HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 22. SAYI

Page 1

Hayal Bilgisi Edebiyat ve İyilik Dergisi Yıl: 6 Sayı: 22 Eylül/Ekim/Kasım 2016 ISSN 2146-4294 Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Levent Albayrak Kapak Çizimi Ahmet Uzun Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal iletisim@yunusunsal.com Seslendirmeler Atillahan Erdağ Semra Gülşen Çalışkan Gazioğlu Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} hayalbilgisi@windowslive.com www.hayalbilgisi.com Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com Baskı ve Cilt: Baskı ve Cilt: Ofis Yayın Matbaa Kâğıt San. Ltd. Şti. Davutpaşa Kışla Cad. Güven Sanayi Sitesi B - Blok No: 75 D: 386 - 387 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 577 63 48 – Gsm: 0533 091 81 66 Matbaa Sertifika No: 14973 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 60 TL (Kurum ve kuruluşlara: 150 TL) Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87 Kültür ve Turizm Bakanlığı Hayal Bilgisi’nin kurumsal abonesidir.

Zafer. Size söylemiştik. Söylemiştik Bay Yabancı, bizden uzak durun diye. Bedenlerimiz dünyaya ait olabilir ama ruhlarımız özgürdür bizim! Birkaç kilogramlık et parçası olan bedenlerimizi tanklarınızla ezebilirsiniz ama ruhlarımız ama vallahi ruhlarımız dahi bir araya gelip demirden tuzaklarınızı başınıza geçirecek. Öfkemiz tanklarınızdan ağırdır, bunu böyle bilin. Çünkü ruhumuzu dünyaya satmadık hiç birimiz! Kurşunlarınız imanımızı delip geçemeyecek. Uçaklarınız korkutmuyor bizi, bombalarınız vazgeçirmiyor; ne yapsanız boş, korkmuyoruz sizden, kalplerimizi imandan başka hiçbir şey titretmeyecek! Bütün vatan toprağı seccademizdir bizim; göklerimizden ezanlar, selalar yağdıracağız üzerinize. Susturamayacaksınız; tekbirlerle yeneceğiz sizi her seferinde yeniden. Öldükçe çoğalırız, siz bilmezsiniz. Çünkü şehitler ölmez! Çünkü her şehitle birlikte imanımız da öfkemiz de büyür Bay Yabancı. Şimdi bütün Anadolu’ya bayraktan bir örtü serdik. Hilal ve yıldız ile donattık Türkiye’yi. Zenginimiz yok şimdi, fakirimiz yok. İdeolojiler ayağımızın altında. Şimdi soğuk savaşlarınız üşütmez bizi; iftiralarınız, kınamalarınız, hukukun üstünlüğü hatırlatmalarınız üşütmez bizi. Çünkü hürriyetimiz bütün oyunlarınızdan üstündür, anlayın artık. Çocuklarımız sokaklarda, bayraktan yorganlar altında; yaşlılarımız meydanlarda, bastonlarıyla nöbet tutmakta. Uyumamızı beklemeyin sakın; çünkü tanıyoruz sizi. Zulümlerinize şahidiz. Sokun aklınıza artık, teslim olmayacağız! Dünyayı daha fazla kirletmenize izin vermeyeceğiz. İyi niyetimizle baş edebileceğinizi mi zannediyorsunuz; siz duadan daha kuvvetli bir silah icat edebileceğinizi mi sanıyorsunuz! Yeter! İnsan öldürerek medeniyet üretmenize izin vermeyeceğiz. Çocuklarınızdan, halklarınızdan sakladığınız yalanlarınızı yüzünüze vuracağız dünyanın bütün dillerinde. Biz dünyanın bütün dillerini ezbere biliriz; iyilik ortak dilimizdir. Vallahi elinden tutacağız yere düşürdüklerinizin. Vallahi sahip çıkacağız vatansız kalanlara. Vallahi başını okşayacağız yetim bıraktıklarınızın. Vazgeçiremeyeceksiniz. Çünkü biz siyasete değil, Allah’a iman ederiz, siz bilmezsiniz. Bizi aç bırakabilirsiniz, canımızı yakabilirsiniz, ambargolar uygulayabilirsiniz, liderlerimizin canına kastedebilirsiniz, siyasetimizi dizayn etmeye kalkabilirsiniz, aramıza hainlerinizi serpiştirebilirsiniz ama bizi yenemezsiniz. Çünkü biz ölümden korkmuyoruz, anladınız mı! Ahiret gününe andolsun ki, bizi vatanımızdan vazgeçiremeyeceksiniz. Peygamberin müjdelediği topraklarımızı bırakmayacağız. Mülteci olmayacağız. Elinizden geleni yapın, biz yine de dünyayı iyileştireceğiz. Söküp atacağız sizi insanlığın yakasından. Size söylemiştik Bay Yabancı. Tekrar söylüyoruz. Uzak durun bizden. Hainlerinizi toplayın ve defolun toprağımızdan. Çünkü, muzaffer biziz. Zafer, Allah’ındır.

Edebiyat ve İyilik Dergisi


HAYAL BİLGİSİ’NDEN HABERLER 15 Temmuz darbe girişimi esnasında ve sonrasındaki 22 günlük demokrasi nöbetinde yazarlarımız meydanlara çıkarak iradelerine sahip çıktılar. Hayal Bilgisi olarak bu onurlu direnişe katılan/destek veren bütün okur ve yazarlarımızı tebrik ederiz. Allah hepinizden razı olsun. Darbe girişiminin hemen ardından hazırlıkları bitmek üzere olan 22. sayımız için yeniden eser topladık ve 15 Temmuz ile ilgili eserler ile dergimizi yeniden hazırladık. Yayın yönetmenlerimiz Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak, Ankara’da A’raf Kültür Kafe’de Hayal Bilgisi’nin okur ve yazarlarıyla buluştular. Öykücü Necip Tosun, TYB Ankara Şube Başkanı İbrahim Eryiğit, yazarlar Cevat Akkanat, Ahmet Kurbani, Beyza Hilal Nur Dindar, Fatih Budak, Ömer Faruk Arlı, Leyla Arsal’ın katıldığı etkinlikte 15 Temmuz darbe girişimi başta olmak üzere pek çok konu konuşuldu. Etkinliğe A’raf Kültür Kafe olarak Hasan Mesut Alkan ev sahipliği yaptı. Hayal Bilgisi olarak Hece Dergisi’ni Ankara’daki merkezinde ziyaret ettik. Rasim Özdenören ile görüştük. Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ne üye yazar ve şairlerimizin selamını ilettik, yayınlarımızı hediye ettik. Çorum’da Serkan Beyaz yönetiminde faaliyet gösteren bir eğitim kurumunun kütüphanesine 100 kitap hediye ettik. Ramazan Bayramı boyunca Kitap Bayramı etkinliğimizi gerçekleştirerek çocuklara kitap hediye ettik. Kurban Bayramı için de okur ve yazarlarımızla çocukları kitapla buluşturmak adına hazırlıklarımızı yaptık. Çölyak hastası iki çocuk için Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak zaman zaman yaptığımız glutensiz gıda yardımını aylık periyodlarla yapmaya başladık. Ramazan süresince İyilik Atölyesi’nde iki kez Hayal Bilgisi İftarı düzenledik. Her hafta bir söyleşi ile Ercişli yazar ve sanatçıları bir araya getirdik. Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak Ramazan süresince temel gıda malzemeleri ve kitaplardan oluşan Ramazan kolilerimizi ihtiyaç sahiplerine ulaştırdık. Erciş Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Vanlı yazar ve şairlerin kitaplarından oluşan Van Kitaplığı hediye ettik. EDEBiyat Hayal Bilgisi’nin kuruluş günleri, edebiyat dergilerini sıkça eleştirdiğimiz günlere rastlar. Hal böyle olunca, eleştirdiğimiz konuları bu dergiden uzak tutmaya gayret ettik. Bu hususlardan biri de, dergi hazırlanırken eserlerin değil eser gönderenlerin değerlendirilmesiydi. Başka bir deyişle, bazı isimlerin -eserlerinin niteliği ne olursa olsun- dergide sürekli yazması… Altı yıldır bu konudaki hassasiyetimizi hiç yitirmedik. Ne sevindiricidir ki, dergimize eser gönderenler de bu konuda bize oldukça kolaylık sağlıyor, dergimizin nitelik olarak her sayıda daha ileriye taşınmasında pay sahibi oluyorlar. 22. sayımız için gönderilen e-postalardan birini buraya aktararak bu güzel örneği paylaşmak istedik. Dostlarımızdan Mustafa Işık ağabey, eserini şu not ile göndermişti: “Selamün aleyküm değerli hocalarım... Selam ve saygılarımla. Bir kaç çalışma göndereceğim izninizle. Yayımlanmaya değer bulursanız yayımlarsınız. Yeterli bulmazsanız veya eser çokluğundan yayımlamazsanız da sağlığınıza duacıyım her hâlükârda. Emeğinize sağlık. Selametle.”


3

ERCİŞ

M. Atilla Maraş -müştehir karakaya içinyine deprem yine yıkıntı nereye böyle bir başına koşarak derviş parola: van işareti: erciş kara kayalıklarda bir adam var onu almaya o yeni bir işe soyunuyor yen içinde kırık kol, kırık bardak, cam şişe bu bir oyundur oynanıyor kapalı gişe bu bir ermiş bir er miş deprem olmuş, yer sarsılmış her yer kar kara kış gelmiş çadır gelmemiş soba gelmemiş ve battaniye, “eve giremiyorum” bu ne iş korkudan yatamıyorum, kar yağıyor, üşüyorum kar ve kış, van-erciş, ben şair müştehir müntehir bir kuş mu olsam semadan yere çakılarak nerden baksam yoksunuz evet yoksunuz ben yalnız, yoksul şair, bütün işlerim tehir (2012)

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


MUTLU ADAM Akın Akar

B

ir kış günüydü. Denizi özlemiştim. “Deniz özlenir mi?” demeyin. Herkesin vardır bir denizi, sevdası… Deniz algın akar. Doğası budur. Tutkulu, sevdalı. Özlersiniz sesini, dalgaların yarışını ve sonra rüzgârın sessizliğini duyumsamayı… Tesadüf mü şans mı? Hangi kelime daha çok olasılık barındırır ki içinde. Yalnızlık olsa gerek. Yalnızlığını avuçlarının arasında saklamış bir adamla karşılaştım. Sevmezdim eskiden yazıların içerisinde sigaradan, dumanından bahsetmeyi. Fakat bu adamın yalnızlığında, bir elinde de sigara vardı. Hiç çekinmeden selâm verdim. - Merhaba, oturabilir miyim? - Tabi. - İçer misin? - Tabi. İki adam, iki sigara ve olabildiğince kar, kış, soğuk ve dalga sesi… Saatlerce oturduk. Hiç konuşmadı. Ben de konuşmadım. Bir ara kalkar gibi oldum. - Yer misin? İki dilim yaş pastaydı masaya koyduğu. Tatlıyı severdim. Cevap vermeden payıma düşeni yedim. Sonra anlatmaya başladı. - O da gelecekti ama bugün beni terk etti. - Kim? - Sevgilim… Onlar terke alışıktır dedim. Bu yüzden sevgili olmayı hak ederler zaten. Bir bir döktü içini. İlk defa burada oturmuşlar. İlk buluşmalarında da yaş pasta yemişler. Adamın sevdiğinden hani. Adam o kadar çok sevmiş ki içinde büyük bir yalnızlık olmaya başlamış. Sevgi ve aşk ağırlıktan başka nedir ki tek başına. İki kişilik yaşanmadıkça! “Alışacağım ama” diyordu.

4

“Yalnızlığa yalnız başıma alışacağım”. Elinde çakmağı olmasına rağmen çakmak istedi. Kaşe montunun cebinden otuza yakın mektup çıkardı. “Yakacağım bunları” dedi. Elinden aldım. Kızmadı bile bana. “Oku, sen yak” dedi bana. Franz Kafka’ya yazdıklarını öldükten sonra yayımlanmaması için söz veren arkadaşı geldi aklıma. Edebiyat tarihinin en büyük ihanetiydi. Ki Kafka’yı böyle tanıyabildik. Okunmayan mektuplar yıllar önce kapımdaydı. Toplasanız üç taneydi ama her okunuşta yaralar insanı. Şimdi tanımadığım bir sevgiliye tanımadığım bir adam tarafından yazılmış bir sürü mektup var. Hangi aşk bu ihaneti kabul eder ki? Adam konuşmadı ama yazdıklarında haksız bir sevgi paylaşımı vardı. Mutlu iki üç insan, mutsuz bir adam. En sonu da o akşam yaşanmıştı. Onu ilk ve son gördüğüm akşam. “İki şeyi terk ettim bugün” dedi. Ne olduklarını söylemeyeceğim. Bana da söylemedi. Yazdıklarında gördüm bunları. Ama iki terke karşı bir mutluluk vardı karşımda. Mutlu adam… Ayrılırken: “İlk mektubu okursan bir şiirdir. Ki hayatın kendisi okunması gereken bir şiirdir. Belki dedim. Belki sevseydi beni… Ben zaten çok sevmiştim onu…”. Gözyaşlarını duyar mısınız? Duyamazsınız, gözyaşları gece sessizliğine yakışır en çok. Bu yüzdendir ki, gökyüzünde en parlak yıldızı her sevgili sahiplenmiştir. Yalnız kalındığında sevgilisinden hediyedir, gökyüzünde asılı gece lambası… Yıldızlara baka baka gitti o adam. O adamın nefesinden tanıdım gözyaşlarını. “Ağlamıyorum, yanlış anlama. Biraz sevdim sadece” dedi. “Belki” şiirini okurken birazdan daha fazlası olduğunu gördüm. Sonraları birçok kez gittim o adamla karşılaştığım sahile. Ne adamı gördüm ne sevgilisini… Ama denizleri ordaydı.


YASAKLAR VE KİTAPLAR Banu Göçmez

D

udaklarını büzmüş, ahenkli sesini bozmuş bir şekilde, derste alıştırdıkları çiçek olma vaziyetinde durarak bana bağırıyordu küçük kardeşim. Küçükken alay ettiğim noktası, kaşları... Kaşlarını her çat dediğimde, hadi bana kötü bak şimdi dediğimde hafif bir açı ile eğilen başı ve yine o açı ile kaşlarına doğru kalkan gözleri ama asla çatamadığı kaşları aramızda alay mevzuna dönerdi hep. Gülerdik. Ne zaman hatırlasam gülerim hâlâ. Ama bu defa başarmıştı, beş yaşındayken çatamadığı kaşlarını çatarak bakıyordu işte bana: - Söylemedin. Sen bana söylemedin abla! Nerede benim kitabım? - Şey... Ben demedim mi ki sana? - Demedin ablaaa! Hadi söylesene yaa! - Şey... Ben onu, ben onu verdim. Yardım toplanıyordu bir köy okuluna, ona vermiştim geçen sene. - Nasıl verirsin abla? O bana hediyeydi. O hocamın bana hediyesiydi. O benim için değerliydi. Kardeşim ağlamaya başlamıştı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan bağırıyordu. Ve hâlâ kaşlarını çatmış bir vaziyette duruyordu karşımda. Demek başarabiliyordu artık. Demek öğrenmişti kaşlarını çatmayı. Nerden öğrenmişti peki? - Ama, dedim. Ama ben bilmiyordum ki hediye olduğunu. Bilseydim, dedim ama cümlenin gerisini getiremedim. Mahcuptum kardeşime. - Aynısını alırım ben sana. Aynısını mı alacaktım yani? Alacağım kitap aynısı olacak mıydı yani? Olmayacaktı. Bir yandan da düşünüyordum ya öğretmeni artık okulunda değilse? Düşünüyordum ki, kitabı alırım, imzayı da öğretmenine attırırım ve hallolur mesele. - Öğretmenin hâlâ öğretmenin mi? Yani okulunda mı hâlâ?

5

Bir mırıltı şeklinde evet anlamına gelen bir ses çıkmıştı. Şükür ki cevap olumlu idi. Şükür ki öğretmeni yanında idi. Hemen kitabı alır, hocasına da imza attırır kardeşime karşı işlediğim suçun telafisine kalkışırdım. Çattığı kaşlarını eski çatamaz haline getirir, gönlünü alırdım. Ben bunları düşünürken kardeşim duygusal bir travma yaşıyor ve kaşlarını hâlâ çatıyordu. Üstelik kaşlarını çatan kişi sayısı ikiye de çıkmıştı ben bunları düşünürken. Annem de kaşlarını çatmış bizim tartışmamızı izliyor, arada ayırmaya çalışıyor, kardeşimin durumunu ne zaman teselliye çalışsa durumunun teselli edilemeyeceğine yönelik cevaplar alıyor ve susuyordu. Susuyor ve izliyordu. - Bak ben sana o kitabın aynısını alacağım. Öğretmenine de imzalattırırım. Olur mu öyle? Kardeşim kırılmıştı. Kırılandan kırıldığına yönelik ses gelmiyordu, doğru. Gürültüleri saran, bütün sesleri içine alan o kırılma sesine borçluyduk bu sessizliği sanırım. Kalbin çıt sesi geldi mi bütün sesler cilalanıp da vitrine koyuluyor, bu sesleri muntazam bir şekilde yerleştiren bir el bulunuyordu sanki. Cevap vermiyordu, o cevap vermedikçe ben aynı soruyu tekrar tekrar soruyordum. Sonunda cevap verdi: - Ama o kitap yasaklı bir kitap, sen bilmiyorsun işte abla! Bilmiyorsun. Şeker Portakalı yasaklı kitaplar listesinde. Nasıl bulacaksın? Nasıl alacaksın Allah aşkına? Bu cevap beni gülümsetmişti. Demek kardeşimin kederi bundandı. Şeker Portakalı’nın hâlâ yasaklı kitaplar listesinde olduğunu ve bulunmayan bir kitap olduğunu düşünüyordu. Bulamayacağımdan emin oluşu ağlamasına hıçkırıklar ekliyordu. Bir de zamanın geri alınamazlığı tabi...


6 - Kitap yasaklı değil, dedim gür saçlarını okşarken. Yattığı yastıktan başını kaldırmış dizlerime koymuştum başını. Eskidendi yasaklı kitaplar, şimdi insanın düşüncesi önemli, yazması ve çizmesi önemli. Düşünceye önem veriliyor artık biliyorsun değil mi? Şeker Portakalı’ndaki Zeze kadar akıllı olan minik kardeşim benim! Gitmiş gibi yaparak sekiz bin kilometre giderim, hatırına senin. İzlediklerinde mi, okuduklarında mı bu kadar kötüydü hayat? Yoksa gerçekte mi? Yasaklar ve kitaplar onu düşüncesinde hâlâ nasıl yan yana bulunuyordu, şaşırmıştım. Şaşırmış fakat doğru cevabı bulmuştum işte! Yasaklar ve kitaplar. İkisi bir arada bulununca insanın kaşlarını çatmış vaziyette bulunmaması pek de mümkün olmuyordu. Fakat kaşlarını artık çatmıyordu, içim ferahladı. Kriz bir an dinmişti. - Ama, dedi kardeşim. O kitap çok değerli. Yasaklı olmadığına bir yandan inanmak istiyor, bir yanı bu inanmak duygusunu bastırıyordu. O inancı

bastıran yanını o kadar merak ettim ki! Orada neyin var kardeşim, orada neye tutunarak yaşıyorsun, sen orada ne yaşıyorsun? Sen neden... Başımı kaldırdığımda annemin çatık kaşlarıyla karşılaştım. Ne olduğunu anlamamış gibi bakıyordu. Yok yok bu bakışlar düpedüz anlamadığını gösteriyordu. - Çok mu kalındı kitap, dedi annem artık otomatikleşen ellerini örgüden çekerek uzun bir sessizlikten sonra. Ben ve kardeşim gülmeye başlamıştık. Annemin değer anlayışında bir kitabın kalın olması yatıyordu. Kalın kitaplar değerli idi onun için. Hep okuyun dediği ama arada bir okumaya tenezzül ettiği Kur’an gibi. Bu sefer benim kaşlarımı çatmam ve annemin tosbağa kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmemiş sözünü yineletecek birkaç söz söylemem gerekiyordu. Kitaplar hakkında, değerler hakkında, zaman hakkında, düşünceler hakkında... Oku emri ile inen okumak hakkında...

SAKLAMBAÇ Büşra Nur Kayabaşlı

S

aklandığım yere çöküp Yıldız’a döndüm. Elbisesinin eteğindeki çiçeklerle ilgileniyordu. “Hoop! Benimle ilgilensene ya.” diye mızmızlandım. Bana baygın baygın bakıp, “Bıktım kızım senden. Hep sen, hep sen. Yeter ya!” dedi. Kaşlarım çatılmıştı, “Sen benim hayali arkadaşımsın. Benden başkasının değil!”

Ama o gün ebe olduğumda yeni bir şey keşfettim. Ebe olmak da eğlenceliydi. Bazen kötü görünen şeyler güzel olabiliyor. Biz bunun farkında olmasak da… Ertesi gün yeni bir arkadaşım olmuştu: İnci. Ne yazık ki o Yıldız’dan daha kısa bir süre dayandı bana. Ona da “Git.” dedim ve uçup gitti.

Bana öyle bir baktı ki, bir şey söylemese de çok şey anladım. Çirkindim, ufacıktım, yaşımı taşımıyordum. Kim oynamak isterdi ki benimle. Biricik arkadaşım bile bıkmıştı benden. Başımı eğip, “Git.” dedim. O anda uçarak gitti ve gözden kayboldu.

O günden sonra gerçek insanlarla dost olma kararı aldım. Ama bu hepsinden kısa sürdü. Gerçek dünyaya karşı fazlasıyla acemiydim. Saklandığım yerde kalıyor, sobe dahi yapmaya koşamıyordum. Çocuktum ama çocuk değildim. Yine de hayallerimden kopup gerçek dünyanın kaldırımlarında yürümeye çalıştım. Başta beceremedim. Çok fazla düştüm, çok fazla yaralandım. Görseniz çocukluğumun her yeri yara bere. Ama görseniz çocukluğumun yüzünde hep bir tebessüm…

Kalbim kırılırken o kadar yüksek bir ses çıkmıştı ki, yerim teşhis edildi ve sobelendim. Sobelenmeyi sevmezdim. O an, belki de uzun süredir ilk defa ebe olmuştum. Herkes ben ebe olduğum için mutluydu. Beni sevmediklerini bu kadar da yüze vurmaya gerek yoktu.


KARA GÖLGE Birgül Temur

G

ecenin ağırlığı gökyüzünün katran karasıyla birleşip sokakları izbe kasabanın üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. Kasaba boğazına yapışıp onu sıkan bir karabasanla çırpınıyor gibiydi, kurtulmaya çalıştıkça soluğu daha da kesiliyordu. Yıldızsız, kasvetli gökyüzü, kara bulutlarla perdelediği güzelliğini saklayıp, inzivaya çekilmişti sessizce. Gecenin en tenha vaktiydi, şafağa zaman vardı hala. Meryem her gece uyumadan önce yaptığı gibi yine kapıyı kontrol etti, kapı kilitliydi. Kasabada dolaşan dedikodulardan dolayı epeydir huzursuzdu. Tek katlı, dışı sıvasız, pencereleri ahşap, daha birçok eksiği olan bu evi, türlü zorluklarla yaptırıp maddi manevi bir yığın sıkıntılar sonunda oturabilecekleri bir hale getirebilmişlerdi. Onca eksiğine rağmen bu haline de razıydı. Yine de kocasına defalarca, “Şu kapıyı değiştirelim, eve girmek isteyen bir tekmeyle amacına ulaşır” demişti. Ah keşke Ali de onun kadar düşünseydi bazı şeyleri, o da kendisi kadar kafa yorsaydı sorunlarına, ne olurdu sanki! Bu konuyu her açtığında Ali’nin yüzündeki umursamaz ifade bir kez daha sinirlendirirdi Meryem’i. Kapıyı kontrol ettikten sonra, mutfaktan bir bardak su alıp yatağına geçti. Yatağa girer girmez kafasına düşünceler, vesveseler hücum etti bir bir. Keşke şu parayı bankaya koysalardı! Nereye saklanabilirdi ki küçücük evin içinde bir miktar para? Elif’in üniversiteye yazılmasına koskoca iki ay vardı daha. Üstelik kasabaya musallat olan in mi cin mi ne olduğunu bilmedikleri belirsiz varlık iyiden iyiye canını sıkıyordu. Huriye de görmüştü onu geçen gece. İki sokak ileride oturan Huriye, kasabanın aklı yarım kızlarından biri olsa da sevilirdi. Gününü ya komşularda ya da pencere önünde gelen geçeni seyrederek geçirirdi. Yine bir gece pencereden dışarıya baktığı sırada, simsiyah bir gölgeyi hızlı adımlarla yürürken görmüştü. Üstelik anlatırken öyle abartmıştı ki “Elleri yok, yüzü yok, simsiyah bir şey, hayalet bu hayalet” diye bahsediyordu o sabah yolda karşılaştıklarında. Huriye her şeyi abartırdı zaten, o yüzden pek inanmamıştı ondan duyduklarına. “Olsa olsa hırsızdır o, hem yarım akıllı Huriye ne bilecek ki onun ne olduğunu” demişti Ali’ye olanları anlatırken. “Off uykum zehir zıkkım oldu yine, niye dinledim ki Ali’yi, keşke ısrar etseydim de bankaya götürseydik parayı. Ben de rahatça uyusaydım onun gibi. Hiçbir şey umurunda değil ki zaten. Yarından tezi yok parayı bankaya koymalı” diye iç geçirdi. Bu parayı çok zor şartlarda denkleştirmişlerdi. Paranın başına bir iş gelmesi, hem Elif hem aile için yıkım olurdu.

7 “Anlaşıldı, bu işe bir çözüm bulana kadar bana uyku haram” diye fısıldadı kendi kendine. Ne yaptıysa uyuyamadı, düşünceler içinde boğuldu iyiden iyiye. Nefes alamaz hale geldiğini hissedip kalktı yataktan. Başucundaki bardaktan birkaç yudum su içti. Terliklerini giyip oturma odasını geçti. Işığı yakmadı, onun yerine perdeyi açtı. Sokak lambasının cılız ışığı az da olsa odayı aydınlatıyordu. Hem loş ortamları severdi zaten. Sokak lambasının ışığı gibi ev de loştu şimdi. Ne kadar sessiz, kimsesizdi sokak. Kasaba ölüm uykusundaydı sanki. Ne köpek havlaması, ne uyuz uyuz gezen kediler… Kendisinden başka hiçbir varlık nefes almıyor gibiydi. Gökyüzü berraktı, yıldızlar cılız ışıklarıyla süslemişlerdi göğü kandil gibi. Bir süre daha baktı, izledi bu hareketsiz sokak manzarasını. Sıkılmıştı, üstelik sabah erken uyanması gerekiyordu, gidip uyusa iyi olacaktı. Çarşı pazar işi vardı, yorulacaktı. Bir de parasıyla dikiş dikiyordu. Yetiştirmesi gereken siparişler bekliyordu onu. “Gidip bir daha deneyeyim belki uyurum” diyerek kalktı pencerenin önündeki koltuktan. Derken o da ne? Hareketlendiği an bir karartı gördüğünü fark etti, tam orada sokak lambasının dibindeydi. Fakat o kadar hızlıydı ki gözden kaybolmuştu aniden. Esrarengiz görüntü bir anda görünüp kaybolunca “yanlış gördüm galiba” diye üzerinde durmadı. Fakat perdeyi kapatmaya davranmıştı ki bazı sesler çalındı kulağına. Uyuyan kasabada eşyalara, ağaçlara, evlere nüfuz eden korkunç bir patlama sesi gibi gelmişti ona. Her taraf öyle sessizdi ki, en ufak bir çıtırtı bile ürpertici bir hale dönüşüyordu. İyice baktı dışarıya. Kuvvetli bir rüzgâr, evin önündeki teneke kutuları devirmişti. Ürperdi. O ara Huriye’den duyduklarını anımsadı, “Eyvah” dedi, “Huriye delisinin gördüğü kara gölge olmasın bu sakın?” İvedi adımlarla, parmaklarının ucuna basa basa yatak odasına yürüdü. Bilmem kaçıncı uykusunda olan Ali’yi dürttü. Uykusu ağırdı zaten, top atsan duymazdı. Kıpırdamadı bile, bu kez daha kuvvetli sarstı Meryem. Sonunda gözlerini fal taşı gibi açıp uyandığını görünce uyku mahmurluğuyla şaşkın yüzüne daha da yaklaşıp fısıldayarak “Ali, Huriye’nin bahsettiği gölgeyi gördüm, kalk” dedi. Ali, kavga dövüş bilmeyen, kendi halinde, sakin bir adamdı. Yine de kasabada çıkan dedikodulardan sonra o da kendince önlemler alıp kapının arkasına kalın bir sopa koymuştu. Hızlıca kalktı, o önde Meryem arkada usulca yaklaştılar kapıya. Koridor çok karanlıktı, Meryem ışığı yaktı. Bir yandan da Ali’ye “çabuk ol, kim olduğunu öğrenmeliyiz” diyordu. Alelacele çıktılar evden, “bu tarafa gitti” dedi Meryem. O ara Ali’yi de kolundan tutup


8 evin sağ tarafındaki yola doğru çekiyordu. Evden uzaklaştıkça sokak iyice karanlığa büründü. Kasabada her sokakta lamba yoktu. Bu da etrafı daha ıssızlaştırıyordu. “Tuh, kaçırdık mı yoksa?” dedi Meryem. “Yok, yok, yürü be kadın, orada işte görüyorum, koşuyor” Ayın ışığı gölgenin kim olduğunu anlamalarına yetmeyecek kadar azdı. Ali bağırmaya başlamıştı artık, “dur dedim sana, kasabanın huzurunu bozmak neymiş göreceksin!” Onlar gürültü yaptıkça evlerin ışıkları yanmaya başladı tek tek. Gecelerini ses seda olmadan sakin geçiren kasaba birden panayır yerine dönmüştü. Herkes dışarı çıkmış, birbirini eze eze gölgenin peşinden koşuyordu. Köşeyi dönerken yetiştiler. Ali bir hışımla

kavradı omuzundan, hızı kesildi gölgenin. İkisi birden yere yuvarlandı. İnsanlar etraflarında birikmişti. Feneri yan komşunun elinden hızlıca çekip aldı Meryem. Kocasının zapt etmeye çalıştığı, kurtulmak için kolları ve ayaklarıyla çırpınan gölgenin yüzüne tuttu. Yorulmuş, ter içinde kalmış şaşkın ve korkak yüz bütün çizgileriyle aydınlanmıştı. Meryem olduğu yerde donakalmış, gözlerine inanamamıştı. Etraftakiler anlamsız gözlerle izliyordu olanları. Sonunda sessizliği bozan Ali’nin hayret dolu sesi oldu: “Huriye!” Meryem’le etraftakilerin şaşkınlığı derin bir acıma duygusuna dönüşmüştü.

