HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 2. SAYI

Page 1

Hayal Bilgisi Kültür Sanat Ve Edebiyat Dergisi Yıl: 1 Sayı: 2 15 Nisan 2011 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak

Öykü Editörleri Müzeyyen Çelik Esra Dülger

Şiir Editörleri Mehdi Akan Gülşen Çağan

Deneme Editörleri Saadet Sorgun Ayşe Ünsal

Kapak Tasarım İsrafil Akan

İletişim hayalbilgisi@windowslive.com facebook.com/hayalbilgisi Hayal Bilgisi, her ayın 15’inde yayınlanır. Hayal Bilgisi’ne yazılarınızı göndermek için iletişim adresimize e-mail atabilirsiniz.

1


CİHAT ALBAYRAK

[İlk Söz]

Değerli Dostlar, Hayal Bilgisi, ikinci sayısını sizlerle buluşturmanın sevincini yaşıyor. ‘Huzur’ konulu Mart sayımızın ardından, Nisan’da, ‘Savaş Çocukları’ konusunu ele aldık. Yıl 2011 ve biz hala bütün akılalmazlığıyla savaşlar üretiyoruz ‘ahlak birikimlerimizle’. Kan, ölüm koleksiyonlarına malzeme oluyor. Hayata gözlerinizi hangi toprak parçasında açmış olursanız olun; savaş, bütün olasılıkları zorlayarak kapınızı çalabiliyor. Ve siz, hiçbir hesaplaşmanın tarafı olmasanız dahi, tutmayan hesaplara kurban olabiliyorsunuz. Adını hayatınızda dahi duymadığınız liderlerin çıkar oyunları, sizi sevdiklerinizden ayırabiliyor. Yani, tıpkı sizin gibi etten ve kemikten olan ‘önemli insanlar’, umrunuzda dahi olmayan nedenlerle, sizi, ailenizi, sevdiğiniz herkesi ve her şeyi, büyük bir nefret ile öldürebiliyor. Bugün, sadece televizyon etkisi ile, insanlar süregelen savaşları, aktörleri, gizli aktörleri çok iyi çözümleyebiliyor. Ve naklen izliyoruz olup biteni. Bütün dünya şahit oluyor zulümlere. Önce bombalıyoruz, sonra insani yardım ve ‘demokrasi kolileri’ naklediyoruz. Para, bütün yaraları sarabilir sanıyoruz. Binlerce çocuk için mezarlar kazılıyor ve binlerce çocuk, ailelerinin mezarları başında ağlıyor. Buna hakkın yok insanlık! Savaşların ruhen ve bedenen sakat ve yetim bıraktığı milyonlarca çocuk var. Soğuk savaşlar, ambargolar ile, fiili olmasa da, ekonomik olarak bir savaşın içine doğmuş çocuklar, hastalıklar, açlık ve temiz su eksikliği gibi nedenlerle hayatlarını kaybediyor. İzledikçe hüzünleniyoruz. Hüzünlenmekten ibaret bir tavır ile devam ediyoruz hayatlarımıza. Duygulanıyoruz savaş çocukları için. Gözyaşı döküyoruz. Ama hepsi bu! Çocukları da siyasetin, çekişmelerin, anlaşmazlıkların bir parçası olarak görüyoruz. Oysa daha fazlasını biriktiriyor çocuklar. Bizim hiçbir şekilde tasavvur edemeyeceğimiz acılar çekiyorlar. Yalnızlıkların en derin’ini taşıyorlar yüreklerinde. Ve gölgelerine bile güvenmedikleri bir dünyada, yedi milyar insandan ‘korkarak’ yaşıyorlar. Savaş çocukları, hiçbirimize güvenemiyor; dünyanın bir yarısı onlara silahlarını doğrultuyor çünkü, öteki yarısı ise bunu film sahneleri gibi izliyor sadece. İlerleyen sayfalarda, mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacağınızı umut ediyoruz. İlginiz için teşekkür ediyor ve iyi okumalar diliyoruz.

2


[İçindekiler] ∞Demokrasi Çocukları – Mesut Gül∞ ∞Ötekileştirme – Cihat Albayrak ∞ ∞Aziz Ol Oğlum– Müzeyyen Çelik ∞ ∞Bez Bebek – Ahmet Kanter ∞ ∞Çocukluk Üzerine – Çöygün Selcen/İnci Erkan ∞ ∞Sinemada ‘Savaşın Çocukları’ – Hakan Bilge∞ ∞Ama Neden? – Saadet Sorgun ∞ ∞Savaş Babam Sende Var mı? – Ayşe Ünsal ∞ ∞İlk Aşk/Son Şiir – Mehdi Akan ∞ ∞Eksilerek Çoğalanlara – Boğaç Haxhijahja ∞ ∞Pieta II – Yelda Karataş∞ ∞Ekim – Esra Dülger ∞ ∞Büyük Adam – Siraleyna Sevgili∞ ∞Çoğalan Hüzünler – Meliha Kar∞ ∞Yağmurun Hikâyesi – Uğur Işık∞ ∞‘Biz’siz Onlar – Kâmuran Başdemir∞ ∞Aforizmalar – Oktay Özman∞ ∞Darağacı Güncesi – Bedia Belkıs Balcılar∞ ∞Düşer mi Bilmem Gökten Yıldızlar – Durkaya İpşir∞ ∞ Ağıd-ı Yetim – Gülşen Çağan∞ ∞Oyun Değil miydi? – Ebru Balcı∞

3


MESUT GÜL

[Demokrasi(!) Çocukları] Sabah kalktın. Yüzünü yıkadın. Temiz pak esvaplara sarındın, tam tekmil hazırlanmış kahvaltı sofrasının başına oturdun. İçinde bir sıkkınlık. Belli etmiyorsun…

herkes bu kadar mutlu, bilmiyorlar mı? Yoksa sadece düşünmek mi istemiyorlar? Dünya avuçlarını semaya kaldırmış bir çocuktan farksız ve savaşlar, yağmalar ceset pazarlıkları… Her şey herkesin gözü önünde ve aleni bütün ölümler. Öldürenler kahraman, ölenler demokrasiye(!) ödenmiş küçük bir bedel. İnsan haklarını en çok savunanlar bu hakları en çok ayaklarının altına alanlar nedense ve seslerini yükseltiyorlar ve bağırıyorlar ve susturuyorlar haklarını isteyenleri. Haklarını isteyenler ’kendi’ haklarını nerden bilirler ki… ’Onlar’ ve ‘diğerlerinden’ oluşan bir dünyada kendi zalim hükümdarlıklarını yaşıyorlar ve petrol ve altın ve elmas alıp demokrasi(!) veriyorlar. Demokrasi(!) bir milyon Iraklı sivilin hayatından değerli. Irak cadı kazanı… Demokrasi(!) yüz binlerce Afganlının hayatından değerli. Afganistan bir kaos yurdu...

İstemeye istemeye fakültenin yolunu tutuyorsun, işte fakülte bahçesinin müdavimleri… Cıvıl cıvıl rengarenk son moda kıyafetler içerisinde, ellerinde son model cep telefonları, dillerinde yeni çıkan şarkılar… Neşe içindeki kahkahaları yer yer iğrençleşerek okulun küçücük bahçesini doldurmakta… Ne kadar da mutlular ve kaygısız ve tüm dertlerden ne kadar uzaklar. Yavan sohbetlerinden kopup gelen sözcükler, günler önce paramparça edilmiş bir cesedin uzuvlarından yayılan boğucu, bunaltıcı bir koku misali genzini yakarken pahalı sigarandan derin bir nefes daha çekiyorsun… Nasıl da garipsiyorsun mutluluklarını. “Cahillik mutluluktur“ sözü geliyor aklına… Kimin sözüydü kim söylemişti. Nerde duymuştun, hatırlamıyorsun. Doğru olması neticesi ile acı olan bir söz daha… Düşüncelerinle konuşmak yalnız hissettiriyor kendini. İnsan kendi kendine de havadan sudan konuşamaz ki ama diye düşünüyorsun. Kafandaki ses ‘’gerçekler acıdıroğlum’’ diyor. Al işte doğruluğuyla doğru orantılı bir hüzünlü söz daha. Başın çatlayacak gibi ve sigara dumanının da durumuna iyi geldiği söylenemez. Yarısını içebildiğin bayat çayın içinde son buluyor dumanı neticede.

Ve bütün bu tezatların orta yerinde yeşeren savaş çocukları, onların kırık tebessümleri, şaşkın bakışları ve ölümleri… Koltuk değneğinde çiçek desenleri, kurşun yarasından gülleri, miğferlerden saksıları, mermi çekirdeğinden küpeleri ve mayından arabaları… Bir çocuk ölürken ne düşünür? Kalbi durmaya yüz tutarken neler gelir gözlerinin önüne? Annesi mi babası mı, bin bir özenle hazırladıktan sonra bir bahar sabahında tellere takılan uçurtması mı, yoğurtlu şekerli ekmek mi yoksa…

İlk çocukluğunun hayali gözlerinin önünde; bisiklete binme fantezileri, ilk aşklar ve zerdali bahçeleri… Işıl ışıl bir güneş ve parıltısı altında ıslanılan yaz yağmurları. Bir zerdali ağacına asılı ham çocukluğunun melodisi… Hepsi bu mu geriye kalanların, oysa daha dün gibi… Evet cahillik mutluluk, özellikle elinden bir şey gelmeyeceğini anladığın vakitler… Sahi neden

Ders saatinin yaklaşmasıyla sıyrıldın bütün düşüncelerinden, ayaklandın sınıfa doğru hareketlendin, yürümeye başlamadın, bir arkadaşını gördün sonra, dün geceki kupa maçından bahsettiniz, senin tuttuğun takım kazanmıştı, gülümsedin… “İşte oğlum’’ dedin, “bu sene süper bizim takım”, mutluydun. Unutuverdin her şeyi…

4


CİHAT ALBAYRAK

[Ötekileştirme] Yürüyorum!

Rengârenk bir oyun bu, ışıl ışıl her taraf; kızıl ve siyah bir gökkuşağı beliriyor evimin üzerinde. Gökyüzü üstüme düşüyor.

Ben de yol alıyorum şeffaflığıyla katreleri kıskandıran bir varlığın boyunduruğunda! An(ı)lar ‘zamanın’ damlacıkları! Yüzüme çarpıyorlar her adımda…

Büyük bir yangının içindeyim; kan ile harlanan bir yangının. Beton yığınlarının arasındayım; Yürüyorum! Ötekiler yok; anlıyorum! Bu bir oyun değil; büyüyorum ben… Harap olmuş her evin içinden kocaman çocuklar çıkıyor. Onlara katılıyorum. Tekerrür eden insan; gözyaşlarımızı fark ediyoruz.

İnsanlığın izleri her adımda; kimi kanlı, kimi buz kesmiş sanki hiç yara almadan, ayaklarıma dek varmış, korumuş kendini. Bir ötekinin iradesini asla fark edememiş ‘voltalar’; dünyayı kurtaran ‘adam’ sanki; öte yandan, ‘adam’ kadar çaresiz…

Ötekilerin kurtarıcılık/kahramanlık oynadıkları bir sahnede yapayalnız kalıyoruz. Zaman buz kesiyor! Tekerrür edecek büyük, en büyük bir acı daha doğuyor coğrafyamızda. Tüm çiçekler koparılmış; güzel olan hiçbir şey yerinde değil sanki. Bütün renkleri çalmış ötekiler; ölüm iklimindeyiz artık! Kendini, hiç yara almadan, koruyacak insanlığın utanç yüklü izleri!

Neden hep tekerrür eden insan yığınlarıyla dolu tarih? Acı neden tekerrür ediyor inadına; ve gözyaşı, kan ve sebil sanki canlar, alınan/verilen… İnsanın insan üzerine kurulu alışverişi/Kardeşin kardeşe üstünlüğü ve hala köleciliği… Haykırışlar varıyor kulaklarıma; ne çok haykırmış ata-ları-mız… Ne çok işkence; ne çok isyan! ben bir çocuğum; gözlerime takılan ne çok ayıbı görmezden gelmiş atalarım! İnsan insanı neden ve nasıl görmezden gel(ebil)miş; cinayetler, savaşlar, soykırımlar…

Toprağımızda yürüyen herkesin ayaklarına yüreğimden akan kanlar bulaşacak. Haykırışlarımız, ötekilerin her adımında kulaklarında yankılanacak. Ötekilerin boğazından geçen her damla bizim açlığımıza takılacak. Ötekilerin tüm oyunları bizim iklimimizde son bulacak.

Büyük bir yangının içindeyim, ben küçük bir çocuğum; ne çok günah kaynıyor bu cadı kazanında!

