HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 5. SAYI

Page 1

Hayal Bilgisi Kültür Sanat Ve Edebiyat Dergisi Yıl: 1 Sayı: 5 1 Eylül 2011 Yayın Yönetmeni Cihat Albayrak

Öykü Editörleri Müzeyyen Çelik Esra Dülger

Şiir Editörleri Mehdi Akan Gülşen Çağan

Deneme Editörü Ayşe Ünsal

Kapak Tasarım Levent Albayrak

Fotoğraflar Neslihan Öncel Murat Emine Köseoğlu

Web Durkaya İpşir

Baskı & Dizgi Form Ofset (03124174750)

Yayın Türü Yerel / Süreli

İletişim editor@hayalbilgisi.org facebook.com/hayalbilgisi www.hayalbilgisi.org İki ayda bir yayınlanır. Dergimizde yayınlanan yazılardan, yazarları sorumludur. Dergimize yazılarınızı göndermek için iletişim adresimize e-mail atabilirsiniz.


İlk Söz Değerli Hayal Bilgisi Okurları, Bir bayram sabahına, derginin yeni sayısının heyecanı ile başlamak bizim için büyük bir mutluluk. Tüm okurlarımızın Ramazan Bayramını bu vesile ile kutluyoruz. Hayal Bilgisi, 5. sayısı ile bir dizi değişikliğe uğradı. Bunlardan en önemlisi, sayfa sayısının 32’den 72’ye çıkmış olması. Böylelikle, iki aylık bir süre için okurlarımıza daha fazla eser ulaştırmış olduk. Yazı ve görselleriyle dergiye katkıda bulunan dostlarımızın sayısı bir hayli arttı. Bunun yanısıra, görsel olarak dergiyi daha iyi bir noktaya taşıdığımıza inanıyoruz. Fotoğraflarıyla Hayal Bilgisi’ni güzelleştiren Neslihan Öncel Murat’a ve Emine Köseoğlu’na teşekkür ediyoruz. Derginin editör ekibinin yayına hazırladığı birçok sayfa, bu sayıdan itibaren tüm sayılarımızda yer alacak. Bunlardan biri, Mevzuubahis sayfası… Bu sayfada, her ay, sosyal paylaşım sitelerindeki takipçilerimize yönelttiğimiz bir soruya internet üzerinden almış olduğumuz cevaplardan oluşturduğumuz seçkiyi yayınlıyoruz. Bu sayıdaki sorumuz, Facebook’un edebiyat üzerindeki etkisi idi… Mesut Gül’ün konu ile ilgili kısa hikayesini okumanızı da ayrıca tavsiye ediyoruz. Bir portre, okunulası kitaplar, izlenesi programlar, takip edilesi siteler, Hayal Bilgisi okuma listesi, edebiyat sözlüğü editör ekibimizinhazırladığı sayfalardan birkaçı... Şiir çevirileri ile uzun süredir dergimizde yer alan Nihan Işıker, bu sayımızda bambaşka bir güzellik yaparak, okurlarımıza bir şiir bahçesi sundu. Üç şairin üç şiirini çevirerek safalarımıza taşıyan Işıker’e teşekkür ediyor ve bu şiirleri okumanızı da tavsiye ediyoruz. 5. sayısı ile yoluna devam eden Hayal Bilgisi, artık edebiyat okurunun kitaplığında yerini alan bir dergi oldu. Bizi destekleyen herkese ve tüm okurlarımıza teşekkür ediyoruz. İyi okumalar. 5. Sayısında Hayal Bilgisi’nin okuruyla buluşturduğu isimler şöyle: Arzu Eşbah / İnci Erkan Taş / Esra Pak / Cihat Albayrak / Müzeyyen Çelik / Ayşe Ünsal / Hakan Bilge / Şakir Taş / Gelecek sayıda buluşmak üzere… [Cihat Albayrak] Yayın Yönetmeni


[İçindekiler] ∞ Arzu Eşbah –∞ ∞ –(Çeviri: Nihan Işıker) ∞ ∞ Ali Berkay Bircan –∞ ∞–∞ ∞ İnci Erkan Taş –∞ ∞ –∞ ∞ –∞ ∞ –∞ ∞ Esra Pak –∞ ∞ Cihat Albayrak –∞ ∞ Müzeyyen Çelik –∞ ∞ Ayşe Ünsal –∞ ∞ Hakan Bilge –∞ ∞ Şakir Taş –∞ ∞ –∞ ∞ Nezihe Altuğ –∞


ARZU EŞBAH

Dilteng’ten Sonra Karalamalar Onuncu Tablet / Gaia’nın Tanrı Asativatas’a Sustuğu Sahneler l.sahne sözün çoğuluydum sus dedin sustum şimdi bütün kıyılar ya mum sancısı ya uçurum ya da ben bir boşluğum ve kendi gölgemde boğuldum. sır oldum da aynada yakınıyorum yaslanıyorum usulca muammaya sana gelen adımlarımı topluyorum sığamıyorum kâinatın mânâsına o sahipsiz kimsesizlik bu keşkelik hikâye işte gece gibi uzuyorum uzuyor sessizlik geceyle birlikte meselin bittiği yerde sana birikiyorum tutunuyorum bir de kuramadığım cümleye ne çoktum oysa bendeyken sen ellerim ne çoktu ne çoktu söz henüz söylenmeyen sen giderken içimden kuşlar da göçtü nasıl da üşüdü saklandığım sırlı öykü azat edildi sağ elim kelimelerden uzak iklimlerden payıma suzinak düştü içtim hüzne peşkeş çekilen şarabı asmayı mesken tutan yalnızlığı seçtim dahası lâl kalemi inleten şu kemanı. sahrayı ve sırrı ve adımı bildim kıldan köprüleri eksilerek geçtim saydım bütün kırıklarımı en çok aşk’ı sevdim ll.sahne sen gittin ya benden;ben yine de senden gidemedim ve en işlek caddesinde gözlerimin intihara meylettim


EDİ MATI Çeviren: Mehmet Işıker

Mura Akıp Giden Sohbet Her sabah Mura'nın kenarında yürürüm.

indiren

Yürümüş olmak için değil, Mura için... Daha

oluşturduğunu görürsünüz. Aşağıda bir şehir

ilk karşılaştığımız anda Lenkai Caddesi'nin

planlayıcısının yapmış olduğu Demir Ada'nın

kenarında

beni.

altında çağıltıyla birlikte coşar. Sanki günün

Bakışlarımla kesiyorum onu ama o geniş bir

birinde burasının bir şehir olacağını biliyormuş

film şeridi gibi hareketsiz bir resmin altından

gibi ve insanların canı sıkılmasın diye.

ters

yöne

akışıyla

akıp

heyecanlandırdı

gidiyor.

Film

şeridinin

gözlerinizin önünden, o tekerleğin içerisinden ve mıknatısın hemen yanından nasıl geçtiğini bilirsiniz. Bilmiyor musunuz? Her neyse, önemli değil. Şerit kahverengi, Mura ise yeşil gri

karışımı

karşılaşmamızdan

bir bu

renge yana,

sahip. her

İlk sabah

haşarı

bir

çocuk

gibi

uğultu

Büyük taş bloklar nehrin her iki tarafında sıralanmıştır. Bu benim tanıdığım Grazlılardan çok zaman önceleri, bazı eski mimarlar Mura yerinin neresi olduğunu bilsin diye bunları yerleştirmişler. Kim bilir belki de insanlar yerlerinin neresi olduğunu bilsinler diyedir.

adımlarımla kuzeye doğru akıntının tersine ve

Sabahı tercih ediyorum çünkü

güneye doğru akıntı yönünde takip ediyorum

Lendkai caddesi henüz asabi otomobiller ve

onu. Kaynağından gelen o ilk damlalar, sadece

çalışkan kamyonların sesleriyle uğuldamıyor.

Graz'a kadar iki yüz kilometrenin üzerinde

Sadece köpeğiyle veya köpeksiz koşan birileri.

yüzmüşler ve en azından bir buçuk kilometre

Genel olarak onlar gürültü de yapmıyorlar.

de alçalmışlardır. Sonrası daha kolay. Denize

Onların varlığında nehire kulak kabartılabilir.

ulaşıncaya kadar bin beş yüz kilometre daha

Çıkışına doğru adımladığım köprünün hemen

geçmeleri gerekiyor -fakat artık daha yumuşak

yanında,

alçalacak – neredeyse yarım kilometre bile

boğuşurken

değil. Daha iyi düşündüğüm zaman böylesine

denizimin dalgaları da tıpkı bu sesi çıkarır. İşte

bir soğukta hiç de imrenmiyorum onlara.

tam bu sesle ve bu dalgalarla bir yükselip bir

Kalvarienbrücke Köprüsü'nden Mura merkeze doğru soğuk ve karanlık akar. Tonlarca suyu yeknesak bir şekilde ve çok fazla gürültü yapmadan önünde sürükler. Arkanıza dönüp baktığınız zaman sadece bir kenardaki yaramaz bir akıntının dükkândaki lolipopları cebine

Mura

su

yüksek

altı sesle

bu saatlerde

tepecikleriyle inler.

Benim

alçalarak gelir; öyle şaşılacak bir şeydir ki bu, ses hiç değişmediği hâlde monotonluk taşımaz. Nehir sakinleşir, ben de adımlarımın ritmini yavaşlatırım

ki

onu

süzülmekte

şekerlemesinden uyandırmayayım.

olan


Ağaç gövdeleri ve sazlar, su ve yürüyüş yolu

sırlarını paylaşıyorlar birbirleriyle. Nehrin

arasında sıkışıyor. En azından bu bitkilerin

yukarı tarafında Gratkom, Übelbach veya

sadece birisinin adını bilseydim kendimi doğa

Zeltweg'de meydana gelen ilginç olayları

bilimci

onlara fısıldaması gerekir, bu arada onlardan

addedebilirdim.

Hayır,

onların

isimlerini bilmiyorum ama renklerin tonlarını

ileride

sayabilirim. Sarının otuz yedi, yeşilin on sekiz

aktaracağı Graz’a ait yeni dedikoduları dinler.

ve kırmızının ise üç farklı tonu mevcut. Mavi istisna

olmak

üzere

bütün

bir

boşluğu

kaplıyorlar. Bu renklerin hünerli yaratıcısı hiç şüphesiz mavi gökyüzünün karşısına diğer bütün bu renkleri yerleştirirken etrafımızdaki dengeyi de düşündü. Bundan dolayı O’na teşekkürler.

Bisrica

ve

Ferketinec’dekilere

Derler ki eğer parmağını denize batırırsan bütün dünyayla bağlantı kurmuş olursun. Bana göre aynı mantıkla parmağını havada tutarsan da bütün dünyayla bağlantı kurmuş olursun. Ama

ben

artık

parmağımı

hiçbir

yere

sokmuyorum. Hayır, hayır... Biraz daha alçak gönüllü olabilir ve bütün dünya yerine, sadece

Yapraklar bu günlerde sıra dışı bir dökülme

nehrin aşağılarında bulunan birkaç insanı veya

sergilemekte... Ahşap bir korkuluğa yaslanarak

muhtemelen

onların suya

yarış

kıyılarında bulunan birini selamlayabilirim

içerisinde olduğunu gözlemliyorum. Çürüyene

ben. En ideal olanı, örneğin Sulina'daki

kadar ve kendilerini nereye götüreceğini

herhangi bir liman işçisini selamlayabilirim.

önemsemeden, durmayan ve kaçmakta olan bir

Romanya'da bir yer burası. Sulina'da asla

trene düzensiz bir şekilde atlar gibi… Hiçbir

bulunmadım ve sizden birilerinin de orada

tarafa doğru acelesi olmayanların içinde en

bulunduğuna ihtimal vermiyorum ama haritada

sakin olanlar; bir tetris oyunundaki gibi

Tuna'nın mavi çizgisini parmağınızla takip

renklerine, şekillerine ve konumlarına göre

ederseniz sonunda oraya ulaşırsınız.

yerde

doğru sabırsızca

diziliyorlar.

Oyunun

bir

bir

sonraki

seviyesine gelinceye kadar sonraki haftalarda üzerinde gezecek olduğumuz yumuşak bir halı…

orada

Karadeniz'in

uzak

Moleskin'den bir yaprak koparıyorum ve yazmaya başlıyorum. Sayfanın hemen başına bir rica: ''Turna balıkları, yayın balıkları, levrekler ve adını sayamadığım balıkların

İsmini bilmediğim ağaçlar; bir babanın elleri

tümü lütfen bu yaprağı yemesinler (besin

gibi sert ve güçlü veya bir anneninki gibi ince

değeri olmayan içeriği belitiyor ve sebep

ve yumuşak dallarını meraklı bir şekilde suya

gösteriyorum); daha sonra bütün girdaplar,

doğru

sesini

sert akıntılar onu karanlık derinliklerinin

duyabilmek için nehre doğru eğiliyorlar. Belki

içinde yutmasınlar; en sonunda onu rahat

de

bıraksınlar diye ağaçlara, sivri kayalara,

salıveriyorlar.

onlar,

skandallarını

ona

Mura’nın

şehrin

fısıldıyorlar.

entrikalarını Bizim

ve fena

cahilliğimize gülerek anlaşılmaz bir dilde

bentlere ediyorum.

ve

diğer

(Ne

diye

bütün

engellere

rica

durdursunlarki

onu


planlanmış olan bu yolculuğunda, zaten daha

Bununla sadece Hırvatistan'da veya Çin'de

bu kâğıtçık çok çetin ülke sınırlarından

karşılaşabilir ama o bu istikamette gitmiyor.

geçecek.)''

İleride Pitomač'a doğru yolunu bulmaya

Daha başka yazılanların hepsini

size burada söylemeyeceğim.

çalışırken oluşan sapmalardan başı dönmeye

Evet şimdi... Yaprağımın nasıl da sabırsızca nehir boyunca güneye doğru hareket ettiğini düşünüyorum. Taşlıkların arasından nehirle birlikte mücadele ediyor ve Mura'nın Šentilja üzerinden Maribor'a doğru yönünü belirlemek veya sınıra doğru biraz daha avarelik etmek arasında tereddüte düştüğü yer olan Spielfeld

başlar. Drava şimdi, yine Macaristan'dan Hırvatistan'a

hangi

yolu

takip

edeceğini

bilemiyor. Orada, aniden Aljmaš'ta Tuna'nın Drava'yı bir çöpün ucundaki su damlacığı gibi yuttuğunu daha uzaklardayken görebileceği Osijek'e doğru döndüğü zaman birkaç Macarca kelime de öğrenmiştir.

önlerine ulaşmayı başarıyor. Slovenya'ya giriş

Bir sağına, bir soluna ve korkunç pervaneleri

için en iyi yer olan Radenska suyunun

olan aşırı yüklü şileplere bakarak Tuna'ya

doğduğu evin yanını seçiyor. O ünlü üç kalpli

dikkatlice sokulur. (Yaprakçıkta pervanelerle

ambleminden

ilgili

dolayı

yaprağımın

buradan

bir

rica

yazmıyor,

kahretsin,

geçmesine üzülmüyorum. Daha Hırvatistan'a

unutmuşum!) Vuka'yı yalamak ve geçerken

girer girmez zorluklar başlıyor. Mura ne

güzel bir kıza göz kırpabilmek için kudretli

yaptığını bilmez bir şekilde bir aşağı bir yukarı

suyun kendisini güneye doğru salıvermesini

kıvrılarak sanki

beklerken çabucak cesaretini toplar ve alaylı

hem Macaristan'a

kadar

gitmek istiyormuş hem de istemiyormuş gibi

bir şekilde sırtüstü uzanır.

yol alıyor. Yaprakçık, uyumakta olan yayın

Karadeniz’e kadar, gerisi zaten boş şeyler…’’

balıklarının bıyıkları kendisini gıdıkladığında

der bir şarkı, işte böyle benim yaprakçığım da

sıçrıyor ve

sağ tarafından kocaman Drava

mutlu bir şekilde Novi Sadlılara, Belgratlılara

Nehri'nin nasıl sessizce yaklaştığına bakıyor.

ve daha sonra Smederevo ve Palanka’dakilere

Birden

el sallar.

karşılaşıyorlar

ve

Amazonlara

benzeyen devasa bir kavşakta birleşiyorlar. İşte burada üzülüyorum. Mura'yı aniden Drava olarak adlandırmalarına

üzülüyorum... Ne

olmuş yani o biraz daha büyük ve genişse! Karım

da

benden

birlikteliğimizde

daha beni

''genişti'' onun

ama adıyla

çağırmadılar.

‘‘Tuna’dan

Her şey Đerdap kanyonunu gördüğü vakit nutku tutuluncaya kadar… Oh Tanrım! Eğer burayı da aşabilirse belki Mars’a kadar bile gidebilir. Üzerinde mesaj taşıyan yaprakçıkları koruyan azizin adı nedir? Kimse bilmiyor mu? Ayvayı yedi! Belki de henüz değil. Burada Graz'dan

onun

iki

haftalık

yolculuğunu

Drava'da yaprakçık kısa süre dinlenir ve

düşüncelerimde takip ederken her şey mümkün

soluklanır, bununla birlikte

görünüyor, belki de bir şekilde o tehlikeli

Čingi Lingi

ismindeki köye bakarak da tatlı tatlı gülümser.

setleri

ve

barajları

geçebilir

-yüksek


kayalıkların arasından sürünerek- kimseler ona

bunun da ötesinde Tuna, Drava ve Mura

bakmıyorken Romanya tarafına sızabilir.

üzerinden akıntının tersine Graz'a bir cevabın

Romanya'da da işi çok kolay değil. Bir yandan

ulaşabileceğini kim umut edebilirdi ki!

her şey garip bir dilde yazılmıştır diğer yandan

Emil Băsescu, iki nolu liman iskelesinin

o çılgın Çavuşesku'nun inşa ettirmiş olduğu,

altında kâğıda uzun uzun baktı. Tulumunun

milyonlarca küçük köyü birbirine bağlayan ve

paçaları katlı ve alnının üzerine iyice çekilmiş

milyonlarca

kesişen,

şapkasıyla sabahtan bu yana ambarın önündeki

milyonlarca küçük sokak. Bütün bunlar insanın

çamurlu suya oltasını atmış ve daha hiçbir şey

aklını

benim

yakalayamamış ve şimdi önünde sıradan bir

yaprakçığım bütün bunları umursamazcasına

kâğıt durmuş. Her şeyi anlamış gibi kulağının

uykuya dalar ve bir köylüden Tuna'nın

arkasına yerleştirmiş olduğu kısa, yağlı kalemi

Transilvanya'dan

duyunca

eline aldı ve arkasına karışık bir el yazısı ile:

-çünkü

''Aici e însorit.'' yazdı. Bu muhtemelen onun

küçük

karıştırıyor.

tamamen

rahat

noktada Bu

yüzden

geçmediğini bir

nefes

alır

Transilvanya canavarlarının ve vampirlerinin

dilinde

saldığı korkuyu kim yaşamak isterdi ki- ve

rüzgârlı, sıkıcı, delice, kasvetli, kıtlık içinde bir

Tuna Deltası'nın onu yavaşça kendine doğru

yer

çekmesine izin verir.

geliyordur… Bir tek kelime bile Rumence

Küçük

siyah

yaprağın

alt

Moleskin'den kısmında

kopardığım

şunlar

yazmakta:

''Sulina'daki değerli arkadaş, benim adım Edi. Aslında Splitliyim ama şu anda

Graz'da

Kulturvermittlung

misafiri

olarak

Steiermark'ın

bulunmaktayım.