YALNIZ BİR GÜN Emine Esin Arık

G

ecenin kuyruğu ile gelen güneş ışıkları hafif hafif ortalığı aydınlatmaktaydı. Ağaçlar aralarında fısıldaşır gibi uğuldayarak yeni günü selamlıyor, sokak köpekleri horozlara eşlik ederek günün doğumunu insanlara haber veriyordu. Ali bunca gürültüye rağmen yatağından çıkmak istemedi. Yorganı başına kadar çekti, sol yanına döndüğünde yatakta kendisinden başka kimsenin olmadığını hatırlayarak gözlerini açtı. Yatakta doğrularak pencereden dışarıyı izledi. Bu sırada Sütçü Remzi on altı oktavlık bas sesiyle sokağa giriş yaparak hala uyuyan köy sakinlerini de uyandırmış oldu. Artık herkes uyanmış, gün başlamıştı. Kahvaltısını yapan tarla sahipleri gürültü ile traktörlerini çalıştırıp iş yolunu tutmuşlar, evde bırakılan genç kızlar ise ev işlerine başlamışlardı. Ali bir türlü yataktan çıkmak istemiyor, insanların hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmelerine şaşırıyordu. Aslında olması gerekende buydu; elbette ki yaşanılan hiçbir şey unutulmamalıydı fakat geçmişe saplanıp kalarak da yaşanamazdı. Ali bu

düşünceler içerisinde kendisini biraz toparlamaya ve işlerine devam etmeye karar verdi. Yataktan kalkarak banyoya yöneldi. Elini yüzünü yıkayıp bir şeyler yemek için mutfağa gitti. Önce tüpe bir çay koydu ardından yere bir sofra bezi serdi. Dolaptan zeytin, peynir, reçel gibi kahvaltılıklar çıkarıp yaygının üzerine koydu son olarak demlenen çayı da alarak yere bağdaş kurdu. Ekmekten büyük bir parça koparıp iştahla reçelin içine bandırdı. Tam ağzına götüreceği sırada durdu, birkaç dakika öylece bakakaldı. Yüreğinde bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Reçeli onun yaptığını anımsayarak gözyaşları içinde sofradan kalktı. Neredeyse yarım saat hiçbir şey yapmadan durdu. Aslında bu duruş onun içinde cereyan eden savaşların sessiz bir habercisiydi. Neden sonra ani bir hareketle ocağa yöneldi, gazı açtı fakat ateşi yakmadı. Tekrar dağınık olan yatağına dönüp yattı. Köyün çocuklarının neşeli çığlıkları, otlaktan dönen koyun sürülerinin sesleri arasında derin bir uykuya daldı.



10 Mîheme. Gel sen ilk o ağlamalı zamanları yatıştır, okula alıştır, kalem tutmayı öğret, temel konuları ver, ilkokul öğretmeni gelsin alsın. Hüzün… * Çocukların getirdiği çiçekleri en sevdiğim kitaplarımın sayfaları arasında kurutuyorum. * Hamza dedi, öretmenim benim elimi de... Hamza; yeni konuşmaya başladı. Bir trafik kazasından sonra konuşmamış, hikâye okuyoruz her gün onunla. Kelimeler ile başladık şimdi cümle kuruyor. Veliler ilkin onu istemedi, çocukları korkuyormuş. Onları sınıfa alıp tanıştırdım. Biliyordum kimse onun masumluğuna dayanamazdı. Şimdi kendi çocuğunun durumunu soran, sonra Hamza’yı soruyor. Annesi ile göz göze gelince gözlerimiz doluyor. Ne çok hikâye var. * “İnsan yer yatağından kolunu uzattı mı hemen halıyla karşılaşır.” Öğrencimin evinde iken bu cümleyi düşündüm. Güzeldi. * “Öretmenim beni dönder.” * - Öretmenim sen bana yeşil verdin ama ben sarisini seviyordum. - O vakit söyleseydin Onur. - Söyleyemedim işta. Bi dedim söyliyim sonra dedim yok. - Keşkemdi söyleseydin. - Söyleyemedim öretmenim. - Bi daha böyle olsa söyle. * Öretmenim Hamza nefesini yüzüme veriyor, vermesin. * Mîheme ile düğme hangi elimde oynuyoruz. Sağ elini çok sıkıp, sol elini geri çekerek şaşırtmaca yapıyor. Bu oyunda benden iyi : ) * Yeni bir öğrenci geldi bugün. Çocukların tanışmak için hiçbir numaraya ihtiyaçları yok, yaklaşıp “Senin adın ne?” demeleri yetiyor dostluk için. * Öğrencilerimi abi ve ablaları getiriyor çoğunlukla, toplantıya da onlar katılıyor dolayısıyla. Bir velim 10 yaşında. 4. sınıfa gidiyor. Veli toplantısında velimin derslerinin nasıl gittiğini konuştuk. Dedi: Geçen günü öğretmen bana çoh kızdı. Dedim: Niye kızdı. Dedi: Takvimleri sordu bilmedim. Dedim: Hangi takvimi kullanıyoruz biz? Dedi: Vallayii biz evde Keleş Otomotiv’in takvimini kullanıyoruz. * Öğrencimin dedesi sınıfa gelmişti misafir olarak. Ço-

cuklara bakıp, “fukaranın çocuğu küçük iken, zenginin çocuğu büyük iken güzeldir.” dedi. Gelişimde çevrenin önemini vurgulayan bir profesör gibiydi dedemiz. * Kar yağarken dışarı bakmak güzel, hele bir de yoldan çepçe (kepçe) geçiyorsa. * Köyden gelen ilkokul 3. sınıf taşımalı eğitim öğrencileri okulun ilk günü sınıfı temiz görünce ayakkabılarını çıkararak sınıfa girmişlerdi. Ve Cemal Süreya şiiri aklıma gelmişti: “Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani, trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı.” * Babama, otuz tane beyaz Eti Puf ve Bonibon aldırdım, sonra beraber kardan adamlar yaptık çocuklara yarın için. Babamın hevesi gülümsetti beni ve şaşırttı, daha önce de boyama kalemini ilk kez kullanıp afiş boyamıştı bana. Evdeki sakinliğe iyi geliyor çocuklar. * Öğrencim Mîheme’den telefon geldi, annesine ağlamış beni arasın diye. “Özledim” dedi. Dedesigildeymiş, çay içiyormuş. : ) Zaten çocuklar tatil oldu muydu dedesigile gitmeli. * Öretmenim ben artık okula gelemem… Neden? Çimki elime kına süreceğiz, üstüne çorap geçireceğiz. Nasıl geleyim? Yağmur’un elleri… * “Öretmenim, ablama nişan taktılar. Bu çiçeki ondan istedim, senin için…” * Verdiğim ödevleri yaptın mı Hamza? - He, yaptım. Uçak yapıp uçurmuş meğerse : ) Onları sen uçak yapasın diye vermiyorum Hamza, başka kâğıt mı yok Hamza, sen de haklısın Hamza. Veli ziyaretlerine gidiyorum, fakirse tavuk kesiyor. Zenginse çay demliyor. Yemek saatinde gitmeseniz bile bi an kaybolup o tavuğu kesip illa yemeğe kalın diyorlar gönlü zengin o güzel insanlar. * Öğrencim tandır ekmeği getirmiş. Dağlarına bahar geldi gönlümün.. * Eski öğrencim Yiğit ile karşılaştım. Dedi: Hani öretmenim geçen sene doğum günüsümü kutlamıştık. Hani sen sınıfı süslerken düştün. Hani ele en güzel balonun da üstüne düştün. Hani patlamıştı. Keşkemdi patlamasaydı. Tamam, Yiğit tamam sana gel balon alayım. * “Canımın ağlaması geliyor öretmenim.” * Bazı gün dalgın çocuklar bana “anne” diyor. Bi tuhaf oluyor insan : ) Sonra “ayh öretmene anne dedim” diye gülüşmeler. Bir miktar anneyim ben de.


BU BİR İÇ GEÇİRMEDİR

11

Naciye Özkan “Seni dağladılar değil mi kalbim” Necip Fazıl Bir süredir bir hayale inanıyordum. Bu hayalin beni sevdiğine inandırdım kendimi. Bunu bana ben yaptım. Önceleri bir şekilde hiç yoktan da olsa umut ettim. İnanmayı sürdürdüm. Daha sonra bu durum bir öfke halini almaya başladı. Gittikçe alevlenen. Her zerreme işleyen ve hiç bitmeyecekmiş gibi göğüs boşluğumda gezinen bir öfke. Sonra geçti. Sadece ve sadece kırgın olduğumu anladım. Anlamam uzun sürmedi. Anlamamayı seçtim. Nereden bilsin insan kırgınlığının bile onu bırakıp gideceğini. Yapayalnız kaldım. Hepsinin bir sebebi vardı. Öfkeyle kalkan zararla otururdu. Ben öfkemi bir başkasına verdim, beraber oturduk. Ama o bir başkası inandı bana. Ben yaşadım, ben yaşattım. Bin parçaya böldüm onu. Tuzla buz olsun

istemedim. Toplaması zor olsun istemedim. Yaşasın istedim. Bin parça yaşasın. Saydım. Tamı tamına bin parçaydı. Milimetrikti tüm kesikler. Nedense tecrübeyle sabitlenmiştir yara olacak tüm kesikler. O bir başkası bana çok benzedi. Ben gibiydi. Ama sadece gibiydi. Olmamıştı. Ve son olarak gittikçe alevlenen, her zerreye işleyen ve hiç bitmeyecekmiş gibi göğüs boşluğunda gezinecek bir öfkede eklenince, artık ben oldu. Yemin ettik. Ant içtik. Hepimiz ölecektik. Ayrıldık. Sonrasını bilmiyorum. Belki de o bir başkası, benim yüzümden bir başkasına, benim ona davrandığım gibi davranacak. O bir başkası, bir başkasına. O bir başkası da diğer bir başkaya. Kısır döngü. Ama dedim ya bilmiyorum. Yaşarsam yazarım.

YANILSAMA Samet Zenginoğlu

K

oşarak uyandı. Yine bir o kadar hızlıca hazırlandı. Saatine bakmak istedi ama vakit kaybetmeye tahammülü yoktu. Lakin sabırsızdı. Yenildi. Saatine baktı: 07:36:12 Bir dakikadan daha az bir süre kalmıştı trenin gelmesine. Hayır, paranoyak değildi. Güneşe baktı. Olması gereken yerdeydi. Etrafına baktı. Birileri vardı. Yalnız değildi. Gerçi o “birileri” meselesi, sadece kendisi gibi birilerinin de olduğunu bilmesini sağladığı için önemliydi. Avunmak, insanları intihardan kurtarırdı. Şükretti. İyiydi. Hatta öksürmüyordu bile. Bir yerde okumuştu: “Verem olmak üretimi düşürür”. Güzel şiirdi ama! Ne zamandır şiir okumuyordu? En son bir mısra… Nasıldı? Evet! “Belki düşer yere yağmur bir kor misali ve içimizi serinletir.” Ama bunu beğenmemişti. Neden? Beğenme ya da beğenmeme kriterlerini belirleyen “şey” ne idi? Mesela bu şiiri neden beğenmemişti? Açıklayamadığı şeyler hakkında nefsi ve zihni müteredditti. Öğle paydosuna az kalmıştı. Hiç damarlarınızdaki bir boşluğun gezintiye çıktığı ve üstelik bazen de sizi gizli gizli dinlediği ve takip ettiği hissine kapıldınız mı? Öyleyse, ne halde olduğunu anlamanız zor olmayacaktır. Öyleydi. Yorgundu. Hayır, bir sorunu yoktu. Güneşe baktı. Olması gereken yerdeydi. Şirketin çalışanlarına sunduğu büyük fırsatlardan biri olan öğle yemeğini yemişti. Doymuştu. Ama yemekleri beğen-

memişti. Kızdı kendine. Şükretti. İş akışı öğleden sonra daha hızlı olmak zorundaydı. Bu sebeple, kan şekerinin düşmesi normal değildi. Müdahale edildi. “Nasılsın?” “İyi olmak zorundayım.” Ayağa kalktı. Şirket yetkilisinin kendisini beklediğini fısıldadı biri kulağına. Hemen döndü. Kimse yoktu. Gitti. “Sanırım bu tempoyu kaldıramayacaksınız. Size bir gün daha mühlet veriyorum.” “Ama efendim” diye bir cümle kurmasını beklemeyin. Zira kendine kızıyordu o da, en ağırından. Başarısızlık kabul edebileceği bir şey değildi. Peki, neden kabul edemiyordu. Onun başarısızlık kriterlerini belirleyen “şey” ne idi? İyiydi. Her şeye rağmen. İyi olmak zorundaydı. Saatine baktı: 17:59:30 Trenin gelmesine yarım dakikadan daha az bir zaman kalmıştı. “Belki aşınan ciğer kabuk tutmaz, lakin karabulut çehremi nasıl aksettirir içeri?” Hayır. Hiç zamanı değildi. Ardı sıra gelen mısraları unutmaya çalıştı. Oysa o soru ve içerisinde yaşadığı dünya kime aitti? Sormamalıydı. Trenin ışıkları ile göz göze geldiler. Yarına dair bir umut olarak algıladı bu şavkı. Ancak yine de kurtulamadı: “İstikbale araladığım perde, seni ne zaman yıkayacaklar?” Güneşe baktı. Olması gereken yerde yoktu.


OTOBÜSTE Ercan Ata

E

l edince otobüs aniden fren yaparak durdu. Acele adımlarla merdivenlerini çıktı, akbilini bastı. Otobüsün içinde zeki ve çevik adımlarla ilerledi. Otobüs aniden hareketlenince sendeledi, düşmemek için kendini zor tuttu. Boşta olan tek koltuğa gidip oturdu. Araba Kadıköy’e gidiyordu. Orası gençliğinin mekânıydı. İlk gençliğinin en güzel günleri orada geçmişti. Kaygısız zamanları umarsızca harcamıştı. Çünkü yaşantısıyla ilgili olarak herhangi bir şekilde hesap soran yoktu. Hesabını vermeyeceği işlere girişmekten kolay ne vardı şu dünyada? Kâh okul çıkışlarında arkadaşlarıyla kahveye gidiyor kâh çay bahçelerinde laflıyorlardı. Bir dönemin hit mekânı Zeki Bilardo önemli bir yekûn teşkil ediyordu hayatlarında. Bazen sinemaya tiyatroya gittikleri de vaki oluyordu. Fakat o günler geride kalmıştı. Anıları ısıtıp ısıtıp masaya sürmenin kimseye bir faydası olmayacaktı. Arkadaşlarının çoğu çil yavruları gibi yurdun dört bir yanına dağılmıştı. Çoğuyla da irtibatları kesilmişti. Hepsi hayatlarına yeni bir sayfa açmıştı anlaşılan. Fakat bütün bunları şu anda düşünmenin bir anlamı yoktu. O günler çok gerideydi. Geçmiş adı üstünde maziydi ve asla geri gelmeyecekti. Yeşil elbiseler içinde filinta gibi bir delikanlıyken geleceğe dair umutla baktığı günler bir sabun köpüğü gibi avuçlarının arasından uçup gitmişti. Şimdi… Sıcak bir yaz günüydü. Terlemeye başlamıştı bile. Camı aralamak gerekiyordu. Yanında oturan kişiye göz ucuyla baktı. İlk defa dikkat ediyordu. ‘Camı biraz açabilir misiniz?’ dedi. Kız gülümseyerek, tabii diye yanıtladı sorusunu. Zihni ona yoğunlaşmıştı işte. Kaybettiği şeylerin hepsi onun saf yüzündeydi. Sanki yüzündeki gizli resimde kaybettiği kocaman dünyanın tümü mevcuttu. Rahatsız etmeden göz ucuyla onu süzerken bazı ayrıntılar daha yeni çıkıyordu gün yüzüne. Sade ve uyumlu giyinmişti. Frapan bir kişiliğe sahip olduğu söylenemezdi. Taşkın da sayılmazdı. Bir de kendini düşündü. Otuzlu yaşlarını çoktan devirmişti. Sevgili Cahit’in deyimiyle yolun yarısına çoktan vasıl olmuştu. Ancak ömrün matematiksel hesabının olup olmadığı şüpheliydi. Ama yine de otuzlu yaşlar insanın hayat yükünün ağırlığını iyiden iyiye hissettiği yaşlar olmalıydı. Hayaller uçup gidiyordu öncelikle. Beklentilerin gerçekleşmeyeceği bir kez daha ortaya çıkıyordu. Çok güvendiği arkadaşlarının onu oyununda yalnız bıraktığına defalarca şahit olmuştu. İnsanlara olan güvenini neredeyse yitirecekti. Herkes kendisini, çıkarlarını düşünüyordu doğal olarak. Peki egoistlik, çıkarcılık doğal bir şey miydi? Bu duygular doğalsa o zaman, cinayet işleyen bir kimse-

12 nin de kendine göre haklı nedenleri olmalıydı. Galiba kendisi dışındaki herkes haklıydı. İyi niyeti boşunaydı. Başarı ve mutluluk merdivenlerini hızlı tırmanacağını ummuştu. Aranılan, sözü geçen bir kimse olacağından kuşkusu yoktu. Herkes onu parmakla gösterecek, meydana getirdiği eserleri hayranlıkla seyredecekti. Kendisinin özel bir insan olduğuna o kadar inanmıştı ki… Seçilmişlerden birisi olarak görüyordu kendisini. Herkes ona yardım edecekti. Yoksa bu kadar çileyi niye çeksindi? Çocukluğunda yaşadığı bazı olağanüstülükler bu düşüncenin onda iyice kökleşmesine neden oldu. Çok zeki olduğunu varsaymasa da özel yeteneklere sahip olduğunu düşünüyordu. Nasılsa bir gün yıldızı parlayacak, alanında parmakla gösterilen kişilerden biri haline gelecekti. Bundan hiçbir zaman kuşku duymamıştı. Tanınmış bir sanatçı olacak, kitleleri peşinden sürükleyecekti. Bazı alanlarda daha maharetli olmasına rağmen her işi başarabileceğini düşünüyordu. Ancak bir süre sonra sanatın para etmediğini görünce, değerinin anlaşılmayacağını hissedince ticarete atılmaya karar verdi. Macera onun kanında, ruhunda vardı. Bir arkadaşıyla birlikte işyeri açtılar. Başlangıçta işleri oldukça iyi gidiyordu. Süreç ilerledikçe hatalar yapmaya başladılar. Hatalar arttıkça zarar büyüdü, işyerini kapatmak zorunda kaldılar. Birkaç girişimde daha bulundu. Galiba ona yürü denmemişti. Koşamayınca emeklemeyi tercih etti. Memuriyete atıldı. Beş yıl çalışmasına rağmen hiç maddi birikim yapamadı. Birkaç yıl sonra evlenmek zorunda hissetti kendisini. Zira yaşı geçiyordu. Ev işleri sıkıntı vermeye başlamıştı. Arkadaşlarının neredeyse ikinci çocukları da olacaktı. Sonunda evlendi. O çok arzuladığı mutluluğa yine ulaşamadı. Mutsuz da sayılmazdı. Sıradan bir yaşam sürdüğü söylenebilirdi sadece. Sıradan bir hayatsa onu boğuyordu. Başka türlüsünü de beceremiyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. Sekiz dokuz yıldır kullandığı çantanın yer yer altı delinmiş, rengi solmuş, kenarları yıpranmıştı. Çantasını açıp gazeteyi çıkardı. Gazetedeki başlıklara şöyle bir göz attı. Kayda değer bir şey yoktu gazetelerde. Hayata ve mutluluğa dair her şeyin çok yakınlarında olabileceğini duyumsadı. Adımını atsa ulaşabilecekti sanki. Burnuna güzel kokular mı geliyordu ne? Dışarıya baktığında ineceği yere bir durak kaldığını fark etti. Yanındakinden izin isteyip ağır adımlarla kapıya yöneldi. Kaybettiği her şeyin yanındaki koltukta olduğu fikri dimağında yankılandı. Keşke onun yerinde olsaydı. Ancak kendisi için artık çok geçti. Sahip olduğunu düşündüğü her şey zamanla elinden uçup gitmişti. Ağır adımlarla merdivenlerden inerken neredeyse düşecekti.


GÜZEL ADAM Şeyda İpek Güzel adamsın sen. Erkekliği, babanın her gece yumrukladığı ceviz ağacından olma o masadan almışsın. Çay bardağını sıkıca avuçlamayı babandan ezberlemişsin ve yine baban öğretmiş bir ekmek kuyruğunda nezaketen yer verirken iyi bir adam olmayı. Bir sabah gözlerini sonsuz bir merakla açmışsın dünyaya. Taa ki ne varsa bu dünyada öğrenmek adına bir bir bellemeye söz vermişsin. Bir amaç edinmişsin varlığına sebep olsun diye. Ölmekse eğer bir amaç uğruna ölebilmeyi de büyüklerinden öğrenmişsin. Güzel adamsın sen. Omuzların kıyına öylesi dik öylesi sert uzanmış. Koyu yeşil çizgilerle teninden taşmış damarların. İki gamze oturmuş yanaklarının dibine. Bana soracak olursan annen bir roman yazmış, saçının telinden, ayağının dibine kadar okunulası bir roman hem de. Kitap olmuşsun kadınlara. Birçok kadının başucundasındır belki. Satır satır dökülmüştür

13 yüzün, bilmem kaç nar rengi dudaktan. Sana dokunmuş her kadına güzel hikâyeler vermişsin. Bir anlam, bir iz gayesiyle dokunmayı annenin ellerinden bellemişsin. Çokluğa doymuş, azlığa hep aç. Küçükken yediğin bayat ekmeklerden şükretmeyi de görmüşsün. Sesin camları patlatacak kadar gür çıktığında, susmayı kendine adet edinmişsin. Güzelsin adam. Yan yana yürüdüğümüz kaldırımda tesadüfen esen rüzgâr saçlarımı yüzüne çarpmış. Dünyanın dibine dalar gibi kapatıp gözlerini saçlarımı koklamışsın. Bende ki keyfe diyecek yok. O kaldırıma emanet ettim kendimi. Saçlarımı yaseminlere yatırdım daha güzel koksunlar diye. Omuzundaki göçüklerden kendime bir yer ayırdım. Güzelsin işte adam. Dünyadaki bütün açlığa, sefalete, kurak topraklara inat gibi güzelsin.

ÇİÇEK ALFABESİ Aytaç Ayna “Sana şimdi gülün g’si ile başlayan bir isim bulmalıyım” dedi. “Gülmek” olur mu diye cevap bulmaya çalıştı. “Ama ağlarsan ismine tezat düşer gözlerin, üstelik biliyorsun bir fiili isim yapmak ancak sıfatlardan arındırılması mecburiyetini taşır.” Kollarını masanın üzerinden ayırırken parmaklarıyla ritim tutuyordu. “Vedalar en büyük şarkılara konuktur; kalbimden bir ses geldi” dedi, “hem de sessiz harflerin kınından çekilmiş. Karanfil olmalı. Evet, ‘k’ senin adının baş harfi. Hem bir yolun iki ayrımı gibi… Sen bunu bir düşün.” Bir yağmur damlası ayakkabısının bağcığına düştü. “Sana bir de gezegen bulmalıyız. Dünya üzerine pek konuşmayı sevmem. Okumayı seviyorsan kitaplarımdan birkaçını sana verebilirim.” Gözleri doldu. Ayakkabılarını çıkartıp beton zemine fırlattı. Masanın üstündeki dans eden penguene yaklaştı. “Sen de dans edebilirsin, hem de bir penguenden daha kibar ve alımlı. Aslına bakarsan birinde bir şeylerinin kalması demek, onunla senkronize olmanın bir diğer paydası. Çünkü birinin eşyalarını kullanmak onu tekrarlamaktır. Kitaplarımı sadece çok sevdiklerimle paylaşırım; vazgeçilmezliklerden, vazgeçilmezlikler doğar.” Burnuna bir yağmur damlası düştü. “Bir de suyun olduğu yerlere gitmeliyiz. Evet. Su olmazsa olmazımız. Tatlı su mu seversin, tuzlu su mu?” Yağmura boynunu uzatırken gördü onu. Çok zarifti. Boynu ıslanmıştı. “Sanırım tatlı su istiyorsun.” derken, denize karşın gözlerini çevirdiğini gördü. “İkisini de mi? Ama bu çok zor bir ihtimal gibi. Fakat bir yolu olmalı. Seni metal yığınlarının

ortasında bulduğumda, viraneydin. Yıkandıkça rengin yerine geldi. Fakat aralıksız olarak farklı tonlara bürünüyorsun. Ve ben unuttum; rengin ne olmalıydı senin? Bir gözün rengi ne olabilir?” “Kuşlardan daha fazla bahsetmeliyiz. Onları sever misin? Onlar gibi uçmak ister miydin? Bence isterdin. Ve onların mizacına yüz tutmak da şart. Çünkü kuşlar terk etmezler, göç ederler. Kuşlar hakkında her şeyi konuşmalıyız. Mesela yalan söyleyen kuş görmedim ben hiç. Sen gördüysen söyle. Konuşan kuş da görmemişsindir. Papağanlar konuşmaz. Konuşmak tekerrür etmek değildir. Fakat onlar, yani tüm kuşlar uçmak için varlar. Sadece uçmak. Mamafih uçmak çok şey anlatıyor.” “Sana hâlâ bir isim bulamadık.” Düşünmeye devam etti. Boynuna bir yağmur damlası düştü. İçinde, içinden, içini, için için ağlamaya başladı. “İsimlerin önemi yok. Zaten harfler her zaman baki kalmıyor. Seni benden başka kimse çağırmayacak. Çağırmak basit bir eylem değildir. Bunu en çok gidemeyenler ve gelemeyenler bilir. Çünkü onlar kendi içlerine çağrılırlar hep. Ama bunu bir prosedür olarak tamamlayacağım.” Bir ses düştü gönlüne ve cemre. Buldum.” diye söylendi. Ardından onu kökleriyle birlikte saksıdan çıkardı. Bir ağacın hemen yanına dikti. Ayağa kalktığında ıslanmadık uzvunun kalmadığını fark etti. Çıplaktı. “Seni bir kez çağıracağım, fakat içimden. Bana anımsattığın her şey içimden…” Begonvilin “b” si, bulmak “b”, başlamak “b”, bitmek “b”, bölünmek “b”, belki


GÜNLERİN GETİRDİĞİ Bayram Zıvalı

B

u gün kaç şiirden düştüm bilmiyorum. Düzinelerce dergi ve yüzlerce kitap arasından yazmaya başladım. Günlük on saat uyku uyuyorum. Sonra nedenini araştırıyordum ki kitap kokularının ağırlığı aklıma geldi ilk. İkincisi çok fazla yorgunluğum. Bedenen değil de daha çok düşünsel boyutta. Dışarda alabildiğine derin bir aydınlık var. Kışa girmek mümkün değil, bu havalar da olmasa. İnsanın içerisine bir sevinç koy veriyor. Bu sevinçten payımı alır gibi çayımı yudumluyorum. Sonra düşünüyorum hangi kitabı okumalı ve bitene kadar bırakmamalıyım deniz kenarında akşam kızıllığının verdiği mayhoşluğu. Bilmem yine böyle hislerle dolu olduğum hangi günün hangi saatinde, haftada üç dört belki daha fazla kere gittiğim çay bahçesinin en köşe, en gözden uzak ve en kendimce masasına yerleşmiş, ufka karşı çayımı ara ara içip Rilke’nin hikâyelerini okuyordum. Dostlarıma da haber vermiştim. Havanın üşüten serinliğinden çekinmiş olacaklar ki gelmediler. Belki de onlara haberim cazip gelmemiştir, bana cazip geldiği gibi: “Hepimizin birden sevinebilmesi adına tüm samimi insanları Millet çay bahçesinde çay, simit ve muhabbete davet ediyorum. Hiçbir şey yapamazsak yaşadığımıza şükrederiz gülümseyerek birbirimize.” Gelmediler. Belki de gelmemeliydiler. Güzel bir şiir için beni bu güzel anlarda yalnız bırakmalıydılar. O sıra içimden şöyle geçirdim tebessümle, gelmeyen dostlarıma ithafen: “Kimsecikler gelmedi. Yalnız kasım geldi soğuğuyla beraber. Çay(lar) içtim, simit(ler) yedim, yeni çıkan dergilerdeki şair ve yazarlarla, ayrıca ‘Kalem ve Kılıç’ eseri münasebetiyle Rilke

14

amcamızla muhabbet ettim. Yok eğer hiçbir şey yapamasaydım; kendime veya göğe veya ufka veya denize veya artık her neyeyse gülümseyerek şükrederdim yaşadığıma.” O gün kaç şiirden düşmüştüm bilmiyorum. Ve çayımdan bir yudum daha aldım. Kitabıma dalmıştım. Bir yaşlı adamın elleri arkasında ağır ağır yanıma yaklaştığını sezmemiştim. Çok yakınlaşınca ona doğru dalgın bir şekilde başımı hafifçe çevirdim. Kitabım aralıktı, her an dönebilirdim. Ellerini arkasında kavuşturmuş ağır ağır yanıma kadar gelmişti. Dalgındım. Elini kaldırdı, sağ elini. Ve “selamun aleyküm” dedi. Dalgındım. “Aleykümselam amca” dedim onun bu samimi ve doğallıkla başardığı selamı karşısında sesim titreyerek. Öyle bir ezilmiştim ki… Neden mi? Ben bazen selam vermeye çekinirken, vicdanımın ve pişmanlığımın baskısı altında ezilirken o, Peygamber öğüdünü, Allah’ın selamını büyük bir doğallık ve huzurla vermişti. İşte bu yüzden. Sonra ben bir kelime dahi edemeden, bilmiyorum belki de dalgınlığımdan zor çıkardım kendimi, o yavaşça döndü ve gitti. Şaşkındım. Sadece selam vermek için gelmiş ve gitmişti. Günlerce o amcayı bekledim. Gelirse yine selamını alacak, hatta ben önce davranıp selam vererek, ona çay ikram edip muhabbetini dileyecektim. O da gelmedi. Anladım ve gülümsedim. Bu bana bir öğüt gibiydi. Şiirsel gelen bir öğüt. Selam vermeliydik; çünkü selam vererek tanımadığımız insanlara yabancılaşma çıkmazına düşmeyecektik. Tanımasak da yabancılaşmayacaktık. Güne veya kendime veya ufka veya denize veya o an içimde gezinen hangi şiirsel duyguyaysa işte ona/onlara gülümsedim ve şükrettim. O gün kaç şiirden düştüm bilmedim.