Biliyorum! Kimi kör, kimi sağır, kimi dilsiz, bir ötekini asla anlamayan, bir ötekini asla fark edemeyen bir insanlık bu, doğdum ben ve büyüyorum!

Tırnaklarımın arasına dolan toprak ve ellerimdeki nasırlarla hatırlıyorum ben geleceği; yürüyorum, büyüyorum. Kulaklarımda içimi hala gıcırdatan metal sesleri… Bedenimde kendini hep hissettiren şarapneller… Biliyorum; zamanın damlacıkları çarpıyor yüzüme. Kendimi görüyorum her adımda. Bir ad’ım olmadan yaşıyorum.

Ya da gitgide küçülüyor; ölüyorum! Üzerime bombalar yağıyor! Rengârenk bir oyun, ışıl ışıl; oynuyoruz sanıyorum. Ötekilerle saklambaç, ‘oynuyoruz’ sanıyorum. Barış desem çıkacaklar, savaş desem saklanacaklar… Annem ve babam da saklanıyor sonra. Asla bulamıyorum. Ardından kardeşlerim de ötekilerin yanına gidiyor. Herkes

Tıpkı ötekiler gibi. *Unutulan, görmezden gelinen, ölüme terk edilen tüm savaş çocuklarının adına…

benden saklanıyor, herkes benimle oynuyor sanıyorum.

5


MÜZEYYEN ÇELİK

[Aziz Ol Oğlum] Sekiz yıl olmuştu bugün Aziz doğalı. Lazkiye’nin işlek caddelerinden birinde oturuyorlardı. Doğum günü partisi olmamıştı. Televizyonlarda görüyordu, Türk dizilerinde hep yapılıyordu böyle partiler. Pasta, mumlar… Hediyeler ve de. Kocaman kocaman paketler. Kim bilir içinde ne güzel oyuncaklar olacaktı. Aziz kendini birden bir dizi setinde hayal ederek balkona çıktı. Hava berraktı. Bulutlar olsa birçok şeye benzetebilirdi ama yoktu işte. Akdeniz’den ılık ılık esen hava yanağını okşuyordu. Evlerinin salonunda bütün aile toplanmıştı, arkadaşları da vardı. Herkes gülüyordu. Masada kocaman çikolatalı bir pasta duruyordu. Arkadaşlarının ellerinde hediye paketleri vardı. Aziz pastayı keser gibi yaptı. Sonra annesi bıçağı elinden alıp kesmeye devam etti ve servis yapmaya başladı. Bu hayalleri arkadan gelen televizyonun sesi böldü. Avrupalıların Libya’yı vurduklarını sonucuna varmıştı anlatılanlardan. Aklından onca şey geçiyordu. Mısır karıştı demişti annesi. Nasıl karışır ki bir ülke. Ülke nasıl olur ki? Şimdi burası ülke değil mi? Şehir diyorlardı ama. Demek ülke şehirden daha büyük. O zaman karışıklık da daha büyük olur değil mi?

-Sivil savunmasızdır oğlum, savaşlarda sivillerin ölmemesi gerekir ama ölüyor. -İnsan öldü desinler anne, sivil demesinler. -Sen bunlarla kafanı yorma canım Aziz’im. Hadi ön bahçeye çık, Esad da orda sesi geliyor baksana. Şu güzelim bahar günlerini evde geçirme. Lakin bahçeden ayrılmak yok. Balkondan gözetleyeceğim sizi. Arabalar çok hızlı geçiyor. Aklım sende kalmasın. -Anne burada da savaş çıkar mı? Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Dört bir yanı savaş olan bir coğrafyada yaşıyorlardı. İsrail burunlarının dibine kadar olan toprakları işgal etmişti bile. Geçen haftalarda da Mısır’dan etkilenen halk Suriye’de ayaklanmıştı ama çok güçlü bir ses çıkaramamışlardı. Ne deseydi şimdi çocuğa. -Çıkmaz oğlum. Neden savaş çıksın ki? -Libya’da, Filistin’de neden çıktı anne? -Oralarda şey… Libya’da bir devlet başkanı vardı çok uzun yıllar iktidardaydı oğlum. İnsanlar hep aynı kişi tarafından yönetilmek istemiyorlardı. Adaletsizdi o devlet başkanı. Filistin’de ise durum farklı yavrum. O topraklarda Müslüman Araplar yaşarken, oraya İsrail diye bir devlet monte edildi. İsrail, Müslüman Arapların topraklarını işgal etti. Evlerini ellerinden aldı. Yahudiler ve Müslümanlar birbirini sevmez oğlum.

Pazar kurulurdu evlerinin arkasındaki caddeye. Çok kalabalık olurdu o pazar. Annesi çok karışık burası der hemen elinden tutar acele acele alacaklarını alır eve götürürdü onu. Demek ki ülke pazar gibi bir yer. Balkondan içeri girip haberleri izlemeye devam etti. Spiker çok hızlı konuşuyordu. Libya’da savaş uçakları bomba atıyordu. Bilgisayar oyunu gibi. Hızlı konan spiker sivil kayıplardan bahsediyordu. Sivil ne demek ki?

-Neden sevmez? -Bunları anlaman çok güç. - Anne Raif amcam İsrail savaşında ölmedi mi? İsrail bizimle de mi savaştı?

-Anne, sivil ne demek? - Sivil, asker olmayan demek oğlum. Biz siviliz mesela. Hüseyin dayın asker o sivil değil.

-O meseleyi sana izah etmem zor oğlum. Allah memleketimizi savaştan korusun.

-Anne asker de sivil de insan neden askerler öldü demiyorlar o zaman.

Aziz’in gözü yine televizyona ilişti. “Suriye’nin savaşa hazırlığı” diyordu haber.

6


-Anne burada savaş mı çıkacak? Neden hazırlanıyor Suriye? Anne burası Suriye mi ülke mi? Lazkiye ne demek o zaman?

daha sekiz aylıktı. Çok tatlıydı ama ağlaması çok sinir bozucuydu. Eline kumandayı aldı. Kanalları geziyordu. Çizgi film aradı, bulamadı, dizi aradı yoktu. Çünkü haber saati gelmişti. Her kanalda savaş haberleri vardı. Zaten Suriye’de ne kadar televizyon kanalı vardı ki?

-Suriye ülkemizin adı Aziz, Lazkiye de bir şehir. Ülkeler birden çok şehirden oluşurlar. Aziz daha fazla soru sormadan bahçeye indi. Savaş kelimesi aklına düşmüştü bir kere. Esad bahçede toprağı kazıyordu.

Haberleri izlemeye koyuldu. Libya, Yemen, Suriye, isyan, halk, savaş, kan, sivil ölümleri…

-Esad ülkemizde savaş çıkacakmış.

Zihninde yankılanan bu sözcükler küçücük bedenini eziyordu sanki. Libya’daki görüntüler daldı. Fransa uçakları… Fransa nerde ki? Neden Libya’ya savaş açtı. Kaddafi kötü bir adam mı? Şam ve Dara’da çatışmalar var diyordu. Şam’a gitmişti Aziz. Başkentti. Suriye’deydi. Ne olacaktı şimdi. Ya savaş çıkarsa. Evlerine bombalar düşerse. Babası asker olursa. Kardeşi Rukayye daha bebek. Bebekler de ölmüştü İsrail’de ama görmüştü. Rukayye daha konuşamıyor bile. Kimseye zarar vermez ki. Onu neden öldürsünler.

-Çıkmaz bi kere oğlum. Babam ordumuz çok güçlü dedi hem çıksa bile yeneriz. -Kimle neden savaşacağız ki Esad, ben çok korkuyorum. Kocaman uçaklar bize bomba atacak. -Bir şey olmaz sen korkma. Yeri gelirse biz de savaşırız. -Biz çocuğuz Raif nasıl savaşalım. Hem uçaklar çok büyük, demirden hem de, onlarla savaşılmaz ki.

Aziz’in küçük ömrünün büyük düşünceleri zil sesiyle duraksadı. Kardeşi ağlayınca koşmamıştı ama zil sesine koştu. Babası gelmişti. Hemen boynuna atladı. Bazı akşamlar babası Aziz uyuduktan sonra eve geliyordu. O uyurken öpüp gidiyordu. Uyanıyordu aslında babası onu öpünce ama nazlandığı için kırıldığı için uyuyor numarası yapıyordu. Eve gelmediği için babası suçluydu, cezalandırılması lazımdı.

Konuşmaya devam ederlerken birden ikisi de oyuna daldı. Su yolu açıyorlardı. Güya burası bir tarla ve su yolları sayesinde tarlaların her köşesine su gidecekti. Esad toprakla uğraşmayı çok severdi. Aziz onu ne zaman görse Esad toprakla meşguldü. Bu oyun ikisine de eğlenceli gelmişti. Sohbetlerini unutup oyuna daldılar bile. İki çocuk dünyayı umursamadan oyunlarına devam ederken Aziz’in annesinin sesi duyuldu. Bu sesi ezan sesi takip etti. Demek eve girme vakitleri gelmişti. Esad inatla girmek istemezken Aziz annesinin sesine kulak verip oyunu bırakmıştı. Esad’a hiçbir şey söylemeden aniden yanından ayrıldı ve evlerine çıktı.

Babasının elindekileri aldı, mutfağa götürdü. Babası sen içeri geç ben üstümü değiştirip geliyorum oğlum dedi. Aziz salona geçti. Televizyon izlemeye devam etti. Suriye’de de iç savaş çıkar mı, konusunu tartışıyorlardı. İç savaş ne ki? Babası yanına gelince art arda sorularını sıralamaya başladı.

İçeri girince annesi daha söylemeden lavaboya geçti ve ellerini ayaklarını yıkadı. Üstünü değiştirdi. Annesi toz toprakla içeri girmesinden hoşlanmazdı.

-

Mutfaktan güzel kokular geliyordu. Annesi Felafel yapsa şimdi ne kadar da sevinirdi. Hemen mutfağa koştu. Hayalleri gerçek olmuştu. Akşam yemeğinde ziyafet vardı. Babasının gelmesini bekleyeceklerdi artık. Annesi mutfakta oyalanırken, o da salona geçip televizyon izleyecekti. Kardeşinin ağlama sesini duyduğu halde umursamadı. Annesinin ayak seslerini de duyunca içi rahatladı. Kardeşi Rukayye

7

Baba iç savaş ne? Sivil ne demek? Suriye’de savaş çıkar mı? Sen de savaşa gidecek misin baba? Bizi de öldürürler mi? Evimize bomba atarlar mı baba? Libya’ya neden Fransa bomba atıyor? Fransa bize çok uzak değil mi baba? Uçakla çok uzun sürüyor demiştin ya sen. Baba lütfen savaş çıkmasın korkuyorum ben.


-

-

-

böyle kendini sevdiriyordu. Yorgun düştü iki çocuk da en son. Baba da kanepede uyuklamaya başladı. Anne Rukayye’yi aldı götürdü. Aziz babasını istedi. Babası da onu yatırdı. Herkes yorgun ve uyumaya hazırdı. Nitekim kan uykulara daldılar.

Oğlum sakin ol. Sen bunları takma kafana. İnşallah savaş çıkmaz. Libya yıllardır Kaddafi denen bir adam tarafından yönetiliyordu. İnsanlar artık ondan sıkıldılar. İsyan ettiler. Kaddafi de iktidarı bırakmak istemedi. Ülkede çatışmalar çıktı. İş çığırından çıkınca da bazı devletler müdahale ettiler. Aslında onlar Libya halkını falan düşünmüyorlar. Libya’da petrol var. Ona sahip olmak istiyorlar. Irak’ta olduğu gibi. Sen daha doğmamıştın Irak işgal edilince. Annenle yeni evlenmiş Lazkiye’ye yerleşmiştik. Suriye’de savaş çıkar mı soruna da inşallah çıkmaz demek istiyorum oğlum. Savaş kötüdür. Masum insanlar ölür. İşte siviller diye sordun ya. Masum insanlardır onlar.

Aziz’in babası Mağruf o gün bir iç sıkıntısıyla uyandı sebebini bilemedi. Ezan yeni okunmuştu. Kalktı. Hava daha aydınlanmamıştı. Abdest aldı. Balkona çıktı. Sabahın o buhurdan kokusuna bayılırdı. Hayırdır inşallah dedi. Bugün izinliydi ve oğluna söz vermişti. Ailece gezmeye gideceklerdi. Aziz deniz kenarında bisiklet binecekti. Annesi de Rukayye’yi bebek arabasıyla gezdirecekti. Namazını kıldıktan sonra tesbihini aldı. Balkona yine çıktı. Hava ılıktı. Lakin bir değişiklik vardı. Anlam veremedi. Neydi acaba? Yağmur yağacak dese tek bir bulut yoktu. Halen yıldızlar bile görünüyordu. Havanın aydınlanmasını bekledi. Aklına köydeki annesi babası geldi. Ziyarete mi gitseydi bugün. Çok uzak olduğu için de hem zor hem de maliyetli geliyordu. Düşünceler aklında uçuşurken üzerinde bir uyuşukluk hissetti. Gidip tekrar yattı.