Burada

yağmur

yağıyor. Sizin oralarda havalar nasıl?'' Böylesine

bir

yolculuğa

böylesine

aptalca

bir

bu

veya

güneşli sıradışı

veya olduğu

yağmurlu, anlamına

anlamıyorum. Dikkatli bir şekilde onu iskelenin diğer tarafına, Karadeniz'in başladığı yere salıverir. Ya ben? Ben biliyorum ki Split'te limanın önünden

dalgalara

bakacağım ve

cevabı

bekleyeceğim. Sulina'da yağmur yağıyor mu, Tuna deltasındaki balıklar hangi büyüklükte,

yaprakçığı

soruyla

orasının

rüzgârlar ne taraftan esiyor öğreneyim ve

nasıl

elbette yazmaya devam edeyim. Ya siz!

gönderebildiğimi düşünmekte haklısınız. Ama

Elbette siz de serbestçe katılabilirsiniz. Sohbet

kim uzak Karadeniz'e kadar ulaşabileceğini ve

(chat) herkese açık…………………………….


İNCİ ERKAN TAŞ

Boşluk

Gözlerine İlişmiş imbat, Düşlerime serpilen Gülüşünü savurmuş O uzak limana. Ellerin Karadeniz, Dokununca rüzgarın Paramparça sevda denizi. Kıyıya vuran dalgalar Siliyor, Bıraktığım tortuları Yanağımdaki kırmızılığı. Ben hala, Altıyol'da şiirle Okşuyorum saçlarını. Özür dilerim sevgilim Bir boşluğu Bu kadar sürede Dolduracak kadar Usta değilim! Kadıköy benim Hatıra defterim...


ESRA PAK

İstavrit Ve o doğdu yüreğinden öteye, Bütün aşk ezberlerinden Günleri sayıkladım uykumda Ansızın bir sokak yitirdik biz O gece lambası altında son intihar da... Tesadüf bu olmalı Aynı uçakta giden iki zenciyiz Biz aşka Kimse göremez birbirini bu karanlık boşlukta. Tek isteğim bir film şeridi gibi geçmek ömründen Amatör bir balıkçının teknesinde şans eseri tutulmuş İki mevsimsiz istavritiz seninle. İki ayrı tren rayıyız o tren yolunun Sevgili bunları düşünme, Sen dudaklarım kanarken öptüğüm Mumu üfledin son nefesinde. Kanadı, karanlık kanatları gecenin Ve ben o gece kötü yola düşen bir yıldızdan Seni diledim.


CİHAT ALBAYRAK

Şeffaflaşma ve Bir Refleks Olarak Nefret Duygusu Hayat, insanı kendi benliği, göğüs kafesi içerisinde hapseder. En büyük aşklar, neşeler, mutluluk iftarları, umutlar, kin ve nefret akıntıları, yani henüz yaşanmamış olan 'en' uç noktadaki ideal yaşamımız, duygularımız, bizzat 'kendimiz' tarafından, hayatın bir esprisi olarak yüreğimize kapar kendilerini... Dillendirilmesi gereken an'ları olduğuna inanırız hayatın bize dair ve bizden başkaca kimi zaman. Adına 'gerçek' dediğimiz şey, yani 'sır'laşmış olan şey, bir aynaya vakfetmiştir kendini. Ve bu yüzden biz gerçeğe bakar, gerçeğe niyetlenir, gerçeğe tabi oluruz ama tek görebildiğimiz bedenimizdir. Bütün bir hayatımızı ıssız bir adada geçirecek olsak, daha fazla konuşurduk sanırım. Daha kolay olurdu topraktan üremiş camdan perdeyi kaldırıp, sır'ra vakıf olmak.

Ama biz toplumlar meydana getiriyoruz ışık hızıyla ve aynı kararlılıkla ardına gizliyoruz hayatı; hayatı, hayatla kamufle ediyoruz. Bireysel kıyametlerimizi yaşıyoruz aslında. Yani, bazı sözcüklere nefret besler hale gelmek, kıyamet alametlerimiz oluyor her birimizin; 'aslında', 'keşke', 'oysa'... Ne kadar çok 'keşke' etiketi yapıştırıyorsak davranışlarımıza, zaman o kadar kötüce sırıtıyor alınlarımızdaki çizgilerde... Zaman, pişmanlıklarımızı fark ettikçe kısalıyor sanki.


En büyük pişmanlığımızı, kendimizi kandırdığımız zaman yaşıyoruz. Hayat kendine karşı dürüst olabilme sanatı belki de... Ancak bu vesileyle vicdan, sesine kavuşabiliyor çünkü. Ve ancak o zaman, fazlalıkları dökülüyor aynaların; bedenlerimizi değil, kıyametlerimizi değil, gerçek'leri görebiliyoruz... Kendinden kaçmak için toplumsallaştıkça insan, vicdanının sesini yitiriyor. Ve farkındalıktan öte bir mekanizma halini alıyor bilinçler. Basit nedenlerle, basit sağlamalar yapılarak, bütün eylemlere haklılık payı katılabilir hale geliyor. Savaşlar, nefsi müdafaa oluyor misal; yalanlar, daha büyük kötülükleri önlemek için. Bünyesinde ölüm taşıyan hiçbir eylemin haklı tarafı olamaz oysa. Öznesi ve nesnesi insan olan hiçbir ölüm, doğal yollarla gerçekleşmemiştir yani. Toplumlar bilgi ve ahlak birikimlerini yeni doğanlara aktardıkça, sorgulama çapı küçülüyor insanın. Neden sevdiğimizi, nefret ettiğimizi, neden çabaladığımızı, fedakârlıklarımızın niçin olduğunu bilmeden, koşar adım dâhil oluyoruz hepsine. Televizyon karşısındayken, gazete okuyorken, birileriyle siyaset hakkında tartışıyorken, ter döküyorken, ağlıyorken, âşıkken sırılsıklam, büyük yalanlar katıyoruz kişisel tarihlerimize. Bir tek çocuk gözyaşı döküyorsa herhangi bir anda, herhangi bir coğrafyada, hayat devam etmemelidir kendi halinde. Şöyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar: 'Tek kişinin dahi acı çektiği yerde bütün insanlara söylenecek kadar söz vardır.’ Habersiz tek bir insan bile kalmamalıdır yaşananlardan. Yanlışlar

karşısında, bütün insanlık aynı dili konuşabilmelidir yani. Gözyaşını tercüme etmek gerekmemelidir ötekileşme çabalarına... Oysa biz, susuyoruz. Sustukça unutuyoruz. Hafızamızdan siliniyor 'iyilik'ler, biz görmezden geldikçe onları. Anlayamıyorum çoğu zaman hiçbir şeyi. Anlama’yı da yaratan bir Allah var biliyorum. Ve neden anlamamız gerektiğini dahi bilemeden yürüyorum. Birbirinden bağımsız gibi görünen ama alakasız ilişkilerle birbirlerini var eden insanların çabalarını izliyorum. Tüm giysilerinden sıyırıyorum onları. Hayatı, bütün fazlalıklarından ayırıyorum. Araçlarında değil artık insanlar, yerden bir metre yukarıda ilerliyor herkes farklı yönlere doğru. Bir düşünün; apartmanlar yok. Boşlukta asılı kalan ve hiçbir şeye dokunmadan gündelik işlerine devam eden milyarlarca insandan birkaç binini bir süreliğine gözlemlediğinizi hayal edin benim gibi. Son nefesini vermek üzere olan bir hasta, yerden metrelerce yukarıda… Bir hırsızın saniyeler içerisinde defalarca yinelenen tereddüdü… Hemen yan tarafınızda, muhtemelen bir duvarın ardında gerçekleşen kavganın gözlerinize yansıması… Aynı anda, durduğunuz noktada, birkaç bini insanın neler yapıyor olduğu, oksijenin hangi amaçlarla tüketildiği sizi de alakadar etmeli. Hangi günlüklerde neler yazılı; hangi gizli anlaşmalarda ne… İçinde bulunduğu an’ı kendisinden bile saklamaya çalışan insanların, hiç de göründüğü gibi olmayan hayatlarının sizi rahatsız etmiyor oluşunun tek bir açıklaması olabilir: Siz de onlardan birisinizdir! Yazı, bu noktada, insanın kendisiyle hesaplaşmasının bir yoludur. Bu yüzden edebiyat hesap sormamalıdır hiç kimseye, yazarından başka. Bu yüzden, her birey kendi edebiyatını gerçekleştirmelidir ömrü boyunca.


MÜZEYYEN ÇELİK

Resim Defteri -

Boş resim kâğıdınız var mı? Boş resim kâğıdın var mı Rıdvan?

Bütün sınıfı böyle dolaştı Zehra. Resim dosyasını açtı, tekrar tekrar baktı. Boş kâğıt yoktu. Hatta yapmış olduğu diğer resimlerin arkasını da diğer resim derslerinde kullanmıştı. Dosya arıyordu teneffüsten beri ama kimse vermemişti. Parası da yoktu. Ders başlamasına rağmen hala bulamamıştı kâğıdı. Borç isteyemezdi ki. Öğretmen derse girdiğinde bunu dosyası olmadan görecek diye de ödü kopuyordu. -

Kızım, sen neden yerine oturup başlamıyorsun? Resim kâğıdım yok da hocam! Neden derse hazırlıklı gelmedin şimdi mi aklına geldi. Dosyamda var sanıyordum hocam. Özür dilerim. Derse gelmeden bari alsaydın. Unuttum hocam.

Zehra cebinde bir kuruşu bile olmadığını öğretmene söyleyemedi. Sabah annesinden sadece bir simit alacak para almıştı. Onu da öğle arasında harcamıştı. Öğretmen sınıfa arkadaşınıza bir dosya verin dedi. Önce kimse oralı olmadı. Sonra Mukadder sıranın altından resim dosyasını çıkardı. Bir tomar kâğıt vardı dosyada. İçinden bir taneyi aldı. Dosyayı eliyle tutup havaya kaldırdı. Zehra çekingen adımlarla ürkek ürkek yerinden kalktı dosyayı almaya gitti. Az önce istediğinde vermemişti oysa.


Dosyayı sıraya koydu. O tertemiz bembeyaz kâğıttan başka bir âleme geçiş yaptığını hayal etti. Sırasından kalkıp Mukadder’in sırasına gidene kadar düşündüğü onca şey ne kadar canını acıtsa da bu geçişin mutluluğu o yaşanmışlıkları bastırıyordu. Babası onlara hiç toplu dosya kâğıdı almamıştı. Arkadaşlarının hem kendi odaları hem dolapları hem de dolaplarında tomar tomar dosya kâğıtları olurdu. Çizgili dosya, çizgisiz dosya, resim dosyası… İstedikleri zaman istedikleri kadarını kullanırlardı. Yazılı olacakları zaman babası ona 10 kuruş verirdi o da bakkaldan sadece iki tane çizgili dosya kâğıdı alır birini yazılıda kullandıysa

diğerini hazine saklar gibi saklardı. Resim dosyası pahalıydı bi de. Korkardı söylemeye babasına. Bayramda bir kere beş tane birden almıştı annesinden gizli ayırdığı parayla. Banka hesabında milyonları varmış gibi güvende hissetmişti kendini ya. O da bitti işte. Evde canı istediği zaman resim yapamamak ağır geliyordu en çok ona. Eski defterlerine yapardı zaman zaman ama onlarla güzel olmuyordu ki. Kareliydi onlar inceydi hem. İlkokulda resim defteri oluyordu. Ona da almışlardı ama yine onunki arkadaşlarınınkinden farklıydı. Daha inceydi mesela sayfaları. Pastel boyaları da kötü olduğundan boya kâğıda sıvanıp kalıyordu. Üstelik arka sayfaya da geçiyordu üstelik de çabuk yırtılıyordu defter. Renkler de birbirine karışıyordu. Bütün bunlara rağmen sınıf panosuna defalarca astırmayı başarmıştı resimlerini. Boyaları o kadar kalitesizdi ki resimler daha panodayken boyalar sıyrılıp dökülmüştü de resimleri bir siluet halinde kalmıştı. Beyaz dosyaya masada duran vazoyu kara kalemle çizeceklerdi. Öğretmen de aralarda gezinip çalışmaları kontrol edecekti. Bu işte asıl maharet gölgeleri, tonları iyi ayarlamaktı. Zehra 2b kalemine baktı. O da epey küçülmüştü ama. Bu tonlamalar için yeteceğini hiç sanmıyordu ama bu başlamasına engel değildi. Vazonun çerçevesini çizdi. Eli buna çok yatkındı. Kâğıdı kirletmemek için de dikkatli davranıyordu. Başka kâğıdı ve kantinden dosya alacak parası da olmadığı için daha fazla özen gösteriyordu. Sayfayı kirletmemek için elinin temiz bir defter sayfası koymuştu. Bir seferinde kara kalem çalışırken

öylesine heyecanlanmıştı ki kalem eline bulaşmış sonra da kâğıdı kirletmişti. Resim bitip de durumu fark ettiğinde gözlerine inanamamıştı. Silgiyle silmeyi denese de alacalı alacalı olmuş. Zehra bu duruma çok üzülmüştü. Bu sefer o riske girmedi. Daha dikkatliydi. Sınıftan, okuldan, evden o şehirden kopmuştu artık. Vazonun şeklini çizdi bitirdi. Şimdi vazo önünde bir kule gibi dikiliyordu. Büyümüş, büyümüştü. Zehra vazonun dibine dikilmiş, başını yukarı kaldırmıştı. Bulutlar vazonun ağzına inmişti. Martılar uçuşuyordu. Ayaklarına da serin serin dalgalar vuruyordu. Ayağı kuma gömüldükçe kum ısınıyor ve bu ona ayrı bir keyif veriyordu. Artık yukarı doğru tırmanmanın zamanı gelmişti. Tenini okşayan bu ılık denizden ne kadar ayrılmak istemese de yukarılara doğru gitmek zorundaydı. Bu koskoca vazo boyanacaktı daha. Hedefi bulutları aslında onlara doğru yürümeliydi. İlk adımını attı ayağını sudan ve kumdan çıkardı. Şimdi vazonun ayağındaki kaviste dikiliyordu. Yukarı çıkarken elleriyle vazoyu okşuyor vazo desen desen boyanıyor elleriyle. Çiçekler açıyor ellerini vurduğu her yerde. Vazonun üstlerine tırmanırken bir yandan da hangi renge boyasam diye düşünüyordu. Mor evet mor olsun bu taraf. Çenekleri sarı olsun. Menekşe gibi ama yaprakları daha büyük olmalı. Burası pembe. Pembeyi çok severdi Zehra. Bir şey alacak olsa kendisine önce pembe olanı güzel gelirdi. Bir de mavi. İşte mavi ve pembeler de gelsin. Pembe büyük yapraklı çiçekler. Yaprakları açık yeşil olsun mu olsun ki. Vazoyu uça uça boyuyor Zehra. Ya deniz olmasın mı bu vazoda. Olsun diğer tarafına dolanıyor. Köpükler gelsin önce sonra açık mavi ve koyu mavi derinleşsin gitgide. Sapsarı kumlar. Abisi askerdeyken Kıbrıs’tan ona kullanılmış telefon kartları getirmişti. Her


kartın arkasında farklı bir Kıbrıs fotoğrafı vardı. Birisinde Altınkum denen bir yer vardı. Sapsarıydı kumları altın gibi. İşte o kumlar gibi olsun kumlar. Altın sarısı. Elini bir uzatıyor kumlar ellerinin altından kayıyor. Ya bulut olmasın mı? Bembeyaz pamuk gibi bulutlar. Gökyüzü çini mavisi... Sıcak hava. Her yer yemyeşil. Köydeler. Harman mevsimi. Annesi ve babası tarlada uğraşırken Zehra sofra bezine uzanmış bulutları seyrediyor. Yeri görmüyor hiç. Sonsuz gökyüzü. Deniz bile denebilir o bulutlar olmasa. O zamanlar deniz görmemişti daha Zehra. Şimdi görmüş müydü? Hayır! Biraz deniz biraz bulut, biraz hayal… Vazo rengârenk olmuştu ama bir şey eksikti sanki. Oyuncak bebek! Nasıl olur da unuturdu. Boş kalan kısma oyuncak bebek çizmeliydi. Yüzü açık pudra ten rengi ve pürüzsüz… Yanakları hafif pembe… Gözleri siyah. Muhakkak gelinlikli. Saçları kestane rengi… Yüzünde tebessüm. Duvağı ayağına denk uzanıyor. İşte o da bitti. Oh şimdi kurusun. Hem bebek hem de gelinliği var ilginç değil mi? Zehra için bu sorunsal temel metafizik kaygıların ve hayatın anlamına dair düştüğü ikilemlerin temeli gibiydi. Nasıl olur? Hem bebek hem de gelinlikli. Babası ona her bayram köye giderken otobüse bindikleri garajdaki oyuncakçıdan naylon gelinlikli bebek alırdı. Yatırıp kaldırınca ağlardı bu bebek ınga derdi. Lakin işte tek sorun gelinlik. Hem ınga diyor hem de gelinlikli. Aslında gerçek bebeğe benzeyen oyuncak bebekler de vardı ama onun hiç olmamıştı. Almanya’dan gelebilirdi çünkü onlar ve servet değerindeydi. Bu gelinlikli ınga diye ağlayan mahlûklar altı üst etti kızın ruh dünyasını. Evlenince demek hep ağlayacaktı. Yahut anneler hem kızlarını evlendirmek için delirirler hem verirken ağlarlar, kızlar da evlenmek için delirirler ama kına gecesinde ağlarlar. Kına yakılırken kıza acıklı türküler söylerler kına bitince de göbek atarlar. Bu ne tezat ya Rabbim! Daha küçücük bir kızken neler de düşünürdü. Her çocuktan farklıydı. Kendi kendine oynayabilirdi mesela. Diğerleri gibi evcilik oynamak için başkalarına ihtiyaç duymazdı. Sadece anne olsa da yeterdi. Baba zaten işteydi. Eski çorapların konçları küçük bebeklere etek olurdu. Bayramda anneannesinin verdiği mendiller de kundak. Bakkaldan aldığı küçük naylon bebek için bir sandalyenin iki ayağına salıncak kurmuştu hem de küçük bir dünya. Bebeğini uyuttuğu, beslediği, onunla oynadığı…

-

Oğlumun babası işten ne zaman gelir ki? Ağlama oğlum baban seni parka götürecek. Çokomel de getirecek oğluma babası. Git sen pis kedi. Benim oğlum uyuyacak. Hu hu hu piş piş piş… Diye diye salıncağı sallardı Zehra.

