Kalabalık Dergi 3.Sayısı

Page 1

Kalabalık içerisinde kendini yalnız hissedenlere Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi

Sayı 3

Temmuz 2013

Çin

Çin’den Yükselen Sessiz Çığlık Müge Çisilay ÇAKIR

Kızıl Darı Tarlaları- Mo Yan Kumru NATIR Edebiyat

Tenekeli Dünya Mülayim TOPÇU

Edebiyat Dışı

Suç Psikolojisi Arkın GELİŞİN


Kalabalık Temmuz 2013

KÜNYE İmtiyaz Sahipleri Hakan YILDIZ - Mülayim TOPÇU Görkem BAKIR

Kalabalık Dergi Ailesi Arkın GELİŞİN Burak SERİNPINAR Doğan AKGÜL Elif Can ORUÇ Fahrettin DURDAHANOĞLU Faik ECE Fatih ARSLAN Gezgin Gizem KAYAHAN Gökhan GÜMÜŞCAN Görkem BAKIR Gülbahar BOZAN Hakan YILDIZ Kumru NATIR Kübra AĞAOĞLU Mahir ARİF Mehtap TAŞ Merve ARAZ Mustafa Anıl KOCAMAN Müge Çisilay ÇAKIR Mülayim TOPÇU Piraye Ramazan ÖZER Tolga GÜNDOĞDU Şems Yağmur GİRİŞKEN Zeynep Selin BAŞARAN

Genel Yayın Yönetmeni Mülayim TOPÇU Reklam Koordinatörü Hakan YILDIZ Tasarım Hakan YILDIZ Halkla İlişkiler Görkem BAKIR Mehtap TAŞ Yayın Türü Edebiyat, Kültür, Sanat

İletişim www.kalabalikdergi.com editor@kalabalikdergi.com facebook.com/KalabalikDergi twitter.com/KalabalikDergi issuu.com/Kalabalikdergi

Ve Okurlarımız

2


Kalabalık Temmuz 2013

Kalabalıktan... Fısıldanan sözler, çok kere yüksek sesle söylenenden daha uzağa giderler.