Askerler masum değil mi baba? Masum ama onlar savaşmak zorunda ve silahı var. Sivillerin silahı yok. Sen bunları düşünme ama dua et olur mu güneş yüzlü oğlum. Baba Esad biz de savaşırız dedi. Ben de savaşacak mıyım? Hayır tabii ki de. Hem savaş çıkmayacak ne savaşması. Siz çocuksunuz daha.

Birkaç saat geçmemişti ki Aziz koşarak babasının odasına girdi. Annesi çoktan uyanmış mutfağa geçmişti. Rukayye de mutfakta mama sandalyesine oturmuş annesini izliyordu. Aziz babasını çekiştire çekiştire kaldırdı. Çabuk çıkalım haydi. Tamam dedi baba. İçinden bir his çıkmasak hiç canım istemiyor diyordu ama Aziz’i durdurmaya imkan yoktu.

Aziz’in insanı ruhunu delik deşik eden bu soruları babasını düşündürmüştü. Bunu yaşamak değil, düşünmek bile ne kadar da yormuştu ruhunu oğlunun. Henüz hiç savaş görmemişti ama savaşla burun buruna bir coğrafyada yaşıyorlardı. Irak yanı başında, İsrail desen öyle. Şimdi de Libya. Fransa’nın Amerika’nın ne işi vardı buralarda. Çocuğa bunu nasıl izah etsin ki? İşi çok zordu.

Kahvaltı yapıldı. Sofra toplandı. Çocuklar giydirildi. Evden çıkıldı. Sahile yürümek için Lazkiye’nin en işle çarşısından geçmek gerekiyordu. Aziz oradan geçerken hep oyuncak aldırmak isterdi. Yine istedi. Bu sefer gözü oyuncak silahlara kaymıştı. Mağruf da oğluna kıyamaz alırdı. Ama bu sefer almak içinden gelmemişti. Başka seç oğlum dedi. Aziz bir itfaiye arabası aldı. Sonra kızına da kıyamadı ona da aldı.

Baba oğul düşüncelere dalmışken annenin sesi duyuldu. Sofra hazırdı. Mutfağa geçtiler. Aziz mutfağa kadar bile babasının elini bırakmamıştı. Adam bıraksa kucağına oturacaktı. Yemeğe başladılar ama sorular devam ediyordu. Annesine sorduklarının aynılarını babasına tekrar soruyordu. Annesi de bana inanmıyorsun herhalde oğlum dedi. Annesinin sözünü önemsemeden hem yemeğini yiyor hem de heyecanlı heyecanlı sorular soruyordu.

Sare kızı Rukayye’nin arabasını sürüyordu. Aziz babasının elinden tutmuştu. Zıplaya zıplaya yürüyordu. Babası onu zapt etmekte zorlanıyordu. Kalabalıkta kaybolacak ya da bir arabanın önüne fırlayacak diye ödü kopuyordu.

Yemekler yendi. Televizyon izlendi. Rukayye yaramazlık yaptı ona gülündü. Aziz onu içten içe kıskandı. Onu bastırmak için sorular sordu. İstedi ki ilgi hep onun üstünde olsun. Rukayye hiç durmuyordu. Değişik değişik sesler çıkarıyor böyle

8


Eski Çarşı’ya girdiklerinde Mağruf’un içi daha bir sıkıldı. Aziz’in elini daha sıkı tutmaya başladı ki çocuğun canı yanmıştı. Baba acıttın dedi. Sare’yi yanından yürümesi için uyardı. Hızlı yürümeye başladılar.

Koşmasına engel bir şey olduğunu anlayınca eğildi. Aziz vurulmuştu. Tam kalbinin olduğu yerden kan sızıyordu. İnanmak istemedi. Sare kızı kucağında oğlunun üstüne eğildi. Ağlamaya, dövünmeye başladı. Mağruf gözünde birkaç damla yaş öylece donup kaldı. Onlar sokağın ortasında kalakalmışken, kalabalık diğer caddeye geçti. Polisler dönüp bakmadılar bile.

Daha çarşıdan çıkmamışlardı ki silah sesleri duyulmaya başladı. Sloganlar atan bir grup hızla etraflarını sardı. Devlet başkanı aleyhinde pankartlar açmışlar, heyecanla bağırıyorlardı. Arabaların alarmları çaldı. Polisler, askerler etraflarını çevirdi. Kalabalık gitgide artıyordu. Aziz babasının bacaklarına sarılmıştı. Mağruf eşini ve çocuklarını nasıl korusun bilemeden çaresizce bakınıyordu. Keşke çelikten bir perde olsaydı da üzerlerine gerilebilseydi. Polis dağılın uyarısı yapsa da göstericiler dağılmıyordu. Meydandaki heykelin üstüne çıkan bir göstericiyi polis vurdu ve bütün bunlar insanların gözü önünde oldu. Polis çok acımasız davranıyordu. Göstericiler de ellerine ne geçerse polise atıyordu. Dükkanlara zarar veriyorlardı. Aziz babasının bacaklarına daha sıkı sarıldı. Olanlara inanamıyordu. Savaş işte savaş diyordu içinden. Silah sesleri kulaklarını çınlatıyordu. Kurşun insanın canını ne kadar acıtırdı ki? Hiç vurulmamış olmamıza rağmen neden korkuyorduk acaba.

Ertesi gün gazetelerde “Lazkiye’de Muhalif Güçlerle Polis Çatıştı. 1’i Çocuk 12 Kişi Hayatını Kaybetti” yazıyordu. Herkes yakında Suriye de karışacak dedi. Hiç kimse çocuk kimmiş merak etmedi.

Mağruf üstündeki beyaz gömleği çıkardı sallamaya başladı. Ne fayda kimse onu umursamıyordu. Rukayye’nin sesi kulaklarında çınlıyordu. Çocuk ağlarken nefessiz kalıp ölecekti. Sare onu kucağına almıştı. Neye uğradıklarını şaşırmış bir halde birbirlerine sarılıyorlardı. Aziz aralardan sıyrılarak kalabalıktan kurtulmak istedi. Aziz’i tuttu. Eşini de diğer eliyle tuttu. Hızla uzaklaşıyorlardı. Kalabalık bir grup aniden onların olduğu tarafa koştu. Polis de peşlerinden. Mağruf ne yapacağını şaşırmıştı. Koşarken bacağından bir şeyin kaydığını fark etti. Kalabalığın gürültüsünden, silah seslerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Sis bombaları etrafı nefes alınmaz bir hale getirmişti. Ayağından kayanın Aziz olduğunu henüz fark edememişti Mağruf.

9


AHMET KANTER

[Bez Bebek] “Yok, işte, yok…” dedi heyecanın kalbi. Bir zavallıca ünlem tortusu silindi gözbebeklerinin karartısından. Burada henüz çocuk olmaklığın yoktu gerçek kalbi. Bir kalp vardıysa o da üzeri korkunun ve delirmiş korkunun tortularıyla küflenmiş, içindeki pıhtılaşmış kanları pompalamaktan aciz bariz bir et parçasıydı sadece.

Burada pek çok olur gürültü. Buradaki gürültüler daha kesilmeden, yani bir çocuk-aklı dahi henüz böyle bir sırrı çözemeden yıkılıverir huzurlar, sağlıklar ve alışverişi bol mekanlar. Etraf vücut artıklarıyla, parçacıklar ve parçalarla dolar. Sonra istila. Hani yenilecek olsa yersiniz, bu bedenlerden kopan o sıcacık, dumanı tüten parçacıkları, parçaları da. Ve boş midelerin doldurulabilme telaşı başlar. Sonra bir koşuşturmaca. Bin bir türlü boğazın fırlatıp fırlatıp attıkları binler feryat, intikam naraları ve ahu zarın her boyu her nevisi… Yangınlar… Yıkıntılar… Doğup büyümüş olmanın kahrı derinden duyulan… Hiç doğmamış olmanın, hayvan olmanın, taş, toprak olmanın ve hayvan olmanın özlemi. Ve özlem ki, en namussuzudur buraların.

“Yok, işte, yok…” “Biraz daha bakalım, belki buluruz…” Bir akşamın karanlığı. Sokak ıssız. Issız ve virane bir sokak ortası. Issızlığın bunca sokak ortasında karanlığı da kuşanmakta iki kız. Ve kız olunmak bir yana çocukluktan da vazgeçilmiş değil. Yarı sakat ve tam aç onlarca insanın üst üste istiflendiği bir cehennem dibinden koşarak, kaybettiklerini, kaybettiklerini sandıkları yerde aramaya gelen iki çocukça haykırış saatlerdir kaybettiklerini, kaybettiklerini sandıkları yerde arıyorlar. Biri büyük. Diğeri bir ay on gün daha az yaşamış. Ve ikisi de aynı konuda hemfikir: Bulamazlarsa yarın -böyle bir yarının varlığından duyulan o korkunç şüpheye rağmen- tekrar. Ve böylece tekrarların toplamına dönüşecektir hayat. Ve kahrolası hayat, şimdilik tekrarları bol bir çocukluğa denk.

“Hadi kaçalım.” “………….” “Hadi” yi duymuyor “Kaçalım” ı da. “Sahi” diyor “Nasıl da kafasını patlatabildi öyle kırmızı kırmızı baloncuklarla.” “Sahi, nasıl oldu bu?” “Oldu işte” yi duymuyor, duymuyor “Boş ver” i de. Sadece kesik bir “İyi ol arkadaşım” o kadar işte.

“Gitmeliyiz!” “Karanlıktan korkuyor musun?”

------------“Burada bir şey var ve sanırım…” Armağan, beş yaşında ve deminden beridir elinde içi gıcıklanarak sakladığı bir bebek, bezden. Kolu yok. Bacağı yok. Yüzünde isten bir çaresizlik, ürkütücü. Savaşın bir bezden bebeğe kanlı canlı yansıması. Bebek olmanın değilse de savaşın canlı bir kanıtı.

Burada pek çok olur gürültü. İşte biri daha. Ama daha sesli. Ama daha korkutucu. Ama korkuyor da insan. Öyle yakındı ki ama… “Fark ettin mi?” “Neyi?” yi ya da “Evet” i duymuyor. Tekrarlamıyor da.

Hediye, dört yıl ve bilmem kaç ay daha geçirmiş ömrü hayatında. Kafası patlamış olanı da o. 10


ÇÖYGÜN SELCEN / İNCİ ERKAN

[Çocukluk Üzerine] İçim daraldığında, penceresinden bakınca tren istasyonunu gördüğüm iki katlı ahşap bir evde oturuyorduk. Annem pencere kenarlarında salça kutuları içerisinde menekşeler yetiştiriyordu rengarenk. Ve bir de umutlar... Babam her sabah ilk seferi ile trenin işine giderdi. Elinde yoksul bir sefer tası. Uyurken alnımdan öperdi beni. Sonrasında anladım; Ayrılık böyle karışmıştı alınyazıma! Hafta sonları bir kaç duble rakısına eşlik ettirirdi eskiden kalma bir plağı; ''Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin!'' Annemin gözlerinde oynaşırdı yaşlar, kalbi kırık bir sesle konuşurdu; ''Kızımız büyüyecek / Okul okuyacak!'' Benim oyuncağım olmadı hiç. Parası olduğu zamanlarda annemin aldığı bir kaç kitapla süsledim küçük odamı. Bundandır mahalledeki çocuklar almadı beni oyunlarına... Babamın yaptığı bir uçurtmam oldu sadece. Ne zaman uçursam onu gökyüzüne, kuyruğuna takıldı hayallerim, yüreğim pır pır etti. Göğsümde bir çocuk şenliği. Annemin yüzünü o hüzün hiç terketmedi... Babam bir kez olsun öpmedi o hüznü! Ve annem dudak aralığında, kalbi kırık bir sesle konuştu hep; ''Kızımız büyüyecek / Okul okuyacak!'' Dumanı kara kara tüten tren, ayrılık ıslığı ile gitti bir sabah. Bir daha dönmedi geri! Ya da bana yalan söylediler. Ve ben demiryolu kıyılarında büyüdüm / Alnıma yapışan ayrılık ile. Ne zaman geçmişe alsam kendimi anılarımda sadece puslu bir tren istasyonu. Ne zaman binsem trene, kimsesiz köprülerin altında bıraktığım gözyaşlarım. Ve bu gece çocukluğumun bahçelerinde gezinip bir düşe düşüşüm... Saklanmışlıkları buluyordum saklambaç oynayan aşka susuyordum. Karanlık iz düşümünü kaybettiğinde, Çık ortaya buradasın işte! SOBE... Sanrılı sarı bakan gözleri topladım önce Görebilirsen eğer El sende. Dokun bana, KÖREBE... Bir tohum ektim, boyadım renklere Her birini sardım incecik izlere uçuştular polenlerle... Buluta uzattım bir hevesle Yakala dedim, tebessümle İS TOP... Yaşam sekteye uğratıyor denir ya, Ederiz hep şikayet mırıl mırıl. Oysa biz bir zamanlar. Çizdiğimiz o çizgiler üzerinde oynardık SEK SEK...