Vazoya son dokunuşlarını yapıyordu artık. Oyuncak bebeği de bitirmişti. Kendine tebessümle bakan bir çift göz vardı işte karşısında. Merhaba bebek! Ben Zehra, senin adın ne olsun? Suna olsun? Annem suna boylu derdi. Suna ne ki? Ya da Suna olmasın Büşra olsun. Tem senin gibi sevimli bebeklere uygun bir isim. Sen hep bebek kalacağın için sorun yok. Nine olacağını hesaplarsak hiç de ninelere uygun değil bu isim. Büşra nine mi olur? Bebek bitti. Hareketlendi, nefes almaya başladı, gülümsedi bebek. Şimdi gözünü bulutlara dikti. Martılar evet. Denizde martı nasıl olur bilmiyordu ama ırmak olan yerde de oluyordu martı. İstanbul’dakiler çok değişikmiş. Simitleri havada kapıyorlarmış. Adalar ‘a giderken insanlar vapurdan simitleri havaya atarlarmış, martılar da havada yakalarmış. Kimden duymuştu bunu. Bilmiyordu ki. Resim tamamlanıyordu tüm renkler tek tek yerlerine oturmuştu. Bambaşka dünyaya açtı gözlerini Zehra. Kâğıda o kadar dalmıştı ki yanına gelen öğretmeni fark etmedi bile. Öğretmen elini hafifçe Zehra’nın omzuna dokundurdu. Zehra gözlerini açtı kapadı sanki boyut değiştirdi. Bütün o renkler siyah beyazdı artık. Öğretmen resme baktı. Aferin kızım bunu sakla değerlendirelim dedi. Zil çalınca öğrenciler toplanmaya başladılar. Kimi hızlıca kimi uyuşuk uyuşuk sınıfı terk etti. Zehra üniversitede nasıl resim öğretmeni olacağını bilmiyordu ya da ressam mı olmalıydı. Çıkışta öğretmeni yakalamayıp sormak istedi daha önce ama cesaret edemedi. Bugün yine niyetlendi. Okuldan çıkınca öğretmene bakındı. İşte caddeye çıkan ara yolda ilerliyordu. Koşmaya başladı, nefes nefese kalmıştı. Öğretmenim deyince Mehmet Hoca yavaşladı, arkasına döndü. Zehra derdini anlattı. Mehmet Hoca resim öğretmeni olabilmek için hem üniversite sınavına hem de yetenek sınavına girmesi gerektiğini söyledi. Zehra başarılı olup olamayacağını sordu. Öğretmen yeteneğin var ama geliştirmen lazım dedi. Nasıl olacak ki? Kurslara gitmesi


lazımmış. Kursa da para lazımmış. Caddeye kadar çıktıklarında öğretmen otobüse binmek için karşıya geçti. Zehra öğretmeniyle konuşmak için tam ters istikamette yürüdüğü için onca yolu geri döndü. Evine girdiğinde soba sıcacıktı. Üzerinde güğüm cızıl cızıl ses çıkarıyordu. Acıkmıştı da. Annesi bu saatlerde hep sofrayı hazır ederdi. Zehra ısınırken sofra da mutfaktan geldi. Mutfak soğuktu, annesinin elleri mosmordu. Sobalı evlerde zaten soba yanan oda dışındaki odalar buz keserdi. Hatta sular bile donardı eskiden. Annesi nasıl bulaşık yıkar, düşünür üzülürdü. Sofrada kuru fasulye, pilav, yoğurt bir de pırasa. Pırasa kardan çıkınca çıtır çıtır olur tadından yenmezdi. Bahçeye gömerlerdi pırasayı. Buz olunca çıkarması zordu ama olsun lezzetli olurdu. Anne ben resim öğretmeni olacağım, öğretmenime sordum. Kursa git dedi ama gitmem ben paralıymış. Üniversite sınavına girecekmişim, kendim çalışırım. Dayımdan kalan kitaplar, dergiler var. Size masraf da ettirmem. Dua et annem ne olur, çok istiyorum. Kızım baban ne der bilmem. Kız kısmı okumaz. Anne eskidendi o. Evlen kızım yuvanı kur dedi anne. İçi öyle demiyordu. Kendisi de ilkokuldan sonra öğretmen okuluna gidecekti. Babası kız kısmı okumaz diye göndermemişti.

Evlendirdiler hemen. Baba evinde ne gördü de koca evinde ne görecekti. El aleme dantel öre öre çocuklarına lise okuttu. Şimdi öğretmen olsaydı böyle mi olurdu. Çamaşır makinesi bile yoktu. Elleri genç yaşta kışın çamaşır yıkamaktan romatizma olmuştu. Parmak boğumları şişmişti. Kızı okusa öğretmen olsa iyiydi ya. Bilmem kızım baban ne der dedi anne. Akşam baba geldi. Baba gelmeden perdeler çekildi televizyon kapatıldı. Gündüz televizyon izlemeye kızardı baba. Fatura çok geliyordu. Bazen sigortaları bile attırırdı. Sonra Zehra’nın abisi Kasım bunu keşfetmişti de babası evden çıkınca gidip sigortayı açıyordu. Babası öyle görmüştü. Haftada bir banyo yapmalarına izin verirdi. Sık sık yapılmazmış banyo. Babası eve gelince ellerini yıkadı. Sofraya oturup televizyonu açtırdı. Zehra annesinin yüzüne bakıyordu babasına söylesin diye. Annesi sofraya oturunca konuyu açtı. Babası, Zehra liseyi okuduğuna şükret, lise bitince dayımın torunuyla evleneceksin. Aklına başka şeyler düşürme. Biz konuştuk köyde babaannenle seni istiyorlarmış. Ondan iyi kısmet mi var. Babası öyle deyince Zehra sürahiyi eline aldı su doldurmaya gitti. İçinden ‘Görürsün sen.’

HAKAN BİLGE

Amerikanın Kalbine Yolculuk Bu yazıda, Gazap Üzümleri’ni “Great Depression” ile koşutlukları ve proletaryanın uyanışı bağlamlarında okumaya çalışacağız… “Benim bir senede öğrendiğimi, size anlatmaya çalıştım arkadaşlar. Ben, iki çocuğum ve karım ölünce anladım. Bana kimse bir şey söylemedi. Size, çocuklarımın çadırın içinde, göbekleri şişmiş, bir deri bir kemik kalmış hallerini anlatamam. Yavru köpekler gibi sızlayıp inliyorlardı. Ben etrafta koşturup iş arıyordum. Para için değil, maaş için değil. Bir fincan un ve bir kaşık yağ için. Sonra doktor geldi. ‘Bu çocuklar kalp yetmezliğinden öldüler.’ dedi. Kâğıtlarına bunları yazdı. Kalp yetmezliği mi? Küçük göbekleri bir domuzun mesanesi gibi şişmişti...” (Gazap Üzümleri’ndeki bir proleter…) Amerikalı yazar John Steinbeck’in Pulitzer ödüllü, 1929 ve sonrasındaki Büyük Bunalım (Great Depression) yıllarını fon alan oylumlu, iç burkan romanından uyarlanan The Grapes of Wrath (1940, Gazap Üzümleri); metne (text) genel olarak sâdık kalsa da nihaî sonu itibariyle iyimser (optimist) vizyonunu koruyan ve bu bağlamda da bireyin varlığına, aidiyetine bir liberal olarak saygı duyan yönetmen John Ford’un Amerikan halkına olan

güvenini, hayranlığını ortaya etkileyici bir sinema klasiği...

koyan

çok

John Ford’un -kimi kez can sıkıcı da olabilenulusalcı, nostaljik, geleneksel (ortajen) Amerikan değer yargılarına bağlı bir yönetmen olması hasebiyle Gazap Üzümleri’nin özünü çarpıttığı yönünde birtakım eleştirilere hedef olduğunu biliyoruz; fakat yoğun ve gerçekçi (realist) bir kapitalist hicvin filmin temel


dinamiğini oluşturduğu kuşku götürmez. Oklahoma’nın Dust Bowi bölgesinde yaşayan Tom Joad (Henry Fonda) ve ailesinin, tarımda makineleşmenin çiftçileri har vurup harman savurduğu kâbus misali yıllara denk gelen, daha rahat bir yaşam sürmek kaygısıyla Kaliforniya’ya yaptıkları hüzünlü ve umutlu yolculuğun izdüşümlerini; sonrasında yüzleşmek zorunda kaldıkları daha da çetin yaşam koşulları filmimizin sinopsisi. Kapitalizmin yarattığı binlerce işsiz yeni yüzyılın sefil göçmenleri olarak tarihteki rollerinin bedelini gücün ve sömürünün egemen olduğu bir dünyada evrensel bir trajediyle ödeyeceklerdir... Temelde kapitalizm eleştirisi üzerinden işsizlik sorunları ve çalışma koşullarına, parçalanan aileler ve dağılan evliliklere bakan Gazap Üzümleri, Karl Marx’ın deyişiyle, “işçi aristokratları”ndan (1) patronların köpekliğini yapan kasaba şerifleri ve polislerine, işçi kooperatiflerinden ücret spekülasyonuna, açlık ve sefalet içre gömülmüş bir coğrafyada daha iyi bir gelecek yaratabilmek azmindeki “küçük insan”ın mücadelesinden konjonktürel olarak dikkati çeken komünist düşmanlığı ve önyargısına uzanan çok geniş bir skalada dönemsel bir portre ortaya koyarken; yanı sıra ele aldığı temaların kimi açılardan aktüalitesini koruması nedeniyle de evrenselliği yakalayan bir film. Kuşkusuz bu niteliği, hâlen modernite sancıları çeken, ekonomik krizler yaşayan, işsizliğin çemberinde sıkışan, yoksullukla kavga eden bütün az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeleri kapsayan bir bakış açısına hâiz... Türkiye’deki sıkıntı ve huzursuzluklar, yaşanan talihsizlikler ve felaketler göz önünde bulundurulduğunda, konu yeterince geniş ve sağlam bir açıdan “okunabilir.” Elbette Büyük Buhran Amerika Birleşik Devletleri kökenli bir sorunlar yumağına işaret ediyor; fakat bugün ülkesel krizlerin dalga dalga büyüyerek küresel bir evreye ulaştıkları da malum bir gerçek. (2) Dönemsel olarak Büyük Bunalım burjuva sınıfını başladığı noktaya geri dönmeye zorlamıştı. Mezkûr sorunun tarım ve sanayi işçilerini, kısacası “küçük insan”ı daha da zorladığını, silindir gibi ezdiğini ve handiyse yok ettiğini söylemeye gerek var mı? İşte tam bu noktada John Ford’un Gazap Üzümleri etkisini göstermeye başlıyor ve geleceğe dair vizyonunu umutla çizmeye

çalışıyor... Tom ve kalabalık ailesi, düşük yevmiyelerle, semiren patronlarının ezici kurallarına boyun eğmiş olsalar da, giderek bir “uyanış” baş gösteriyor. Tom işçi örgütlenmesi ve grev üzerine düşünerek kafasında belirli bir rota çizmeye çalışıyor. Eğer işçiler birleşebilirlerse, yekvücut olabilirlerse, artık bir şeyler değişmeye başlayacaktır. Söz sahibi olunmak isteniyor ise, harekete geçmek zamanıdır şimdi… Proletaryanın uyanışı ve kendi bilincine varışı anlamında kuvvetli tezler sunan Gazap Üzümleri, ortajen Amerikan mitosunun yegâne sözcüsü olan John Ford’u da kesin kategorilerle değerlendirmememiz gerektiğinin altını çizmiş oluyor. (3) İlk bakışta bu, değişen, modern kurumlarını en yükseğe inşa eden Amerika’nın “kendi için sınıf” olmaya doğru yürüyen proleterlerinin yaşam mücadelesi. Sonrasında, ekonomik sistemin sorunsuzca işleyebilmesi için değişmez bir itici güç barındıran “küçük insan”ın geleceği… Geleceği kurmak ise proletaryanın ellerindedir... Bu bakımdan Ford’un, Steinbeck’in paha biçilmez hazinesine gururla sahip çıktığını mimleyebiliriz; çünkü Gazap Üzümleri’nin etkileyici konusunun realist tonlaması; öteden beri Bay ve Bayan Amerikalıların sade ve alelade yaşam tarzına sahip ortasınıfının gözlemcisi olan John Ford için elzem bir konu ve sefaleti, Thomas Hobbes’un; “İnsan, insanın kurdudur.” sözünü anımsatırcasına acımasızca vurgulayan belgeselvari biçemi (style) ve sinematografisi de eşitsiz hayat koşullarını, toplumsal adaletsizliği betimlemede çok başarılı. Tüm ekibin devasa bir romanın altından hakkıyla kalktığını söyleyebiliriz. Steinbeck’in yapıtı ayrı bir başyapıt, Ford’un filmi ise ayrı bir başyapıttır... (4) Notlar: (1) “İşçi aristokratları” grev kırıcı olarak, örgütlenmeyi ve birleşmeyi, toplu hareket etmeyi engelleyici bireyler olarak aslında normal işçi ücretlerinin üstünde para kazanan kapıkullarıdır. Bizden bir örnek verelim: Ömer Lütfi Akad’ın “Köy Üçlemesi”nin (sırasıyla; Gelin, Düğün, Diyet) son ayağı olan Diyet (1974) filmindeki Erol Taş’ı anımsayacaksınızdır. Daha iyi ücret kazanabilmek için işçi


örgütlenmesini engelleyen, sendikalaşarak topluca hareket etmek isteyen işçileri baltalayan bu tipleme, her zaman var olmuş bir gönüllü patron kölesidir. (2) Elbette bütün krizler zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasının itici gücü olmuştur. Fakat tikel ve münferit de olsa gerek Great Depression döneminde, gerekse de Türkiye’de yaşanan 1999 ekonomik krizinde, zenginlerin de küçüldüğünü, büyük kayıplara uğradıklarını mimlemeliyiz. Orta sınıfın, küçük sınıfın ise çöktüğünü unutmamalıyız. (3) John Ford farklı türlerde filmler de çekmesine karşılık genel olarak western filmleriyle anımsanan bir maestro olageldi. Kuşkusuz Gazap Üzümleri haricinde, How Green Was My Valley (1941, Vadim O Kadar Yeşildi Ki), The Informer (1935, Muhbir), Young Mr. Lincoln (1939, Lincoln’ün Gençliği), The Whole Town's Talking (1935, Bütün Kent Söz Ediyor), The Quiet Man (1952, Kadın Satılmaz), Mister Roberts (1955, Bay Roberts) ve Mogambo (1953) gibi filmleri bu yargıyı kesin bir biçimde kırmıştır… Bütün bu filmler, westernleriyle geniş peyzajlar içre

tasvir ettiği “sıradan insan”ı “kamerayı unutturarak” takip eden Ford’un ustalığını gözler önüne sermektedir. Ama hemen hemen bütün büyük yönetmenler, onun western filmlerine hayranlık beslerler. Orson Welles, Jean-Luc Godard, Akira Kurosawa, Sergio Leone veya Arthur Penn bu yönetmenlerden bazılarıdır. Stanley Kubrick ise Ford’un “kamerayı unutturmasından” hayranlıkla söz eder. Gazap Üzümleri için de geçerli bir yargıdır bu. (4) Genelde majör romanlardan uyarlanan filmler uyarlandıkları yapıtın gölgesinde kalmışlardır. Anna Karenina’ların, Suç ve Ceza’ların, Madame Bovary’lerin sinema uyarlamaları kimi kez hayal kırıklığı yaratmıştır. Fakat bu yargı Gazap Üzümleri için geçerli değil. Başta da belirttiğimiz iyimser (optimist) tematiği bir kenara bırakırsak tabii… Amerikan rüyası’nın (American Dream) irrite edici göstergelerinin, happy end’lerin (mutlu son) sıkıcı betimlemelerinin varlığı düşünüldüğünde, bu, öyle çok da göze batıcı bir seçim değildir. Sadece “vizyon”la ve / ama daha çok da “umut inancıyla” ilişkili bir mesele.

MEHDİ AKAN

Abella'ya Çağrı Sözlerime Çığlık Düştü Hayat tasını tarağını toplayıp bizden çekilmeden Uzayalım ömrümüzün en uzun yoluna, seninle İlk kez sevdiğimde aşkın içinde boğulmuştum İlk kez yenildiğimde aşka açamamıştım bir daha goncalarımı… Yaşam sarhoşuydum Kelimelerimi toplayıp bir cümlede bütünleyemiyordum Senden çaldığım aşkla, aşk hırsızıydım Kendimde yeşerttiğim sana uzun cümleler kuruyordum Senden habersiz senden hergün bir parça çalıyordum Kendimi sana benzetiyordum; elimi, dilimi, gözümü… Aşka mutlu şarkılar söylüyordum Kanıyordum sana, senden habersiz…

Aşk, sonsuz gökyüzünün mavisini içtikçe bize benzeyecekti Dudağımdan sarkan özlem tortusuydun, beni kırıp parçalayan Bir sürgünle başlayan anlam Alnıma uzanan uzun uzadıya bir yoldun sen, bana Saçlarına aşk besledim önce Kızıl, alev misali yanan ve yüreğime damlayan Ruhumu okşayan Lir sesiydi gözlerin Tanrının adımladığı her sokakta sen vardın Tanrıya inancımı sorgulattın ‘İnanmak, yaşamaktır aşkı’ dedirtin bana Tanrı aldandı bana Hüzünlerime gece dolusu aşk serpiştirdi


perisiydin Senden can istedim Köşküme doluşan acı havayı dağıtan… Sadece can istiyorum senden Bende bulunan; senden beni doğuran Evrende cenneti bulduran Ten kokusuna doluşan Yalnız köşkümde sabaha kadar arzuyla kıvranan Bir can istiyorum senden Cehennemin sahiplenmediği, kat kat zülüflerin parmağıma dolandığı Özleminde gitmelerin beklenmediği Begonvillerin ve papatyaların çöreklendiği Bir can daha diliyorum senden

Gece olunca seni içtim kana kana… Sana, bugüne kadar kendime dahi söyleyemediğim sözler söyleyeceğim Muştusunda aşkın; meşale olan sözlerimle seni donatacağım Dinle! Ol/ emriyle başlayan bir süreçtin Sana sürüklendim, sana kapıldım Cennetteki ırmakta yüzmeye giden bir melektin Cennet bahçesinde yalnızlığıma bir köşk açtın Zümrüdü anka sabahında uykularımın

Dinle! Sana ulaşmak için aşmalıyım Karın altında kabuk bağlamış şehirleri Kendi içinde aşk doğuran sabahları Sana varmalıyım ve Nefes/im olmalısın Ölüler coğrafyasında kendi toprağını arayan bir sestir şimdi sensizliğim Kendini al da bana gel…

ŞÜKRAN BELEN

Sükût-u Yas dilimin ilk harfi ey solo ölümüm! gölgemi şiirden yüzümü /aynadan kovun cehennem sevişmesi bu vah elimin /kırık şamdanı... ah, Edremit ! gelinini, mavi bir akşamüstü yaktılar... cümlemiz / ' z ' halinde tükeniyoruz oğul kalbim, kendi denizinde/ van dişlerinden çürüyen.... kan! kuruyan, sardunya ah, ne büyük tufan!

yorulan nefes karnına çekilir tanrı / geceyi nehirde başlatır ihanet ah o ölümsüz içki!... kimse anlamaz martılar niye taşır denizi durmadan bahçeme artıklarını püsküren lav doğu da / bu-har ülkem! beni /bi daha saçlarımdan..... başla-ma sevmeye...


ah, yola çıkamayan. .. ah'ım çıkmaya! unutmak istiyorum dumanı/cehennemde

boynumda.... kırmızı çığlık! kül yıkadım Nuh / kaldım Nuh / gittim Nuh / bu-har!

aşk eski- ten çılgınlık...ki öpe öpe korkutulmuş masal çocuğuydum okumayı unuttum yazmayı, yar mavisi göçmüş... istanbul su toplamış!

aç koynunu ayazım - seher! uyandım, şiirime tam üç kere sapladığım divit'in zehriyle öldü öldüm öldük...

yaram! yirmidokuz... harfler,akşamüstü her hangi bir şehirde... kendini tutuşturan bir kadındım,

kuşların vaktinde seher, uykumda annem...!