Çin Atasözü

Takvim yaprakları mayıstan beri bir bir dökülüyor. Kalabalık, kendisine kulak verenlerin sayesinde yavaş fakat kendinden emin adımlarıyla serüvenine devam ediyor. İran’ da mola veren hikâyemiz, bizim hiç yabancı olmadığımız ve üstelik tarihimiz boyunca mücadele içinde olduğumuz bir toplumu işliyor: Çin’ i. Çok eskilerde o mavi gökyüzünde gündüz ışığımızdan on tane varmış. Ve insanları sıcaktan öldürüp, suyu buharlaştırırmış. Gök Tanrı bu sistemin insana zarar verdiğini görünce yanlışı düzeltmek için Yay Tanrısı Houyi’yi dünya denen cehenneme yollamış. Vakit dünyaya inme vaktiymiş. Gök Tanrının hediye ettiği bir tane kırmızı yay, bir torba beyaz ok ve güzel eşi Chang’e ile insanoğluna yardım etmek için yeryüzüne inmiş. Yeryüzüne inen Houyi on güneşle diyaloga geçmiş teker teker çıkmaları için lakin hiçbiri kabul etmemiş. Savaşmak zorunda kalan Houyi tek tek vurmuş dokuz güneşi. Houyi’nin başarısı gök ülkesindeki diğer tanrılar tarafından epey kıskanılmış ve Gök Tanrısı’nın Houyi’yi ödüllendirmemesi için türlü işler çevirmişler. Sonunda Gök Tanrısı, Houyi ve eşi Chang’nin yeryüzünde kalmaları emrini vermiş. Bu olaya çok üzülen Houyi çok zaman sonra Kunlun Dağı’ nda yaşayan Xishan Ana’ nın mucize ilacını duymuş. Zorlukları aşıp bu ilacı almış fakat bu ilaç sadece bir kişinin ihtiyacını karşılıyormuş. Bu aklına hiç yatmamış Houyi’ nin. İlacı evde gizli bir yere saklamış. Houyi’nin Xishan Ana’ dan mucize ilacı aldığını öğrenen Chang’e, kocasını çok sevmesine rağmen, gök ülkesindeki dertsiz yaşamına olan özlemle Ay Takvimi’nin 8. ayının 15. gününde Houyi’nin evde olmadığı bir anda mucize ilacı içmiş. Vücudu gittikçe hafifleyen Chang’e yavaşça göğe yükselmeye başlamış ve sonunda aya ulaşarak Guanghan Sarayı’na yerleşmiş. Kucağından hiç düşürmediği tavşan da kalan ilacı içtiğinden Chang’e ile birlikte aya gitmiş. Eve dönen Houyi, karısının ilaç içip kendisini bıraktığını, göğe çıktığını öğrenince çok üzülmüş, ancak çok sevdiği karısına zarar vermek istememiş ve Chang’e ile vedalaşmış. Yeryüzünde tek başına kalan Houyi, iyilik yapmaya devam eder ve insanlara ok atmayı öğretir. Çıraklarından biri çok iyi bir okçu olduktan sonra Houyi’nin varlığının kendisinin dünyada en iyi okçu olma hayalini gerçekleştirmesini engellediğini düşünerek, hocasını sarhoş eder ve onu arkadan okla vurup öldürür. Aya yerleşen Chang’e, Changhan Sarayı’nda tavşanı ve yaşlı bir adamla yalnız kalır. Mutsuz günler geçiren Chang’e özellikle Ay Takviminin 8. ayının 15. gününde kocası Houyi ile birlikte yeryüzünde daha önce geçirdikleri zor, ancak mutluluk dolu günleri özler. Efsaneler, bir toplumu ayakta tutar ve değer verdikleri öğeleri içinde barındırarak onları asırlar sonrasına aktarır. Bunun için yazıma ‘Houyi’nin Güneşi Vurması’ efsanesiyle devam ettim. Efsane sayesinde birazda olsa Çin hakkında fikir sahibi olduk. Şimdi kalabalıkla iyi okumalar… Mülayim TOPCU editor@kalabalikdergi.com