Kaldın mı ateş ortasında Kaçar durursun bir oyana, bir bu yana Hafifliğinden hiç endişe etmediğin halde. Önden ya da arkadan vurur seni YAKAN TOP... Taşları dizdim ortaya Tek tek aldım avuçlarıma, Sanki düşse kopacak kıyamet Annem kızsa da duymam o anda Toplarım, BEŞ TAŞ... Saklandı şimdi çocukluğum körebe ve sobeye Yaşam koydukça üzerine esirgemiyor hiç şiddetini Kim zaman yakıyor, Kimi zaman tut diyor yakan top, is top gibi Beş taşımı bulamıyorum, tek taşla hep oyunum yarım... Çizgiye basmadan da geçiyor tek tek zaman… Her yıla koydum da ad Beni en çok yakansa sıfat...

11


HAKAN BİLGE

[Sinemada ‘Savaşın Çocukları’] Bu yazıda, Hayal Bilgisi’nin dosya konusu bağlamında sinemada savaş ve çocukluk düzlemini kalkış merkezi yaparak, çok fazla detaya girmeden ve genel özelliklerden hareketle bu filmlerdeki savaş psikopatolojisi ve çocukluk travmalarına odaklanacağız…

Amerika’nın ve dolayısıyla demokrasinin yanında saf tutmalıydık. Bu, Hollywood ve Amerikan özgürlük ütopyasının vaat ve çağrısı idi. Almanlar ise arî ırkın Germen şahlanışı idealini dillendiriyorlar, belgesellerde ise kaslı ve güçlü erkekler boy gösteriyordu. Dünya, ele geçirilmeliydi...

Sinemanın, konuşmaya başladığından itibaren masumluğunu yitirdiğine dair ilginç ve tartışmaya açık bir tez vardır. Sesli filmi kabul etmeyen Amerikalı öncü-maestro David W. Griffith, ki Amerikan epiği The Birth of a Nation’da (1915, Bir Ulusun Doğuşu) alabildiğine sancılı bir ulusal öykü anlatmayı denemişti, Hollywood’da film çeken ilk yönetmen olarak sesli filmi benimsemeyen bir vizyon geliştirmiştir… Adolf Hitler’in megalomanisini takip ettiği The Great Dictator (1940, Büyük Diktatör) filmiyle tartışmalar yaratan Charlie Chaplin, nam-ı değer Şarlo, Greed’de (1924, Hırs) tüm zamanların en kaotik dünyalarından birini görselleştiren ve Hollywood’u “sosis fabrikası”na benzeten Erich von Stroheim ve Yeni Dalga’nın (Nouvelle Vague) majör ismi Jean-Luc Godard da, bu yoruma açık tezi, sözüm ona sinemanın giderek bir illüzyon aracına dönüştüğünü dillendiren, hatta filmleriyle bu fikri muhtelif açılardan pratize eden belli başlı yönetmenlerdir. Hepsi de savaş filmi çekmiştir üstelik… Peki, sinema konuşarak nasıl bir illüzyon / yanılsama aracına dönüştü? “Konuşan sinema” aslında hiçbir şey anlatmıyor mu ve/ya da iktidarı kalkış noktası yaparak mı konuşuyor? Kuşkusuz iktidar olgusunu pas geçerek bu soru(n)ları yanıtlayamayız / kavrayamayız. “Konuşan sinema,” “merkez”den konuşan sinemadır. Adını saydığımız isimler de bu doğrultuda beyanlar vermişlerdir zaten…

Ya çocuklar? İktidar savaşlarından, emperyalkolonyalist planlardan, değişen haritalardan, sinema filmlerinden ve propagandadan bihaber çocuklar? Çocuklar bir şeyden haberdar değillerdi fakat sinema onları unutmayacaktı. Birçok filmde boy gösterdiler. Kullanıldılar. Cephelerde su taşıdılar. Orduya yardım ettiler. Gaz odalarında sabun yapıldılar. Öldürüldüler. Sömürüldüler. Kafalarına bombalar yağdı. Tankların paletleri altında kemikleri çatırdadı. Ajan veya muhbir olarak, haberci veya ulak olarak, hizmetçi olarak, çeşitli görevlerde saf tuttular. Evet, evet, haberdardılar birçoğu olan-bitenlerden. Haberdardılar… Şimdi çocukların yer aldığı bazı sinema filmlerine bakabiliriz… Hemen haşiye olarak düşelim: Birçok savaş filmi var ve elbette çocukların da yer tuttuğu onlarcası… Burada sadece 100 küsur yıllık sinema tarihinden önem arz ettiğimiz filmlere bir bakalım istiyoruz. Andrei Tarkovsky’nin Ivanovo detstvo’su (1962, Ivan’ın Çocukluğu) sözünü ettiğimiz “görev” kavramına dönük bir debü film olarak uluslararası arenada büyük ses getiren, Jean-Paul Sartre’ın da bir yazısında değindiği, başrolünde Ivan adlı bir Rus çocuğunun yer aldığı bir filmdir. Cepheden cepheye haber taşıyan, ölümlere teğet geçen Ivan’ın kimi kez sürreal boyutlara da ulaşan trajik öyküsü… Film, aynı zamanda, ortajen Sovyet-Alman savaşı / rekabetini irdeleyen filmlerden de büyük farklılıklar taşımaktadır. Ivanovo detstvo, savaşın insan-özneyi nasıl yıkıma uğrattığına dair verileri çocukluk imajlarına bağlı olarak biçimlendirir. Tamamıyla “büyükler”in kanlı iktidarlarının üretimi olan savaş, çocukluğu da sekteye uğratmaktadır. Öksüz kalan çocuklar, sakat kalan çocuklar, başka sınır coğrafyalarına sürgüne gönderilen çocuklar, trenlerle gaz odalarına yollanan çocuklar bize Hiroşima’ları ve Nagazaki’leri anımsatmaktadır.

Söz konusu savaş propagandası olunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak, öyle zannediyorum. İkinci Dünya Savaşı döneminde, Hollywood’da çekilen propaganda filmleri ve dokümanterleri, yine Nazi dönemi Almanya’sında üretilen fabrikasyon ajitatif filmleri anımsadığınızda, mesele yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlıyor. John Ford’lar, Frank Capra’lar Amerikan sanayisi içinde; Leni Riefenstahl’lar da Alman stüdyo şartları içinde görkemli dokümanterlere imza attılar bu dönemde. Bir yanda cephede kafaları tıraşlı tüysüz gençlerin kellesi uçuyordu; beri tarafta da yönetmenler propaganda üstüne propaganda yapıyorlardı. Savaş iyi bir şeydi. Faşizme karşı savaşmalıydık.

12


Steven Spielberg ise hemen her filminde çocukluk imajlarına yer veren nadir yönetmenlerden biri. Çoğu filmi Amerikan rüyasının (American Dream) motifleri ile bezeli olmasına karşılık son yıllarda karanlık temalara da (future noir) ilgi duymaya başlamıştır. 1987’de çektiği Empire of the Sun (1987, Güneş İmparatorluğu) ve 1993 yapımı Schindler’s List (1993, Shindler’in Listesi) filmografisindeki önemli filmlerden bazıları. Schindler’s List’de, siyah-beyazın ortasına yerleştirdiği kırmızı montlu çocuk görüntüsü gerçekten de unutulacak gibi değildir. Bu film gibi, Fransız auteur Louis Malle’in Au revoir les enfants (1987, Hoşçakalın Çocuklar) adlı filmi de Nazi dönemlerine dönük otobiyografik bir filmdir. Henüz çocuk yaşta muhbirlerin ağına takılan insanların dramı kuşkusuz savaş dönemlerinde rastlanan geleneksel bir trajediye işaret etmektedir.

adına nirengi noktalardandır. Emprovize yöntemlerle natürel bir realist atmosfer (tonality) kuran Ghobadi, Bernardo Bertolucci gibi sanatsal kurmacaya (fiction) bağlı auteur’leri de etkilemeyi başarabilmiştir. Michael Winterbottom, In This World’de (2002, Bu Dünyada) Asya kara parçalarına uzanırken kurmaca ve dokümanterin stil araçlarını iç içe kullanmayı denemiştir. Afganistan ve Irak’tan sonra şimdilerde Libya dolayımında emperyal düzleme, “öteki” sorununa, terör dalgasına, Müslüman ayrımcılığına dönük filmler yapılacağa benziyor. The Road to Guantanamo’da da (2006) saptanabileceği gibi Winterbottom’ın temel meselesinin gerçekliği (reality) “içeriden” gösterme kaygısı olduğu mimlenebilir. In This World’de kaçak insan ticareti, Doğu-Batı sorunu, terörizm (ama hangi terörizm?) ve paranoya filmin ruhuna nüfuz etmiştir. Daha iyi bir yaşam için kurtuluşu Batı uygarlığında arayan çocuklar, potansiyel birer proleter adayıdırlar. Ya da geleceğin Guantanamo’larında hücrelerinde cop korkusuyla titreyen…

Yahudi soykırımı ve Nazi Almanya’sının terör estirdiği yıllarda yaşanan insan trajedileri sinemada başı başına bir alt dal olarak defaatle işlenegelmiştir. Bu filmlerin birçoğunda savaş kaotizmi ya genel bağlamda kavranmaya çalışılmış ya da bireysel yıkımlar takip edilmiştir. Roman Polanski’nin Altın Palmiye’li (Golden Palm) The Pianist’i (2002, Piyanist), Agnieszka Holland’ın uçuk ve şaşırtıcı Europa Europa’sı (1990, Avrupa Avrupa), Tim Blake Nelson’ın olağanüstü başarılı The Grey Zone’u (2001, Gri Bölge), Roberto Benigni’nin, yoğun eleştirilere hedef olan La vita è bella’sı (1997, Hayat Güzeldir), Joseph Losey’nin özdeşleşim politikalarını sınadığı Mr. Klein’ı (1976), Alan J. Pakula’nın iç burkan Sophie’s Choice’si (1982, Sophie’nin Seçimi), Lars von Trier’in kara film (film noir) geleneğine yaslanan Europa’sı (1991, Avrupa), George Stevens’ın The Diary of Anne Frank’ı (1959 Anna Frank’ın Günlüğü) söz konusu insan dramlarını çeşitli açılardan irdeleyen yapıtlardır. La vita è bella’da Nazi çalışma kampındaki bir babanın çocuğuna her şeyi bir oyunmuş gibi anlatması, kuşkusuz birçok sinema yazarını rahatsız etmiş, tartışmalara neden olmuştur. The Diary of Anne Frank ise Anna’nın, sözüm ona küçük bir kızın günlüğüne yansıyanların sinemaya uyarlanmış halidir.

“Dogma” yönetmenlerinden Søren KraghJacobsen’in The Island on Bird Street’i (1997, Kuş Sokağındaki Ada) Polanski’nin The Pianist’iyle paralellikler kurulabilecek bir filmdir. Polanski, biyografik elemanlardan enternasyonal bir çizgiye konumlanmıştı. Kragh-Jacobsen de Piyanist’ten beş yıl evvel, benzer bir konuyu bir çocuğun gözlerinden yansıtmayı denemiştir. Her iki filmde de Nazi’lerden saklanma ve hayatta kalma mücadelesi betimlenmiştir. Sinema tarihi boyunca birbirinden etkileyici savaş filmleri çekilegelmiştir. Birçok majör filmde, savaşın irrite ediciliği, anlamsızlığı, yarattığı kişisel ve toplumsal sorunlar, psikolojik yıkımlar görselleştirilmiştir. Kon Ichikawa’nın Nobi’si (1959) ikinci savaş dönemi Japonya’sını merkez alan tüyler ürpertici bir filmdir. Aç kalan Japon askerlerinin insan eti yediği bir zaman dilimi… Stanley Kubrick’in Paths of Glory’si (1957, Zafer Yolları) ise Fransız ordusundaki ast-üst ilişkilerine bakan sıra dışı bir filmdir. Ve uzun yıllar Fransa’da yasaklanmıştır.