HAKAN KARTAL

Sessizliğimin Annesi

soyundum geceden susmuş kelepçeler sessizliğinin dudağında parmağım açtım karanlığın ışığını kan sağıyordun yüzümden kaçamadım uçurum kokuyordu gökyüzün göğsünde intihar kırmızı sabrım bir nehir gibi saklandı ellerimiz adını lal kuşlara bağışlayıp susmuştum bağırdım senden kendime fazlaydın, sus'tun elini elimin sıcağına uçurdun konuşamadım yolcuydun


gitme

EMİNE KÖSEOĞLU

Portakal Yemem Lazım Neden bazı insanların sözleri insanın beynine kazınır ve bu her zaman olmaz, yani böyle insanlar her zaman çıkagelmez insanın hayatına?


Dedi ki, birbirimizi yeterince özleyelim öyle görüşelim. O yüzden sesimi çıkaramıyorum. Yok yeterince özlemediğimden değil, dediğini kabul etmiştim, sözümü tutamadım izlenimi yaratmak istemiyorum o yüzden. Çok özledim mi, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim bazı görüşmelerin çok verimli geçebildiği. Neden bazı insanların sözleri insanın beynine kazınır ve bu her zaman olmaz, yani böyle insanlar her zaman çıkagelmez insanın hayatına? En son yıllar önce böyle birini tanıdım, onun da hiçbir sözü şu an aklımda değil. Dedi ki, dünya çok büyük. Bak dedi, bu gördüğümüz suyun bir de altında bir dünya var. Ben o sırada bir gün önce başıma gelen şeyi düşünüyordum. Önce

onun söylediğinin ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm, sonra benim yaşadıklarımın. Ve bunların hepsi bir saniye içinde oldu. Ve sonra dedi ki, ışığa bak, her şey kendi rengine bürünmüş. Bir şair var dedi (adını hatırlamıyorum şu an ve yeterince özlediğimize kanaat edip tekrar görüştüğümüzde ancak sorabilirim adını. Belki de hiç sormam), bir şiirinin bir mısrasını okudu. Tam hatırlamıyorum; ve kar yağar, her şey kendi rengine bürünür gibi bir şeydi sanırım. İnsan sadece bu sözlerinden ibaret olsa diye düşünüyorum arada. Herkes böyle iki şey söylese ve sussa… Kelimeler ne kadar hor kullanılıyor.

MURAT GİL

Mecnun Kadar Sevebilir misiniz? Mende Mecnun'dan fûzun âşıklık istidâdı var Âşık-ı sâdık menem Mecnun'un yalnız adı var*


“*Bende Mecnun'dan fazla aşıklık yeteneği vardır, sadık aşık benim, Mecnun'un yalnızca adı vardır” diyerek aşıklık mertebesinde Mecnun'dan daha ileride olduğunu iddia eden Fuzuli'nin kendi aşkını yüceltmeye çalışması hem anlaşılabilir hem de takdire şayandır. Burada üzerinde duracağım nokta edebiyatımızı derinden etkilemiş halk hikayeleri, bu hikayelerdeki tipler ve tabii ki Mecnun'un bu tipler arasındaki yeri olacak. Bildiğiniz gibi Ferhat ve Şirin(Hüsrev ü Şirin), Kerem ile Aslı, Leyla ve Mecnun Türk edebiyatını derinden etkilemiş halk hikayeleridir. Bunun yanı sıra W.Shakespeare'nin muhteşem eseri Romeo ve Juliet de dünyaya mal olmuş aşk hikayelerindendir. Bu hikayeler genel anlamda Arap ve Fars kökenli olup sadece Kerem ile Aslı kendi kültürümüzün ürünüdür.Bu halk hikayelernii göz önüne alarak Mecnun'u düşünürken diğer halk hikayelerindeki erkek tiplerinden farklı özellikler taşıdığını fark ettim ve bunları yazmayı uygun gördüm. Adını saydığım bütün hikayelerin aşık erkek tipleri, birer hareket adamıyken Mecnun'un pasifliği, içine dönüklüğü insanı ister istemez onun hakkında farklı düşündürüyor. Baştan belirtmeliyim ki buradaki amacım hangi tip daha çok sevmiştir, en büyük aşık hangisidir gibi bir tartışmaya yol açmak değildir. Ferhat ve Şirin hikayesinde bildiğiniz gibi Ferhat, Şirin'in tahtta bulunan annesi Reba Sultan'ın "Şu dağdaki suyu ülkeye getirirsen kız senindir" vaadiyle dağı delmeye kalkışmış, Sultan'ın sözünden cayması ve yandaşı cadının bazı işler karıştırmasıyla kaçırılan Şirin'in peşine düşmüştür. Ferhat hikayede aşkı için savaşmaktan korkmayan yiğit bir insan tipidir. Kerem ile Aslı'da, Kerem'in beşik kertmesi olan ; fakat yüzünü ancak bir av sırasında yemyeşil bir çayırda gördüğü Aslı'sına kavuşma mücadelesi anlatılır. Bu iki aşığın arasında yine bir cadı büyüsü vardır. Adeta bir kara çalı girer araya ve aşıklar birbirlerine bir türlü kavuşamazlar. Hikaye boyunca hem sanatçı hem de mücadeleci kişiliği ile yiğit bir insan tipi çizilir. Kerem her türlü zorluğa karşı sevdiğine kavuşmak için çırpınmış, savaşmaktan kaçmamıştır. Romeo ve Juliet, hikayesinde de bezeri bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Romeo bilindiği gibi, Juliet düşman ailenin bir

ferdi olmasına rağmen kahramanca Juliet’in ailesine karşı mücadele etmiş, dostu olan rahibin önerisiyle ölü taklidi yapabilmek için aldığı iksiri içen Jüliet'in öldüğüne inanarak intihar edebilecek kadar kahramanca davranmıştır. Bütün bu kahramanların ardından gelelim bizim hiçbir şey yapmayan Mecnun'umuza. Okul yıllarında tanıştığı Leyla'sına ilk görüşte aşık olan kahramanımız, ona öylesine bağlanır ki bir dakika bile yanından ayrılamaz. Her sözü Leyla'dır, her yaptığı Leyla'dan ötürüdür artık. O zamanlar Kays diye anılan gencin bu ilgisi Leyla'nın ailesinin Leyla'yı okuldan alması, yani toplumsal baskı ve söz olur endişesiyle boşa çıkmıştır. Kays, Leyla'sını görmeden geçirdiği günlerde daha da tutulur aşkına ve her sözde onu araması, herkese Leyla'yı sormasıyla cinlenmiş manasına gelen Mecnun lakabıyla anılmaya başlar. Hikayeyi bilenler bu duruma üzülen babasının Leyla'yı oğluna istediğini, ancak Mecnun diye anılan bir gence kızını veremeyeceğini söyleyen zalim babayı hatırlarlar. Diğer hikayeleri düşündüğümüzde Mecnun'un bu andan itibaren harekete geçmesini ve Leyla ile kavuşmak adına her şeyi yapmasını bekliyoruz. Belki de Mecnun Leyla'sına kavuşmayı çok arzulamıştır; ancak bir gerçek var ki asla harekete geçmemiştir. O, Leyla'nın aşkıyla mutludur. Onun aradığı Leyla'nın teni değildir. Babası bu aşktan kurtulsun diye onu Kabe'ye dua etmeye götürdüğünde bile ellerini semaya açarak : Ya Rab! Aşk belasıyla beni tanıdık eyle! Bir an beni aşk belasından ayırma! Sevgi belasında ağırbaşlılığımı bozdurma! Dostlar ayıplayıp bana vefasız demesinler! Sevgilimin güzelliğini gittikçe artır! Geldikçe derdine beni daha beter tutkun eyle" diye dua eder. Baba şaşkındır tabii ve oğlundan ümidini keser. Belki de içinizden “Be adam böyle bir dua edeceğine kaçır işte kızı.” diyorsunuzdur. Çöllere kendini vuran kahramanımız, derdini dağa taşa açar, Leyla'nın güzelliğine


şiirlerini kuşlara, ceylanlara okur. Onlarda Leyla'nın güzelliğini görmektedir. Bu güzel şiirleri duyan Nevfel adında bir yiğit Mecnun'a acımış ve Leyla'sını almak için Mecnun'u da ikna ederek Leyla'nın kavmine savaş açmaya karar vermiştir. Fakat bu savaş sırasında kendisine danışman seçtiği Mecnun, Leyla'nın kabilesi kazansın diye dua etmektedir. O Leyla'sının içinde bulunduğu bir ordunun yenilmesini nasıl isteyebilir ki. Mecnun, yeniden çöllerdedir. Sevdiğinin bir adamla İbn-i Selam'la evlendirileceğini duyduğunda ah ü zar eder ama ne fayda. Mecnun'un tek yapabildiği sitem dolu bir mektup yazarak arkadaşı Zeyd aracılığı ile onu Leyla'ya iletmektir. Mecnun, aşkını ve sitemini içinde yaşayan aşk sarhoşu olmuş bir kahramandır.Bir süre sonra İbn-i Selam'ın öldüğü haberi gelir Mecnun'un kulağına. Belki de bu çöl aşığının bu durumdan fayda umup göklere fırladığını düşünebilirsiniz ;ancak Mecnun kendisinden bekleneni yapar ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Kendisine haberi muştusunu isteyerek ileten Zeyd'e dönerek şunları söyler: Ey vefalı dostum, benim bu yolda ar ve namusum yok mudur? Sevgilisine canını veren ulaşmıştır. Canını vermeyen arada kaybolmuştur. O benim dostumdu, düşmanım değil. Ona hem o, hem de ben aşıktık. O, canını vererek kavuştu. Kendi derecesinde olgunluğa erişti. Benim noksanlığım tamamlanma halime ağlıyorum

diye beni ayıplama! Canını sevgilisine feda kılan gerçek aşıktır. Canına kıymayı göze alamayan sevgili istemeye kalkışmasın. Canını vermeyen noksanlığını itiraf etmelidir." Evet sonrası malum, kahramanımız çöllerde dolanmaya devam eder ve Leyla, Mecnun'u için çöllere düşer. Evet evet, bayan karakter harekete geçmiştir, yanlış anlamadınız. Mecnun, aşk şarabıyla öyle sarhoştur ki gözü artık Leyla'yı dahi görmemektedir. Sözün özü şöyle ki ben Mecnun tipini daha canlı, daha bizden, daha insancıl buluyorum. Mecnun, sevginin yalnızca tensellikte olmadığının dersini muhteşem bir şekilde vermiştir. Ayrıca hikaye diğerlerine göre kadın ve erkek eşitliğine daha uygundur ve bir anlamda törenin kadını kısıtlamasına bir başkaldırıdır. Sadece erkek karakter değil kadın karakter de aşkı için mücadele vermiştir. Yazının kilit noktası tabii ki İbn-i Selam'ın ölmesi üzerine Mecnun'un ağlamasıdır. Fuzuli hikayede durumu tasavvufi olarak değerlendirse de aşık olduğu insanı seven başka biri için Mecnun'un göz yaşı dökmesi, ona yakınlık hissetmesi belki de olgunlukların en üst noktasıdır. Bugünkü aşklara bakarak yorumu sizlere bırakıyorum. "Bilmem seni kime bıraktım diye Üzülmem Seni seven beni de sevmeli" Y.G.

YELDA KARATAŞ

Matem


Matem makamında çalan davullar olmuş ne çıkar. Sus biraz! Şimdi sadece öfke emziriyor aşkı. Kara canım her denizin aslı kara. Ve biliyor musun ipsiz de kuruluyor yürek çeperinde darağacı. Konuşma fazla! Meydanları kirli kentlerin arka yüzünü daha da kirleten Toy öğrenci bakışının enkazına Çok deprem görmüş yüreğim sigortalı değil. Sallama dünyayı. Güneş düşecek avuçlarına. Çapraz ateşi dağlarda yankılanan bir ayrılıkla nasıl baş eder sarhoş bir aşkın kalbi. Çağırma beni! Pusuda kıvranan ateş böcekleriyle meşgulüm Şaşkınım dersem inanma. Zaten sen bana hiç inanmadın desem de inanma. Zehri kalbine erken salıyorlar bu çağda aşkın. İki kelebek kadar vaktimiz yok anlaşmaya. Onda hep inanacak şeyler aramaktan yorgun geçmişim. Ay batar çaresiz. Fal burcundan konuşup gerçeğin başını döndürme oyunlarında. Neden diyorum kapıyı tutarken hep elin titredi. Durma! Suya inanmanın faili meçhulü çöl değil. Her sevdanın başına bir kılıç bulunur Eğer menekşeler de bizimse Matemsiz bir isim bulmalı sana, bu savaş meydanında.

Nur Banu Bahçeci – Bir ekim seremonisi Azılı bir Ekim sabahıydı..


Bütün katiller bir araya gelip benim için ne tür bir cinayet işleyebileceklerinin münakaşasını yapıyorlardı. Her kafadan bir ses her dudaktan ayrı bir canilik fışkırıyordu. Kurban bendim ve katilimden habersizdim. Aralarından biri çıkıştı karmaşanın arasından ve bu görevi layıkı ile yerine getirebileceğini söyledi onlara. “Ben onu sevebilirim onu günden güne yavaş yavaş acıların en büyüklerini yaşatarak canını alabilirim” demişti. Cazip geldi bu yöntem diğerlerine ve bu suikastın kod adına AŞK demişlerdi. Azılı o Ekim sabahının ertesi sabahıydı. Mutluydum. Hayattan zevk almasını becerebilen küçük bir çocuk gibiydim. Hayatta hiçbir şeyin beni mutsuz etmesine müsaade etmezdim, bilakis gülüp geçerdim kaderin Osmanlı tokatlarına.. Yürüyordum.. Sigaramı yakmış, yine otobüsten birkaç durak önce inmiş, arada bir gökyüzüne bakarak. Birden o çıktı karşıma. Martılar bir anda en güçlü sesleriyle ıslık çaldı, çocuklar çığlıklarını bastı bize nazır, gökyüzü kararmış, etraf kıyamet sessizliğine bürünmüştü. Korkmuştum. Karşımda duran adam yardım edebilme umuduyla bana bakıyordu. Korktuğumu fark etmişti. Öyle bir şey vardı ki gözlerinde, sanki onu yıllardır tanıyordum ve geleceği dudaklarının kenarında görebiliyordum. “Adım Levent, Seni tanıyorum ilerideki okulda okuyorsun değil mi ?” dedi. Şaşırmıştım kekeleyerek “e-evet” diyebildim..Bu salak tesadüfle birlikte ölüm fermanım ilan edilmişti ve hayatım, bir bardak portakal suyuna satılmıştı. Titriyordum. Bu ilerde kalbinde olacak o büyük depremin sadece artçısıydı bilmiyordum.. Azılı Ekim sabahının bir hafta sonrasıydı. Kod adı aşk olan bu katliamın en güzel yerindeydim. Sevmeye başlamıştım küçük katilimi. Onların aşk dediği zımbırtıya ben hayat demeye başlamıştım. İçimdeki bu sevgi furyası gökkuşağının tüm renkleriyle boyanmıştı. Hayata karşı olan o neşeli tavrım daha da artmış, Polyanna bile bu durumdan utanmıştı. Yaşanan bu aşk, yapılan eşsiz vaatler ve karşımda kendini mükemmel anlattığına inandığım, eşinin ve benzerinin yeryüzünde olamayacağını düşündüğüm bir katil !! Zaman böyle ilerleyip gidiyordu, var olduğunu sandığım aslında “evet gerçekten bu” dediğim adam ile.. Azılı Ekim sabahından 1ay sonraydı.. Mükemmeliyetin sınırlarını zorlayan o benzersiz aşk yerini kavga gürültüye bırakmıştı. Güven sarsıntıları, ufak hakaretler. Yinede bir anne şefkatinden farksızdı her kavga. Bağırırsın ve 5dakika sonra gider sarılırsın.. Bu kavgalar, yıpranmalar silsilesinden arda kalan sadece yıkık bir evin üzerine yapılmış harabe bir aşktı. Sallantıdaydı her bağırışta.. 1 ay.. 2ay.. 1buçuk yıl.. Bu işkence, suikastın bu acımasız oyunları, günden güne içime işliyordu. Katilim emeline ulaşmak üzere olmanın sevinci ve zafere ulaşmak üzere olmanın gururuyla hakaret nidaları atıyordu etrafa. Hayallerim tükenmiş, umutlarımsa ölmüştü. Ve ben umutlarım öldükten sonra her selaya uyanır olmuştum.. Bende ölmek üzereydim. İçime işleyen kanserin tespiti için adı çok bilinmeyenli şizofren doktorlar açık biyopsi yapmışlardı bütün organlarıma ve her bir hücremde ondan bir kırıntı tespit etmişlerdi. Temizlenemezdim. Aklanamazdım bu tümörden.. “Bırakın beni“ dedim. “Bırakın ölümü tatsın bedenim” .. O gitti. Yalvarıyordum göz yaşlarıma; “Akmayın artık nolur, düşmeyin göz bebeklerimden. Kurutmayın göz pınarlarımı. Değmiyor görün arık. Ya sen kalbim. Yarı çalışır vaziyette ne diye zincire vurursun kendini ? Dur sende artık daha fazla yormayın bedenimi”.. .. Ölümün soğuk ve kirli pençesinde son hamleyi yapıp knock-out etmişti kalbimi. Gözyaşları hükümdü geceye. sardığım umutları tüttürüyor, üflüyordum gökyüzüne. Bi paket yalnızlık daha bitmişti. Ciğerlerim paramparçaydı ve kalbim bir bardak dolusu katran ile dolmuştu bir gecede. Tek isteğim, ard arda yaktığım sigaraları ağzına kadar dolmuş kül tablasına değil de kalbine söndürmekti. Sahi katilim ne yapıyordu bu sırada ? başarılı olmuştu bu acımasız suikastte. Kalbim, bileklerim, bedenim hepsini kurban etmişti şeytana. İçimdeki bu tümör, kalbimdeki yaralar beni yıldıramadı. Neşeli olan beni aradım günlerce.. sokak köşelerinde, çöp bidonlarında, tımarhanelerde, rakı şişelerinde.. Bütün ışıklar tek tek sönerken, mezar karanlığına bürünüyordu hayat, umutsuzdum ve bir anda öyle tahmin edilmez bir yerden çıktım ki.. Gülümsedim ilk önce. İçimdeki çocuk, neşe kaynağı bana elini uzatıyordu tuttum onu sıkıca sardım.. Bütün bu kabustan beni çekip çıkartmıştı içimdeki


huzur.. Yeniden gülebiliyordum artık. Kumbaramda biriktirdiğim paslanmış vuslatlarımı hediye etmiştim bugün bir hurdacıya ve tek bir kuruş almadan. Aslında her şey, bu yaşananların hepsi, anlamadığım bir espriye güldüğüm kadar rezildi ve bu aptal duyguyu yalnız ben biliyordum. Atlatmıştım ve katilim bunu bilmiyordu. O, yaşananlardan sonra yerin 7kat dibinde huzurlu bir uykuda olduğumu sanıyordu. Ekimi öldürmüştü o, hayalleri, umutları ve gençliğimin en gözde yıllarını.. Ama beni ? Buna asla izin veremezdim.. Biten her gün bir ertesi güne gebedir bu ekosistemde. Ya ben ? Gittiği her gün onlu bir anıyı kürtaj ettiriyorum. Neden ? Sahipsiz olmamalı hiçbir hayal, ve tek taraflı büyütülmemeli umutlar. Ve sen soğukkanlı katil.. Git gidebildiğin yere kadar. Sadece git işte. Azılı bir Ekim sabahı yoktu artık, Ekim yoktu.. Ve sen öldürmek istediğin beni değil de içimdeki aşkı öldürebilmeyi başarmıştın sadece..