BİR PAZAR SABAHI Buğra Taşova

B

ir pazar sabahı yine şehrin tüm gürültüsünden uzak, kuşların birbirleri ile oyun oynamaktan yorulmamalarına şaşırmak ile başlamıştı. Gökyüzü masmavi bir derinliğe bürünmüş, kar misali bulutların yokluğunu bile hiç belli etmiyordu. Güneş öylesine sıcak öylesine yakıcıydı ki, bahçemdeki hasır sandalyemde bir bardak acı kahve ile bir sigarayı keyfini çıkararak içememiştim. Bahçemin büyük bir bölümü çim kaplı olmasına karşın çim olmayan yerlere Arnavut kaldırımı döşeme fikri arkadaşım Sabahattin’in kırk yılda bir aklına gelen ender güzel fikirlerdendi. Zaten betonarme bir hayatın içine doğmuş, demir yığınları arasında büyümüş olan ben, bu hayattan oldukça sıkıldığım için kaçıp buralara gelmiştim. Sessizlik ve yalnızlık en iyi iki dostum olmuştu. Kitaplar yarenim, bazen beni yarı yolda bırakan sigara sevgilim, kahve ise bazen beni kızdıran ama sevmekten vazgeçemediğim bir arkadaş gibiydi. Aman Allah’ım ne tatlı bir hayat! Yakıcı güneş derimin altına işlediğinde bugün serin bir yerlere gitmeye karar verdim. Toplu taşıma gibi bir derdim yoktu. Uygun bir fiyata hoş bir araba almıştım. Beni taşısın yeterdi nihayetinde. Hayalimde harikalar yoktu. Basit bir hayatın içinde ihtiyacım olduğu kadar teknolojiye sahip olmak istedim. Fazla açgözlü olmamak gerektiğini öğretti hayat bana. İnsanın en büyük düşmanı hırslarıdır. Sevmediğim bir düşünürün sevdiğim bir sözü var: “Cehalet mutluluktur.” Cümlenin özünü kavradığım için öyle mutluyum ki. İnsanoğlu ne kadar çok şey bilirse o kadar fazlasını istiyor. Ve sonunda üzülen, hüsrana uğrayan yine insanoğlu oluyor. Ne kadar fazla şeye sahipsen o kadar çok ihtiyacın var demektir. Bu da insanoğlunu felakete sürükleyen en berbat paradigma. Bir yerlere gitmeliydi ama nereye? Kozak bölgesine gidip çamlar altında tertemiz bir havada güzel bir piknik yapabilirdim. Ya da Dikili’ye mavi bayraklı plaja gidip akşama kadar yüzerek tüm kaslarımı çalıştırabilirdim. Kaz dağlarına mı çıksaydım? Çok uzak, vazgeçtim. Dikili kalabalık. Kozak yöresinin yolları bozuk, ondan da vazgeçtim. En iyisi Yuntdağ’a çıkayım. Bir iki köy havası alırım. Rüzgâr tenimi serinletirken ruhumu da taşır belki başka yerlere. Yola çıktığımda yanıma da hiçbir şey almamıştım. Elbet yiyecek bir şeyler bulacaktım. Erik ağaçları çoktur bu bölgede. Acıkırsam bir kaç erik göz hakkı sayılabilirdi benim için. İnsanların hayır diyeceklerini zannetmem. Zaten misafirperver insanlardır o yörenin köylüleri. Yaklaşık 50 km hız ile sürekli sağa-sola virajlı ve %5 rampa bulunan Yuntdağ yolunu tırmanırken bir taraftan da Bakırçay Ovası’nın büyüklüğünü ve güzelliğini hayranlık ile izliyordum.

15 Muazzam büyüklükte tarım arazileri birbirine dik şekilde sürüldüğünde yukarıdan harika bir görüntü çiziyordu. Bir taraftan da Moğollar ve Cahit Berkay enstrümantal nameleri ile kulaklarımı okşuyordu. Çaldıkları her şarkı bir başka Yeşilçam filminin konusuna doğru yolculuğa çıkarıyordu beni. Eskiden az izlemezdik Yeşilçam filmlerini. TV bu kadar gelişmiş değildi ve Yeşilçam filmleriydi en büyük eğlencemiz. Atçılar köyüne yaklaşırken yolda beni karşılayan devasa rüzgârgülleri aklımı başımdan alıyordu. Bu rüzgârgüllerini buraya, kim, nereden ve nasıl getirebilirdi? Harika bir mühendislik sonucu oluşabileceği fikri beni bir kez daha bu yöreye ve insanına hayran bıraktı. Köye geldim ve köy kahvesinin yanında durdum. Kahve kapalıydı ama önünde oturan 60-80 yaş arası, çalışmaktan yorulmuş, hayat tecrübelerinin yüzlerindeki çizgi sayısından belli olduğu, zayıf ama bastonu bir o kadar güçlü tutan 3-5 amca vardı. Hemen selam vererek yanlarına geçtim, hal hatır sordum. Meraksız insanlardı. Neden geldiğimi bile sormadılar. Biraz oturduktan sonra küçük bir şekerleme yapmak üzere köyün biraz altında bulunan ormanlık alana geçtim. Kendime uygun bir ağaç bularak hemen altına annemin yıllar önce çaputlardan yaptığı içinde birbirinden aşırı uyumsuz renklerle dolu kilimi serdim ve uyumaya koyuldum. Uyandığımda sanırım kötü bir rüya görmüşüm ki terler içindeydim. Bu güzel ağacın nefis rüzgârının altında terlemek mümkün değildi ama ben başarmıştım. Geri dönüş için köy kahvesinin önüne tekrar geldim. Bu kez kimsecikler yoktu. O sırada köy camisinin minaresinden ezan sesi yükselmeye başladı. Demek amcalar ikindi namazına iştirak etmişlerdi. Arabama binip dönüş yoluna çıktım.Oldukça mutlu geçen bir günün sonlarına doğru ilerlerken inanılmaz bir şey oldu. Önümdeki eski bir otomobil bir anda takla atmaya başlayarak paramparça oldu. Şoka girmiştim. Enkaza yaklaşmamalıydım, patlayabilirdi. Ama içindeki sürücü ya da varsa yolcular yaşıyor olabilirdi. Çevrede benden başka kimse de yoktu. Arabadan güçlükle inerek enkaza doğru koştum. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Karşılaşacağım manzaranın vahametinden çok korkuyordum. Arada ambulansı da aradım. Tam enkazın yanına geldiğimde arabanın içinde bir anda kardeşimi gördüm. Bayılmışım. Uyandığımda hastanedeydim. Sürekli gelen geçen herkese kardeşimi soruyordum. Kimse cevap vermiyordu. Haberi alan ailem de yanıma gelmişti. Onlara da kardeşimi soruyordum ama onlar da susuyordu. Neden susuyordu bu lanet insanlar? Gözyaşlarım göz pınarlarımı kurutacak duruma geldiğinde artık sakinleştiriciye ihtiyacım olmadığına karar verdi doktor. Sabaha taburcu oldum hastaneden.


16 Tam bir hafta kalmıştım hastanede. Taburcu olduğum gün yine bir Pazar sabahıydı. Eve geldiğimde olanları tekrar gözden geçirdim. Atladığım bir konu vardı, benim kardeşim yoktu ki! Ama hatırladığım bir gerçek vardı. Ruhumu para için şeytana sattığım gün başka birinin bir kardeşi vardı. Bir Pazar sabahıydı. İş yerinden gelen bir telefon acil olarak şirkete gitmemi söylüyordu. Ucunda para vardı. Biri ile buluşacaktım ve sonucunda çok güzel bir para kazanacaktım. Reddetme şansım vardı, yapma-

dım. Arabaya atladığım gibi hızla caddeye çıktım, yetişmem gereken bir iş vardı. Aşırı hız yaptığıma aldırmadan ilerliyordum. Tam o sırada parktan çıkan küçük çocuk abisinin elini bırakarak aniden yola fırladı. Trafik ışıklarını yeni öğrenmişti ve ona yeşil bana kırmızı yanıyordu. Abisine trafik ışıklarını bildiğini kanıtlamak istiyordu belli ki. O acı frenin sesi hala kulaklarımda. Bir pazar sabahıydı. Tüm güzelliklerden uzak, şeytan ruhumu uçurumdan aşağı atmıştı.

İLHAM VERENLER

ANKET SONUÇLARI

Aile Bakanlığı Yardım Kampanyası Şehit Yakınları ve Gaziler İçin Dayanışma Kampanyası’na Destek Verelim

EdebiyatHaberleri.Com anket sayfası ve Hayal Bilgisi’nin sosyal medya hesaplarında üç ay boyunca devam eden anketlerimizin sonuçlarını paylaşıyoruz.

Darbe girişimi sırasında şehit olan vatandaşların aileleri ile yaralanarak gazi olanlara yönelik Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı himayelerinde Başbakanlık tarafından hazırlanan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın görevlendirildiği “Dayanışma Kampanyası”na destek vermek için QR kodu okutarak bakanlığın internet sitesindeki duyuruya ve hesap numaralarına ulaşabilirsiniz.

Kültür ve Turizm Bakanlıkları birbirinden ayrılmalı mı?

Ayrıca, Turkcell, Vodafone ve Türk Telekom (Avea) GSM operatörlerinin 1507 kısa SMS numarasına “15 Temmuz” yazarak 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

% 23 Elif Şafak % 20 Hikmet Anıl Öztekin % 11 Sinan Yağmur % 46 Kahraman Tazeoğlu

Kediversite İle Tanışın! Kediversite, geçici engelli kedi evi... Karabük Üniversitesi Hayvan Hakları Kulübü öğrencileri harikulade bir iş yapıyor. Sakat kedileri üniversitede kurdukları Kediversite’ye götürüyor, bakımlarını yapıyor, barındırıyor, karınlarını doyuruyorlar ve sahiplendiriyorlar. Hikâyelerine ortak olmak, projelerini desteklemek ve mama desteği sunmak için QR kodu okutabilirsiniz.

% 86 Evet % 14 Hayır Sizce hangisinin eserleri daha kötü?

Hangi sosyal medya sitesi edebiyatımıza daha çok zarar veriyor? % 9 Twitter % 46 Wattpad % 33 Facebook % 12 Instagram Korsan kitap satın alıyor musunuz? % 30 Evet % 70 Hayır Hangi kurumun çalışmalarını beğeniyorsunuz? % 48 Türkiye Yazarlar Birliği % 10 Türkiye Yayıncılar Birliği % 13 Avrasya Yazarlar Birliği % 29 Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği


İYİLİK ATÖLYESİ Hazırlayanlar: Fuat Uçar, Sümeyra Ercan, Ebru Yalçınkaya

17

Çocukların hayallerini gerçekleştirmeye var mısınız?

Bir Hayalim Var! Hayal Bilgisi, edebiyat ve iyilik dergisidir. Her sayımızda, çocukların “Bir Hayalim Var” diyerek kaleme aldıkları mektupları değerlendiriyor ve dergimizde yer veriyoruz. Bu çocuklar akranlarının sahip oldukları çeşitli imkânlardan mahrum olan çocuklar. Sahip olmak istedikleri şeyler, genellikle kişisel imkânlarımızla temin edebileceğimiz şeyler. Yayın yönetmenlerimizin yönetim kurulunda olduğu Van Yazarlar ve Şairler Derneği ile dergimizin okur ve yazarlarının işbirliğiyle her sayıda çocukların hayallerini gerçekleştirmeye, çocuklarımıza hayatlarını güzelleştirecek iyilikler yapmaya çalışıyoruz. 21. sayımızda, daha önce dergimizde bir şiirine ve bir öyküsüne yer verdiğimiz bu yıl 6. sınıfa başlayacak olan Sema adlı bir öğrencimizin hayalini gerçekleştirdik. Sema’ya bir çalışma masası, bir sandalye ve bol miktarda kırtasiye malzemesi hediye ettik; hem de dergide yayınladığımız eserlerinin karşılığı olarak, telif hakkı olarak yani. Sema Van’ın Erciş ilçesinde yaşıyor. 22. sayımızda ise başka şehirlere, yurdun bambaşka bir noktasına uzanalım istedik. Fuat Uçar gönüllü oldu. Ona Sümeyra Ercan ve Ebru Yalçınkaya yardım etti. Üç çocuğumuzun mektuplarını ve hayallerini ulaştırdılar bize. 1- Alper (Manisa-Salihli) “Benim adım Alper. Manisa Salihli’de yaşıyorum. 3. sınıfa geçtim. Benim hayalim özel tim olmak ve anneme bakmak. 2. hayalim ise köpek almak. 3. ise gitarda başarılı olmak. 4. aileme güzel bakabilmek. 5. hayalim bateri çalabilmek. 6. hayalim yazar olmak. 7. hayalim iyi kalpli bir çocuk olmak.” Alper’in babası vefat etmiş. Özel Tim olup annesine/ailesine güzel bakmak istemesi bundan; korumak istiyor onları. Allah, ona da annesi ve ailesine de hep güzellikler sunsun İnşallah. İmkânlar elverse de bütün bir hayatı boyunca eğitimine destek olabilsek keşke... Şimdilik yapabileceğimiz en güzel şeyi düşündük editörlerimizle. Ona bir gitar almaya karar verdik. Van Yazarlar ve Şairler Derneği olarak Alper’in gitarını biz alacağız. Annesinin anlattığına göre Alper kitapçıya girince çıkmak bilmiyor, abartısız, saatlerce kitapları inceliyormuş. Elbette İyilik Çetesi’ne üye yapacak, kitabımızı ve başka masal kitaplarını da ona hediye olarak göndereceğiz. Alper’e ayrıca hediyeler göndermek isteyenler olursa, bize telefonla/ maille ulaşabilir ya da posta adresimize doğrudan (çocuğun ismini not düşerek) gönderim yapabilirler.


18 2- Buket (Bursa-Dursunbey-11 Yaşında) (Buket’in mektubunu kısaltarak yayınlıyoruz.) “Ben 11 yaşında bir çocuğum. Bazen bir çizgi film kahramanı hayallerimi süsleyebiliyor, bazen de bir masal kahramanı... Bazen ise sadece bir topuklu ayakkabı benim düşlerimi süslüyor, büyümek istiyorum. Biz çocuklar küçük şeylerle mutlu olabiliyoruz; güzel bir pasta yemek bizi mutlu edebiliyor ya da lunaparkta biraz eğlenmek. Ama televizyonda haber izlemekten pek hoşlanmasam da görüyorum ki bazı çocukların düşleri sadece bomba sesleri ile uyanmadığı mutlu bir yuvadır herhalde. Savaşlar binlerce çocuğun hayallerinin elinden alınmasıdır. Artık bu çocuklar ağlamasın, hayal kursun. Bizi hayallerimiz büyütür oysaki. Son olarak benim güzel ülkeme hiçbir kirli el zarar veremesin. Benim ülkemdeki çocuklar hayal kurmaya devam edebilsin.” Yıllardır binlerce çocuğun kaleme aldığı çeşitli türlerdeki yazıları okuma fırsatımız oldu ancak kendisini bu kadar güzel ifade eden çok az çocuk tanıdık. Buket, yazdıklarıyla bizi çok etkiledi. Onun bir gitarı var. Ama onu çok mutlu edecek bir şeyi paylaşmış bizimle. Güzel bir pasta yemek...Buket’e ve yaşadığı mahalledeki öteki çocuklara kocaman bir pasta satın alalım diyoruz. Bursa’daki arkadaşımız, Buket ve arkadaşlarını toplasın, hep birlikte pasta yesinler, eğlensinler. Ve oradaki her bir çocuğa kitap başta olmak üzere çeşitli hediyeler ulaştıralım. Böyle güzel mektuplar yazmaları için malzemeler mesela... Bu çocuklara iyilik yaparak, onlara iyiliği de öğretmiş olacağız. Böyle güzel çocukların ileride güzel yetişkinlere dönüşmesi için gayret göstermeliyiz. Buket’in hayalini gerçekleştirmek için çok küçük miktarda maddi katkı sunabilirsiniz. 3- Mehmet (Bursa-7 Yaşında) Mehmet, hayallerini sözlü olarak anlatmış Bursa’daki arkadaşımıza. Kaydını gönderdiler. Dinledik. En büyük hayali, “köpek almak”mış. Dışarıda gördüğü sokak hayvanlarına çok üzülüyormuş. Hayvan severler tarafından kedi ve köpeklerin su içmeleri için sokaklara konulan su kaplarını gören Mehmet köpek alıp evinde kendi içirmek istiyormuş sularını. Mehmet’in bu hayalini gerçekleştiremeyebiliriz belki ama bu duyarlılığından ötürü onu tebrik edebiliriz. Mehmet’e bir madalya hediye etmeye karar verdik. Hayvan sevgisinden ötürü onu ödüllendireceğimiz bu madalyanın yanında, kedi ve köpekler için mama/su kapları ve mamalar da göndereceğiz. Böylelikle, Bursa’daki arkadaşımızla birlikte bulundukları yerde birkaç noktaya hayvanlar için su ve mama bırakabilecekler. Mehmet’in hayalini gerçekleştirmek için kedi-köpek maması ve mama kapları gönderebilirsiniz. Adres: Ayşe Ünsal Albayrak adına, Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213 D: 14 Erciş Van


YAZARLAR TARİHE TANIKLIK ETTİ ! (15 Temmuz gecesinden itibaren darbe girişimi hakkında bazı yazarların sosyal medya paylaşımlarını derledik.)

“Hepsi tiyatro” diye yazılır, “keşke darbe başarılı olsaydı” diye okunur. SENAİ DEMİRCİ (18 TEMMUZ) Shakespeare Müslüman mıydı bilemem. Ama tiyatrosunu bilirim. Shakespeare’e dün gece yaşananlar “tiyatroydu” deseydiniz çok gülerdi. Eminim. NECİP TOSUN (16 TEMMUZ) Bu sürecin adını doğru koyalım; bu bir bir darbe girişimi değildir. Bu ülkemize ve milletimize içimizdeki hainler eliyle açılan fiili savaştır. Kim ki, bu savaşa millet aleyhine eleştiri getiriyorsa o da onlardandır; haindir! ÜNSAL ÜNLÜ (16 TEMMUZ) 15 Temmuz’dan, direnişten bahsetmeyen bütün cümleler kuru... Yavan... Arkadaşlarla saatlerdir beraberiz bir kelime edebiyat konuşmadık. ABDULLAH HARMANCI (18 TEMMUZ) Sınanma anında öğrenilen bilgi, sağlam bilgidir; çünkü tecrübeyle sabittir. Topyekûn Türkiye, bu sınanmada, sindirmeye karşı direnmeyi öğrenecek! HÜSEYİN SU (21 TEMMUZ)

Halkın bu direnişi darbe mağduru tüm siyasilerin ruhuna hediye olsun. CEMAL ŞAKAR (16 TEMMUZ) Evimin üzerinde selalar okunuyor. Evimden uzaktayım. Her ölen evimden çıkan bir cenaze. Sela, hiç bu kadar yakmamıştı canımı. ZEKİ BULDUK (16 TEMMUZ) Normal zamanlarda muhalefetin dibine vuran Türk milleti, bir musibet olduğunda hemen yekvücut oluveriyor. Tarihte de bu böyledir. Bu vatanı ve milleti işte bu yüzden çok seviyorum. Allah bu millete ve devlete zeval vermesin. ERCAN KÖKSAL (16 TEMMUZ)


İstikbalimiz olan çocuklarımızın göğsünde uçakların değil; uçurtmaların, kuşların ve beyaz bulutların süzülmesi duasıyla. BEYAZ BULUT DERGİSİ (17 TEMMUZ) Benim bildiğim tiyatroda silahlar kurusıkıdır. Oysa burada kurusıkı olan sizsiniz. * Siz romancısınız bu kadar siyasallaşmayın demiş bana okurum. Darbe siyasi değil ahlaki bir meseledir. Annem bana böyle öğretti. * Alevilere saldıran yok. Çünkü kim Alevi kim Sünni kim sağcı kim solcu bilen yok. Biz Türkiye’yiz. Siz fitnecisiniz. GÜRAY SÜNGÜ (16-18 TEMMUZ) Sözde ağaç için ülkeyi yakıp yıkanlar, dün gece vatanı için ülkesinin tek bir taşını yerinden oynatmadan darbeyi durduran halka iyi baksın. SALİHA SULTAN (16 TEMMUZ) Allah bu ülkeye bir daha darbe yüzü göstermesin. Türkiye sevgisi imandandır. Türkiye sevgisi imandandır. Türkiye sevgisi imandandır. MUSTAFA AKAR (15 TEMMUZ) Yeni sardunyalar ektim. Yeni bir doğuşun adı olsun diye. Hep hatırlatsın bize bu günü. MERVE KOÇAK KURT (16 TEMMUZ) Kılık kıyafetine bakınca “Ne olacak bu gençlerin hali?” dediğimiz delikanlılar dün bizi utandırdı. Korkusuzca meydanlara inip aslan kesildiler. MAHMUT BIYIKLI (16 TEMMUZ) Darbeler on yıl bizi geriye götürür ama bu kez farklı Allah’ın izniyle on yıl ileri götürecek. ULVİ KUBİLAY DÜNDAR (17 TEMMUZ)

Ülkenin meclisi bombalanıyor. Başkentinin kendi uçaklarınla vurmasının adı darbe değil, işgal. Ankara Bağdat olmayacak. M. FATİH KUTAN (15 TEMMUZ) Aksam Taksim’deydik, büyük bir coşku anlatılmaz bir heyecan vardı. Oturanlar, yatanlar ve müthiş bir birlik beraberlik… Bir ara eller semaya kalktı hatip dua makamındaydı. Hemen yanımda dizleri yırtık kot giymiş bir delikanlı, tam karşımda kulağından boynuna doğru dövmeli kulağı küpeli bir genç, sol yanımda eşi çarşaflı bir çift ve bütün kalabalığı yara yara heyecanla askılı tişört ve kot pantolon giymiş iki genç kız, Suriyeliler Arap turistler herkes oradaydı. Yüreğim gönendi işte dedim benim gençlerim güzel insanlarım bu zorlu coğrafyanın nadide evlatları hepsi oradaydı. İsterdim ki böylesine ender bir beraberlik için böylesine ağır bedeller ödememiş olsaydık… Yüreğimde yangınlar tüm evlatlara ve vatana dua makamındaydım... SELVİGÜL ŞAHİN (17 TEMMUZ)


Bu yaşananları siyaset üstü görüyorum, bu yüzden aşırı tepki veriyorum. Çünkü bir darbenin sonunda sadece darbeciler mutlu olarak kalabilir. Bütün temel hak ve hürriyetler, kazanımlar, ilkeler çiğnenir. Buna sesimi çıkarmayacaksam ben neden hukuk okudum, neden avukatlık yapıyorum. Daha kendi hakkımı savunamıyorsam, kim neden beni vekili olarak seçsin. Bu yüzden önce kendi hakkım için sokaktayım. İsterdim Kayseri’de dostlarımla, kardeşlerimle omuz omuza durayım; nasibime sıla-i rahim için geldiğim Diyarbakır düştü. Burada da bir sürü güzel insan var, asker askerliğini, polis polisliğini, vatandaş vatandaşlığını yapsın diyen bir sürü güzel insan. Bakıyorsunuz hepsinin siyasi partileri var, birbirini tutmuyor ama olsun ilkeleri birbirini tutuyor. Şuraya geleceğim, vallahi darbeler kötüdür. 80 darbesini babalarımız, 28 Şubat’ı çocukluğumuz yaşadı. Öyle karşıyım demekle de karşı olunmuyor, sorumluluk almakla oluyor. Umudu biz olan milyonlarca garip hürmetine Allah bizi muhafaza etsin. HASAN BOZDAŞ (16 TEMMUZ) Bir hafta kadar burada yoktum. Yokluğumuzda bizi merak ederek telefonla arayan, not bırakan, mesaj atan dostlarımıza teşekkür ediyorum. Sağlık gerekçesiyle, şifa umuduyla kaplıcalardaydık. 15 Temmuz gecesi saat 22 civarında başlayan darbe kalkışmasını ilk andan itibaren haber kanallarından izledik. Darbe heveslileri ummadıkları bir GÜÇ’le karşılaştılar. Rabbim İnşallah bundan böyle bu tür heveslilere bir daha fırsat vermez. Bu kalkışmanın karşısına yiğitçe dikilerek canlarını feda eden polisimize, askerimize, sivil kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyor, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. İstanbul’da değildik belki ama yüreğimizle buradaydık. An be an yaşananları takip etmeye çalıştık. Kütahya zafer Meydanı’nda unutamayacağımız bir coşkuyu yaşadık. Bizi bugünlere kavuşturan Rabbimize hamdolsun. Birlik ve beraberlik içinde daha güçlü bir duruş sergileyelim İnşallah. Yaşasın kardeşliğimiz! ŞAKİR KURTULMUŞ (18 TEMMUZ) “Darbe değil oyun. Darbe değil tiyatro. Darbe değil senaryo. Darbe değil şeriat. Darbe değil rejim değişimi. Darbe değil başkanlık. Darbe değil linç. Darbe değil ilginç. Darbe değil acemilik. Darbe değil darbe değil değil değil değil...” diye diye gayet nezih bir şekilde darbeyi engelleyeceklerdi aydınlarımız belki de. Halk yine her şeyi yanlış anlayıp sokaklara döküldü. Bidon kafalı halk! Büyük resmi göremedi. Bir de üstüne, gitti kendini öldürttü. Öyle tankın önüne yatmalar falan. Allah bilir bir tank paletinin çalışma prensibini, tankın kendisini ezip geçeceğini, fizik kurallarını, bir darbenin anatomisini, darbe kelimesinin epistemolojisini bile bilmiyordu. Halk darbeden ne anlar? Canından endişe etmeyecek kadar cahildi. Bidon kafalıydı. Şuursuz halk, müdahale etmese darbeci hainler de eninde sonunda aydınlarımıza inanacak, darbe değilmiş deyip kışlasına dönecekti. Hiç anlamıyorlar. Aydınlarımız yine kalabalıklar içinde (aslında karşısında) yalnız kaldı. Hem ne olurdu darbe olsaydı. Biraz sabredip ne biçim öyküler romanlar yazar, filmler çekerlerdi yirmi otuz yıl sonra aydınlarımız. Aynada kendine bakıp bakıp, elindeki viski bardağını öfkeyle fırlatıp, aynadaki çatlakta ikiye bölünen kendi yüzüne yakın çekim yapıp. Ödüller ödüller. Belki de olsaydı yani. Ne olurdu ki yani olsaydı... Ama değildi yani darbe filan değildi oyundu. Aptal halk. Gitti kendini öldürttü. Şehri, meydanları kirletti. Çöpleri yere attı, bağırdı çağırdı sakallı adamlar çarşaflı kadınlar kornaya bastı. Ezanlar selalar... Hiç durmadan. Dakkada bir. Gürültü kirliliği. Çevre kirliliği. Hem ne kadar da erkek egemen bir çıkıştı o öyle. Bağırışlar çağırışlar kafa tutmalar. Kaba halk gitti kendini öldürttü. Hiç estetik değildi, estetik ölmediler, ne bileyim bir slogan bir duvar yazısı bile... Gerçek halk bu değil. Tayyip halkı kandırdı. Generalleri kandırdı. Halkı darbe olduğuna inandırdı. Halk da anladınız işte, gitti kendini öldürttü. AYKUT ERTUĞRUL (19 TEMMUZ)



