Kalabalık Dergi 5. Sayısı

Page 1

Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi

Sayı 5

Ekim 2013


Ekim 2013

KÜNYE İmtiyaz Sahipleri Hakan YILDIZ - Mülayim TOPÇU Görkem BAKIR Genel Yayın Yönetmeni Mülayim TOPÇU Reklam Koordinatörü Hakan YILDIZ Tasarım Hakan YILDIZ Sinem KUMDERE Halkla İlişkiler Görkem BAKIR Mehtap TAŞ Yayın Türü Edebiyat, Kültür, Sanat

İletişim www.kalabalikdergi.com editor@kalabalikdergi.com facebook.com/KalabalikDergi twitter.com/KalabalikDergi issuu.com/Kalabalikdergi

Her türlü yayın hakları saklıdır. Derginin bir bölümü veya tamamı kopyalanamaz.

2 Kalabalık

Kalabalık Dergi Ailesi Arkın GELİŞİN Burak SERİNPINAR Fahrettin DURDAHANOĞLU Faik ECE Gezgin Gizem KAYAHAN Gökhan GÜMÜŞCAN Görkem BAKIR Gözde DEMİRSOY Gülbahar BOZAN Hakan YILDIZ Kumru NATIR Kübra AĞAOĞLU Mahir ARİF Mehtap TAŞ Melak Ece YAPAREL Meltem DAĞCI Miyase AYTAÇ YILMAZ Murat GÜNDOĞDU Mustafa Anıl KOCAMAN Müge Çisilay ÇAKIR Mülayim TOPÇU Piraye Tolga GÜNDOĞDU Sinem KUMDERE Şems Yağmur GİRİŞKEN Zeynep Selin BAŞARAN Ve Okurlarımız


KALABALIKTAN...

Aylardan ekim ve Kalabalık Dergi verdiği iki aylık dinlenme, değişme ve yenilenme sürecinden geri dönüyor. Takvim yaprakları mayıs ayından beri bir bir dökülürken Kalabalık Dergimizin ne yaptığını biraz hatırlatayım istiyorum. Dergimiz geçen bu süre zarfından sırasıyla: Hindistan, İran, Çin ve Japonya kültürlerini ele aldı. Genç arkadaşlarımızın şiirleri, hikâyeleri, denemeleri bizlere eşlik etti. Bu sayılarımızdan itibaren ise artık ülke ülke dolaşmadan yine aynı bir bütünlük içinde kültürel özelliklere değinmeye ve inceleme yazılarımızla devam edeceğiz. Ayrıca yenilenen internet sitemizle dergimizin yanında yazarlarımızın yazdığı diğer yazılarına ulaşabileceksiniz. Ve yine yenilenen ve güçlenen logomuzla siz değerli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz. Lafı fazla uzatmadan yeni sayımızı siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz. Kalabalık Dergi ailesi olarak beğenmeniz dileğiyle. İyi okumalar selametle kalınız.

Mülayim TOPÇU editor@kalabalikdergi.com


Ekim 2013

KALABALIKTA BU AY Elmanın Yarısı

Mülayim Topçu

5

Ufuk Çizgisi

Fahrettin Durdahanoğlu

6

Kalanlar

Yağmur Girişken

7-8

Geleceğim Ben

Fatih Arslan

9

Siyahlar Ülkesinde Aşk

Kübra Ağaoğlu

10-11

Mutluluk Anlatılabilir Olmalı

Zeynep Başaran

12

Kirve Doğan’ın Kitabı

Miyase Aytaç Yılmaz

13-15

Denizkızı

Tolga Gündoğdu

16

Hoşgeldin Sonbahar

Gülcan Korkmaz

17-18

Doğalkarnasyon

Murat Gündoğdu

19

Shiluet (Sokak)

Burak Serinpınar

20-21

Eğreti Düşler

Gözde Demirsoy

22

Dünya Barış Günü Kutlu Olsun

Gizem Kayahan

23-24

O Mevsim

Habibe Deniz

25

Suç Bilimin ve Suç Psikolojisinin Tarihi

Arkın Gelişin

26-28

Kitap Tanıtımı

Kumru Natır

29-32

Film Tanıtımı

Mehtap Taş

33-34

Bir Film

Mehtap Taş

35-36

Nesil Boyu Anime

Gülbahar Bozan

37-38

4 Kalabalık


Elmanın Yarısı

editor@kalabalikdergi.com

Dizeleriniz yükünü kalbime bırakır Siyah-beyaz bir filmde bir adam kararır İsminiz o an kadar sıcakken Tatlı uykumu bir ses böler Sensizlik işkencesine dönüşürken gün Her gün fail-i meçhul cinayetler işleniyor onların vicdanı yok onların ruhu gudubet Her şeye rağmen seni düşünüyorum bir anda kalabalıklaşıyor yalnızlığım Radyoda bir uzun hava çalıyor pek ısınamıyorum Yaşlı bir şiir dilleniyor Senin sesin değil bu Hatırlayamıyorum Bir elmanın iki yarısı biz miydik? Mülayim TOPÇU


Ekim 2013

Ufuk Çizgisi

f.durdahanoglu@kalabalikdergi.com el sallamalar arttı yüreğimizde, yıllar önce limandan ayrılmış bir geminin arkasından sallanan umutsuz eller -yolculuk nereye kaptan? kaptan susarkaptan da bilmezken nereye gittiğini biri yol göstersin; yüreğimizde ki meçhule sallanan ellere, -kaptan! Suskunlarını atma yabana bir gün çıkarız bel ki; gönlümüzde ki kara parçasına. Fahrettin DURDAHANOĞLU

6 Kalabalık


KALANLAR

y.girisken@kalabalikdergi.com

Bu bir itiraftır, içimdeki karanlığın itirafı. Dayanamıyorum sevgilim. Bu hissettiğim şeye verilecek bir ad yok. Kafamdan geçen şeyler çok, çok fazla korkunç. Gerçekleştirmek için duyduğum istekse beni canavarlaştırıyor. Senin sevdiğin adam olmaktan çıkıyorum. Senden başkasına anlatmam imkansız. Berbat haldeyim. Ama unutmak istemiyorum. Unutup devam etmek istemiyorum. Bunu isteyen sen olsan bile, hayır…hayır bunu yapamam. Bu yaşananlar, bu acı gerçek. Bunu bizlere yapanlar gerçek. Kahretsin, gerçek. Hesap vermiyorlar, azap duymuyorlar. Her gece başlarını yastığa koyup uykuya dalıyorlar. İnanabiliyor musun sevgilim ? Bunca acı, bunca nefret, bunca kan ellerine bulaşmışken her lanet gece ortopedik yataklarına yatıp kaz tüyü yastıklarına başlarını koyup uyuyorlar. Vicdan yok Ada, unut bunu. Bu kelime çoktan yok oldu. Sen, ben, binlercemiz sadece umut etmiştik. Televizyonda iş makinelerinin önüne geçip ağaçların sökülmesini önleyen insanları gördüğünde nasıl gözlerin dolmuştu hatırlıyor musun ? İşte o göz pınarlarını doldurup taşıran şey umuttu sevgilim. Umudun peşinden koşarcasına meydana koşmuştuk. Polislerin meslek tanımlarını tamamen ironik hale getiren saldırılarına aşkla direnmiştik. Gözlerimiz yanıyordu, hızla bedenimize vuran su altında eziliyorduk, koşuyorduk, yardım ediyorduk, yardım görüyorduk hatta parkta uyuyorduk. Düşünsene sevgilim, anne babalarımızın bir fiske vurmadan büyüttüğü çocuklardık. Ağrı eşiğimiz bu güne kadar denenmemişti. Ne kadarına dayanabileceğimiz konusunda en ufak bir fikrimiz yoktu. Ama tereddüt etmiyorduk. O zamana kadar asla cesaret edemediğimiz şekilde davranıyorduk. Bir gece sokağa dökülmüş ve umut doğurmuştuk. Şiddet görüyorduk ama aranacak bir polis yoktu. Zira şiddetin temeli bizzat polisti. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. O koltukta oturma sebepleri bizler olan politikacılar gücün budalası olmuş, budalaya yakışan bir ağızla konuşuyorlardı. Zordu ama iyi dayanıyorduk. En gencinden en yaşlısına herkes elinden geleni yapıyordu. Orada o meydanda bir ütopya gerçekleşiyordu. Taraf yoktu, rakip yoktu, unvan ya da sınıf hiç yoktu. Hepimiz sadece insandık ve insana yakışır şekilde davranıyorduk. Düşünüyorduk, sorguluyorduk, ses çıkarıyorduk. İronik kuvvetler aramıza bulaşmadıkça bayram havası esiyordu parkımızda, çadırımızda. Her köşe öyle güzel ve sanatsal geliyordu ki ister istemez gülümsüyorduk. Yorgunduk, ciğerlerimiz yanıyordu ama gülümsüyorduk. Gülümsememiz büyüdükçe budalalık küçülüyordu. Her şey bulunmaz güzellikteydi sevgilim. Sen yanı başımdaydın ve en az bu olanlar kadar güzeldin. Gaz kapsülleri kafamızı sıyırıyordu. Böyle anlarda sana bakıyordum. Her seferinde gazdan kıpkırmızı olmuş gözlerini gözlerime dikip “Bunu göze aldık Mehmet” diyordun sessizce. Gözlerinde bir çok şey vardı sevgilim. Umut, aşk, mutluluk, gurur. Ama korku hiç yoktu. Bir dirhem bile korku gölgelemiyordu gözlerini. Korkusuzluğun en çok sana yakıştığına yemin edebilirim. Kuzey yıldızı gibi ışıl ışıldın. Nereye akarsan oraya çağlıyordum. Allah biliyor hiç korkmuyordum sevgilim. O gece aniden saldırdıklarında o toz duman arasında seni kaybedene kadar, Allah biliyor hiç korkmuyordum. O arbedede sadece bir an koptu ellerimiz Ada. Saniyenin binde bilmem kaçı kadar bir an. Yolumu, yönümü, aklımı kaybettim. O sokaktan o sokağa koşuyordum. Bulanık görüntüler, nefes alıp verişim, haykırışım kaçışım. Allahım dayanamıyorum seni nasıl kaybedebildim.