Şimdilerde İran’da bir hapishanede çile dolduran yönetmen Bahman Ghobadi’nin Zamani barayé masti asbha (2000, Sarhoş Atlar Zamanı) ile Lakposhtha parvaz mikonand (2004, Kaplumbağalarda Uçar) adlı yapıtları, bütün dünya çapında ses getiren filmlerdendir. Her iki filmde de İran’ın sınır coğrafyasında tutunmaya çalışan Kürt çocuklarının yaşam zorlukları dile getirilmiştir. Özellikle ikinci filmde, mayın patlaması sonucu kolu bacağı kopmuş çocuk görüntüleri sinema sanatı

Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ı (1979, Kıyamet) isminin de işaret ettiği üzere napalm’larla, hava bombardımanlarıyla bir kıyamet arenasına dönüşen Veitnam’ı tasvir eden bir başyapıttır. Yine Vietnam’ı kalkış noktası yapan birçok majör film çekilmiştir. Michael Cimino’nun Deer Hunter’ı (1978, Avcı), Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ı (1987), Terrence Malick’in The Thin Red Line’ı (1998, İnce Kırmızı Hat), Adrian Lyne’ın Jakob’s

13


Ladder’ı (1990, Dehşetin Nefesi) savaşın cinnete evrilişini betimleyen önemli örneklerden bazıları…

Salt sinemada çocuk ve çocukluk olgusuna odaklanmayan ama genel anlamda savaşın anlamsızlığı didikleyen / sorgulayan bu filmleri neden anımsatıyorum? Kuşkusuz oturup ciddi ciddi düşününce savaş, bir çocuğun konsolun üzerindeki fare zehrini alıp içmesi gibi bilinçsiz bir otomatikdavranışın ürünüdür. Dolayısıyla savaşları çıkarıp milyonları öldüren, sakat bırakan mantık, çocukadamlar’ın mantığıdır. Gayet planlı bir biçimde, en ince ayrıntısına dek hesaplanarak kurgulansa da bu, yani savaş, çocuk-adamlıkla paralel düşünülmesi gereken bir sosyolojik parametredir…

Savaş çılgınlığını Soğuk Savaş (Cold War) paranoyası bağlamında ele alan kara komedi (black comedy) Dr. Strangelove (1964, Doktor Garipaşk), savaşın aile ilişkilerini ve toplumsal güveni nasıl zedelediğini gösteren The Best Years of Our Lives (1946, Hayatımızın En Güzel Yılları) gibi filmler de savaş mitini sorgulayan, savaşın anlamsızlığı üzerine görüş beyan eden düzeyli örnekler…

14


SAADET SORGUN

[Ama Neden?] Susmak nasıl bir şeydi? İnsan neden susardı? Saatlerce, günlerce…

bir kız. Çıkartıp ona verdi ekmeğini. Yemeye başladı şaşkın. Yüzünü tek gülümseten şeydi bunu izlemek.

Tedirgin bakışlarını sahiplenmişti gece. Yürüyordu haberci. Kasabaya ayağını sürdüğünde sıcak bir çay içeceği yer aradı gözleri. Çocukluğunda rüzgarın uğultusunu hiç sevmediğini hatırladı. Birde karanlıksa buluştuğu, hiç iyi değildi bu. Sabahın ilk saatlerine varırken, cinayet yerine dönen katil gibi hissetti kendini. Her an arkasında biri belirecek ve dokunacaktı omzuna.

Birkaç adım sonra yıkık ama içerisi görünen iki odalı bir eve rastladı. Bir aile. Yaklaştı ve selam verdi. Selam verdiler. Pek ilgilenen olmadı. Herkes her yabancıya bir şeyler sorardı. Onlar sormuyorlardı. Sahi dedi içinden, çok değil, iki saat önce gördü yaşananları. Üstelik duydu. Annesinin kucağında anlam veremediği seslerin şiddetine, bir de aç olan karınlarının zili ekleniyordu çocukların; çalıyordu. Beyninde, gözlerinde, mimiklerinde... Canları acıyordu. Onların adı hayal kırıklıkları... Ne çok! Ah ne çok!

Hemen ileride bir kahve görünüyordu. “Tamam” dedi içinden, burası ellerinin soğukluğunu giderecek tek yer gibi görünüyordu. Kapının önündeki sandalyede oturan sakallı, temiz yüzlü, bir hayli kayıtsız bakışlı adamla konuşmadan geçti önünden. Bir kaç kişi dışında soluk yoktu içeride. Konuşmak için hevesli gözler umuyordu. Şu savaş olmasaydı dedi içinden.

Uykusuz gözlerinde, çatlamış dudaklarında, ürkek bedenlerinde, acıyan yaralarında masumiyet uyutan çocuklar. Kucaklarında avuç dolusu yaşanmamışlıklar. Yaşanmışlıklarıyla biriktirdikleri ‘şimdi ne olacak?’ları… Oysa ne de yakışır onların gözlerine şaşkın bakışlar, tanıyamamışlık, heyecan, utangaçlık, biraz şımarıklık. Ama endişenin, korkunun, kargaşanın sokaklarında doğmuş, henüz bilmedikleri saklambaç oyunlarını ‘hayat’ diye öğretmiş babaları. Siyaha boyanmış duvarları. Kırmızıya bürünmüş asfaltları. Öyle kalabalık yanları. Öyle karışık yanları! Toplasan içindeki korkuları bin bir yalnızlık eder. Bir savaştır gözlerinin aldığı yere dökülen, bir türlü bitmek bilmeyen huzursuzlukları. Oysa biz rahatlıklar dilemiştik Allahtan, uykuları için. Ne çok! Ah ne çok…

Dönerek arkasına sordu. “Çay var mı?” “ Var.” dedi içerideki ihtiyar. Yudumlarken çayını, yüzünü görüp görmediklerini düşündü bir an. Sigara dumanından onlarında yüzü pek seçilmiyordu. Ne sormalıydı, ne derlerdi… Çekeceği fotoğrafı gözleri çekiyor ve içinin klasörüne kaydediyordu sanki. Kalktı masaya bozuk para atıp çıktı. Ardından kapandı kapı usulca. O kasabada çaya para verilmiyordu, bunu bilmiyordu. Sokakta kimse yoktu. Yürüdü saatlerce. Bu kadar boş olamazdı. İşe gitme vakti, okul zilinin çalma saatiydi ama hala kimse yoktu ortada.

Şimdi açıp baksan düşüncelerine; bir bir kurşun delikleri. Ne varsa yazmak için dilediklerini, kırılmış tebeşirleri. Rüyalarında düşlerini iyileştirecek merhemleri. Tadını hiçbir zaman bilmediği yemekleri… Rüyaları asıl dünyaları. Daha neresi olduğunu bile bilememişken bulundukları yeri; yeni yerler, yeni arkadaşlıklar, yeni parklar, oyunlar değil ki hayalleri. Annesinin gözlerinde görebilmek umudu, bir yudum suyu eziyetsiz yudumlamak, biraz olsun doymak, yaralarının

İleride bir market gördü. Kırık ve pis bir camı vardı. Karnını doyurabilirdi orada. Daha canlı görünüyordu cadde. Ekmek yoktu, peynir yoktu, şeker yoktu markette, un bitmek üzereydi. Gelen veresiye defterine yazdırıyordu adını, alınacaklar sınırlıydı. Sırt çantasındaki yarım bıraktığı ekmek arasını hatırladı birden. Altın saçları, buğday teni ve renkli gözleriyle ürkekçe süzüyordu onu ufak 15


iyileşmesi. Tedirgin olmadan yaşayabilmek. Evet, sadece yaşayabilmek...

Yürüdükçe yürümek istiyordu. Gördükçe kör olmak…

‘Ama neden’ dedikleri çatışmalar, ansızın işgaller, saldırı, katliam, vahşet tükenmişlik. Namlunun ucuna çaresiz bırakılan gözleri... Kolları olmayan bebekleri… Oysa... Oysa onlarda hak etti gülmeyi. Dışarıdaki soğuk havaya inat sıcacık yuvanın koynuna girmeyi… Boynuna dolanmayı kardeşlerinin… Bir yaz sabahı oyunun derdine düşmeyi kahvaltıdan önce. Uykuya doyabilmeyi. Uykuya dalabilmeyi. Onlar bilmezler sabah güneşini, kuş cıvıltılarını, çizgi film saatlerini. Gecenin rengini gündüzden bilirler. Ateş gelir yakar saç tellerini, ocaklarını. Oyuncakları olmuştur ellerindeki mermi kovanları. Hastane koridorlarında beklemek dahi bir yuvadır. Gülüşleri parlatır yerdeki cam parçalarını. Onlar çocuk. Ne çok! Ah ne çok…

Karnı iyice acıkmıştı habercinin. Bir lokantaya ulaştı sonunda. Öyle kalabalıktı içerisi. Boş masa buldu köşede neyse ki. “Ne alırsınız?” “ Ne varsa.” dedi var olandan habersiz.” Menüyü söyleyeyim isterseniz. Çorbamız, pilav, kuru fasulye, tavuk...” Savaş gününden beri bu kadar bol çeşitli bir menülü lokanta ile karşılaşmamıştı. ‘Umarım çocukları vardır’ diye geçirdi içinden. Aklı o altın saçlı, renkli gözlü ufak kızda kalmıştı. Karnı doymuştu artık. Masanın üzerine yediklerinin ücretinden fazlaca para koydu ve kalktı. Yol bitmek bilmiyordu. Yol bitsin istiyordu. Bu işi yapamayacağını biliyordu artık. Kimse konuşmuyordu. Sessizlik bir hastalık gibi bulaşmıştı dudaklarına. Konuşmaya başlayacağı cümleyi kafasında kurarken, ilk acıyı orada yaşıyordu. Ayazdı cadde. Köhneydi mekan. İş çıkış vakti, okullar dağılmak üzere olmalıydı…

Yoğun bakım ünitesine kaldırılan umutları can çekişiyordu. Çok duramadı orada da haberci. Tek bir şey kayıt altına alamayıp ilerledi boş bakışlarla. Bir ara dinlendi oturup bir kenara.

16


AYŞE ÜNSAL

[Savaş Babam Sende Var mı?] “Çocuklarda her şey var, ellerinden alınandan başka..” Jacques Prevert

Yanağımı cama yasladım dışarıdaki mevsimi seyrediyorum. Bir bahar salınarak geliyor sokaklarına hayatın… Bütün grilere elindeki renkleri bulaştırarak yürüyor... Lakin her yerde istediği rengi bulamıyor parmakları. Grinin hâkimiyetini alt edemiyor… Tıpkı şimdi Libya’da olduğu gibi… Ya da baharın kapısında uzun uzun durduğu Filistin, Afganistan, Pakistan, Irak ve niceleri…

yaşıyor… Annesinin ya da babasının gurbetine düşen sesinde duyuyor belki en büyük acıyı… Ağıtları bir zamanlar misket oynadığı sokakları dolduruyor… Gözleri gökyüzünün grisi kadar bıkkın olduğunda vazgeçiyor hayallerinden… Gözlerinden çocukluğunu akıtıyor… Acıdan büyüyen bir yüzün tüm insanlığın bittiğini söyleyen bakışları bütün bedenini kaplıyor ardından. Yüzüne sinen çaresizlik bütün insanlığın utancı oluveriyor...

