gibi yok oldular. Ben seninle iyileşmiştim ve bunu kimseye kabul ettirememiştim. Ağrı kesicilerin ismini hep ismim kadar iyi bilirdim. Sen benim ağrı kesicimdin ve hep ağrıyan yerimde yankılanırdı sesin… Sevgilim son kez buluştuğumuz ve sadece kahve içtiğimiz o çay bahçesini hatırlıyor musun? Çay bahçesinde kahve söyleyen iki kişiydik seninle. Tavla ses-

lerinden konuşamamış bense gözlerine dalmıştım. Yeşil bir okyanustu gözlerin ve sanki ben kanatlarına taş bağlanıp hadi uç denilen martıydım. Siyasi yasaklı ve eylemsiz isyanlıydım. Eğer cennete gidecek olsam Hz. Adem’e soracaktım ilk sorumu, neden yasak meyveyi yeyip bizi bir dünya sürgününe tutsak ettin? Ve neden bilmezler üryan doğan insanın incir yaprağına sarılışını ünlü modacılar? Ve ilk katil neden bir peygamber oğludur, F tipi cezaevi henüz yokken dünyada? Kudüs’te ağlayan çocuklar ağlama duvarını tercih etmezler ağlamak için. Bir kurşun dökülür ama nazar olmasın büyü var çocukların üzerinde diye değildir. Seninle Kudüs’te olmak ve çocukları kurşundan sakınmak istiyorum. Dünyaya bir daha gelsem kışın üşüyen bir çocuğa battaniye olmak isterim. Yün battaniye hem de… Çünkü kalbini ısıtamadığım insanlar var hala. En azından bir kış gecesi bir çocuk ısıtsa beni. İçimi… Biliyor musun sevgilim bazen babamı çok özlüyorum. Oysa sen her şey olmuştun bana. Ailem olmuştun. Senden sonra gerçekten kendi vatanında mülteci olmuş bir dilenci gibiydim ve hep seni dilendim. Kendi ait olduğum şehirde bu şehri ve en çok kendimi özledim. Her geldiğinde o ağacın altında seni bekliyor olacağım. O ağacın altından sevgilerimle…


BÜYÜK ADAM 6

Cihat Albayrak

B

azı insanlar dünyaya yalnızca başkalarına örnek olmak için geliyorlar sanki. Başlarına silah dayasanız dahi size kötülük yapmayı aklından geçirmeyecek insanlar… Böyle bir insanı tanıdım. Yedi oğula yedi yuva kurmuş ama kendini kiralık bir hayatta bulmuş, dünyaya misafir gibi gelip geçmiş bir adam.

Onunla ilgili ilk hatıralarım, her Cuma namazını mahallemizdeki küçük camide kıldıktan sonra motoru ile evimize geldiği anlara aittir. Çocukluğumuzda Cumaları mübarek yapan, huzur ve güven veren gülümsemesiyle o adamın elini öpmekti. Bütün kardeşler sıraya girerdik elini öpmek için. Karşılık olarak yanaklarımızı ısırır, başımızı okşardı. Bahçemize motoru ile girmesi, çizgi filmlerdekine benzemeyen bir kahramanın bizi ziyaret etmesi gibiydi. Hayatımızdaki en ileri teknoloji o motordu. Sağını solunu, dost bir ülkenin sanayi tesislerini ziyaret etmiş konuk bilim adamları gibi incelerdik. Mutfaktan çaldığımız ıslak bezlerle kırmızı gövdesini parlatmamız için dedemiz avuçlarımıza “ne kadar değerli” olduğunu bilmediğimiz demir paralar bırakırdı. Daha sonraları, yani “büyük adam” olduktan sonra sahip olduğum hiçbir şeye, o motoru silerken gösterdiğim özeni göstermedim. Cuma günleri hep aynı yemek kokuları yayılırdı penceremizden. Mutfak penceremiz sokağa baktığı için, evin önüne uğramaz, susadığımızda bir bardak suyu, acıktığımızda ise bir lokma ekmeği mutfak penceresinden uzatırdı annemiz. Cumaları, şehriye çorbası, bulgur pilavı ve tavuk etli sofraya hep birlikte otururduk namazdan sonra. Yemeğe lezzet katan, sofradaki insanların huzuru olmalı. Tadı tuzu bu yüzden yok açık büfe ziyafetlerimizin. Şimdi öyle olmasa da, o zamanlarda Kur’an okuyan insanlardan zarar gelmezdi. Hayatımda en çok Kur’an okurken gördüğüm insan o adamdı. Emekli olduktan sonra evinde kendisine ait bir oda yapmış, bu odayı kendine göre düzenlemişti. Bir küçük tüp, çaydanlık, küçük bir bidon su, çay, şeker, bir teyp ve bir düzine kaset… Duvarda asılı olan ve adını hala öğrenemediğim o çocukluğumun kokusunu yayan bitki… Ortada sönmesine fırsat tanınmayan bir odun sobası ve başköşede rahle ile Kur’an. Etrafımızdaki insanlar için Kur’an sadece Ramazan ayında okunan bir kutsal kitap iken, onun için bir yaşam tarzıydı. Sonraki yıllarda gözleri iyi görmediği için okuyamadığı Kur’an’ı, o yıllarda her ay bir hatim indirecek şekilde düzenli olarak okurdu. Çocuklarına ve torunlarına rahle ve Kur’an hediye ederdi. Bahçesindeki kayısı ağacına çıkıp, ceplerimize kayısı doldururduk. Düşeriz diye telaşlanır, bastonunu sallayarak kızardı; bir “eşşolueşşek” deyişi vardı ki, adımızın önündeki hiçbir unvan onun kadar hoşumuza gitmezdi. Odasında sessizce oturup çalan kasetleri dinlerken, birkaç saatliğine “büyümüş” olurduk. O odada demlenen çay, yanan soba, dinlenen şarkılar, okunan Kur’an; hiçbir çaba ile ulaşamayacağım bir kültür zenginliği hala. Bayram sabahları, soluğu yanında alırdık. Bayram harçlığı aldığımız tek insan oydu, o sevinç hala hatırımda olduğu için, her bayram tanıdığım ve tanımadığım birçok çocuğa harçlık dağıtıyorum. Onu örnek

almak, “adam” olmak demek çünkü. Yedi evlada yedi yuva kuran adam, yan yana yapmıştı tüm evleri. En ortada ise kendisinin evi vardı. Evler ayrı ama yuva aynıydı. Yıllar, o adamı ihtiyar bir kahramana dönüştürürken, evlatları büyüdü. Zaman hepimizi hırslarla, kırgınlıklarla, küskünlüklerle yoğurdu. Zenginleştikçe daha da fakir olduk. Sahip olduklarımızın sayısı arttıkça, paylaştıklarımız azaldı. Tanıdığımız insanlar çoğaldıkça, dostlarımız azaldı. Zaman, her bir evladı başka bir eve taşıdı ama hiçbiri yuva kuramadı. Derken, içinde yaşadığı yuva da bir başkasına satıldı ve adam hayatında ilk kez, toprağından koptu. Ona can veren, hayatta tutan kökleri başka yerde, kendisi başka yerlerdeydi artık. Sustu. Kimseye kızmadı. Sofrasına konulana itiraz etmedi. Ayakları tutmaz oluncaya dek namazını kıldı, gözleri ayırt edebildiği sürece Kur’an’ını okudu. Ardından, yalnızca dua edecek gücü kaldı. Zamanla yataktan kalkamaz hale geldi. İşte o zaman, özledi evlatlarını. Yanında olmalarını istedi. Yuvasını sayıkladı. Gecenin bir saatinde uyanıp, “burası neresi, evimize gidelim” dediği çok oldu. Unutuyordu artık. Kendi evlatlarını unuttuğu da oldu. Sırayla baktı evlatları adama. Adam ise kalbinde hiçbirini sıraya sokamıyordu, hepsini aynı miktarda özlüyordu. Ara sıra durumu çok kötüleşti, ölüyor zannederek bir araya geldi evlatları. Adam, direndi. Çok uzun zaman bekledi yedi evladın bir araya gelmesini. Her biri kendi sınavını veriyordu nihayetinde. Bir şans daha tanıdı belki de her defasında. Sonra birden iyileşti. İyice düzeldi durumu. Hatırlamaya başladı. Anlattıkça ağladı. Ağladıkça daha fazla hatırladı. Yanında bir evladı, birkaç torunu vardı yalnızca. Sevdiği yemekleri tekrar yedi. Tadına vararak içti çayını yeniden. Tebessüm etti bol bol.


7 Böyle bir adam, ancak böyle güzel veda edebilirdi. Durumu yeniden kötüleşti ve artık evlatlarını yormayacağı bir yerde bir hastanede geçirdi son iki ayını. İyileşmeyeceği belliydi ama iki ay daha direndi. İki ay boyunca evlatları hastanede onu bekledi. Hatırladı evlatları, hatırladıkça arındılar belki de, yükleri hafifledi. Adam, büyük bir iyilik yapmıştı veda ederken bile. Bu adamı örnek alıyorum işte. Çünkü böyle insanlar hayata, sanki sadece ötekilere örnek olmak için geliyorlar.

Hayal Bilgisi Öneriyor!

S

ezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan çıkan ve tüm şiirlerinin yer aldığı Gün Doğmadan adlı eserini satın alarak, edebiyat tarihimizin en güçlü şiirlerinden biri olan Ötesini Söylemeyeceğim adlı şiirini okumanızı tavsiye ediyoruz.

HIZIRLA KIRK SAAT 2 Sezai Karakoç ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı günlere geldim bunu bana öğretmediniz hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim bunu bana söylemediniz insanlar havada uçtu ama yerde öldüler bunu bana öğretmediniz kardeşim ibrahim bana mermer putları nasıl devireceğimi öğretmişti ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz

DİRİLİŞ ÇAĞRISI Sezai Karakoç Milletim, uyan! Kendine dön! Aslını unutma! Geçmişini bil. İçinden, gerçek aydınlarından kurulu bir kadro çıkar. Çıkar ki, onlar, hem bugününü, hem yarınını kurtarsınlar. Geleceğini, ancak, bilinçli, idealist bir aydın nesil güven altına alır. Milletim! Büyük bir milletsin. Çok büyük bir ülken var. Onun bir çok parçasına el konulmuş. Öbür parçalarına da göz dikilmiş. Çok köklü bir tarihe sahipsin. Gerçek bir medeniyetin, Hakikat Medeniyeti’nin sahibisin. Onu yeniden ayağa kaldır. Diril ve Dirilt. İnsanlık seni bekliyor. Milletim! Doğu’ya, Batı’ya dur diyecek güç sensin. Kendini bildiğin gün, kurtulacaksın. Ve bütün insanlığı kurtaracaksın. Yoksa, insanlık, büyük bir felâkete doğru gidiyor. Sınırsız hırs sahipleri dünyayı yakmaktan geri durmuyorlar. Milletim! Uyan, kendine gel! Yeni sayfa aç. Yeni bir çağ aç. Geçmişte birkaç kez çağ açmıştın. Yine açabilirsin. Yine açabilirsin. Yine açabilirsin.


UÇMAK Emine Esin Arık

8

Y

aprak hışırtıları, kuş cıvıltıları karışıyor akan zamana. Zaman alıp bizi bizden bize götürüyor. Bazen en istenmedik anların kıyısında buluyorum kendimi hakiki bir iç çekişle sıyrılmak istiyorum kabuk bağlamış yaralarımı kanatmadan. Lakin ne mümkün her seferinde kan revan içinde kalıyorum.

Saçlarımın örgüsüyle oynuyorum. Saçlarım dediysem, eski zaman şiirleri gibi uzun sarı ve sıcak... Saçlarımın örgüsüne saklıyorum çocukluğumdan yediğim darbeleri. Epey küçük olmalıyım, bir bahar sabahı pikniğe gitmiştik. Göklerin muştusu gibi fevkalade bir hava, enfes ıhlamur kokularını çalıyordu burnuma. Başımda papatyalardan örülmüş bir taç, ellerim kınalı, üzerimde fileli elbisem, ayaklarımda kırmızı ayakkabılarım vardı. İçimde umudum, hayellerim... İki ağaç arasına salıncak yapmıştı babam. Elimde otlu börek, keyfini çıkarmaktaydım çocukluğun. Çocukların aksine ben çok iyi bilirdim küçük olmanın ne büyük bir nimet olduğunu, bu sebepten büyümek istemezdim hiç. Pek tabi “büyüyünce ne olacaksın” sorularına bile gayri ihtiyari omuz silker, “küçük olacağım” diye cevap verirdim.

verir kendini; havadan, sudan... Bir gariptir her şey. Ben de o gün sanki olacakları seziyor, olmuş olanları idrak ediyormuşum gibi hiç çıkmadım yataktan; tıpkı altına yapmış çocuklar gibi utanmış, pişman, elemli...

Tabi ben de herkes gibi büyüyüp sırtlanmıştım dert heybesinden payıma düşeni. Babamın beni salıncakta salladığını anımsıyorum en son hafif bir baş dönmesiyle. Bilmiyordum o zamanlar, babam beni değil dertlerini sallıyordu o iki ağacın arasında. Salladıkça bayağı dökülüyordu dertleri. Sonra bir aralık gökyüzüne takıldı gözlerim. Kuşlar kümelenip kümelenip dalgalanarak gidiyorlardı. Kuşların nereye gittiklerini sorduğumda babama, “uçmağa” demişti. Anlamamıştım o vakit bu kelimenin manasını. Anlamadığım diğer şeylerin yanına kattım onu da. Nasılsa bir gün en mükemmelinden anlatırdı hayat. Ki öyle de oldu. Çok değil pikniğe gittiğimizin ardından iki gün geçmişti. Yağmurlu, fırtınalı bir gündü. Kötü günler ele

Ben gene bu gün bir bahar sabahı o iki ağacın arasındayım. Yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları karışıyor akan zamana. Salıncak kursun isterdim tekrar babam, dertlerimi sallasın, direndikçe dökülüversinler bir bir. Ama o ağaçlardan biri yok artık, salıncak kurucak babam da. Babam uçmağa gittiği gün kesti annem o ağacı. Öyle demişti annem sorduğumda; “kuşlarla birlikte uçmağa gitti baban.” Bense bu kelimenin manasını o gün de anlamadım, doğrusu bu gün de anlamış değilim. O günden sonra gözümü arşa diktim. Her kuşla babama uçtum, her kuşu babam bildim. Ölü kuşlar hariç, ölümü hiç yakıştıramadım kuşlara.

Annemin feryatlarını duydum ilkin. Aldırmadım, biliyordum ki kötü bir şey var. Öğrenmemek işime geliyordu. Evdekilerin de öğretmemek işlerine geliyor olacak ki kimse gelmedi odama. Ben o gün anladım, herkes yalnızdır hayatta. Lakin o gün bana hadiseyi anlatsalardı, idrak edebilseydim olanları, ben bugün bile hala koşmazdım kuşların peşinden “baba” diye.


BULUŞMA Gülçin Acar

9

Şehit ailelerine ithâf edilmiştir. Elleri lokum lokum yalnızlık doluydu. Ne yapsa nereye gitse hep aynı şehri soludu. Yalnız diğerleri değil, bunu kendisi de bilmiyordu. Yosun yosun bir kalabalık ki sevmezdi aslında böylesi yalnızlığı. Çehresi uysal otlarla örülü yabani bir hayattı yaşamaya çalıştığı ve hayli derindi gölgesi aynaya çizdiği siluetinin. Kiracı hissetmezdi ama ev sahibi de değildi. Çok misafiri gelir, geldikleri gibi giderlerdi. Onu anlamaya kimsenin yüreği yetmedi. O, ömrünü bir çöl bataklığında geçirmek zorunda kalan, her şeyin sonu olduğunu bildiği için huzurlu, zaman salınarak geçtiği için vahşi ve Cennet iklimini kalbinde taşıdığı için öldürürcesine güzel bir saat çiçeğiydi. İsyan onun için aşkın gözünün içine hiç utanmamacasına bakabilmekti, ölene dek şeref nişanı gibi göğsünde taşıdığı.

Yatak odasına dönüp elinde kalan ve sönmemek için rüzgârla savaşan mumu makyaj masasının üstüne koydu, saçlarını taradı yalnızlığının ve dudaklarını kan kırmızı rujun altına gizlemek zorunda hissetti. Göz kapaklarını da kırmızıya boyadı inadına hayatın. Hayat onun gözlerini hep siyaha boyamıştı. Yanakları sevinçten zaten iki kızıl güneşti.

Koca mahallede dul kalıp da ikinciye evlenmeyen tek o vardı ve bu onun için gurur kaynağıydı. Ne demeli, aşk gitmemek için çağırıldı mı yalnızlık istediği tek şart olurdu kişiden, ölene dek birlikte olmak istiyorsa kişi.

Yalnızlık evi teşrif ettiği için giyemediği umutla bu yaşına kadar sakladığı beyaz gelinliğini giydi. Sevindi, yaşlansa da formunu kaybetmemişti, demek ki askerinin yanına ona son göründüğü haliyle gidecekti, tabii biraz hayattan bıkıp kendini salmış olsa da cildi.

Ay dopdoluydu o akşam ve yazın hediyesi hanımeli mutluluğu anımsatan kokusuyla odaya dolmuştu. Rüzgârdan hafifçe kapanmış camların hepsini ardına kadar açtı, o arada radyoda en sevdiği şarkı çalıyordu, o radyo zaten hep aynı şarkıyı çalardı.

Sabah bahçesinden topladığı kırmızı güllerin yapraklarıyla kapladı tüm yatağı, yatak artık bir gül bataklığıydı; yapraklarından ayrılınca anlamları yiten ve dikenleri halden anlayıp da maraz çıkarmayan sapları usulca yatağın ayak ucuna bırakıverdi.

Ağaçlar fısıldadı huzurlu ve usuldan “gitme zamanı”. Kadın bunu duyup umudu içine çekerek gülümsedi, evdeki tüm mobilyaların üzerindeki örtüleri kaldırdı, yüzü koyun uyuyan fotoğrafları, kayan yıldızları seyredip son dileklerini tutsunlar diye uyandırdı ve yatak odasındaki mumu alıp diğer mumları söndürdü evi son kez gezerken. Mutfağa gidip öksüz doyuran bardağıyla su içti, mutfak camına her daim sadakatle bağlı perdesiyle vedalaştı.