DOSYA: 15 TEMMUZ

23

ŞANLI DAVANIN GÜR SESİ

Ahmet Avcı

-15 temmuz demokrasi kahramanlarınadevenin deve doğurması şımartacak arkeologları kuvözden koparılan prematüre bebekler intihar ettirecek paslı silahları bize hayat haram haram mıdır hayatı biz yapan sen olmasan, biz olmasak körpe gül nasıl kokacak yarınlara tut ki çıksak gün ışığına hakkın bizden yana olmasını isteyerek aşırıya kaçan eylemler yapmadan inanarak haklı davalara ve çağdaş dünyada tank tüfek yerine kalem nal salsa savaş yerine aşk koksa ah! dostluklar meşru üretilse makineleşmemiş yüreklere özgürlük çiçekleri entegre olsa ve yağsa yağmur yerine bir parça huzur yeryüzüne birden bire işte o zaman piyanistler uzatacak pedal ile şanlı davanın gür sesini en hakiki direnişin tablosunu çizecek ressamlar rengârenk olsun diye dünya kan yerine mürekkep akacak kitaplarda damla damla ve işte o zaman hürriyet göğüslerin hırıltısında olmayacak bir bilinmez sırra kadem basmayacak, yarım kalan sevdalar bunca bizim olan yenilgiden sonra başucuma koyarken geleceğin resmini ayarladım kalbimin aşınan saatini aşkla uyanmak için demokrasi vaktine nesli tükenecek, ikinci el mehdilerin yeni güne sevgiyle başlanacak ve söylenecek kardeşlik türküsü insanlar ölürken öldürülürken değil mertçe omuzlarken barışı

DİRİLİŞİN NÜSHASI Ayşe Arıkan

bana sorun ben söyleyeyim şuursuz geceyi şavkını yitirmiş yıldızlar hürriyetini kaybetmiş şiirler cırcır böceğinin sesini bastıran silah ve bomba sesleri ahh ankara’m hisli yüreğim sana emanetti dilsiz, bizar gece hafakan sıkışmış fikrine ulvi semanın altında, hükümsüz cani’nin şiddeti ölürken kıyama çağıran salalar hadiseler okyanusu vatanım varsayım değil, sana akın akın imdadım nur yüzlü ihtiyarlar asasıyla miskinliğini yenmiş ayyaş bile elinde şehit kanından al bayrağım canımızı almadan geçemezsin diyen gebe kadın işte benliğin, varlık sahnesinin zuhur edişi aziz milletimin meydanları, çanakkale dirilişinin nüshası göklere uzanacak kadar dik başlı aleme ibret salarcasına çukur kazdı ey münafık sen bu azizliği, uçsuz bucaksız toprağı darp ederim mi sandın


DOSYA: 15 TEMMUZ

24

KELEBEK Ahmet Uğur Solak

K

anatlarından yorulduğu belli olan, son sızısını dindirmek ve dünya defterini kapatmak isteyen bir kelebek kondu yanı başıma. Geçim sıkıntısını az da olsa unutturan ilahi yansımalar. Her zamanki gibi uyku tutmamış, gün doğumunu balkonumda, bir ayağı çukura batmış radyom ve minik arkadaşımla bekliyorum. Felçli radyodan tanımadığım cızırtı koptu: “Burası Türkiye Yayın Postaları, Türk Silahlı Kuvvetleri Türk vatandaşlarını radyolarının başına davet eder.” Anons ve pişmanlıklar böyle başladı. Sonrasını hatırlıyorum da hatırlamamazlıktan geleceğim. Tek hatırladığım Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koyduğuydu. Ordudur dediler, yapar dediler, niye demediler, nasıl demediler. Halkın, milletin, bizim seçtiğimiz yönetimi devirip boğuk sessizliğimizde yargıladılar. Yargılamakla da kalmadı namussuzlar. Astılar, katlettiler. Merhum Adnan Menderes’in yağlı urgana götürülmeden önceki son sözleri mıh gibi aklımdadır: “Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam ve merhametim sizlerle beraberdir.” O sehpada bizler de sallandık. Kovdukça gelen sefalet yılları peşimizi bırakmadı. Kuyruk denince aklımıza gövdenin sonunda bulunan, omurganın uzantısı olan uzun ve esnek organ değil, söylemeye utandığım tanımlar geldi. Sefaleti yaşatanlar değil, yaşayanlar utanır. Öldük de dirilemedik. Dirildik de ölemedik. O boşlukta sallanıp durduk. Sallanıp

durduk çünkü sallandırmaya devam ettiler. Yaptıkları son darbe değildi çünkü. Kanatlarından yorulduğu belli olan, son sızısını dindirmek ve dünya defterini kapatmak isteyen bir kelebek kondu yanı başıma. Geçim sıkıntısını az da olsa unutturan ilahi yansımalar. Her zamanki gibi uyku tutmamış, gün doğumunu evimde siyah beyaz televizyonum ve minik arkadaşımla bekliyorum. Yayın böyle başladı. Ardından bir sağdan bir soldan diyerek gençleri katletmeye başladılar. Sorguya alınmış bir insanın başına ne gelebilecekse geldi. Cesetleri bulunamayan gençlerimiz haricinde, felç kalan, artık güneşi selamlamaktan korkan bedenler kaldı geriye. İşte bundan kesinlikle eminim ki, kalan ruhlar değil, bedenlerdi. O sorgu odalarında bizler de sorgulandık. Bizler de işkence gördük. Kovdukça gelen işkence çığlıkları peşimizi bırakmadı. Soru denince aklımıza, bir şey öğrenmek için birine yöneltilen ve yanıt gerektiren söz ya da yazı değil, tüylerimi ürperten acılar geldi. Soruyu soranlar değil, cevaplayanlar mağlup oldu. Bir kez daha yenildik evlat, sessizliğimize yenildik. Halkı ezdiler, üstelik onlara bir seçim hakkı tanımadan yaptılar postallarıyla. O postallar kimindi peki? Tabii. Bizimdi. Biz birilerine vermiş veyahut satmış mıydık? Bunu düşünmek bile incitir değil mi? Demek ki kendi iradesiyle gitmek isteyenler olmuş. İrade mi demiştim, boş ver. Bak evlat, tüm bu yaşananların üzerinden otuz dört sene geçti. Toprak üstünde ne Adnan Menderes kaldı, ne Kenan Evren. Bil ki isimler geçicidir. Tarih, daima tekerrür eder. Önemli olan, bulunduğun yer ve zamana bir isim bırakabilmendir. “Mayıs ve eylülde oldu ya, temmuzda da darbe yaparlar mı dede?” “Olmaz, izin vermeyiz. İçini rahatlatacaksa eğer, ayın on ikisi geçti, yirmi yedisinin yolu var. Yazın ortasında, ayın on beşinde bu işe giriştiklerine şahit olmadım ben.” “Öyleyse o kelebeğin omzunda ne işi var?”


DOSYA: 15 TEMMUZ

25

SON KALE Arif Onur Solak

B

eynimi hallaç pamuğuna çeviren ve ruhumda çeşitli tahribatlara yol açan bir haftanın son iş günü mesai çıkışında, eve gitmek için, itiş-kakış bindiğim otobüsün orta kısmında mevzilenmeyi başardım. Tabi ayaktayım. Ama en azından bulunduğum yerin inen ve binen yolcuların sürekli gelip geçtiği koridorda olmaması şükretmeye yetiyor. Alnımı cama yaslıyorum. Hafta boyunca evraklar, imzalar ve yazışmalarla işgal edilmiş bilincimi asfalt yollara döküyorum. Böyle rahatladığımı düşünmek bana saçma geliyor ama rahatlıyorum. Belki de rahatlamış gibi yaparak kendimi kandırabilmiş olmanın iç huzuru çöküyor kalbime. Gözlerimi açıyorum. Askeri liseye dönen yola gelmişiz. “Kaptan müsait bir yerde duralım” diye bağırıyorum hemen. Bağırmamla birlikte bütün otobüs ahalisi bana doğru bakıyor. Yaptığım şeyin farkına vararak nispeten biraz boşalmış kalabalığın arasından kapıya ilerleyerek düğmeye bastım. Ulan minibüs mü bu öyle bağırıyorsun müsait bir yerde ineceğim diye. “Hadi insene kardeşim neyi bekliyorsun” minvalinde uğultular geliyor. Kapı çoktan açılmış inmemi bekliyor koca otobüs. Üç basamağı tek hamlede atlayarak inip eve doğru yürümeye başladım. Eve girdiğimde saat altı buçuğa geliyordu. Babamın işten gelmesine biraz daha vardı. Onun iş yeri daha uzakta olduğu için benden en az bir saat sonra geliyordu eve. Ben çok beceremediğim için haliyle yemek işiyle de babam ilgileniyordu. Annem vefat ettikten sonra evin yemek hazırlıklarını babam devralmıştı. Bugün öğlen yemek yiyememiştim, epeyce açım yani. Annem olsa çoktan bir şeyler hazırlardı. “Oğlum baban gelene kadar idare et bununla, yatıştırır mideni” diyen sesine çok ihtiyacım var tam da şu anda. Anne yokluğuna hala alışabilmiş değilim. Nasıl güzel göçmüştün öyle sen aramızdan. Rahleye düşmüştü başın. Bu kadar mı denk gelir bir ölüm bir ayetin üstüne; inna lillahi ve inna ileyhi raci’un. Telefon çalıyor. Babam “Oğlum işim uzadı biraz geç çıkacağım haberin olsun, beni bekleme, istersen yemek için Süleyman Usta’nın lokantasına gidebilirsin.” dedikten sonra, “Tamam baba, hallederim ben” deyip kapatıyorum telefonu. Saat yediye çeyrek var, çok açım. Kanepeye uzanıyorum, uyumuşum. Büyük bir gürültüyle uyandım. Hem zil hem de telefon çalıyor bir taraftan da kapı büyük bir kuvvetle yumruklanıp tekmeleniyordu. Silkelenip gözlerimi ovuşturmaya vakit bulamadan kapıyı açtım hemen. Gelen Samet’ti. Aynı mahallede büyüyüp aynı okullarda okumuştuk. Ama hiç aynı kıza âşık olmadık. Terbiyemizde böyle bir şey yoktu çünkü. İki saniye boş boş baktık birbirimize. Ayakkabılarını çıkarıp içeri dalarken söylendi. “Oğlum neredesin sen,

öldüm meraktan.” Ben olmam gerektiği yerde, evdeydim ama Samet’in bu telaşlı hali bana anlamsız geliyordu. Telefona baktım 12 cevapsız çağrı. Samet sekiz kere aramış, iki kere Osman aramış, üç kişilik ekibimizin diğer üyesi Osman, iki kere de babam aramıştı. “Ömer memleket sallanıyor sen burada neyin uykusunu uyuyorsun oğlum.” Babamı arıyorum, bir taraftan da Samet’in ne demeye çalıştığına anlam yüklemeye çalışıyorum. Babam telefonu açmıyor. “Ne diyorsun sen oğlum, bu telaş bu anlamsız endişe neyin nesi?” dedim. Etrafına bakındı, aradığı şeyin televizyon kumandası olduğunu, kumandayı görüp hızlı bir hareketle eline alınca anladım. “Askerler köprü girişlerini tutmuşlar, Askeri lisede de hareketlilik var araçlar çıkıyor birliklerden, garip bir durum var. Nazif Amca ‘darbe yapacaklar seksende de böyle olduydu’ diyor ama buna cesaret edemezler diye düşünüyorum. Mahalleden birkaç esnaf polis karakoluna doğru gitmişti durumu öğrenmek için, Ethem Komiser’e soracaklardı. Osman’a da ulaşmaya çalıştım ama açmadı telefonu, evinde de yok. Sana ulaştım çok şükür ama neredeyse tam vazgeçmiştim ki son anda açtın kapıyı.” Samet tek nefeste beni dumura uğratan şeyler söylemişti. Ezan okunuyordu, saate bakınca yatsı ezanı olduğunu anladım. Babamı aradım tekrar, çalıyor ama hala karşıdan “efendim oğlum” diyen babamın sesini duymuyorum. İçimi iyiden iyiye saran bir sıkıntı bastı. Samet’in söylediklerini sindirmeye çalışıyorum hala. “Saçmalama Samet, bu devirde ne darbesi Allah aşkına.” dedim. Dedim ama içimi yiyen bir şeyler var hala. Televizyon haberleri bir hareketlilikten bahsediyor sadece, ekranda köprüyü tutan askerler ve tanklar görünüyor. Bazı semtlere de intikal etmiş askerlerin olduğu söyleniyor. Ortada bir terör saldırısı bahsi de yok. Peki, bu askerler niye bekliyor orada. Beynimin damarları çatladı çatlayacak. Hala açlıktan ölmek üzere hissediyorum kendimi. “Samet” diyorum, “çok açım, sabahtan beri bir şey yemedim. Ben dolaba bakıp bir şeyler varsa atıştırayım, sonra dışarı çıkıp durumu öğrenelim.” Samet’in telefonu çalıyor, ben de bu arada mutfağa, dolapta yiyecek bir şeyler bulmaya, gidiyorum. Tam dolabın kapağını açtım ki Samet elinde telefon yanımda dikiliyor. “Ömer, Osman aradı, ‘askerle çatışıyoruz, daha doğrusu onlar ateş ediyor biz saklanıyoruz’ diyor.” O an infaz emri verilmiş bir mahkûm gibi kitlenip kaldım. Hızla telefonu Samet’in elinden alıp “Osman neredesiniz?” diye sorabildim sadece. “Hacı, karakolun önüne barikat kurduk yoğun ateş ediyorlar bize, karakolu teslim almak istiyorlar, polislerle direniyoruz.” Osman’ın söyledikleri akıl alır gibi değildi. Silah sesleri geliyordu. “Hemen geliyoruz…” diyebildim sadece.


DOSYA: 15 TEMMUZ

26

Osman’dan yanıt gelmedi ama silah sesleri gelmeye devam ediyordu. Telefonu kapatıp Samet’e verdim. Hala açtım, dışarıya çıktık.

met hemen telefonla Osman’ı aradı ama ulaşamadı. Çay ocağından çıkıp yeniden çatışmanın yoğun olduğu bölgeye doğru koşmaya başladık.

Karakola doğru yaklaştıkça durumun vahametini daha net görmeye başlamıştık. Duvarların arkasına sinenler, barikatların arkasında saklananlar, sağa sola can vermeden koşturmaya çalışanlar… Durum kötüydü. Yani durum, kötü diye tarif edilebilecek şeylerin çok daha ötesindeydi. Samet’e dönüp “Böyle darbe mi olur lan, yönetmek istedikleri halkı vurmaya çalışıyor bu adamlar” dedim. Samet gördüğü manzara karşısında şoka girmiş, cümle kurmak yerine başını sallamakla yetinmişti. Bir arabanın arkasına saklanıp babamı aradım. Telefon çalıyor ama açmıyordu hala. “Ne yapacağız Samet?” dedim. Çaresizliğin verdiği bir tükenmişlikle “Bilmiyorum” diye yanıtladı. Kalktık, karakolun önünde kurdukları barikatlara doğru koşmaya çalıştık. Yağmur gibi kurşunlar vızıldıyor tepemizde. Tekrar bir duvarın dibine sindik. İnsanlar ya ölüyor ya da yaralanıyor, gördüklerini acımasızca vuruyor askerler. Allah’ım bu nasıl bir acı böyle. Kendi askerimiz bizi öldürüyor. Üstelik silahsızız. Biz de burada her an ölebiliriz, yerimizden kalkıp tekrar barikatlara koşmaya çalışıyoruz. Önümüzde koşan bir adam yalpalayarak yere düşüyor. Yanına gidip elimi uzatıyorum görmüyor. Görmüyor, çünkü gözleri kapalı. Ensesinin altından sızmaya başlayan kanı görüyorum. Kalbime dehşetli bir yumruk sallıyorlar sanki. Adamın başından giren kurşun bir saniye bile müsaade etmedi yaşamasına. O an anlıyorum acı gerçeği, Samet’e dönüp “Bunlar Türk askeri olamaz kardeş, işin içinde başka bir iş var.” Ana yola çıkıp yoldan geçen ilk arabayı durdurdum. Aracın içindeki telaşlı şoföre cenazemizin olduğunu, onu hastaneye götürüp götüremeyeceğini soruyorum, kabul ediyor. Daha beş dakika önce koşarken gözümün önünde vurulup şehit olan adamı yoğun ateş altında arabaya bindiriyoruz. Araba hızla hastaneye doğru uzaklaşıyor. Başımı kaldırıp etrafıma bakıyorum. Herkes bir yerlere kaçışıyor ama kimse evine gitmiyor. Herkesin derdi karakolu cuntacı askerlere teslim etmemek. Müthiş bir direnç gösteriyor halk, polisle beraber. Eğer bütün vatan sathında böyle bir direniş varsa başaramazlar diye geçiriyorum içimden. Bu ateş altında karakola ulaşamayacağımızı anlayınca ara sokağa kaçıyoruz Samet’le. Sokağın sonunda açık bulduğumuz bir çay ocağına girdik hemen. Kimse bizi fark etmiyor. Herkes yönünü televizyona dönmüş pür dikkat ekrana bakıyor. Cumhurbaşkanı bir televizyon programına, o programın sunucusunun telefonu üzerinden görüntülü olarak bağlanmış ve darbe girişimi olduğunu söylüyordu. Bununla da kalmayıp halkı işgal edilmiş yerlere ve meydanlara çağırıyordu. Samet’le göz göze geldik. “Osman’a ulaşalım ve elimizden ne geliyorsa yapalım.” dedim. Tamam diyerek başını sallayan Sa-

Çatışma bölgesine geldiğimizde kalabalığın giderek arttığını gördük. Anlaşılan Cumhurbaşkanı’nın çağrısı adreslerine ulaşmıştı. Kalabalık çoğalmış cuntacıların acımasızlığı daha da şiddetlenmişti. Nihayet vurulmadan ulaşmayı başarabilmiştik karakolun önüne kurulan barikatlara. Çatışma şiddetle devam ederken polisler mühimmatın azaldığını söylüyordu. Üstelik cuntacıların silahları etkisini giderek daha da artıyordu. “Osman’a hala ulaşamadın mı Samet” diyorum, sesimi duyurmaya çalışarak. Samet bir yaralıyı güvenli bir yere bırakmaktan dönerken “yok valla, ne telefonu açıyor ne de geri dönüş yaptı.” diyor. Babamı arıyorum bu sefer ulaşılamıyor. Soluma bir sancı gelip oturuyor, acaba beni aradığında ne diyecekti diye geçiyor içimden. “Ahh” diye bir ses geliyor sağ tarafımdan. Süleyman Usta bu. Vuruluyor. Hemen yanına koşuyoruz. Süleyman Usta da şehitler kervanına yürümüş çoktan. Bunu gören ve Süleyman Usta’nın yanında üniversite harçlığı için çalışan Furkan sinirlenerek o an eline geçirdiği bir taşla birlikte “Sizin Allah’ınız yok mu lan” diyerek yürüyor ateşin geldiği tarafa “adamsan sık ulan, korkan namerttir Allahu Ek…” tekbiri tamamlayamıyor. Yağmur gibi inen kurşunlara yenilerek yere düşüyor Furkan. Artık şiddetini yükselten bir ateş altında kalıyoruz, ara sokaklara doğru kaçmaya başlıyor herkes. Minarelerden selalar yükselmeye başlıyor. Camiler selalar vererek birlik çağrısı yaparken halk tekbir getirerek direnmeye ve çözülmemeye devam ediyor. Ne kadar koştuğumu hatırlamıyorum. Yorgunluktan bir duvarın dibine çöküyorum, silah sesleri hiç kesilmiyor. Üstelik sürekli uçuş yapan F-16’lar görüyoruz havada. Babam nerede acaba? Süleyman Usta da öldü. Yine acı bir sancı giriyor içime. “Oğlum neredesiniz siz akşamdan beri.” Osman bu. Sarılıyoruz birbirimize. “Ömer” diyor “Allah aşkına bunun adı nedir?” Susuyorum bir süre. Osman’a bakıp “Bu darbe değil kardeş, bildiğin işgal etmek istiyorlar memleketi, son kaleyi düşürmek istiyorlar. Yoksa darbe dediğin zillet bir şey lakin darbenin de kendince ahlakı vardır Osman, halka kurşun sıkılmaz böyle hunharca” Osman’ın yüzü kararıyor. Evli. Çocuğu var. Belli ki eşinin ve yeni doğmuş çocuğunun geleceği geçiyor gözlerinin önünden. İçi daraldı. “Bunlar” diyor, “senin sürekli küfür ettiğin hocanın adamlarıymış galiba. Kendi ekipleriyle kalkışmışlar darbeye. Şu geceyi sağ salim atlatabilirsek…” Silah sesleri gelmeye başladı karşıdan. Ayağa kalkıyoruz tam bir ara sokağa girecekken arkamızdan ateş açılıyor. Önümüzden de silah sesleri geliyor giderek bize yaklaşan. Yolun sonuna geldik diye geçiyor içimden. İki ateş arasında kaldık. “Allaaahhh” diye bir ses geliyor Osman’dan. Vurulup düşüyor. “Osmannn” diye bağırıyorum.


DOSYA: 15 TEMMUZ Sol omzuma bir acı giriyor, elimle dokunuyorum. Kan. Gözlerim kararıyor, hala açım. Şehadet getiriyorum. 16 Temmuz 2016 Cumartesi Gözlerimi açtığımda Samet’i görüyorum karşımda. Hastanedeyiz. Hala yaşıyorum. Hüzünlü bir acıyla gülümsüyor Samet. “Osman nerde?” diyorum. Susuyor. Anlıyorum. “Süleyman Usta da göçtü artık.” diyorum. Samet gözlerimin içine bakıyor. Gözleri kanlı. Ağlamamak için direniyor. Ağla ulan, ağla. Bir gece içinde gözlerimin önünde onlarca cana kıydılar. Bu canların eve sağ salim dönmesi için dua eden ailelerin ocaklarına kıydılar. Tekbir getiremeden onlarca kurşun yiyerek yere düşen Furkan’ın annesine, babasına ve o çocuğun hayallerine kıydılar. İçimdeki öfkeyi bastırıp soruyorum, “Darbe ne oldu?” Tekrar acıyla gülümsedi. “İşte o haltı beceremediler kardeş, vatanı kurtarabildik çok şükür. Bütün yurtta direnmişler cuntacılara karşı.” İçimi cehenneme çeviren karanlık biraz olsun dağıldı bu cevaptan sonra, “Çok şükür.” dedim. Nihayet sormaya korktuğum asıl soruyu sormaya niyet ettim. “Babam” dedim. Gerisini getiremedim. Yutkundum. Tekrar Samet’e bakıp, “Babam niye gelmedi kardeş?” dedim. Yüzüme bakamadı. İşte o zaman hüngür hüngür ağlamaya başlayan Samet, “Başın sağ olsun Ömer, Selami Amca dünkü direnişte şehit olmuş. O da köprüdeki direnişçilerin arasınday-

27 mış.” Tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Kalbim yerinden fırlayıp çıkacakmış gibi atıyordu. Babam şanlı bir zaferin şehidi olmuştu ama artık yapayalnızdım. Ağlamaya başladım. Son kez konuşamamıştık. Aramıştı ama ben uykudaydım. Belki de ben uyuyup kaldım diye olmuştu bunların hepsi. Uyumasam her şey yolunda gidecekti belki. Niye uyudum ki öyle birdenbire. İçeri giren hemşire uyanmış olduğumu görerek durumumu sordu. İyi olduğumu söyledikten sonra telefonumu verdi. Pantolonumdan çıkmış, belki haber etmek istediğim yakınlarım olabilirmiş. Kimsem kalmadı hemşire hanım artık çöpe atabilirsiniz diyemedim. Telefonu aldım. Üç kısa mesaj vardı. İkisi reklamdı zaten. Biri ise babamdan gelmişti. Mesajı okuduktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Öyle uzun ağlamışım ki yorgunluktan bayılmışım. Kısa Mesaj-Babam Oğlum seni aradım ama ulaşamadım. Belki son kez ya görüşeceğiz ya görüşemeyeceğiz. Bu yüzden mesaj atmak istedim. Ben eve gelemiyorum, asker darbe yapacakmış. Ben köprünün girişinde halkla beraber darbeye direneceğim. Duyduğum kadarıyla mahalleyi de kuşatmaya çalışıyormuş cuntacılar. Aman dikkat et kendine, Rabbe emanetsin. Hakkını helal et oğlum, benim hakkım helal olsun.

UÇAKLARA EL SALLAYAN ÇOCUKLAR ANISINA Atillahan Erdağ

Bir polis yirmili yaşlarda bir askere sarıldı. Zannettiler sırtını yere getirip onu yenecek. Öptü yanağından, sildi gözyaşını. “Vurur muyum abla, o benim kardeşim” dedi. İşte o an, Bursa’da Emir sultan, İstanbul’da Eyüp Sultan, Medine’de âlemlerin sultanı ağladı. Ağlattınız yerin üstünü de altını da. Kuşlar bile göç etmediler vatanımdan. Nasıl da bu kadar hain oldunuz. Hiç sevmez mi insan bayrağını. Uçaklara el salladı çocuklar camlardan. Oysa bizden zannettiler. Oysa bizdendiniz Bir şeytan imamıydı mermi. Bir tekbirdi Anadolu. Ne sağ kaldı ne sol ne Türk ne Kürt! İnsandık o an, inandık o an. Temmuz’da yeniden ana rahminden doğduk. Bir köprüde kurtuldu hayallerimiz suya düşmekten. Tatbikata geldi gencecik asker. Vatanını savunmaya geldi halk. Ve en güzeli de yanımızdaydı Hak. Kendi halkına ateş etti bir tank. Havada top mermisi kuş oldu. Silahtan çıkan mermilere gözyaşı ile baktı, şehit olan kahramanlara… Azrail o gün kahroldu canları almaktan. Çünkü kardeşimizdi belki de içimizde biz gibi yaşayan en kalleşimizdi. Ölmek değil de ihanet küstürdü bizi. Karşımıza koskoca generalleri çıkardılar; kafa göz dağılmış, idam edilsin dediler. Biz onlara da acıdık. İşte biz böyle bir halktık. 15 Temmuz’da felçliyken ayağa kalktık. Dünyadan göçmüş bir sultanın da dediği gibi, imansız vatan, vatansız iman muhafaza edilemezdi.


DOSYA: 15 TEMMUZ

YARIM KALMIŞ RÜYALARIN EFKÂR SA ATİ Arif Onur Solak buradan başlıyorum yazmaya gün akşama giriş yapmaya hazırlanırken yakalıyorum kendimi çekingen gençliğimin kirli sakallı şiirlerine benziyorum bu saatlerde balkondan aşağı düşen bir saksının hikâyesi kadar önemsizce geçiyorum anılardan ve çok acıklı platonik vakalardan ama seni hatırlamanın dayanılmaz gerçekliği çarpıyor şarkılara üzülmenin insanca bir davranış olduğunu bilerek seni düşünmenin verdiği o büyük bahaneye sığınıyorum zira kısa kemıl olmadan çekilmiyor bu efkâr üstelik şubatsa, daha yirmisekize varmadan kabarıyor içimde bir öfke kahveye gitmeli, halkın arasına karışmalıyım, çay iyi gelir belki de yoksa bu yalnızlıkla, düş ölümü gerçekleşmiş sakıncalı bir hayatı kabullenebilirim sürünen ayaklarım ve ritmi bozulmuş kalbimle birlikte bildiğim en sıradan kahveye, en sıradan kapısından giriyorum “memleket avucumuzun içinde mum gibi eriyor bilader!” bıyıklı bir adam, pembe yanaklı şakirtlere sesleniyor, yüzlerinde nur masada iskambil kâğıtları ve tazelenmeyi bekleyen bardaklar “hasbinallah” çekiyorum içimden, memleket neresi hemşerim mukadder abi bana acil bir çay, yorgun sorularım var hararetimi şu masaya bırakıp öyle gitmeliyim buradan derdimin zirvesine çıkmışken bitirmem lazım bu efkârı yarım kalmış bütün ütopyalar üzerime geliyorlar yine ben şubat diyeyim, sen getir gerisini söyleyemediklerimin bu sefer öyle değil mukadder abi, politika yan masanın meselesi galiba en iyisi taşınmış aşkın kayıp adresini sorayım sana sen bana behiye’nin çocuğu ellerinden öper de ben alıp utancımı kimsesizler mezarlığına gömeyim hepsi bu kentsel dönüşümler yüzünden biliyor musun dönüşüp dönüşüp gidiyorlar işte mahallemizden bütün hikâyelerimiz ve devrimlerimiz yarım kalıyor böylece yani şimdi ben diyorum ki mukadder abi bayatlamış ideolojilerin asık yüzlerine benziyor bıkkınlığım bütün ihtimallerin beni kuşattığı yerde olasılık dışı kalarak uzanmak istiyordum bir şiire güne bomba gibi düşen haberlerin ortasında devrimsiz kalan vatandaşlığımı gündem dışına sürdüler o sene -sevda da dâhil bu ince mevzuyahâlbuki ulusa seslenecek kadar büyüseydim eğer büyük bir ülkenin düşlerini anlatacaktım kudüs’ün topraklarından yükselen ezanları ayasofya’nın minareleriyle selamlayan geniş bir coğrafya üzerine hülasa, laikliğe aykırı geldi rüyalarımız, uyandırdılar bizi yıldızlı şapkaların siperlerinden dökülen cinnete astılar gençliğimizi biz yobazlığımızla kaldık, tebareke okuyan kızlar evlerine dağıldı yenilgiye uğramış bütün mağluplar gibi, niyetlenince sevmeye yıllar sonra bir düğünün ortasında “evet” diyen gelini alkışlarken buldum kendimi cebimde adımın yazılı olmadığı şık bir davetiye -“maile” yazılmış“sizleri de aramızda görmekten kıvanç duyarız” tarihe baktım, yine tam yirmisekiz geçiyordu şubatı genç çiftimizi ve orkestrayı tebrik ederek davetlilerin huzurunda yeniden iman ettim o gün kelimelerin de yalan söyleyebileceğine kalktım ve içine yağmur sinmiş akşama doğru yürüdüm memleket narası atan şakirtlerin masası dağılmıştı çoktan geride dibine kadar tükenmiş kola şişesi, iskambil kâğıtları ve ince uzun, zarif bir memleket duruyordu “mukadder abi türkiye’yi masada unutmuşlar…”

28


DOSYA: 15 TEMMUZ

29

KALDIRIM KANATMASI Ahmet Kanter

Aklımda bir şey yok. Uykusu kaçmış bir adamım, yol ortası sıkıştıran bir döşek. Ateşim çıkmış olmalı. “Kaldırım mı beni yürüyor?” diye düşünüyorum sadece. Yani aklımda bir şey yok. “Ne zaman bu insanlar can yakar oldu?” ya da “Hiç mi vazgeçmezler bundan?” diye sorular sormaktan ötesi yok.

güruhuna rağmen nasıl olur da uykuya çizilmiş yeni bir istikamet sunar? Huzur, huzursuzluğa dadanmış ot beyinli sarhoşların kaçıncı katli olur? Ne olur bu gidişin sonu? Ne olur yani? Bana sormayın. Aklımda bir şey yok.