Ekim 2013

KALANLAR

y.girisken@kalabalikdergi.com

Sevgilim benim. Elf prensesi kadar güzel sevgilim. Hava biliyor, toprak biliyor, su biliyor o parktaki her ağaç tek tek biliyor seni nasıl sevdim. Nasıl telaşla ellerim ayaklarıma dolaşırcasına heyecanla sevdim. Görmeden duymadan dokunmadan saf bir aşkla sadece aşkla sevdim. Kuş kadar canın, nefesin. İncinmeyesin diye pamuklara sararak sevdim. Güneş saçlarını parmaklarımdan akıtarak gökyüzü gülüşünü kalbimde saklayarak sevdim. Sevgilim benim. Girdiğim dördüncü sokaktaydı bedenin. Yerde sessiz, kimsesiz. Bir metre ilerinde başını ezip geçen… o güzel başını ezip geçen gaz kapsülü. Boynunla omzunun birleştiği yere saplanmış, bembeyaz teninden gül rengi kan akıtan plastik mermi. Kaç kişi geldiler sevgilim. Gözlerindeki korkusuzluk mu korkuttu onları. Kuş kadar bedenin, seni benden ,ellerimden, kollarımdan, göğsümden, dudaklarımdan kopartacak kadar nasıl korkuttu onları. Nasıl kıydılar sevgilim. Üzerine çiçekler çizdiğin gaz maskeni mi tehdit olarak gördüler Ada, cevap ver n’olur kurtar beni. Seni benden alıp toprağın altına sokan kim ? Korkma sevgilim, sakinim. Sadece gittikçe dayanılmaz oluyor. Biz kalanlar yaşayamıyoruz, yaşatmıyorlar. Ali İsmail’e yaptıkları zulmün görüntüleri ortaya çıktı geçenlerde. Ona nasıl vurduklarını görsen dayanamazdın. Ona reva görülen bu nefreti anlayamazdın sevgilim. Sonbahar geliyor Ada. Yanlış anlama herkese değil. Sadece kalanlara. (Ada ve Mehmet’in hikayesi tamamen kurgudur. Ancak Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mustafa Sarı, İrfan Tuna, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz ve onların hikayeleri tamamen gerçektir).

Yağmur GİRİŞKEN

8 Kalabalık


Geleceğim Ben

Köy kokulu sıcak kalbiydi yuvam Gözleri benim en huzurlu odam Bir uçurum ki benim sevdam Ellerindeki hayat sanki haram! Sessizlikte sesim oldun her nefesimde; Nefesi olduğun sessizliğin yaptığım resimde. Aktı şimşek çakan gözlerimden Dudaklarıma öldüresi bir sağanak. Aşk kokardı ya yürüdüğün toprak Ne acıdır, düştü en son yaprak! Hani vardı ya bir gülümsemen Ayın yıldızlarla seviştiği gecede Henüz sabah olmamışken? Dalmasın gözlerin, geleceğim ben! Henüz sabah olmamışken Sevgilim. geleceğim ben! Fatih ARSLAN

f.arslan@kalabalikdergi.com


Ekim 2013

Siyahlar Ülkesinde Aşk

k.agaoglu@kalabalikdergi.com

-Nereye gidiyorsun Hank? - Öldürülen siyah için yapılan gösteriye katılacağım. - Ama sen siyah değilsin ki? - Nereden biliyorsun... Charles Bukowski Ağlıyordu kadın, içi paramparça, kendini bitmiş tükenmiş hissederek. Gözleri kızarmış, yanakları göz yaşından yanar hale gelmişti. Boğazında bir hıçkırık bir yanma hissi vardı. ‘Aşık oldum ben ve bu yapmam gereken en son şeydi’ diye defalarca mırıldanıyordu. Akşamüstü güneşin batısında dışarı çıkmıştı tehlikeleri göze alarak. Güneşin battığı ve doğduğu saatlerde dışarı çıkmak yasaklanmıştı siyahlara tapanların ülkesinde, olası bir gönül çarpıntısına olası bir ‘romantizm’ issine neden olur diyerek yasaklamıştı siyahlar ülkesinin Kara Şövalyesi. Ağzından salyalar akıtarak sapsarı dişleriyle bağırmıştı televizyonlardan, aşık olanlar kalpleri yerinden sökülerek öldürülecekler demişti. Ve işte şimdi bu iğrenç lideri düşünüyordu kadın inci gibi bembayaz dişleri ve küçük narin ellerini ovuşturarak. Bu kadar çirkin olmasaydı hiç aşkı yasaklayabilir miydi diye düşündü. Halbuki çirkinler de aşık oluyordu, demek ki Kara Şövalyenin ruhu çok çirkindi. Katran karası bir ruha sahip olduğuna yemin edebilirdi. Simsiyah eteğini savurarak yerinden kalktı, ağlamaktan ciğerlerinde büyük bir ağrı hissediyordu bu hale gelmesi işten bile değildi. Siyahlar üreten fabrikada çalışan 19 yaşında kendi halinde bir genç kızdı oysaki. Babası, siyahlar düzeni kurulmadan önce ünlü bir yazardı. Mutluluk hikayeleri yazıyordu ve kitapları severek okunuyordu ancak siyaha tapılan düzen yerleşmeye başlayınca hiçbir yayımcı babasının kitaplarını kabul etmedi çünkü insanlarda huzur, mutluluk ve tebessüm uyandıran unsurlar yasaklanmıştı bu yeni dünyada artık tiyatrolarda siyahların hikayesi anlatılıyor kitaplarda mutlu hikayeler anlatılmıyordu, babası artık unutulan ve hatta saygı bile gösterilmeyen bir yazardı. Çalışması gerekiyordu genç kızın o da öyle yapıyordu ya işte. Onu görene kadar.. Simsiyah zeytin gözleri, siyahların ülkesinde sevdiği tek karaydı, görür görmez içinde bir sancı, ellerinde terleme hissediyordu genç kız önceleri bunu nefret zannetti genç kız, nefretinden korktu çünkü bu hissi zamanla sevmeye başlamıştı. Ancak büyük bir sorun vardı ki, bu düzende yüreklerin sevgiye dair atması yasaklanmıştı.. Önceleri bu hisle başa çıkabileceğin düşündü, tek yapması gereken o muhteşem adamın gözlerine bakmamaktı. Bunu yapmak için duyduğu delice arzuyu bastırdı önceleri, kaçtı adamdan. Eğer o talihsiz günde, adamın da ona baktığını fark etmeseydi bu şekilde davranmaya devam edebilecekti. Evet adam o tapılası gözleriyle genç kıza bakıyordu, kalbine defalarca bıçak saplandığını hissetti genç kız ve aman tanrım evet gülümsedi adam ona! Bu ne densizlik diye söylenmişti genç kız o an, Kara Şövalyenin askerleri görse ikisini de mahkum ederlerdi, titremişti korkudan ve hazdan..

10 Kalabalık


Siyaklar Ülkesinde Aşk

k.agaoglu@kalabalikdergi.com

Zamanla korkusunun haklı olduğunu adam da genç kız da gördü, birbirlerini öpmeye ve sarılmaya başladıkları sırada,ki bunu bin bir gizlilikle yapıyorlardı, askerler onları gördüler. O anı hatılryınca gülümsedi genç kız, ne büyük bir çelişkiydi bu! Birbilerine sarıldıkları anda gözlerinde binlerce gökkuşağı gören bir çifti kapkara askerler cezalandıracaktı öyle mi! İnsanların değil renklerin savaşıydı bu yaşadıkları, aşk ve nefret kıyasıya yarışıyorlardı galip gelebilmek için. Ama artık bunun bir önemi yoktu, siyaha tapanların düzenini kabullenmiş sessiz bir genç kızken aşık olduktan sonra rengin her çeşidini sevmişti ve bu dünyada yaşayamayacağına karar verdi. Sonuçta ölümün siyahtan ne farkı vardı ki? Tek düşündüğü, ardından ölümden daha beter üzülecek olan o adam ve o adamın gözlerini bir daha göremeyecek olmasıydı. Ölümün rengi siyaha benzesin diye dua etti içinden.. Şehirdeki büyük meydana doğru yürüdü, eteğine sıkıştırdığı bıçağı aldı kalbi deli gibi atıyordu bir an canına kıymaya gerek kalmadan öleceğini düşündü. İnsanlara baktı son defa, gülümsemeden, yavaş hareketlerle ve asla birbirlerine sokulmadan yürüyen insanlara baktı. Tabelalar, kıyafetler, konuşmalar her şey simsiyahtı. Gururlandı kendisiyle, bu düzene bir renk getirecekti. Siyaha inat var olan, siyahı içine alıp yok edecek kadar güçlü bir renk akıtmaya başladı bileklerinden büyük meydanın ortasına.. Yığılıp kaldığında, etrafına toplanan insanların kırmızıyı ne kadar sevdiklerini ve siyahtan ölürcesine bıktıklarını anladıklarını bilmiyordu.. Ve tabii yıllar sonra okul kitaplarında anlatılacak olan bir isyanı başlattığından da habersizdi. Kübra AĞAOĞLU


Ekim 2013

Mutluluk Anlatılabilir Olmalı

z.basaran@kalabalikdergi.com

Yine mutluluktan sarhoş olmuşum haberim yok zil zurna sarhoş balıkçı bir amca var karşımda paytak paytak yürüyor, çizgilere basmıyor. garip baş dönmelerimiz aynı mı merak ediyorum gerçi sarhoş bir adam sarhoşluğu anlatabilir mi? bilmiyorum. Mutlu bir insan mutluluğu tarif edebilir,çok tabii. sorularımı ve ellerimi delik cebime koyup devam ediyorum yazmaya, Mutlu bir insan mutluluğu tarif edebilir,çok tabii. anlatsam şimdi diyorum,hazır boğaza karşıyken ama önce sigarayla ağzımızı tatlandıralım sonra şu global köyümüzde mutluluğun realist resmini çizeyim size mesela bugün mutluyum, içime çekiyorum midemi bulandıran tarçın kokusunu o bile güzel geliyor, çünkü bayılmıyorum bu sefer yine rüzgarla birlikte esiyorum, kafama eseni yapıyorum etekleri uçuşan mavi bir elbise giyiyorum, mavi ne huzurlu bir renk, onu hatırlatıyor bana ve onu hatırlayınca içim yine kıpır kıpır hızlı hızlı nefes alıyorum ve adımlarım sık Muhtemelen yine geç kalıyorum gideceğim yere, koşmuyorum, umursamıyorum umursamazlığı sosyal sorun sayıyorlar, asıl sorunun AİDS olduğunu bilmiyorlar vurdum duymazlığa bile çare olan 100 sayfalık kişisel gelişim kitapları okuyorlar ama yıllarca okuyup aids’in tedavisini bulamıyorlar? Mesela ben bunu düşünmeyince mutluymuş gibi yapabiliyorum Herkes bir şekilde mutlu olabilir,çok tabii. Ya herkes anlatabilir mi? Herkes anlatabilse dünya yaşanabilir olabilir mi? balıkçı amca anlatabilir bence sinsi tarçın kokusu da anlatabilir sigarama ortak olan pasif içici martılar bile anlatabilir zaten hep söylerim mutluluk anlatılabilir olmalı. Zeynep BAŞARAN