Gardıroptan damatlığı çıkardı ve kapadı gıcırdamayı bırakıp bas bas bağıran gardırop kapısını. Damatlığı usulca ve intizamlı şekilde yerleştirip yatağın bir tarafına, uzandı kırmızı dudaklı, al yanaklı gelin, damadının diğer tarafına. Bir zaman sonra uyudu o, mum yenik düştü rüzgâra. Gül yaprakları rüzgârla dans ederken radyoda hâlâ aynı şarkı çalıyordu…


BİLİNMEYEN BİR OKYANUSUN KIYISINDAN Harun Çelik

10

“Okyanusa kıyısı olan kalplere...” Kudurmuş bir fırtınaya tutulmuş o uzak ülkedeki okyanusun, en bilinmeyen bir yerinde, sahile hiç varamayacak sandalında bir kayıp yolcunun mırıldanmalarını duydum bir gece. Ama hangi geceydi hatırlamıyorum. “Hep böyle mi olacak?” diye inliyordu, bir bilinmez okyanusta kayıp olmuş ve kayıp olmayı bile kaybetmiş o yolcu. “Yaşanılmış bir güzel anın, dile gelmiş bir güzel sözün, sevgi ile bakılmış bir güzel gözün, neden hiç anlamı yok kaybolduğum bu okyanusta?” diye kıvranıyordu. “Birlikte banılmış bir tadımlık tuzun, el ile bölüşülmüş bir somun ekmeğin, birlikte içilmiş bir bardak demli çayın neden hiçbir anlamı olmaz ki ben boğulurken bu dalgaların arasında?” diye sıcak gözyaşları akıtıyordu yüreğine. “Birlikte bir kere olsun gülmüş olmanın, bir kere olsun birlikte ağlamanın, bir kerecik parmakları ile gözyaşlarını silmiş olmanın neden bir anlamı olmaz ki ne zaman batacağını bilmediğim bu kayığın içinde?” diyerek görünmeyen karanlık ufka bakıyordu. “Karanlık bir gecede ıssız kaldırımları birlikte adımlamanın, aynı yağmurda ıslanırken dudaklara değen bir damla yağmur suyunun, bir şemsiyenin altına serçe gibi birlikte sığınmanın hatırını unutturan şey nedir insana bu kutsal zeytinden de karanlık gecede?” diye iki büklüm oluyordu. “Birlikte aynı kitapları okumanın, aynı şiirlere gönül düşürmenin, izlenmiş filmleri tekrar birlikte izlemenin ve aynı şarkıları birlikte mırıldanmanın hayata düşürdüğü o sıcak noktayı sildiren şey nedir?” diye sorup duran sesini fırtına alıp okyanusun hiç bilinmeyen yerine götürüyordu. “Birlikte oturulan bir bankta bırakılan o sıcaklığı, sessizce izlenen denizin o maviliğini ve sokaklarında kaybolunan o şehrin varlığını hangi gerçek yok edebilir ki?” dediğini duyduğumda artık sandalı batmak üzereydi.

“Söylenmiş bir sözü hiç söylenmemiş gibi, tutulan bir eli hiç tutulmamış gibi ve mutluluk ile gülen bir gözü hiç gülmemiş gibi, hangi ressam çizebilir ki?” derken ciğerinin ağzından gelecek kadar acı çektiğini gördüm. “Kanatları kırılmış, ayakları prangalanmış ve yüreği dağlanmış bir martıya taş atan el, o taşı atacak gücü yüreğinin neresinden alır? Taş atan el, prangalarımı çözebilir, beni sahile çekebilir, bu karanlıktan aydınlık yaratabilir mi?” diye inleyip, sesini bir yerlere duyurmaya çalışırken, artık son nefesini veriyor gibiydi. Sandalı su alıp, o karanlık gecede, o bilinmeyen ülkedeki o uzak okyanusun dibine batarken, hayata bıraktığı son nefes ile birlikte okyanusun üstünden şu kelimelerini topladım ve duyduğum son sözleriydi bana ulaşan: “o zaman şimdi ayrılık vakti köşedeki son bakışta beni hatırla mevsim sonbahar olur da yapraklar düşerse düşen son sarı yaprakta beni hatırla bir gün olur da bahar gelirse ülkeme çimenlerin en yeşilinde beni hatırla Ve o sokakta, ikimiz için ıslan o bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında ve gözyaşlarını yağmur damlaları silsin benim yerime. Bir gün en güzel mısralar yükselince senin mavi gökyüzüne… Dibinde sonsuz bir sessizlik içinde uyuyacağım bu okyanusa kelimelerini gönder, bana ulaşan en güzel şiirde ben de seni hatırlayacağım…” Bilinmeyen o okyanusun kıyısında...


HESAP VERMEK ZORUNDAYIZ 11

Yuşa Irmak

Ö

yle bir çağı yaşıyoruz ki günler saatler gibi sayılı. Aylar günler gibi sayılı. Yıllar, aylar gibi sayılı. Zaman sonsuz değil elbette ki bir sonu var bunun. Sabrın son damlası, ışığın son çağrısı, günün son saati, güncenin son sayfası gibi…

İnkâr etme. Sen de ben de yeryüzünde bir oyuncuyuz. Hem de kocaman dekorlar içinde gâh eğlenceli, gâh kahreden bu oyunu oynuyoruz. Ve her oyun, yeni bir oyunla müjdeleniyor her gün. Fakat son oyun var, bilir misin? Tek perdelik, bir kahkahalık, alkışsız ve sessiz bir oyun. İşte bütün oyunlar bu oyunda bir anlama kavuşur. Burada gerçekten güler ya da gerçekten ağlarsın. Yani dostların, arkadaşların, sevgilin, anan, baban, kardeşin, eşin, yavrun doluşur bu oyuna. Bir son oyunu var ki insanın bütün oyunlardan farklı ve anlamlıdır. Hayır, hayır, bir saniye dur bakalım… Öyle, evcilik oyunundan çıkıp giden bir çocuk gibi, sahte bir yüz, yapmacık bir tebessüm ve sözde bir vedayla ayrılıp gidemezsin! Bir oyun oynadın. Bu oyunun adı “yaşamak”. Bazen eğlenceli, bazen hüzünlü, bazen coşkulu, bazen sinirli, sitemli, gizemli, enlemli, bazen melankolik, durgun, dargın veya üzgün… Bir oyunu daha bitirdin, çok büyük bir oyunu. Elbette gideceksin. Ama, fakat ve lakin öyle körebe oyunundan ayrılıp gider gibi gidemezsin. Yaşamanın bir bedeli olmalı. İnsan olmanın bir bedeli olmalı. Bir hesap ödemelisin, oyunu bitirirken hesabını o ana kadar ödediğine dair bir belgen olmalı. Köşe başındaki bir büfede yediğin dönere ödediğin hesap gibi, yeryüzünde de bir insan olarak yaşadığın için hesap ödemelisin. Yaş ve kuru bildiğimiz ya da bilmediğimiz her şeyin bir anlamı olmalı. Hiçbir şey boşuna olamaz. Misal yıldızların gökyüzünde bir üzüm tanesi gibi asılı durmasının bir anlamı olmalı. Hafızamızın alamayacağı kadar büyük boşlukların, insanın ulaşamadığı, bilmediği galaksilerle dolu olmasının; Ay’ın gece parlak ve ışık saçmasının, güneşin sıcak ve aydınlık olmasının; insanoğlunun, Mars’ta değil de, dünyada yaşamasının; kedilerin, köpeklerin, solucanların, likenlerin, amiplerin, mikropların bir anlamı olmalı. İnsan, aklıyla güç ve şeref kazanan bir varlık. Öyle ise aklın da bir bedeli olmalı. Akıl, insana dair bir hesabı verebilmeli kendine… İnsanın, kaplanların yüreklerine mermiler doldurup, filleri zincirlemesinin, bakırı eritmesinin bir bedeli olmalı. Suları setlerle dizginlemesinin, taşı şekillendirmesinin, metali göğe doğru ağdırmanın, kıtaları birbirine bağlamanın, yıldızlara köprüler kurmanın bir bedeli olmalı ve bir hesap vermeli insan, yaşadıklarına dair. İnsan, başta kendi aklının değerini bilmeli. İnsan olmanın, güzel olmanın, büyük olmanın değerini bilmeli insan ve bu değerin de kesinlikle bir bedeli olmalı. O bedel ödenmeli işte, hem de yaşarken öden-

meli. Oyun biterken, “ödedim” diyebilmeli insan, zincirlerden, ateşlerden, azaptan önce. Yaşamak kesinlikle bir nimettir. Yaşadığın sefalet dahi olsa, o bir nimettir. Bütün alem yaşar, gezegenler, yıldızlar, denizler, ırmaklar, taşlar ve topraklar... Fakat insan farklı yaşar. Bir başka ışık, bir başka ruh, bir başka renk vardır insanın hayatında, insan, bütün hayatların üzerinde yaşar. Bu farkın bir bedeli olmalıdır ve insan, bu bedeli geç olmadan ödemelidir. Hayır, hayır… Bir evcilik oyunundan çıkıp gider gibi sorumsuzca, duyarsızca, bilgisizce terk edemezsin dünyayı. Hayatı tanıyorsan onun küçük vedalara kanmayacağını bilmelisin. İnternette dolaştın; Twitter’da yazdın, Facebook duvarlarında coştun, Linkedin’de kendini gösterdin, güldün, eğlendin, yedin, içtin; bunları bir de herkesin gözünün içene sokarak fotoğrafladın ve her tarafta yaydın. Bunları yaptın. Ve bu yaptığın şeylerden bir şey öğrenmiş, bir şeyler duymuş, bir şeyleri anlamış olmalısın bu oyunda. Bir şey seni kavramış, sımsıkı sarmış olmalı. Yalnız değildin, boşlukta hiç değildin, anlamsız hiç değildin. Bir şeyleri hissetmiş olmalısın. Oyun bitiyor. Sen de ben de bir insanı oynadık. İnsan olduğumuzu bilmek, farklı olduğumuzu bilmek ve onun bedelini ödemek zorundayız dostum. Hesap vermek zorundayız. Son oyun bir ders vermeli, sözü edilmeli, ünlenmeli! Bugün hayatlarımızı yaşarken, insan biraz da yaşarken hesap vermesini bilmeli. İşte o zaman başkalarının ölümüne değil, kendisi ölürken gülebilmeyi başarmalı.


Işıl Ölmez’e Koton Kitap’ı ve Yayıncılık Sektörünü Sorduk

1- Her yeni kitabına büyük yatırım yapan ve eşit önem veren bir yayınevini yönetiyorsunuz. Size “bu kitabı yayınlamalıyız” dedirten şey nedir? Yayınlayacağınız eserlere nasıl karar veriyorsunuz? “%100 okunan kitaplar” hazırlama arzusu yaptığımız her işin arkasındaki itici güç. Yayımladığımız kitaplar öyle olsun ki, kapağını açıp hikâyenin yollarına düştükten sonra yeni dünyalar açılsın okuyanın önünde ve duramasın, yolun sonuna kadar gitmek istesin istiyoruz. Seçimlerimizde ajanslardan gelen tanıtımlardan, dostlarımızın tavsiyelerinden faydalanıyoruz. Kendimize belirlediğimiz resme oturan nitelikli eserleri ayıklıyoruz. Bir denge noktası bulmaya çalışıyoruz. 2- Çoğunlukla roman türünde eserler yayınladığınızı görüyoruz, bunun genel bir eğilim olduğunu düşünürsek, yayınevlerini romana yönelten nedenler nelerdir? Okurun taleplerine karşılık vermek denilebilir mi buna? Koton’dan çıkan bir şiir kitabı görebilir miyiz mesela? Yayınevlerinin kendi tercihleri olabilir. Biz edebiyat, araştırma ve kişisel gelişim başlıklarını hedefledik. Aslında kişisel gelişimden çok yaşamsal destek kitapları demek istiyorum. Kişisel gelişim hayatın kendisidir bana göre

12

ve bir de iyi edebiyat. Yakında genç-yetişkin romanları da girecek yayınlarımız arasına. Okurun taleplerine duyarlı olmakla kendi hedeflerini gerçekleştirmek arasında salınan bir yapımız var bence. Üstlenebileceğimize inanırsak bir gün şiir de olabilir herhalde, neden olmasın? 3- Yazar eseri yayınevine teslim ettikten sonra en az yazma süreci kadar önemli bir başka süreç başlıyor, kitap okurun eline geçinceye kadar. Yaptığınız iş nasıl hissettiriyor? Sizi yayıncılık sürecinde en çok heyecanlandıran şeyler nelerdir? Muhteşem bir iş bu. Ne kadar taklit etmeye çalışırsan çalış her cümlenin başka olduğu bir dünya gibi görünüyor bana. Kitaplar beni heyecanlandırıyor. Bazen bir kitabı çok beğeniyorum ve haklarını almak istiyorum ama olmuyor. O zaman biraz küsüyorum bir süre. Çeviri eserlerde haliyle çeviri, redaksiyon, düzelti ve son okuma aşamalarından geçiyor kitaplarımız. Benzer bir çalışma yerli yazarlar için de geçerli tabii ki. Kitaplarımızın en iyi, en hatasız şekilde çıkması için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. 5- Kitaplarınızı e-kitap olarak okura sunmayı düşünüyor musunuz? Sizce Türkiye’de e-kitap fiyatları yeterince düşük mü?


13 E-kitap için bir adım attık ama devamını getirmedik. Biz hâlâ kâğıt sayfaları çevirmeyi seviyoruz ama ekrandan okuyan insanların sayısı da az değil. Yani bir süre sonra sıra ona da gelecek sanırım. 6- Yayıncılığın geleceği ile ilgili öngörüleriniz nelerdir? Pazarlama mantığının sürece hâkim olması ileride kitaplarla ilgili ne gibi değişiklikler getirebilir? Toplumsal dönüşümde neredeyse arkadaşlar arasında dahi kendimizi pazarlamak zorunda kaldığımız bir noktadayız. Kendini tanıtamıyorsan, yaptığın şeyi gösteremiyorsan istediğin etkiyi yaratamıyorsun. 7- Yayın sürecine dâhil olduğunuz kitaplardan en çok hangisini sevdiniz? Ben kitapları hazırlarken içinde yaşıyormuş gibi etkileniyorum. Ağladığım zamanlar çok. Haatchi ve Küçük Dostu örneğin, her elime aldığımda bazen üzüntüden, bazen mutluluktan ağladım. Hangi kitabı en çok sevdiğim sorusuna gelince, benim için cevaplaması çok zor. Ancak elbette hayatımda dönüm noktası kitaplar var. Bunlardan bir tanesi Stoner. Stoner iyi edebiyatın en mükemmel ruhsal gelişim aracı olduğunun kanıtı. Stoner

dönüştürme gücüne sahip bir kitap bana göre. Ve bunun üstüne beni Stoner kadar etkilemiş olan başka bir sürü kitabımızı saymam gerekir. Limasol, St. Petersburg’da Yasak Aşk, Adam’ın Dirilişi, Butcher’s Crossing, Gece Kayığı, Ayakkabıcının Karısı, Kudüs Güzeli, Kırmızı Rugan Ayakkabılar. Şimdi saymadıklarım için üzüldüm. : ) Hepsini seviyorum. 8- Türkiye’de yayıncılık, fuarlar, zincir mağazalar, kitap satış siteleri gibi başlıklarda şikâyetçi olduğunuz konular var mı? Ülkemizde bu alanlarda neler yapılabilir? Şikâyet demeyelim de derdimiz var diyelim. : ) Fuarlar yayınevinin okurla doğrudan bağ kurması, kendini tanıtması için büyük bir fırsat. Öte yandan fuarlardaki indirimlerin kitabevlerini yıprattığı da dile getirildi işin erbabı kimilerince. İyi de kitabevinin rafındaki yerini korumak da o kadar kolay değil. Bir yer sorunu var, kitabınız bir anda deli gibi satmıyorsa rafta tutmak çok zor. Bunu söylerken bağımsız veya zincir mağaza ayırt etmiyorum. İyi ki kitap satış siteleri var. Kendi satış sitemizi kurmamızın bir nedeni de bu. Daha çok kitap okunursa, daha çok kitabevi açılırsa böyle sorunlar olmaz diye düşünüyorum.


BİR ŞAİRİN İPLİKLERİ Kevser Evsen

14

1 Kasım 2015 / Gemlik-Bursa Sıradan bir tatil günüydü. Kahvaltıyı yapmış, boş boş oyalanıyorduk. Uzun zamandır konuşamadığım kıymetli bir dostumla biraz sohbet ettim. Saçlarımı taradım. Koltuğa oturmuştum ki telefonum çaldı. Arayan kişiyi görünce şaşırdım. Arayan Abdurrahman abiydi. Yalova’ya giden bir arkadaşını yolcu edecekmiş ve yol üstünde bana da uğramak istemiş. Değer verip hatırlamasına çok mutlu oldum. Kız kardeşim de tatil için bana gelmişti. “Meryem” dedim. “Gel, seni bir şairle tanıştırayım.” “Kim ki abla?” dedi. “Abdurrahman Adıyan. Hadi sen de benimle gel. Sohbet ederiz. Yol arkadaşı olursun.” Meryem’le hazırlandıktan sonra onların bizi bulabileceği bir yerde beklemeye başladık. Abdurrahman abi ve arkadaşı gelince bir çay bahçesine geçtik. Aldık birer çayı önümüze. Başladık sohbete. Bu dünyada insanların birbirine değer vermesinden daha sıcak bir şey yoktu. Bir büyüğün büyüklenmeden bir küçüğe değer vermesi… Onu küçültmüyordu. Her büyük şair bir zamanlar küçüktü. Bir zamanlar böyle güzel yazmıyordu. Fakat zaman ilerledikçe ‘bir zamanları’ unutuyordu insanlar. Bir zamanlarını unutmayan ve büyüklenmeyen büyük bir şair vardı karşımda. Benim gözümde şairler, yazdıkları güzel şiirlerle değil; önce insanlıklarıyla büyüyorlardı. Bir ara kitap seslendirmeden konu açıldı. “Ben âşıklık geleneği üzerine bir araştırma yapıyordum.” dedi Abdurrahman abi. “Derleme çalışması gibi. Bir kış boyunca gözleri âmâ bir âşığa kitap okudum. Ben okudum, o dinledi. Okuduklarım üzerine sohbet ettik. Bazı türkülü halk hikâyelerini kitaplarla kıyaslayarak âşık anlatmaya başladı. Evimiz ve evi şenlendi. Hayatımda geçirdiğim en güzel, en huzurlu kışlardan biriydi.” Ben gözleri görmeyen bir adamın pür dikkat dinleyişini, odada hafifçe yankılanan sesi ve okuma bitince başlayan coşkulu sohbeti hayal ettim. Gerçekten güzel olmalıydı. Bu arada ben sorular soruyordum. Abdurrahman abi anlatıyordu. Bir ara Meryem’e takıldı. “Meryem” dedi, “hemşirelikle ilgili bir şeyler anlat da, ben sözü sana devredeyim.”