Aklımda bir şey ararsanız, yok.

Yokluğa dair şeylere gelince onlardan bende hiç yok.

“Daha neye sahip olmayı bekliyor bu vahşi kalabalık?” ya da “Nasıl da içlerindeki şeytanları saklamakta ustalar?” diye bir şeyler yokluyorsa da, yok.

Aklımda hiç, yok.

Aramayın, yok işte.

Sana sesleniyorum ey budala adam:

Yürüyorsa da ayaklarım, aklımın durumla ilişkisi yok. Ne yürütüyor beni, gece yarısı sokaklara düşüren kim, nasıl bir boyunduruğa girmiş bulunmaktayım bilmiyorsam ama yine de döşeğimi çok uzakta bırakıp buralara değin bulaşmışsam soru, makul gereği oluyor irade sahibi olmanın.

Döşeğinden kaldırıma kaldırıma kaçan adam! Nedir bu halin? Gözlerin, ruhuna kayıp giden bir uykuya bunca meyletmişken ne oluyor da geceyi kaldırıma kurban vermekte arıyorsun muradı?

Aklımda bir şey yok. Binlerce fikrin çarpışmalarından ağır yaralı bırakılmış olması yanıltmasın. Boşluktaki salınımda o bir yok. Beni duyarsız sanmayın. Bir sınır çizmeyin ki kendi gidebilirliğimin bir heyecanı olsun. “Savaşmayı bilmez” demeyin. Saatin, döşeğindeki adamı kendine rağmen kaldırım dolusu kalabalığa karıştırmış olmasına bakın mesela. Aradığı huzuru huzursuzluğun baş gösterdiği bir gidişte, bir zamanda arıyor olmasının nedensizliğine bakın. O yapamıyorsa da siz düşünün; akıl sahibi olmak mı masum kaldırımı dahi vahşetin sancağıyla olağan bir salınıma sürükler? Ne korku ne hürriyet. Yaşam nimetlere gark edilmişken, kargaşa bir zihnin türeyişine verilen yeni bir isim mi olmalı yani? Bir gece uyku şarabıyla dolup taşmalıyken ve bunun için de yeterli hünerle donatılmışken nasıl kendi rengini soldurmaya kalkışabilir? Rahat, sıcak bir döşek değilse, bir kaldırım tüm çirkin suratlı

***

Ya geride bıraktıkların? Geride bırakacağın sadece korku ve yitik bir gelecekse? Senden olana, Seni Olduran’ın emrini bırakmayacaksan, anlamı kalır mı bir veliahda sahip olmanın? Var Eden’le var edilen arasında açılması murat edilen bir savaşsa bu, nerede duracaksın sen? Gönderiliş gayeni karartan soğuk ve içe çekici, bitirici bir kaldırımın iltihaplı değişim sancısında mı? Yürüyüş için çizilmiş yolları yok eden bir naranın kıpkızıl derisine döndürmeye ant içmişlerin yanında mı? Konuş! Bir şeyler söyle! Susmakla taraf olmak arasında bir fark olduğundan dem vur mesela. Çıplak kalmasın cephen. Değilse, işaret parmağına ver konuşma emrini. Göstersin konumlandırmakta bunca zorlandığımız barınağını. Bildirsin öyle ki; yanımızda mı yoksa karşımızda mı olduğunu. Ortada bir yerdeysen kulak ver sessizliğine kaldırımın ve çığlığına müjdelenmiş olan güzergâhın. Döşeğinden kaçıp kanlı kaldırıma bulaşan adam! Halin nedir? Yazmaz elbet hiçbir kitapta. Alnının çatından vurmanın emrini vermez kimse. Ki bu kimse yolcusu ise şayet yol olmaya değerin. Yazmaz hiçbir kitapta toprağından beslenen kardeşine namlunu çevirmeni, onu alnının çatından vurmanı.


DOSYA: 15 TEMMUZ

30

Bak, kulak kesil sözlerime! Kim dökerse kanını kardeşinin, yüzü kara olsun bu cihanda da ötekinde de. Kim masumu zalimden ayırt edemezse, etmezse dikelmesin göğsü, kurusun soyu, tutmaz olsun eli. Şanlı toprağın kanı henüz kurumamış, henüz sıcak yiğitlerinin mirasını nefsine, zalime, şeytana peşkeş çekene lanet olsun. Soğumasın cehennemlerinin gazabı. Ve “Yanındayız” diyeni yoldaşlarının akıbeti karşılasın.

Üşürsün bilirim. Seni buraya değin getirmişse bu kör karanlıkta o kahra bulanmış akıl, vicdanın üşütür, hatırında diri kılmaya çabalar helâl döşeğin makul sıcaklığını. Hadi üşüme buralarda, vakit geç, şeytan avda, beynindeki yoklukla varlık savaşta. Git barın doğrulukta. Bulaşma. Bulanma. Güneşi getirecek döşeğine dön.

Ki dedik, yazmaz gayrı hiçbir Doğrunun Kitabında.

Meylet vicdan sızısına, aldanma.

Ola ki Kitaba, kelime eklerse doğrudan nasipsiz uşaklar, batsın bağırlarına o kalem ve sürüklediklerinin her biri adına bir daha bir daha hançerleri, bulansın leş bağırsaklarına sivriliği kalemlerinin.

* Bu yazı vatanına ihanet edene edebiyatın diliyle atılmış naçizane bir tokattır.

KUTLU SELA

Nur Kıyak

bir kutlu diriliştir bizi toplayan ah bu selalar bu selalardır vesilesi kim silebilir ay yıldızı gözlerimden kim silebilir bu kardeşlik türküsünü söyle kim siler bu kutlu sancağı gönlümden bu topraklar ki bize armağan en kutlu dergâhtan emanettir bu kardeşlik bize rahman’dan duy sevgili en sevgili bu dirilişin altında parçalama bizi kulak ver selaya tekerrür etsin destanın uyansın atan,nenen ey sela topla bizi diriliş adına dua dua

ŞANLI DİRİLİŞ Samet Saltık

korkma ile başlar, bayrak bizimdir şehit kanı kadar, şanlı diriliş torun iyi bilir, düşmanı kimdir dededen yadigâr, şanlı diriliş titreyin, meydanlar bize dar artık korku, bizi ayırmanız zor artık yıllardır özlenen birlik var artık gökte esen rüzgâr, şanlı diriliş tankın, topun önünde yatan bizim hakka sevdalı kalbi atan bizim destanlar yazılan bu vatan bizim milleti bahtiyar, şanlı diriliş erkeği adam, yüreklidir kızı kansız ne bilir kanımız kırmızı tarih yazıyor yaşadığımızı gencecik ihtiyar, şanlı diriliş günlerce aylarca bitmez bu nöbet yol yakın zafere az daha sabret dünya güneşe, ay yıldıza hasret vücutlarla duvar, şanlı diriliş


DOSYA: 15 TEMMUZ

31

15 TEMMUZ: EN UZUN GECE Erdal Şahin

H

er zamanki gibi, sıradan bir gündü. Temmuz sıcaklarının hâkim olduğu bu günde akşam iş çıkışı bir toplantıya katılmış ve saat ona kadar süren toplantıdan çıkıp günün vermiş olduğu yorgunlukla evin yolunu tutmuştum. Eve varıp yoğun geçen bir günün yorgunluğuyla zar zor akşam yemeğini yemiş evimizin balkonunda dinlenmeye çekilmiştim. Birazdan yaşanacak olağanüstü olaylardan ve akabinde sabaha kadar meydanlarda slogan ve tepkilerle geçecek tarihi bir geceye olaylara şahitlik edeceğimizden bihaber, şehrin üstünde bir güzellik şahikası olan dolunayın o muhteşem güzelliğini seyre dalmıştım. Hafif esen bir gece melteminin altında günün son çaylarını yudumluyordum. İçeride televizyon seyretmekle meşgul olan oğlum telaşlı telaşlı balkona koşarak “Baba baba, televizyonda bir son dakika haberi var, haberde askerler İstanbul’daki Boğaz Köprüsü’nü kapatmışlar, darbe falan olmuş diyorlar.” diye haber verince ilk etapta önemsemedim. “Ne darbesi yavrum, bu zamanda darbe mi olur!” diye söylendim. Tabi meraktan yerimde duramadım, gidip televizyona baktığımda gerçekten ilginç gelişmelerin yaşandığını fark ettim. İlk etapta bu olaya bir anlam vermeye çalışırken gittikçe bir endişe ve bir korku hissetmeye başlamıştım. Dakikalar geçtikçe ilginç detaylar yansıyordu haberlere. Askerlerin birçok yeri kontrolü altına aldığından, uçakların helikopterlerin havada uçtuğundan, yetkililerden haber alınmadığından bahsediliyordu. Bir televizyon kanalında başbakan canlı telefon bağlantısıyla bu olayla ilgili ilk resmi açıklamada bulundu: “Askerin içinde bir grubun kalkışması söz konusu, bunu yapanlar en ağır bedeli ödeyecek” Artık tüm TV kanalları bu haberi flaş haber olarak veriyordu. Devlet televizyonu TRT’nin yayın yapmaması bende kuşkulara neden olmuştu, kendi kendime “TRT ele geçirilmiş ve birazdan darbe bildirisi yayınlanacak” diye kuşkulanıyordum. Bu arada yerimde duramıyordum bir iki defa sokağa çıkıp bir hareketliliğin olup olmadığını kontrol ediyordum evimizin bulunduğu mahallenin sokakları sessizdi ancak her darbede olduğu gibi birazdan askeri araçların cadde ve sokaklara çıkarak her yeri kontrol altına alacaklarını düşünüyordum. Kim bilir kaç gün sokağa çıkma yasağı sürecekti. O an aklıma boş durmamalı bir şeyler yapmalı düşüncesi vardı. Bu arada çocuklarla konuşmaya başladım ve onlara bu gecenin çok önemli tarihi bir gece olduğunu ve bunu hiç unutmamaları gerektiğini telkin ettim. “Çocuklar gidin hatıra defterlerinize bu gece ile ilgili not düşün, bir şeyler yazın, zira bu gece ömür boyu

unutamayacağınız tarihi bir gece.” Bu yaşanan gelişmede en çok da çocukların geleceği noktasında bir endişeye kapıldım, bu durumda acaba onların yarınları nasıl olacaktı diye aklımda bir düşünce sağanağı vardı. Çarşı merkezine çıkma düşüncesi içimden geçiyordu, bu arada arkadaşlarla da bunun üzerine mesajlaşmaya başlamıştık gelen haberlerde insanların çarşı merkezinde toplandıkları haberleri geliyordu. Yatsı namazını kılmadığımı düşündüm, hemen abdest alıp namaz kıldım ve bu zalimlerin başarıya ulaşmaması için dua ettim. TRT konusundaki kuşkularımda yanılmamıştım. O ana kadar ekranlarında sürekli hava durumunun sunulduğu TRT ekranlarında birden darbecilerin bildiri metnini okuyan bir spiker belirmişti, solgun rengiyle bildiri metnini okuyan spikeri pür dikkat izlerken, sonunda “TSK yönetime el koymuştur” cümlesini duyunca korkum daha da çoğaldı. Ve kendi kendime “eyvah” dedim, “gerçekten bu iş bitti, Türkiye on yıllarca geri gitti ve belki de iç savaşa sürüklenecek” diye büyük bir endişeye kapıldım. O an cumhurbaşkanının, başbakanın ve diğer yetkililerin akıbetlerini düşündüm acaba şimdi alınıp bir yerlere mi götürülmüşler yoksa öldürülmüşler mi diye. TV kanalları arasında dolaşırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın telekonferans yöntemiyle televizyonda canlı yayında konuştuğunu gördüm. Cumhurbaşkanı konuşmasında “bu olayın TSK içerisinde bir grubun darbe girişimi” olduğunu ifade ediyordu. Ve bu konuşmasında tüm halkı bu kalkışmaya karşı sokaklara çağıran o tarihi çağrısını yapıyordu: “Tüm halkımızı, herkesi şehirlerin meydanlarına, havaalanlarına bekliyorum.” Bu olayın seyrini değiştirecek tarihi konuşmasını yapıyordu. Bu konuşmanın ardından insanlar şehir meydanlarına, havaalanlarına, kışlaların önüne ve İstanbul’da Boğaz Köprüsü’ne akın etmeye başladığına dair haberler gelmeye başladı. Artık bu saatten sonra evde beklemenin bir anlamı yoktu, ne olursa olsun geleceğimize sahip çıkmamız gerektiğini ve bu darbeye karşı durmanın izzetli bir şey olacağını düşündüm. Buna karşı çıkmanın herhangi bir partiyi veya şahsı savunmakla ilgisinin olmadığını, bunun onurlu bir duruş olacağını düşündüm, tıpkı bu gece parti gözetmeksizin milyonların canlarını verme pahasına sokaklara meydanlara akın ettikleri gibi. Evdekilerin “ne olur gitme” ısrarlarına aldırmadan onlarla vedalaşıp kardeşimi de yanıma alıp, çocuklara son bir defa bakarak onları Allah’a emanet ederek evden çıktık.


DOSYA: 15 TEMMUZ Beşyol Meydanı’na vardığımızda ellerinde değişik bayraklarla erkek kadın yaşlı çocuk, farklı düşünce ve görüşten yüzlerce insan toplanmış tekbirler getiriyordu. Bu darbeye karşı halkla birlikte hareket eden polislere, emniyet güçlerine halk büyük bir sevgi gösterisinde. Kalabalık dakikalar geçtikçe çoğaldı, öyle ki şehrin en büyük caddesi olan Cumhuriyet Caddesi bir saat içinde doldu taştı. Bu kalabalık kitle polislerle beraber askeri kışlaya doğru yürüyüşe geçti, yolun yarısında daha öncesinde kışlanın kapılarına dayanıp geri gelen kişilerle karşılaştılar ve kışlada herhangi bir hareketliliğin olmadığını bu darbeye destek vermedikleri haberini kalabalık kitleye ilettiler, insanlar tekrar şehir meydanına doğru sloganlar eşliğinde geri döndü. Bu arada bir yandan da cep telefonlarından son gelişmeleri takip ediyorduk, sosyal medyaya düşen haberlerden Ankara ve İstanbul’da çok yoğun çatışmaların olduğu, darbecilerin uçak ve helikopterlerle halkın üzerine ateş açtığı ve yüzlerce ölü ve yaralının olduğunu öğrendik. Beşyol Meydanı’nda sabah namazına kadar süren konuşmalar yapıldı. Sabah ezanları bu sabah farklı okunuyordu, bu gece hiç uyumayan insanlar sabah namazında şehrin en büyük camisini hıncahınç doldurmuş, cemaat dışarı taşmıştı. Hiçbir zaman sabah namazında dolmayan bu büyük camide il müftüsünün imamlığında sabah namazı kılınmış ve dualar edilmişti. Sabah namazından sonra insanların çoğu evlerine dağılmıştı, ancak hatırı sayılır bir kalabalıkla beraber güneş doğana kadar gösterilere devam ettik. Şehrin en önemli araç geçiş yolunda oturma eylemi yaptık, bazı engelleme ve provokasyonlara rağmen eylemimize devam ettik. Öğlen saat on ikiye kadar bulunduğumuz yeri terk etmedik. Daha sonra burası darbe karşısında günlerce halkın eylem ve gösterilerine sahne olan bir yer haline geldi. Sabah saatlerinde Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşmada halkın ve emniyet güçlerinin karşı duruşu saye-

32 sinde darbenin bastırıldığını ancak tehlikenin devam ettiğini, bu yüzden insanların meydanları terk etmemeleri gerektiğini ifade etmesi tüm şehirlerde beldelerde yirmi gün sürecek şimdiye kadar görülmemiş, sabahlara kadar devam eden bir direnişi doğuracaktı. Birbirinden farklı birçok parti düşünce ve görüşten oluşan insanların bu darbe karşısında kenetlenmesi ve duruşu dünyayı adeta şoka uğratmıştı. Milyonların sokaklara canını hiçe sayarak çıkıp tankların altına yatmaları ve göğüslerini mermilere siper edip çıplak elleriyle tankları uçakları ve nihayetinde korkunç bir darbeyi engellemeleri şimdiye kadar görülmemiş bir olaydı. Ve bu olay karşısında başta darbeciler olmak üzere adeta tüm dünya şoktaydı… Bu darbeyi tasarlayanlar yarın ne yaparlar bilinmez ancak bu başarısız darbe girişiminin ardından toplumun birbirlerine zıt olan büyük kesimleri ve birbirinin zıddı olan cemaatler sivil toplum kuruluşları partiler aynı amaç ve gaye için bir araya geldiler, kenetlendiler ve hep birlikte bu darbeye karşı güçlü bir duruş sergilediler. Kuşkusuz bunun ileride çok önemli sosyolojik sonuçları olacaktır diye düşünüyorum. Ve elbette bu önemli gelişmeler bir daha böyle adımlar atmak isteyenlere iki kere düşünmelerini sağlayacaktır. Oyun büyük! Su uyur düşman uyumaz düsturunu hatırlayarak, bu işe kalkışanların mutlaka bir şekilde bunu tamamlamak için farklı girişimlerde bulunacaklarını unutmayalım. Allah bu milleti ve bu ülkeyi bu şer güçlerin her türlü bozgunculuklarına darbelerine fitnelerine ve oyunlarına karşı korusun onlara fırsat vermesin tuzaklarını başlarına geçirsin. Amin.


DOSYA: 15 TEMMUZ

33

TEMMUZ’DU VE ÇOK GECE Gülsüm Yıldırım

B

ir bebek doğar ve hayat tazelenir. Bahara namzet bir muştudur o. Budanan kuru dallar arasından taptaze fışkıran bir can... O gece böyle bir baharın muştusuyla neşeli ve kalabalık bir sofrada çayımızı içip, evin yeni ferdine hayır dualarda bulunuyorduk. Börekler, ıslak kekler, hoş kokulu demli çaylar ve bebek çikolatalarıyla donatılmış sofrada hiç kimsenin aklına gelmeyen bir şey bizi kuşatana kadar nasıl da mutlu insanlardık. Evin sahibi bey başını salona doğru uzatıp, “Televizyonda haberlere baksanıza sıkıyönetim ilan edilmiş” deyince kanalları tek tek dolaşmaya başladık. Henüz görünen aksi bir durum yoktu. “Ağbi bomba ihbarı falan vardır ne sıkıyönetimi ya...” dedikten sonra soğumaya başlayan çaylara geri dönmüştük bile. Sanki İstanbul gibi bir metropolde uluorta bomba patlaması çok doğalmış gibi... Gelen haberler arasında Boğaz Köprüsü’nün trafiğe kapatıldığı da vardı. Avrupa yakasında çalışan akrabalarımız evlerine geri dönemiyordu. Yavaş yavaş derinleşen bu endişede artık herkes ne olup bittiğini anlama derdine düşmüştü. Hızlıca sofrayı toplayıp ev sahibini Allah’a emanet ederek vedalaştık. Yol boyu karşılaştığımız askerler aldığımız haberleri doğruluyordu. Çocukluk arkadaşım, sevgili dostum telefondaydı. Darbe girişimi olduğunu ve Cumhurbaşkanı’mızın Türk milletini meydanlara davet ettiğini haber veriyordu. Kızı, oğlu, eşi ve apartmandaki diğer akrabalarıyla birlikte Kısıklı’ya, Cumhurbaşkanı’mızın evi civarına gideceklerini söyledi. “Allah’a emanetsiniz” dedim. Dikkatli olun. Hepiniz Allaha emanet... Bilfiil içinde bulunduğumuz üçüncü darbeydi bu... 80’de henüz 4 yaşlarında olduğumuz için o günlerin vahametini anne-babamızdan çokça dinlemiş ve darbeyi o zaman da hiç sevmemiştik! 28 Şubat’ta yaşadıklarımız ise tarihin zulüm sayfalarına çoktan düşmüştü. O zamanlar 15 yaşında bir genç kız olan kız kardeşimi polis kovalarken sığınmak istedikleri dükkan sahipleri kapılarını kilitliyor ve içeri almıyorlardı. Sonuç, nezarette geçen günler, gözyaşı ve çürük kollardı... Bu ülkenin zencileriydik biz. Altın kemer de kazansak zenciydik işte! Kürsülerde konuşmaya, başarılarımızı paylaşmaya ve bu ülkenin geleceğini imar

edecek gençler arasında olmaya hakkımız yoktu. Ara sokaklardan eve vardığımızda vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Hemen TRT’yi açtık. Spikerin korkulu ve ağlamaklı gözleriyle karşılaşınca aldığımız haberler bütün ürkütücülüğüyle içimize oturdu. Allah’ım neydi bu başımıza gelen! Ülkemin insanları işinde-gücünde huzurluyken, ferah günler içinde zaman akıp giderken bu neydi böyle! Telefonun Whatsapp mesajları hiç susmuyordu. Gruplar içinde hızlı bir dua paylaşımı yaptık. Herkes abdestini alıp kıblesine dönerek Ayetel Kürsi ve Salat-ı Tüncina okumaya başladı... Dışarıdan silah sesleri geliyordu. Mahalle muhtarının vurulduğunu Facebook üzerinden öğrendik. Sonra şiddetli bir ses! Yıldırım Beyazıt Camii önünden konuşmalar bizim evde bile duyuluyordu. Koşuşturmalar ve “Ağbi nereye düştü o!” sorusunu duyunca önce salonun camına, sonra balkona koştum. Görünen bir yangın yoktu. Alçaktan uçan jetlerin ses duvarını aşması sebebiyle bu patlama sesi oluşuyormuş. Bunu da sonradan öğrendim. Panik ve endişe içinde bu gecenin gündüze kavuşması için gecenin ve gündüzün sahibine yalvardım... Sanki ülkem işgal edilmiş de düşman askerleri her an evimize girebilirler hissine kapıldım. Çelik kapının üzerine bıraktığım anahtarı içeri aldım. Kimden ve nasıl koruyacaksa bu anahtarı içeri almak! Köprüden çatışma haberleri geliyor. Hiç bir darbe girişiminde yapılmayan şey bu sefer yapılıyor ve sivil halk kurşunlanıyordu. Gece sabaha kavuştuğunda mahallede 12 şehit olduğu haberi geldi. Biri Halil Kantarcı... Çocuklarıyla olan fotoğrafları köz gibi düşüyor kalbime. Zeynep’ine ne çok yakışıyordu baba olarak oysa... Şehadete nikâhlı doğuyor bazı yiğitler. Ne desen kar etmiyor onlara... İmrenmek ve kıskanmaksa şehitleri kıskandım o gece... Allah hepsinden razı olsun. 239 yiğidin şehadeti, Allah’ın da yardımıyla canım ülkemi büyük bir badireden daha kurtarmıştı. Vatanımız, Türkiye’miz! Sen var oldukça bize zulmet yok! Bütün gecelerin içinden çıkıp gelen gün ışığı gibi sonsuza dek dünya üzerinde payidar kalasın.


DOSYA: 15 TEMMUZ

34

TEMMUZ DİRENİŞİ Murat Soyak

15 Temmuz 2016: “Geceye yenilmeyen” aziz milletimize selâm olsun. “bu dünyada olup bitenlerin / olup bitmemiş olması için / ne yapıyorsun?” der Sezai Karakoç. Evet, bizler, millî iradenin yanında nöbette olanlar, 15 Temmuz akşamından bu yana soylu direnişimizi sürdürüyoruz. Şimdi birlik-dirlik zamanıdır. Vatanımız, milletimiz ve hakikat için mücadeleye devam edeceğiz. Bu yaşanan günlere dair tarihe kayıtlar düşüyoruz. Çağın birer tanıkları olarak elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce hakkı, hakikati anlatmalıyız. Darbe sevicilere karşı daima teyakkuzdayız. Aziz milletimiz özgür iradenin yanında kahramanca savunma yapmıştır. Bu anlamda asıl bildiriyi destansı bir çabayla millet yazdı. Zalimlerin, hainlerin darbe girişimi karşısında haykırıyoruz. Mehmet Emin Yurdakul’un söylediği gibi: “bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et / unutma ki şairleri haykırmayan bir millet / sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” Halka kurşun sıkan zalimlerin, meclisi bombalayan hainlerin yuvalandığı bir cuntaya karşı direniş var. Ve bu direniş sayesinde, ağır bedeller ödenmek suretiyle özgür irade ayaktadır. Dikkatli olmamız gerekiyor. Zira ikinci aşamada bir iç huzursuzluk neticesinde iç savaş çıkarmayı da deneyeceklerdir. Rabbim aziz milletimizi, devletimizi korusun. Darbeler milletimizin iradesine pranga vurma hareketidir. İstiyorlar ki millet söz hakkını kaybetsin, kötülük egemen olsun. ABD ve paralel hain işbirlikçiler bu kötülüğü her fırsatta sürdüreceklerdir. Bileylenmiş bir bilinç ile hakikat yolunda, milletimizin yanında asil yürüyüşümüz daim olsun. İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy sesleniyor: “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz.” Allah’ın selâmı, rahmeti bu uğurda can veren şehitlerimizin, mücadele edip yaralanan gazilerimizin ve izzet sahibi insanların üzerine olsun.