Mesut Gül - Facebook Evreni


Edebiyat fakültesinin geniş kapısı kendisiyle ters orantılı dar kalıplar arasına sıkışmış zıt bir dünyaya açılıyordu. Gelişlerini hiç sevemedin nedense hep dönüş saatlerini bekledin.İçin içine sığmazdı ama bilindik sebeplerle değil. Nasıl denir fakülte içi sebepler… Zamanla dahi kapanamayan yaralarına tuz biber eken bir yalnızlık,hep biraz kasvet ve üç kişiyle bile kan kavgasına dönebilen bir siyaset. Sana bu sıkıntılı zamanlarında dünyayı unutturan tek şeydi edebiyat… Doğrusu edebiyat çatısı altındaki şiir… Düşüncelerini fakülte içi dedikodulardan, manasız arkadaşlıklardan, sigara dumanlarından uçurup uzak düşlerinin ütopyasında seyahate çıkarıverirdi birkaç dize. Mor dağlardan yer beğenirdin kendine… Hasretin neye ve kime olduğunun bilinmediği çelişkiler evrenine bağdaş kurup otura düşerdin. Çekilecek dertti senin derdin. Hayyam’ a birkaç adım uzakta, bir sayfa kadar yakındın. Bir zaman Nedim ‘in gazellerinden bir kadeh mey doldurup içerdin. Bir zaman yürürdün Hakk’a doğru Yunus’la… Bade içerdin sazının telinden Karacaoğlan’ın. Sonra Necip Fazıl’ın, Yavuz Bülent’in dörtlüklerinde gezinir. Nazım Hikmet’le vatansever, Atilla İlhan’la uslanmaz bir romantik olurdun. O günde elinde kütüphaneden aldığın iade zamanı çoktan geçmiş bir “Göğe Bakma Durağı” ile o geniş kapının arkası dar coğrafyasına girdin. Sıkılgan ve ürkek adımlarla kütüphanenin merdivenlerini tırmandın. Bir milyon kitabın arasında can sıkıntısından dantel örmeyi adet edinen orta yaşlı kütüphane memuresine tebessümle ve kenarlarındaki kırışmadan utanarak kitabı teslim ettin.Hiç konuşmadınız.Yavaş adımlarla dersliğe doğru yürüdün.Dersler başladı, dersler bitti…Senin aklın bambaşka hayallerdeydi. Bir çay içmek ve kütüphaneden yeni aldığın Yavuz Bülent’in şiir kitabını okumak için sonunda kendini kantine atabildin.Çayını aldın ve bir masanın kenarına iliştin.Tam hayal dünyasına kaptırıyordun ki kendini yan masada oturan 5-6 kişilik grubun konuşmaları böldü düş uykunu.Elinde olmadan onları dinlemeye koyuldun: -Fotoğrafıma yaptığın yorumu hiç beğenmedim kuzum. Hem dün ‘online’ olduğun halde bana neden selam vermedin söyle bakayım. -Olur mu bebeğim, Ahmet’le konuşuyordum. Şiir yazmış bana çok beğendim. Ondan yazamadım sana… -Aaaa,ne yazmış bakayım. Kız dizüstü bilgisayarında birkaç tuşa bastı. Ekranı kızın önüne çevirdi. Grubun diğer üyeleri arkadaşlarından yüksek sesle okumasını istediler.Şiir kelimesi bile senin ilgini fazlasıyla çekmeye yetmişti. Demek ki Ahmet’te senin gibi amatör şiirler yazan bir şair adayıydı. Pür dikkat dinlemeye koyuldun: -“Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden Martılar konuyor omuzlarıma Gözlerin İstanbul oluyor birden… Bu şiiri bir yerlerden hatırlıyorum diye düşündün ve ardından o son dörtlük geldi… - Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde Sonra seni kaybetmek hemen her yerde Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak Yapayalnız kalmak iskelelerde.” Yavuz Bülent’in çok sevdiğin “Gözlerin İstanbul Oluyor Birden” şiiriydi. Daha sonraları beynin o anda ki halini anlatmak için benzetme bulamayacaktı. Şiiri bu kadar seven sen çok sevdiğin bir şaire yapılan saygısızlığı kaldıramıyordun. Ama ne diyebilirdin ki; belki de çocuk sadece bu saçları sarı boyalı kızı etkilemek istemişti. Belki de ona aşıktı.Evliya ile aşığın yaptığından sual olunmaz diye düşündün.Tekrar kaybolmaya çalıştın dizelerde…


Ancak şiirden sonra yan masadaki grubun konuşmaları gittikçe şiddetlendi, kendin veremedin bir türlü… -Bu çocuk sana sırılsıklam aşık bebeğim. Baksana senin için ne güzel şeyler yazmış.Herkesle paylaşmalısın. -Evet kuzum yaa. Paylaştım zaten. Bu şiiri bana yazmak için tam iki gün uğraşmış. İnanabiliyor musun? - Belli ; mükemmel bir şiir. Dudağına bir tebessüm oturdu. Gülecek misin üzülecek misin bilemedin. Sessizce yerinden kalktın. Elindeki kitabı bir o kadar sakin ve yüzünde o tebessümle yan masaya bıraktın.Yan masadakilerin şaşkın bakışları arasında kantinden çıkıp gittin.

Çeviri Şiir Bahçesi / Nihan Işıker


Furuğ Ferruhzad - Hediye Çeviren: Nihan Işıker Gecenin nihayetinden bahsediyorum karanlığın bitiminden ve gecenin nihayetinden… Ey mihriban evime gelirsen eğer ışık getir bana bir de küçük bir pencere ki mutlu sokağın izdihamını seyredeyim oradan.

Elyad Musevi - Acaba! Çeviren: Nihan Işıker -savaşlarda öldürülen çocuklaraSevgili dostum Fena geciktin Bayrak dediğin parçayı Çocuklarımızın büyüklüğünce Kesip biç… Yıllardır torpağımızın her karışına Barış sarıp ekiyoruz Fakat hiçbirimiz Bitecek bayrakların Ne renkte dalgalanacağını bile tahmin edemeyiz!

Granaz Musevi - Günah Çeviren: Nihan Işıker Çok az uzak bir zamanda Adem’e elma vermişti Havva ki tüm dünya bundan ibaret Şimdilerde bütün günah kucağında huzur bulmak ve söylemek balta balta ölen ormanı işitmekten ne çok yorgunum

Bülent Gündoğan – Oksimoron / Bir Yaz Günlüğünden


-üzerime bir şiir al gideceksin diye üşüyorum gölgende

aşkımsıra sessiz bir sevişti her ölüm "bahçemde yer kalmadı" ölülere "zaman ten" değildi zaten yalan değil aynayı ilk öpüşüm ah kaçır beni, kaçır oksimoron ölümsıra gelme ardımdan çırılçıplak denize dalma üşengeç bedenim kaç masal tanığı say ki uyanasıya seviştik kimliksizce ah düşlerimiz, düşlerimizde oksimoron umrunsıra gelen acılar tadımlıktır son kerat cetvelinden hatırladığım parmaklarımdaki pis acı ekinde öç ilintili aşklar yaşadık gülecek yerler ararken satır aralarında zamansızlık hakim biz cellattık ah ömrün kesilsin, kesilsin oksimoron ardınsıra ben sessiz harflerden acı hece biriktirdim saçlarımın en dalgalı zamanı örtül üstüme üşütme mavi kapı kıla saplandı ima atı konuşursam şiir susacak anlatacak bir şey kalmadı sus, sus konuşma oksimoron hayat en yumuşak yerlerinden ısırıyor adamı

Atilla Yaşrin – Ölüm Aşermek


-dedem değil, kocamgözyaşına karışan buruşuk dudakların gelincik yaprağına bıraktığı salya azrail değişimi büyük susuşlar sahipsiz ölümler aşeriyor sesin yankısı keser ayva tüylerini başak boylarına ip… işte onun için aşk, cehenneme giden yolcuların listesini yazar orada ve gece, güzel tende damlar ucu yanık hayallerin rüyasına o an zamankıran dudakların öptüğü eller ete dikilen bakışlarda ölür ve kader dirilir hayallerin öldüğü yerde

Hasan PARLAK - HAYAL ve İNSAN


Zıtlıklar, fikirlerin anlaşılmasına zenginlik katan faydalı ayrıksılığının yanı sıra beklenmedik uzlaşıların da kaynağıdır. Bir şeyi daha iyi bilmenin, bir daha unutmazcasına hatırda tutmanın en etkin ifadesi “Her şey zıddıyla maruftur.” söyleminde hayat bulmuştur. Zıtlıklar, kimi zaman iç içe sorularda açılımını bulan ve bu yolla daha güçlü manaların ifadesine olanak sağlayan mantık silsileleri oluşumuna zemin sağlamışlardır. Bu fikirden hareketle insanoğlunun dış dünya ve kendi iç âlemi arasındaki önemli bir ruhsal algısını, hayal ve hayal kurma eylemini yine soruların irdeleyici yargısı eşliğinde düşünmek, değerlendirmek gerekir. Söz konusu edilen soruların ilkine şu cümleyle başlanabilir: Bile bile bir aldanış mıdır hayal, yoksa ümit kapısının sihirli bir anahtarı mı? Herkesin ayrı bir ön kabulüne ve fikir açıklamasına kapı açacak bu sorunun cevabı, her görüş sahibine haklı olduğu kanaati verdirecek kadar geniş bir anlayışa açıktır. İyimser olan ve olmayan bakış açılarını iyiden iyiye netleştirip karşı karşıya getiren bir sorudur bu. Bu zihinsel işlem kimilerine göre olmayacak işlerin zaman kaybettirici oyalanması, hayal kurucunun yanılgısıdır. Sonuç itibarıyla ortada ele gelir, dişe dokunur bir şey olmayacaktır. Bir de tam karşıt fikir içeren, üzerinde derinlemesine düşünülmüş görüş temsilcileri vardır ve onlar şu anlayışın tarafındadırlar: Düşüncenin başlangıcı ve sanatın sürekliliğinde hayal, hep var olagelmiştir. Hayatın akışında her zaman insanla insanca bir yansıyışın ışığınca hayat bulmuş, gerçekleri

daha

güzel renklere

büründüren büyülü bir prizma işlevi yüklenmiştir. Yazmanın, nağmelendirmenin, başka dünyalar kurma eyleminin ilk adımı, ilk nefesidir, var olabilmenin ilk arzusudur hayal ve hayal kurmak. Her insanın sahip olabileceği, onsuz olamadığı fettan bir dilber midir, ilham sarayındaki görkemli tahtına kurulmuş asaletli bir prenses mi? Bir yanıyla değerini hakkıyla idrak edemeyen insanlara bile ümit vermekten geri durmayan hoppa ve şuh bir kadın misali, her gönlün vazgeçilmezi, nazlanmayı sevmeyen kalender meşrepli kişisi olma özelliği taşımaktadır. Fakat en değerli yoldaşı ilham’a talip olunduğunda ise gururundan hatta hasedinden yanına yaklaşılmayan şımarık bir prensese dönüşmekte bir an bile gecikmeyişi sahnelemektedir. Gönüllerde yatan arslan mıdır, boş zamanların önemsiz, hafif malzemesi mi? Temsil ettiği gerçeğin gizemli bir gölgesi midir, zihinde üretilen aldatıcı bir hiçlik mi? Hayatın dinamizmini kışkırtan bir heyecan mı, dilek ve temennilerin sığındığı, sükûnunda teselli aranan asude bir liman mıdır? İşin özcesi: Nedir bu hayal kavramı, nasıl bir şeydir hayal etmek?

İnsanoğlunun dünya sahnesinde var olduğu andan itibaren, kendisinden hiç ayrılmayan sadık bir dostu,


çok zaman da avuntusudur hayal kurmak. Bireylerin, yaratılıştan lütfedilmiş yetenek ve iç dünyasının zenginliği ölçüsünde, gelişme ve güçlenmesinin başladığı noktadır hayalin durduğu yer. Görünen eşyanın gizemli yüzünü keşfedebilmenin yoludur hayal etmek. Hayatın anlamı ve amacına yolculuktur Yahya Kemal'e göre. Bu usta şairimiz, Deniz Türküsü başlıklı şiirinde düşünce ve hislerini şöyle ifadelendirmiştir:

"Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" Sanat, hayata tekdüzeliği, durağanlığı, dikkatsizlik ve ilgisizliği hiç yakıştıramaz. Sanatçıya, bu sayılan hususların ispatını üstlenmesini söyler. Sanatçının bu durumda hayale olan gereksinimi, kendini en zirve noktada hemen gösterir. Hayalleriyle özdeşleşmiş olan Gustave Flubert'in ‘‘Madam Bovary benim.’’ sözü çok anlamlı değil midir? Veya ilerleyiş ve gelişmenin ilk adımında hayal kurabilmek nimetinin akla gelmemesi mümkün olabilir mi? Bilim adamı Edison'un elektrik ampulünü icat etmesinin öncesinde, ışık sayesinde karanlık örtüsünden sıyrılmış gecelerin hayalini kurmuş olması zor bir tahmin olmayacaktır. Bu bakımdan hayal, düşünce ve fikir değerli bir bütünün ayrılmaz unsurlarıdır. Hayal kurma eylemi, amaçlanan hedeflerle anlam bütünlüğü oluşturabilmelidir. Düşlenen veya arzu edilen her ne ise hayal edilmenin önemini hak edebilmelidir. Toplumda, hayalciliğini acizlik ve tembelliğine malzeme olarak kullanan insancıkların zengin olma hülyası kurması, gerçekleşmesi çok zor dilek ve temenniden öteye geçemez hiçbir zaman. Olsa olsa, insanların hayal kurma özelliklerini olumsuzlayan bir düşünceye neden olmanın vebalini taşırlar bu durumlarıyla.

Mehmet Türkmen – LÜLÜ


Bağdaş kurup yüzü çatlak duvar diplerinde Mendil açıp harfler topluyorum sana benzettiğim yüzlerden Hiç biri sen değil bu bakışların tebessüm eden dudakların Biraz saç topluyorum biraz koku biraz avuntu kelebek tokalı kızlardan Mahyaların yıldızlara karıştığı zamanlarda kol mesafesinde uzatıyorum elimi Beni bir boşluk sarıyor incir yaprakları dökülüyor üzerime Ağlıyorum kalbim ah oluyor ağlıyorum

Biliyorum gelmeyeceksin Gittiğinde mordu gökyüzü Yine de bil Pazar çantasında senin için ıslak şiirler biriktirdiğimi Sarsak bir beden kekre bir yüzüm var döşümde bir gül resmi Metruk bir yerin kuzguni odalarında maraz kediler gibi Sancılı duruyorum evinin keskin köşesinde Güneş ikimize doğuyor göğe yükseliyor ezan Kaç kelebek öldü yüzünde Bir kez dövme yaptım göğsüme nice ölüm geçse üstümden silinmez adın Köse sakalıma aklar düşünce anlıyorum insanın bir kere sevdiğini

Ebru M. Kayır


….Dünyanın Sayfalarını Döndüren O Mercektir Kalp…. -herkes ölümünden önce kendini terk ediyordu ve ben kalbimi çiçeklerini açamayan beceriksiz bir kiraz ağacına taktımGüneş levhası kuruyup dökülünce dünya mağazasından, öyle uyandı ömrüne. Bir siyah rüzgârdı doğum günü, birbirinin göğsüne saplanmış iki güvercinin sağanak sızısı altında büyüdü çocuk. Gök ki avuçlarını kâğıda serperek çiçeklerini delirten bir kıyamet ismiydi ve güneş şimdi kırmızı bir hafızadır. Kalbim. Bu birinci kazadır ve tek harabe. Koynuma gömdüğüm bir kum saatiydi şehirler; vakitleri değil, seslerdeki ölüleri ölçtüm. Ah boyum. Hüznün mimari bir densizliği olarak eğri kaldı. Kelimeler… ağızların içindeki dikenli teller… Ağzını gömdüler, ağzını bakır yağmurlarla örttüler. Çünkü dili bir topal attı, her diri ayağı bir masalda sütun. Ölü ayağı gövdesini keserek tamamladı.

Derken, kelimelerin ayarttığı bir mezarlıkken ses, kalbin battığı bir gün düğümüydü göğüs. Boşluğuna külden bir şehrin şaşkınlığı atandı. /Ne çok konuştuk sonra çelik balonlarla yaktığımız çocukların suretine saklanarak… Gövdemizin yarısı kapılarını yutmuş bir binadır; taştan ama tül. Kuşların ayağına düğümledik geceyi ve omuzlarımızı bu eğreti mücevher ile örttük. Çürüklerimizden utandı kalem, döndü ekseninde zedelenmiş bir ağıdın ve yüzünü aynada ezdi. Aktık kâğıdın merceğinden, ey kâinat gömülmekle meşgul ulaklarını söndür! /Çünkü dili tek hasattı, o saydam merdivenle bir ömrü yıkadıGüvercin damarıdır boyunları bürüyen ak ve cömert çığlık, her çocuğun kanına gül yazısı sakladı. Kırgın seherin öfkeli göğsünden harfleri uyandırmak için göğsünü oydu ama bir çocuk; gülümsüyorken gözlerinin kovuğundan kış… sırtından devrilen bir gül nehriydi.

Biraz susarsanız bugün daha az konuşabilirim, yüzlerdeki bıçak artıklarından tanıyorum öldürülmüş isimleri.


Uzun koridorların beyaz duvarlarında ağlayan fotoğraflardır hayat, ben bir çocuktum fotoğrafların canlanacağını sanan. Hayır, duvarlar siyahtı. Sadece birkaç lekeydi duvarlardan bana seslenen. Hem ben bir çocuk kadar büyük değildim. Sadece aynalı bir kambur, fotoğrafların göğünü kabartan. /Annem, yıldızlarını kabartmazsa, dünya rüya göremez. …artık dünyayı beklemiyorum. Hiç kimsenin dilinden geçmiyor gemiler. Söz sarkacının boşluğa çizdiği saydam bir labirentti insan, dağlarını içine çekmiş sarhoş bir vadi gibi çukur çukur. Kelimeler ki birbirinin bağrında suskunluk lekesi ve harap -güneş kalem kalem tutulmuştur. Ağırlaşmıştı ağzım kömür sarayların buruşuk beldesiyle, sözlüklerin plastik kubbesinden aşağıya atladım. Kıydım gölgesine bütün sevgililerin ve dağlarından ayırdım ellerimi; güllerin küsmesidir… aralandı balçığın kendine isim aradığı bu vakit/soyunduğunda güneş ki yağmurun hafızasıdır. Tut nefesini ve sığdır gövdeni mürekkep sızdırmaz bir göğe. Bir yılanın kıvrılıp giden camdan gövdesidir yazdığın uzun mektup: ses dikenlerinden ibaret her heceni dökene dek yırtılacaksın. Sesin ki göğsündeki kafesi en yakıcı kuşlarla bağladı, şimdi konuşsun diye kalbini yangının uçurumundan atacaksın /öğrendim üşümeyi. İncindim bir müziğe incelene dek kalbim. Çünkü kalp üşüdüğünde meleklerdir örtüsü. Alnımıza saplanan günleri ayıklıyorduk. Övdüğümüz gece böyle bir özetti; mürekkebini arayan bir imza. Kendinden uzaklaşan kıtalarını seyre dalan uykulu bir dünyaydık üstündeki boş sayfada; kaburgamızdan sızan yalnızlığa sokulduk.