Meryem de gülümsedi. “Ben de bilmiyorum ki” dedi, “henüz ikinci sınıfım.” “Hayattaki en güzel cevap bu.” dedi Abdurrahman abi. “Bilmiyorum. Bu öyle bir kelime ki yüzlerce, binlerce kelime bir araya gelse bunu karşılayamaz. En kestirme cevap. Bilmiyorum!” Bilmeyenlerin rahat kafalarından, bilenlerin omzuna yüklenen “bilmeyenlerin faturasından”, bilip de bilmezlikten gelenlerden sohbet ettik. Hayatı bedava tüketenlerin sermayesiydi bilmemek, bilmezden gelmek. Ama onlar yaşamıyorlardı. Sadece tüketmek yaşatmazdı ki insanı. Yaşamak için üretmek de lâzımdı. Üretmek için bilmek… Tam bu noktada bir başka şeye değindi Abdurrahman abi: “Şiir yazmak için bir fikre ihtiyaç vardır bence.” dedi. “Her şiir içinde bir fikir barındırır. Ama o fikri damıtırsın, nakışlar işlersin üzerine. Salt fikir yazısı da salt ilham ve coşku da şiir değildir. Tabi benim gibi düşünmeyenler de var.” Bu arada Abdurrahman abinin arkadaşıyla vedalaştık. O Yalova’ya gitmek üzere ayrıldı. Abdurrahman abi nezaketle onu yolcu etti ve geri geldi. Sınavlardan konu açıldı. Bir sınavın ucuna yığılan, yığıldıkça sıkışan umutlardan… Bir oğlu Hacettepe İngilizce İşletme bölümünü kazandıktan sonra bu mesleğin ona göre olmadığını düşünmüş. Ve bir yıl okumasına rağmen okulu bırakıp tekrar sınava hazırlanmış. Mimar olmak istiyormuş. Olmuş da. Çocuğuna biçtiği elbiseyi zorla giydirmeyen bir baba. Evet, Abdurrahman abi bir terziydi. Ama kendi istediği elbiselerle çevresini tek tip bir renge boyamıyordu. Onların istediği elbiseye saygı duyuyor, elbiselerle insanları birbirine yaklaştırıyordu. Herhâlde bu yüzden onun diktiği elbiselerde insanlar boğulmuyor, rahat hareket ediyordu. Bir de terzilik demişken herkese “elbiseler giydiren” terzilerden de değildi Abdurrahman abi. Hani insanların birbirlerine çabucak giydirdikleri elbiseler var ya!


15 Başkalarının zihninde biçilen ve üstümüze yapışan o naylon, boğucu elbiseler. Bu benim değil, ben bunu sevmem dememize rağmen bir kere giydirilmiş bulunulan ve değişmeyen… İşte onlar da yoktu Abdurrahman abide. O dikeceği elbisenin ipliklerini senin seçmene izin verenlerdendi. İşte Abdurrahman abi, oğlunun da kendi ipliklerini seçmesine izin vermişti. Oğlu da mimar olmuş ve gelmiş. İş başvurusunda bulunmuşlar. Çok iyi bir üniversite, iyi bir bölüm; ama üç ay iş bulamamışlar. Bir işyeri kendilerine diploma kiralama karşılığında teklifte bulunmuş; ama yılların emeğine verilen teklif çok üzücü ve çok komikmiş... Bu aradaki uçurumdan sözlerimiz düştü. Sustuk! Neyse ki sonra emeğinin karşılığını alabileceği başka bir iş bulabilmişler. Sonra tekrar şiire döndük. Abdurrahman abi anlattı: “Şairlik aslında dedemden geliyor. Amcamın anlattığı halk hikâyeleri, ozanlık geleneği bir temel sayılabilir. Lisedeyken ben de yazmaya başladım. Ama o zamanlar sağ-sol davaları vardı. Yazdıklarım dönemin koşullarından etkilenen şiirlerdi. İnsanın kendine çizdiği yol deneyimleyerek oluyor. Çeşitli yollar dener insan. Kimi çıkmaz sokaktır, kiminin sonu umduğun gibi değildir. Yanılgılarınla olgunlaşır ve aradığını netleştirirsin. Ama bu insana büyük bir zenginlik katar. Görür ve zenginleşir insan. Hep aynı şeyi gören zenginleşemez. Ben de çok görerek, izleyerek, düşünerek zenginleştim, okuyarak ve yazarak ilerledim. Seksen sayfalık bir şiir defterim oluşmuştu liseli yıllarımda ama onu kaybettim. Hatta içinde ‘Zakkum Ağacı’ adlı bir şiirim vardı, ona hâlâ üzülürüm... Aradan geçen zaman diliminde bir gazetede yazılarım, şiirlerim yayımlanmaya başladı. Bu arada ticaretle uğraşıyorum; kardeşlerimle birlikte mağazamız vardı o zaman. Üç mağazanın mali işlerine de ben bakıyorum. Ayın on günü şehir dışında geçiyor, dış ilişkileri de ben yönetiyorum. Yani yoğun bir zaman dilimine sıkılmış hâldeydim. İstanbul’la ilgili bir şiiri gösterdim gazetedeki arkadaşıma. Tabi aramızda bir muhabbet de vardı. Şiiri önüme doğru hafifçe attı. ‘Sen’ dedi, ‘daha güzel şekilde yazabilirsin bu konuyu.’ Onun, bana ne demek istediğini sonraları daha iyi anladım. Ona üç yüze yakın şiirimin olduğunu ve kitap çıkarmak istediğimi söyledim. Bana kitap çıkarmamamı söyledi. Ama önemli bir tavsiyede bulundu; ‘edebiyat dergilerine başvur, onların senin şiirini alması bir kıstas olacaktır’ dedi. Ben de bayağı bir edebiyat dergisine başvurdum. Aradan günler, aylar geçti, hiçbirinden ses soluk yok! Kabuğuma çekildim. Tabi yazıyorum arada. Bol bol okuyorum. Derken bir gün dergilerden birisi, (Taşra Edebiyat dergisi, sayı: 4, Ağustos-Eylül 2001) ‘Ayrılık Dağının Eteğinde’ adlı deneme yazımı

yayımladı. O zamanlar, o eserimle birlikte başka bir eser de göndermiştim, hatta kendimce ‘bundan daha güzel olanı vardı; bana göre diğer gönderdiğim daha güzeldi’ diye düşünmüştüm… Ama işte o günkü bana göreydi bu düşünceler. Sonraları edebiyat çevrelerine katılmak, konuşmak ihtiyacı doğuyor. Bu ihtiyacın peşinden edebiyatla ilgilenen arkadaşlarla toplanmaya başladık. O zaman ciddi manada yazdıklarımı beğenmemeye başladım. Birkaç yıl yazamadım, nakıs bir hâl başladı. Oysa önceki dönemimde bir günde beş şiir yazdığımı hatırlıyorum, ne günlermiş… Gülüyorum şimdi o hâlime. Ama o bir buçuk-iki yıl içerisinde birkaç şiir yazmışımdır. Yazamadım ama çokça okudum. Her kesimden, farklı isimlerden... Edebî sohbetlerimiz esnasında arkadaşlar bir şair söylüyor veya bir yazardan bahsediyor, ben hemen onun eserini arayıp, buluyorum. Okuyorum, tartışıyoruz. Bunun bana çok katkısı oldu. Bir gün bir el yazısıyla bir şiir yazmıştım. Onu arkadaşıma okudum. Bana, ‘Adıyan, sen şiirinde çığır aşmış, sesini bulmuşsun; bu şiirinle kendinde bir devrim, dönüşüm yapmışsın.’ dedi. O gün yeni bir tarz başlamıştı benim için... Van’da Âşıklar Kahvesi vardı, her hafta Cuma günleri âşık atışmaları düzenlenirdi, biz de (yazar, şairler) gider katılır, dinlerdik; bazen de şiirler okurduk. O akşam da değerli dostum Müştehir Karakaya, ‘Adımları Utangaç Çocuk’ (Aralık 2001’de yazdığım) şiirimi bilgisayara aldı, Âşıklar Kahvesi’nde kendisi okudu. Mutlu olmuştum… Daha sonra çıkardığım kitaplara bu eserden öncesi yazdığım hiçbir şiiri almadım. ‘Bundan sonra üreteceğim her eser, mutlaka kitaplık çapta olacak, o özeni, o emeği, o yüreği mutlaka vereceğim’ diye bir karar aldığımı, gün gibi hatırlıyorum; bu kendime verilmiş bir sözdü. 2007’nin Ocak ayında Van’dan göç ettim. Bursa’ya yerleştikten sonra daha çok edebî çalışmalarla, etkinliklerle buluşma imkânım doğdu. Her şey bana bir şeyler öğretti. Hâlâ da öğretiyor. Her geçen gün öğrenmeyle yoğunlaşıyorum. Yazı hayatım Van’da başladı, Bursa ile devam ediyor; her iki şehrin bende derin izleri var.” Hâlâ karşılaştığı her insandan yeni bir şey öğrendiğini söyleyen biri eskimezdi. Yaşlanmazdı. Gitgide olgunlaşan bir tazelikte büyürdü sadece. Bu taze sohbet içimizi ısıttı. Ben de çok şey öğrenmiştim. Abdurrahman abiye veda ettik ve onu uğurladık. Hava soğuktu ama içimiz sıcaktı. Bu sıcak sohbetin içimize yaydığı hafiflikle eve doğru yürümeye başladık.


BİR DEVAMSIZ ŞAİRİN ANILARI Şair Mehdi Akan ile Edebiyat Yolculuğunu Konuştuk

Şiir ve edebiyat hayatınızın neresindeydi? Şiir ve edebiyat dilin, aklın ve kalbin birleşip kendini yani insanı doğurduğu andan bu yana vardı ve ben dilimle, aklımla, duygularımla hep vardım. Hep vardı edebiyat ve hep olmalı. Çünkü insan ömrü sanattan ibarettir! İyilik ve anlayış sanatından. Ara vermenizin nedenleri nelerdi? Şiire ve edebiyata yani insanın kalbine giden yola ara vermek zor. Dünyanın gereklerini abartıp, cebini maddi dünyanın yüküyle doldurmaya çalışınca insan, öz varlığından, olması gereken yaşamından vazgeçer olur. Hayat, elde etme yarışına dönüşür. Şiire ve edebiyata ara verme sebebim hep kaybettiklerimi kazanma isteğiydi! Oysa farkında olmasam da ben zaten kazanmıştım. İnsan yüreğine dokunan yarımla hep vardım. Bir de 2011 yılında Erciş’te gerçekleşen deprem tamamıyla etkiledi beni. Ölümlerin gerçek olduğu ve yok oluşun devam edeceği bir evrene duygularımla girmek istemedim. Çok yoğundu yaşamım ve ben o yaşamın içinde bocalamak istemedim. Çünkü insan her şekilde ölüyordu. Şair olarak yarattığımız özel dünyamızda ölen sevgililer ve aşklar ayrıydı. Fakat insanın gerçek ölümle karşılaşması, bedenin ölümüne şahit olması tamamıyla beni eskiz dünyamdan kopardı. Gerçeğe dokunmalıyım dedim ve ara verdim şiire edebiyata. Sizce şiirden ve edebiyattan tamamen kopmak mümkün mü? Bir gün olsun -şiirle ve edebiyatla- yani insanın gerçek odağıyla yaşayan insan kopamaz çünkü hayat bir aşamadan sonra yani egonun üstüne çıktıktan sonra boş

16

bir anlam yükler sen bu boş anlamın parada, malda ya da aşkta olduğunun ötesindesindir artık. Ötesine geçmişsen ömrünün, şiir ve edebiyat var olduğun sürece varlığın olur. Sizi şiire ve edebiyata heveslendiren okuduğunuz en iyi kitaplar hangileriydi? Ben kimseden etkilenerek şiir ve edebiyata ilgi ya da merak duymadım. Çocukluğumu ve yaşadığım zamanı hep yüreğimde hissettim. Sadece var olan zekânın benim zekâma katacağı değerle ilgilendim. İnsanın insandan etkilenip daha mükemmeline sahip olmaya çabalaması hep ilgimi çekti. Okuduğum ilk önemli eser Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt’tü. Zekâsından etkilendim, sonrası zamanın ve hayatın anlamına alışmaya çabalamak ve öğrenmek ve öğretmeye çalışmak oldu! Van/Erciş’te edebiyatla ilgilenmenin avantajları; dezavantajları nelerdir? Bu soruya vereceğim cevap yanlış anlaşılabilir. Ben anlaşılsın istemiyorum. Fakat gerçek şu ki benim şehrim edebiyata ve insanın manevi hayatına karşı ölü bir şehir.

“İnsanların düşlerine açılan bir kapı olmak isterdim.” Seçme şansınız ya da imkânınız olsa, hayatınızın geri kalanında hangi mesleği yapmak, nerede yaşamak, neler yapmak isterdiniz?


17 Seçme şansımız her vakit elimizde. Fakat hayatın içine girmek zorunda kaldığınız vakit yapmak istediğiniz gerçeğinizle aranıza mesafe koymak zorunda kalıyorsunuz. Hangi meslek doyururdu beni! Sürekli insanla uğraşmak ve çocuklara geleceğin gerçek dünyasında bir lider kıvamında yaşamaları fırsatını sunmak isterdim. Yani aklın var olduğu bir dünyada kalbe dokunan cümleler kurarak insana faydalı olmaları gerektiği bir ilim var edip kendi özlerini anlamalarını isterdim. Nerede yaşamak istersin diye bir soru var cevap vermem gereken: Ben sadece hayata umutla bakılan bir evrende yaşamak isterdim. Bütün şehirler benim, bütün dünya benim; küresel sınırlar kalksın tüm insanlık bir olsun ve tüm insanlığın bir kurduğu bir dünyada akılla, kalple, geleceğin kurulup yıkılmadığı bir dünyada yaşamak isterdim. Neler yapmak isterdim: İnsanların düşlerine açılan bir kapı olmak isterdim ki insanlar hayatın yükü altında ya da ölümlerin yükü altında ezilmesin. Hayattaki en büyük hatanız nedir? En büyük hatam insanları kendim gibi bilecek kadar değer vermekti. Verdiğim değeri aslında maddi âlem için değil de insanların aklına ve kalbine vermem gerektiğini çok geç öğrendim. Yaptığınız için en çok gurur duyduğunuz, en büyük iyiliğiniz, en büyük başarınız nedir? En büyük başarım hep başarmaya çalışmak oldu. Neyi başarmak diye sorarsanız geleceğimiz olan ve gelecek aklı taşıyacak çocuklarımıza insana değeri öğretmeye çalışmak... Mesleğim bunun için çok ideal. İnsanların sevgisine layık olmak. Hele okulumdaki öğrencilerin bana “müdür” demesi en büyük mutluluğumdur herhalde. Ya da oğlumun “babacım ne zaman geleceksi demesi!

“Hayal kurma mefhumuyla tanışamadık hiçbir vakit. Ağlayan bir çocuk bizim için gerçekti ya da annesinden ekmek isteyen bir çocuk!”

Çocukluk hayalleriniz ile şimdiki hayalleriniz arasında farklar var mı? Doğrusu şu ki çocukken hayal nedir bilmezdim. Hayal kurma mefhumuyla tanışamadık hiçbir vakit. Çünkü yaşam çok gerçekti ve hep yaralardı bir tarafımızı. Bizler gerçek yaşamın içinde yüreğimize ve aklımıza dokunan gerçekliği bildik. Zamanın esrarengiz sancısıyla devam eden yaşamı ömrümüze sığdırmak çaba gerektiğini öğrendiğimizde iyi niyetimizi ve acılarımızı koynumuza alıp hayal de olmalı ömrümüzde dedik. Ağlayan bir çocuk bizim için gerçekti ya da annesinden ekmek isteyen bir çocuk! Çocukluk hayalim olmadı fakat şimdi hayallerim hep insan üzerine ve insanın insanlıkla buluşması adına... En çok özlediğiniz şey nedir? Kendimi çok özledim... Çocukken yaşadığım oyunları, içtenliğimi, samimiyetini dünyanın çok özledim. İmkânınız olsa, çevrenizde neleri değiştirirdiniz? Hangi iyilikleri yapardınız? İmkânımız hep var, çünkü yaşıyoruz. Yaşıyor olmak, en büyük imkândır. Bence biz olalım ben egosundan vazgeçip biz egosuna sahip olalım... Çok uzun bir bekleyiş olacak benimkisi fakat sadece insana verdiğim en küçük bakışın değerini bilmesini isterim insanın. Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, duygulandıran olay nedir? Oğlumun bana “baba” demesi!


BİR NEFES 18

Mustafa Uçurum

Kalkmayı bekliyordum. Dizlerim tutmadı. “…Beni çağırmak için seslenme yalınkılıç, beni adımla çağırma. Bana meseller oku, gözlerimde bir kuytuya sinmiş anıları avla, bir dize sun, dilinin ucuyla olsun. Bir kez de omuzlarımdan tutmayı dene, çünkü ellerim çürüyor. Tuttuğun parmağım elinde kalacak. Yüzümü okşama, dikenlere takılır eteğin. Gözlerimde yaktığın ateş ne yazık ki tutuşturamıyor beni, avlamayı dene yine de.. beni…” Mektubum berbat gidiyor. Metin uzadıkça ne kalırsa artık geriye, toplamaya çalışıyorum. Olmuyor. Sabahın körüne az kaldı. Ne zaman kalkarsan sabahın körü odur aslında. Başkalarının sabahından sana ne! Senin sabahın yeni başlıyor. Neyse, devam edelim: “…Sana uyandığım sabahları anlatacağım en çok…” Çok, çok, çok… De ha gayret! Başaramayacaktım. Mektubu parça pinçik edip sobaya doldurdum. O hışımla pardösümü giydim. Hayret, ceplerinde sigara yoktu. Bu saatte sigara da satın alamazdım. Ellerimi en ince yerlere dokundurdum, cepler kalem doluydu… İnce, uzun kalemler. Sigara yok. Bereket çakmağım vardı, şimdi pansiyoncudan birkaç sigara istemek lazım gelecekti, varsa parasıyla bir tam paket. Sigara bulamadığım zaman oturup az mı şiir yazdım. Sanki sigaranın dumanı daha bir efkârlandırıyordu şiirimi. Belki de bana öyle geliyordur. Şu odanın haline bak. Oda değil mahzen mübarek. Bu paraya da bana kral dairesini verecek değillerdi ya! Perdeler tamamen duman lekesi. Duvarlar da öyle. Merdivenlerden her zamanki halimle indim. Sallana

sallana, aldırmadan, ayaklarım bir ileri, iki geri gide gide. Pansiyoncu her zamanki duruşuyla yerindeydi. Gözleri şiş, yüzü dumanlı. Bu adamın yüzü sanki hiç değişmiyordu. Sanki bir ifade gelmiş, yüzüne yapışmış öylece kalmıştı. Sigara istedim. Paketi uzattı. Baktım, içinde birkaç tane ancak kalmış. “Eyvallah” deyip paketi aldım. Pansiyoncunun verdiği pakette pas izi vardı. Kutuyu açtım, bir tane yaktım. Zehirdi mübarek zehir. Annem babama seslenirken her zaman içinden gelen bir iniltiyle: — Zehir zıkkım iç, derdi. Dışarısı bir yağmuru henüz tamam etmişti, diğerini bekliyordu. Önce odayı, sonra pansiyonu terk ettim. Atların dizginlerini boşaltır gibi bir ferahlamayla temiz havaya yelkenleri fora ettim. Dallarda kuşlar vardı.