Düşünüyorum; bu baharda ağaçların çiçeğe durduğunu görmek isteyecek kaç insan vardı; ölen, öldürülen? Kaç çocuk? Ya da bir kış günü üşümeye hasret kalacak kadar yaşamaya aç kaç can parçası…

Baharın seyrine durmuşken savaşın kahrolası varlığına değmeden geçemiyor aklım… Bu güzellikten mahrum bırakılmış binlerce, milyonlarca insan geçti gözlerimizin önünden… Bir televizyon ekranından “ah savaş filmi olsaydı” bakışlarıyla hayatımızdan kısalı uzunlu zamanlar toplandı acıya… Vicdanımız sesini bir duyurdu bir duyuramadı… Elimiz bir yetişti bir yetişemedi… Elimizden dahası gelse de belki dahasına kalan yol bir türlü bitmedi… Tek bildiğimiz dilimize ördüğümüz dualarla varmaktı onlara…

Gözleri savaşın soğuk yüzünde nemli bakışlarını gezdirirken buluştular ölümle. Kimisi birinden önce, kimisi diğerinden sonra… Hayatta kalmanın da yaşamak olmadığı zamanları yuttular içlerindeki uçuruma… Ve nefes saymanın adına yaşamak diyorlar şimdi bombaların uğultusu çoğalırken kulaklarında… S a v a ş… Bir daha hiçbir zaman ısınmayacak hayatları, aynı cümlede vurgular gibi kaskatı bir isim hâlinde düşüyor bedenlerine… Ucu yaşamaya da ulaşsa ölümlü kelimeler birikmiş kalplerin aynı sıcaklığa kavuşmasını bekleyemiyor hiç birisi… İnsanları aynı yaşlılıkta toplamayı başaracak bir acının nefesi hissediliyor enselerde sadece…

Gözlerimizin önünde büyüyor çocukları savaşın… Yaşlanıyorlar bizim oyuncak çağımıza denk gelen yaşlarıyla… Gürültüler kopartıyor yürekleri feryat figan… Onlar ailelerini, onlar evlerini, onlar çocukluklarını istiyorlar geri, ekrana dolan gözleriyle… Acıdan incelen kalpleri yastan başkasını bilmiyor artık… Utan ey insanlık!

Bir çocuk durmadan yaşlanıyor… İçinden hayalleri, içinden umutları dökülüyor çıplak ayakla koştururken ölümün sobelemek için insan aradığı sokaklarda. Kalbinde ölümlü kelimeler yetiştiriyor hiç fark etmeden. Ellerine bakıyor durup; sanıyor ki ellerinde hâlen her şey var. Yaşadığını bilecek kadar terliyor avuçları… Nefesinden heyecan damlıyor hâlâ… Aklından hayatta kalmak yerine dondurmanın tadını geçirmek istediği günleri özleyerek kulaklarını kapıyor bomba seslerine… Emanet uykuları korkunun koynunda kıvrılarak

Bir çocuk ağlıyor orda, tam savaşın ortasında. Adı belki Umut, belki Barış, belki de Hayat... Adının anlamını düşürürken içinden savaşın göbeğine aynı gökyüzünü paylaşıyor, bir avuç toprağı paylaşamayanların da yerine… Ve bir çocuk son kez ellerindekilere bakarak kaldırıyor başını… Soruyor: “ Savaş, b a b a m s e n d e v a r m ı ?”

17


MEHDİ AKAN

[İLK AŞK-SON ŞİİR] Kahramanı dilimde dolanan ve dilimden başka hiçbir güzergâhta bulunmayan biriyle dertleşiyorum. Zaman dünden bu güne sarkan saatin tik takları arasında beynimi eziyor. Uğulduyor dudağımın uçuğunda tepinen biri. O biri öyle birisiki ne ayrılık ister ne kavuşmak. Vuruşmak ister, savaş naraları atmamı ve düzmece idam sehpasında her an kendimi öldürüp ‘özgürlük’ diye bağrıma mı ister. Bir sütuna dayıyorum dilimi. Ağrısıyla, sancısıyla bir tren ruhumun belirsiz zamanından akıp dilimden tarihi tekrarlatan yenilgiler kuşanarak, sütundan akarak dilimdeki zehirli sözcükleri taşıyor hayatımın dışına. Zihnim dilimi kemiren kelimelerde eğlenen sevgiliye giriftar ve engebeli sözcükler yüklüyor. Kızgın güneş, dilime dokunan ve dilimde devinen aşk ifadelerini yakıyor. Ruhum güneşin kızgınlığından nasibini alıp sevdiğinin göz hizasına varıyor. Dilim üç beş heceyle dile dökebildiğim aşk sözlerini bir namlu ısırığıyla sevgilinin gözbebeklerinden içerilere salıyor. Sevgili dün oluyor; dünüm sevgiliye dönüyor, dünyam sevgiliden yana, ben dilimde dolanan sevgiliden yanayım. Bir aşk diledim tanrıdan: kulak memelerinde oturup yanağının güzelliğine yaslanacağım

Kaçıncı frekansta kaç desibel arası bir ses yitimine sahibim, belle kalbindeki titreşim saysının kaç asır süreceğini, iyi belle!

Bir aşk diledim tanrıdan: kutsasın benliğimi diye Bu şiirle yaşamından vuracağım seni

Ölü tarafımdan doğacak ve doğudan batacak bir aşk diledim tanrıdan

Bu şiirle anne rahminden süzülen cenini vuracağım.

Muhtaçlığıma ve fakirliğime derman olacak bir aşktı dileğim

Bir aşk dilemekti dilimdeki senden tek dileğim Damağına yapıştırıp kaldırdığın dilinde devinen giriş tümcesi ben olacak

Bir aştı tek dilediğim, tanrının suretine bürünmüş sevgiliden.

Bir sevdaydı senden tek dileğim… Nice zahmetle örülmüş zihin salıncağımda salınacak Yüreğimde inciden kurulu sarayda yaşayacak

_Bu şiirde büyüsün ve bu şiirde yerle bir olsun diye sevdamız

Ruhumu ürpertecek, tenimden esintisiyle her an içime sefer olacak

Dudaklarının ve gözlerinin bensiz yaşamından vuracağım seni

Bir aşk diledim tanrıdan...

Zamanını iyi belle çünkü zamansızlığa sürükleneceksin bu şiirle

Cürmünde yanacağım ve aynel yakın bileceğim bir aşk

Dilimden yüreğime inen izbe yolda seni kendimle esir edeceğim yaşamaya Üzerinde iki ışık olan bir kapı karşılayacak seni Kapıdan girecek ve yüreğimde kaybolacaksın Bende kendini sevmeyi doğru ezberle, yoksa yüreğimdeki ölümcül zehirle kendinden taraf bir ben bulamazsın...

Bana yakın bileceğim bir aştı gözlerimin titreşiminde dalgalanan Ve ondan dilediğim. _Bir dedektör yardımıyla sözlerimin gücünü algılamaya gayret et

_Bu şiiri iyi belle, çünkü bu sana son şiirim!

18


BOĞAÇ HAXHİJAHJA

[Eksilerek Çoğalanlara] derin bir kusuştur savaş ; kolları arkadan bağlı mızrak gibi kırılmış çocuklar yaratan... yığınların bilinci yok saydığı, ve kendilerine ait olmayan her şeye sımsıkı sarıldığı bir hukuksuz tuhaf bir insansızlığın zamasızlığın; dilidir savaş... sağır bilinçlerin diş köklerine kan işler... savaşın denekleridir onlar... mürekkep enjekte edilmiş göz bebekleri ağlamayı unutacak kadar büyür; kocaman bir çift mürekkep mavisi göz... savaş sadece anlamsız bir sorudur çocuklar için... anlamazlar çünkü uluslararası sermayenin bunalımlarından... anlamaz petrol sahalarının paylaşımından... onlar birer mübadildir zorunlu göçlerde sakız kokusuna alıştıkları adalarına bir daha asla dönemeyecek olan... ya da korku dolu gözlerle sımsıkı koyunlara sarılmış bir halde, daha sabahı görmeden; denizin dibine doğru çekilerek soğuyan birer birer mülteci cesedi... iki ateş arasında kalmışlardır on iki yaşlarında, ve bütün kurşunlar kalplerine isabet eder... hindiçin'de gün batana kadar gölgelerinde uzun boylu delikanlılar ergen genç kızlardır onlar... gün inip gölgeler çekilince, işgallerin karanlığında çocuk olmaya zaman bulamayan erken erişkinlikleri kalır ellerinde... boylarından büyük silahlarını taşırken çekilen resimleriyle efsaneleşirler... satılır resimleri yüksek tirajlı gazetelerde ve dergilerde... hiç bir bağları olmayan savaşlarda alınır satılır bir metadır resimleri buyurgan ve egemen olan bu kez mal olmayı uygun görmüştür çocukluklarına...

soykırımlarda bir daha hiç var olmasın diye bir halk gece karanlılarında ötekiler tarafından kosalanan filizleridir çocuklar halklarının...

VE BÜTÜN BU YAZGIYI DEĞİŞTİRECEK OLAN DA YALNIZCA ONLARDIR

19


YELDA KARATAŞ

[Pieta II] - Aşka diğer yanağını çeviren Turgut Uyar için… Bir gün en uzak ölülerimiz bile Bir annenin şefkatiyle sarsın bizi Aynı topraktan olduğumuzu Aynı ışıkla sonsuza vardığımızı Ve bu dilenci yoksulluğundaki hayatı bizim yarattığımızı Anlasın ilk taşı atan Yunus’un kalbindeki ol ateşin Diyar-ı gurbeti yakın kıldığını Görsün tetiği çeken eller Bu göçebe yalnızlık bitsin insanla insan arasında. Çocukların çığlığı yeryüzüne sığmıyor artık! Şimdi bize acının sesini hatırlat bir daha… Kucağımıza düşen İsa’nın başı da mavi gözlüydü Turgut Senin aşka secde eden o büyük kent ıslığını Şiirin kabrinden kalbimin göklerine çıkardım Dinsin artık çarmıhın gözyaşları…

20


ESRA DÜLGER

[EKİM] Hava bulutlu, Yalnız su buharı değil, Belli Hiroşima’dan çıkmış yola Ölümün kasveti çökmüş atomlarına; Yıldırımlarca uğulduyor Şeker yiyemeyen çocukların sesleri. Ortalık fırtına boran. Hava bulutlu, Ve demokrasi yağıyor gökten; Yalnız su değil, Belli Vietnam’dan çıkmış yola, Libya’da yağmış Abbâs’ın başına. Ortadoğu, Ortalık barut kokusu, Yer kabuğu çatlıyor ortasından, Çocukla geçiyor oradan. Bu sarı sıcakta güneş değildi bedenlerini yakan, Ve çocukları küçük kurşunla vurmuyorlar. Dünyanın öteki yüzünde İnsan etinden yapılıyor petrol. Hava bulutlu, Memleketim, Eteklerinde hüzün çiçeği. Eti ayırmışlar tırnağından. Ekim, Sekiz yaşında bir kız çocuğu, Gözleri deli mavi, Gözleri ürkek, Gözleri yeni açmış nar çiçeği, Yavrum, En sancılı gecemin sonunda Seni bir avazda doğurdum. Sen yarınlara borcumsun, Bu dünyaya umudumsun.

21


SİRALEYNA SEVGİLİ

[Büyük Adam]

Ne yana baksam hüzün yolluyor gökkuşağı bana

Dillere dolanmış ölüm çığlıklarına

Oysa gökkuşağı denince akla barış ve huzur yerleşirdi ilkin…

Kendi vatanında ölüme terkedilmiş çocukların gözyaşlarına

Ağlıyorum ben…

Nerde kaldı masumiyet, nerde kaldı kardeşlik…

Ne yana baksam şimdi acı okşuyor çocukların yüreklerini

Havalar iyice soğudu buralarda… Bahar uğramaz artık renkli çiçekleriyle buralara.

Ne yana baksam annesine sarılmış körpecik bir çocuk ısırıyor yüreğimi

Kuşlar göçmez artık ülkemin karalara bürünmüş gökyüzünden.

Savaşa sebebiyet veren kişi… Kuş sesleriyle açılmaz gözlerin sabaha… Hiç düşündün mü masumiyeti ve körpecik yüreğimi yok ettiğini?

Kin sesi, öfke sesi, patlamış mermilerin yürekleri dağlayan sessiyle

Hiç düşündün mü kar gibi beyaz ruhuma kötümserliği aşıladığını?

Uyanır bundan böyle benliğim sabaha…

Sen büyük adam!

Büyük adam!

Politik savaşların ve aklından büyük isteklerin için,

Sen büyüyecek ve halkına iyi görüneceksin diye,

Kendini tatmin etmek ve ruhuna söz geçirmek için,

Sen açlığın ve gözyaşının dışında refah içresinde,

En önemlisi büyük adam!

Yaşayacaksın diye,

Senin olmayan bir dünyada egonu tatmin için

Ben ölmeli miyim?

Saf düşlerimi bombalamak ne demek

Söyle;

Hiç düşündün mü sen geleceği yok ettiğini?

Ben ölmeli miyim?

Toprağa ölü düşünceler ve ölü tenler armağan ettiğini

… Şimdi biz;

Sustu artık kulağıma söylenen ninniler.