Melekler miydi, birden gök güğümlerinden güneşi boynumuza boşalttı… Öyle bir sözlüktür önümde açıldı, bütün kelimeler için kesmeyen ama keskin bir giyotin; sırf yıldız, sırf deniz... saf an. Çünkü… Sabahı uyandırdı müezzin. Ezan’lar vakti geri çağırdı. Bir ışık teknesinin altın rüzgârında kırılırken sessizlik… gece ve yer tüy gibi kıvrılıp bu çağrıda yandı. Ne derin bir gül yaprağıydı kâinatı eritip goncasına sardığı an- aşkın fısıldanışıdır yazgıda bulutları tamamlayan bu yıldızlı yarılış.


Duydum ve koparttım ses kubbesinin kurumuş bir su anısından ibaret bütün direklerini. Çağırdım geri ilk anıldığım rahmi ve bütün sözümü yuttum. Ne çok sözcük ile susmuştum. Çiçekleridir varlığımı delen. Ve avuçlarımdan fışkıran göğün iskeletidir. Şimdi. Bıraktım dudaklarımı avlusuna gök şelalesinin... duymak için; sırf. Hiç kimse kalmaz kelimelerden, her şey tek-bir sestir: HU!

Burcu İçli – HATIRA


Arayıp sormadan buldum aileyi Hiç ayıp bulmadan Memnun malikanelerdi okuduğum romanlarda İçine girdiğim yaşamlarda Büyüsünde bulduğum insanlarda Deli eden bir uğultu kulaklarımda Kaybettiğim babaydı küçük yaşlarımda Şeref neydi? Ki öylece çöküverdi dizlerime? Sevmek ne? Ya dağına göre kış görmek? Evim alçak dağlardaydı çocuk aklımda Anne yüksek yerlerde Hangisi çelişki? Hesapsız sevmek ya da sevmeyi hiç hesaba katmamak? Bin türlüsünü sezmişken hesapların susardı Korkuları bambaşkaydı akranlarından Endişeleri bir başka Çocuk yüreğimi arıyordum ama... Ona onca kişinin bir özür borcu var da!

ALINTILAR DEFTERİ’NDEN


Aşk’a Dair

Aşk hiçbir şey vermez, kendinden gayrı ve hiçbir şey almaz, kendinden gayrı. Aşk sahip olmaz, ne de sahip olunabilir. Zira aşk kâfidir aşka. Aşık olduğunuz zaman ‘Allah benim kalbimdedir.’ dememelisiniz; fakat daha ziyade ‘Ben, Allah’ın kalbindeyim.’ demelisiniz. Ve aşkın seyrini yönlendirebileceğinizi düşünmeyin; zira sizi lâyık bulursa şayet, aşk sizin seyrinizi yönlendirir. Aşkın hiçbir arzusu yoktur, kendini gerçekleştirmekten gayrı. Fakat aşık olursanız ve muhakkak arzulara sahip olmanız gerekiyorsa şunlar olsun: Kendi aşk anlayışınız tarafından yaralanmak. Şafakta kanatlanmış bir gönülle uyanmak ve şükran duymak bir başka aşk gününe.

Halil Cibran – Ermiş – Çeviren: İlyas Aslan – Kaknüs Yayıncılık – Mart 2007 – İstanbul

İZLENESİ PROGRAMLAR


Derkenar – TRT “Derkenar” programı; edebiyat, güzel sanatlar, tiyatro, sinema ve müzik dünyasında yaşanan gelişmeleri ekrana taşıyor… Kültürel ve sanatsal etkinlikler, en son haberler, sanatçılarla yapılan keyifli sohbetler Derkenar’da… Derkenar, Her Cumartesi TRT 1’de… Türkiye’de edebiyatın ve sanatın haftalık özeti gibi Derkenar… Dergilerin son sayılarından ayrıntılar paylaşılıyor mesela. Son çıkan kitaplar tanıtılıyor. Sergilerden kareler paylaşılıyor. Konserler hakkında bilgi veriliyor. Okura ve izleyiciye hitap eden her şeyden bir parça var Derkenar’da. Cumartesi günleri, öğlen arası, televizyon karşısına geçmek için iyi bir neden Derkenar…

OKUNULASI KİTAPLAR


Yusuf ile Züleyha – Nazan Bekiroğlu Saydamlaşma – Ahmet Kanter Saydamlaşmaya başlamadan önce miydi yoksa henüz saydamlaşmaya başladığımın farkına varmamış mıydım ya da "neydi bu saydamlaşma" demeyi aklımın ucundan geçirmediğim bir zamanda mı başlamıştım bu hayatı ve özgürlüğü anlatmaya bilmiyorum. Bildiğim tek şey; önümde ipince bir defterin öyle çekici duruşu ve o defterden burnuma gelen yazma kokusuydu. Ne konu ne de bir fikir vardı ortada. Yalnızca özgürlük, kendimle başbaşa kaldığım kadar, kendim olabildiğim kadar ve olmayana sürükleyen çekimlerden korkmadan yazmak. Her şey oradaydı. Keşfedilmemişlikte. Hiçbir şeye ihtiyaç duyulmamalıydı yazarken. Kurala, hayata ya da ruhlara, bedenlere bile... Henüz olmamış ya da biz doğmadan olup bitmiş herşey, bu iki ucun arasında kalan herşey toplanabilirdi bir araya. Ta ki ben, ben oluncaya kadar, sıvıysam kabıma dolana kadar, boşluksam yayılabildiğim kadar yazabilirdim. Özgürlük neymiş anlayabilir, belki anlatabilirdim de...

HABERLER – ETKİNLİKLER


1804 Tarihli El Yazması 1,6 Milyon Dolara Satıldı 19. yüzyılda yaşayan ünlü İngiliz yazarı Jane Austen'in bir el yazması, açık artırmada 1,6 milyon dolara satıldı.Sotheby's müzayede salonunun verdiği bilgiye göre, "The Watsons" adlı romanın taslağı, tahminlerin üç katına alıcı buldu. Dört kız kardeşin öyküsünü anlatan tamamlanmamış bu çalışmanın 1804'te yazıldığı tahmin ediliyor. 1817'de 41 yaşında ölen Austen'in 6 kitabı yayımlanmıştı. Hatırlanacağı gibi İngiltere Veliaht Prensi William'ın eşi Kate Middleton'ın, Austen'la 11. kuşaktan kuzen olduğu ortaya çıkmıştı. Zaman Kültür

En sık çalınan beş kitap Listesinin zirvesinde yeraltı edebiyatının önemli isimlerinden Charles Bukowski var. Kitap hırsızlarının diğer favorileri kimler? Tarihçi yazar Barry H. Landau, bazı tarihi dökümanları çalmaktan dolayı tutuklandı. Bu vesileyle Publisher Weekly de kitapçılardan en sık çalınan beş kitabı listeledi. Listesinin zirvesinde yeraltı edebiyatının önemli isimlerinden Charles Bukowski var. Kitap hırsızlarının Bukowski'nin belirli bir kitabına ilgileri yok. Önlerine çıkan ilk Bukowski eserini çalmaya eğilimliler. İkinci sırasında William Burroughs yer alıyor. Üçüncü sırada Jack Kerouac'ın Yolda adlı eseri bulunuyor. Dördüncü sırada Paul Auster'in New York Üçlemesi, beşinci sırada ise Martin Amis kitapları var. Sabah Kültür

Server Vakfı Edebiyat Ortamı Şiir Ödülü 2011 Ödüle, kitap bütünlüğü taşıyan şiir dosyasıyla (sayfa sayısı önemli değildir) veya yayımlanmış ilk şiir kitabıyla aday olunabilir. Dosya ile katılacak adayların daha önce şiir kitabı yayımlamamış olmaları; ilk şiir kitabıyla katılacak adayların da kitaplarını 2011 yılı içerisinde yayımlamış olmaları gerekmektedir. Önceki yıllarda yayımlanmış veya 2011 yılında yeni baskısı yapılmış kitapla ya da daha önce kitap yayımlamış olup da yeni bir dosya ile ödüle aday olunması mümkün değildir. Ödüle aday olabilmek için son katılma tarihi 30 KASIM 2011’dir. Ödüle 01.01.1980 tarihinden sonra doğmuş olanlar aday olabilir. Şiir dosyası ya da kitap 5 nüsha olarak, adayın özgeçmişi, fotoğrafı ve iletişim bilgilerinin yer aldığı ikinci bir zarfla birlikte büyük bir zarf içerisine konulmalı ve (SERVER VAKFI EDEBİYAT ORTAMI 2011 ŞİİR ÖDÜLÜ-GMK Bulvarı No:24/7 Kızılay/ANKARA) adresine gönderilmeli veya elden teslim edilmelidir. *Ödül tutarı 3.000 TL.dir. Uygun görüldüğü takdirde 2 kişiye de jüri özel ödülü verilecektir. Jüri özel ödülü her bir dosya/kitap için 1000’er TL.dir. *Kazananlar 10 Şubat 2012 tarihinde açıklanacaktır. *Önceki yıllarda bu ödülü almış olanlar aday olamazlar.


SEÇİCİ KURUL 1. Ali AYÇİL (Şair) 2. Cevdet KARAL (Şair) 3. Turan KARATAŞ (Eleştirmen-Yazar) 4. Mustafa AYDOĞAN (Şair) 5. Mehmet Ali BULUT (Server Vakfı Temsilcisi)

………………………………………………………………………………………………… Behçet Aysan Şiir Ödülü Türk Tabipleri Birliği (TTB) Behçet Aysan Şiir Ödülü için başvurular başladı. TTB’den yapılan açıklamada, 2 Temmuz 1993′te Sivas’ta meydana gelen olaylarda yaşamını yitiren şair Dr. Behçet Aysan ve 34 kişinin anısına verilen ödül için başvuruların 14 Ekim’de sona ereceği belirtildi. TTB’nin 1995 yılından bu yana verdiği Behçet Aysan Şiir Ödülü’nün seçici kurulundaCevat Çapan, Doğan Hızlan, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Turgay Fişekçi ve Zeynep Oral bulunuyor. Ödül kazanan yapıt, kasım ayında açıklanacak. TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü’ne başvuru koşulları:

 

 

   

Ödüle Ocak 2010’dan sonra yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazır bir kitap dosyası ile aday olunabilir. Yayımlanmamış yapıtların A4 dosya kağıdına çift aralıklı olarak yazılmış olması gereklidir. Ödüle son katılma tarihi 14 Ekim 2011’dur. Ödüle kişiler kitap ve dosya ile kendileri doğrudan katılabilir ya da yayımlanmış şiir kitaplarını sivil toplum örgütleri, yayınevleri ve üçüncü kişiler, şairin onayı alınmak koşuluyla önerebilirler. Yarışmaya katılan yapıtların daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir. Ödüle aday olacak şairler; adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte kitaplarını (8 adet) ya da şiir dosyalarını (8 adet) TTB Merkez Konseyi GMK Bulvarı Şehit Daniş Tunalıgil Sok. No:2 Kat:4, 06570 Maltepe-ANKARA adresine göndermelidir. Ödül için gönderilen yapıtlar açıklanmaz, yalnızca ödül kazanan duyurulur. Ödül kazanan yapıt 2011 yılı Kasımayında açıklanır. Ödüle başvuranlar tüm koşulları, kabul etmiş sayılır. TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü özel olarak hazırlanmış bir bronz figürdür. Para ödülü verilmemektedir. Ödül tek yapıta verilecektir. Seçici kurul uygun görürse ödülü paylaştırabilir.

Ayrıntılı Bilgi İçin: http://www.ttb.org.tr/

EDEBİYAT SÖZLÜK AHSENÜ’L KASAS


Kıssaların, hikayelerin en güzeli. Bu deyim, Kur’an-ı Kerim’de Yusuf Suresi’nde geçen Yusuf kıssasını anlatır. ALEGORİ Bir düşüncenin canlı bir varlık olarak anlatılması. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek gibi. Örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla anlatılması gibi. HÂFIZ-I KÜTÜB Kitapları koruyan kişi. Eskiden kütüphaneciler bu isimle adlandırılırdı. GÜLDESTE Seçme manzum ya da nesir yazılarının toplandığı dergi. Antoloji de denebilir EPİGRAF Bir yapının özelliklerini belirten ve genellikle bir plaka üzerine binanın ön yüzüne iliştirilen yazıya (kitabe) bir kitabın, bir kitabı meydana getiren bölümlerin başına konan, o kitapta veya bölümdeki yazılanları özetler mahiyette sözler, şiir parçaları, atasözleri, vecizeler. BÂDE Üzüm şarabı. Ama tasavvuf edebiyatında aşk anlamındadır. BERCESTE Öz, güzel, latif, ince anlamlı, kolayca hatırlanan, yapısı sağlam dize ya da beyit. Dize için daha çok mısra-ı berceste, beyit için de beyt-i berceste tanımlamaları kullanılır. Genel anlamda bir şiirdeki en güzel dize ya da beyit de denebilir. Bazı berceste örnekleri: Uyduk dil-i divâneye dil uydu hevâya Ruhi Su uyur düşmen uyur hasta-i hicrân uyumaz Şeyh Gâlib Çeşmini gördüm unutdum derdi de dermânı da Şeyh Gâlib Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Muhibbî (Kanuni) Şîrler pençe-i kahrımda olurker lerzân Beni bir gözleri âhûya zebun etdi felek II. Selim

TAKİP EDİLESİ SİTELER


[edebiyathaber.net]

Türkiye ve dünyadan edebiyatla ilgili gelişme ve bilgilerin yer aldığı edebiyathaber.net, hem ortalama okurun ilgisini çeksin istiyoruz, hem yazın dünyasındaki diğer aktörlerin. Edebiyat alanındaki gelişmelerle ilgili bilgilenmek isteyenlerin birkaç günde bir siteye göz atmaları da amaçlarımızdan diğeri.

Yayın Yönetmeni: Emrah Polat Editör: Melike Uzun Görsel Tasarım: Elçin Polat

Şakir TAŞ – Yolculuk


Garip bir yolculuk,kendi zenginliğinde yoksul; ama kendi yalnızlığında… Kendine yetememek suç olmasa gerek. Hem benimkisi öyle benle kalan bir yalnızlık değildi;arkamda bir şehir vardı, kimsesiz… Yetemedik biz’e,yetemedik! Zemheri bir gecede yalnızlığımız katmerlendi,yıldızlar delip geçemedi karanlığı;ulaşmadı bize bir türlü. Adımız yalnızlıktı. Yalnızlığımıza yalnızları eklemekti tüm çabamız. Sesimize kulak olunsun, ses olunsun,çığlık olunsun, bize katılacak olan, dedik. Suç mu? Kelimelerin kalplerine lisanımzı koymaya çalıştık,medet umduk ruh verilen kelimelerden. Biz’den daha iyi kim anlayabilirdi onları… Biz’i anlamasını beklemedik;en büyük suçumuz da bu oldu. Hasılı, o gece kalplerine sığınmıştık kelimelerin; karşılıksız, kelimelerin dışında anlayacak yoktu bizi. Ne bilebilirdik gemilerin yakıldığını,bize sadece küllerinin kaldığını. Hangi denizi aşacaktık şimdi. Daha baştan yanılmıştık da sonradan öğrendik. Sonradan öğrendik ilk başı. Fütursuz sığındık kelâma;ruhumuzu dillendirecek olana. Kelimelerin kalplerine hikmeti verene hamd eyledik. Rabbin varlığını muştulayan kelâma yolculuk,yoldaşlık bizim de hakkımızdı. Çıktık biz’e. Biz olacak olana çıktık. Geldiğimiz yer belliydi;yalnızlık. Gideceğimiz yer kelimelerin insafında saklı biz’dik. Ne kadar insaflıydı söz… Tutunacak bir dalımız yoktu besbelli;fakat düşmek üzere olan ‘biz’ vardık. Ne çok düşmüştük yarabbi. O gece ne çok düştük. Öyle bir düştük ki biz’den aşağılara… Sanki “bize doğru yürümekle meşhurduk kökten dallara yürüyen sular gibi.” Ne bilebilirdim yolculardan birini kendimi kıskanırcasına sevebileceğimi. Hoş, ölümümü biraz da ben başlattım. “Ölümün en kötü yanı onu yaşayanın diri olması”ydı ya,böyle bir ölümü seçtiydim kendime. Ölüm tohumlarını çoktan kalbime ekmiştim. /İşte böyle. Zaman tamamlaya dururken devrini,güneş monotonluğundan taviz vermezken. Kuşlar,kanatlarının çizdiği haritaya göre istikamet ederken. Gökyüzü, elmaslarını rüzgarın hükmüne göre kuşanırken. Düşünceler kafatasında mahpusken. Acı, kol gezinirken;bu kadar özgürken. Candan sevmeler sırra kadem basarken. Mektuplar unutulurken. Şiir,çağdışı yorumlanırken. Habil ile Kabil savaşa tutuşurken. Ateş, savaşı tutuştururken. Öfkemiz çoğalırken. Kalem tükenirken. Söz, gücenirken. Anneler,iffetli mutmain,çaresiz dövünürken. Yok olurken anneler. Çocuklar, altlarında cenneti ararken ayakların. Hal/siz düşerken âdem. Boz/bulanık iken hülyalar. Çekip çeviremezken babalar hayatlarını çocuklarının. Yerden göğe ateş yükselirken. Yanarken. İşte böyle. Böyle…/ Mahşeride cesaret bohçamızı kuşanmıştık böyle bir yolculuğa çıkarken. Can çekişen bir hasta idik yoksul bir peykede,yapayalnız bir sokağın ortasında. Radyodan gecenin ruhunu kanırtan sözler dolarken hanemize böylesi bir yolculuk… Her şey bir kağıt ve kalemin söz’le izdivacıyla başlamış; bir radyo istasyonundan dökülen sözcüklerle büyülü bir aşk yolculuğuna dönüşmüştü. Söz “geceye dair”le başlıyordu. Denizler ortasında içi boş bir gondol gibiydi yürekler. Korsanların saldırısından kaçıp ,gecenin o asude limanına sığınmıştı herkes. “Biz” de öyle yapmıştık. Geceye,söze,kağıda,kaleme sığınmıştık;en çok da söz’e… Birbirimize sığınma ihtiyacındaydık. Oysa, kimse kimseyi tanımıyordu. Ortak bir dil vardı;yalnızlık… Düşler,alabildiğine maviydi. Bu yazı, bu satırlar, radyoda konuşan adam bir aynanın karşısına geçip , kendi gerçeğimizle yüzleşmemizi istiyordu. Çoktan “Kayıp Düşler Tramvayı”na binmiştik. Kelimelerin ihanetine uğramıştık. Birbirimizi gecede bulmuş fakat sözcüklerde kaybetmiştik. Merhameti yoktu sözün,ihanetine uğramıştık. aşka nisyan söze isyan güle figan, bülbüle hicran, biz’e hüsran düşmüştü. NURULLAH YARDIMCI