19 Gece kuşları yorgun argın cıyak cıyaktı. Böcekler çoktan sazlarını ellerine almışlardı. Ağrıyan bir zihin için ne müthiş gürültü bu Ya Rabbi! Buna karşın yeşilin sessizliği... Pırıl pırıl çiğ taneleri iğdelerde, zakkumlarda, narlarda, kirazlarda ışıl ışıldı. Yolda yürürken bir meyveliğin kenarını adımladığımı fark ettim. Canım çekti, boş bahçelerden meyve, yemiş aşırdım. Bir yandan yiyor bir yandan düşünüyordum. Bu istasyondan nereye gitmeli, neresi tenhadır? Yoksa burada mı kalmalı? Hayır, burası olmaz. Burası uykudan uyanırken bile, şimdiki gibi ta tepelerinin doruklarıyla gerinmekte, sabahlamaktadır. Buranın gürültüsü, tüm hışmıyla sabah ezanını beklemektedir. Ben de bekliyorum ezanı. Belki tam bir şey duymak ümidiyle, belki bu kuru gürültünün bitmesi için, belki başka bir şey için. Ayaklarım taze çiğ ıslağı oldu. Yetmedi kırağıların kabuğunu kaldırdım. Yürüyüşüm kara bir bulutun üzerinde koşuyor gibiydi. Cırcır böceğinin sesinde bir nota düşüklüğü sezdim. Kuşlar kanatlarını eksik açıyla çırpıyordu. Neredeyse doğmaya duran güneşin hangi dağın hangi yamacından havalanacağı üzerinde ahkâm kesecektim. Olmadı. Ben de istasyon bahsini tekrar açtım, başka konular karma karışık âlemimin kusursuzluğuna kibrit suyu döküyordu. Zihnim açılsın, rahat nefes alayım istedim. Ama aklıma tren yolculuğum değil, kasaba gezim geldi istasyon deyince. Tren istasyonundan epey uzaklaşmıştım. Yolculuğum karaya yakın, zaten şehrin girişinde olan istasyonun etrafındaki evlere paralel gidiyordu, dümenimi bakir tepelere kırdım. Ne bakiri, tepeler teraslanmıştı. Canım sıkıldı, şimdi orada bir bekçiyle yahut köpekle kapışmak vardı. Sabahımı, yolculuğumu perişan etmek pahasına topukladım. Tepe yukarı seğirtirken pardösümün etekleri ayaklarıma dolanıyor, o da yetmiyor çamurlara sürtünüyordu. Taşlık yolda bir ben vardım. Köpekler uzaktan havlamakla yetindi, hiç bulaşmadım. Tepenin en tepesine ayaklarım değdiğinde nefes nefeseydim, bir müddet ellerim dizlerimde, öylece bekledim. Anladım, güneş bu insan selinden bakirliğini böylece koruyordu. Çıktığım tepe kasabanın top top olmuş evlerini güneşin doğuş manzarasından ediyordu. Bahse girerim bu maden kasabasının kalabalığından gün batışını koruyan bir tepe daha vardı. Çok geçmeden onu da buldum, üzerinde durduğum tepenin tam karşısında, batısındaydı ve hemen hemen bu tepenin yüksekliğindeydi. Perçemlerimi düzelttim, gün doğumunu izledim. Güneş öyle bir doğuyordu ki, gözlerimi çekemedim. Kaynağını aldığı dağı delmiş gibi duran, tam tepesinden başlayıp dağı çepe çevre saran ırmağı doldura doldura doğuyordu. Irmağın suyu beyaz altın rengindeydi güneşin doğuşuyla beraber.

Dağı çevreleyen ağaçlar ve yalçın kayalardan örülü eteklerinin harikulade bir manzarası vardı. Gözlerimi ayıramadan öylece bekledim. O an içimden burada kalmak geçti. Kaçışımın bir sonu olmalıydı, nerede son bulacaktı bedenimin yolculuğu? Ruhumu burada bırakmak ve tekrar bir trene atlamak içime sinmedi. Ceplerimi yokladım. Evet, tertemiz bir kâğıt vardı. Kâğıdın katlarını açtım, civardaki taşlardan birine oturdum, ceplerimden bir kalem seçtim; kara mürekkepli mektuba yeniden başladım: “…Kalkmayı bekliyordum. Dizlerim tutmadı. Beni çağırmak için seslenme yalınkılıç, beni adımla çağırma. Bana meseller oku, gözlerimde bir kuytuya sinmiş anıları avla, bir dize sun, dilinin ucuyla olsun. Bir kez de omuzlarımdan tutmayı dene, çünkü ellerim çürüyor. Tuttuğun parmağım elinde kalacak. Yüzümü okşama, diken kaplı artık. Gözlerimde yaktığın ateş ne yazık ki tutuşturamıyor beni, avlamayı dene yine de.. beni…” Evet! Kelime kelime aklımda duruyordu işte satırlar. Bu sefer beğendim onları ve tekrar yazdım, son yazdığım satırı: “…Sana uyandığım sabahları anlatacağım en çok…” Çok? Daha çok elbette. Bu sabahı, beyaz altın renkli çayı, kuru ağzımda hala hissettiğim bir meyve şekerliliğini, pardösümün çamurunu, boğucu kalabalıktan güneş manzaralarını saklayan ikiz tepeleri, istasyondaki pansiyonu, pansiyoncunun paslı ellerini, bindiğim trenlerin renklerini, umduğum ve bulduğum yemekleri, umduğum ve bulduğum sabahları, koyduğum ve bulduğum uykusuzluğu yazacaktım. Sabahın körünü, kendi sabahımın körünü tespit edişimi, çok değil, yarım saat önce yaktığım sigarayı yakar yakmaz elimden attığımı, köpekten korka korka tepeye giden ince yolu arşınlayışımı… Gece kuşlarının bıkkın ciyaklayışını, bozuk düzen kanat çırpışlarını, cırcır böceğinin akortsuz ötüşünü… Karmakarışık da olsa yazacaktım. Peki, ne yazacaktım önce? Demin buraya aidiyet duyuşumu, bu hissimi şimdi yitirişimi mi? “Ko, bir de insan kaçığı desinler.” yazmak geldi içimden, parmaklarım bu cümlenin harflerine hamle etmedi. Yok yahu, ben epey farklı bir şeyler yazacaktım şimdi. Derin bir nefes aldım, içim açıldı, cümleler hücum etti içime, yazacaktım. Peki, ne yazacaktım? Onu da bilmeyiverin canım!


ANTİKACI DÜKKANI Ümit Evran “Görüyorum hepiniz gardıroba koşmaya hazırlanıyorsunuz. Birazdan tiyatro bomboş kalacak. Ama tiyatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virginia’nın bir diyalogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!” Yukarıdaki ünlü tirad Tomas Fasulyacıyan’a ait. Bir antikacı dükkanı da aynen böyledir. Ne var ki tiyatro sahnesinde, vodvil de oynanır, operet de, komedi de. Oysa ki bir antikacı dükkanında hep aynı oyun sahnededir: Hüzün. Dükkanın o tozlu raflarında neler yoktur ki.. O canım gülaptanlar, Yıldız porselenleri, Beykoz camları, karpuz lambalar, divitler, hokkalar, ibrikler, aşurelikler, kavukluklar, sedef kakmalı rahleler, boy boy çesit çesit Çanakkale ve Kütahya seramikleri, Bosna işi bakır kaplar… Daha da neler. Ne var ki günümüzün modern yaşamında onlardan artık kimse bir şey beklemiyor. Günümüzde ibrik kullanan mı kaldı? Kavuk kaldı mı ki kavukluğu kullanan olsun? Ama ruhları çoktan ölmüş bu objelerin bedenleri hala ayaktaydı. Hani kimi hayvanların içlerini doldururlar ya, kuşların, köpeklerin, yırtıcı hayvanların falan… Uzaktan bakınca canlı gibidirler fakat bilirsiniz ki onlar çoktan ölmüşlerdir, artık canları, ruhları yoktur; sadece aslı gibi görünürler. İşte bu antikacı dükkanındakiler de öyleydiler. Oysa ki onların kimilerinde zamanın izleri, ufak tefek çizikler, çatlaklar, renklerde solukluklar olarak fark edilse de, hala kullanılabilir durumdaydılar. Her biri soylu geçmişlerini, geçmişteki şaşaalı günlerini hatırladıkça kederleniyor, şimdi bu antikacı dükkanında, onları satın alacak yeni sahiplerini endişe ile bekliyorlardı. Antikacı dükkanlarının müdavimleri de ayrı âlemdir hani. Bunlardan birinci grup antika kolleksiyonerleridir. Dükkan sahibi onları gözünden tanır. Dükkana giren kolleksiyoncu, şöyle üstünkörü bir selam verdikten sonra etrafı önce bir kolaçan eder, sonra da aradığı objeye kilitlenir. O malı eline alır, evirir, çevirir, altına üstüne bakar. Eğer eşyanın üzerinde bir marka ya da imza gibi bir işaret, yazı görürse, cebinden lupunu çıkarır, uzun uzun inceler. Bazen dükkanın ışığını beğenmez, kapı önüne çıkıp, doğal ışıkta inceler. Sonra güneşe tutar, mesela orijinal opalin ise güneşe tutunca bal rengi görünmesi gerekir. Mesela toprak bir kapın eskiliğini anlamak için dilinin ucuyla kapı kontrol eder, eski ise kurudur. Bu sırada dükkan sahibi ile hiç konuşmaz. Dükkan sahibi durumu

20 bildiği için, onu uzaktan takip eder. Bu müşteri tipi ne aradığını bilir ve çoğu o konuda bayağı bilgilidir ama bazıları da çok ukaladır. Genelde çok pazarlıkçı olurlar. Eğer dükkan sahibinin canı o gün sohbet çekmişse bu toplayıcı tayfasıyla antika muhabbeti bitmek bilmez. İkinci grup müşteri dekorasyon meraklılarıdır. Bunların antika üstüne öyle uzun uzun bilgileri falan yoktur. Onların aklı evdeki falanca köşeye ya da şöminenin üstüne yakışacak güzel bir parça almaktır. O noktada alacağı antikanın Art Deko ya da Art Nouveau olmasının hiçbir farkı yoktur. Onun için önemli olan bu eşyanın rengi, büyüklüğü ve evde yerleştireceği köşeye uyumudur. Dükkan sahibi bu tür müşterileri pek sever. Çünkü bunlar fazla yormaz, ince eleyip, sık dokumazlar, pazarlık falan yapmaz, iyi de para bırakırlar. Sayıları çok olmamakla birlikte en ilginç olanı ise “asalet avcıları”dır. Bunların gözü para pul görmez, ne antikadan anlarlar, ne de tarih bilgileri vardır, onların aklı başka yerdedir. Tamamı sonradan görme zengin olup, dertleri birileriyle yarışmaktır. Hepsinin yatları, katları, lüks arabaları, kadınların kürkleri, pahalı takıları olsa da, bütün bu sahip oldukları onlara yetmez. Karşıdan bakınca dost görünseler de aralarında hep gizliden gizliye bir rekabet vardır. Hepsi birbirine benzer; zaten bütün sorun da budur. O zaman? Evet, o zaman öyle bir şeye sahip olmalıdırlar ki, bu onu diğerlerinden hem bir adım öne geçirsin, hem de ona özel bir konum kazandırsın. İşte bu noktada antikacıdan medet umulur. Sonuçta antikacıdan satın alacakları “sözde büyük büyük büyükannesi Safiye Sultan’a ait” sapı gümüş savatlı ve mercan kakmalı, saraydan çıkma bir çift şimşir kaşık ya da sedef işlemeli, bağa kabuğu ile süslenmiş bir çift takunya sayesinde, adeta sınıf atlayıp asalet kazanacaklardır. Bunlar dükkan sahibinin gözdesi olan, bayağı eğlenceli tiplerdir. Bir gün daha tükenmis, gün akşam olmuştu. Dükkan sahibi önce elektrikleri söndürdü, sonra kepenkleri indirdi ve dükkanı kilitledi. Şimdi sahne içerideki birbirinden farklı binbir objeye kalmıştı. İlk sözü gümüş bir ibrik aldı: “Bugün de kuşlu ayna ayrıldı aramızdan.” Bakır bir bakraç ilave etti: “Bir Rum ustanın elinden çıkmaydı, altın varakları vardı. Şimdi nerede o eski ustalar?” Sonra devam etti. “Ayna yine de şanslı sayılır, alan onu yine ayna olarak kullanacak, peki ben? ”Sorusunu yine kendisi cevapladı: “İçinde onca yoğurtlar çalınmış, tereyağlar yapılmış ben, kim bilir kimin evinde bir çiçek saksısı olacağım. Bir gaz lambası laf attı: “Belli olur mu hiç, belki de kaymak çalarlar.” İri kıyım opalin bir karpuz


21 lamba onu tersledi: “Ufaklık sen bu işlere karışma. Senin yeni sahibin, fitilini yakmayı bile beceremez, elektrik kesilse bile mum yakacak.” Kahve soğutanlığı daha fazla dayanamadı: “Dostlarım, birbirimizi incitmenin anlamı yok. Çünkü biz geçmişi geçmişte yaşadık, varlıklarımız bugüne ulaşmış olsa bile biz geçmişe aitiz. Şimdi bize düşen artık geçmişimizin o güzel anılarıyla avunmak olmalı. Kahve soğutanlığının bütün ömrü gerçekten geçen yüzyılın başlarında yapılmış Reşit Paşa Konağı’nda geçmişti ve her fırsatta, o şaşaalı konak günlerini ballandıra ballandıra anlatmaya bayılırdı. Bu kahve soğutanlığı, tek parça olarak, abanoz ağacından oyularak hazırlanmıs, yuvarlak çukur, ahşap bir kaptı. Gövdenin bir tarafında kalınca bir sapı, karşı tarafta da soğuyan kahveleri dökmek için bir oluğu vardı. Bu parçanın en önemli özelliği, gerçekten çok mahir bir ustanın elinden çıktığı belli olan iç süslemeleriydi. Kabın kahve çekirdekleri konan, zamanla rengi biraz koyulaşmış tabanında, mercan ve firuze taşların mıhlanması ile inci gibi işlenmis, son derecede zarif, bir gül motifi bulunmaktaydı. Bunca yıldır, yaşı neredeyse konağın yaşına yakın olan bu soğutanlığın taşlarından hiçbiri dökülmemişti. Soğutanlığın gerek soylu geçmişiyle, gerekse bu sıra dışı süslemeleriyle gurur duyduğu her halinden anlaşılırdı. Yine eskilere dalmıştı: “Reşit Paşa kahveyi hep taze severdi. Onun için her perşembe konakta bir kahve telaşı başlardı. Zira her cuma paşanın ziyaretçileri olurdu. Paşa gençlere çocuklara ufak tefek hediyeler verir, komşu konaklardan gelenlerle kahve sohbetleri yapardı. Kahveyi kavurmak maharet ister. Konakta bu, Hamide Kadın’ın işiydi. Gelen taze kahve çekirdeklerini çoğu zaman uzun saplı tavada, bazan da toprak güveçte kavururdu. İşte çekirdeklerin rengi yeşilden kahverengiye dönene kadar, ne kadar harlı ateşte kavrulacak, ne kadar süre ateşte tutulacak ondan iyi bilen olmazdı. Kahveyi soğutmak benim işimdi. Daha sonra bu kavrulmuş kahve, Hurşit Ağa’ya teslim edilirdi. O da ağaç dibekte, uzun pirinçten havanıyla kahveyi döver ha döverdi, ta ki kahve un gibi olana kadar.” Bu sırada arkalardaki pirinç kahve değirmeni sitemkar laf attı: “Demek ki sizin o koca konakta bir kahve değirmeni yoktu.” Beriki mahçup yanıtladı: “Olmasına vardı elbet ama cuma kahvesi dibekte hazırlanırdı.” Sonra devam etti: “Cuma namazından sonra paşaya ve konuklarına kahve yapmak Dilruba Kalfa’nın göreviydi. Mutfakta birçok cezve vardı ama Dikran Usta’nın cezveleri bir başkaydı. Dipleri kalın ve geniş olan bu bakır cezvelerden birinde Dikran Usta hem bütün hünerini, hem de muzipliğini sergilemişti. Cezvenin emziği tabanda, gövdeden çıkıp, bir kuğu boynu gibi kıvrılıyordu. Dikran Usta bu emziğin içi-

ne iki, çok ince, küçük borucuğu üstüste ve çapraz olarak öyle ustalıkla yerleştirmişti ki, dışarıdan bakan biri, cezveden fincana dökülen kahvenin, o dört tane deliğe rağmen nasıl olup da dışarıya akmadığına akıl sır erdiremezdi. Dikran Usta’nın cezvelerinin bir yerinde mutlaka kişisel mühürü sayılan ve adının ilk harfi olan zarif bir “dal” figürü bulunurdu. Dilruba Kalfa’nın pirinç mangalda pişirdiği kahve, paşaya gümüş tuğralı zarfların içine yerleştirilmiş, sapsız, çok ince Rus porseleni fincanlarla ikram edilirdi. Paşa iri taneli ateş kehribarı tespihini çekerken, kahvesini höpürdetirdi. Hey gidi günler...” Bir borulu gramofon ve 93 Harbi’nden kalma çakar almaz tüfek onu saygıyla dinleyip, onayladılar. Gün ışıyordu, sabahın ilk ışıkları guguklu saatin camından karşı duvara yansıyordu. Bir süre sonra dükkan sahibi geldi. Sabah çayını ısmarladı ve gazetesine gömüldü. O arada bir iki müşteri vitrindeki eşyaları seyretti, içeri bile girmediler. Nihayet öğleye doğru ilginç bir genç çift dükkana girdi. Oğlan otuzunda var yoktu, kız biraz daha gençti. Oğlanın bir kulağında küpesi vardı, saçları at kuyruğu şeklinde arkadan bağlanmıştı. Kız incecik bir şeydi, boyalı saçları erkek gibi kısacıktı. Ayağında vücuduna yapışan daracık bir pantolon vardı. Üzerindeki bol giysinin yakası bir tarafa kaymıştı ve bu yüzden ortaya çıkan omuz başında bir korsan başı dövmesi görünüyordu. Kızın sol kulak kepçesinde yukarıdan aşağıya doğru beş altı tane halka vardı, bir de burnunda. Burnundaki o tek halka, sanki kulağında yer kalmamış da, zorunluluktan burnuna takılmış gibi duruyordu. Cezve duvardaki camlı çerçeveye seslendi: “Şimdiki gençler de bir alem oluyor. Erkekler kızlara, kızlar da oğlanlara özeniyor.” Duvardaki ahşap çerçeve, harika bir tezhip içine yerleştirilmiş nefis bir kufi hat eseri idi: “Edep yahu!” Cezveye dönüp, sadece “ve minel garaip” dedi. Delikanlı dükkan sahibine; “Biz aslında modern takılıyoruz ama evdeki ambiyansa opozit, şöyle avangard bir şey bakıyoruz. Farklı bir dinamizm olsun istiyoruz.” dedi. Sonra kız bir taraftan sakız çiğnerken, başını cep telefonundan kaldırmadan ilave etti: “Yani ekzepşınıl bir şey arıyoruz.” Cezve pek meraklandı: “Ne dedi, ne dedi?” Arkalardan çesmi; “Yani iyi bir şey arıyormuş. Ben bunların dilinden az çok anlarım.” dedi ve ilave etti: “Ne de olsa Avrupalı sayılırım, atalarım İtalya’dan gelmiş.” Delikanlı etrafa bakınmaya başladı, dükkandaki eser-