KARŞI ŞİİR Murat Soyak

zifirî karanlık, çukur adamlar geçidi tutmuşlar müstahkem mevkiî ekâbir ve azgın surat ve mermer kafa bir sabah alacasında gözleri aygın baygın ne oldu birader -iyi saatler- neredeyiz şimdi kim ferman okuyor, erken kalkan kim sırça köşk içinde kızgın iblisgiller kırılsın zalim çark, hâk ile yeksan olsun

AZİZ MİLLETİMİN HATIRASINA Sezer Taş gece parlayınca çığlıklar arasında yollar kadar geniş bu sesler ölümü kırklayan şu sesler de nedir ense köpüğü gibi iner ufkumuza kustu tarla başında payesiz sünepe gagalı bir karga şarküteri bu toprakların yer yatağında içinde biriken zehrin kaynağı ve içinde büyüyen panzehirin zaferi ey ağır başlı tekbir selası dünya hiçliğinde kilometrekareler kaldırdı göğsünü bu bulantıdan ey tüm zamanların en belirgin özelliği kuyruk söylemezmiş sallanırken can çekişi bir direnmenin topukları acıyan nefislerden topukları güzelleşen nesillere kullanıcı adı: darbe daha kurşun kızgınlığında nice eller koşmaktadır kol kola ay ve yıldız sevda türküleri dudakların hizasında minarelerde on dört asırlık hayat suyu içmeye andı var münbit her canlının bu topraklarda şehadet şerbetini susmuş dünyanın imzasında ve mühründe başı çeken aziz milletimin hatırasına şifre: iman dolu türkiye


DOSYA: 15 TEMMUZ

35

YILLAR ÖNCESİNİN KİTAPBANK’INDAN KISIKLI’DAKİ NÖBETÇİ KÜTÜPHANE’YE Şakir Kurtulmuş

Çocukluğumuzun en güzel yıllarıydı. İmam-hatip orta kısmına yazıldığımızda daha şehir merkezi neresidir, orada neler var, neden şehir ve merkezi deniyor, bu sorulara tam olarak cevap veremiyorduk çünkü babamla ve annemle birlikte bir ya da iki kez gelmiştik şehir merkezi denen bu yerlere. Çarşıyı, dükkânları ve kalabalığı hatırlıyorum. Eskişehir’in gündüz sıcağı meşhurdur, geceleri de çok serin olur. Gündüz dışarıdaysanız bir an önce işinizi bitirip eve dönmek istersiniz ya da serin bir yerde oturarak soğuk bir şeyler içmek… Ama ben çocukluğumun hiçbir döneminde o sıcak günlerde bir kez olsun bir yere oturup da soğuk bir şey içtiğimizi hatırlamıyorum. Çarşılarda gezerken rastladığım kitap ve kırtasiye dükkânları ilgimi çekerdi, vitrinlerine bakmaktan hoşlanırdım. Ortaokula başladığımızda artık çarşıdan geçen, dükkânların vitrinlerine bakan ama sadece bakan özgür bir birey olduğumu fark ettim. Çarşı Camii’nin yan tarafında Sıcak Sular dediğimiz bölgede yerlere yığılmış bir sürü Teksas, Tommiks, Zagor gibi kitapları gördüğümde işte kitapların kaynağı burası diye düşünmüştüm. Bir süre gelip buradan bu çizgi romanları alır, arkadaşlarla da aramızda değişerek okurduk. Şimdi ilköğretim ve liselerde okuyan gençler o yıllarda nasıl bir kitap sıkıntısı yaşandığını bilmezler. Okulda işleyeceğiniz ders kitaplarının adları verilirdi. İsteyen okulun getirdiklerinden temin eder, isteyenler de kitapçılarda ikinci el satılanlar arasından temin ederlerdi. Bizim kitaplarımız hiçbir zaman okulda satılan yepyeni kitaplardan olmadı. Çünkü onlar bize göre pahalıydı. Hep kitapçıları gezerek, ikinci el kitaplar-

dan temin edildi kitaplarımız. Tabi bir hafta boyunca, bazen bu süre uzayabilirdi, kitapların peşinde koşardınız; eksik kitaplar olurdu, kitapevi sahibi size “yarın ya da öbür gün gelin belki gelir” derdi, dolayısıyla kitapların tezgâha düşmesini beklerdiniz. Şimdi bütün okullarda okulun başladığı ilk gün öğrencilerin kitapları sıralarında hazır bekliyor. Gençlere bu durumu anlatmak kolay olmasa da anlatmalıyız, bilmeliler nereden nereye geldiğimizi, daha yakından görmeliler. Ders kitaplarını temin etmeye çalıştığımız bir sırada karşılaştım bir kitapevinin vitrininde bu ifadeyle: “Al götür, oku getir”. Kapının üstündeki tabelada ise ‘Kitapbank’ yazıyordu. Daha önce gördüklerimiz gibi ikinci el kitapların satıldığı bir kitapevi gibi görmüştüm orayı da. Okulumuz akşama kadardı ve öğlen yemeklerini aynı cadde üzerindeki yurt binasında yatılı kalan öğrencilerle birlikte yiyorduk. Her gün öğlen gelip geçerken beş dakika bile olsa uğrayıp kitaplara baktığımız bir yer olmuştu bizim için burası… Hamamyolu Caddesi’nden vilayete çıkan cadde üzerindeydi yurt ve kitapevi. Kitapbank’la ilk karşılaşmamın öyküsü böyle… İkinci karşılaşmamız ise lise yıllarına rastlıyor. Okulda kitap okuyan, edebiyatla sanatla ilgili bir grup arkadaşla sürekli birlikte oluyoruz ve şehirde Atasoy Müftüoğlu abimizle tanışmışız; hemen her gün birlikte bir yerlerde oturup konuşuyoruz. Kitaplara yakınlığımızın arttığı bir dönem… Atasoy abi belediyede çalışıyor, akşamüzeri mesai bitimine yakın biz de okuldan çıkmış oluyoruz, yanına uğruyoruz ve daireden birlikte ayrılıyoruz.


DOSYA: 15 TEMMUZ Köprübaşı’ndan başlayan, Hamamyolu üzerinden Yediler’e, Alaeddin Parkı’na kadar süren yürüyüşlerimiz esnasında yol boyunca kitapevlerine de uğranır, kitaplara bakılırdı. Yeni gelmiş kitapları Atasoy abi vasıtasıyla takip etmeye başladık. Bir gazetede ya da dergide ismini gördüğü, önemli bulduğu bir kitabı temin etmek için bütün kitapçıları tek tek gezdiğini hatırlıyorum. Yine bulamazsa, getirtme imkânı olursa sipariş verir, bir hafta sonra mutlaka sipariş yoluyla o kitabı edinmiş olurdu. Onun kitaplarla olan dostluğu bizim zihnimizde kitabın önemini artırıyordu. İşte böyle yürüyüşlerimizin birinde birlikte uğradık Kitapbank’a. Dükkân sahibi Muhiddin Bayazıt’a dönerek “tanışıyor musunuz, imam-hatipte öğrenci” diyerek tanıştırdı bizi. Gerçi biz daha önce bu dükkâna gelip ikinci el kitaplar aramıştık fakat böyle bir tanışma ve konuşmamız olmamıştı. Muhiddin abi, görür görmez kanınızın kaynadığını hissettiğiniz insanlar olur ya, onlardan birisidir. Çok sıcak, güler yüzlü, munis biridir. Erdem Bayazıt’ın yakını olduğunu öğrendiğinizde daha çok sevmeye başladığınızı hissedersiniz. Şiir yazan birisi olduğunu, yazdığı şiirleri bize okuduğunda öğrenmiştik. Sizin işinizi görmek için bütün imkânlarını kullanır. Aradığınız kitap yoksa yok deyip göndermez, “bir iki gün bana izin verin, bulayım” der ve iki gün sonra size istediğiniz kitabı temin eder. Parası olmayanlardan para istemez, kitabı ücretsiz okumasını sağlardı. İleriki zamanlarda daha sık uğradığımız için dükkânın içini, vitrinleri, kitapları da daha iyi tanıyorduk. Buranın aynı zamanda eski eserlerin alınıp satıldığı bir sahaf dükkânı olduğunu da sonradan öğrenecektik. Osmanlı Türkçesiyle hatta Arapça yazılı eserler bile bulmak mümkündü.

36 Muhiddin Bayazıt’ın dükkânı sadece eski kitapların alınıp satıldığı bir yer değil, aynı zamanda sohbet edilen de bir yerdi. Atasoy abiyle her uğrayışımızda onların sohbetini büyük bir zevkle dinler, yeni şeyler öğrenmekten dolayı çok mutlu olurduk. Rahmetli Selahattin İpek’le, Mustafa Özçelik, Kadir Atlansoy, Mustafa Işık ve rahmetli İbrahim Uysal’la birlikte de sık sık uğrar, yeni gelen kitaplara birlikte bakardık. Kitapların dünyamızı zenginleştirdiği, güzelleştirdiği, büyümesine imkân verdiği ilk yerlerden birisi oldu Kitapbank. Kitaplarla dostluğumuzun gelişmesinde büyük emeği olan Muhiddin abiye Allah’tan rahmet diliyorum. Kısıklı’da ‘Nöbetçi Kütüphane’ afişini görünce hatırladım Kitapbank’ı. Muhiddin Bayazıt’ı ve ‘Al götür, oku getir’ sloganıyla başlayan kitap okuma serüvenini… 15 Temmuz’da hainlerin darbe girişiminden sonra başlatılan meydan nöbetlerinde genç yaşlı, çoluk çocuk hepimiz alanlardayız. Geçtiğimiz günlerde Kısıklı’da başlayan kütüphane nöbetini keşke bütün alanlarda yapabilseydik. Kısıklı’daki kütüphane gençlerimizi kitaplarımızla, dergilerimizle tanıştırma açısından da önemli. Buraya gelen kardeşlerimiz etkinlikler başlayıncaya kadar ‘Nöbetçi Kütüphane’den bir kitap ya da dergi alıp okuyarak vaktini daha iyi kullanabiliyor. Çocukluğumuzun en güzel yıllarında tanıştığımız ‘al götür oku getir’ geleneğinin yıllar sonra İstanbul’da darbeye karşı direnen kardeşlerimizin nöbet tuttukları bir alanda, bir parkta tekrar karşımıza çıkması ne güzel…


DOSYA: 15 TEMMUZ

37

TR POZİTİF Yılmaz Şit

Ü

ç kopuk (Sokak tabiriyle; ipini koparan. Benim nevi şahsıma münhasır tabirimle; onur kavgasının kopukları…) koptu memleketten.

vardı, belliydi. Gün gece atletle müşteri selamlayan bu gençler 15 Temmuz gecesi bu eksikliği tamamlamalıydılar. Ama hangi kudretle: İman...

Biri asi, biri haylaz, diğeri ise çılgın. Biri küheylana benzer; laf dinlemez, biri sözden anlamaz, üçüncüsü ise mutfak biberi gazı endamlı. Velhasıl tencere kapak misali bir buluşma hâsıl olmuş.

Sinan incecik ve dik duran kavak ağacına benziyordu, rüzgâr esse yaprakları bile kırılırdı. Bütün bunlara rağmen inançlıydı. Rüzgâra değil sahibine itaat bahis mevzuydu. Cahit hamur gibiydi. Bütün bunlara rağmen imanlıydı. Onlar Kemal’e üstad diyordu; kaç karat ruhla fikrinin manzarası satın alınabilirdi siz varın hesap edin.

Üç kafadar diyorlardı onlar kendilerine. Üç TR pozitif kan kardeşi üç bedelden uslanmaz. Yani kendilerince dünyaya hendek atacaklarmış. Hele bunu yazınca da güldüm yani kahraman olacaklarmış. Lakin kahramanlık öyküleri ne asileri ne çılgın ve kafadar kahramanları katıksız kuru kuru yutmuştur. Benim yanıldığım güne kadar. Beni iyi şey için yanıltana şükürler olsun. Üç kervan ürünü, üç ihracat artığı, üç akşam pazarının mamul madde depozitosu, fidan gibi filizlendiler. Dal verdiler, çiçek verip meyve verdiler, çam yarması, söğüt salkımı, kavak tahtası gönüllüler. Üç kopuk demiştim kusura bakmasın bu arkadaşlar, asi demiştim kusura mı baktılar aman neyse... Yakında kıyamet kopacak ne de olsa. Bizimkileri sırf laf yerini bulsun diye böyle yazıyorum aslında onlar son tank bükücüler. Sinan, Cahit, Kemal bu arkadaşların adı. Az önce saydırdığım kelimeler tümüne gelsin. Belirtisiz kılıf tamlaması yaptım. Hayatında tank görmemiş, G3 nedir bilmeyen Mecnun, çölde aşk rölyefleri çiziyordu. Benim fırınımda ekmek küreğiyle ve iki yüz elli derecelik ateşle aşk yaşayan bu gençlerin asfaltta palet altına yatan memleket mecnunzadelerinden bir eksikleri

Başka kopuklara benzemezlerdi bizimkiler. Bunlar onur kavgasının kopuklarıydılar, Anadolu İntikal Mangası (HALK) gibi 15 Temmuz işgalcilerine gözü kapalı dalan kopuklardır. Bunlar meydanlarda tank tozunu bastıranlardır. Meydanlar meydan olalı böyle gözü kara beyaz atletli prensler görmemiştir. Bu asi ve haylaz bildiğimiz paslı demirleri daha evvel hurdacıya versen üç kuruş etmezlerdi, geri dönüşümsüz çöplere atarlardı belki. Demek ki cevherin değeri sarrafın elinde anlaşılıyormuş. Sen ne güzel sarraf oldun ey 15 Temmuz… İşgalcilerin arama motoruna “tank” yazınca “nasıl durdurulur” diye lafı klavyesinden aldı mübarekler... Bizim kopuklar da tankın egzozuna atlet tıkama tarifi aldılar... Sokaklar yiğidin mutfağı misali Ya Allah Bismillah... Allah bu milleti darbelerden muhafaza etsin.


DOSYA: 15 TEMMUZ

38

SAFİYE HATUN VE CENGÂVERLERİ Ayşe Gönenç

“Zalimin karşısına çıkıp sen haksızsın diyebilmektir cihat. Ben cihat ettim. Beni iman kuvvetim kurtardı. Oraya inananlar gitti. Durdururum, sevgimle durdururum dedim.” diyor 15 Temmuz’un kahraman Nene Hatun’u, Safiye Bayat. Zalimin çenesine ilk bozgunluğu süren cesur kadın o. Ki direnişin de ilk insanı aynı zamanda. Yüreğinde iman kuvvetinin ölçülmez hakikati saklı. Korkusu yok, alnı pak, dizlerini kıramaz hiçbir değnek. Ümmet aşkıyla, vatan sevgisiyle ve en önemlisi sevginin gücüne dayanarak, o gece asilerin yüzüne haykırdı her şeyi. Allah’ı bulan neyi kaybeder? Hiçbir şeyi. O Allah’ı bulmuş ve O’na sonsuz kere iman etmiş bir kadın. 2 ay önce anasını içine almış bu topraklar. O bu toprağı bir avuç sefile nasıl verebilirdi ki. Bizi umutsuzluk mahpuslarına hapseden, bu zalim çağda. Böylesi bir güzelliğe şahit olmak müthiş bir kuvvettir, hakikattir, direniştir. Ki yaşamak manasını biraz daha sevgi dolu ve ümitli tutacak artık. Safiye Hatun. Adını ümmetin ürkek telaşlı kızlarına ezberletti. Bizi bu ülkenin birliğine, sevgiyle inandırdı. Tutup da silah doğrultmadı asi askere. Kalbini uzattı. Sevgisini uzattı. Analığını, kardeşliğini, imanını uzattı. Anlattı ola ki hataya düştüklerini belki anlarlar diye zalimin yüzüne korkusuzca haykırdı gerçeği. Karşısında bir avuç çamur yürekli zalim. Safiye Hatun’un cesaretine şaşıp kaldılar. Hiçbiri bu çirkin ve yorgun asrın koynundan bir Nene Hatun beklemiyordu elbette. En çok bu yüzden şaşırdılar, ittiler, telefonunu fırlattılar yere. Ki bu “seni anlamak istemiyoruz!” demekti. Safiye Hatun, ardında onlarca cengâver, bu ülkenin

her karesini sırtlarına alıp diktaya karşı durdular. Kanadılar ama asla kalbi incitmediler. “Sevgimle durdururum! Sevgimle durdururum!” Bir ülkenin yaralı bağrına sevgi ve birlik tohumunu yeniden ektiler. Filizlerini alnımızda çiçekten sevdalarla tutacağımız tohumlar ektiler. Şeksiz, şüphesiz canlarını ateşe attılar. Sırf yarınlarımız özgürlük ağacının altında al ve ak dalgalansın diye. Ve Şehit Halil Kantarcı abi... Kahvaltısına serçelerin eşlik ettiği o güzel adam. Ona şah damarından yakın olana. Şah damarından haince vurularak göğe uçurdukları o güzel 3 çiçeğin babası olan adam. Söylenecek her cümle boynu kırık bir şekilde duracak. Ben onu, onun da herkesten istediği gibi, ağzında tek dal sigarasıyla tebessüm eden fotoğrafıyla hatırlayacağım. Şimdi avucumuzda sevgisini yeniden allamış bir ülke var. Birlik var, iman var, zalimin elini uzatmaktan korku duyacağı bin bir çeşit güzelliğiyle dünya bahçesinin orta yerinden nefes alan Türkiye var! Türkiye! Biz bu güzel inananların, inancını kalbimizde yek pare güçlü bir şekilde yaşattığımız sürece. Ne İngiliz’in lanetine uğrarız, ne de Amerika’nın oyuncağı oluruz. Çünkü biz zalimin bize uzattığı her zulmü sevgimizle durdurabiliriz, sevgimizle durdurabiliriz... Çanakkale Türküsü’nü çocukluğumun okul sırasından avucuma doldurdu 15 Temmuz. Temmuz alevinin orta yerine serin bir bahar eklendi. Doğusuna, batısına yeniden imanla ve birlikle yüreğimi uzatabilmeme vesile oldu Safiye Hatun ve cengâverleri.


DOSYA: 15 TEMMUZ

39

ÖCÜLERLE BÜYÜMEK Ayşe Ünsal

B

elki de büyükler şakacıktan ya da korkutayım yalandan dedikleri her şeyde haklılardı, doğruydu anlatılanlar, biliyorlardı ama tam anlamıyla ifade edememişlerdi. Babaannemlerin sofasındayız; hafızamda öyle bir resim beliriveriyor. Namı diğer divanhanede. Teyzemleri mi uğurluyoruz kime el sallıyoruz hatırlayamıyorum tam olarak ama orada o iki basamaklı merdivenin ardında aşağıya inmeden tek başıma elim havada kalıyor. Bahçe kapısının sağında bulunan çeşmenin oluğunda gözüme bir şey görünüyor. Çığlığı basıyorum. Rüya mıydı gerçek miydi diye defalarca sordum bugün bile ancak kimse hatırlamıyor. Ne olduğunu sorduklarında “öcü gördüm” diyorum, öcü buna benziyor olmalı. Kim bilir ne yaramazlık yaptım da gördüm diye başım okşanıyor, kimseleri inandıramıyorum esasen. Ama görüyorum, hala hafızamda gözümün önüne geliveriyor. Kanepede gün boyu koşturup uyuyakalan çocuk, hayret ve dehşet dolu seslerle uyanıveriyor. Televizyon ekranında koca koca tankların ezmeye çalıştığı insanlara çarpıyor gözleri, ardından yukardan birileri o kalabalığa ateş ediyor. Bir savaş filmi gibi ama annesiyle babası film izler gibi değil. Çocuğun uyandığını gördüklerinde “bi şey yok yavrum, öcüler” diyorlar, “asker kılığına girmişler hepsi ama merak etme iyiler kazanacak!” Öcü neye benzer diye düşünen çocukla aynı yaştaydım belki o zamanlar, idrak ediyorum şimdi neye benzediklerini. Öcülerle büyüdüğümüz zaman, arkamızdan ağlar sanıyordum; tabakta yarım bıraktığımız yemeğimiz gibi, ardımızda yarım bırakılmış korkulardan olabilirdi. Yanılmışım. Öcüler zamanın yaşına bakarak büyüyormuş meğer. Ve gerçekmiş tüm anlatılanlar. Onlar aslında masalların içinden ya da yaramazlıkların ardından çıkmazmış yalnızca. Sevdiklerimiz bizi ufak ufak bugünün öcülerine alıştırıyormuş belki de haberimiz yokmuş. Şimdi kimseye sormasam da cevabını biliyorum, herkes anladığı yerden bakıyor kucağında kavuşturduğu ellerine. Kovamadığımız, bitmeyen

tükenmeyen ve azalmayan canavarları düşünürken... Elinde gaz lambası “insan” arayan Diyojen’i bugün ne kadar iyi anlıyorum. İnsanın bir vatanı olur, köklerini saldığı bir toprağı, içinde sızlayan bir vicdanı olur, görebilen gözü, işitebilen kulakları sonra... Bir kalbi bile olmayanlar ne bilir insan olmayı. Vatanı, milleti, yurdu, toprağında yeşermeyi, yeşersin diye toprağa düşen yeni tohumları, kendini ayrık otlarına teslim etmeyi onlardan önce; insan olmayan ne bilir şerefli yaşamayı, onuruyla ölmeyi... Bilemezler, hiç öğrenmemişler ki. Büyüyoruz. İnsanları anlamaya başladığımız zaman; birdenbire. Zarar veren, hırpalayan, heveslerimizi, hatta hayatlarımızı baltalayan insanları anlıyoruz derken büyüyüveriyoruz. Öcüler insana dönüşüyor ardından. Seçemiyoruz, ayıramıyoruz, işte en çok burada büyümek zorunda kalıyoruz. Hırslarıyla dünyalara sahip olacağını sanan da, bir çocuğu gelin diye eş alan da, kendinden başkasını umursamayan da, çalan çırpan, şiddet uygulayan, cana kıyan, vatana kasteden, yalanla kardeş, cahillikle yoldaş olan da insan kılığında çıkıyor karşımıza. Biz öyle sanıyoruz, yanılıyoruz, büyüdükçe anlasak da koruyamıyoruz ne kendimizi ne çevremizi. Yoruluyoruz sonra. Yorgunluklarımız geçsin diye Güneş doğsun istiyoruz, kış bitsin... Baharla yenilenen dünyaya sığınmaya çalışıyoruz. Kuruyan ağaç dalları yeniden çiçeklenirken kalbimizin çoraklaşan topraklarına da su geliyor köklerinden. Günlerdir evin odalarına kendini sığdırmaya çalışan güneşten kaçıyorum; kalbimin yorgunluğunu, insan görünümlülerin mahvettikleri dünyanın acısını unutmayayım diye. Kanmayayım diye... Merhamet her sabah doğan güneşle yenilenir mi? İçimiz bizden alıp götürdüklerinin çukurlaşan boşluklarıyla doluyken... Her gün doğan güneş her şeyi temize çekmeye yeter mi ki zaten? Çocukluğumuzda anlattıkları öcüleri düşündüm dün; hepsi gerçekmiş meğer. Hepsi insanmış...


DOSYA: 15 TEMMUZ

40

BARIŞ İCAT ETMEK Cihat Albayrak

İçine kapanık bir çocuktum. Yüzüme bakan öteki çocuklar, içimde bir şeyleri sakladığımı zannederlerdi. Onlara göre çok şey biliyor ama anlatmak istemiyordum. Bazı insanların kendilerini başka yollarla ifade edebildiklerini okula başladıktan sonra öğrendim. İlkokul beşinci sınıftayken. Türkçe kitaplarındaki okuma metinleri, kendi hikâyemi kaleme alabileceğimin ipuçlarını vermişti bana. Yazmaya o günlerde başladım. Çok okuyor, çok yazıyordum. Başarılı bir öğrenciydim. Ama tarih kitaplarındaki savaşları bir türlü anlayamıyordum. Dünyamızın her yerinde barış vardı oysa. Dünyanın benim gördüğüm kadarından ibaret olmadığını biraz daha sonra öğrenecektim. Televizyonlarda çizgi filmler, anneannelerimizin anlattığı masallar, ilçenin çarşısındaki esnafın parayla satın alınamayacak keyfi, Ramazanlar, bayramlar, karne günleri, yaz tatilleri. Hayat çok güzeldi; bu kadar güzel bir hayatı, içinden savaşların geçtiği bir dünyada yaşıyor olamazdık. Tarihleri aklımda tutamıyordum, aksi gibi bütün yazılılarda ve hatta o dönemlerde öğretmenlerin hala ciddi ciddi uyguladığı sözlülerde hep savaşların tarihlerini soruyordu öğretmenler. “Dandanakan Savaşı kaç yılında olmuştur?” dediğinde öğretmen, içimdeki gülme isteğine karşı koyamıyordum. Dandanakan’ı telaffuz edemediğim gibi, dilimin ucunda “Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana” ninnisi, gözlerim sınıf arkadaşlarıma bakıyor olmasına rağmen, hayalimde bostancı ve kovulan danalar, kara tahtanın önünde susuyordum. Tarih kitapları, tıpkı yemek tariflerinin yer aldığı yemek kitapları gibi içinde savaş tariflerinin yer aldığı kitaplardı bana göre. Ne de güzel yenmiştik bir sürü devleti. Zaman zaman yenilmiştik ama olsundu. Bu kadar çok savaş yaparken yaşamaya vakitleri kalmış mıydı acaba? O kadar uzun sürmüştü ki bazı savaşlar; yürüyerek bir kıtadan başka bir kıtaya savaşmaya giden on binlerce askeri hayal ediyordum. Çok fazla hayal kuruyordum. Bir savaştan ötekine geçiyorduk üniteler ilerledikçe. Şanslı olduğumuzu düşünüyordum çünkü artık dünyada hiç savaş yoktu. Ya da kitaplar, o günlerdeki savaşların tariflerini yazmamışlardı. Çok sonradan anlamaya başladım. Savaşlar dünyadan hiç eksik olmamıştı. İlk çocukluğumdan yetişkinliğime kadar aradan geçen neredeyse 30 yılda, sağ olsunlar büyük adamlar dünyamızdan savaşları hiç eksik etmemişlerdi. Yoksa halimiz nice olurdu. Yalnızca Irak savaşında 5 milyondan fazla çocuğun yetim kaldığını öğrendiğimde bütün eğitim hayatım gözümün

önünden film şeridi gibi geçti. Hiç bir öğretmen, hiçbir kitap bana çocukların savaşlarda yetim kaldığını anlatmamıştı. O günlerde içimden çok iyi küfür ederdim. Akranlarımdan öğrendiğim az sayıdaki şeyden biriydi küfürler. Uzun süre küfür ettim. Yeni küfürler bile türettim. Daha kötü küfürler edersem, savaş üreten büyük adamların canını yakabileceğimi düşünüyordum. Büyükler, kendilerini aklamak için savaşların adını koymamaya başlamışlardı. Böylece günah yapmamış oluyorlardı güya. Terörü icat etmişlerdi. Asrın buluşuydu bu onlara göre. “Yaşasın terör ihraç ederek ilerleyen demokrasimiz!” diye nutuklar atıyor olmalıydı devlet adamları. Bazı halkların karşısına geçip avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum evet. Uzun yıllardır bunu yapmak istiyorum. Milyonlarca insanı bir araya getirip, karşılarına geçip, “af edersiniz ama devletiniz terörist” demek istiyorum. Yıllar geçtikçe daha uzun yazılar yazmaya başladım. Altı kız kardeşten biri oldum bazen, kitap sofrası kurdum evimizin balkonuna. Bazen Van Gölü’nün sularına ekmek bıraktım cam şişe içerisinde, Suriye’deki çocuklara ulaştıracağını zanneden bir çocuk oldum. Kalorifer küllerini eleyip yanmamış kömürleri toplayan Hakkârili bir genç oldum sonra. Çok öyküler biriktirdim heybemde. Huzuruyla, gözyaşıyla her bir öykü büyüttü beni. İçindeki çocuğa dört elle sarılan bir büyük adam oldum nihayet. İçimdeki çocuğu sarıp sarmaladım. Sığınaklar yaptım kalbimin odacıklarında. Beynimde labirentler imar ettim o çocuğu bulmasınlar diye. Bütün fotoğraf karelerini sakladım; ailemi, anılarımı, heyecanlarımı. “Allah razı olsun” diyen çocuk tebessümlerini kuşandım içimde, yaptığım iyilikleri, duaları ve daha pek çok şeyi. Bir gün, saldıracaklarını biliyordum. Büyük adamların bir gün bana, çocukluğuma, aileme, toprağıma, vatanıma, ülkeme saldıracaklarını biliyordum. Hazırlıklıydım. İzin vermeyecektim. Kalemi elime almalı, bu kötü öyküye ben şekil vermeliydim. Tarih kitaplarına bambaşka bir metin sunmalıydım. Ben, Türkiye Küçük Millet Meclisi’ydim. Çok kişiydim ben. Milyonlarca çocuk belki de. İyiliğe inanan herkestim ben. İçinde çok susmak biriktirenlerdim ben. Ülkenin üzerinde ölüm pay etmek için halkı selamlayan uçakları beğenmedim. Kanatlarını biraz kıvırabilir, burunlarını daha da sivriltebilirdim; böylece daha iyi uçabilirlerdi, nihayetinde uçaklar yalnızca uçmak için yaratılmışlardı. Kâğıt uçaktan farksızdı demir yığınları. Şehrin ortasında oturdum yere.


DOSYA: 15 TEMMUZ

41

“Elma” dersem çıkacaktı barış, emindim. Üzerimden tanklar geçti, oysa “dur” işareti yapmıştım. Tankların ortasını boş bırakmışlardı, gülmekten karnıma ağrılar girdi. Egzozlarından çıkan dumanlar gecemizi kirletiyordu, elbiselerimizle tıkadık. Tankları oyundan atmak kolay sayılırdı. İçlerinde saklanan kötü adamları sobelemiştik. Silahlar canımızı yakıyor, bedenlerimizi öldürüyordu ama içimizde sakladığımız masumiyeti fark edemiyor, öldüremiyorlardı. Bizi ne ile korkutabileceklerini uzun saatler boyunca düşündüler. En zekileri toplandı. Çokça deneyip yanıldılar, beyin fırtınaları mevsim normallerinin altına düşürmedi gecenin sıcaklığını. Biliyor musunuz, bizi korkutamadılar. Bizi öldürdüler, canımızı yaktılar ama bizi korkutamadılar. Kabul edilebilir şey değildi bu onlar için.

Yürüdük. Bize zorla satmaya çalıştıkları savaşın üzerine üzerine yürüdük o gece. Çok fazla duaydık biz. Çok fazla iman. Karşımızda hiçbir şey duramadı. Söküp attık o yarayı ciğerimizden. Her birimizin içinde sakladığı iyiliği bulamadılar. İmanımıza, çocukluğumuza, geleceğimize dokundurtmadık. Her çocuğun gururla okuyabileceği bir tarih yazdık o gece. 239 kahramanımız birden oldu bir gecede. Bütün susmuşlar birbirini tanıyor artık. En güzel öyküyü yazmak için elimizde kalemlerimiz. Hep birlikte yazarak, düşünerek, eleştirerek biz icat edeceğiz barışı. Ve ücretsiz dağıtacağız yeryüzünün tüm halklarına. Çünkü her insan barışa layıktır.