Umudu ve ülkesi düşlerinden çalınmış, hayalleri bedeninin enkazının altında kalmış, annesiz, babasız, coğrafyasız ve kimliksiz çocuklarız…

Kanın, barutun ve silahın sesine kulak veriyorum artık, ben

22


MELİHA KAR

[Çoğalan Hüzünler]

Yine yaşama yenik ırmakların hüznünü Çoğaltarak –durmaksızınAkıtırsın damarlarına zamanın. Görmek aklına bile gelmez Baharlarda eksik olan nedir ey ömrüm! Bilinmedik güzelliklere tutsak, Gürültüsü yitik şehirlerin özlemindesin… Dinle… Seherleri hüzne boğan iniltiler duyacaksın Özgürlük adına; Var olmak adına işlenen kan denizlerinden. Hıçkırıklara bulanırken ak saçlı umutların Sen savaşları yitik Anne yüreğince sıcak Çocukların korkusuz uyanacağı Şafakların düşlerindesin… Ey şair ruhlu benliğim, Üçte bir kendine midir hüzünlerin! Anlamsız savaşlarda Onursuz çıkarlarda Umutları çalınmış çocukların Yaşanmamış baharları olmasa. Oysa Senin için mutluluk nedir ki; Bir kelebeğin özgürce konduğu çiçekten başka…

23


UĞUR IŞIK

[Yağmurun Hikâyesi] Irak savaşı sonrasında, teknolojik kavram dağarcığı gelişmiş kişilerdi hemen her gün ekranda belirenler. Amerika’nın, kadın-çocuk ayrımı yapmadan sivil halkı bombardımana tuttuğunda dahi umutluyduk. Çünkü, beklentilerimiz doğrultusunda ütopik bir toplumda yaşamaya başlamıştık. Hayal gücünün sınırı yoktu. Dillere pelesenk olan bir cümleydi; ‘edenin yanına kâr kalmaz’ tümcesi. Sonsuzluk, o da neydi? Böyle bir derdimiz yoktu. Gördüğümüz rüyadan uyanmamayı temenni ederek bir yenisini ekliyorduk sınırsız belleğimize. Elbet acıların bir gün sonlanacağını düşleyip, içimizdeki umut fidesini capcanlı tutuyorduk. Bağrımızı açmış, avazımız çıktığı kadar haykırıyorduk canlı-cansız her mahlûkata.

Irak, Afganistan, Filistin ve Libya, bu örnekler daha da arttırılabilir savaş sonrası oluşan kaosta bir çocukla empati kurmak için. Ailesi ve kendisi, hatta ülkesi açısından bu onur kırıcı gelişmeler eşiğinde bir çocuğun yerine kendimizi koymak hiçbir zaman onun duygularını tam olarak açıklamaya yetmez. Çünkü derler ki; ‘ateş düştüğü yeri yakar’ diye. Filistin’de bir çocuk olmak oldukça zor iştir. Zihin profilleriniz aynı da olsa orada yaşayan bir çocuğun hissiyatını açıklamada bu yetiniz çoğu zaman yetersiz kalır. Açıklayamaz hiçbir kelime dünyadayken cehennemi yaşayan bir çocuğun dramını. Filistin’de bir çocuk olmak; kırık hayallerin gölgesinde her gün yeni bir umutla yaşamayı öğrenmek demektir. Sebepsiz bir ölümü isteyip de bir türlü elde edememekle aynı şey değildir. Bilakis birbirine tezat apayrı iki konudur.

Umutsuzluk yasaktı. Düşümüzde gördüğümüz silueti yeniden, bir kez daha görebilmek için Tanrıya edilen duaların haddi hesabı yoktu. Yeşil yapraklar arasında yeni filizlenmeye başlayan tomurcuklar biz farkına dahi varmadan tabiatın bize sunduğu en büyük lütuftu. Kısa cümleler kurup çok şey anlatıyorduk. Yüreğinin susturamadığı sese kulak verenler ‘provokatör’ diye yaftalanmaktaydı. Filistin ya da bir başka yerde zulmün bileğini büken yiğitler için inadına özgürlük diyorduk.

Yağmurlu bir gündü Amerikan savaş uçaklarının Irak’ı bombalamaya başladığında. On dokuzdu yaşım ve Amerika’nın, “Irak’a özgürlük getireceğiz!” yalanına inanmaktaydım. Yağmurlu bir gündü uykumdan uyandığımda. Pencereden dışarıya baktığımda koşuşmakta olan insan yığınlarını seyre daldım. Kimi daha fazla ıslanmamak için adımlarını sıklaştırmakta, kimi tarifsiz bir mutluluk duymaktaydı yağmurun bedenini ıslatmasından. Arabaların silecekleri durmaksızın çalışmakta, yol kenarına biriken yağmur sularını sağa-sola saçmaktaydı. Etnik kökende ayrışmanın en şiddetli olduğu dönemdi. Popülizm hastalığının had safhaya ulaştığı bu dönemde, Allah vergisi özelliklerin toplum nezdinde çok da kabul görmediği yıllardı. O küçücük yağmur damlalarının bardaktan boşanırcasına gökyüzünden yere inişi, seyri sefa sözüyle açıklanmayacak kadar göz kamaştırıcıydı. Bu ilahi manzara karşısında akşamları, bir dilek tutmak isteyen çocukların ilk tercihi, yine gökyüzündeki yıldızlardı. Gökyüzünden kayan her yıldızdan sonra bir başkası seçilirdi az önce kaybolan yıldızın yerine.

Bir gün belki hayattan tüm insanların hümanist olmasını diliyorduk. Savaşların olmaması için ateşli silahları icat eden kişilere sövüp sayıyorduk. Kanlı savaşlardan geriye kalan gözü yaşlı çocuklardı bize yeniden “vicdan” kelimesinin anlamını hatırlatan. Babaları öldürülmüş anne ve kız kardeşlerine defalarca tecavüz edilmiş gözü yaşlı çocuklar... Kadın ve çocukların masumiyetine inanıyorduk Ataerkil bir toplumda demokrasi özlemiyle yanıp tutuşuyorduk. Burjuvadan olabildiğince uzak, emekten yana taraftık. Yan bahçeye dikilen gökdelenin güneşimizi çalmasına izin verenler için tepkiliydik. Yıllar yılı sus payı olarak sadaka verenler için haykırıyorduk. Çivisi çıkmış düzeni savunanlaraydı tüm tepkimiz. Bir avuç Avrupalı elit tabakanın demokrasi ambalajı altında bize yutturulmaya başlandığı yıllardı. Daha önce ‘Irak topraklarında kitle imha silahı var’ diyenler; bugün, ‘Libya halkına özgürlük ve demokrasi getireceğiz’

24


demekteler. Anlayacağınız film yine aynı filmdir. Defalarca izleyip adeta zihnimize kazınan bu film, bu kez yeni oyuncu kadrosuyla ekranda belirmekte… Değişen tek şey ise figüranların bu değişimdeki rol paylaşımıdır.

Çok geç de olsa anlamıştım artık, insan haklarını savunan kişi ve derneklerin sadece bir avuç burjuvaya sahip çıktığını. Filistin’de yapılan soykırıma seyirci kalanlar ‘halkların kardeşliğinden’ söz edemez.

On dokuzdu yaşım ve maalesef, Filistin topraklarının parsellenip ve bu parsellenme sonucunda oluşturulan getto’lara müşahitlik ediyordum. Filistin’de yapılan zulme alkış tutanlara haykırıyordum içten içe. Kimi zaman babası İsrail güçlerince alıkonan küçük bir kız çocuğunun haykırışını görüyordum. Kimi zaman İsrail askerlerinin arasında minnacık bir çocuğun, kendine doğrulan silahın varlığından bihaber oluşuna... Ağzımı açıp iki kelime edemeden.

Sophakles’in dediği gibi, ‘yeryüzünde pek çok harika vardır, ama bunların en büyüğü yine de insandır.’ Son söz; Düşümde, yağmurlu bir günde yağmur duasından dönüp bir başka bünyeye entegre oluyordum. Uyandığım da ise; ölüme kafa tutup ‘yaşasın zalimler için cehennem’ nidasını atıyordum ve ben, bana verilenlerle yetinmeyip, savaş çocukları adına; ‘Ey Adalet Nerdesin? Hakkımızı ver de gidelim.’ diyorum.

Beş yaşındaki bir çocuğun potansiyel suçlu gibi, ‘tehdit’ olarak algılandığı bir düzen oluşturulmuştu. Bu düzene çanak tutanlar şimdi hiç utanmadan, sıkılmadan ‘Dünya barışı’ sözünü kullanmaktalar. Kokuşmuş nefesleri ikircikli bir gülümsemeyle şimdiye değin söyledikleri yalanlara bir yenisini ekliyordu.

25


KÂMURAN BAŞDEMİR

[‘Biz’siz Onlar]

Hatırlıyor musunuz, şahıs zamirleri vardır. İlkokulda sürekli karşılaştığımız hatta kimimizin sayı saymadan daha kolay ezberlediğimiz zamirlerdir bunlar.

böyleydi, biz de böyle... Lâkin, gerçekleri gördükçe, bizlerin bencilliğine, onların çaresizliğine şahit oldukça pişman oldum ezberlediğim bu zamirlere… Bizlerin müzikleri, İstanbul'un en gözde mekânlarında yankı yaparken, onların müzikleri yıldırım hızıyla ocaklarına düşen bombalardan geliyordu. Hâlâ da öyle… Onlarında hakkı vardı umut dolu gelecek için. Onlarında hakkı vardı annelerinin kokularını ciğerlerine çekmeye. Onlarında hakkı var babalarının elinden tutup bakkala gitmeye yada annelerinin eteklerine sarılıp pazarda renkli şekerlerden yemeye ama Libya’lı çocukların bu hakkı yok. Alınmış… Kafasına vurup, ekmeğini elinden alınırcasına. Hıçkırıkları duyulmasın diye bedenine bir çimdik atılırcasına. Onlar ‘biz’siz onlar. Dedim ya onlar; geleceksiz, umutsuz, kimsesiz çocuklar. Gençliğinin baharına ''merhaba'' diyemeden bayramlıkları ile son yolculuğuna uğurlanan Dilara'lar, Türkan'lar, Ahmet'ler onlar. Bizlerin bencilliği ile tüm yaşama heveslerini kaybeden çocuklar…

Altı zamiri kim daha hızlı sayarsa o çalışkan olurdu sınıfta. Ben, sen, o, biz, siz, onlar… -Sen şahıs zamirlerini biliyor musun? -Evet. Ben, sen, o, biz, siz, onlar… Bunda bilmeyecek ne var? -Ama sen benim kadar hızlı sayamıyorsun… Sınav öncesi aramızdaki rekabeti böyle artırırdık. Çünkü o zaman çocuktuk. Çünkü o zaman hayattaki yolculuğumuza kendi başımıza besmele çekmemiştik henüz… Ayaklarımızın üzerinde durabilmek için akrep yelkovanı yeteri kadar kovalamamıştı. Zaman geçtikçe o okul sıralarını, mahallelerimizi, parktaki salıncaklarımız, bayramın ilk günü heyecanla çaldığımız o kapıları, bir tur dönebilmek için, haftada bir mahalleye gelen beklediğimiz atlı karıncayı birer birer terk ettik. Aynı denizde, ayrı ayrı yelkenler açtık, farklı yönlerden gelen rüzgâra karşı... Yeri geldi rotamızı kaybettik, yeri geldi limanımıza ulaştık. Peki ya ‘zamirler’? Onların gurup sayıları azaldı. Dört kişi kaldılar. Ben, sen, o, ‘BİZ’SİZ ONLAR!..