Edebiyat Dünyası ve İnsan En büyük yoksulluk okumadan yaşanmış bir hayattır. Kişi ekonomik güce sahip olabilir ama yaşama kültürü yoksa zenginlik boş bir araçtır. ‘Dünyanın en yoksul insanı paradan başka hiçbir şeyi olmayandır.’ Arthur Schopenhauer’un bu sözünün tek cevabı kitaptır. Dimağınızın ve kalbinizin kitap üzerine yoğunlaşmasını engellerseniz, gözleriniz görmez, kulaklarınız işitmez, bakar bir kör olursunuz. Amaçsız, sevgisiz bir dünyada insanın kendini tüketmesi ya da bitkisel yaşam içinde kaybolması… Politik mücadele canlı yaşamın bir parçasıdır. Siyasal kültür, kitaptan geçer ama günümüz Türkiye'sinde sanat ve edebiyat siyaset adamlarının yanından bile geçmemiş, ülkede gezerliğin kaynağında kültürsüzlük acı şekilde yatmaktadır. 20. yüzyılın en büyük bilim adamı Einstein’ın ‘eğitim için yüksek okula gerek yoktur birey bunu kitaplardan da sağlayabilir’ sözü kitaba ne kadar değer verdiğini açıklıyor. Tarihteki en önemli ve en değerli mucitlerinden Thomas Edison da bunda hemfikirdi. Politik olduğunu söyleyen bir kişi Zola'nın ‘Garminal’ kitabını okumadıysa, maden işçilerinin yerin altında hayatlarını tehlikeye atarak, ezildiklerini anlayamaz. ‘Garminal’ işçi sınıfını anlatan en büyük eserdir. Ya ‘Vadim O Kadar Yeşildi ki’? İrlandalı bir işçi ailesinin toplumsal yaşamı, bir din adamının aşkı… Geleneklerin içine kendini hapseden bir din adamı… Sonra işçilere sendika kurması için öncülük eden papaz... Burjuva yazarı Balzak, ‘köylü isyanları’ kitabını yazarak, ihtilalleri haber veren ön sezgileri güçlü bir yazardır. Balzak, burjuvazinin aç gözlülüğünün, doyumsuzluğunun bir gün ihtilale giden yolları açacağını yazar. Balzak’a ait ‘Vadideki Zambak’ta soylu kadın ve genç öğretmen, yaşlı kocasına ihanet etmeyi ölümcül suç sayan gelenekçi kadın, gizli aşkını kalbine gömer. Umutsuz aşk, soylu kadının hayatına mal olur. Balzak, 200 yılın en büyük yazarıdır. Ve büyük deha hala aşılamadı. Victor Hugo, ‘Sefiller’ romanında bir dönemi yazdı. 1871 ihtilal süreçleriyle beraber halkın burjuvaziye karşı başkaldırısını, direnişini, sokak barikatlarını kalemiyle yaşattı. Bir ekmek çaldığı için küreğe mahkum edilen zavallı sefil insanları… 'Notredam'ın Kamburu' fiziken korkunç görüntülü bir insan Osimada… Kilisenin çanını çalan çirkin adam, günün birinde çingene güzeli Esmeralda'ya aşık olur Umutsuz bir aşk, güzel kadın bu korkunç adamdan korkmakta ama hilkat garibeti içinde nasıl bir sevgi yaşadığı, zaman içinde güzel kadını şaşırtır. Ona bir gün kırmızı gül getirir ve önüne eğilerek gözlerinden yaş gelir. Ona bir çocuk gibi bakar. Osimada kendine uzay kadar uzak kadın yanında olmasına rağmen ona dokunmaz. Sadece gizli gizli onu seyreder. Geceleri üşümesin diye onun üstünü örter. Victor Hugo “Notredam'ın Kamburu” kitabında sevmenin fizik ölçüleri içinde yeri olmadığını belirtmeye çalışır. Yani çirkinliğin içinde güzellik yaşar. Fransız edebiyatı Rus yazarlarına örnek olmuştur. Dostoyevski,Turganov,Çernevski, Gorki… insanlık tarihine baktığımız zaman büyük politik ihtilallerinin yolu edebiyat yazarları tarafından açılmıştır. Sisli ufukların aşılması büyük yazarlardan kaynaklandı.Victor Hugo politik bir adamdı. Hep ihtilallerde yer aldı. İhtilal burjuvazi tarafından tasfiye edilince Hugo, Fransa'dan kaçtı. Yıllarca Avrupa'da sürgün hayatı yaşadı. Turganov “Babaları ve Oğulları” kitabında kuşak çatışmasını anlatır. Rusya'da 19. yüzyılda “Darvinizm” tartışmakta. Baba toprak ağası, oğul tıbbiyeyi bitirmiş. Genç doktorun ağası genç hukukçu, baba evinde siyasi tartışmalar, bilimsel gelişmeyi kabul etmeyen baba, evde misafir papaz. Canlıların var oluşunu sır olmaktan çıkarıp tüm bilinemezlik gizliliğine açıklık getiren bilim en büyük zaferi olan bu büyük tez, türlerin kökeni Turganov'in kitabında Çarlık Rusya'sında aydınların baş yapıtıydı. Dostoyevski'nin “Eciniler” romanı sanki Türkiye'deki aydınların duyarsızlığını yazmış. Dinci partilerin tırmanışı, siyasi infazlar karşısında hukukçuların sorumsuzluğu, basın özgürlüğü, öğretim üyelerinin siyasi kaçkınlığı, Ecinler ihanetleri sorumsuzluğu liberallerin dönekliğini anlatan destansal kitaptır. Eğer Sheakespaper okumamışsanız genel kültürünüz yoktur demektir. “Hamlet” insandaki ihanet yapısını ortaya koyan bir eserdir. İktidar hırsı için kardeşini tuzağa düşürüp öldüren Hamlet'in amcası aynı zamanda öldürdüğü kralın eşini de alır. Hamlet, bu korkunç cinayeti içine sindirmez. Kinini günü geldiği zaman ortaya kor ve babasının intikamını alır. Hiçbir yazar Roma tarihini Sheakespear, gibi yazmadı. “Juliüs Ceasar” , “Antoni ve Kleopatra” kitabıyla Roma'nın zengin tarihini oyunlaştırarak insanlığı bilginleştirdi. Siyasal mücadele süreçleri Roma'nın politik yaşamı okunarak örnekleme alınır. Roma imparatoru Sezar'ı arkadan bıçaklayarak öldüren Britüs, simgesi


olarak insanlık tarihine geçti. Acaba Britüs Sezar'ı öldürmekte haklı mıydı? Kanlı diktatör insanlığı köpekleştirip, tek bir ulus yaratma amacındaydı. Bu dünya halklarını Roma'ya köle yapmaktı. Sheakespear, 'Roma halkı koyun olmasaydı, Juliüs Ceasar kurt olmazdı” der. “Kral Lear”, yaşlanan kralın çocukları tarafından yetkililerin elinden alınıp onun bir zavallı konumuna getirilişini acıklı şekilde verir. “Kral Lear” her insanın örnek alması gereken bir insanlık trajedisidir. “Macbeth” insanı canavarlaştıran iktidar tutkusunu işleyen yönetme hırsının insanı nasıl kanlı bir katil konuma getirdiğini gösteren büyük bir eserdir. Roma tarihi siyasi tezlerle dolu. 1789 Fransız ihtilalcileri politik kaynakları bilgileri Roma'dan aldılar. Roma'nın zengin mücadelesi insanlığın gelişmesinde ölümsüz eserler bıraktı. Sheakespear, günümüzde hala güncel olması onun politik bir deha olduğunu gösterir. Roma tarihini incelemesi ancak yaratıcı bir yazarın örneklemesiydi. Roma imparatoru Juliüs Ceasar'ı arkadan bıçaklayarak öldüren Bürütüs, aslında özgürlüğü hedef almış bir kişiydi. Roma'daki dikta yönetimi içine sindiremiyordu. İmparator Ceasar'ın kuzeni olurdu. Yani dayısı ama Brütüs'e göre Roma'yı kurtarmak için Ceasar'ın ölmesi gerekti. Roma'da aydın bir kadro kurdu. Bu ekip hürriyet istiyordu. Bu siyasi kadronun içinde Brütüs lider konumundaydı. Kanlı Roma'nın kölelik düzenini kabul etmedi. Ey Roma halkı daha ne zamana kadar dayanacaksın hürriyetsizliğe. Zalim Ceasar yakınımda olsa. Acımasız diktatördür insanlar yada dünya halklarını köle yapmasına ne zamana kadar seyirci kalacağız? Roma kan ağlıyor. Sanatlardan kopmuş insan ölü bir kişiliktir. Amaçsız, gayesiz ve süreç içinde her şeyi kabul eden köle bir kişilik. Irkçılık neden kültüre düşmandır? İnsanı yönetmek, sürüleştirmek için. Oysa bilgi ve bilim insanı ayağa kaldırır. 1930'larda Almanya'da Naziler iktidar çarkını ele geçirince kitapları tören düzenleyerek yaktılar. Hitler'in propaganda bakanı Göbbels, “Kültür dendiği zaman silahıma mermi süresim geliyor” diyordu. Kapital dünya genelde Nobel ödüllerini bazı felsefi akımlara ihanet eden yazarlara verir. Soljenist'in doktor Jivago kitabının yazarı Boris Pesterbak, yalnız 1960'larda bütün dünya yazarlarının kabul ettiği Şolohova, Nobel'i vermek zorunda kaldılar. “Durgun Akardı Don” kitabıyla Sovyet ihtilallerini yazan Şolohov, “Toprak Uyanırsa Donda Hasat” kitaplarıyla batı dünyasının edebiyat dünyasını sarstı.Emirle kitap yazılmaz, eser inanılarak yazılır. Bizler Sovyet ihtilalinin yazarlarıyız. İnsanlık Nazi barbarlığını yaşadı. Bu canavar sistem nasıl yenildi? Batılı yazarlar her nedense Sovyet halkının yapmış olduğu olağanüstü fedakarlığı unutmuşa benziyorlar. Rusya'nın Çarlık dönemindeki yazarlar bir daha çıkmaz deniliyordu. Elbette o dönemin büyük ustaları bizim öncülerimizdi. Bizim önümüzü onlar açtı. Biz geçmişimizi inkar etmedik.bir rus yetkilinin “Rus yazarları yalnız bizim değil, tüm insanlığın ortak ustalarıydı” demişti ama bugün ülkemizde ölümsüz yazarlar çıkmaya devam ediyor. Batı dünyasını bizlere Nobel ödülünü vermesine teşekkür ederiz ama bu armağan bizim kültür ihtilallerine olan inancımızı daha çok güçlendirmeye destek olacak ve ülkemizin bütün yazarları sanat yolunda insanlığa büyük eserler vermeye devam edeceklerdir.

İYİ BİR İNSAN OLMAK İÇİN


Yaşam alanlarını ve su kaynaklarını yok ettiğimiz hayvanlar için, yapabileceğimiz çok şey var. Bunlardan biri, içinde bulunduğumuz, hava sıcaklıklaının oldukça yüksek olduğu şu günlerde, onlar için bir yerlere su bırakmak… Fotoğrafta gördüğünüz şey, kuşların ve kedi/köpeklerin su içebilmeleri için, Çorum Belediyesi tarafından parklara kurulmuş bir sistem. Üst ve alt kısmında ufak su havuzları var v hayvanlar buralardan su ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Yerel yönetimlerin örnek alması gereken bir yaratıcılık örneği… Bizler de balkonlarımıza, pencre pervazlarına, sokaklara ufak kaplarda su bırakarak, bu hayvanların yaşayabilmeleleri için artı bir neden olabiliriz.

MEZVUUBAHİS


Bu sayfa’da, Facebook’taki takipçilerimize yönelttiğimiz bir soruya aldığımız cevapları yayınlıyoruz her ay. Bu sayı için sorumuz şöyleydi: Facebook edebiyatı nasıl etkiliyor? Edebiyat’ta Facebook Etkisi Cihat Albayrak: Sosyal medya, özlü söz paylaşımını patlatıp, kitap okuma ihtimalini aşağılara çekiyor ne yazık ki... Minimal bir edebiyat doğuyor ve herkes kelimeleri alışılmışın dışında bir araya getirerek tek cümlelik edebiyatçı oluyor. Tek cümlede özetlenebildiğini düşündüğü edebiyatı da, insanlar 400-500 sayfalık kitaplardan okumak istemiyor... Facebook ve Twitter yüzünden ''Olric'' gitgide bir anti-kahraman'a dönüşüyor. Mide bulandırıcı olmaya başladı. Sosyal medyanın, bir kaos psikolojisiyle böyle değerleri yok etmesi acı verici. Şükran Belen: benim için son derece verimli bi yazma süreci...paylaşımlarla beslenip bunu tekrar paylaşıma çevirebildiğim için(şiir) keyifli bi süreç... anında tepki almak hem okur hem de yazan insanların ilk paylaşım duygusu.... çok önemsiyorum... 3 aydır facebook ta bi hesabım var ve ben iki dosya bitirdim 3.ise nerdeyse bitmek üzere..motivasyonumu ve beni disipline edişini gördükçe iyi ki arkadaşlarımın ısrarını dinlemişim:))) yüreğini açan şiiriyle masalıyla yazılarıyla çok değerli insanlar arkadaşım oldu ve onlarla da beslenip çoğalıyorum teşekkür ederim sayfamdaki tüm arkadaşlarıma... Abdullah Çiftçioğlu bana göre facebook neşeli bir eglenceli site edebiyat nasıl mı etkiliyor şöyle anlatiyim edebiyat facedeki insanların görünüşü tipini karaktererini belli ediyor edebiyat asıl amacı facede etki bırakmatır.. (: Firdevs Erva Genç Facebook edebiyatı basitleştirdi ve bu sürecin sonu edebiyatın ruhunu kaybetmesine uzanıyor. Facebook yaygınlaştığından (dili Türkçe olduğundan) beri herkes aşk uzmanı oldu ve tabi herkes şair. Kaliteli paylaşımlar yapan, ezberciliğe karşı duran, kesyapıştır geleneğine uzak kalmayı başarabilen sayfalar elbetteki var ama sayısı çok az. Üstelik ünlü edebiyatçıların sözleri ağızlarda sakız oldu . Sorsanız birçok kimse size facebookta paylaştığı veya okuduğu dizelerin/sözlerin hangi kitapta olduğunu veya şiirin/yazının adını dahi söyleyemez. Çünkü herkes bu dizelerle birilerine mesaj verme veyahut sevgilisinin gönlünü hoş etme derdinde. Ve elbette bu da edebiyatın değerini düşürüyor. Kimse artık dergi okumayı, gazete okumayı ve hatta kitap okumayı önemsemiyor. Ne de olsa artık "yüz kitabı"mız (Facebook) var. Müzeyyen Çelik Facebook'un edebiyata fayda mı sağladığı zarar mı verdiği konusunda çok çeşitli yorumlar yapılabilir. Zararlarına gelirsek edebiyatla ilgili sayfalarda şairleri yazarları belirsiz metinler ortaya atılıyor. Bazen de yazarını çok iyi bildiğimiz bir deneme ya da şiiri bambaşka bir isimle görebiliiyoruz. Son zamanlarda beni rahatsız eden Olric'in fazla anlaşılmadan herkesin diline dolanması ve her söze Olric eklenerek aktarılması. Tutunamayanları iki kez okudum ama ona ithaf edilen birçok sözü bulamadım. Bu bir çeşit sahtekarlık olmaya başladı. Yararlarına gelirsek de şair ve yazarlarla iletişim kurmak facebook sayesinde daha kolay hale geldi. İnsanlar dergilerden haberdar olmaya başladılar. Gidip satın almasalar da okuyorlar bir şekilde. Bazı paylaşımlar insanların düşünmesine vesile oluyor. Ben bilgisayar ekranından bir şey okuyamayan ve çıktı alan bir insan olarak bunları düşünüyorum. Hçbir okuma kitap kokusunun verdiği zevki ve dünyayı bize aktaramaz. Hele de bir tele ekran. Sevgiler Hayal Bilgisi.


Yusa Irmak: "Facebook'un edebiyat üzerindeki etkesi" artık tartışılamaz derecede bir noktaya geldi. Şöyle ki.. Bir insanın lisanı onun düşünce ve anlayışını ifade eden çeşitli vasıtalardan biri. Artık sanal alanda ve sosyal medya da en çok ziyaret edilen sayfalardan biri de facebook oldu. Devir öyle bir devir ki kağıtların bile artık kullanılmayacağı devir. Herşeyi mini tablet şeylerden öğreneceğimiz, okuyacağımız bir dünya düzeninin inşaası 97 yılından beri atılıyor... ve bu zamandan beri de biz sanal alem kullanıcıları eskilerden birer müze değil hep fabrika inşaa etmeye çalıştık. Kağıt üzerinde, kitap sayfalarında yani yapılan güzellikler facebookta yahut twitter de yapılamaz mı? Bana göre pek ala yapılır. Bunun en güzel örneğini ben ve ekibim beş altı sene evvel korpekalemler.com'u kurmak suretiyle yapmıştık. Bir taş attık oraya ve derdimizi dalga dalga genç yazarlar ile paylaştık sesi olmayan sessizlerin sesi ve soluğu olmaya çalıştık. Bunu yaparken elbette, edebimizle örf ve adetlerimize sımsıkı sarılarak yaptık.. Bu tavrımız bana göre bir nevi edebiyatın ve facebookunda tanımı niteliğini taşır...Zira her gerçek ilk başta, insanın iç dünyasında ruhunda öz halinde belirip; sonra hissedilip; sözle, kalemle, çekiçle canlandırılıp, elmaslaştırılma noktasına çizgi, çizgi, san'at ve edebiyatta sanal elemde bir "Ney" olunuyorsa buradan çıkan her eserinin çehresinde bakılmaya değer, okunmaya değer bir done bulunabilir diye düşünüyorum. Bu alanı, yani facebooku ben sağlam düşünürlerin ve edip kardeşlerimizin, yeni yahut eski tarzda söylenmiş sözlerden dediğimiz gibi bir müze yaparak değil, fabrika inşaa ederek yola devam edebilirse nurun ala nur olur diyebilirim.