12 Kalabalık


Kirve Doğan’ın Kitabı

m.yilmaz@kalabalikdergi.com

on yedi şubat 2013 pazar Kahveye dalmışlar. Mafyaymış bunlar. O kitabı almasaymış, alimallah yok ederlermiş onu; yok olurmuş yok. Tabii bu Kirve Doğan’ın o kırçıl başının bir uydurması ya da zehirli dilinin o iki delikanlıya attığı kuru hem de kupkuru iftirası da olabilir. Seniye karısının demesine göre öyleymiş de. Demesi de şu; bunlar mafya olacak da ben de göreceğim bırt cırt, mafya olsalardı alınlarından öperdim vallahi, ağzıma kurban olsunlar, bunlar gibileri kapımın köpeği. Bu ikisi sümsüktür. Kara kuru olanı dul Remziye’nin oğludur. Okumadı köpek. Anası hanım kadındır. Ama oğlan köpek oldu işte. Bak şimdi de giymiş yağlı takımları, adam saydırıyor kendini. Mafya kim bu kim? Öbürünü hiç sormayın. O benim rahmetli kocacığımın yeğenidir. Olmaz olsaydı. Sümsük ki ne sümsük. Karıncayı koy ayağının altına, ezerse ne olayım. Üstünden atlar vallahi. O kadar adam değil işte. Yok anam yok; bunlar onlar. Bunun dediğine bakmayın siz. Korkmayın. Mafya değiller. Sanki gerçeği ama yalnızca gerçeği söylemek Seniye karısına kalmış da o da bunu söyleyip görevini yerine getirmiş gibi gururla çenesini yukarı kaldırıp sustu. Söylediklerinin daha doğrusu sahibi olduğu o gerçeğin kalabalık üstündeki etkisine şöyle bir iki saniye baktıktan sonra herkese arkasını döndü. Sarı elbisesinin siyah kemerine değen memelerinin altından çıkan ılık ekşi kokunun refakatinde; artık ne kadar savrulabilirse işte o kadar savurarak o kınalı kırmızı yün saçını, çekti gitti. Kibirden, kendini deli beğenmişliğinden olma sertlikte bir sağ bir sol yaptığı sarkık kalçalarının arkasından bakakaldı kalabalık. Şaşkına dönmüş kalabalığın imdadına Kirve Doğan’ın okkalı tükürüğü yetişti. Silkinip kendilerine geldiler. Tükürük Seniye karısınaydı tabii. Orospu kocakarı. Benden iyi mi bilecek mafyayı? Deli dul da mafya uzmanı olmuş başımıza. Adamların siyah takımları vardı, bellerinde de kabarıklık. Tabancayı boyunlarına takacak değillerdi herhalde. Bu karı da konuşsun dursun. Ardından bir okkalı tükürük daha. Bu tükürük yüzünden değil, sokağın başından kepçesi görünen bir iş makinesi canavar gibi üstlerine yürüdüğünden, kalabalık istemeye istemeye dağıldı. Kim öle kim kala, kim doğru kim yanlış; neyse ne. Çok keyifliydi bağırışı çağırışı dinlemek, bağıranı çağıranı seyretmek. Tüh sana makine. Nereden çıktın makine? Sen çıktın da az önce kıyameti koparan kadın nereye girdi? İşte de orada kadın; bakkalın önündeki kaldırıma oturmuş soluklanıyor. Yoruldu tabii. Az bağırmadı, Kirve Doğan’ın yüzüne yetişip onu parçalamak için kısa boyunu az zıplatmadı. Dinlenirken ağlamaya da başladı. Susunca da başını iki elinin arasına alıp kös kös yere baktı. Para bu para. Giden para hem de. Ne uğruna? Bir hazine kitabı uğruna. Boşuna mı onca emek, milletin pasaklı evini temizlemek. Kocaya parayı pul etmek kolay tabii. Akşama kadar kahvede pişpirik oynayana ne gam ama. Ben biriktirdim o parayı. Evler temizledim de biriktirdim. Temizledim. Temiz temiz yaşamak için de parayı gizledim. Çalışmadan zengin olmayı kafaya koymuş işte. Kirve Doğan ocağın batsın. Bir akılsız koca bendeki, senin peşinden gitti diye o da senden beter olsun. Olduk da zaten. Beş kuruş kalmadı, mahvolduk mahvolduk. Hazine kitabı bir daire parası. Fakir fukaraya daire parası, dünyanın yarısı. Bu yarım için insanın daha kırkına varmadan karnı çatlar vallahi billahi. Biriktir ki bir dairen olsun. Biriktirmeyle oluyordu da sanki. Ummuştum işte. Al sana umut etmenin cezası. Hazine kitabınız yerin bin kat dibine girsin. Dertli kadın, kitabın içine yine etti edeceğini. Kız seni az önce giden şu koca karı azarlamadı mı kadın ağzına öyle pis laf yakışmıyor diye. Seniye böyle lağım


Ekim 2013

Kirve Doğan’ın Kitabı

m.yilmaz@kalabalikdergi.com

küfürüne hiç tahammül edemezmiş. Cık cık üstüne cık cık. Ne yapsındı, canı yanıyordu. Kirve Doğan’ı parçalayamadı, bari ağız tadıyla hem hazinesine kitabına hem de bu dolandırıcının ağzına ediversindi canım. Bacımmış, vallahiymiş, benim de o kadar param gittiymiş. Mafyaya verilen para geri alınabilir miymiş, canın gidermiş, bilememiş. Allah belanı versin. Kadın çaresizdi, omuzlarını düşürüp gitti. Daha eve gidecek, içi tık tık bomboş bir başın etini yiyecekti. Allah senin de belanı versin koca. Kız bela anma kız. Peki ne yapayım? Kapağı bilmem ne hayvanın derisindenmiş. Hayvanı dedi de Doğan; ben unuttum. Paranın yarısını bu kapak yermiş. Çok kıymetliymiş çok. İçinde hazineye giden yollar vardı karışık kuruşuk. Hiçbirini anlayamadım. Ama Doğan hepsini biliyor. Kulağıma usulca; al bu kitabı bir hafta sizin evde sakla, dedi. Korktum, almadım. Kitabı duymayan kalmadı. Biri bir şikâyet etse; polis molis… Korktum işte. Ölsem almam, alır mıyım hiç; almadım tabii. Korkan; Doğan’ın amcakızı, deli Bekir’in deliden de deli karısı Türkan. Kitabı görmüşmüş. Sülalece yalancı, üçkâğıtçı bunlar. Hazine kitabını hiç size bırakır mı devlet? Onun her yerde gözü kulağı vardır. Hazinenin h’sini bilse yeter. Hemen gönderir polisini, didik didik ettirir her şeyini. Ne evin kalır ne de barkın. Sen sus Bekir. Bekir susmadı. Hiç kimse susmadı. Herkes günlerce konuştu bu meseleyi. Kirve Doğan’a bedduanın biri bin para bir yandan, kitapla ilgili o azgın merakın dillere vuruşu diğer yandan; en nihayetinde bitmek bilmeyen dır dır vır vır, dedikodu dedikodu. Komşu bu Doğan hangi Doğan? Mahallede var üç Doğan. Akrabalarının kirvesi ola ola lakabı kirve olarak kalan işte. Yemini boynuna dolanasıca Kirve Doğan, yağlı urganlara asılasıca Kirve Doğan, ondan bundan fakirden fukaradan topladığın paralar kursağına dizim dizim dizilesice Kirve Doğan, gün yüzü görme emi. Şu kalınlıkta bir kitap bu, kapağının derisi çatlak çutlak, içi harita dolu, sayfalarından deniz kokusu geliyor, çok eski, çok ağır, yazıları pire kadar, arasından ucu saçaklı siyah bir ip sallanıyor, ben gördüm, sen görmedin, o gördü, bu görmedi, hazine kitabı yasaklı, iyi saklamalı. Seniye karısı mutfak balkonunda yine. Balkon mu? Sokaktan bir sandalyelik yer, iki parça demirle çevrelenmiş o kadar. Haydi, balkon olsun. Seniye karısına göreyse balkon ne demek, dünya orası dünya; onun dünyası. Bir yandan memesinin altına sıkıştırdığı kedinin başını okşuyor, diğer yandan da karşı binadan cama balkona çıkacak ya da yoldan geçecek tanıdık birini sabırsızlıkla bekliyordu. Şükür biri cama çıktı işte. Sabah işinin önemli bir parçası, çarşaf çırpması. Silkele anam silkele; ha öyle öyle. Seniye kediyi fırlattı, anlattı. Bu Kirve Doğan’ın babası da böyleydi. Hoppalaaa… Kadın şaşırdı tabii. Mahallenin artık yepyeni bir derdi vardı, eskiye kim bakardı? Dedikodu dili; kitaba hazineye, Kirve Doğan’ın insanlara ettiğine döner miydi? Dönerdi dönmesine ne ki Naciye’nin oğlu o haltı etmeseydi. Sen bilirsin Seniye Abla, çocuk çıkmış mı? Dur onu sonra anlatırım. Anlatır; her şeyi bilir de bir güzel anlatır. Konu komşunun kötü gün sözcüsü daha doğrusu gözcüsü Seniye karısı; iş ortakları da balkonuyla sandalyesi. Dur şimdi hele; Kirve Doğan dedim. Bunun babası da böyle hazineciydi. Arabistan’a amelelik etmeye gitmek için benim rahmetliden borç almıştı. İşte ne olduysa adama orada oldu. Çoluğuna çocuğuna para göndermedi de gele gele elinde bir çubukla geldi. Kısacık bir çubuk. Hoş geldine gidince rahmetliyle bana göstermişti bu çubuğu. Meğer hazine şeyiymiş. Bir şeyiydi de adı aklıma gelmedi. Bu meret topraktaki hazineyi buldururmuş. Bir Arap satmış