BAZI YÜZLER Dilan Adar bazı yüzler sonsuzluğa koşar adımlarla yürüdüler sathı, safhası sorulmayacak bir günün veçhesiz karanlığında saklambaç oynar gibi beliriveren sahte yüzler bir buz parçası misali nasıl da dağılıverirler biteviye sancılar dolaştı içimizde yarını olur muydu bugünün nasıl da karanlıkta saklanıyorlardı geceyi sahipsiz sanır gibi tarih kaç defa hayret etmişti ki böyle bir tanıklığa kaderi, kendi çabasına bağlı bir direniş merhum günlerin anısına ket vurarak yürüdük feryatları duymamak için dışarı çıkar kadınlar hep bu yüzden ahengi yitik şarkılar değil ağzımızda kaç bahardı susamıştık kenetlenmeye her gün biraz daha adımızı kazıdığımız bu beton duvarlar hiç tereddütsüz gidişlerimizi alkışlara tutacak yalnız içimizle değil dışımızla da göçeceğimizin bilgisini çetrefil zamanlar bize usulca fısıldıyor gidenler hiç günahkâr olmaz mı kalemim kırılsın istiyorum eğer zulmün önüne bir set çekmez isem

YERDE KAYAN YILDIZLAR Kevser Kılınç beşeri afetler şüphesiz geçmiştir önüne doğal felaketlerin ve işte insan bir kez daha tanklarla, tüfeklerle, kovanlarla kim doğrultuyor bu silahları bu siyahlığı kim dolduruyor içimize ithal ihtilallere tok karnımız kulağımız sağır, ağzınızdan salya gibi akan ihanete soysuzluğun derecesi olsa billahi rakamlara sığmazsınız sizi göğe çıkaran yıldızlı armalarınız ve yeşil her karaktere yakışan bir renk değildir çıkarın çünkü çıplaklığınız, giyinik kibrinizden iyidir ve işte şimdi bir kez daha yanık türkülerimizin, kanlı tüfeklerinizin sesini bastırması adına şuurum, şiirim, şairim şehidim, milletim adına ciğerlere konuşlanmış yangınlar sokaklara sinmiş korkulara inat bağıralım, koşalım, haykıralım çünkü cesaret parayla satılmaz ve sadakat okullarda ders olarak okutulmaz


DOSYA: 15 TEMMUZ

42

HİLÂLE KASTEDEN HAÇLI MİSYONERLERİ YA DA 15 TEMMUZ İŞGALİ

Fatih Budak undan tam on yıl önce, 2006 yılının Ağustos ayında yayımlanan Anadolu Gençlik Dergisi’nin 79. sayısı için, “Hilâle Kasteden Haçlı Misyonerleri” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O dönem için, adına cemaat denilen bir oluşumun başlatmış olduğu dinler arası diyalog safsatası çerçevesinde, ülkemizde yürütülmekte olan misyonerlik faaliyetlerine dikkat çekmeye çalıştığım bu yazının son paragrafında, şu ifadelere yer vermiştim: “Bu noktaya kadar ortaya konulan bilgi, belge ve görüşler ışığında anlaşılan odur ki; bugün yeryüzünde toptan ifsada sebebiyet verecek bir çalışma içerisine girilmiştir. Yeni bir dünya ya da diğer adıyla İslamsız bir dünya projesi adı altında tek bir dini, tek bir dili, tek bir görüşü olan ve bütün bir dünyayı kapsayacak boyutlara ulaşması amaçlanan bu projenin uygulanma aşamasındayız. Bu projenin en önemli bölümünü ise Türkiye ve Türkiye üzerinden ulaşılması planlanan hedefler ve stratejik noktalar teşkil etmekte. Ve yine bu projenin en önemli sacayaklarından birisi de misyonerlik faaliyetleridir. Aynı zamanda projenin dini boyutunu da oluşturan bu faaliyetler, bütün bir dünyada olduğu gibi ülkemizde de sınır güvenliği ve stratejik güvenlik açısından tehditler oluşturmaktadır. Dinler arası diyalog ve ılımlı İslam safsatalarının doruk noktaya ulaştığı günümüz dünyasında, Müslümanların çektikleri acı, keder, üzüntü ve işkenceler asla gözlerden kaçmamaktadır. Dün 11 Eylül bahanesiyle İslam dünyasına karşı yeni bir Haçlı Seferi başlattığını açıkça ilan eden Bush ve yandaşlarının ılımlı İslam ya da dinler arası diyalog projeleri nasıl olur da kabul görebilir? Vatikan’da Türk bayrağını paspas yapıp üzerinde poz veren bir papaya karşı nasıl olur da sevgi ve saygı dolu ifadelerle mektuplar yazılır? Asla unutulmamalıdır ki; bütün bu faaliyetlerin tek bir amacı vardır; o da bu ve benzeri projelerle Müslümanları kendi öz kimliklerinden soğutarak yeryüzünde İslamsız bir dünya kurmaktır. Ne güzel de demiş şair: ‘Sahipsiz bir vatanın batması haktır / Sen sahip çıkarsan, bu vatan batmayacaktır.’ Gelin hep birlikte dinimize, vatanımıza ve ümmete sahip çıkalım…”

B

Evet; on yıl önce yazdığım ve bugünler için uyarı niteliği taşıyan bir yazıydı bu ve üstelik bu yazının dergide yayımlanmasının hemen akabinde, Ankara Balgat’ta, öldürmek ya da korkutmak maksadıyla, bilemiyorum; ama üzerime araba dahi sürmüştü zalimler. Kurtaran Allah kurtarıyor işte. Ve aradan geçen, koskoca on yıl. İnsanları anlamak gerçekten çok güç. O gün için bunları yazdığımızda, uyarılarımızı dikkate almayan, özüyle ve sözüyle hakikati kavramayan ve bana hitaben; “Hocaefendi’ye iftira ediyorsun, hayal dünyasında yaşıyorsun, daha çocuksun” diyen monşerler, umarım, 15 Temmuz işgalinden sonra, aradan bir on yıl geçmiş olsa da, olayın

vahametinin farkına varmıştır. Çünkü on yıl önce bu vatanın bağrına atılmakta olduğunu ifade ettiğimiz nifak tohumları, on yılda o derece büyüdü ve gelişti ki 15 Temmuz işgalinde, neredeyse bütün bir vatanı, zehirli bir sarmaşık gibi sarıp yok edecekti; Allah muhafaza. İşte bu sebeptendir ki 15 Temmuz’da yaşananlar için, bir darbe girişimidir demekten ziyade bir işgaldir demeyi daha doğru buluyorum. Vatanı, milleti ve aslında ümmeti işgal gecesidir 15 Temmuz. Bu milletin dini inançları öyle güçlü ki o inançları zaaflara çevirip bu zaaflardan faydalanarak, çok çabuk kandırılabiliyor; tabiri caizse, Allah ile çok çabuk aldatılabiliyor bizim insanımız. Bunca zamandır dini faaliyetler kisvesi altında ülkemizde yapılanan, milli ve manevi değerlerimize zarar amacı güden bu terör örgütü (FETÖ) de işte bu zaafımızı kullanarak bu derece büyüdü ve güçlendi. Oysa inandığımız Allah, Yüce Kitabında açıkça buyurmuyor mu: “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetleri açıkladık.” O gece neler yaşanmadı ki… Nelere şahit olmadı bu gözler ve neler işitmedi ki bu kulaklar. Evimizin, Ankara Gölbaşı’nda, Polis Özel Harekât’ın hemen yanı başında olması hasebiyle, o gece savaş uçakları ve helikopterlerle ilk tanışan, ilk bombalanan bizdik belki de. Dört yaşındaki oğlumun, evin içinde korkuyla bir köşeye sinip elleriyle kulaklarını kapamasını; hemen yanımızda patlayan bombaların ardı sıra Polis Özel Harekât’tan gelen, kurşunlara karışmış çığlık sesleriyle yitip giden elli şehidi; helikopterden ateşlenen ve evimize isabet eden yağmur gibi kurşunların akabinde abdestlerimizi alarak ailelerimizi arayıp helallik dileyerek kelime-i şehadetler eşliğinde ölümü bekleyişimizi ve daha sayamayacağım ama hepsinin de o menfur geceye sığdığı bunca yaşanmışlıkları… Niğdeli Ömer Halisdemir’i sonra; ilk kurşun anıtını. “Bu karargâh benim namusumdur” diyerek ve şehadet şerbetini içeceğini bilerek, darbeci işgalciyi ve yanı başındakileri, alınlarının çatından vurup düşüren yiğit hemşerimi… Ve dahi, bu asil milletin asil direnişini, dirilişini yeniden; iman burcunda dalgalanışını aşkla… Asla unutmayacağım. Yalnızca ben değil elbette; o kara geceyi ve o gecenin sabahında umuda uyanan, inanç ve idealleri


DOSYA: 15 TEMMUZ

43

uğrunda canıyla ve malıyla cehd eden bu aziz milleti, tarih de unutmayacak, dünyanın diğer milletleri ve devletleri de… Yeter ki biz bizi unutmayalım. Verdiğimiz sözleri sonra; “belâ” makamında, hatırlayalım. Direnişimiz, dirilişimiz olsun. Özümüz, sözümüz, yüzümüz olsun Rabbe, vatana ve millete. Unutma; unutursak, unutuluruz… Allah, bu ümmeti ve bu aziz milleti ilelebet korusun…

ENTRİKA ÇAMBERİ Cihat Şit

K

ara-Deniz-Hava-Uzay Hâkimiyeti, Kenar Kuşak, Kuşatma, Yeni Domino Taşları, Tarihin Sonu, Medeniyetlerin Çatışması ve Bütünleşmesi, Büyük Satranç Tahtası, Eksen Ülkeler, İşleyen Merkez, Entrika Çemberi… Bütün bunlar güçlü devletlerin dünyaya hükmetme teorilerinden sadece birkaçı. Jeopolitik kuramlarla arası olan çoğu insan bu teorilerin içeriğini ve temsilcilerini hangi devletler tarafından hangi dönemler arasında kurbanlar üzerinde uygulanmaya değer bulunduğunu da bilir. İngiliz Mackinder, Kara Hâkimiyeti teorisinde Kalpgah diye bir yer, bir merkez belirlemişti. Kendi teorisine göre buraya hükmeden tüm dünyayı kolaylıkla yönetecekti. Hitler II. Dünya savaşını sırf bu bölgeye egemen olmak için başlattı. ABD teorileri hayata geçirmek için en çok uğraşan devletlerden biri. ABD kenar kuşak diye nitelendirilen yerlerin tümüne hâkim olmak için canhıraş çalışıyor. Afganistan işgali, teorisini hayata geçirdiğinin en kesin kanıtıydı. Orta Doğu’ya mutlaka hükmetmeli bu teoriye göre… Tüm teorilerde Türkiye çok stratejik bir ülke olarak belirtilmekte. Arada bir zamanınız varsa lütfen bu teorilere bir göz gezdirin. Ana haber bültenlerini önceden izlemiş gibi olacaksınız. Kanmamak için kandırılmamak için okuyun. Benim şuana kadar birikimlerimden öğrendiğim şey şu; Anadolu asla peyklere kendisini peşkeş çekmez… Evet, Anadolu halkı sinsice kandırılabiliyor çünkü herkes teorisyenlerin ebced hesaplı kitaplarındaki lanet emellere vakıf değil. Organik devlet fikirli Saykıl da çok iyi bilir ki; Gençlik ve Gelişme bizim için bitmiştir. Anadolu artık olgun bir devlete ev sahipliği yapmaktadır. Eskiden gazoz kapağı açmaya benzerdi ülkemizde yeni bir köhne devir açmak. Ama toy değil bu millet artık tarihine. An itibariyle Türkiye üzerinde uygulanan teori “Entrika Çemberi (Yuvarlak Masa) Hâkimiyet Teorisidir”. 15 Temmuz 2016 Türkiye’nin, yuvarlak masanın güç

şebekesi tarafından amaçladıkları emele sürüklenmesi için düğmeye bastıkları gündür. Sürekli ağlayarak “Namı celili Muhammedi dört bir yanda şehbal açsın istedim” diyenler belli ki farklı projelerin şehbal açması için çalışmış. Halka kuvvet veren Allah’ım miğfersiz ama kocaman yürekler bahşettiğin için sana şükürler olsun. (Üniversitedeyken şu an ülkenin başına bela olan bu yapıyı eleştirdiğimde başıma türlü türlü şeyler geldi. Ben de Hayal Bilgisi’nin 12. sayısında “Külfet” adlı şiirimle seslenmiştim. Aşağıdaki şiirim o zamanın eseridir.)

KÜLFET Cihat Şit oysa susmak külfettir yaşayanlardan daha fazladır ölüler aklımızın gidip gelemediği yerlerden fısıltısı gelmekte mazlumların onlar da haykırmaktalar yeğdir yedi cihan arayıp belki nasip olmak göğün kuşağını sarınmış asi olmaktan güneye dön hakikate yasla avuçlarını selahaddin’in kardeşlerine, kutub’un yoldaşlarına bertaraf etmeyecek olana ipe geçirecekler hacer-ül esved’in sırrını iskemleye fısılda sırrı kefen giymeyene dili dönene hakikati görene kalemi dur diyecek kadar tükenmeyene susmak bugün külfettir


DOSYA: 15 TEMMUZ

44

BİR ŞAFAK ŞİİRİ Ahmet Kurbani

acılar bir kuş kadar kanatlandı ruhumuzda hatıralar uçup gitti ne kaldı ağlayacak sözden öte unutuldu gitti işaret parmaklarımızla yazdıklarımız bir slogan kaldı közden öte öyle bir bak ki vurgun yedim kalk gidek buralardan süründüğüm direndiğim sevdiğim sildim seni duvarlardan yazdım meydanlara kalk ki kaldı bir yürek bir bilek birde dudak ağlayarak yaşamak susarak konuşmak vurarak kurşun gibi yaşlı dünyaya gözlerinle kalbinle okşayarak unutulmuş bir yüreği kurşuni bir çehreyi köleyi şam’ı halep’i suriye’yi bu ülkeyi sararak yaşamak mısır’ı kudüs’ü gazze’yi

kalk ey güzel adam sürgün yemiş ötelerden gelen yaslan bir dağa gövden asya kalbin yeşile çalsın bakışların avrupa yedi düvel yetmiş ırktan mazlumun umudu bekletme kal ve kalk seninle bu yürek bir de şafak çok üşüdük bu gece kanatlanacak yüreğim ellerim inmeyecek bu gece merhamet dileyeceğim ey kulların sahibi sabrı şükrü imanı kuşandık affet bizi bu gece temmuz 2016

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.


DOSYA: 15 TEMMUZ

45

GECEYE YENİLMEDİK

Fatih Kılıç 6 yaşındayım. Şubat’ın yirmi sekizi. Akşam haberlerinden önce yayınlanan çizgi filmleri izliyorum. Çizgi film bitiyor ve haberler başlıyor. Hiçbir çocuk haberleri sevmez. Uzaktan kumandalı televizyonu yeni almışız. Kumandayı alıp kanalı değiştireceğim sırada itiraz ediyor babam. Mecburen haberler açık kalıyor. Güvenlik Kurulu diye bir şeyin toplandığından bahsediyor haberlerde. Bir masanın etrafında toplanmış bir sürü ciddi yüzlü adam ve bazı kararlar almışlar. “Bu hiç iyi olmadı. Allah sonumuzu hayreylesin.” diyor babam. Hiçbir şey anlamıyorum. 25 yaşındayım. Temmuz’un on beşi. Akşam haberlerinden önce yayınlanan çizgi filmleri izleyemeyecek kadar büyümüşüm. Artık gün boyu çizgi film de haber de yayınlayan ayrı kanallar var. İsteyen istediğini izleyebiliyor. Haberleri çizgi filmlere tercih edecek yaşa gelmişim. Bir mesaj geliyor telefondaki mesaj grubuma. Telefonlar televizyonlardan daha akıllı artık. Haberleri daha hızlı veriyor. Arkadaşım Ankara’da uçakların çok yakından uçtuğunu, neler olduğunu soruyor. Başka bir arkadaşım Boğaziçi Köprüsü’nü askerlerin kapadığını söylüyor ve ekliyor: “Sanırım darbe oluyor.” 2016 yılının 15 Temmuz’u. Darbe denilen şeyin kırk yıl öncede kaldığını ya da Honduras gibi ülkelerde olabileceğini düşünüyorum hâlâ. Demek ki insan büyüdükçe çocuk saflığını kaybetmiyor. Terör saldırısı ihtimalidir diye düşünüyorum. Ya da böyle inanmak istiyorum. TRT’de ne kadar korktuğu her halinden belli olan bir spiker çıkıp bir şeyler okumaya başlıyor: “Asker yönetime el koymuştur.” Ben dâhil hiç kimse buna inanmıyor. Ve biraz sonra herkesin beklediği açıklama Cumhurbaşkanı’ndan geliyor: “Bir kalkışma mevcut. Ben bütün milletimizi meydanlara davet ediyorum.” Dedemden Menderes’in idamını dinleyerek büyüdüm ben. Ve pişmanlığı: “O gün kimse darbeye karşı çıkmadı evladım. Bir kişi bile karşı çıksa belki de Menderes’i asmayacaklardı.” Şaka gibi gelse de ülkemde darbe girişimi var ve benim kendi seçtiğim kişileri başkasının silah zoruyla indirmesine asla rızam yok. Bu ülkede demokrasi var. Seçimle gelen seçimle gider ve bunu engelleyecek her girişime karşı durulur. Çok şükür milletim de benimle aynı düşünüyor. Selalar yükselmeye başladı minarelerden. “Bacaklarım ağrıyor” diye bakkaldan ekmek almaya bile mahallede oynayan çocukları gönderen Selma Teyze bile çıkmış sokağa elinde bayrağıyla. Hâlâ evinde oturmakta olan komşusuna kızıyor. Karşı apartmanda oturan yedi

yaşındaki Serkan elindeki bayrağı sallıyor balkondan. “Gün birlik olup bu belayı def etme günüdür.” diyor Halil abi kahvehane arkadaşına. Gülümsüyorum. Biliyorum ki Halil amca iktidardaki partiyi hiç sevmez. Meydanlardayız. İnsanlar bir oluyor, insanlar meydanlara koşuyor, insanlar meydanlarda buluşuyor. Ankara ve İstanbul’dan haberler geliyor. Gözlerimizin önünde meclisimiz bombalanıyor. Özel Harekât Başkanlığı’ndan şehit haberleri geliyor. Tanklar yürüyor caddelerde. İnsanlar atılıyor tankların önüne. Filistin’de tanka taş atan çocuk geliyor aklıma, gülümsüyorum. Bizim silahımızla bize ateş ediyor bizim askerimiz. Buna rağmen dimdik ayakta duruyor milletim, gülümsüyorum. “Birlikte ne güzelsin Türkiye’m!” diyorum, “Birlikte ne de güzeliz.” Sonra, ödenen bedellerin haberleri gelmeye başlıyor yavaş yavaş. Aynı dolmuşa bindiğimiz, karşıdan karşıya geçerken karşılaştığımız, sosyal medyadan paylaşımını beğendiğimiz, aynı kafenin başka masalarında oturduğumuz, camide beraber saf tuttuğumuz, milli takımın attığı gole birlikte sevindiğimiz, arkadaşımızın, komşumuzun, abimizin şehit edildiğini öğreniyorum. 28 Şubat’ta daha 15 yaşındayken idamla yargılanan Halil abi şehit oluyor. Kanı bozuklara ilk mermiyi sıkan kahraman Ömer Halisdemir oluyor. Şehit haberleri geliyor Boğaziçi Köprüsü’nden, Çengelköy’den, Gölbaşı’ndan, Saraçhane’den, Kazan’dan… “Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?” sorusuyla direniyoruz. Şikâyet değil duayla direniyoruz. Hiç bitmeyecek gibi kararan gece de bitiyor yavaş yavaş. Geceyi sabaha ulaştırana hamd olsun. Yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor her yer. Vurulmak istenen darbenin büyüklüğü daha net ortaya çıkıyor. Uçak sesleri kesiliyor, selalar devam ediyor. Silah sesleri kesiliyor, direniş devam ediyor. Gün aydınlanıyor ve vatanıma yeniden güneş doğuyor. “Geceye yenilmeyen her kişiye, ödül olarak bir sabah ve bir gündüz, bir güneş vardır.” Çok şükür geceye yenilmedik. Dışarıdayım. Vatanıma bakıyorum. Kedisine, yoldan geçen arabasına, kaldırım taşına, kaldırım taşının kenarından güçlükle kendine yer bulup çıkmış papatyasına, yorgun ama başarmış insanına… Vatanımın kokusunu, özgürlüğü doya doya içime çekiyorum. Ve nöbetime gidiyorum bölük pörçük bir buçuk saatlik uykumla. Asıl şimdi direnmeli. Çalışmalı, daha çok çalışmalı. Bu güzel vatana layık olunmalı.


DOSYA: 15 TEMMUZ

46

SİS

Kevser Evsen Çok sıkıcı bir günün akşamıydı. Gezilecek tüm yerler bitirilmişti ve yorgun bedenin sızısını kendinde toplayan ayaklarla eve dönülüyordu. Kılını bile kıpırdatacak hali yoktu. Ve her zamanki gibi halinden memnun değildi. Ne yaparsa yapsın keyif vermiyordu hayat artık. Üstünde yığılmış, eve kadar taşımak zorunda olduğu bir hayvan ölüsü gibiydi. Üstündeki yılgınlığı bir kenara bırakıp gelen otobüse bindi. Yine yer yoktu. Canı iyice sıkıldı. Arkadan itekleyenlerin kendini sürüklediği yere kadar gitti. Arada otobüs ışıklarda duruyor, içerdeki herkesi öne doğru savuruyordu. Şu koca otobüste herkesin düşündüğü tek şey kendisini bir an önce eve atmaktı. Ön tarafta gülüşen birkaç kişi hariç herkes yorgun ve donuk bakışlıydı. Her gün yaşadığı bu sıradan ruh halini iyice sıkıcılaştıran kuyruk beklemeleri başladı. Öndeki arabalar durmuştu ve yolun ne zaman açılacağı belli değildi. Aslında bu saatlerde trafik yoğun olmuyordu ama. Bekleşen dakikalara yaslanıp ayakta dururken etraftan korna sesleri yükselmeye başladı. Ne oluyordu? Sanki herkesin durgun olduğu bu vakitte zehirli bir duman gibi iç sıkıntısı yayılıyordu. Bir şeylerin iyi gitmediğini gösteren bu sancıyı gökyüzünden gelen sesler onayladı. Gök mavi değildi şimdi. İnsanın bakışlarını çekmiyordu kendine, bakışlarını kilitliyordu. Herkes otobüsün penceresine yaklaştı. Oradaki sessiz yığından yayılan telaş tüm ruhunu sardı. Ne oluyordu? Kimse bir şey bilmiyordu. Ve gökyüzünde uçaklar uçuyor, uzaklardan bomba sesleri geliyordu. Birbirine bakmaya bile tenezzül etmeyen donuk bakışlar birden canlanmıştı. Herkesin canı burnunda, gözlerinin içine oturmuş korkunun ucundaydı. İçinde diğer insanlarla onu korkunun birleştirdiği bir yakınlık hissetti. Uçakların sesleri çok yakından duyuluyor, trafik ilerlemiyor, zaman akmıyordu. O uğultu ve telaşın içinde bir ses duyuldu. Sosyal medya hesaplarıyla yayılan bir haberi okuyan adam dehşet içindeydi: “TSK: Ordu yönetime el koymuştur.” Bu ne demekti? Önce bunu algılayamadı. Sonra algıladığı an içinde öyle büyük şeyler kopup gitti ki birden. Şimdi ne olacaktı? Niye yönetime el koymuştu? Buradan kurtulabilecekler miydi? Binlerce insan hayal etti. Suçsuz yere hapislere atılacak, dövülecek, işinden kovulacak. Hepsi üstlerinden kurşun yağarken trafikte sıkışmış arabalar kadar çaresiz olacaktı. Otobüsteki herkesten bir ses geliyordu. Ağlamak ve bağırmak istedi. Otobüsü değil, dünyayı durdurmak. Bu ülkenin kaderi ne zaman gülecekti? Ne zaman üstlerinde oynanan binlerce oyun son bulacak ve bu insanlar rahat yüzü göre-

cekti. Babasından dinlediği darbe hikâyeleri beynini kemiriyor, zihninde karmaşık olan her şey daha karmaşıklaşıyordu. Yakınındaki bir teyze büyük bir acı verdi nefes yerine. “İşte” dedi. “Biz de Suriye olduk.” Her tarafı cayır cayır kinle, hırsla, iktidar ve güç kavgasıyla sarılı bir ülkeydi burası. Dört tarafı yanıyordu. Ve yakanlar hiçbir sorumluluk hissetmeden barış toplantıları düzenliyordu yaktıkları yerleri yapmak için. Buna artık çocuklar bile gülüyordu. Kapıları açılmadığı için denizlerin soğuk sularında ölen çocukların en son güldüğü kandırmaca oyunu buydu. Bir oyun bu kadar acımasız bu kadar soğuk olabilirdi. Öyle ki ölen çocukların önce kalpleri, sonra çocuklukları donuyordu. Sonra da ölüyorlardı zaten. Teyzenin dediği laf kulağında çınlamaya devam ediyordu. “İşte, biz de Suriye olduk!” Yüreğini sıkıştıran vatansızlık ve bir yere ait olamama hissi onu bunalttı. Otobüs gitmiyordu. Önlerindeki bazı araçlar isabet eden bombalardan ötürü yanıyor, araçlardan çıkıp koşarken yaralanan insanlar görüyorlardı. Üstlerindeki çok yakından geçen uçaklara eliyle dur işareti yapıp vurulan insanlar. İnsan hayatının oyunlarla harcandığı ucuz memleketler yaratmaya çalışıyordu birileri. Sanki yarattıkları onca ucuz memleket yetmemişti, koleksiyonlarına birini daha eklemek istiyorlardı. Bu halk darbelerden çok çekmişti. Ne olacaktı? Hiçbir tahmin ve öngörüde bulunamıyordu. İç savaş çıkabilirdi Allah korusun. Ya da halk baskı ve tehditlerle sindirilebilirdi. Aklı almıyordu. Yeni kurulmuş bir demokrasinin rüyasını gören Mısır değillerdi ki yıl 2016’ydı. Ve bu ülke yıllardır demokrasi ile yönetiliyordu. Bu hangi çağdan kalma karanlık bir zihniyetti böyle. Otobüste bir kadın fenalaştı. Kadının kızı ambulansı aradı ama sıkışan trafikte ambulans nasıl gelecekti. O sırada birisi telefonundan canlı yayın yapan bir kanalı açtı. Ve Cumhurbaşkanı’nın sesi duyuldu. Şu an otobüste herkes onun dediği şeyi pür dikkat dinliyordu. Ortalıkta sadece Cumhurbaşkanı’nın sesi duyuluyordu. Bu ses en azından herkesin dikkate alacağı bir merci olmasından kaynaklanan bir rahatlık yaydı. Bu otobüste her görüşten insan olduğuna emindi ve hepsi sevse de sevmese de Cumhurbaşkanı’nın kaçırılmamış olmasına, bu kargaşayı yönetecek birinin var olmasına çok sevindi. TSK, sokağa çıkma yasağı ilan ederken Cumhurbaşkanı darbeyi geçersiz kılmak için halkı meydanlara davet etti. Tüm ülkeyi, birleşmeye... Bu davet önce soğuk karşılandı. Dışarda üstlerinde uçan uçaklar ve her an denk gelebilecek mermiler varken nasıl sokaklara çıkılırdı. Herkesin içinde duyduğu ölüm korkusunu bir ses kesip attı: “Ben burada çaresizce


DOSYA: 15 TEMMUZ

47

vatanımın yıllarca geriye gitmesine müsaade edemem. Gidiyorum arkadaşlar.” dedi. Sesin sahibi duran otobüsün kapısını açtırıp büyük bir kararlılıkla indi. Sanki bir ipliğin düğümü çözülmüştü yüreklerde. Tüm otobüs o kişiyi takip ederek aşağı indi. Hep birlikte ve korkarak meydana doğru yürümeye başladılar. Ki üstlerinde hala uçaklar uçuyor, kendi halkına silah dayıyordu. Böyle bir duyguyu hiç yaşamamıştı. Hem büyük bir inanç ve birliktelik ruhuyla hem de KAN GÜLLERİ Tunay Özer

alacakaranlık rüzgarda gerili kapkara bir pankartı ay yıldız imgesine batırıp bir özgür mahya diye yüreğimizin burcuna çeken öncüler coşkuyla katıldı revnaklı bir neşidenin sessiz okunuşuna içinde hummalı sular uğuldayan geceye ömürlerinin bembeyaz yaşmağını adadılar bir bardak su içer gibi karartma gecelerinde gülün meseline vuslatın rengi düştü derin goncalara onu pay eden acının alacaklısı eller kopartılmış takvim yapraklarıyla tutuşturdu ruhların kandilini boz bulanık kente yansıyan güneş kızıl kanıyla suladı yoksul mineralleriyle zamanın tenha bahçesini ŞÜHEDA Mücahit Akıncı sancak namustur düşürülmez arza ne havf ile ne de dünyalık refaha sen de müstakim ol bu kutlu divana ne abd ol beşeriyyete ne de asi ol yaradana senin kanında akan ancak ehadiyyettir seni cihana halife kılan rabbi vahiddir zafer ancak fikr-i ila’i kelimetullah iledir bunu unutan cemiyyete zemmiyyet kâfidir seninle olacak bu dünya-ı sairin salahı seninle son bulacak tuğyan-ı ecsamı sakin ye’se düşme! hatırla ceddini seni sen yapandır islam’ın hâkimiyeti

her an ölebilecek olmanın korkusuyla yürüyordu. Sadece canının sıkıldığı, hiçbir şeyden zevk almadığı sıradan günlerin bile ne kıymetli olduğunu anlıyordu. Çatısında vatan olunca insanın. Otobüs duruyordu. Uçaklar alçak uçuşlarla korkutuyor, zaman akmıyordu. Sabaha uyanacakları darbe sessizliği yürek acısı olup dağılıyordu. Halk ise bu sessizliği yırtmak üzere adım atmış yürüyordu. Duran otobüsleri bırakarak.