BİR PORTRE Hulki Aktunç


1949'da İstanbul'da doğdu. Askeri okullardaki orta ve lise yıllarından sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Yükseköğrenimi sürdürmedi. Yazı yaşamı, dönemin önemli dergilerinden Yeni Ufuklar'da başladı (1968). İlk kitabı Gidenler Dönmeyenler ile Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü (1977), Bir Çağ Yangını romanı ile Abdi İpekçi Ödülü'nü (1981), Bir Yer Göstericinin Hayatı ile Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü (1990) kazandı. 1976 sonrasında şiire özel bir ağırlık verdi. İnsan Aşklarının Külüdür ile Halil Kocagöz Şiir Ödülü'nü (1994), Istıraplar Ansiklopedisi ile de Cemal Süreya Ödülü'nü aldı (1995). On yılı aşan bir çalışmanın ürünü olan Büyük Argo Sözlüğü (1990) gerek Türkiye'de, gerek yurtdışı Türkoloji çevrelerinde yoğun ilgi gördü. 1998 öyküye dönüş yılı oldu (Güz Her Şeyi Bilir). Aktunç, kendisine özgü bir üslup geliştirdiği öykülerinde ve romanlarında, bir yandan ülkemiz düzyazı/anlatı geleneklerini günümüze doğru değerlendirirken, bir yandan da öncü anlatım denemelerine girişir. Aktunç'un şiiri de bugünün insanında aradığı 'kendiliğindenşiirsel-bakış'ın araştırılması ve saptanmasının peşindedir; şiirimizin henüz tükenmemiş olanaklarını sınaya sınaya gelişir ve yeni bir 'şiirsel blok' yaratmaya yönelir. Denemeleri (Erotologya?, 2000), içinde bulunduğumuz coğrafyanın kendisine özgü erotizmini çözümlemeye çalışan ilk yapıt sayılır. İki öyküsü, filme dönüştürülmüştür: "Aşka Kimse Yok" (yönetmen Osman Sınav), "Bir Yer Göstericinin Hayatı" (yönetmen Tülay Eratalay). İrlanda'da gerçekleştirilen şiir çeviri seminerleri doğrultusunda bazı şiirleri İngilizceye çevirilmiş ve Twelfth Song başlığıyla yayınlanmıştır (1998). Eserleri Şiir Sır Kâtibi (1989), Islıkla Tarihçe (1989), Adresim Aynalar (1991), Şarkılar (1992), İnsan Aşklarının Külüdür (1993), Istıraplar Ansiklopedisi (1994), (Şiirlerinden bir seçme, şairin de katıldığı kolektif çeviri çalışmalarında, Theo Dorgan, Tony Curtis ve Orhan Koçak tarafından İngilizceye çevrildi: Twelfth Song, On İkinci Şarkı (1998), Bir Şeyin Varoluşu (1999), Firak (Toplu Şiirler, 2000). Öykü Gidenler Dönmeyenler (1976) Kurtarılmış Haziran (1977) Ten ve Gölge (1985) Bir Yer Göstericinin Hayatı (1989) Güz Her Şeyi Bilir (1998)

Roman Bir Çağ Yangını (1981), Son İki Eylül (1987) Deneme Erotologya? (2000), Aforistika (2001). Sözlük Büyük Argo Sözlüğü (1990). Ödülleri 1977 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, Gidenler Dönmeyenler ile 1981 Abdi İpekçi Ödülü, Bir Çağ Yangını ile 1989 Yunus Nadi Öykü Ödülü, Bir Yer Göstericinin Hayatı ile 1994 Halil Kocagöz Şiir Ödülü, İnsan Aşkların Külüdür ile 1995 Cemal Süreya Şiir Ödülü, Istıraplar Ansiklopedisi ile

SÖYLEŞİ Hayal Bilgisi, 17 yıllık sahaf, Mustafa Gökgöz ile sohbet etti.


Mustafa Gökgöz kimdir? 1949 yılında Çorum’da doğdum. 68-69 öğretim yılında Erkek Sanat Enstitüsü Tesfiye Bölümü’nü bitirdim. 2 yıl Almanya’da tornacı olarak çalıştım. 23 yıl da Çimento Fabrikası’nda, emekliliğimden sonra bir yıl da hastanede çalıştım.16 yıldır da bilfiil kitapçı olarak çalışıyorum. Sizi kitaba bağlayan neden nedir? Size kitapları sevdiren, sizi bu konuda etkileyen birileri oldu mu? Kitapları sevmemde en büyük etken ilkokul hocam ve sanat okulundaki edebiyat hocamdır. Edebiyat hocam Hatice Engin Ahmet Kabaklı’nın öğrencisidir aynı zamanda. Sonrasında aşılanan bu sevgiyle okumaya ve yazmaya devam ettik… Öz Sahhaf’ın hikayesini bize anlatır mısınız? Burası daha önce babaannemin eviydi. Bu giriş kısmı merdiven boşluğudur. (foto) Merdiven boşluğunu değerlendirdik. Babaannemin evi babamın evine bitişikti, aradaki duvarı açtım. 5 oda, 3 koridor artı burası ve iki depomda kitabım var. Kitap sayısını Allah’tan başka ben dahi bilmiyorum. Kitapları seviyorum, okuyanı daha çok seviyorum. Alana değil okuyana hürmet ediyorum. Burası ilk açtığınızda bu kadar mıydı? Yani tamamını kullanıyor muydunuz? Hayır sadece bu giriş kısmı, merdiven boşluğunu kullanıyordum. Emekli olduktan sonra evdeki kitaplarımı getirdim buraya, sonrasında maaşımı aldıkça takviye ettim. Önce sadece eski kitaplar vardı. Şimdi eski kitapların yanı sıra güncel kitapları da getirtiyorum. Lakin kesin olan bir şey varsa buraya korsan kitap çok az girer, o da öğrenciden takas yoluyla olursa… Korsana karşımım! (: Ayrıca 8 sene İstanbul Tarlabaşı Kitap Fuarı’na, 9 kez de Beylikdüzü Kitap Fuarı’na gittim. Sunay Akın, rahmetli Atilla İlhan, Mehmet Altan, Hakan Günday gibi pek çok yazarın imzalı kitabı vardır elimde. Yalnız diyabet hastası olduğu için son senelerde gidemiyorum. Kitaplar arasında geçen bu 16 yılda başınızdan geçen ilginç ve güzel olaylar vardır eminiz. Bize bunlardan bahseder misiniz biraz? Size Abdullah Ercan’la olan anılarımdan birini anlatayım öncelikle. İstanbul’daki toptancım, kitapevi sahibi Mehmet Varış’tan 2 koli kitap almıştım. ‘Sanat ve Estetik’ isimli Nejat Bozkurt’un kitabının ilaveli baskısı da vardı aralarında, onu inceliyordum. O sırada Abdullah Ercan geldi. Abdullah Ercan emekli senatör ve avukattır. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile 61 anayasasını yazan senatördür. Geldi dedi, “Mustafa bu kitap ilaveli, bende 1. Baskısı var, 1. Baskısı ile bu ilaveli baskıyı değiştirebilir miyim?” “Ne demek ağabey, hayhay, tabii değiştirebilirsin.” Dedim. Ertesi gün bana 1. Baskıyı getirdi. Kitabın kapağını açtım bir baktım; ‘Abdullah Ercan Senatör Ev Kitaplığı’ yazıyor ama altına iki tane kıta yazılmış. İlki: ‘Gelmeden ömrün sonu okumaya eyle şitap/ İnsanı arşı âlaya götüren yoldur kitap


Okuyan iki cihanda aziz ve mutlu olur, / Resul'e bile "OKU" oldu Tanrı'dan ilk hitap.’ Diğeriyse: ‘Mazhar olmuşsun Muhammed Mustafa’nın(s.a.v.) ismine/ Değmesin hiçbir kötülük ruhuna ve cismine. Sen gibi kitap sevene ‘ehli kitap’ denir, / Kitap sevmeyenin bu dünyada ismi ne.’ “Mustafa’cığım bu iki kıtayı kitabımla sana hediye ediyorum.” Dedi. O gün bunları okuyunca uçtum, çok mutlu oldum, dünyalar benim oldu. Ve sahafımızın ayraçlarının üzerine 4-5 yıldır bastırıyoruz bu 2 dörtlüğü, okuyuculara dağıtıyoruz onların da çok hoşuna gidiyor. Ondan birkaç gün sonra Abdullah Ozulu hocam, hem mahallemizin ağabeyi, emekli edebiyat öğretmeni aynı zamanda da Hakimiyet Gazetesi’nin baş yazarıdır kendisi, “Mustafa” dedi, “bunu köşemde yazabilir miyim?” “Hayhay ağabey “ dedim, “ne demek.” İkisini de yazdı, Çorum da duydu bunu daha da mutlu oldum. Bu tatlı bir anıydı tabii her zaman insanın başına güzel şeyler gelmiyor. Size acı bir anımı anlatayım bir de. Cumhuriyet Lisesi’nden öğrencinin biri birkaç defa kitap getirdi.3.defa getirdiğinde bu çocuktan şüphelendim. “Bu kitapları sen okumuyorsun.” Dedim. “Ağabeyimin” dedi. “Hayır” dedim, “ağabeyinin de değil, sen okumuyorsun başka bir yerden alıyorsun.” Dedim. Baktım okul formasında Cumhuriyet Lisesi’nin arması var. Çocuk gittikten sonra okulun numarasını bulup aradım, “okulunuzdan kitap çalınıyor mu?” dedim. Hoca, “evet çalınıyor” deyince “gelin görüşelim” dedim, “ben falanca yerde kitapçıyım.” Müdür muavini geldi. Durumu anlattım. “Albüm getirirsem tesbit edebilir misiniz?” dedi, “ederim” dedim. Tespit ettik. Ardından okulda çocuğu çağırıyorlar, “sen okuldan kitap çalıp satıyormuşsun” diyorlar. Çocuk ağlamaya başlıyor. “Ya sabıka açarız ya da okuldan kaydını sileriz” diyorlar. Ben bunu duyunca çok üzüldüm, çünkü kendi hataları büyüktü öncelikle. Kitaplarda ‘Cumhuriyet Lisesi’ne aittir’ diye bir mühür olsaydı başta sonda, elli ve ellinin katlarında çocuk bunu yapamazdı. Neticede çocuğun bir yılını yediler. O gün bugündür bu olayı hiç unutamam, kendimi suçlu hissederim… Aklıma gelen bir anım daha var. Bir gün öğrencinin biri talebeliğinde Tümay Matematik Kitabı çalmış. Daha sonra matematik öğretmeni olmuş. Ben de bir ara hastaydım Ankara’ya tedaviye gidiyordum, bu yüzden bir süre dükkanı kapattım, müşterilerimden de “özür dilerim” diye yazmıştım. Bunu görmüş, etkilenmiş, “bu amcadan ben kitap çalmıştım, bu amcaya bi’şey olursa ben ona borçlu giderim” diye. Dükkanı açtığımda geldi, “amca böyle böyle” dedi, “helallik istiyorum senden” dedi. “Tamam oğlum” dedim ben de. “ Yok” dedi, “olmaz ben sana bi’şey vereceğim” dedi. “Alırdın, almazdın” derken zorla bana 20tl para verdi. Çaldığı kitapla matematik öğretmeni olmuş, bana maaşından zorla 20lira para verdi.  “Almam” dediysem de dinlemedi. Böyle bir anım da var. Bu da güzel bir anı… ‘Gençlerle Başbaşa’yı sattığım kızlardan biri de bir gün geldi, “amca” dedi, “çok teşekkür ederim, bana çok güzel bir kitap önermişsin.” Dedi, o zaman da çok mutlu oldum. İşte bunlar bizi mutlu ediyor… Sizin için en değerli kitapları sorsak bize hangi kitapları sayarsınız? Sizi en çok etileyen kitap hangisi? En değer verdiğim kitaplar; Küçük Prens(Antoine de Saint-Exupéry), Ölü Ozanlar Derneği (N.H.Kleinboum), Bir Şehrin Beş Hali (Kadir Üredi), Kitab-ı Aşk( İskender Pala), Fareler ve İnsanlar(Steinback), Gençlerle Başbaşa(Ali Fuat Başgil), Bitmeyen Gece( Mithat Enç) Bu kitapları sayabilirim.


Beni en çok etkileyen kitapların başında Ötüken Yayınları’ndan çıkan Mithat Enç’in kitabı ‘Bitmeyen Gece’ var. Hoca İstanbul’a okumaya gittiğinde bir gözündeki hastalık diğerine sıçrıyor, kör oluyor( bu gerçek yaşam öyküsü), Viyana’ya gidiyor, orada tesadüfen bir Amerikalı ile tanışıyor. “Biz” diyor, “sana burs verelim, körler eğitimi al, Türkiye’de körler okulunu kur” diyor. Türkiye’ye geliyor, önce annesi ve babası razı olmuyor gitmesine. Ama sonrasında annesini babasını razı ederek Amerika’ya gidiyor, körler eğitimini alıyor ve Türkiye’ye Braille Alfabesini(körler alfabesi) getiriyor. Bu kitabı okumayı öğrencilere, özellikle bütün öğretmenlere mecbur tutmak lazım. İdealist bir insan, idealist bir öğretmen nasıl olur: Ötüken Yayınları’ndan ‘Bitmeyen Gece’. Peki en çok hangi kitapları satıyorsunuz? En çok sattığım kitapların başında Gençlerle Başbaşa ve Küçük Prens var. Küçük Prens felsefe yüklü harika bir kitaptır özellikle bütün öğrencilere ve okuyuculara tavsiye ediyorum. İnsanlar kaliteli kitaplar okumalılar. Kaliteli kitap okuyan insanlar gür beslenen ırmaklar gibi. Hele de yazarlar… Kendini yenilemeyen, kendini beslemeyen yazarların kitapları basit ve sade oluyor… Yüzlerce kitabın arasında kendi okumalarınıza nasıl yön veriyorsunuz? Burada kitap okuma imkanınız oluyor mu? Okumayı seviyorum, dediğim gibi kaliteli kitap okumayı seviyorum. Burada sabahları kitap okuyabiliyorum. Öğleden sonra arkadaşlarım geliyor, onlarla oturuyoruz, sohbet ediyoruz. Geçen yıl ebru sanatına başladım, bir yıla yakın ebru kursuna devam ettim. Yaklaşık iki senedir de Hüsn-ü Hat kursuna gidiyorum. Size kebikeçi soracaktık bir de biz. Kebikeç nedir, onun hakkında bilgi verebilir misiniz biraz? Kebikeç zehirli bir ot; haşerelere karşı kullanılıyor. Eskiden kitapların arasına kebikeç otu koyarlarmış. Bulamadıklarında da ‘Yâ Kebikeç’ yazarlarmış; bu da onun duası… Kitaplara kurt gelmezmiş. Kitabın ömrü ne kadardır? Okuduğun kadar mıdır? (: Kitabın ömrü şöyle söyleyeyim; kitabın ömrü uzundur, lakin rutubetten, kurttan ve kadından korumak lazım.  Şimdi kadın evde kendisiyle ilgilenilmesini ister biraz o yüzden. Çorum’un okuma alışkanlığını nasıl tanımlarsınız? Hangi türler, hangi yazarlar daha çok okunuyor? Kimler daha çok kitap okuyor? Şimdi televizyonda çıkıp program yapan, reklam yapan insanların kitapları çok satılıyor; Ahmet Maranki gibi. Sadece burada değil, her yerde öyle bu. “Sen kaç tane sattın?” diye sorarsanız gülmeyin ben 3 tane sattım, 4 tane desem değil. Televizyona çıkıp popüler olunca insanlar daha çok ilgi gösteriyor. Gençlerin bir kısmında bir şey var; okumadan alim, çalışmadan zengin olalım istiyorlar. Şimdi bir matematik öğretmeni sayıya hakim olduğu için milli piyango gibi şans oyunları oynama ihtimali çok düşüktür, çünkü kazanma ihtimalinin çok zayıf olduğunu bilir. Ama


diğerleri daha fazla oynar. Yani gençler bir diğerini etkilemek için böyle cafcaflı atasözleri, güncel kelimeler, günü kurtaran sözler, öğreniyor. Çorum kitaplarını çok satıyor musunuz? Çorum kitaplarının içerisinden Sahabe Evliya Yurdu Çorum, Çorumlu Şairler kitapları çok satılıyor. Bir de ‘Şu Bizim Devane’ diye Çorum’un sosyal yaşantısını anlatan bir kitap var. Genelde dışarda yaşayanlar geldiklerinde Çorum’la ilgili kitaplar alıyorlar. Benim özellikle yurt dışında olup da devamlı gelip benden kitap alan müşterilerim var, geliyorlar kitap alıyorlar “Çorum’la ilgili hangi kitaplar çıktı?” diye özellikle soruyorlar. Buraya kimler gelir? Onlardan bahseder misiniz bize biraz da? Burada oturup edebiyat üzerine sohbet ettiğiniz insanlar kimlerdir? Buraya Çorum valisi randevu talep ederek geldi yakın zamanda. Eski Amasya ve şimdiki Çorum valisi. Geldi, 45 dakika oturdu, sohbet ettik. Demek ki bizi methetmişler. Ona Halil Çimen’in ‘Elinde Gül Olsun Dilinde Türkü’ kitabından hediye ettim, ‘bankamatik’ şiirini okudum, çok hoşuna gitti. O şiiri bize de okur musunuz? Tabii ki. “Ben karacaoğlan'ı gelmedi sandım /Güzel ateşiyle kavruldum yandım Matik tuşa basa basa usandım /Bankamatik bana güzel vermedi Gelmiş bizim Çorum'u da yoklamış/Bunca güzelleri sevmiş koklamış Bankadaki şifreleri saklamış /Bankamatik bana güzel vermedi Şimdi karacaoğlan nerede gezer /Toros etekleri bağrımı ezer Yoksa Binboğa'da şiir mi yazar /Bankamatik bana güzel vermedi (…)5 kıtadır ben 3 kıtasını okudum size. Buraya gelip sohbet eden, buranın müdavimleri genelde emekli öğretmenler sanırız değil mi? Evet emekli öğretmen, edebiyatçı, fakülteden gelen hocalar vardı; okul tatil olduğu için onlar şu anda yoklar burada. Çorum’lu edebiyatçılardan başta Abdulkadir Ozulu, Ethem Hocam Ethem Erkoç, Necati Şahin, Hasan Bilgener, emekli Milli Eğitim müdür muavini Orhan Kural devamlı geliyorlar, sohbet ediyoruz. Burada sohbetler çok tatlı olur. Şiir sohbetleri yapıyoruz. Edebiyat ve kitap üzerine konuşuyoruz. Dini konular üzerine sohbetler ediyoruz. Hatta bazen bilmeden bu konularda birbirimizi incitecek olursak, “başkasının sahasına gecekondu yapma.” diye bir tabir kullanıyoruz. Ben bazen ileri gidiyorum hatta, “İslam hobi değildir, bırakalım.” Diyorum.  Kısa kesiyoruz, tatlı bitiriyoruz. Peki son olarak şunu soralım size; ne olacak burası sizden sonra? Bizden sonra bakalım bir hayır kuruluşuna gider sanırım burası. Kitapları üniversiteye bağışlamayı düşünüyorum. Bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz size Mustafa Amca. Ben teşekkür ediyorum size çocuklar. Cihat ALBAYRAK – Ayşe ÜNSAL HAYAL BİLGİSİ KİTAP LİSTESİ


‘Ne Okusam?’ diye düşünen okurlarımız için, her sayımızda 25 kitap listeliyoruz. Okumalarınıza yön vermek için kulanaileceğiniz okuma listelerimizi, takipçilerimizin önerileri ile belirliyoruz. Bu sayıdaki listemiz şöyle: 1- Paulo Coelho - Simyacı 2- Tutiname – Süleyman Tevfik 3- Çamlıca’nın Üç Gülü – Hıfzı Topuz 4- Nişanlıya Mektuplar – Victor Hugo 5- A’dan X’e John Berger Tarafından Kurtarılmş Mektuplar – John Berger 6- Aşk – Elif Şafak 7- Goriot Baba – Balzac 8- Jean-Christophe Grange – Siyah Kan 9- Güzellik Uykusu – İbrahim Tenekeci 10- Ana – Maksim Gorki 11- Siddhartha – Hermann Hesse 12- Şeker Portakalı – Jose Mauro de Vasconcelos 13- Küçük Prens – Antoine de Saint-Exupery 14- Bin Muhteşem Güneş – Khaled Hosseini 15- Martı Jonathan Livingston – Richard Bach 16- Ölü Ozanlar Derneği – Robin Williams 17- Lâ Sonsozluk Hecesi – Nazan Bekiroğlu 18- Ermiş – Halil Cibran 19- Sineklerin Tanrısı – William Golding 20- 9. Hariciye Koşuğu – Peyami Safa 21- Çile – Necip Fazıl Kısakürek 22- Zorba – Nicos Kazancakis 23- Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini 24- İnsan Ne İle Yaşar – Leo Nikolayeviç Tolstoy 25- Bir Yusuf Masalı – İsmet Özel


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.