14 Kalabalık


Kirve Doğan’ın Kitabı

m.yilmaz@kalabalikdergi.com

dört arkadaşa. Bunlar da çubuğu dörde bölüp öyle dönmüşler memlekete. Akla bak akla. Tamamı birinde kalsa hazineyi o alır diye yani. O kadarını akıl etmişler de birbirlerinin adresini almayı düşünememiş peynir akıllılar. İnşaat bitip de herkes memleketine dönünce kalakalmışlar çubuklarıyla. O şişko Arap’a verdikleri onca paraya mı yansınlar, çoluğa çocuğa eğlence olduklarına mı? Diğerlerini ne bilsin de kendisi bir ay evden çıkmamıştı. Vallahi babası oğlundan daha gururluymuş. Baksana Kirve Doğan’a, iki eli iki cepte fır fır dolanıyor. Soyguncu köpek. Kadın gözünden yaş gelesiye güldü. Çarşafın ucunu ağzına tıkadı da öyle durdu. Seniye karısı niyeyse çok bozuldu. Olan, sandalyenin altında kıvrım kıvrım kıvranmış kedinin keyfine oldu. Hayvanı boynundan tuttuğu gibi bir hışım içeri girdi. Fingirdek… Hazine kitabı unutuldu. Bu çok çabuk oldu. Böyle olunca da Kirve Doğan’a gün doğdu. Hem de ne gün… Öyle ki itibar sahibi oldu kendileri. Hemşerilileri onu Hemşerililer Derneği’ne başkan seçti. İyi oldu vallahi. Elleri titreyerek ödedikleri aidatı, artık gözü kapalı öderler. Bu bir güven meselesi. Güven sonsuz, insanlar donsuz. Akşam akşam, tövbe tövbe…. Miyase Aytaç YILMAZ


Ekim 2013

DENİZKIZI

t.gundogdu@kalabalikdergi.com

Çocukluğumu değil, Beni sev denizkızı. Dönüp bir daha baktığın gibi Bakıp bir daha sev. Rüyalarımda olduğun kadar Yastığımda yer kapla. Sözlükteki adın kadar ulvi Sena kadar güzelsin. Bense Platon kadar platonik, -Famous Ghost Town- kadar ıssızım. Sabahları bayramlık bir çocuk, Akşamları seküler bir sermestim. Bilahare denizkızı; Omuzlarımda kuru bir umut, Hala ağırlığı eksilmedi. Şayet bir gün, Ege’nin kıyılarında Davullar çalarsa; Üç harfliler değil Oynayanlar Efeler olacak! Tolga GÜNDOĞDU

16 Kalabalık


Hoşgeldin Sonbahar Hoş geldin kapıma sonbahar, Gölgeler gibi süzüldün içeri, Nerede aralık bir kapı görsem, Anlarım bu sonbaharın vakti… Bütün kapıların zilleri bozuldu, Işıklar çekiniyordu basıp kaçmaya, Bir çift göz sükut ediyordu, Sarı sandıklı odalarda…. Hoş geldin sonbahar kapım açıktır sana…. Ve geldin girdin içeri, Sarı saçların yapraklar, Kahverengi gözlerim topraklar, Rüzgar uğultusu sesin oldu, Kalbimse asılı duran dallar…. Hoş geldin sonbahar. Yapraklarım soldu yüzümde, Saçların boyandı hazan rengine, Yitirdikçe hayallerimi, Dökülüverdi yerlere gözlerinin rengi, Eskiden yeşildi şimdiyse oldu kahverengi…. Gidişin ani oldu senin, Eskiden yeşildi şimdiyse oldu kahverengi….

g.korkmaz@kalabalikdergi.com


Ekim 2013

Hoşgeldin Sonbahar Gidişin ani oldu senin, Dalgalı saçlarını bıraktın rüzgârıma, Yazdan çıkan gözlerim şaşırdı, Kalbim neyin telaşındaydı? Soluğun kesildi senin, Güneşle ısıttım düşlerimi, Sarı saçlı, yeşil gözlü bir çocuktun. Şimdi ise gözlerin kahverengi… Sevgilerimi serecektim gecelere, Kimse seni benim kadar sevemeyecekti, Butik şiirler okuyacaktım sesine, Aklımdan seni tutacaktım gelmeyen günlerin niyetine. Olursa ayrılığı olmazsa sonbaharı yaşayacaktım. Bana hoş geldin demeyecek misin? Sen de mi terk edip gideceksin? Son gidişim olacak bu bahar, Bir daha kapına gelmeyecek ayrılık, Papatyaları rahat bırak artık, Olmuyorsa olmuyor…. Tutmuyorsa fallar, Anla ki vakit sonbahar…. Gülcan KORKMAZ

18 Kalabalık

g.korkmaz@kalabalikdergi.com


Doğalkarnasyon

m.gundogdu@kalabalikdergi.com

Ağaç, göğe yükseliyordu. Ve gök, ne varsa ona uzanan; İçine çekiyordu.

Gece, köpeğin üstünü, sarıyordu. Ve köpek, ne varsa onunla savaşan; İçine çekiyordu.

Gök, muhtaç mı, varlığa; ağaç mı, korunmaya. Dağların doruklarında sınayın Eyüb’ü Çoban, ağacın altında, oturuyordu. Ve ağaç, kim varsa ona sığınan; İçine çekiyordu. Ağaç, var mı olur kimlikle; çoban mı, eğilmekle.

Köpek, tek nefesle alır mı gökyüzünü; ve gece çıkar mı, ağaca. Ve terk edilmişleri sorun Nuh’a MURAT GÜNDOĞDU 1988 yılında doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesini bitirdim. Bitliste Türkçe Öğretmenliği yapıyorum. Aynı zamanda Felsefe Bölümü öğrencisiyim.

Bıçağın parlaklığını sorun İsmail’e Köpek, çobanın kucağında, yatıyordu. Ve çoban, ne varsa ondan medet uman; İçine çekiyordu. Çoban, tanrı mıdır cennette, köpek midir adalette. Şiddetin içindeki adaleti anlatın Ali’ye

Murat GÜNDOĞDU


Ekim 2013

Shiluet (Sokak)

b.serinpınar@kalabalikdergi.com

- Bu ışıktan yana talihsiz sokakta dramatik bir gecenin sonuna doğru yürürken karşılaşmak ne hoş. - Efendim? Biraz duralım. Buradan çıkacak ufak bir şiddet alâmetini kaldıramayacak bu konuşma. Sence? Bu söze muhatap sen olsaydın ellerini derhal boynuna mı dolardın bu yabancının? Belki de zaten gergin durumdasın... Peki, sana saldırgan düşündüren diyaloğun kendisi mi oldu yoksa bu paragrafın başında yazan şiddet kelimesi mi? Kelime... Hepsinin bir sembol olduğunu daha önce de düşünmüştün değil mi? İfadelere araçlar, idrak için vasıtalar, duyularına izahlar, gerçeği çağrıştırmaya çalışan semboller... Hayatındaki bütün unsurların da bir sembol olduğunu düşünmek doğru olur mu? Tamam, bunu muhakeme etmek tehlikeli olabilir... Tabi başa dönersek, karakterin bu sözleri seni tekinsiz birini düşünmeye itmemişte olabilir. Bakalım onu tekrar konuşturduğumuzda neler olacak; - Bu aydınlıktan yana nasipsiz yolda acıklı bir gecenin sonuna doğru yürürken rastlaşmak ne zarif. - Efendim? Değişen bir şey oldu mu? Bir şeyler yitirdi mi cümle? Sözün inceliği bozuldukça karakter tehlikeli biri olmaktan çıkıyor mu? Değişen şeyin sadece eş anlamlı kelimelerle meydana geldiğini fark ettin mi? Bir kez daha bakmak ister misin? Işık-aydınlık, talihsiz-nasipsiz, sokak-yol, dramatik-acıklı, karşılaşmak-rastlaşmak, hoş-zarif... Giderek sıradanlaşmak bu cümleyi en fazla ne hale getirir? Cümlenin yalın olmasıyla bağlantılı mı açık yüreklilik? İçtenlik nasıl tarif edebileceğin bir değer? Konuşmanın ilerleyişi aslında senin hangi sözcüğü seçeceğine mi bağlı yoksa nasıl söyleyeceğin değil ne söylediğin mi önemli? Bu seyri değiştirmek için bir de karşı tarafa fırsat verelim mi?

20 Kalabalık


Shiluet (Sokak)

b.serinpınar@kalabalikdergi.com

- Bu ışıktan yana talihsiz sokakta dramatik bir gecenin sonuna doğru yürürken karşılaşmak ne hoş. - Ne! ‘’Ne!’’ Galiba bu saçmalıktan sıkılmış olacak ki hiddetlendi. ‘’Ne!’’ Buraya kadar kişilerin cinsiyetleri hakkında aklında bir şeyler belirdi mi? Birinin kadın diğerinin erkek olduğunu düşündüysen elinde hangi delil vardı? Karakter tahlili yapabilmek için bu kadarcık lâf yeterli miydi? Öyleyse onları çoktan bir sahneye yerleştirmiş olabilir misin? Kontrolünde olmadan, hayali tiyatronun perdelerini kaldırıp onları içeri aldın belki. O halde belki de şimdiye kadar hiç sözünü etmediğim bir şey gördün bu konuşmada, hüzün… Başıboş birisinin yalnızlığında kendi kendine söylendiği sözü duydun; - Bu ışıktan yana talihsiz sokakta dramatik bir gecenin sonuna doğru yürürken karşılaşmak ne hoş. Burak SERİNPINAR


Ekim 2013

Eğreti Düşler

g.demirsoy@kalabalikdergi.com

Uykulara dalıyorum, Eğreti düşlerdeyim.. Rüyalara batıp çıkıyorum, Ay gibiyim, güneş gibiyim hantal gökyüzünde Hayat veriyorum donmuş hücrelere, ısıtıyorum. Kendimi güneş gibi tek, ay gibi parlak sanarken Bilemedim basit bir yıldız gibi kayıvereceğimi Kayarken gökyüzünden, kuyruğuma dilekler bıraktım Süzüldüm Dünya’ya, Tedirginim… Güneş telaşla doğuyor burada, ay yalnızlığı perçinlemek için geliyor, Bedenim sanki kaldırım taşları arasına sıkışmış yeşil bir ot gibi, Özgürlüğüm ipinden sıkıca tutulan bir balon kadar burada. Buna rağmen dileklerimi gerçekleştirmeye başlayacağım, Yıldızı bol bir gecede, yeryüzünde buluşalım sevgilim, Başka dilekler de tutacağım. Gözde DEMİRSOY