SELAMLANAN Uğur Ortaç kapkara bir geceydi, tarih; on beş temmuz mahşer yeriydi, omzuma değdi bir omuz hasmımla kıyamda gibi saf saf olmuşuz gün birlik günü diyenlere selam olsun demirden kuşlar yaralarken gökyüzünü necaset postallar çiğnerken yeryüzünü kan ve irin bürümüşken küffar gözünü şehadete koşan yiğide selam olsun insan vücudu et ve kemikten ibaret o bedene iman girince otur seyret bu direniş cennet-i âlâya işaret zırhı kâğıt kılan bileğe selam olsun gecenin şerrinden hayır doğdu sabaha eşi yok, bu direnişe biçilmez paha mücahitlerin ayakları şerha şerha hak yolda alınan yaraya, selam olsun hainler ihanetinden aldı cesaret akl-ı selimde bile bağlandı basiret acıma! Acırsan memlekete ihanet yük taşıyan darağacına selam olsun

DAVA UMUDU Erkan Terzi artık sessiz gece olmayacak uçmayacak kuşlar yalnız ve ölürken insanlar en namusluca ölecek ufukta karanlık belirdiğinde birileri belki yine hain çıkacak yokuşsuz yolların adam yontmadığı zamanlarda yokuş çıkan da olacak


DOSYA: 15 TEMMUZ

DARBENİN GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ

Hasan Ortakaya arbe; senin yetiştirdiğin bahçenin meyvesini ben toplayayım demek olduğundan, her hasat zamanında dış güçler mutlaka bir darbe yaptırdı ülkemize. Yokuşu biz çıkardık, tekerlek düze geldiğinde hemen kaptanı değiştirirdiler. Kapital dünyanın damarındaki kan ancak bu yolla akmaktadır. DNA’larında savaş, kan ve para vardır. Bu yola ulaşmak için her yol denenir. İnsan ve toplum zaafında ne varsa kullanılır. Hayal, makam, para ve din zafiyetinin insanı götürmeyeceği uçurum yoktur.

D

Türkiye üzerinden planlanan bu darbe de aynı planlarla uygulanmak istendi. Amaç, batının İslam coğrafyasındaki en büyük engeli olan tek ve son kaleyi ele geçirmekti. Yarım asırlık bir plan kuruldu. Tıpkı İran Devrimi modeli uygulanmak istendi. Hedeflerinde Batı’ya uşaklık eden bir idare ve kukla yönetimi vardı. Akıl üstü bir tuzak kurdular fakat tutturamadılar. Çünkü kayanın bu kadar sert olacağını hesaplayamadan tosladılar. Çünkü Allah’ın da bir planının olduğunu atladılar. Hesap edilemeyen bir şey de peygamberimizin Bedir’de yaptığı duanın bu ülke için de geçerli olduğuydu. Kutlu Nebi o gün şöyle dua etmişti: “…Allah’ım eğer bu bir avuç Müslüman ortadan kalkarsa artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak.” İşte kıyamete kadar kabul olacak bir dua, yeryüzünde Bedir konumunda bir ülke ve Bedir ashabını takip eden bu millet, ümmetin umudu olarak korunacaktı. Yüce Rabbimiz yeryüzünde çizilen senaryonun üstüne, gökyüzünde yazılan senaryoyu yerleştirdi. “Onlar tuzak kurup komplolar hazırladılar. Allah da kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak kendi iradesini hâkim kılan(mü’minlere kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak yerleştiren) dir.” Al-i İmran 54 Ve öyle de oldu. Allah, karşı tarafın kazdığı kuyuya kendilerini düşürdü. 10 bin lira paşa maaşı ile rütbeli tanrılarını razı edemeyenleri gardiyanların getireceği kuru ekmeğe muhtaç etmesi bu olsa gerek. O gün Bedir ashabına korku yoktu, bu gün de bu millet korkuyu tanımadı. Yüksek binalara çıkıp uçağın üstüne atlamayı düşünmek ve tankın altına yatmak korkak bir milletin işi olamazdı. Hele bu millet Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i ve Hayber’i yaşayan bir peygamberin ümmeti ise. Hele hele bu topraklar bir de şanlı Osmanlının mirası ise. El an, darbe ne getirdi ne götürdü? Getirdiklerine bakalım götürdükleri ümmetin sada-

48

kası olsun. Birlik ve beraberliği, vatan ve millet aşkını tazeledi. Çanakkale’nin binde biri sayısında şehitle bir vatan kurtuldu. Öz yurdunda garip öz yurdunda parya olan bayrağımızın daha canlı bir şekilde dalgalanmasını sağladı. Irk, din, dil ayrımı olmadan bir milletin omuz omuza dayanışmasını sağladı. Kahramanlığı, duayı, ibadeti, sevgiyi, kardeşliği yeniden diriltti. Bir olduğumuzu, diri olduğumuzu dünyaya meydan okuyacak bir gövdeye sahip olduğumuzu gösterdi. Vakıfları, dernekleri, cemaatleri aleviyi-sünniyi, Kürdü-Türkü, doğuyu-batıyı, kuzeyi-güneyi kardeş yaptı. Sokaklardaki bereketi ortaya koydu, milletin gücüne güç kattı, milli birlik ve beraberliğimizi ihya etti. Vatan, millet, bayrak, devlet ve İslamiyet şuurumuzu artırdı. Tek başına yolda yürüyemeyecek kadar yaşlılarımızı meydanlara çıkan birer pehlivan yaptı. Milli Eğitim, yirmi sene eğitim verseydi, Diyanet yirmi sene dini anlatsaydı bu millete bu kadar şuur veremezlerdi. Allah’ın takdirine bakın bir gecede bir millet yeniden iman etti, yeniden biat etti, yeniden kıyam edip dünyaya ferman okudu. Bugünkü sokaklar, okulların veremeyeceği bir eğitimle bu milleti eğitiyor. Kardeş kılıyor, yardımlaşma duygularını geliştiriyor, eteklerde birikmiş taşları döküyor, milli ruh aşılıyor, düşmanlara istikrarımızı gösteriyor, yeryüzünü mescit kılıyor, ak yüz kara yüz gün geçtikçe belirginleşiyor, samimi olanlarla olmayanlar netleşiyor. 15 Temmuz gecesinde peygamber duası kabul oldu. O gece, bu vatanın bağrında yatan şühedanın ruhu şad oldu. O gece ceddimizin yüzü güldü. O gece, melekler ümmeti müjdeledi. O gece korkular korkup kayboldu. O gece Bedir’i yaşadık. O gece, Uhud’u yaşadık. O gece Hendek’i yaşadık. O gece, vatan ve İslam kalesinde savaştık. O gece, darbeyle ezanı susturmaya gelenlere ezanla darbe yaptık. O gece, belki Kadir Gecesi’ni yaşadık. O gece, Rabbimin izni ile Türkiye ile birlikte bütün İslam âlemini kurtardık. Darbe ne götürdü bakak mı? Ülkemin sırtına yapışmış keneler gitti. Demir ateşe girdi pas gitti. İçimizdeki ihanet gitti. Vatandaşlarımız arasında ırk ayrımcılığı gitti. Enaniyetimiz, kibrimiz ve birbirimize olan öfkemiz gitti. Şehitlerimize gitti diyemiyorum çünkü onlar bir Türkiye’yi diriltti. Zaten onlara ölü demek haramdır. Onlar yaşıyorlar ama bizim şuurumuz onları algılayamıyor. Ey basiretli insanlar! Kiralık katilleri öldürdüğünüzde düşmanlarınızdan kurtulabilecek misiniz? O halde parmağa değil, parmağın gösterdiği istikamete bakmak gerekiyor. “Efela te’gilun.” Hâlâ akıllanmayacak mısınız?


49

KARANLIĞA HAPSEDİLMEK İSTENEN BİR BAŞKA CUMA HİKÂYESİ Mimar Sinan Elter şuursuz ve umursamaz bir grup gafil toplanmıştır civan mert ana kuzusu toplamıştır vakitlerden cuma gece nemi ağır bir yük omuz üstünde bir kara duman ki havada ter oluk oluk panzer içinde ne yaptığından habersiz gariban sanır ki tatbikat bilmez ki can ipliği çıkmış pazara ah der dost oy der ana can yetişir mi havara bir yanda yeşil yeşil civan ter düşecek bıyığı yok beri yanda civana ana bacı kardaş ağzı var dili yok dedik ya tatbikat diye belletmişler gariban civana fitne-i fesat insan eti yemişler ne bilsin civan bir kara duman ki kan oluk oluk millet içinde vatan üstünde kan bulaşır eline civanın karındaşının bilmeden istemeden off dolanır diline karındaşının civanın umudunu yitirmeden sokaktan meydandan ayrılmadan bir demdir bu bin asırda hatırda kalacak bir demdir bu tarihte yaldızla yazılacak İbrahim’in devrimi nemrut’un darbesini yenmiştir deyu bir demdir bu ilelebet sürecek vatan civanına mazlumuna bağrın açacak

ATI VUR Adige Batur

–dostmodern şiir içerir– günlerden çarşamba. saçların mavi. ellerin uzun çift dilli bir söylenti ortalarda. yarı irlandalı kelt dilinde şarkılar dolanır. bir şato son sığınak ali ata bak, başka da bakma iç içe dört rüya evvel hangisinden uyanmalı. denklem uzun biraz isyan yani isimsiz bir ağaç göğsünde ses geliyor ormandan aksanın kuzey afrika. bu esmerlik sonradan uzak asya’dan bir kısrak başı gibi uzan. üsküdar’ı geç atı vur alfabeler bir harften ibaret. be’nin noktası her şey ayın çatlatır insanı he’nin iki gözü iki çeşme. nun, bir ucu keskin ve her ünlü harf elifle başlamaz anladın onu. uzatma istemsiz hayat seninki. az seçenek. mukadderat göğüs bir kafes kalp misal, iki odacık. yan odada kim var kırmızının üstü açık. pazartesi sıkıntılı ceketin cebi aramalara kapalı bir cevapla bin dala tutunacak. sakın yahut gözleri cevahir. iki çeşm/e ab-ı hayat sanırsın dinlesen bir dinlesen oğlan ölecek sanırsın kızın aslı peri, dağlar delmeye elverişli kafkaslar. bir kaç kızgın çeçen halihazırda biraz da mozart. saraydan kız kaçırma genceli nizami’nin kahramanı hüsrev oysa kasr-ı şirin. kuh-i ferhat ellerin nakkaş, hattat. ellerin nakkaş dilberin kalesi var. filleri hindistan’dan şah… mat –atı vur. hatunu unut. pusatı sakla.–


50 DUA

Elif Taş derin mevzular değil iğreti itiraflar döktük ortaya kirpiklerini yere düşüren tedirgin yalnızız bu hikâye boyunca yangından mal kaçıran ellerimiz ki sakladıklarımızı gün yüzüne çıkarmışsa uzaklar yer yarılsa, yerin dibine girse birimiz boş lafların kuru kalabalığında isimlerimizi birbirine karıştırırım senin adın nadide bir bahar tütsüsü ömrüme bereket başını alıp giden uykularım bazen yoluna saçılan güller geçersin belki üstünden gönlümde yaradır adın kanatmak gelir içimden -yer yarılsa dibine girsem yarılmaz yer zaman durağan ellerim bıkkın kokmayı unuttu gül yaprakları hep dost mu düşerken tutunduğum sancılar noksansız züleyha’dan başkası değil halim halim yusuf’suz kuyularda çırpınış -ve olan gülüşün gelir aklıma dudaklarıma ismin soğuk ürperişler sonra zincire vurulmuş isyanlarıma satır satır sevdanı d/okurken sonra katlayıp orta yerinden üzerine mühürler vururken gözlerinden koparırsam güneşi ben nasıl ölürüm sonra gülüşün gelsin aklıma dudaklarıma ismin yeter ki benden önce kapanmasın gözlerin

KADRAJA SERENAD Esra Sağlık

bir şeyler kırıldı aynada ve bir şeyler suda eski bir fotoğrafın ağrısı olur da gülüşü olmazmış kadraja sabit anılar gömülü kaldı aynada ve suda bir anı kutusudur kalbiniz kıymıklarla koyun koyuna ya da begonyanın beyazıyla hayat biraz da saymaya korkmamaktır begonyalar mı fazla kıymıklar mı yoksa bir şeyler hep kırılır zaten mesela gidişler mesela kaç şiiri kırar ince yerlerinden ah bilmezler eski bir fotoğraftaki zamanı hem insan kaç şiir eder narin ve orası burası yamalı

TERMİNALDE YALNIZ BEKLEYENLER Sinan Gök

bir otobüs dolusu sevinç indi kavuşmanın sevinci ile bir oldular bir oldular yüzlerindeki anlamsız gülümsemeyle arkalarına bakmadan, uzaklaştılar bir otobüs dolusu hüzün bekliyor ayrılmanın hüznü ile bir oldular bir oldular yüzlerindeki anlamsız tebessümle birbirlerinden gözlerini ayırmadan, uzaklaştılar bir otobüs dolusu insanı izliyor terminalde yalnız bekleyenler hüzünle sevinç karışımı anlamsız bir ifadeyle arkalarına bakıp gözlerini kaçırarak, uzaklaştılar


51 BİZ KİMİZ? Emre Şen

kısılmış sesleriz biz kapalı kapılar ardına gizlenmiş sevdaların, insan içinde görülen yansımaları kaldırım taşlarına akıtılmış gözyaşlarının tek şahitleriyiz biz ıslıklarımızla gecenin sessizliğini bozmaya çalışan sigara közüyle karanlığı yarmaya çalışan yitirilmiş, kalbi bin bir parçaya ayrılmış yarım bırakılmış insanlarız biz sert ve donuk suratlıyızdır gülümseyecek bir şeyimiz kalmamıştır tebessümden uzaktadır dudaklarımız hâlbuki dünyaya, gülümseyince daha bir yakışırız çatık kaşımızın bize armağanıdır, kırışmış alnımız varamamışız, görememişiz sonunu çıktığımız yolların kanamışız kanımızın kan olduğu yerlerden ıslanmış kuru kalması gereken hayallerimiz nisanlarda mayıslarda haziranlarda en çok eylüllerde almışız yalnızlığın burun direklerini sızlatan kokusunu en uzun naraları biz atmışız en fazla biz yürümüşüz bilinmeyen yollarda en az bize yakışacakken naiflik zariflik canımız yandıkça biz zarifleşmişiz en çok kapılarımızı kapatmışız sevdanın kıymetini bilmeyeceğini düşündüğümüz dünyaya tek göz evde katranla boğulmuşuz gecelere, sabahlara dek çayımız olmuş yaren sigaralarımıza ve biz her şeye rağmen, kıyamamışız, çayı ve sigarayı birbirlerinden ayırmaya demleyin çayı bu gece bize kıyanlara içme gecesi her gece olduğu gibi

İLK KURŞUN Hakkı Aytaç

o bakışlar insanı korkutan bakışlar hiç kimse atamaz savaş meydanında kendini o yalın kılıç bakışların içine saray kapının mehtabında sürgüleri gözlerine çeken ses düşürülemez bir hisar içindeki endişeli gözlerinin önünde saatlerce savaşıyorduk kimse görmüyordu bizi hazırlanıyoruz tarifi imkânsız platonik bir aşk savaşına sırtımızda tüm eski savaşçıların yıpranmış zırhları sonra ikinci bir savaş oluyor ve üçüncü bir savaş kahpe bizans’ın yitik gözlerinde sonsuza kadar bir savaş sevdalarımız akkor yetimidir yenilmiş orduların biz âşıklar hep savunma savaşı yapıyoruz ötesi yok fedaisi olmayan kelimelerin gözlerin nerede sana en yakın nöbet kulübesine bak oradaki asker biziz siperden kafamızı çıkaralım ve ilk kurşunu yiyelim


52

ANTİ-PERİYODİK KIYIM

Havva İçöz

ne zaman kıyısından geçse bir insan biten bir mevsimin, kapanan bir devrin canını alasım gelir saatlerin ne zaman karanlık uyutmasa ölüleri kurumuş bir nehir oluverir sesim vaat edilmemiş topraklara tutunan iki küçük yetimdir artık gözlerim kehanetleri gerçek, aritmetiği yalan kılan zaman gibi bölünerek çoğalmadık mı hepimiz dokunduğu her şey bölünse insanın, keşke bütün, bir puttur kimileyin ve ateş açan tek çiçeği güneştir bu bahçenin bilinse, hangi tomurcuk yüklenmiştir bu yükü sözleri infaz eden dillerden kotarılan ne zaman böyle kaç kişi sussak içimde estetik bir endişeden muaf etik bir ezber için can yakıcı usavurum ne zaman bir elma düşse dalından zirvesinde bir heves kadar kırmızı kuş kanadından dökülür takvim yaprakları bir kötürüm ağaç olur kururum

Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.

ÇOCUKTUM

İbrahim Sarp Baysu tabut dolusu baba kaba saba bir kasabada şah damarına rüyaların indiği uykulardan dörtnala bir çığlıkla yetiştim hayata fiyakalı bir yolun başında ben vardım babamsa namert bir kalple varamadığım sonunda çığlık gibi cüssesiyle küçük küçücük bir tepeciğe omuz vermişti çoktan bilmezdim insanı kendine döndürenin ve kendine öldürenin bir tabut dolusu babadan ve kızlık soyadıyla baş başa kalmış bir anneden geçtiğini çocuktum ben çocuk ve coşkulu bir çokluk coşkum bir tabutla çokluğum iki küçük omuzla anıldı ve alındı o gün bugündür alınıyorum hayata alınıyorum cevapsız çağrıların ağrısını üstüme çocuktum ben yetiştiğim hayatta sadece yetişmelere yetişebildim bir dağın fiyakasını babamın kasketi yerle bir ediyor ve hiçbir yağmur babamın ceketi kadar ıslatmıyor çocuktum ben bütün yaşlarım bir mezarda asık suratlı güller açıyor ilk maaşımı sekiz yaşımda aldım babam hiç görmedi


53 MERMER AVİZELERDE YALNIZLIK DİLHIRAŞ BESTE

Mustafa Işık

gerilmiş bir çarmıhtan geliyorum / süveyla meryem’in bakışından / denizin son dalgasından sayfalar dolusu mehtap var ceplerimde bu gece denizlerin tümünü kurutmaktır telaşım ölmemeli / en güzelinden mülteci gülüşüm karanlıktan / göğün kapalı kapısından yolunu kaybetmiş yıldızlardan bahset / süveyla sadakatimizi talan eden sonbahardan harran’ın ortasında kayıp eyüp sabrından yedi yıl yerde yatıp erimeyen kar’ın sevdasından bakmayın zamanın hızla akışına ne vakit bir türkü dinlesem / sis basar ince bir ahla şaha kalkan yüreğimin dağ başlarına nice yaralara kabuk olur suskunluğum ölüm yere sarkıtılmış bir merdivendi son kertesinde umut / uzanamadım her gidiş gelişine müjdedir / süveyla musa ile örülen duvarların altında kaldım hızır kâsesindeki ab-ı hayata doyamadım saçlarını uzatma telaşında bir ölüyüm menzili olmayan bir muhacir bu ne mahşeri yalnızlıktır süveyla gözlerin, bir çay bardağında misafir adın lades kemiği / dudağımda kırılabilir yalnızlığın uzak köşesinde mermerden meryem o kadar çok kuyu açtım ki yüreğimde içine atacak yusuf’um kalmadı ölürken / yüzümü örtecek oğullarım olmalı saçlarımı ıslatmalı tüm yağmurlar geceyi, saat diye kirpiklerin uyandırmalı gelip de görmeyenin hırkasından bahset / süveyla kapı eşiğine hediye gözyaşlarından havarilerin resul’ü unutma telaşından her sabah gözlerinden sokaklara düşüşümden sayfalar dolusu gece var zülfünde / süveyla külünden dirilmek sadece anka’nın marifeti ve kardeş olmak en çok ensar’a yakışır zamanı bir urgan gibi dolandırdın belime eğildim ve hiçbir kuyuda yusuf yoktu ceylan derisi gibi gergindi züleyha bakışları ben / yalnız içimdeki putları kırmayı bilirdim / süveyla

Zeki Altın

koynuna yatırıyoruz geceleri görünmeyen yerlerimizi ıslıklayarak koşuyor hiç pas vermiyoruz hayatın dolgun etlerine üç noktayla başlayan hayallerime “dur” deyip bin yıllık yalnızlık savaşıma dönüyorum ve sanki ölülerimi sayıyorum sen bakınca bana dostunu sırtından kaşıyan, yok hayır bıçaklayan ağız dolusu sırlayan konuştuklarımızı öyle gevşek ve sıska düşünceler onlar işte hiç kimse ruhunu sulamasın mermer avizelerde sütlü kelimelerini döken kedi şairler kadar yalnız değil kimse, biliyorum trrrrrrrrrraaaaaak tik tak tik savunmasız madalyonlar bunlar üzerimde cehennem şiirleri gibi kıpraşan kıyafetleri/ıslak/coğrafyalar/çıplak/dımdızlak üç gündür söylemediği şeyleri düşünüyor kalbim aynada kayıp bir harita arar gibi yüzler arıyorum yüzüme takacak kollarını sarkıtmış ormanlar dağların gözlerine yaş indiriyor bulutlar, orpheus’un lanetli bakışları arasında kendini seyrediyor ürpererek hiç kimse ruhunu sulamasın mermer avizelerde sütlü kelimelerini döken kedi şairler kadar yalnız değil kimse, biliyorum

ELİF LAM MİM Nesibe Yıldız

hadi bir dua oku ölmüşlerinin ruhuna upuzun dursun gövdem bir elif kadar dik ayaklarım naaşa, başım arşa değsin bir dua oku sonra kandillerde takılıdır lam’ın kancası dilim değiversin damağıma dökülsün yıldızların onlarcası bir dua oku ve bana huzur bulacağım bir mim harfi bul ismim, cismim olsun mim bükülsün boynum, dökülsün kalbim bir dua oku yağmurlarla elif, lam, mim


54 GÖZ YAĞMURU/GÜZ HAKKI Gülşen Çağan

ezcümle nidasızım/noktam kayıp seferlerden döndüm arkamda tarihin en deli kavmi kırdım soyunu gri gözyaşımın yönümü aşka çevirdim bir soğuk rüzgâr gibi şiirim savurdu beni kelimeler mahalline albenili harflere nakışladım seni yine de alkış almadı -zamanın kızıdır mekândilimin ismine değdiği o şehri arıyorum güzün yağmur olduğu sağımın ahraz solumun hüzzam sağaldı ince belli hüznüm öykünerek güleç yüz bir çocuğa ekşi bir mevsimin eriğinden yedim/tatlıydı senle külsüz bir tütün vakti gıyaben devşirildim artık seni sevdim

YOKSUNUM

Ahmet Menteş

ey dünyevi heyecan sakınımlı birkaç şiirden sonra sana bolca destan çokça masal kuru gözyaşlarından okunuyor azca azıktan artakalan melâl ey dünyevi sakıncam sıtmalı sevdam sırmalı kesemden düşmüş gördün mü onu çatı katlarının tozlu raflarında buldun mu savaşın ortasındaki sulhu hani uzun gagalı bir kuş durmadan -kuş durmaz çünkü düşmek faydasızdır sayıklardı her kelimesi ateş olan sözleri hayatın sonsuz devinimi içinde insan eşsiz bir sonun belirsiz deminde bense nesnenin o durgun eleminde el yordamıyla yokluğunu arıyorum

OLAY UFKU VE DOĞUM İsmail Gelegen

dışarıda çiçek salgını bahar ben polene alerjik bir arı gibiyim gövdem kaşınır mutlu olursam öksürür kıvranır tiksinirim içimde hüzün salgılayan bir organ ve bu hüznü kendi içinde tutan patlayacak neredeyse öyle sıcak ki şeytanın cehennemi mertebesinde belki de soğuk her neyse sanırım bir fabrika var içinde ya da laboratuvar hüznü damıtıp en ilkel teknolojiyle ulaşmak istiyor aşkın genetiğine ve onunla bir kök hücre önce alaka sonra nutfe uzun bir gebelik süreci sonunda, en sonunda bütün acılardan ve sancılardan sonra efendisini doğurur köle ilk emrini alır “başını çevir aynadan öz’e” istemsiz gider secdeye temas eder kendiyle kendi, kendisiyle


55 NEŞELEN BİRAZ Mert Bayram

solgun çiçekleri suyla boğarak canlandırmaya çalışmak bizim yörenin âdetidir diri çiçekler zaten koparılmak için dikilmiştir borç yiğidin kamçısıdır, nice yiğit can verir kamçı darbeleriyle ölemeyen yiğitler her gün kaybeder, ayakta durmaları kan nakliyledir kendisi hariç herkes ondan istiflenir yağmuru sevenler şemsiyesini dünden kuşanır ki sevgilerini belli edebilsinler yeni dökülen asfalt kalplerden daha sıcak ve daha aydınlık genellikle odalar karmakarışık masa üstü dağınık kaybolan bir eşya kaybolan bir arkadaştan daha kolay bulunur artık insanların pisliğini kaldırmadı kanalizasyon, rögar kapakları patladı çok defa gürültüleri duyulmasın diye ses yalıtımları kalplerinin soğuğu üşütmesin diye ısı yalıtımları yapıldı insanların öfkesi yaktı dağları taşları mangaldan kalma bir cam kırığıydı intikam neyden intikam? yaşamaktan mı yaşamdan mı nefesini borçlu olduğu ağaçtan ya da yaşayanlardan mı hayatın fragmanı anlatılan ilk masalla yitip gitti filmin kendisi daha acılı ve daha neşeli evet. acının verdiği neşe mutluluğunkinden daha kuvvetlidir unutulması ihtimal dışı, verdiği haz daha leziz ve en iyi tarafı, bilinen bilinmeyen tüm kurallara yabancılığı neşenin normali tek bir acı haberle yerle bir olur ama acınınki? acı haberle de katlanır mutluluğun arifesiyle de gülmek isteyene neşe hem cebrail’in hem azrail’in elinde hangisinden istemeye yüzün var

BİR ŞEY OLMASAM Demet Genç

ah bir kelime dökülse dilimden keyfe düşkün gözleri görse bir anda yaşanmış bütün ayrılıkları atsa içimden bulut olsam gitsem uzaklara yağmur olsam karışsam toprağa bir şey olsam bu koca dünyada kendi yalnızlığıma dönmeden ne çok hatıra birikiyor hafızamda bir gün unutsam hepsini öylece kaybolsam hayata hiç bir şeyim yok gibi hiç olmamış gibi hiç ağlayıp gülmemiş gibi


56 ASMANIN GÖZYAŞLARI

Muammer Gül

tam tepemize gözyaşları akıyordu serin ve çisil ağlıyordu asma bilemediğimiz bir can acısına ama biz rahatsız değildik durumu bir iki soruyla geçiştirdik buram buram tarih kokan çarşıda nostaljik takılmaya devam ettik hiç umursamadan yudumladık çayımızı çayla beraber gamsızlığımızı hâlâ ağlıyordu ama asma yağıyordu gözyaşları üzerimize ara ara bize hoş geliyordu damlalar eminim asmaya nahoştu özünden içi çekiliyordu soğuk soğuk düştükçe tepemize billur damlalar zerre kadar üzülmüyorduk âşık ıslatan nisan yağmurları gibi geliyordu bize ve bilakis mutlu oluyorduk diz boyu değil gamsızlık yol olmuş boyları aşmış yükseliyor göğe doğru günler süren bir yasta ağlamaya devam ediyordu asma altında dinlenenler söylenenler gününü gün edenler birbirlerinin etini çiğneyenler bırak umursama der gibi birbirlerine devam ediyorlardı muhabbetlerine büyük bir boş vermişlikle arada bir gevrek kahkahalar çarpıyordu çekilen tespih tanelerine imamelere çarşıda yas tutan asmanın altında ha ha ha tahtında yaşlı gözlerle etrafı süzen asma ey söyle ne olur bu gözyaşların nereye kadar anladım, belli ki i ç i n i d ö k e n e k a d a r yeryüzündeki kederler bitene kadar -bitmez yaen azından beşeriyet insanlaşana kadar bize, biz umursamazlara düşen ise anlayabilirsek -ki zor- birazcık haya ve az da olsa ar

SEFERBERLİK ÇAĞRISI Süleyman Bozkurt

bu içimden bir seferberlik çağrısıdır yalnızlığa soluncaya, kararıncaya kadar kalabalıklar düşünceye kadar bu içimden bir seferberlik çağrısıdır yalnızlığa akşamın güvercin serinliğinde yalnızlığa yol yordam bilmeyen kalbimle yenilinceye kadar kaybedinceye kadar bu içimden bir seferberlik çağrısıdır yalnızlığa bu çağrıdır yüzümden, gözyaşlarımdan bin bir emekle kavuşamadığım içimden yüzyılların dindiremediği bir yalnızlıktan ebu zerr’in gözlerinden bu içimden bir seferberlik çağrısıdır yalnızlığa ruhumda bulut bulut gezinen özlemlerimle içime çarpan soğukluğuyla zamanın garip garip büyümesiyle ömrümün biliyorum ki kazanacağım bütün çiçekler konuşacak bu zaferi ben kazanacağım ve her şey yalnız kalacak

HİÇLİK GÜNLERİ Yalçın Ülker

dünyayla bir hüzün bağımız vardı o da koptu şimdi bir can sıkıntımız var ki ölüm ondan hallice gidenler gelmeyeceklerini deklare ettiler uzaklarda bir ülke kuruldu dönmeyeceklerden şimdi hangi rüzgâr gelir dağıtır bu can sıkıntımızı razıyız hüzün gelsin yine başköşeye kurulsun yetinmekteyiz dağılmış bir zemberek kadar fütuhatla için için sönüp gitmekte o meşhur cazibemiz yeni sevdalar kabulümüzdür yeni ayrılıklar olsun yeter ki eksilmesin umut ve hevesler tükenmesin


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.