leri tek tek süzüyordu. Kimilerinin ne işe yaradığını anlamaya çalışıyordu. Sonra parmağı ile bir rafı göstererek sordu: “Bu şişe nedir?” Dükkan sahibi yanıtladı: “Bu bir Beykoz işi gülaptandır efendim.” Oğlan pek anlamadı, “gül, gül nesi?” Dükkan sahibi devam etti: “Efendim ab Farsça su demektir. Gülabdan da gülsuyu şişesi demek oluyor. Kolonya olmadığı dönemlerde kullanılırdı, hala mevlitlerde falan kullananlar vardır.” Oğlan, “Aa öyle mi” dercesine hayretle baktı, omuz silkti. Delikanlı dükkanın içinde dolaşmaya başladı. Her bir parçaya dikkatle bakıp, ne işe yaradıklarını çözmeye çalışıyordu. Kızın gözü, daha doğrusu elleri hep telefonundaydı. Parmakları, bir piyano virtüözünün tuşlarda gezinmesi gibi telefonun tuşlarında geziniyordu. Devamlı bir şeyler yazıyor, telefonla oyalanıyordu. Oğlan birkaç eşya ile ilgili soru sordu ama antikacının anlattıklarının yarısını anlamadı. Tam o sırada kahve soğutanlığının karşısına gelmişti. Dükkan sahibine “bu da ne ola ki” dercesine baktı. Adam anlamıştı, anlatmaya başladı: “Efendim bu çok zarif bir kahve soğutanlığıdır.” Oğlan sordu: “Kafe nesi? Kafe nesi?” Dükkan sahibi kibarlığı bıraktı: “Kafe değil efendim, kahve…” Cezve yine muzırlık ediyordu, çesmi bülbüle seslendi: “Coffee demek istedi.” Oğlan sordu: “Peki ne işe yarar ki?” Antikacı sabırla

22

anlatmaya başladı: “Efendim zamanı evvelde tavada kavrulan taze kahve çekirdekleri, kavruldukça nemini kaybeder, hacmi küçülür ve rengi kahverengiye dönerken, o bildiğimiz nefis kahve aroması meydana çıkardı. İşte o kavrulan kahvenin birden soğumaması ve o aromanın kaybolmaması için özel bir kapta soğutulması gerekirdi.” O sırada kız da başını kaldırmış, dükkan sahibinin anlattıklarını ilgi ile dinliyordu. Antikacı cümlesini tamamladı: “İşte geleneksel kahve kültürümüzde bu soğutanlıkların yeri çok özeldir, ayrıca elinizde tuttuğunuz bu parça, zarif süslemeleri ile gerçek bir sanat eseridir.” Kız o ana dek ilk kez konuştu: “Tamam aşkım, bunu alıyoruz. Harika bir kül tablamız oldu!” Antikacı dükkanına bir sessizlik çöktü. Reşit Paşa Konağı’nın bu asırlık kahve soğutanlığı şimdi bir kül tablası oluyordu. Genç kız omuzundaki büyük çantasının fermuarını açtı, bu ilginç “kül tablasına” yer açıyordu. Oğlana seslendi: “Aşkım bunu aldık, hadi öde de çıkalım artık. Oğlan cüzdanına davrandı. Dükkan sahibi bir an duraladı, sonra yutkundu ve delikanlıya döndü: “O bir teşhir parçasıdır, onu satmıyoruz efendim.”


BARAKA 23

Yusuf Gökbakan “Biraz Londra, biraz Paris, biraz Milano katmalısın içine.” “Sahte okyanuslarda, samimiyetsiz dalgalar olur” diyorum ben de. “Katmalısın, buna mecbursun” diyor tekrar, hin hin gülümseyerek. Beynime yumru yumru bir fitne düşürme peşinde. Direniş… Tüm kalbimle! Pohpohluyor beni habire: “Sözün gücü var sende. Sana bir tek onu parlatmak kalıyor.” Sözün gücüne değil, sözü söyletene benim sorumluluğum, diyerek karşı koyuyorum yine. Direniş… Kuvvetlenen kalbimde! Sözü söyleten zaten parlatır sözü. Cilasız, saf bir parlaklıktır hem bu. “Sau Paulo, Sidney, Tokyo da olur şimdilik. Dene bir kere, denersen ne kaybedersin?” “Özümü, gönlümü, midemi… Midemi bulandırıyor senin saydıkların, cafcaflı iğrençlik. Hazmedemiyor, sindiremiyor işte kalemim boyalı çürümüşlüğü, parfümlü kokuşmuşluğu. Bana sizin alkışınız gerekmiyor, masallara karnı tok gayrı Doğulunun. Ben Doğu’nun tam ortasında, insan olmaktan memnunum. En güzel alkış, en anlamlı ödüldür onurum. Gururunu sunma bana iblisin.” Küçümser bir gülüşle büzülüyor dudakları. “Gerici” diyor, yüzüme değilse bile içinden. Bunu, o iğrenç ve alaycı gülüşü eleveriyor apaçık. “Bırak bu nutukları, yolun açık, kapama kendi elinle.” diyor. “Kendi nutkuma sarılırım senin nutuklarına kanmaktansa” diye cevabı tokat gibi indiriyorum pişkin yüzüne. Yeni bir hamle… “Ne var senin Doğu diye tutturduğun şeyde: Kan, nefret, ölüm. Sen sanatçısın, sanatta bunların yeri yok; kır kabuğunu.” “Benim kabuğumu siz, yıllar önce kırdınız zaten. O kanı, o nefreti, o ölümleri siz ektiniz bu kutlu coğrafyaya. Kendi insafsızlığınıza modernizm adı verip pisliğinizi gizlemek için tüm uğraşınız. İnsan olma vasfınızı da yitirdiniz bu arada, farkında mısınız? Ben mazlum olmayı, mazlumdan yana olmayı, mazlumun sesi olmayı yeğlerim. Sizin zihninizdeki gibi bir sanatçı olmaya ne bir talebim, ne de bir gayretim var. Ben Mutlak Sanatçı’nın eseriyim senin gibi. Sadece ben bunun farkındayım, sen değilsin. İçinde insanlığın emaresi olmayan bir medeniyetsizliğe mi beni davet ediyorsun? Kusura bakma, yapamam! Ben barakamda mutlu ve onurluyum. Sen bilmezsin o huzuru ve onuru.” Hiddetleniyor, köpürüyor, hakaretler savuruyor sanki. Bense onu ne görüyor, ne duyuyor, ne de önemsiyorum. Ben bir tek Mutlak Sanatçı’yı önemsiyorum.

Bu halim daha bir zıvanadan çıkarıyor acınası sözcüyü. İblisin sözcüsü! İnadına çokça İstanbul, çokça Konya, çokça Anadolu katıyorum sözlerime. Epeyce Grozni, Kabil, Arakan. Olabildiğine Kahire, Şam, Bağdat. Tıka basa Gazze. Ve alabildiğince Kudüs, Yesrib, Mekke. Söz ve dize dergâhında parlıyor böylece sanatçılığım, git gide. Direniş… Huzur yoğuran bir tekke! Sarıp sarmalıyor her hücremi bu huzur, aşk yoğuruyor bu tekne. “Hamuru da mayası da Doğu benim kalemimin. Var git barakamdan. Acılarımıza olsun bari saygı duy.” Hamlesi tükeniyor ikiyüzlülüğün. Şah ve mat! Dayanamıyor, aldatıcı reklamını da koyup heybesine, ardına bakmadan topukluyor, geldiği o Batı denen dehlize, salyalarını döke döke. Kaybolmaktansa, kaybetmeli vaat edilen sufli geleceği. Yaratımışların en şereflisi olduğunu bilen her insan bunu yapabilmeli. Terk etmiş de olsak yeniden dönmeliyiz o eski barakamıza. Harap da olsa onarmalıyız yeniden o lekesiz yeri. Paslarını sökmeli, pusunu gidermeli. Baharları içimize getirmeli.

ANKET SONUÇLARI EdebiyatHaberleri.Com anket sayfası ve Hayal Bilgisi’nin sosyal medya hesaplarında üç ay boyunca devam eden anketlerimizin sonuçlarını ilk kez paylaşıyoruz. Türkiye’de e-kitap fiyatları basılı kitaplara göre yeterince düşük mü? % 17 Evet % 83 Hayır Ülkemizde kitap fuarları organizasyon sürecinde tarafsız mıdır? % 23 Evet % 77 Hayır Türkiye’nin en başarılı kitap yayıncısı kimdir? % 39 Can Öz (Can Yayınları ) % 15 Mustafa Kutlu (Dergâh Yayınları) % 9 Yelda Cumalıoğlu (Destek Yayınları) % 8 Nihat Tuna (İletişim Yayınları) % 7 Vedat Bayrak (Everest Yayınları % 22 Diğer



13 25


13 26


13 27


13 28


BU BENİM HİKAYEM Ayşe Ünsal

B

29

unları da unutur mu diye düşünüyordu çayın suyunu çekerken. Ülkede dünya kadar acı birikiyordu, sonra yaşadıkları… Zaman yoksa sadece güzel anılara mı kıyıyordu onun için? Sofrayı yine en renkli ve güzel şekilde hazırlarken, içinde bir güneş doğuyordu sanki.

Kışa adım adım yaklaşırken güneşin yazdan kalma günlerden birini daha vaat ettiği bir sabahtı. Güneş umudun en gerçek haliydi belki de; her gün doğuyordu yeniden, ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın, kimler giderse gitsin. Karanlığı kaldırıyordu usulca dünyanın üzerinden sırayla. Allah’ın “ol” demesi yetiyordu. İnanca yaslandığında daha kolaylaşır her şey, çabaların ağırlık vermez, kendiliğinden oluyormuş gibi. Kimsenin akıl sır erdiremediği bir düzende her şey yerini bulur. Annesine Alzheimer teşhisi konalı neredeyse iki yıl olacaktı. İlk defa gecenin bir vaktinde gelen o telefonla içine ağır bir şüphe düşmüştü; yanında tanımadığı biri olduğundan, nerde olduğunu bilmediğinden bahsediyordu kızına. Sık sık çevirdiği numaranın alışkanlık sonucu mu aklında kaldığını yoksa unutmadıkları arasına mı gizlendiğini çözememişti sonrasında da. Nasıl ulaştığını bilememişti o gece ailesinin kaldığı eve. Ortada yabancı biri yoktu, annesi evindeydi. Ama tuhaftı bir şeyler. Yabancı birine bakar gibi bakıyordu annesi, o bakışta yanıtını arayan bir soru vardı. Babasını göstererek, “bu adam eve girmiş nereden girmiş bilmiyorum” diye şikayet ederken adamcağız ıslak gözleriyle, “kurban olayım beni tanımadın mı, ömrünü paylaştığın aşını bölüştüğün adama bunları nasıl söylüyorsun?” diyordu tekrar tekrar. Dünyanın insanın başına yıkılması tam olarak böyle bi’şeydir. Bu hissi doğurur içinizde, ne zaman çıktığını bilmediğiniz bir yangının içine düşüvermişsiniz gibi, annesinin elini bir anlığına bırakan bir çocuğun kayboluşu ve o eli bir daha hiç tutamayacak olması gibi. Öyle bir çaresizlik oturmuştu boğazına o gece, bunca zamandır yutkunamadı… Ne zamandır durum böyleydi, nasıl fark etmemişti, aklı kabul etmek istememiş miydi? Öyle ya unutulan yemek tarifleri, sürekli sorulan basit sorular, ardı arkası kesilmeyen takıntılar… Sonunda her şey silinmişti işte, sanki önemli bir antlaşmaydı hayat, altına herkesin imzasını attığı; şartnamede yazanların hepsi gitmişti. Karşısındaki insanın sadece yüzü tanıdıktı artık. İfadeleri yabancı, konuşmaları sert ve hırçındı. Ömrünü verdiği, saygısını her an “adının sonuna bey” koyarak tamamlayan o kadın evinden kovuyordu şimdi o çok sevdiği adamı. Yüzünde şekillenen acıyı düşündü bunların arasında. Bir silgi çocukluğunu silmeye başladı, annesinin şefkat dolu bakışlarını, düşündüğünde bile içine oturan o sıcaklığı, havanın kokusunu, günün rengini, birlikte yaşanıp anıya dönüşen her şeyi… O günden sonra her şey değişti, tam da acısının şekli gibi.

Hayatımızın belli dönemlerinde “unutmak” istediğimiz ne çok zamanı geride bırakırız oysa, bir daha karşılaşmasak dediğimiz ne çok insan kalır hafızalarımızın kıyısında, ne çok felaket, ne çok kayıp… Bütün bunları unutuversek derken aklımıza gelmez unutmanın aslında nasıl bir ızdıraba dönüşebileceği. O zamandan sonra annesini babasını aldığı gibi evine getirdi. Ancak kolaylaşır sandığı her şey daha da karmaşık hale geldi. Annesi gece odadan çıktığında bir daha yatağını bulamadı kendi başına, tuvaletin, banyonun, mutfağın yerini bulamadı. Bu durumun huzurun aksine huzursuzluk ve karmaşa doğurduğunu anlayınca eşinin de desteğiyle ailesinin evine o taşındı. Çünkü çoğunlukla kendi evi olarak bilmese de artık, annesinin alıştığı evdi orası. Ya alıştığı yüzler; onlara ne olmuştu? Kimse tanımasa da olurdu dedi işte o zaman, annem tanısaydı beni yeterdi… Ama olmadı, bazen hemşire bazen bakıcı, bazen temizlikçi, bazen bakıp bakıp kim olduğunu çıkaramadığı bir yüzdü artık kızı da. Bir evden başka bir eve taşındığınızda hissettiğiniz yabancılık zamanla kaybolur, tatile çıktığınızda gittiğiniz yere bir süre yabancılık çekersiniz, yeni bir işe başladığınızda arasına katıldığınız iş arkadaşlarınıza alışmanız bazen beklediğinizden de uzun sürer, başka bir şehrin havasına teniniz bile uyum sağlayamaz uzun süre; ya bu durum? İnsan annesinin, en sevdiğinin, ilk vatanının değişmesine nasıl alışabilir? Günler geçiyordu. Gecelere ve gündüzlere gözyaşları karışıyordu, sanki ağladıkça kolaylaşabilirmiş gibi bir şeyler, sanki daha dayanılır olabilirmiş gibi. Kızını çoğunlukla unutup karıştırsa da güvendiği tek adresti o. Oysa ondan başka dört çocuğu daha vardı, üçü şehir dışında olduğu için ancak tatillerde görebildiği. Bir aklı unutmaya iten şeylerden biriydi belki de bu; hasret… Özlemek. Özlemeyi unutmak, yaşanan zor zamanların ağırlığını beynin hamallığından kurtarmak. Kim bilebilirdi. Her şey zaten çok zorken daha zoru olabilir miydi diye düşünmüyordu bile insan, ancak daha zor zamanlar da geldi. Bir gece annesinin çığlığıyla zaten bölük pörçük olan uykusundan irkilerek uyandı. Odasına koştuğunda onu yatağın yanına uzanmış bir şekilde buldu, yerinden kıpırdatamıyor, kaldırmaya çalıştıkça annesinin acıyla dolu haykırışları karışıyordu karanlığa. Önce ne olduğunu anlamadı, ta ki ambulansın sireniyle gidilen hastaneden, yapılan tetkikler sonucu kalçasının kırıldığını öğrenene kadar. Alışmak ve o duruma hamdetmek için geç kalmıştı sanki. Artık daha zoru bekliyordu onu. Eşi ve uzağındaki kızıyla oğlu en büyük destekçileriydi.