22 Kalabalık


Dünya Barış Günü Kutlu Olsun

g.kayahan@kalabalikdergi.com

Bugün rastgele bir kafeye oturdum, tüm o düzen ve refah içerisinde insanların ne denli güzel yaşamlar sürdüğünü gözlemledim, tatlı telaşların içerisinde koşturanları, huzur ve mutluluk içinde arkadaşlarıyla, aileleriyle oturup sohbet edenleri izledim. Muhakkak her birinin kendilerine ait sorunları vardır, belki de bazıları çözülemeyecek şeylerdir, bazıları ise boşuna abartılmıştır. Ne olursa olsun hiçbiri bana bulaşmıyor, hiçbirine dokunamıyorum, hepsi benden uzak ve yabancı. Bir de dünyanın bir diğer yakasında hepimize dokunan, son günlerde gündemde olan, yakından takip ettiğimiz ve dualarımıza kattığımız zulümler yaşanıyor. Mısır, Suriye, ABD, İngiltere, Türkiye vs. deyip ülkeleri sokmayacağım, siyaset yapmayacağım, zaten ne oluyorsa uluslararası arenadaki ve iç işlerdeki güç mücadelesinin nedeni. Bu yazıda çocuk olacağım, anne olacağım, baba olacağım. Dünyadan haberi olmayan, hayallerine tutunan, oyuncaklarıyla uyuyan, çizgi filmleri tek gerçeklikleri yapan, büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusuna elle tutulamayan masum yanıtlar sıralayan zavallı canlar yitip gitti. İnternette videoları var; +18 yazıyor 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun işkence edilerek öldürüldüğü, parçalara ayrıldığı videonun başlığında. Hayatta kalan çocuklar ise anne babalarını kaybetti, bazılarının acı dolu bakışları altında ailesi soğuk kanlılıkla katledildi. Çoğu evsiz kaldı, aşsız kaldı, sakat kaldı, muhtaç kaldı. Biz dehşet içinde haberlerde izlerken, gözyaşlarıyla gazetelerde okurken, videoları izlemeye dayanamazken, fotoğrafları midemizi kaldırırken, bu insanlar bunları yaşadı, yaşıyor ve korkarım ileriki zamanlarda tekrar yaşanacak böyle olaylar. Az buz değil, yüz binlerce kişi hayal bile edemeyeceğimiz, ancak en kötü kabuslarımıza konu olabilecek işkencelerle öldürüldü. Kime daha çok üzülsem bilemiyorum, yer kalmadı diye yollarda sıralanmış, kokuşmuş küçücük bedenlere mi, tecavüze uğradıktan sonra onlarca yerinden bıçaklanıp ölüme terkedilenlere mi, keşke ölseydim diyerek dövünenlere mi yoksa insanlıktan nasibini almamış sözde insanlara mı? Bu arada geçtiğimiz günlerde Dünya Barış Günü kutlandı; 1 Eylül... Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler, Hitler’in barış içinde bir dünya mücadelesi verdiğinin altını çizmek için Polonya’yı işgal ettiği 1939 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın başladığı bu günü Dünya Barış Günü olarak ilan etmiştir. Bu savaşta kaybedilenlerin sıralanmasına gerek yok sanırım, bu sebeple bu günü Dünya Barış Günü olarak kutlamak ne kadar doğru bilemiyorum, nitekim Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra bu günü Dünya Barış Günü olarak kutlamadı hiç bir ülke. 21 Eylül’de ise dünyanın tüm kıtalarından (Afrika hariç) çocukların bağışladıkları bozuk paraların eritilmesiyle Japonya tarafından üretilen, üzerinde ‘Çok Yaşa Mutlak Barış’ yazan barış çanı çalar savaşlardaki insan kıyımlarının anısına. Birleşmiş Milletler bu günde dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlıyor.


Ekim 2013

Dünya Barış Günü Kutlu Olsun

g.kayahan@kalabalikdergi.com

Ha 1 ha 21 Eylül, ha 2. Dünya Savaşı vesilesiyle, ha çanın çalmasıyla; Barış sadece sözcüklerde ve günlerde kaldıktan sonra ne anlamı var böyle bir günün? Ne savaşlardan, kayıplardan öğrenmişiz, ne yazılanlara önem vermişiz... Tarihte kaç kez benzer sebeplerle kırımlar, işkenceler yaşanmış, hangi birini hatırlıyoruz ki, yanı başımızda olanları unutmamız için çok da fazla zaman gerekmiyor; manşetlerden düşüyor, haberlerde ayrılan süre azalıyor, etkisini yitiriyor yaşananlar. Kaybedilenler, kayıplar verenler ise asla eskisi gibi hayatlarına devam edemeyecekler, acılarından hiç geçemeyecekler... Yine de kutlayalım; Ey Suriye’de annesini, babasını gözlerinin önünde kaybetmiş küçük kız, ey yavrusuna işkence edilmiş Mısırlı anne, ey yapayalnız kalmış yahudi baba, ey herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, dini, etnik ve siyasi zulüme uğramış hayatlar, Dünya Barış Günü’nüz kutlu olsun!! Gizem KAYAHAN

24 Kalabalık


O Mevsim

h.deniz@kalabalikdergi.com

Yaz tüm heybetiyle sona ermişti. Yepyeni bir şehrin ıssız sokakları Tüm çaresizliğiyle esir etmişti. Gönlümün de dökülmüştü yaprakları. Kuru yapraklar misali taşlaşmıştı Kırgındı sanki tüm insanlığa kalbim Ağlayan bulutlara isyan etmişti. Göğe bakmaya da küsmüştü gözlerim Ansızın ayaklarım yerden kesildi; Sapsarı gökyüzü ısıttı içimi. Söylemişti,hayatım değişecekti Yüzüme çarpan soğuk rüzgar nefesi. Sanki o an sevmiştim puslu havayı. Yüreğim bahar sevinci yaşasa da Başka sevdim güzde el ele gezmeyi. Düşümüz baharı gözlemek olsa da... Habibe DENİZ


Ekim 2013

Edebiyat Dışı

a.gelisin@kalabalikdergi.com

Merhaba sevgili okurlar, Bu ay Suç Bilimin ve Suç Psikolojisinin tarihini irdeliyoruz. Suç Bilimi anlamına gelen “Kriminoloji” sözcüğü tarihte ilk olarak Topianard isimli bir Fransız hekimi tarafından kullanılmış ve aynı başlığı taşıyan ilk eser, 19. yüzyılın ikinci yarısında hayatını sürdürmüş olan, Garofalo tarafından yayınlanmıştır. Anlaşılan şu ki, insanoğlu varolduğunudan beri her ne kadar suç var ise, suç bilimi yeni bir terimdir. Ancak suç konusu ile uğraşılmasının eski bir tarihi vardır. Eskiden beri belirli bazı etkenler suça yöneltici etkileri dikkati çekmiş bulunuyordu. Meselâ Platon, “Kanunlar” isimli eserinde suçu ruhun bir tür hastalığı olarak saymış ve bunun üç kaynağı olduğunu belirtmiştir: İhtiraslar (istek, arzu, kıskançlık, hiddet ve başkaları gibi), zevk aramak ve cahillik. Platon’a göre ceza suçluyu aydınlatarak ıslah eder ve onun üzerinde, hiddet, zevk arzusu gibi etkenlerin kurduğu baskıları ortadan kaldırır. Başka bir düşünür Hippocrate da, Platon ile beraber adeta Suç Antropolojisinin varlığını ilk defa hissetmiş bir yazar sayılabilir. Zira her iki düşünür de beden şekilleri ile karakter arasında bir ilişki gözleminin yapıldığını görmekteyiz. Yine başka bir düşünür Aristo ise, suçluları toplum düşmanı saymış ve onların merhametsizce cezalandırılmaları gerektiğini savunmuştur. Aristo sefaletin, ihtilâle ve suça sebep olduğunu iddia ediyordu. Bazı düşünürler, Aristo’yu biyolojik psikolojinin kurucusu olarak saymaktadırlar. Eski Yunanda suçlu daha çok filozofik ve teolojik yönden uğraşılmış, bu yönde izahlar verilmiştir. Sofokles’in ünlü eserinde babasını öldüren ve annesi ile evlenen Oedip “Ben hareketlerime katlandım, katlanmak mecburiyetinde kaldım; yoksa işlemedim” der. Ortaçağlarda, Thomas d’Aquin, insan ihtiraslarında suçların çoğunun kökenini görmüş, fakat sefaletin suça sebebiyet verici bir etken olduğunu da belirtmiştir. Orta çağların önce Musevilik sonra Hıristiyanlık öğretisinde yer alan suç konusundaki görüşü şöylece özetleyebilirim: İnsanın ahlâkî, manevî gelişmesi mümkündür. Kişinin manevî gelişmesi onun suçluluğa karşı kendisini korumasına imkân verir. Pozitivist (Maneviyata inanmayan ve herşeyin mantıksal açıklaması olduğunu inan) yazarlara ulaşmadan çok daha önce Thomas Moore, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Beccaria, Bentham gibi yazarlar suçu sosyal bir olay sayan bazı görüşleri belirtmişlerdir. Nihayet 11. yüzyıl başlarında ilk pozitivistler Lavater, Gall, Pinal, Esquirol gibi yazarlar suçlunun fizik ve psikolojik kişiliği ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1860 yılında Maudsley suç ile akıl hastalığı arasındaki ilişkileri inceleyen eserini yayınlamış ve 1868 de Prosper Despine (Psychologie Naturelle) adlı eserinde suçlu çocuklarda dejenereleşme alâmetinin varlığını belirttikten sonra suçlunun folie morele’e (bir tür akli dengesizlik) tutuldukları sonucuna varmıştır. Alfonso de Candolle ve Villerme 1830 ve 1831 yıllarında suç istatistikleri üzerinde incelemeler yapmışlardır. Parent-Duchaftelet, fuhuşu devri bakımından çok yeni bir metodu uygulayarak, Antropolojik, Tıp ve Toplumbilim yönlerinden incelemiştir.