Bizlerin yaptığı insanlığa sığmaz aslında. Çünkü; bir çocuğun geleceğini çalmak oyuncağını çalmaya, oynunu bozmaya benzemez. Çünkü o çocuk gençliğine hayalleri ile birlikte ''merhaba'' der. Geleceği çalınan bir çocuk öyle bir zaman gelecek o zamanın çocuklarının geleceğini de kökünden götürecek. Bana böyle yapıldı, ben de böyle yapacağım. Onlar benim annemi, babamı, evimin ocağını, yuvamın sıcağını aldılar, ben de alacağım diyecekler. İşte o zaman onlarda tüm masumiyetlerini , içten samimiyetlerini , yürekten gelen dostluklarını kaybedecekler. Peki ne yapılmalı? Tek şey onların yerine kendimizi yerleştirmeli. Tiyatro salonuna gelmiş gibi ön sıraların birine oturup izlenmeli. ''Onların yerinde biz olsaydık ne yapardık?'' Eğer ki bu soru ile içinizden bir parça kopuyor, gözyaşlarınız sessizce yanaklarınızda yol alıyorsa, hiç bir şey yapamıyorsak bile dua edelim Cenab-ı Hâkka. Şüphesiz onun gücü hakkıyla her şeye yetendir. İç dünyanıza bir hüzün çökmüyor, geceleri hiç uyumadığınız kadar rahat uyuyabiliyorsanız, söyleyin biz de sizin için dua edelim. Edelim ki Rabbim yüreğinize merhamet versin. Dua isteyenlerden değil dua edenlerden olabilmek umuduyla…

Evet ‘biz’siz onlar... Yarınlarını kaybetmiş onlar. Geleceksiz , umutsuz , kimsesiz onlar. Babalarının nereye gittiklerini bilmedikleri gibi ne zaman döneceklerini de bilmeyen hatta hiç dönmemek üzere gittiklerine inanmak istemeyen çaresiz çocuklar onlar. Savaşta babasını, sıcak bir yuvasını kaybetmiş çocuklar onlar... Tüm gelecekleri haince ellerinden alınmış,açlıktan ölen Afrika'lı çocuklar onlar... Onlar böyle çocuklar… ''Peki Kâmuran ‘biz’ zamirine ne oldu?'' Ona da bir haller oldu. Benle kanka oldu. ''Rabbena hep bana.'' der oldu o zamir. Bencilliği benliğine işler oldu şimdiki çocuklar. İnce ince bir dantel gibi... Biz, kış günü bunalıp evimizi havalandırırken, onlar tenekede yaktıkları ateşte ısınmaya çalıştı. Biz, Adidas'tan, Nike'dan başka ayakkabı giymezken, onlar pet şişelerine ip bağlayıp ayakkabı yaptılar… Biz, yemek seçerken, onların babaları zamanında atların arpalarını yemek zorunda kaldılar... Onlar

26


OKTAY ÖZMAN

[Aforizmalar]

Tanrı inanılmazdır. Uykulu zamanlarda rüya, boş zamanlarda hayal, ağır zamanlarda gerçek; işte bütün bir hayat. İnsan tanrıdan çok günahlarına inanır. Düşler oradan gelir; dünya henüz yuvarlak değilken en uzak yer neresiyse… Televizyonsuz bir ev modern zamanın inzivasıdır. Şerefli insanlar mesleklerinin ana-babalarıdır. Fakirlik insana özgüdür. Acı ve umut olmadan gerçek bir hayat düşünülemez. Rüyalar, tanrının biz uyurken saçımıza dokunuşudur. Duygusal kararlar hüsran getirir. Ortada iyi bir sonuç varsa geriye bakıp mantık aramak gerekir.

Karar verirken en mantıklı olanı aramak öylesine sinir bozucu, aşağılayıcı ve acı vericidir ki sonunda bütün bu duygular kararı etkiler. Her akım kendi cehaletini doğurur. Tutkulu insanlar en basit mesele hakkındaki karşılıklı bir konuşmada bile size kararlılık maruziyeti yaşatır. Aptallara aptal olduklarını hissettirmeyin. Çaresiz kalıp duygusallaşırlar. Bu sadece aptal olmalarından daha kötüdür.

27


BEDİA BELKIS BALCILAR

[Darağacı Güncesi]

~tüm körlere ithafımdır~

Belki de ümüğüm -kalleşçe- bir kendirde...

Ah... Kabil'in elinden hınçla fırlayan taş...

Bir çığlık boğazımı dağlıyor anne!

Habil'e isabet etmedin ki sen?

Konuşabilsem; ilencin geçer akçeliği,

İncecik sızan kanın döküldüğü

Hiç bu kadar haklılık kazanır mıydı?

Toprağı, delicesine yarıp geçmedin ki sen!

İntizar, hedefinden şaşmaksızın

Vicdanın saydam tabakasında,

Göklerde mesken tutuyor ki, eyvah!

İrinlerini saça saça...

En vahşi mızraklarını bileyleyenlerin,

Kudurmuş dünya düzeninde,

Sunaklarda akıttığı kana / kesif kokusuna,

Köhnemiş bir barınağın,

Karışırken sevinç çığlıkları...

Mihenk taşı olmadın mı sen?

Beni, tam göğsümden parçalayacak bilirim, Hain uğultuların doymak bilmeyen açlığı/alçaklığı...

Bir darağacı güncesi bu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Sus ve sadece dinle... Ayağa kalkmaya çalışırken, Ömür sahifesinin son mührünü Zifiri bir karanlık, elverişli ölmem için, İşiteceğiz hep birlikte! Şöyle ağır ağır, sakin sakin... Ne olur, tüm insanlığa ağla anne! Arı duru alan kabilindeki vakitlerde, Belki, arınmanın erdem olduğunu, Yaşamak kutlu bir güzellikti oysa. Ruhun en kuytu hazinesi haberdâr eder Hangi labirentlerde ayağımız sürçtü de, Ve... Yüzüstü kapaklandık çelişkiler sathında? İnsan, Bir infilâkın koptuğu yerde, Aslına rücû eder, şeksiz şüphesiz.

28


DURKAYA İPŞİR [Düşer mi Bilmem Gökten Yıldızlar]

Yanar, kavrulur düşlerin alevin gölgesinde. Yakar.

Gece, ayazı vuruyor her nefesinde.

Yok oluşun izleridir, çıkar. Gider. Dönmez bir daha sözlerin, rüzgâr olup uçar gider enginlerde savrulur yüreğin!

Rüzgâr çığırtkanlığını pervasızca dile getiriyor. Ay, gözyaşlarını içine akıtıyor sessizce. Gözlerim, kadehteki şarabın kırıntılarını andırıyor. Nedenini bilmiyorum gözlerimdeki kan çanağının! Belki de bütün gece, ayaz gökyüzünün uyuz nefesini patavatsızca enseme üflemesi neden Bütün gece, gözlerimi kırpmadan, kirpiklerimin etrafını saran buğulu yalnızlığın düşleriyle avundum.

Büyük, göründüğünden. Yalnız, yapayalnız düşleridir. Işığında görür gözlerinden kaçanı, gölgesi takip eder karanlığı... Ay gözü yaşlı bakar, yalnızlığına. Işık saçar bilinçsiz, derûni. Tebessümleri yüzünde saklıdır. Gören bilir ancak, yaşlarla olan yüzleri. Gözleri suskun, sözleri bıçak, düşleri yorgun, kendisi kaçak. Kaçak hayatların fotoğrafıdır sakladığı Sakladığı bir eldir uzanan, uzaklardan sallanan, sallandıkça hayat bulan

Rüzgârın ürkütücü nağmeleri göğü inletirken titrer düşler, düşkünlükler... Parçalanmış düşlerin serzenişleridir duydukların. Duydukların ramaktır, sona biraz daha yaklaşmak... Sallanırken boşlukta bedenler, bedeldir ödediğin geceye...

Düşer mi, bilmem gökten yıldızlar. Gece yarılır mı, Kızıldeniz... Sözler kifayetsiz mi kalır yine... Gözler anlamlı bir söz, bir lakırdı, bir ahenk arar düşlerinde, savrulur.

Karanlıklara hapsolmuş ruhunun solmuş izleridir göremediklerin. Gördüklerin birer nankör, gördüğün sahte oyunlar...

Yanar. Kor olur gölgesi hümayun gecelerde, yanar. Yakar. Istıraplı can çekişmeleridir, yaşar. Her ani aynı an gibi yaşar.

Kalkar. Yürür. Döner. Durur, yellerde savrulur matemin. Gözlerine suskunluk vurduğunda dolar gözlerin, bakar, solar bir başına, çaresiz akşamlar. Gözler yalancı, sözler sahtekar. Sahtekâr müspet düşünceler, hatıralar.

29


GÜLŞEN ÇAĞAN

[Ağıd-ı Yetim]

Ben ki Yaratıldım Kanadım Kanatıldım Anlamadım Anlatmayın

Ve Katil gibi doğdu bu sabah güneş Şeytanın eli uzandı göğüme Kustu yağmurlar Gazzemin güllerinden bir mezar gülümsedi yüzüme Gövdesi kalın bir tank anırdı önce Sonra kesik bir kol düştü kucağıma Annemin miydi bilemedim Bu sabah vahşetin lokmasını soframa bıraktılar Dünya duymadı Onu ben yedim

Üç yaşında bir körpe bedenin Katlini idraktan acizim İzaha yanaşmayın Bana ki Üç dirhem vicdan lazım Üç dirhem yürek Uzandım dünyanın merhamet ellerine Bir kör kuyuda buldum kendimi Mevla Sustum artık Nolur Bana inayetin gerek

Kan ağla Gazze Ağla yılmadan ağla Ağla ki Gözyaşında gusül etsin Kafirin kir bağlamış kalbi

En çok ki biz ağladık bugün yeryüzünde Yazgı bu mu Ey insanlıkta yavan kalmış soysuz insanlık Kanımla paklamaktı niyetim Temizlenmedi bu mel’un karanlık

Mevla Kaldır gölgesini göğümden katilin Sıyır gözlerimden zulüm çarmıhını Ayıbı ki dünyadan ağır o zalimin Hangi cehennem taşır bilmem günahını

30


EBRU BALCI

[Oyun Değil Miydi?] ‘Gitme kal’ var yok dinlemez bir çocuk isteğidir, Gitme aklına getir.* Savunmasızlığın en küçük halidir çocuk olmak. Savunmaya en çok ihtiyaç duyan. Hiçbir savaşta haklı, haksız yoktur onların dünyasında. Savaş iki arkadaşın misket paylaşımından çıkabilecek küçücük bir tartışmadır. ‘Bu sana bu bana’ dediğin anda son bulacak. Çocuk olmak savaşı misket kavgasıyla karıştırmak demektir. Mızıkçılık yapmaktır oyunda. Erken büyümek hatta bazen hep aynı yaşta kalmaktır.

çocukluk bir yanınızın hep geride kalmasına neden olur. İki yandan çeke çeke büyüttükleri bedenlerinizin içerisinde çiçekli eteğiyle ip atlar bir çocuk. Kimse bilmez, kimse görmez. İçinizde durmadan ip atlar. Canınızı acıtana kadar. ‘dur’ diyene kadar. Sesler kesildiğinde kıkırdayarak yerini alır ‘hani annem ağlarken bakıyorduk ya seninle, ben biliyorum neden ağladığını, neden oyun oynamaya göndermediğini’ diye söze başlar. ‘Söyleyeyim mi sana da’ der. Söyleme dersiniz, sakın söyleme.

Sebebini bilmiyorum koca koca insanların yerlerde oturmasının, ayağa hiç kalkmamasının. Sürekli yerde yenen yemeklerin, bayatlamış ekmeği o derece arzulamanın sebebini bilmiyorum. Çıkan seslerle gözleri dolan annemin acısının sebebini bilmiyorum. Babamı o kadar uzun süre göremeyişimin de.

Bilmeyeyim o silahların aslında oyuncak silahlar olmadığını. Su fışkırtmıyor muydu büyükler birbirlerine? Bazen de saklanmaları oyun değil miydi? ‘bakk işte burada diye parmak uçlarımla göstersem sobe demeyecekler miydi?’ Oyun değil miydi yıkıntılar arasından topladığımız eşyalar?

Bilmek istediğim tek şey yere alçı parçalarıyla çizdiğimiz çizgilerden seke seke oynadığımız oyunlardan mahrum bırakılışımız, kömürlüklere korka korka saklanarak oynadığımız saklambaç oyunundan koparılışımız.

Ne zaman bir çocuk gülse içimde çok uzak bir yer acıyor. Koşup sımsıkı sarmak her şeyden, herkesten uzak bir yere götürüp ‘bak işte burada gül rahat rahat’ demek geçiyor. Burada gül ki gülüşü yarım kalanlara da ulaşsın sesin, beni de ortak et gülüşüne, tamamlanayım diyorum.

Boyum belki pencereden görünmeye yetmeyecek diye ne zaman koşsam annemin çığlıyla dönüyorum odanın duvarla örülmüş köşesine. Köşeleri, duvarları sevmeyişim belki bundan. Ne zaman bir duvar ‘V’ yapıp birleşse bir yerde arasında sıkışıp her yanımın acıması, karanlığa gözlerimi yumamayışım bundan.

Birileri her gün dünyanın başka başka köşesinde hep aynı bakan çocuklara kıyıyor. Oysa sevmeye kıyamadıklarımız değiller miydi onlar? Ateşlendikleri gecelerde başını beklediğimiz, öksürse ciğerlerimizi acıtanlar değiller miydi onlar? Aklı ermiyor onların neden öldürüldüklerine, tıpkı sizin onlara neden kıydığınıza yüreğinizin ermediği gibİ.

Hızla büyürsünüz bazen. Büyümenin içerisine çekilirsiniz. Büyürseniz daha az yaralanacaksınız sanarlar. Oysa ıskalanmış bir

31


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.