30 Ama bu durumu sırtına alacak olan kendisiydi. Geçmiş olsuna gelip giden birçok insan acıyıp üzülerek, “ah yazık, bu yaştan sonra iyileşmez de” diyordu güya duymasın diye sessizce. Ve annesinin durumu giderek ağırlaşıyordu. Artık yattığı yerden kalkamıyordu annesi, gözleri açık halde hayaller görmeye başladı. Etrafında çocuklar görüyor, başının üzerine eğilmiş dalları olduğunu zannettiği ağaçlardan türlü çeşit meyveler toplayıp yiyordu. Annesinin küçük kızıymış gibi davranıyordu bazen, bazen de geleceğini hayal ettiği misafirlere yemekler hazırlıyordu hayalinde; elleri sürekli hareket halinde. Dış dünyayla bağını neredeyse tamamen koparmıştı. Geceleri sesi daha da yükseliyordu, ışık açık kaldığında kapattırmaya çalışıyor, karanlıktaysa korkuyla ‘ışıkları yakın’ diye bağırıyordu. Annesinin bu durumu kısacık uykularını da elinden alıyor annesiyle hiç iletişim kuramaması, onu giderek daha büyük bir çaresizliğe itiyordu. Bu zor günlerde annelerinin son günlerini yaşadığını düşündüğü kardeşleri sırayla izin alıp gelmiş, birkaç gün de olsa ellerimizden ne gelir diye düşünerek bir şeyler yapmaya çalışmışlardı. Ancak anneleri hiçbirini tanımadı. Kızının yaşadığı o ilk travmayı kardeşleri de en ağır şekilde yaşadı. Herkes birbirine sarılıp ağlıyor, alışmamız lazım, hepimiz bir gün gideceğiz türü cümleler kuruyordu. Babası içinse durum daha acıydı belki, ömrünü geçirdiği kadın, çocuklarının anası, evinin güneşi, eli kolu kayıp gidiyordu kollarının arasından. Sık sık gelip başını okşuyor, ateşine bakıyor, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını soruyor, ancak hiç yanıt almadan hüzünden ağırlaşmış kalbiyle sessizce odasına çekiliyordu. Herkes kendini ümitsizliğe terk etmişti. İşte bunlar yaşanırken kızı durdu, “hayır” dedi, “Allah büyük, annem güçlü kadındır, dirayetlidir, neler atlatmadı ki, bunu da atlatacak, iyi olacak, birlikte başaracağız bunu!” Kardeşleri, onun durumu kabullenemediğini düşünerek telkinlerde bulunuyorlardı. Hiçbirini dinlemedi. O’na inanıyordu, kimse denemeden ve yaşamadan bilemezdi neler olacağını. Kabullenmek için erkendi. Allah tarafından kuvvetlenen inancı, asla geri adım atma diyordu adeta. Sonunda herkes gitti, ara ara telefonla annesinin durumunu öğrenerek evlatlık görevlerini tamamlıyor, içlerini rahatlatıp gündelik hayatlarına dönüyorlardı. O yılmadı, çareler düşündü, öğünlerini ve ilaçlarını düzenli bir sıraya soktu. Bunların yanı sıra, ballar, polenler çeşit çeşit ek besinler ekledi öğünlere. Her şeyin bir faydası vardı zira Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamış, hiçbir derdi boşuna vermemişti. Sürekli yattığı için sırtında yaralar oluşabilirdi, sık sık sırtını kontrol ediyor, yastıklarla destekliyor, çeşit çeşit kremler deniyordu. Annesi zayıftı ancak kendinde olmadığı zamanlar ki bu nerdeyse tüm zamanlardı, ağırlığının hepsini kızına veriyordu.

Annesiyle babasının bakımının yanı sıra, evin ihtiyaçları da bitmiyordu elbet, kocası akşama kadar işteydi, fırsat buldukça eli kolu dolu geliyordu zaten, aynı şehirde yaşayan erkek kardeşiyse sık sık işi gereği yurt dışına çıkıyordu. Ve o kendisi yapabilecekken kimseden bir şey istemezdi, öyle öğrenmişti ailesinden. Sonuçta bunların da bir iş olduğunu onun hatırlatması gerekmezdi. Bir eve her şey lazımdı, alışveriş, ilaç yazdırma, temizlik, yemek, bulaşık, gelen giden misafirleri ağırlamak, telefonlara cevap vermek, görevlerinin en temel başlıklarıydı. Ama hepsinin üstesinden gelirdi, yeter ki annesi ilerleme göstersindi… Zaman ilerliyordu, annesi yavaş yavaş kalkmaya çalışıyordu yerinden. Ancak dış dünyayla iletişim kurmaya başladıkça unutkanlığının etkisi de artıyordu sanki; evine gitmek içindi kalkma çabaları. Çocukluğundaki o bahçeli eve gitmek istiyordu, annesinin çağırdığını sanıyor, bana kızar diyordu kimi zaman. Ya da bi anda evli olduğunu hatırlayıp kocası onu yanında göremezse yaygarayı koparıyor benim burada ne işim var diyordu. Hatta bir gece nasıl olduysa kırığın acısını unutup kendini balkon kapısının önüne kadar sürüklemişti, sesi ne kadar yüksek çıkıyorsa o kadar yüksek bağırıyordu beni çıkarın evime gideceğim diye. Kızı o an nasıl büyük bir yük taşıdığını ve nasıl yalnız olduğunu düşünmüştü. Nasıl çaresiz… Annesini kollarından tutup sarsmak, ondan daha fazla bağırmak, nolur artık kendine gel demek istemişti. Dua etmişti durmadan, gecenin bir yarısı eşini çağırmış birlikte sakinleştirip yatağına yatırmışlardı annesini. Günde bazen 1-2 saat uyuyabiliyordu, bir insanın dayanabileceğinden fazlaydı sanki yaşadıkları, ara ara da olsa umutsuzluğa düşüyor ancak Allah’ın kalbine ektiği o umut tohumunun büyümesini de içten içe azimle bekliyordu. Uzaktaki kızıyla ve oğluyla konuşmaları terapi gibi geliyordu ona, ellleri elinin üzerinde olsun isterdi tabi ki, bunu kızı ve oğlu da çok isterdi ama uzaklığı da aşan bir yakınlık vardı aralarında. Onların atan kalbini her daim hissediyordu yanında, dualarını ve eksiltmedikleri seslerini. Ta ki bir akşam saatlerinde çalan kapının sesi kızını getirene kadar. Kucaklaşmalar, mutluluktan akan yaşlar, sürprizin rengine karışmıştı. Annesinin o çok sevdiği torunu, ilk göz ağrısı, karşısına çıkmıştı. Ve ufacık bir mucize belirdi annesinin gözlerinde, dudağının kenarına kıvrılan bir tebessüm, tanıdık bir bakış. Düşerken ucunu yakaladıkları bir ipti bu ve ona sıkıca sarıldılar. Günler ilerliyordu, bu umut kıvılcımı ufacık güzellikler de doğuruyordu. Annesini arkasından tutarak yürütmeye başladı, artık mutfağa bile getiriyordu, kahvaltı için. Birlikte ilk kahvaltı sofrasının menüsü mutluluk gözyaşlarıydı; babası alkışlayıp sofranın gülü gelmiş diye sevincini gözyaşlarından sunmuştu kadınına.


31 Ardından kontrol günü geldi; doktor çekilen filmlerin neticesinde bir mucizenin haberini verdi: “Bu kadar kısa sürede, kırık iyileşmiş!” Bu haber birlikte kutlandı. Bu bir zaferdi. Kimse bilemezdi, Allah bilirdi! Son-

rasında bir sabah kendi kendine kalkıp yürüdüğünü gördü annesinin, abdest almaya gidiyordu, onca zaman gözleriyle rekatlarını unutarak da olsa kıldığı namazı bundan sonra oturarak kılmaya başladı.

Hafızasından yaşadıkları film şeridi gibi geçerken kahvaltı sofrası da tamamlanmıştı, sıra annesiyle babasını öperek uyandırmaya gelmişti her sabah yaptığı gibi. İçeriye geçeceği sırada bir ses duydu, annesinin sesiydi bu; uzun zamandır seslenişini unuttuğu annesinin, adımı bile unuttu dediği annesinin: “Tülay’ıııım nerdesin evimin güzeli, bu sabah size hamur kızartacağım.” Bu gerçek mucizenin sesiydi, bu Allah’a ettiği dualarının kabulüydü, bu inandıklarının koşarak gelişiydi. O sabah güneş Tülay için ilk defa doğar gibi doğdu… Herkes acısını içinde bölüştürür, aylara, günlere, saatlere, bazen dakikalara böler; daha dayanılır olsun diye. Herkesin acıdan alfabesi başkadır. Herkesin sınavı büyüktür kendine göre, ancak umut her zaman vardır. Bu bana göre bir başarı hikayesi, bir kahramanlık hikayesi, bu benim annemin hikayesi. Ne kadar yanında olmaya çalışsak da yalnız ve güçlü bir şekilde sınavını veren, kimsenin yokluğundan şikayet etmeden şükreden, inanan ve sadece Allah’tan isteyen. Canım annem seninle gurur duyuyorum, seninle ve babamla… Ama sizden tek bir şey istiyorum bi gün sakın beni unutmayın olur mu.

ETYER TEYZE* Cihat Şit

B

en her sabah otomatik motoru ve galvaniz kaplaması olmayan yamuk yumuk üç adet sac kepengi yukarı iter ve ardından fotoselsiz bir kapı açardım. Her sabah altı otuzda. Köy minibüsleri kapısını uykulu uykulu açtığım dükkana yanaşırlardı. Ara sokakta olan dükkanımız güneş doğduktan birkaç saat sonra ancak ışık alabiliyordu. Kışın öğleye kadar tan vaktimiz sürerdi. Ben bu süre zarfında ısınmak için yazın bile tabiri caizse dükkanı hırsızlara emanet edip dış kapının öte yerlerinde takılırdım. Yine o arada bulunan mobilyacının kırklı yaşlarda sigaradan yüz hatları asfaltı çatlak yola dönüşmüş, dudakları tümsek şeklinde olan bir çalışanı vardı. Adı Yaşar’dı. Bir sabah yine sigara almaya geldi Yaşar. Daha Bismillah, siftah açacağım iki liralık kaçak sigara için ellilik para uzattı bana. Benim kendimi disleksi hissettiğim zamanlarımdı. Disleksi anneleri geçen gün bir yerde okudum çocukları için çok zeki diyorlarmış ama dolmuşa bindiler miydi yirmi liranın üstünü hesaplayamıyorlarmış. Ben de elli liranın üstünü vermek için sağ cebimden üç beşlik çıkardım sol cebimden bir yirmilik kasada dünden kalma birlik ve elli kuruşluk bozukluklar derken Yaşar da bastı figanı “hadi lan çabuk bir türlü veremedin şu parayı” diye kepenk gibi gıcık bir hırıltı çıkardı. Yaşar’a baktım, sigaraya baktım, ellilik paraya baktım, sigaramı geri aldım. Yaşar’a tekrar baktım, parasını yüzüne geri çarptım. Bağırma sabah sabah, diye buna çıkıştım. Yaşar geri basıp çıktı dükkandan. Beş dakika sonra ısınmak için bir çay söylemeye yukarı çayevine gittim, dükkan yine hırsızlara emanet. Ama çayevinden dükkan görünüyordu. Ben çaycı İbo’yla muhabbete daldım her zamanki gibi, tam o sı-

rada İbo “abi bak küçük müşterilerin var” dedi bana. Ben de on beşli yaşlarda üç küçük çocuğa istediklerini vermek için dükkana yöneldim. Biri içeriye girmişti ikisi kapıda bekliyorlardı. İçerideki beni arıyor diye düşünmüştüm, yanılmışım. Dışarıdaki iki velet beni görünce içeridekine de seslenip topukladılar. Ben içeridekini kaçmadan kapıda enseledim. Zaten küçük zıpıra yapacak bir şeyim yok ama “acındırırsan arsız acıktırırsan hırsız” atasözüne binaen bunu acıktırmışlar deyip cebinden çıkardığı on adet yirmi beş kuruşluk keki ona geri verip, hadi git dedim. Bu çikolata soslu fındıksız kekleri daha dün toptancı getirdi. Bir paket bıraktı, hatta paketi açıp ön rafa koydu “sat beğenirsen yine getiririm abi” diyerek gitti. İlk defa görmüştüm bu perakende kılıklı toptancıyı. Kasanın olduğu taraftaki camdan baktım, Yaşar soğuk ve kurak iklimin boz renkli toprakları gibi podzolik bir hal almış yüzünü yıkıyordu. Az sonra kollarını da yıkadı dirseklerine kadar. O sırada depremde hasar görmüş caminin minaresinden sela sesi yükseldi. Mükremin diye bir erkek çocuk vefat etmiş. Akşama doğru sosyal ağlarda cirit atarken bir de baktım gıda zehirlenmesinden vefat eden bir çocuktan bahsediliyor. “Saat on dört sıralarında kaldırıldığı hastanede tüm müdahalelere rağmen ne yazık ki kurtulamayan Mükremin ailesini hüzne boğdu” diye yazan yerel bir gazetenin sosyal paylaşım grubunda gördüğüm resim sabah bizim dükkandan kek aşıran çocuktu. Gıda zehirlenmesini de otopsi sonucunda ertesi gün gazetede gördüm. Olaydan iki saat evvel yediği unlu bir mamulden zehirlendiği teşhisi konulan Mükremin… Bu çocuk seladan iki saat önce bizim dükkandaydı, kek aşırdı, muhtemelen kendisini bırakıp kaçanlara inat o on keki de kendisi yedi ve…


32 Ulan nasıl olur, insan on kekten de ölürse o zaman… Mükremin öldü. Ben telaşlıyım, o kek kutusunu arıyorum ama dün boşalan o kutuyu çöpe atmıştım. Şimdi gözüm o toptancı müsveddesinde ama nafile. ilk defa rastladığım o adamı bir daha göremedim. İki ay geçti polis falan ha bugün ha yarın dayanacak kapıma dedim. Polislerin benden ve o bir çocuğun hayatına mal olan kekten daha önemli işleri vardı. Çünkü ortalıkta puslu bir hava vardı. Ben de korkumdan gitmedim karakola. Güvenlik kameraları, mobese falan desen, o da yok. İki ay geçti. Artık ben de dükkanı babama bıraktım ve her sene yaptığım gibi yine yeni işler halletmeye karar verdim. Laf aramızda üç senedir başımın belası bir iş var. “İş” garip bir tempoda, her şeyi bir tarafa bırakıp yoğunlaşmak ve olabildiğince hızlı memur olmak girişimi. Adnan, Uzun Hasan ve Piton lakaplı diğer Hasan, Konya’da bir teyzenin kendilerine yardımcı olduklarını, çarşıya yakın bir apartmanın bodrum katında kaldıklarını ve gayet iyi bir çalışma temposu yakaladıklarını söylediler. Ben gireceğim memurluk sınavı gelip çatmadan kararımı verdim. Pılımı pırtımı topladım ve yola koyuldum. Konya’ya vardım yerleştim bende o bodrum kata Adnan, Piton ve Uzun’un yanına. Arada bir, teyze bugün şöyle söyledi bize akşam yemeğini o getirecekmiş falan diyorlardı bana. Teyze kim diye bayağı meraklandım. Derken bizler yine hızlı bir tempoda çalışmak için toparlandık. İki aydır evinden ayrılmış olan Piton’un hanımı yol gözlüyordu ve Piton arada telefonda minik yavrusuyla konuşuyordu. Piton yine mutfakta ailesiyle telefonda konuşurken ben buna “gelirken çayı demle getir” diye bir mesaj attım. O sırada dersten sıkılan Adnan ve Uzun Hasan dart tahtasına birer okçuk fırlattılar. “Var mısın yarışa Hamza” dediler bana. Ben de dur şu sigaramı bitireyim dedim onlara. Baktım Adnan da ateşledi bir sigara. Uzun Hasan zaten bizimle sigara yakmasa çatlayacak ama adam dudak tiryakisiydi, sigarayı telef etmek için yakıyordu adeta. Merdivenlerden biri aşağıya doğru, bodrum kata doğru iniyordu, ayakkabı sesleri tak rak diye geldi. Adnan “hemen söndürün şu sigaraları teyze geldi” dedi. Bunlar teyzenin yanında sigara içmiyorlardı. Söndürdüm sigaramı ve hemen yan tarafımdaki pencereye uzandım açtım camı. Biraz sonra içeride şaşkınlıkla izlediğim sohbeti koyu olan bir teyze vardı. Bir ay oldu kaldığım. Git gel derken alıştım ben teyzeye ve o duygulu hallerine tabii. İstisnasız her anlattığının sonunda duygulanırdı teyze. Adnan da onu sakinleştirmek için elinden geleni yapardı. Uzun Hasan ise o gittikten sonra üzülen biriydi. Bir ay sonra teyzenin bir torunu olacaktı. Arada Adnan torununa lazımsın deyip teyzeyi güldürürdü.

Teyze yine çok sıkılıp yanımıza geldiği bir gün, bize başından geçenleri ağlayarak şöyle anlattı: “Beni yaşlı bir adama sattı ailem. Evlendiğimizin ikinci günü bu adamla trafik kazası geçirdik. O öldü. Dokuz ay sonrasında bir kız evladım oldu. Yalnız başımaydım. Memleketime çağırıp bir plan kurdular bana, tekrar iyi bir paraya beni yaşlı köftehorun birine satacaklardı. Kaçtım evden. Geri döndüm ölmüş kocamın evine. İsmimi değiştirdim. Bir fabrikada çalışmaya başladım. Ay sonunda fabrikadaki patron yardımcılarından biri bize maaşlarımızı elden dağıtıyordu. Patron yardımcısı bayandı. İsmi Semiramis’ti, onunla aramız iyiydi. Yine bir ay sonunda isim isim çağrıldık. Bu defa üç yüz altmış beş çalışana maaşları her zamankinden farklı olarak Semiramis değil de patron ortağı dağıtıyordu. Bana kimliğini çıkar dedi. Kimliğimi çantamdan çıkarırken onu yere düşürdüm. Hemen uzandım ama patron ortağı erken davrandı ve kimliğimdeki medeni hali yazan yeri gördü. Bana sen bu zamana kadar evliyim kocam da şehir merkezinde çalışıyor dedin, ne iş çeviriyorsun sen dedi. Beni “doğruyu anlat yoksa seni fabrikadan atarım” diye tehdit edince ben de kocamın öldüğünü anlattım ona. Adam zaten bayan çalışanlara sarkıntılık yapacak derecede hovardaydı. Benim üstümdeki ters gözlerini fark eder etmez bunu diğer ortağına şikayet ettim. Ama nafile. Bu hovarda adam onu sert bir dille terslediğim bir vakitte “tamam kızıp rezil etme beni” deyip bana daha rahat ve biraz daha iyi paralı bir sahada iş vereceğini söyledi. Bisküvi fabrikasında gizli bir oda gibi kullanılan yerde yeni işimi bana verdi. Bu hınzır adam benden dışarıdan gelen bisküvi kutularına mühür gibi bir damga basmamı istiyordu. Ben de her gün azar azar gelen bisküvi kutularına bu damgayı basıyordum. Zerre okumam yazmam yoktu. Bu damgadaki yazılar neyin nesiydi bilmiyordum. Çalıştığım o koca odanın kapısı bir apartman kapısı gibiydi kapı dürbününe sahipti. İçeriye bu hınzır patron ortağı dahil kimseyi almıyordum. Zaten güvenmiyordum ona. Her gün işimin hesabını eski maaş dağıtıcımız Semiramis’e vermek üzere anlaşmıştım. Semiramis bile ne iş yaptığımı bilmiyordu tam olarak. Fabrikadan yeni mamul bisküvi kutularına damga vurduğumu sanıyordu. Ama bir gündüz yanıma uğradı. Kapıyı ona açmıştım, dar günümde yardımcım oluyordu bu kadın. Fabrikadan yeni çıkan mal değil bu, dedi bana. Okuma yazma bilmediğimi biliyordu. Karton kutulara bastığım damgadaki yazıyı okuyunca şokta bıraktı beni. O bastığım damga son kullanma tarihini gösteren bir damgaymış. Gelen bisküviler ise dışarıda zamanında satılamamış ve fabrikaya geri getirilen ürünlermiş. Ben de bunları tekrar satmaları için bu damgayı basıyormuşum habersiz. Semiramis bu yaptıkları şeye içerlendi, en az benim kadar sinirlendi. Ona ne yapmamız gerektiğini sordum. O gün iş çıkışı birlikte polisin yanına gittik. Polis bana, “sen işine devam et,


33 bir ay boyunca o koca odayı olabildiğince doldurmaya çalış” dedi. “Anlaştık” dedim ve işimi daha hızlı yapmaya çalıştım. Bir ay geçmeden binlerce bisküvi kutusuna sahte son kullanma tarihi damgasını basmıştım. Semiramis’e “iş tamam” dediğimde ise polisi arayıp işin tamam olduğunu, artık gelebileceklerini söyledi. Aslında o bir ay boyunca polisle işbirliği halindeydik. Neyse, ihbarımızla polisler fabrikayı bastı. Bizim gösterdiğimiz yerlerde fotoğraf çekip patronları savcılığa sevk ettiler. İki ortak yakalanıp cezaevine gönderildiler. Bu dolandırıcıların fabrikasına da mühür vuruldu. Semiramis’le işsizdik ama mutlu olmuştuk. Bir yandan da üzülüyorduk tabii. Daha önceden nasıl fark edemedik diye.” Teyze anlattıklarından sonra bir müddet sustu. Bana baktı “Acaba o mamullerden birileri zehirlenmiş midir evladım?” dedi. Ben teyzeye yüzüme iğne batırıyorlar gibi baktım. Teyze biraz daha ağladı. *Bu hikayede geçen Mükremin karakteri ve başından geçtikleri hayalidir. Teyzenin hikayesi, kişi isimleri değiştirilerek aktarılmıştır. Teyzenin ismi gizlenmiştir çünkü kendisini satan ailesinin kendisine asla ulaşmasını istemediğini belirtmiştir. Teyze şuan Konya’da yaşamaktadır ve öğrencilere yardımları devam etmektedir. Torunu beş aylık artık. Sanırım şimdi gülüyor.