26 Kalabalık


Edebiyat Dışı

a.gelisin@kalabalikdergi.com

Quételet ve André Guerry’nin isimlerini bu konuda önemle hatırlatmam gerekir. Quételet, 1835 yılında Hollanda suçluluk istatistikleri üzerindeki araştırmalarını yayınlamıştır. Doğum ve ölüm miktarları nasıl oluşlarından önce tahmin edilebilirse adam öldürme ve sahtekarlık eylemlerinin de böylece önceden tahmininin mümkün olduğunu açıklamıştır. Guerry, 1833 yılında yayınladığı (Essai sur la Statistique Morale de la France) Adlı eserinde toplum olayları hakkında da sayısal analizler uygulamanın mümkün olduğunu ve böylece bunların gelişme ve başka unsurlarla olan bağlantılarının tespit edileceğini açıklamıştır. Ancak suçun sosyolojik etkenleri üzerindeki çalışmalar 19. yüzyılda Tarde, Lacassagne ve Joly tarafından yapılmıştır. Anlaşılıyor ki, İtalya’da Lombroso ve Ferri tarafında meydana getirilen büyük eserlerden önce, Suç Antropolojisi ve Suç Sosyolojisi’nin temelleri atılmıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Suç Bilimi tarihinde üç büyük isme rastlamaktayız. Bunlar Lombroso, Ferri ve Garofalo’dur. Bu üç yazarın eserlerine biraz daha ayrıntılı olarak değinmem uygun olacak. Cesare Lombroso, Pesaro Üniversitesinde Adli Tıp profesörlüğü yapmakta iken, bu şehir ceza evinde suçlular üzerindeki incelemeleri sonucunda 1876 yılında sonradan, büyük devrim yaratacak olan (L’Uomo Delinquente-Suç İşleyen İnsan) adlı büyük eserini yazmıştır. Lombroso’ya göre suç, ölüm, doğum gibi tabiî bir olaydır; hatta bitkiler ve hayvanlar aleminde bile vardır. Bir fiil belirli bir memleketin ve zamanın âdet, gelenek ve düşünceleriyle çelişme halinde bulunduğunda suç vasfını alır. Suç genel nedensellik kanunu içinde tabii bir olaydır. Zira suç önemli bir kısmı itibarı ile organizma şartlarının ürünüdür. Bazı insanlar, belirli hayvanların yırtıcı, bitkilerin parazit olması gibi, suçlu olarak doğarlar. Suç işleyen insan sui generis antropolojik bir tip teşkil eder ve bedeninde bulunan anatomik, biyolojik ve psikolojik olağan dışı özellikleri dolayısıyla suç işler. Kişileri suç işlemeye zorlayan bu stigmatlar’ın kökenini atavizm, dejenereleşme ve saradır. Lombroso’ya göre ceza, suçu meydana getirmek hususunda birleşen fiil ve tabiî kuvvetleri yok edemez. Bu nedenle ceza yerine iyi bir sağlığı koruma, hijyen, suçları önlemekte daha etkili olur. Devlet suçla, bir kefaret, manevi ödetme amacı ile değil, fakat sosyal savunmayı sağlamak için savaşmalıdır. Raffaelo Garofalo ise fikirlerini (Criminologia) adlı eserinde açıklamıştır. Yazara göre ahlak dışılık serbest iradenin ürünü değildir; failin biyolojik oluşumun sonucudur. Öyleyse, cezalandırmada da ölçü tehlike hali olmalıdır; ceza sorumluluğunun dayanağını bu teşkil etmelidir. Zira suç serbest iradenin ürünü olmayınca manevî sorumluluk, suç ve ceza arasındaki oranı haklı gösteremez. Enrico Feri, düşüncelerini (Sociologia Criminale-Suç Sosyolojisi) adlı kitabında açıklamıştır. Kısaca fikirlerinin özetini şöyle verebilirim: Suçluluk olayının incelenmesinde esas, pozitif metod olmalıdır. Suçlu genellikle anormaldir; onu biyolojik, fizik ve sosyal etmenler, kendisine rağmen, iradesi dışında suç işlemeğe zorlar. Suçluluk istatistikleri cezanın suçları önlemek veya kişilerin suçlarının tekrar etmelerine engel olmak bakımından etki yapmadığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Öyleyse toplum başka savunma araçları zorundadır. Bunlar sostitutivi penali adı verilen cezanın yerini tutan tedbirler (ceza muadilleri) dir. İstatistik incelemeleri bir memleketteki suçluluk düzeyinin “suçta aşırı doymuş ereği kanunu”na göre belirdiğini ortaya koymaktadır. Nasıl ki, belirli bir ısıdaki belirli bir hacim suda belirli sayıda - ne bir atom


Ekim 2013

Edebiyat Dışı

a.gelisin@kalabalikdergi.com

fazla ve ne bir atom eksik - kimyevi cisim erirse, aynı surette belirli bir sosyal ortamda, bireysel ve fizik şartlar içinde belirli sayıda suç işlenir, ne bir sayı eksik ne bir sayı fazla. O halde ceza da kendisine tanınan etkinliğe sahip değildir. Suçluları, suç işlemeğe götüren sebep ve etkenler bunların karşılıklı etkileri arasındaki sabit ilişkiler evrensel gerekirciliğin (determinizm) ispatıdır. Yaşayan varlık, protoplazma halinden, en gelişmiş şekline kadar sırf kendi varlığı için savaşır. Ceza sorumluluğunun esası sosyal sorunluluktur. Suçluların, toplum içinde yaşamaları ve eylemleri ile ona zarar vermeleri veya tehlikeli bulunmaları dolayısıyla sosyal sorunlulukları vardır ve ceza vermek hakkı toplumun savunma esasına dayanır. Kriminolojinin tarihçesinde Tarde, Mezger ve Exner’in de önemli yerleri bulunduğunu ifade etmeliyim. 1920 ve 1930’larda yeni Çağdaş Suç Bilimi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde suç teşkil edici davranışı izah bakımından iki aslî görüş öne sürülmüştür. Bunlardan birincisi, Sigmund Frued’un teorilerinin etkisi ile, suçu kişinin ruh yapısında mevcut olan gerilim ve ihtilatların sembolik bir ifade tarzı saymıştır. İkinci izah tarzı ise, sosyologların etkisi ile suçu bireyin içinde yaşadığı ortamın bir sonucu gibi ele almak olmuştur. Halen de bu iki esas görüş kriminoloji alanında egemendir. Suçluluğun sosyolojik görünümünün incelenmesi, 20. yüzyılda geniş ölçüde bir Amerikan yaklaşımı olmuştur. Sutherland, Sellin, Cohen gibi yazarlar suçun oluşmasında öğrenme, kültür çatışması, suçlu alt kültürünün etkileri üzerinde durdular. 1960’lardan sonra suç sosyolojisi, geniş ölçüde yerini “sapma sosyolojisine ve interaksiyonist okul”a bıraktı ve sonra “radikal suç bilimi” akımı ortaya çıktı. 1960’lara doğru özellikle Amerika’da, suç teşkil eden davranışların temellerine ilişkin genellikle kabul edilmiş varsayımları değiştirmek amacını güden yeni bir takım gayretler ortaya çıktı. Suç bilimine dair teori, metod ve uygulamalar yeni bir takım araştırmaların konusu haline getirildi; bazı sosyologlar bu yeni yaklaşımı “Radikal Suç Bilimi” olarak adlandırdılar; bazıları ise “Eleştirisel Suç Bilimi” dediler. Bu yeni görüş sınıflı bir toplumda Ceza Kanununu, iktidarda olanların diğer azınlık gruplarını kontrol etmek üzere kullandıkları bir araç olarak gördüklerini belirtmeliyim. Suç Biliminin bir bilim dalı olarak gelişmesinde 1885 yılından itibaren toplanmış olan Suç Antropolojisi kongrelerinin de önemli yeri olmuştur. I. Dünya Savaşının sonucu yaşanan duraklamadan sonra 1934 yılında Benigno di Tullio tarafından “Milletlerarası Suç Bilimi Derneği” kuruldu ve ilk Milletlerarası Suç Bilimi Kongresi 1938 yılında Roma’da toplandı. 1949 yılında Paris’te Milletlerarası Suç Bilimi Derneği kurulmuş ve ilk olarak 1950 yılında Paris’te II. Milletlerarası Suç Bilimi Kongresi toplanmıştır. 1955 Londra ve 1960 La Haye Kongrelerinde Milletlerarası Suç Bilimi Komisyonunun kurulması mümkün olabilmiştir. Bundan sonra her beş yılda bir bu kongreler toplanmaya devam etmiştir. Avrupa Konseyi de 1960’dan bu yana her yıl Suç Bilimine dair araştırma konferansları ve toplantıları tertiplemekte bunlara sunulan raporlarla birlikte, tartışma tutanakları yayınlamaktadır. Ülkemizde ise ilk olarak, 1943 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Suç Bilimi Enstitüsü kurulmuş ve 1953 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde Suç Bilimi eğitimine başlanılmıştır. Ord.Prof.Dr. Sulhi Dönmezer Suç Biliminin Türkiye’deki ilk kurucusu ve eğitimcisidir. Arkın GELİŞİN

28 Kalabalık


Kitap Tanıtımı

k.natir@kalabalikdergi.com 36 Baharı- Fatma Gürel 1936 döneminde yaşanmış bir aşkın tarifsiz büyüsünü anlatan bu kitap Cumhuriyetin coşkulu dönemlerini de ele alıyor. Umudun insanın en büyük sırdaşı olduğu bu dönemde yurtseven aydınlar bu umutların gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Dönemin yaşantısını sıcak bir aşk hikayesiyle anlatan bu roman, ileri ülkelerin insanları gibi yaşamını değiştirmek isteyen insanların öyküleriyle harmanlanıyor. Sayfa sayısı:216 Yayınevi: Remzi Kitabevi Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm – İnci Aral Birbirinden farklı iki kadın tipini anne kız olarak buluşturan yazar Aral onların sorunlu ilişkilerine eğiliyor. Annesinin bir kaza sonucu yoğun bakıma girmesiyle bir duygu yükünün altında boğulan Simden geçmişi unutmanın imkansız olduğunu acı bir şekilde öğreniyor. Psikolojik bir anne-kız ilişkisi ve zorlu bir karı-koca ilişkisini yansıtan Aral kendine özgü üslubu ve tahlilleriyle zamanın önemini vurguluyor. Sayfa sayısı: 200 Yayınevi: Kırmızı Kedi Bana Bir Yalan Söyle – Metin Zakoğlu Oyuncu Metin Zakoğlu’nun ilk kitabı bana bir yalan söyle, tiyatro ve sahne üzerine kişisel tecrübelerin anlatıldığı bir kitap. Kendine inanmanın ve savaşmanın önemini vurgulayan bu kitap otobiyografik bir özellik taşıyor. Bu mesleğin insanlara hiçbir şey kazandırmasa bile insanların ölümsüzlüğe sadece bu meslekle ulaşabileceğini vurgulayan yazar bakış açısıyla farklı bir tarz ortaya koyuyor. Sayfa Sayısı: 96 Yayınevi: Yitik Ülke Yayınevi Çocukluğum- Maksim Gorki Acı anılarla dolu bir çocukluk hikayesinin anlatıldığı bu kitapta bir çocuğun ailesini tanıyarak iyi ve kötü, sevgi ve merhamet gibi değerleri öğrenişi vurgulanıyor. Gorki iç içe girmiş bir trajedi öyküsünü dilinin ustalığıyla okuyucuya sunuyor.


Ekim 2013

Kitap Tanıtımı

k.natir@kalabalikdergi.com Hayat Düzeyleri- Julian BARNES Hayattaki her şeyin tek başına belli bir güzelliği olduğu aşikar. Ancak daha önce bir fırsatını bulup bir araya gelememiş iki şey hayat değiştirebilir mi? Değişimler ve farklılıklar üzerine kurulu olan bu kitap 3 farklı yaşam hikayesini bir araya getiriyor.Balonculuk, fotoğraf sanatçılığı ve aşk üzerine geçişlerle başlayan “hayat düzeyleri” kişisel bir yas hikayesini anlatıyor. Sayfa sayısı: 96

Yayınevi: Ayrıntı yayınevi

Paf ve Puf –Salah BİRSEL Türk edebiyatının özgün denemecilerinden biri olan Salah BİRSEL bilindik üslubuyla sanatını konuşturmaya devam ediyor. “Paf ve puf” ta tarihi hikayecilikle sergilenen edebi şölen okuyuculara güçlü bir anlatım keyfini sunuyor. Bir bölümde Ahmet Mithat Efendi ile sohbet ediyorken başka bir bölümde Abdülaziz’in tahtan indirilişine tanık oluyorsunuz. Tarihin ve edebiyatın enginliklerinde gezinirken bu güçlü anlatımın keyfini çıkarıyorsunuz. Sayfa sayısı: 152

Yayınevi: Sel Yayınevi

Şairlerin Barbar Sofraları- Hikmet Temel AKARSU Romanları ve öyküleriyle olduğu kadar hiciv yazılarıyla da tanınan Hikmet Temel Akarsu 3. kitabını okuyucuya sunuyor. Babalar ve Kızları, Dekadans Geceleri adlı öykü kitaplarından sonra Şairlerin Barbar Sofraları adı altındaki öykü kitabı şairlerin yaşam tarzlarını ve iç dünyalarını dile getiriyor. Toplumda daima üst düzeyde bulunan şairlerin yaşamına eğilen yazar onların tutkularını, meraklarını gözler önüne seriyor. Sayfa sayısı: 228

Yayınevi :Doğan Kitap

Ekinler gece büyür – Yılmaz KARAKOYUNLU Farklı zamanlarda ve olanaklarda yaşayan kadınların birbirleriyle, çevresiyle, çocuklarıyla, karşı cinsle ve ailesiyle iletişimini anlatan bu kitap farklı hayatların sorunlarına değiniyor. Her türden insan ilişkisinin ele alınması okuyucuya kendi hatalarını sorgulaması için bir şans veriyor. Dürüstlük ve saygının ön planda tutulması, kim için değerli kim için değersiz muhakemesinin yapılması okuyucuyu düşünmeye zorluyor. Sayfa sayısı:160

30 Kalabalık

Yayınevi :Doğan Kitap


Kitap Tanıtımı Eylül- Mehmet RAUF

k.natir@kalabalikdergi.com

“Öyle bir yerde yaşamalı ki insan kalabalık olmalı ama içine girmemeli.” Bütün olayların bu düşünceyle başladığını söyleyebilirim. Dededen kalma konakta yaşayan Süreyya ve eşi Suat yaşadıkları bohem hayattan kurtulmanın, bu kalabalık aileden sıyrılıp kendi başlarına huzurlu bir yerde yaşamanın hayalini kurarken Suat’ın aklına gelen fikirle bir kurtuluş yolu bulunur. Suat babasından aldığı parayla İstanbul’da bir yalı tutar ve o köhne konaktan kurtulurlar. Buraya kadar her şey tamam gibi gözüküyor. Okuyucu kitabın ikinci sayfasında bir terslik olduğunu farkedip Suat’ın bir kadın Süreyya’nın ise bir erkek olduğunu anlıyor. Sonra kafada kişilikler oturmaya başlıyor. Suat Hanım ve Süreyya Bey bu kitabın baş karakterleri; Necip Bey de onların arkadaşı olarak düşünülüyor. Ancak kitabın akışına kapılınca ana karakterlerin Necip Bey ve Suat Hanım olduğu sonradan anlaşılıyor. Suat Hanım kaçmak için kurduğu planı ve kuş kafesi diye adlandırdıkları konaktan uçup gidişlerini düşündükçe, yüreği nahoş oluyordu. Yeni evlerine çoktan alışmıştı. 1900’lü yılların İstanbul’unun içinde yaşayan karakterler sizi o dönemde bir gezintiye çıkarıyor. İstanbul’un eski hallerinden kadınların giyim kuşamına, yaşam biçimine, yalıların güzelliğine ve o dönemin müzik tarzına kadar İstanbul aşkı her satıra konduruluyor. Suat İstanbul’un gün içinde aldığı bütün halleri aklına kazımıştı çoktan. Bu şehir başkaydı. İstanbul’un sabahı, öğlesi, akşamı Suat ve Süreyya’nın ruhuna nüfuz ederken her gün doğuşunda bu şehre yeniden âşık oluyorlardı. Onların sürdüğü bu naçizane hayata Necip de eklenmişti. Beraber İstanbul’daki bağları, çarşıları geziyor; denizi seyrediyorlardı. Bir aile olmuş gibiydiler. Necip Bey kitaba girdikçe iç sesi satırları ele geçiriyordu. Bir süre sonra sadece Necip Bey’in hissettiklerinde onun düşündüklerinde gezinip duruyorsunuz. Necip Bey hayatında bir sürü kadınla aşk yaşamış ve hepsinin aynı olduğu kanısına vararak kadınlardan vazgeçmişti. Ona göre kadın sadece ihanet etmek için vardı. Evlenmek, saadet kurmak gibi bir hayalin ancak Suat gibi bir kadınla olacağını itiraf ettiğinden beri yalıya çokça gider olmuştu. Aşk işte. İnsan kime aşık olacağına karar veremiyor. Necip Bey’in iyice sarıldığı bu aşkta arka plana attığı bir ayrıntı vardı. Kafasını kurcalıyordu. Süreyya onun en yakın arkadaşıydı. Onun güveni ve güvensizliğe mahkum edilişi arasında ince bir çizgi vardı. Süreyya’nın gözünden düşerse bu hayat ona zehir olurdu ancak Suat Hanım öyle güzel gülümsüyordu ki bu ince detay hep arka planda kalıyordu. Bir kaza Suat Hanım’ın gözünde her şeyi açığa kavuşturmuştu. Çıkılan tekne gezisi sırasında eldiveninin bir eşi kaybolmuştu. Necip Bey’in hasta ziyaretine gittikleri gün o eldiven Necip Bey’in yastığının altından çıkmıştı. Böylelikle Necip Bey’in aşkı Suat Hanım tarafından öğrenilmiş oldu. Mehmet Rauf’un kaleminden aktarılan bu sıcak aşk öyküsü günümüz aşklarıyla kıyaslanamayacak kadar naif, kırılgan ve duygu yüklü. Tek bir dudak kıvrımına bu kadar anlam yüklemek nasıl mümkün olabilir ki ? Necip Bey’in hayata bakışı, duyguları, Suat Hanım’a olan aşkı, düşünceleri ve psikolojik bunalımı öyle bir şekilde anlatılmış ki Necip Bey kitabın içinde aşkıyla boğulurken siz de onunla beraber boğuluyorsunuz. Onun yaşadığı duygu selini yazar Rauf okuyucuya da hissettirmek için ant içmiş olmalı ki bu buhrana siz de karışıyorsunuz.


Ekim 2013

Kitap Tanıtımı

k.natir@kalabalikdergi.com

Tek buhran Necip Bey’de de değildi. Suat Hanım Necip Bey’e karşı farklı şeyler hissediyordu. Aşık olmuş ve o da dipsiz bir kuyuda boğulmak üzereydi. Çıkmaz bir sokağa girmişti ve kurtuluş arıyordu. Ancak kocasına ihanet etmek onun yapacağı en son şeydi. Kitabın sonuna kadar çeşitli olaylarla bu aşk onların boğazına kadar geldi. Onları yakan aşk mıydı yoksa çıkan yangın mıydı bunu sadece yazar biliyor. Suat Hanım peşine hayatındaki iki erkeği de sürüklemişti. Önce onu bulmak gayesiyle alevlerin içine atlayan Necip Bey’i sonra da yavaş yavaş çökmekte olan evde ne yaptığını bilmeyerek dönüp duran Süreyya Bey’i alevlerin arasına alarak yutmuştu. Bu güzel eser Akvaryum yayınevinden çıkmış ve 288 sayfa. Keyifli okumalar…

İlk psikolojik roman olarak kabul edilen eylül Mehmet rauf tarafından kaleme alınışı 1900 e tekabül etmekte. İlk başlarda gazetede bir seri halinde yayımlanırken 1901 yılında kitap haline getirilmiş. Kumru NATIR

32 Kalabalık


Film Tanıtımı

m.tas@kalabalikdergi.com

“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler başaracağı umulur ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi, yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Aylak Adam – Yusuf Atılgan Üç Yol - Crossroads Vizyon Tarihi : 25 Ekim 2013 Tür: Dram Ekim vizyonuyla seyircisiyle buluşan Üç Yol, Bosna katliamını anlatan ve ayrıca “kayıpları ve toplu mezarları” konu edinen ilk Türk filmi özelliğini taşıyor . Dört farklı ülkeden oyuncular yer alıyor ve filmde dublajsız dört farklı dil konuşuluyor. Filmin çekim mekanları arasında Mostar, Batman, Saraybosna, İstanbul, Poçitel ve Hasankeyf de bulunuyor. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ndeki kardeş köprüler Mostar ve Malabadi de bir arada. Bizlerin Faysal Soysal’ın şairane olarak bildiğimiz karakterinin filmde etkisi çok büyüktür elbet. İlk uzun metrajıı olan bu film, Şair Bünyamin ile bütünleşmiş ve rüyalarında kuyusunu arayan yusuf un ayetine de değinilmiştir. Evgeny Grinko ‘nun “Serenade’’ parçasının fragmanda kullanılması birçok gönülü baştan fethetmiştir bile. Psikolojinin de filmin içine girdiğini trajik, yıkıcı olayların, savaşların etkisinin sürekliliğiyle fark edeceğizdir. Ekim ayına yakışır, şiirin harmanlandığı bir film. İzlemek değil sindirmek önemli. Benim Dünyam Vizyon Tarihi : 25 Ekim 2013 Tür : Dram 2005 Hindistan yapımı Black filminin uyarlaması olan filmin başında Uğur Yücel bulunuyor. Yönetmiş ve oynamış olduğu filmde, engelli ablasını yitirişinin etkisiyle, vefakar Mahir Hoca rolünde. Beren Saat ise 4.sinema filmi deneyimini görme ve işitme engelli fakat üniversiteye bile gidebilecek cesarette olan Ela karakterini canlandırıyor. Geçen sene uyarlama olarak karşımıza çıkan Evim Sensin filminden sonra Uğur Yücel’den çok büyük beklentileri olacak bir sinema izleyicisi oluşacaktır. Uyarlamalar Türkiye’nin hüsranı olmaktan çıkmalıdır. Kelimesi kelimesine senaryoların yazılması bunca emeğin de kaybı demektir, sinemamızdan beklentimizinse dönüt veremiyor olması hakaret olmaktan öteye geçemiyor.