YENİ KİTAPLAR HESAP GÜNÜ-Mustafa Kutlu / Dergah Yayınları

34

Musallada bir tabut, yeşil örtü üstünde, yapayalnız…

İkindi okunmuş, namaz kılanlar camiye girmiş, kılmayan kalabalık cami duvarına yanaşıp saçak altına sığınmış. Alafranga bir muhit; ama gelin durumu izah edin. Erkekler cami duvarında, kadınlar şadırvan altında. Haliyle haremlik selâmlık olmuş. Böyledir… Önce bir büyücek naylon top, pat-pat zıplayarak müezzinin bahçesine kadar gitti, mısırların arasında kayboldu. Topun ardından bir oğlan çocuğu altı, yedi yaşlarda; onun ardından aynı yaşta bir kız, mısır püskülü sarı saçlarını savurarak koştular. Hem koşuyor, hem gülüyor, hem cıvıl cıvıl konuşuyorlar. Mısırların arasında kayboldular. Çocuklar böyle bir rüzgâr estirdiler işte. Gökyüzünün karanlık çarşafı keskin bir bıçakla yırtıldı. Arasından güneş çıktı, beyaz bulutlar. Kuşlar ötmeye, çiçekler açmaya başladı. Şadırvan havuzundan su sesi geldi. Hayat olanca parıltısıyla cami avlusunu ışığa boğdu…

CENNET BÜLBÜLÜ MAHPEYKER KÖSEM SULTAN-Şeyda Koç /Okur Kitaplığı Mutluluk nedir ki Sultanım; ben sizin yanınızda elbette mutluyum. Ama sadece sınırlı zamanlarda ve sizin izin verdiğiniz ölçüde. Sizin yanınızda onurluyum, âşk doluyum. Lakin bu odadan dışarı çıkınca bütün gözler üzerimde. Ben ki; Ortodoks papazın babasının biricik kızı Anastasya, aşağılayıcı bakışlar altında! Sus Kösem! Kapat o şakayık dudaklarını, yakışmıyor! Kötü sözler çıkmasın şerbet kokan leblerinden. Her nefesin bir bedeli, her bedelin bir zamanı var. Senin bedelin âşkımız değil. Rabbime dua ediyorum, bu âşkımızda bizi büyük bedeller ile sınamasın Sultanım!

KIRMIZI RUGAN AYAKKABILAR- Stella Vretou /Koton Kitap İstanbul’un Rum halkı üzerine, yaşanmış ince ayrıntılarla kurulmuş bu güzel roman, bana çocukluğumu ve şehrin ahşap yapılarla dolu olduğu eski zamanları hatırlattı. Benzersiz, kıymetli bir kitap. - Orhan Pamuk Bir Rum ailesinin 19. yüzyılın ortalarında Zakinthos’ta başlayıp bugüne uzanan uzun yolculuğunu, bu ailenin tarihin kaderlerini mühürlediği tutkuyu, aşkı, yaratıcılığın sevincini, başarısızlığı, yalnızlığı, aile sıcaklığını tanımış erkeklerini ve kadınlarını anlatan etkileyici bir roman. Kırmızı Rugan Ayakkabılar


KÜÇÜK TIRTILIN HİKÂYESİ İdil Pişgin

35

Bilmeyen yoktu:

kez içine çekerek, yağmurun taze damlalarıyla son bir kez serinleyerek kendi iç dünyasına kapanmış. Ormanda şafak ile karanlığın hesaplaşması bitmeden, henüz kuşlar bile konuşmazken; değişim, tüm ruhuna süzülerek tırtıl suretini yok etmiş. Gözünü açtığında bir küçük hamleyle kanatlarını açmış. Evet, artık uçabiliyormuş. Gökyüzünde esen rüzgârın yardımıyla rüyasını gerçekle bütünleştirebilmiş.

Küçük bir tırtıla yaşama sevinci aşılayan tek sebep; özgürlüğün simgesi, sınırsızlığın habercisi, ümidin bekçisi olan renkli kanatlardı. * Bir varmış, bir yokmuş… Çok uzaklarda, yemyeşil ormanın derinliklerinde küçük bir tırtıl yaşarmış. Küçük tırtıla yaşama sevinci aşılayan tek sebep; özgürlüğün simgesi, sınırsızlığın habercisi, ümidin bekçisi olan renkli kanatlarmış. Her zaman rengârenk, cıvıl cıvıl kanatlara sahip olacağını hayal edermiş. O günü nerede ve nasıl yaşayacağını bilemese de bir gün hayallerine bile sığdıramayacağı güzelliklere erişeceğini bilip içten içe gururlanmış. Öyle ki, toprağı bedeninde doyasıya hissetmek veya sahip olduğu yalınlık artık ona hiçbir şey ifade etmezmiş çünkü tüm bunların ona başka bir kılıfta yükseklere erişmenin, süratle uçabilmenin, gökyüzünde sevinç çığlıkları atabilmenin vereceği heyecanı yaşatamayacağına inanırmış. Özgür olabilme düşüncesi tüm benliğini sarmışken ikiyüzlü olmayı kendisine ihanet olarak görmezmiş. Hem zaten tırtılken kelebeğe bürünmek ve geri kalan hayatını kelebek gözünden yaşamak neden tırtıl kişiliğine ihanet olsunmuş ki? Kim ulaşmak istediği kişilik ve sahip olduğu kişilik arasında bocalamamıştır ki diye düşünerek hep kendisini teselli edermiş. Günlerden bir gün toprağın ıslak kokusunu son bir

Renkli kanatlarının ahengiyle bir çiçekten diğerine uçarak şarkılar söylemiş. Çiçeklerin kokusuyla demlemiş özgürlüğü. Karanlık çöktüğünde bile ışığı kovalamış. Gece gündüz demeden gösterişe kanatlanmış. Gözleri yüksekte, hep en yüksekteymiş fakat bir türlü uzaklarda uçuşan martılar gibi hızlı ve kuvvetlice uçamıyormuş. Denizin etrafında süratle dolanan, bulutlara değercesine kanat çırpan martılara özenip, bu defa küçücük kanatlarından yakınmış. Gün gelmiş uçmaktan vazgeçip, bir köşeye çekilmiş. Martıların sevinç çığlıklarını dinledikçe yorgunluğun vermiş olduğu ağırlığı üzerinde daha da fazla hissetmiş. Kulağında dolu dolu martı sesleri, aklında masmavi gökyüzünde salınan bir çift beyaz kanatla konduğu yeşil bir yaprak üzerinde son nefesini vermiş. * Ne tırtıl biliyordu ne de kelebek: Masmavi denizi bembeyaz kanatlarıyla coşturan bir martının tek hayali, engin dorukların ardında, ta en yükseklerde bir kartal misali süzülebilmekti.


İLHAM VERENLER Hiç Ayakkabı Giyemeyen Ayakkabı Ustası

B

en Hamza Engin. Ayakkabı ustasıyım. Çocukken felç oldum. Ayaklarımda sorun oluşmasının nedeni, çocuk yaşta vurulduğum yanlış iğne ama bu duruma düştüm diye hiç yılmadım. 13 yaşında mesleğimi yapmak için bu işe girdim. Büyük ustalarımız vardı. Onlar beni kapıdan kovdu, ben bacadan indim misali gayret gösterdim. En sonunda “gel bari çalış, sen de bir ekmek kazan” dediler. Hayattan kopmayı hiçbir zaman düşünmedim. Mesleğimden de çok memnunum. Beni gururlandıran, beni mesleğime bağlayan şey şu; kendim giyemedim ama yaptığım ayakkabıları bir arkadaşımın ayağında görmek benim en mutlu anım oluyor. Onların yürüdüğünü gördükçe daha mutlu oluyorum.

36

Ben kendi ayaklarım için eskimez, nesli tükenmeyen bir ayakkabı kullanıyorum. Sürekli araba lastikçileri ile diyolagdayım, “artan şambrelleri bana verin” diyorum. Onlara özellikle kış mevsiminde uğrarım ve atmadıkları şambrelleri alır, ayakkabı niyetine kullanırım. Gerçekten çok dayanıklılar. Evliyim, 2 çocuk babasıyım. Çocuklarım daha küçük. Çocuklarım için yapacağım ayakkabıları onların ayaklarında görmek istiyorum. Haberin videosunu izlemek için QR kodu okutabilirsiniz.

Hayatımda hiç ayakkabı giymedim. Belki giyebilseydim, daha güzelini yapardım, belki de kendi yaptığımı hiç giymeyebilir, başkalarının yaptığına özenebilirdim ama en güzel duygu insanlara vermiş olduğum mutluluk…

Türkiye’nin İlk Arapça Kitap Fuarı Yapıldı Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi, müthiş bir heyecan ile aralıksız olarak İstanbul başta olmak üzere tüm Türkiye’yi edebi-kültürel etkinliklerle buluşturuyor. Kasım ayı içerisinde yapılan Arapça Kitap Fuarı, Türkiye için bir ilkti. Arapça kitaplar basan yayınevleri, TYB’nin Sultanahmet’teki merkezinin bütün duvarlarını kitaplarla süslediler. Etkinliği günler öncesinden Edebiyat Haberleri’nde duyurduk. Güzel bir proje olduğunu tahmin ediyorduk ancak böylesine tarihi bir etkinliğe dönüşeceğini tahmin edemezdik. Tarihi bir etkinlik oldu çünkü başta Suriyeli mülteciler olmak üzere, vatanından, toprağından, anadilinden kopmak zorunda bırakılmış binlerce kişi, Kızlarağası Medresesi’ne akın etti. Etkinliği takip edenlerden birisi, çocukların kitaplara bakışını fotoğrafladı ve altına şöyle yazdı: “Suriyeli çocuklar, Arapça kitaplara, annelerine-babalarına bakar gibi bakıyorlardı.” Tarihi bir etkinlikti çünkü zulüm altındaki coğrafyalardan bize sığınan binlerce insan bir araya geldi TYB’de. Şiirler okundu, imza günleri ve konuşmalar yapıldı. Bir an olsun boş kalmadı kitap fuarı. Mısır’da şehit edilen Esma’nın abisi de geldi fuara. Arapça yayın yapan televizyonların muhabirleri de. Planlanmayan tüm boş alanlar, saatler geçtikçe yeni kitaplıklarla, kitaplarla doldu. Yorgun ve ümitsiz mazlumlar, şiirden, öyküden, edebiyattan güç aldılar. Binlerce kilometre öteden, Hayal Bilgisi olarak Arapça Kitap Fuarı’nı gözlerimiz dolarak an be an takip ettik. Bu etkinlikte emeği geçen TYB’nin tüm

emekçilerini ve en çok da Hüseyin Akın ile Mahmut Bıyıklı’yı tebrik ediyoruz. Allah sizden razı olsun güzel insanlar! Arapça Kitap Fuarı’nda çekilmiş daha fazla fotoğraf için QR kodu okutabilirsiniz.


37 BİR HÜLYAYA DAİR Uğur Ortaç

yağmurlar yağardı gri tonlu köyüme ben o yıllarda yamalı çoraplar içinde dört mevsim sığmadan bir seneye her güne bir sene toprak damlarda bilyelerimiz düşünce ardından atlardı sevincimiz umut, mutluluk bir kaç durak ötede sessizce bekler sahibine sadık köpek misali bizimse damcı gelen damların ıslak odalarında sessiz çığlığımız çığlığımız soğuk odalarda ıslak ve sessiz bunca keşmekeşin arasında insan yüzlü atlar geçti köyümüzden nal çakılmış hüzün kişniyordu çok sonra nedensiz kafiyesiz kişneyen bir kısrağın toynağına yazılan methiye insan yüzlü atlar geçti köyümüzden fikrini eyer yapmış koşturuyordu maveraünnehir’den viyana’ya insan yüzlü atlar yürüdü ağlasa gözyaşının değdiği yerler yeşerecek bulutları arşın arşın dolaşan kestane kokulu hülyalarım susacak olsam yarın için kıyamettir gerçekler çok çok önceye fi tarihine ait bir kara ölüm gördüm sehpada o üç ayaklı sehpada bir kara ölüm gördüm sokaklarda kimsenin konuşmadığı herkesin kör ve sağır olduğu meydanda bir ölüm üç ayak bir de atından düşen insanlık kırat mağrur seremoni halinde devam ediyordu ölüm

bir kara ölüm gördüm yedi yaşındaki çocuğun gözünde o çocuğun gözleri yeniden hatırlattı oysa ağlamakmış unuttuğumuz hayatın koşuşturması içinde ağlamak hakkı elimizden alınmış yeni kimlik beyanıyla belki yeniden susuzluk mu, açlık mı, sefalet mi yoksa ilahi adalet mi eşkıya dediğimiz ruh ve hayal hırsızı onlar da iflasın eşiğinde kristal bir özlemin kırılma dönemi on sekizinci yüzyıl karanlıktan bahtiyar kaybettiği taht acının ta kendisi musa’ya dair bir izdüşümün peşinde sanatkar mikelenjelo umursamasa da özlem içinde kainat dizginini kaybetmiş deli taylara dair özlem saki kime ne sunduysa bir asırdır susuz atım insan yüzlü atlar terk ediyordu köyümü sancı desen değil zehir desen değil sokrat! baldıran zehrinden bize de bir kadeh zalime baş eğmişleri diline kement atılmışları zihni prangalı yiğit! ares’i hatırlayıp tek toynaklıların üzerinde nedensizce zehre susamaktı kader koca şehir, küçük insanları terk ederken haberleri yok bu deli taylar bu deli taylar yeniden yaşayacak yeniden şehirler kuracak hiç çekinmeden belki de yeniden batının zalim oğlu roma’nın kutsal ateşini doğunun irfanı için yakacak abluka altındaki benlik yeniden hiç beklenmedik anda yeniden köle pazarında yusuf ola ola zindanlar bizim içindir diyerek köyümü unutmadan ben’den uzak biz diyerek ölüp ölüp dirilecek o gri tonlu köyden çocuksu düşlerim içinde yeni bir sefer sonsuzluğa bitmeyecek bir sefer yorgunluğuyla yeniden insan yüzlü atlar yürüyecek


38 YAŞAMDAN DAKİKALAR Abdurrahman Balta

mozaik taşlar savrulur binaların hırçın yüzlerine çok uluslu çanaklar ve beton duvarları keser yolu yol, ikiye bölünür bir yerde tütmez bacalar sanki son ocağıdır yurdun öte yanda kurtuluşa çağıran zarif malta erikleri ezelden beridir böyleydi bu gidiş, bilirdim babamdan hazinelerin harabelerde olduğunu sorgulamazdım bundan harabelerin kimsesiz durumunu çökerken karanlık harabelere ve sokağa fırtınalı denizler gibidir arnavut kaldırımları üstünde, telaşla art arda vuran topuklar hiç çalınmayacak olan zillerin ıssızlığı andırır ve çiçekli balkonları yoktur şömineli evlerin sırnaşık bir kedi gibi gelir yalnızlık çocuk sesi olmayan sokaklara müzik durur bazen, sokağın ezgisi muhalif yaşamdan dakikalar satar eskici çok yıpranmış ömürlere ilahi bir nizamdır bu, her sokak bağlanır diğerine kim bilir ne yangınlar yanar mermerden gövdesinde

AJANDALAR Abdurrahman Balta

koynumda ajandalar biriktiriyorum zamanın canlı tanığı olan kan rengi kızıllıklar karışıyor mavi yeşil koruluklara ve açılıyor motorların sıcak ağzı geçmekte olan zamandan habersiz yüzyıllık ovalar parselleniyor şimdilerde çorak gönüllerden bir çocuk ağlıyor gözyaşı akan tünellerde -ki o tünellerdirsonunda hayat ışığını barındıran karanlık çağları, alaca uçurtmalara bağlayan bir filistinli çocuğa

ÇAYA DÜŞÜLEN ZEYL Abdurrahman Adıyan

şu ince belli bardaklar kaşığın dans pisti midir bu tını, bu melodi bu kaşığın bardakla cıngılı buharın alıp alıp başını gidişi muhabbetin bir lahzada dost rengi vermesi dem tutması şu ince belli bardaklar kaşığın dans pisti midir -demle suyun dansıdır çay

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

YOKLUĞUN Tunay Özer

bir çocuk susmasını öğrenmişse artık içindeki özsuyla birlikte kuruyan dal bir bahar portresi bırakır boşluğunda ve öyle düşer o nehir söyleşiden şiire otururken yüzün belirir suda dünya küçük bir köy olur şiirimi yoksul ateşleriyle yakarım sahtiyan ipeklere sinen keder bir çocuğun erkenden büyümesi gibidir yokluğun olmazsan hüzünle beslenir bu kalp