Ekim 2013

Film Tanıtımı

m.tas@kalabalikdergi.com Kaptan Phillips Vizyon Tarihi : 25 Ekim 2013 Tür: Dram IMDb: 8,1 Film, hikayesini 2009 yılında yaşanmış, Somalili korsanlar tarafından rehin alınan bir yük gemisinin kaçırılışından alıyor. Geminin kaptanı tayfasını kurtarabilmek için kendini rehine olarak feda edecektir. Kaptan Philips rolünde oynadığı 57 yaşındaki çift Oscar ödülünün de sahibi olan Tom Hanks , 3. Oscarı da bu film ile alacak diyen eleştirmenlerce bir çok izleyiciyi sinema salonlarına çekecek gibi görünüyor.

Başka Söze Gerek Yok Vizyon Tarihi : 25 Ekim 2013 Tür: Komedi IMDb : 7,5 2013 Filmekimi programında da yer alan bu film ,ikinci baharında hayatına neşeyi,komediyi yer veren bir çifti anlatıyor. Albert ve Eva çevresinde dönen film, Eva’ nın Albert’in eski eşiyle tanışmasından sonra daha da renkleniyor. Kült komedi olmadığı için, karakterler de sıcaklığı ve sempatiyi körükleyen önemli birer unsur filmde

34 Kalabalık


Bir Film

m.tas@kalabalikdergi.com

‘’ - Bana onun nasıl öldüğünü anlat? - Hayır,size onun nasıl yaşadığını anlatacağım ‘’ Eylül’ün adı barış. savaşın önüne geçtiği her şeyi bertaraf ettiği, eylülün bertaraf insanlarına, namludan önce sözcüklerim değsin istedim, istedik, ‘’istedik ki rengi başkalaşsın göklerin’’

2003 sonları vizyonu en başta kapatan yine de Oscar alamayan bir film süründük Kalabalık’a, Çin Kültürüne iliştirdiğimiz Son İmparatorluk’ un ardından, Japon Kültüründe Son Samuray’a değindik. Eştik ki ne eştik. Hollywood yapımı iken müziğinden kostümüne kadar her şey, Japon yapımı olsa nasıl olur acaba? da diyor insan. Dönemin İmparatoru reformun her türlüsünü gerçekleştirmeye çalışırken ordu için de birçok ateşli silah aletleri getirtmiştir. Yani film bir ABD yapımı dahi olsa açık açık şunu göstermeye çalışmışlardır; yabancının silahını kendi vatandaşına çeviren bir ordu vardır ortada. Bunu düzenli orduya karşı direnen Kuvayı Milliye veyahut yeniçeriler ya da feodal beyler ile kıyaslayanlar da var. Japonya’nın modernleşme senelerine değinin bu senaryo Tom Cruise’ a Amerikalı Yüzbaşı ünvanı veriyor. Lakin Tom Cruise bunalımını alkole dayatmış ayyaş bir asker. Ordunun halini görüp de, zaman alır eli silah tutması bu askerlerin der, dinletemez. Daha ilk savaş sahnesinde esir düşer Samuraylara. Kılıç süvarisi olan Samuraylar silaha, tüfeğe direnen bir halkın simgesidir. Anlayacağınız savaş sanatı öğretmeye gittiği Japonya’da mertlik sanatını öğrenir Samuraylardan.


Ekim 2013

Bir Film

m.tas@kalabalikdergi.com

Destansı bir anlatış ile anlatılan Samurayların son lideri Katsumoto, esir olan yüzbaşıyı öldürmelerine izin vermez, evvel düşmanını tanımalıdır çünkü. Film boyunca Katsumoto’nun babayiğitliğine mi hayran kalırsınız, Samuray ideolojilerine mi, size kalmış. Ölümü kabullenişleri, savaşa ağıtlarla asker yollamayan kadınlarının dirayetleri, eşini öldüren askeri sofrasına buyur eden bir kadın samurayı hayretle izlersiniz. Hele son savaş sahnesine geldiniz mi, bir tarafta makineli tüfekler ve toplarla donatılmış İmparatorluk ordusu; diğer tarafta zırh, kılıç, ok ve mızrak gibi ilkel silahlarla savaşan, sayıca da az, son samuraylar... Katsumoto’nun Kiraz çiçeklerine bu denli bağlılığı da tam da buradan geliyor. Baharın müjdecisi olan Sakura (Kiraz Çiçeği) en güzel ,en olgun zamanında solmadan yere düşer ; düşmandan önce kendini öldüren samuraylar gibi.Filmde geriye kalan samuraylara ne oldu, göremiyoruz. Hepsinin sonu Katsumoto gibi intihar diye de geçirirsiniz ama içinizden. Tespit doğrudur; geriye kalan tüm samuraylar bir birlerinin kafasını kesmiştir. Askerlerin düzeni için getirtilen yüzbaşılarının Fransız olduğu geçse de kaynaklarda, film de hayali nitelik taşıyan yüzbaşı bir Amerikalıdır. Katsumoto’nun da ölmesi ile kala kala son samuray olarak bilinen yine aynı Amerikalıdır. Braveheart, Seven Smurai filmleri ile yapılan karşılaştırmalar şunu da gösteriyor; Hollywood yapımı filmler ilahlaştırılmış her Amerikan askerini daim kılacaktır. Filmden çıkarılmış sahnelerin var olduğu gerçeği vardır bir de. Belki de ilahlaşması gerekenin bir Samuray olmaması istendiğindendir. Filmin sountracklarını Hans Zimmer’in yaptığı,bana da yazarken eşlik eden sololar siz farkında olmasanız da film gidişatında hissiyatınızı yerle bir eden türlerden. Samurayların yağmurunu,yeşilini hissedersiniz tınlamalarında.Müzik demişken Demir Demirkan’ın Zaferlerim şarkısını da bu filmi izledikten sonra yazdığı bilgisi var sanal alemde. Dizeler çok da uzak değil aslında fikriyatımıza: ‘’ yok olup gitsem de ,sonumu görsem ,ölümü tatsam da ,yenilmem yine de ’’ Silah çıktı mertlik bozuldu dersiniz mermilere göğüs geren atın üstündeki kılıçlı samurayları görünce. İnce bir nükte de Mehmet Akif’den eklensin dedim kendimce. Biliriz ki biz evvelden; Medeniyet, tek dişi kalmış canavardan farksızdır. Mehtap TAŞ 36 Kalabalık


Edebiyat Dışı

g.bozan@kalabalikdergi.com

Japonya denilince sizin aklınıza ne gelir bilmem ama benim aklıma ilk olarak anime geliyor. Bunun bana özgü olduğu da pek söylenemez aslında çünkü animeler çok evrenseldir ve hemen her kesime hitap edebilir. 90’ların en güzeli Tsubasa’yı hatırlamayan yoktur, çocuk animeleri arasında oldukça popülerdi. Aynı şekilde Şeker Kız Candy ya da Heidi’yi de annelerimiz,babalarımız iyi bilir. Sonrasında Ay Savaşçısı, Pokemon , Sonic, Beyblade gibi efsanevi anime karakterleri doğdu. Beyblade topaçları ise adeta fırtınalar estirmişti sokak aralarında. Ben çocuk iken bunlar vardı ve ben bunları izlerdim, büyüdüm halen anime izliyorum ama bu kez yaşıma göre olanlarını. Anime izlerken çocuk olmanıza gerek yoktur, hatta bazen çocuk olmanız izlemenize engel bile olabilir. Yaş sınırına göre birçok çeşidi vardır özellikle 18 yaş üstüne hitap eden animelerde psikolojik olaylar ele alınır,kanlar ve dövüş sanatları oldukça sert fırça darbeleri ile gösterilir. Buna birçok örnek vardır ve yine en popüler olanlardan Death Note psikoloji üzerine kurulu bir senaryoya sahiptir, senaryo bakımından birçok dizi ve filme taş çıkaracak kalitededir. Olaylar ve kişiler normalde olduğundan farklıdır animelerde; farklı mimikler,jestler ,tepkiler ve fiziksel özellikler. Uzakdoğu’nun göz yapısının tersine büyük gözler,kısalığına karşı uzun bacaklar,abartılı gözyaşları, koca gülüşler, ruhsal tepkiler gibi. Tüm bu farklılıkların ve zıtlıkların sebebi Japonların uzun bacak ya da büyük gözlere özenmesi değildir, Disney çizimlerinden esinlenmiş olunmasıdır. Anime karakterleri o kadar farklıdır ki günlük hayatınıza koyarken bile boyutunu değiştiremez zihniniz, aynı boyutta yanınıza koyar hatta bazen o boyuta geçip kalmak istersiniz. Aslında animeleri güzel ve farklı yapan bu özellikleri birçok dalda ödül kazanmasını ve filmlere uyarlanmasını sağlamıştır. The Last Airbender önce kitap iken animesi yapılır ve büyük ilgi ile karşılaşılınca filmi de çıkarılır.


Ekim 2013

Edebiyat Dışı

g.bozan@kalabalikdergi.com

Animelerin en can alıcı kısmı ise bağımlılık yapmasıdır, birde bölümlerin kısa sürmesi, bir oturuşta çok fazla bölümü izlemenize neden olmaktadır. Naruto adındaki animede yaklaşık 400 bölüm çıkmıştır ve çıkmaya devam etmektedir, bu kadar bölüm boyunca halen büyük bir heyecanla izlenebilmektedir ki hayran kitlesi oldukça büyüktür. Bunun gibi birçok animede hayran kitleleri artık karakterleri benimsemiş oluyorlar , rengarenk ve farklı stildeki saçlar,yine aynı renklerde gözler ve farklı giyim tarzları ile karakteri yaşamaya çalışmaktadırlar. Çizgi filmlerde olayları önceden bilme şansınız yoktur ama animelerin mangaları vardır, çizgi roman kısmıdır ve genellikle bölümler yayınlanmadan önce yayınlanır böylece önceden okuma fırsatı sunulur size. Mangalar önceden yazılır ve hazırlanır eğer anime mangaya yetişirse o zaman filler bölüm dediğimiz, konudan alakasız bölümler yayınlanır. Animeler aslında izlediğimiz birçok film ve diziyle aynı kalitede hatta çok daha kaliteli senaryoya sahip olabiliyorlar. Adını bilmeyip mutlaka hayran kaldığınız bir anime vardır, dediğim gibi annemlerin bile halen hatırladığı animeler var ve günümüz animeleri ise çok daha fazla izleniyor 7’den 70’e . Gülbahar BOZAN

38 Kalabalık


Özel

‘Shi’

Burak Serinpınar

http://www.kalabalikdergi.com/dergi-arsivi/kalabalik-dergi-ozel-shi-sayisi.html


Ekim 2013

40 Kalabalık


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.