39 İNANCIMIZ MEMLEKET KOKUYOR LEYLA Arif Onur Solak

hazırlan leyla, yorgun bir akşam daha geliyor üstümüze yaramız, kaldırabildiğimiz acılar kadar sonrası, leylin son şarkısı kelimelerin bizi tükettiği kadar varız direndikçe bizden iltihap kapan sisteme çoktan armağan olmuştur varlığımız yasak sorulardan ve reklam anonslarından romantik devrimcilerin sloganlarından ve geç kaldığımız tüm zamanların içinden geçiyoruz yazıldığı gibi okunmuyor burada yaşananlar bana türkçe bir inkılâp söyle kendimi resmi tarihten aşağı atayım iradesi işgal edilmiş bir coğrafyada salyangoz sırası bekleyen proletarya en büyük yarasıdır göğsümüzün eiffel kulesi’ne ve paris’e inanan müminler türk lehçesi bir latinceyle gülümsüyor, anlamıyorum oysa en çok istanbul’a inanmıştık, kudüs’e ve mekke’ye rahle-i tedrisatından geçerdik dervişlerin dünya boşluğa düşerdi, biz kendimizden giderdik hangi yurdun sürgünüyüz şimdi ah! gelişmekte olan ve sürekli gelişemeyen sevgili ülkem kredi kartı kıbleyi gösteriyor diye kendini güvende hisseden müslümanlar sözün burasında kahrolsun emperyalizm demek istemiyorum bu çağın çağdaşlarından çok sıkıldım leyla zaman geriye doğru akarken kafamın dikine gidiyorum tam bu noktada başlıyor yenildiğim bütün çelişkiler bir şeyler diyorum leyla tanzimat’tan beri yanlış gidiyor muhtıra baykuşları ve aptallar hep aynı nakarat “benim babannem de başörtülüydü ama” diye başlayınca bir cümle eziliyoruz cebri yürüyüşler altında inancımız tehlikeli bir sanıktır artık korkma leyla, kaybedecek bir şeyimiz yok “lâ tahzen, innallâhe meanâ” çünkü biz ayı ikiye bölen mucizeye bir kere inandık bana şarklı bir şarkı söyle ümmü gülsüm’den kendimi asrın en büyük hüznünde tutayım sıradaki şarkı bize değil leyla ilk yol ayrımında memleketten uzağa düşenlere gelsin


40 KEDERLİ OYUN Ahmet Menteş

hiçbir şey güzelde devşirilmiyor artık gök karıncalanıyor ve bir anlamı kalmıyor üzüm sabahlarının ey nemli güneş deryasında yıkanmıyor yüzüm sabahlarının kuzey soğuğunun yemeğini saçlarında yemek isterken bir çocuğun şafağında seğiriyor gözüm sabahlarının çocuk ki seyredilen yazgılardan habersiz bir oyun tutturmuş oynuyor bir oyundan habersiz eski yıllardan yeni yıllara gelen başını karanlık kumsalda kuma gömen ve çocukları eskiten bir oyun bu oyunları eskiten zaman gibi zaman zaman akla akan menderesler oluşturup yavaşlayan setler oluşturup duraklayan bir nehir gibi zehir gibi en çok çocukları öldüren

RİNG

Hülya Acet ağır ağır yürümekteyim kainatı yırtıyor ayaklarım ringimde sivrildi taşların devrilen suları

çocuk ki hep geç ölmek için dünyaya gelen kırılgan beşiklerde büyütülen

kanaryasız ağaçların menzilinde sapan kaldım hep

anne ölümün kokusunu hep erkenden alan bunu çocuğa bildirmeyip ağlayan ağlayan çocukla ağlayan ağlayan anneyle ağlayan bir melek var bir iblis var gülen beslenen domuz yemiyle seslenen kuduz sesiyle

niyedir hiç ses etmedim içimdeki serçelere yarısı çok tarumar yarısı bir ihtimaldi

bu sesten korkmayan bir baba var uzakta baba uzaklığı kadar uzakta anne yakınlığı kadar yakında kav gibidir onun yüreği aslında bir kıvılcım görsün yeter ki en sevdalı yerinden tutuşur tutuşur efendim sizin de son ekmeğiniz emeksiz yemeğiniz tutuşur

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

toprağın avlusuna gömülü boşluklarım ıssızlık ve gürültü ağır ağır yürümekteyim durursam yeryüzü bitti say


41

HÜKÜMSÜZ

İsmail Turan

birileri çıkar boşluğa meydan okur diğerleri onu seyre düşer bize de sırtı sıvazlamak kalır bre bakî kime ne meydanda cengaver olmak kime ne atın üstünde gezegeni sektirmek gözlerimizin limanında çay demleye duralım gizli sırlara gidelim kirpiklerimizle çayın deminde arada bir demlenerek kime ne mapushanede olta atandan kime ne gökmeydanda insan koşturandan sendeleyerek uçan sinekten bihaberiz elimizdeki ekmeği fakire vermek kimin umrunda kalk ya ibrahim karıncanın duasına muhtacız bizi hilekâr iblislere el bağlatma kime ne bizi sıfatlarla idama götürenlerden kime ne dilimize günah yükleyenlerden yıldızın feneriyle aydınlanandık sabahlara kadar nakkaş nakşetti kalem ile dîlini sultana aklını gasp eden şemsten sonra kime ne turan dil döktü sehere aya kime ne derdini saçtı yıldıza suya

BİR HAYAL BİR ŞEMSİYE VE BİR YÜREKLE Kevser Evsen

beklemek senden uzakta nerede olduğunu bilmeden hiç tükenmeyecek bir savaşta yaralı oklar biriktirmeden kurşunları sayarak sekmeden yürekleri delen tanklara taş atan çocukların sek sek oyunlarını is kokan bulutlardan isli yağmurları fabrikaların temiz dumanlı indirimlerini sayarak beklemek temiz bir çiçek gibi kalmış seni bir hayal, bir şemsiye ve bir yürekle beklemek bulmaktan da zor sisli bir gecenin son çizgisi yürüdükçe ilerleyen o çizgi ve sen ellerinle çizer misin dünyanın beklediklerini koflu ormanların zehirli sarmaşıkları sıkmışken insanlığın boğazını tükenmediğin yerden çoğalır mısın temiz bir ruhu özleyen şu küçük dünyamı bir görsen ne çok beklemişliği var beklemek temiz bir su gibi kalmış seni bir hayal, bir şemsiye ve bir yürekle


42 PARÇALI BULUTLU ŞİİRLER - I Özge Elif Ceylan

beni kasımın bil gözlerinde soluyorum yağmuru yağmayan bir bahar düşün gözlerime arkada kalmamasını tembihliyorum göğünde kuşlar uçmayan bir gökyüzü renksizdir hiçbir köşesinde belki’si olmayan bir kadın düşün toplayıp tüm belkilerimi bazanın altına koyuyorum beni aralığın bil cebine mavileri olan bir kente kaçış biletleri saklıyorum kalemi olmayan bir şair masası düşün boş defterlerimi özenle koruyorum hayatında hiç uçurtma uçurmayan çocuklar hep eksiktir başı sadece canı yandığında okşanan çocukları düşün istediğinde çocukluğumu ödünç alabilirsin, biliyorsun beni ekimin bil anıları iki günde bir yeterince suluyorum kulesi olmayan bir galata düşün ben bu hikayeden sessiz harflerimi çekiyorum yaşadıklarının dışında kalmak, anahtarına sahip olmadığın bir evde oturmak gibidir gönlüne hiç aitlik sığdırmayan bir adam düşün içerideki dağınıklığın toparlansın diye şiirler yazıyorum bir geçiş mevsimi gibi, beni eylülün bil kapının önüne dört mevsim getiriyorum hikayesi hiç yazılmamış değil hikayesi hiç okunmamış karşılıklı bir bakış düşün yolumu yolundan ne kadar uzağa itekleyebilirim bilmiyorum yalan söylediğinde burnu uzayacak diye hiç korkmamış olan insanlar düz bir alan gibidir sevmeyi uzunca vakitlere serpiştirmenin sevgisizliğe kalkan olacağını da bilmelisin dudaklarının kenarına israfa kıyamadığım güzel günler bıraktım kirpiklerinin kıyılarından öpüyorum tanrı sesli harflerimizi korusun


43 KARANLIK ODA Hakkı Aytaç

kâğıtları buruşturup atardım karanlığa okul dönüşü yalnızlık çamurlu ayak adımlarında çıkmak bilmezdi çorapsız ayaklar battı mı melankoliye karanlık odaların bilinmediği zamanlardı, o zamanlar sesim çıkmazdı bazen haftalarca yoktum ortada yalnızlar vadisinde 5n’lerin hasretini koklarken aşılmaz sorularla duvarları kendime çekerdim ve gelişini beklerdim ta maveradan sessizce sen gündüzü tutan lambaları söküp gitmiştin neden sonra, ağzımdan da uzaklaştırdım gidişini ayrıldım çocukluğunu yaşamamış pencerenin önünden gökyüzü de çekilince sürgün şehzade vadisine boynu bükük kaldı afrika menekşesinin rengi rüzgârım çıplak sırtımda haleleşti seradan süreyyaya uykusuz her sabahın seherinde can çekişiyordu kelimeler sorular bedenime işlediği zaman benzim öyle soluyordu ki cama dönen tenin altından kalbim görünebiliyordu ilmek ilmek olan boğazım her soruda yutkunuyor ölümün artçı şokları kesilmiyor vücut ülkesinde şehzade mustafa gibi kefen gömleğim buruşmuş ve her yeni güne taze bir mezar eşeliyorum köy güneşinde sararan saçlarım da dağınık ebetlere kadar sönmeyecek bir güneşe sesleniyorum ruhun semalarında güllük gülistanlık bir güneşe şehzade yüreğini başka yerde aramamalı belki fırtınaların seslerini işitiyorum inziva derinliklerinde içim kaynayan kazan, bedenim felç, ruhum harabati karşımda duran tepelerin titrediğini, ağaçların sarsıldığını şüphelerin oluşturduğu korkunç sel girdabından kurtulurken toplayabildiğim bütün kuvvetimle cevap veriyorum azrail’in ruhu bedenden ayırdığı gibi terki terk

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


44

AYLAN’A

Mustafa Işık

aylan adı denizlere yakışan mülteci kim biçti sana bu rolü kırmızılar bu kadar yakışmışken bin bir parça şimdi, insanlığımız yüzündeki tebessüm yüreklerimizin viranesi ne olur kızma bize aylan sen bir kobanilisin burası ninova değil ki bir yunus da seni yutsun bak seni sarmalayan mavilikler her ay doğuşu öpecek masumiyetini şimdi gidiyorsun yerine biz büyüyeceğiz aylan hasretliğinle biz varacağız iltica vuslatlara aylan adı denizlere yakışan koca yürekli kaptan karanlıktayız boğuyor bizi çığlıklarınız sen yetiştir bizi leb-i deryaya yine de senle çoğalsın merhametimiz ey ruhunun gül kokusundan denizleri tutuşturan mülteci kim gönderdi seni mumdan gemiciğinle ateş deryasına

YİNE EYLÜL Yusuf Bal

senin selamınla yüzer gemi bu sahrada ve bir gece yarısı ansızın siyah beyaz yıldız gözlerinin irisinden parlar, hemen sol tarafıma çağırır, aynı kitaplara ve ders aralarına bir kez suskunluğum ve sakladığım belki bir dalım, ayasında kuru yaprağın yarsan kalbimi belki koyu orman koysan elini göğsüme yeşerir sen anlatırsın dinlemediğim sesini o rüzgarın usulca dudaklarından düşer kelimeler öylesine kağıda, ben anlarım, tüm anlatılanları ben anlarım ama anlatamam, dilim tutulur dizlerimden kanarım


45 ATLAR

Zeki Altın

kuşanıyor atlar uzakları- yollara sakın beli bükülü dağlar hep bir göçükte sıkı duran bir yumruk gibi insan aklı söz benim içimde- mana göklere yakın durgun savaşları arıyor neferler perilere beriki su beriki ateş- kendisi nerde kırparak yontulan taş gibi soğuk yüzü bir dağa benziyor- insan yutkunurken bile

SEYR

Tuğba Çelikkaya baktığımı gördünüz siz de gördüğümü görmediniz dünyamızda, durulanmış olan nedir hesap ediyoruz kuşları, boyumuz uzuyor açılıyor rengi parmak uçlarımızın bir hesap vakti kalemle yazmaktan cayıyorum bir ara kendime mektup yazmaktan bir ara cayıyorum kıvırcık duygular, cebi delinmiş bir etekten düşüyor hep ama ezilmiyor hiç bukle bukle sevdikçe dünyayı kısalıyoruz sonra yabana attığım bir bardak yağmurla dolduruyor kendini mektep medrese görmeyen kuşlar kanatlarını döküyor üşüyen dünyanın üstüne sık sık uğruyorum kendime şu aralar usulca değil de paldır küldür uğruyorum en uğrak yerim kendimdir en işlek yerimdir kentim oysa kasabalar kurmalıydım içime derken seyrim değişiyor az buçuk tarih düşüyorum çiçeklere açtıkları gün “bir” yaşımdan gün alıyorum bir kısım telaşları ayırdım kenara bekletiyorum irili ufaklı yıldızları ki ben gıyabında konuşuyorum hep gıyabında konuşuyorum güzel mi güzel konuştukça neşesi kaçmıyor suların ırmaklar geliyor bana doğru geliyor yönümü değiştirme


46 SKHIZEIN YANILSAMALARI Hakan İsfa Şahin

“91 santimetre… şimdi tam 91 santimetre uzaktayım, kendimden” bir ırmağı içtim, coşuyor içimdeki ağıt ilyas abi yüzüme tiner gibi su serp uzuvlarıma kadar inen sessiz bir kahkaha köpek kokusunun ne olduğunu bilmeden, köpek gibi kokuyorsun diyen insan yanları ve insan mutfağından çıkmış kitapların kudurtan sancıları hangi kötülüğün hangi çiçeği seveceğini iyi bilen kadın zekası içimin katranlarına ilme ilme gülümseyişini damlatan bu sıkıntı yadırgadım bir an kendimi. terk edildiğim ana götürdü beni zaman dolaşım sistemimi duyacak kadar, sağır oldum dünyaya fısıltım kemiğe yavaşça giren bir iğne gibi deliyordu içimi su büküldü kaburgasından uyandı kuyu boğuldu zaman

VARLA YOK ARASINDA Emine Gülden Güzel

değme; yetim zamanlardan kalma hüznüme bulama ellerini hem çınlatmadım ki yüreğini gelme bırak yerinde kalsın tüm aldanışlar esrik bir anın kıskacında kayıt altına alınmasın duygular tüm zemherileri yaşadım zamansız duman ışıltısıyla kayboldu cemre sandığım vakitler güneş toplama saçlarıma ki hüznüm en çok yakışandır gece karanlığına sorma ki bürünmeyeyim varlık kaygısına bırak olmasın yüzüm düşmesin gölgesi hiçbir aynaya sırrı soyulmasın camdan, çehremin bilindikçe tükeniyor bak eşya biz tükenmeyelim tükenen her şey gibi varlık kaygısıyla


47 ELLERİMİ BU KEZ UTANMAK ADINA YÜZÜME SERİYORUM Emre Gürkan Kanmaz

katliamlar içindir, üzüntüyle… disk kaydı. ruhumun içine batan paslı bir bıçağın yüzünden bu bıçak ki insanlığın elinde parladıkça parlıyor bu bıçak ki bildiğimiz tüm kavramların katili bir çocuğun oyuncak hayaline jülyen küfretmiş öyle çaresiz ki bu millet coğrafya defterinde öyle mendebur ki bu illet, süscül dev aynasıyla evet disk kaydı! belimden değil, yüreğimdeki disk lavaboda elinizi yıkarken evlilik yüzüğünüzün düşmesi gibi çocuğunuzun elindeki dondurmanın kaldırımı öpmesi gibi disk kaydı. tarih, tanrı adına her şeyi kayıt altına aldı

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

AKŞAMÜSTÜ

Esra Pak

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

“ikimiz de yağan yağmurda aynı taksiyi çeviriyoruz yoldan” şehre uzak o şiirden geçiyor ömrüm yeldeğirmenleri geceyi ıslatıyor gözlerimde yanıp yanıp söndürüyorum ışıklarda kaldı gözlerin sıcaktan kavrulmuş bir otobüs penceresine yazıyorum adını “kapıyı aynı anda açıyoruz” kimse görmedi yolumda yırtılan haritaların en uç köşesini orada sevdim benzerlerimse hep dudağında şimdi seni yakıyorum içimde ısınıyorum o sokaklarda uçurum vardı korkmadım öksüz bir çift sokaktık işte orada tamamlıyorduk birbirimizi “aynı anda oturuyoruz yan yana arka koltuğa” doğduğun yerde ömründen çalıyordum görüp görüp yitirir gibiydim seni karanlık bir çukura ışık saçan güller döküyordum “taksici belki fark ediyor bu rastlantıyı” oysa tertemiz işlediğim ilk cinayetimdin ilk sokak adım, ilk şehrim, ilk kitabım, ilk hüznüm kaybedilmiş kürek gidilmemiş tek şehrim uzun ince sebebim “aynı takside farklı istikametlere giden bir hikaye yazıyoruz” parmakların göz hapsim ki onların herbiri için yüzer yıl yatabilirim kaç kadın böylesine ölümü bekledi gözlerinde sorarım sen müsait bir yerde inmek isteyecekesin bu sevgiden ben kenara çekeceğim aniden “taksici ön camları açıyor ilerlerken nereye diye sormadan” en müsait sevgim sende kayıp insanların yolculuğu bu istediğin kadar uzaktan koş yüreğime “dinen yağmurun kokusu genzimde dolaşırken o şarkı çalıyor” kokun rüzgarda üşüyor üzerimde


48

DÜNYA HALLERİ Nihan Işıker

lüks içinde yaşıyoruz uyanıyoruz kuş sesleriyle güne bomba sesleriyle başlayanları unutma yıldızları saymaya çalışırken sen gecenin rengini göremeyenleri hatırla

İŞİMİZ YETİM KUŞLARA KALDI

Esra Sağlık

kuşların dilinde zikir olsak kutsallaşırız belki birbirimizin dilinde zehir olmaktansa şimdi bir düşe kaldı işimiz kıyısında yer bulmaya çalıştığımız bir düşe oysa bir cehennem bileniyor bize dair düşümüze bulaşan bir ateş rengi var mavimizi emanet ettiğimiz gökyüzüne raptolacağız sonunda belki kuşlarda kalacak adımız bir kuş dilince belki bilenmiş cehennemi geçince yara almadan aynı dili susacağız kuşlarla kendi masalımızı yazacağız biliyorum kurtaracağız kendimizi bozuk paralarımızdan hayvanları sevmeye ilk kuşlardan başlamalı adımız ağızlarındayken işimiz yetim kuşlara kaldı yaşlı bir cadalozken ruhlarımız “ince şeyleri anlamaya” yetim kuşlardan başlayacağız kuşların dilinde zikir olsak birbirimizin dilinde zehir olmaktansa


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.