3


Kalabalık Temmuz 2013

Kalabalıkta Bu Ay

Tenekeli dünya

5

Mülayim TOPÇU

Yarım Elma

6

Mülayim TOPÇU

Kavuşmak

7

Mustafa TÜRK

Şiirler

8

Mustafa KOCAMAN

Gün

9

Tolga GÜNDOĞDU

Shiluet

10-11

Burak SERİNPINAR

Öfke Değil Başka Bişey

12-13

Zeynep Selin BAŞARAN

İyi Şanslar Umudum

14-15

Yağmur GİRİŞKEN

Neredeydin

16

Fatih ARSLAN

Şiirler

17

Fahrettin DURDAHANOĞLU

İyi İnsanları İyi Mermilerle Öldürün Saygı Duruşu

18

Kübra AĞAOĞLU

19

Faik ECE

Ben Bir Karıncayım

20-21

Gizem KAYAHAN

Suç Psikolojisi

22-23

Arkın GELİŞEN

Kitap Tanıtımı

24

Kumru NATIR

Kitap Tanıtımı

25

Kumru NATIR

Çin Seddi

26-27-28

Gezgin

Ejderha Dansı

29

Piraye

Çin Müziği

30-31

Piraye

Film Tanıtımı

32-33

Mehtap TAŞ

Biyografi

34-35

Mehtap TAŞ

Kitap Tanıtımı

36-37

Kumru NATIR

Çin’de Yükselen Sessiz Çığlık

38-39

Müge Çisilay ÇAKIR

Terra Kotta Askerleri

40

Mustafa TÜRK

Çin İşkenceleri

41

Şems

4


Kalabalık Temmuz 2013

Tenekeli Dünya

Kuyruğuna tenekeler bağlanmış dünya Yüreğimi soymadan gelmeyeceğim Senden daha şeffafmış Barış adlı kopyan Peki öyleyse neden viran? Haydi! Bu titreyişlerine Birazcı…k antidepresan. Kuyruğuna tenekeler bağlanmış dünya 3.sayfa haberleri bizden fotojenik ölümler bekler Peki bu yazılanlar yazılmayanlara dahil mi? Kuyruğu tenekeli dünyada Bir şiir olma fikri insana biraz huzur verebilir mi? Kuyruğuna tenekeler bağlanmış dünya İçinde tıngır mıngır çok ses var Tanklar, tüfekler, füzeler mi var? Yahut bir destan mı şahlanıyor? Bak bakalım elime bir güvercin mi havalanıyor? Kuyruğuna tenekeler bağlanmış dünya mezar taşında Ruhuna el-Fatiha… Mülayim TOPÇU

5


Kalabalık Temmuz 2013

Yarım Elma Dizeleriniz yükünü kalbime bırakır Siyah-beyaz bir filmde bir adam kararır İsminiz o an kadar sıcakken Tatlı uykumu bir ses böler Sensizlik işkencesine dönüşürken gün Her gün fail-i meçhul cinayetler işleniyor onların vicdanı yok onların ruhu gudubet Her şeye rağmen seni düşünüyorum bir anda kalabalıklaşıyor yalnızlığım Radyoda bir uzun hava çalıyor pek ısınamıyorum Yaşlı bir şiir dilleniyor Senin sesin değil bu Hatırlayamıyorum Bir elmanın iki yarısı biz miydik?

Mülayim TOPÇU

6


Kalabalık Temmuz 2013

Kavuşmak

Sana varır bütün hasretlerim Ay karanlık gece Sözlerim yaşlı Zaman akıp gidiyor Sarılıp senli özlemlerime Durup pes etmek olmaz Toprak eskisinden daha umutlu Biliyor yağmura kavuşacağı günü Sen de benim yağmurumsun Sana kavuşacağım günün sevinci yüreğimde. Sana varır bütün sevdalarım Sen kadınım, sen doğmamış çocuklarımın annesi Sen dünüm, bugünüm, yarınım Kutsanır tüm sözlerim Adını zikredince Gecem aydınlanır Gözlerin gelince düşüme ellerini getir.

Mustafa TÜRK

7


Kalabalık Temmuz 2013

Hoş geldin Hoşluklar getirdin İnan şimdi daha bir sen kokuyor buralar Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar, Her yerde bir bahar havası, bir şenlik var. Ne iyi ettin de geldin Dağlar, rüzgar, dalgalar ve ben Öyle özlemişiz ki seni Meğer gözlerine hasret, Bir cehennemmiş yaşamak. Mustafa Anıl KOCAMAN

Yürüdüm Şarkılarca Cebimdeki tüm bozuklukları, Sokak çalgıcılarına dağıttım bu gece. Seni bana hatırlatan tüm şarkıları çaldılar. Uzun uzun kaldım yanlarında. Ardından ışıltılı caddelerde dolaştım, Islık çalarak. Rüzgâr vücudumu esir alıyordu ama Aklımdaydın nasılsa. Hissetmedim, Yürüdüm şarkılarca...

Mustafa Anıl KOCAMAN

8


Kalabalık Temmuz 2013

Gün

Gün, dündür Seni kaybettiğim gündür. Bırakırken ardımda tüm hayatımı, Görünmesin gözyaşım, Kirlenmesin erkekliğimiz diye Sana son kez dönüp bakamadığım gündür. Gün, bugündür Gelişine de gidişine de Ağızlar dolusu küfürler ettiğim, Hele o yanındaki sahte Jön Türk’ün ‘’emanete hıyanet’’ dersini ezber ettiğim, Yokluğuna mey hoş, Var olabilmene sarhoş olduğum gündür. Gün, yarındır Yeni güneşlerin doğduğu, İlk kez bebek olanların ağladığı gündür. Pencereme konan kuşun, İlk kez yeşeren saksımın günüdür. Gün yarındır, Yarının dünü yoktur… Tolga GÜNDOĞDU

9


Kalabalık Temmuz 2013

Shiluet (yol ayrımı) usun? - gidiyor m eğim seni? c - ... e y e m e r ar gö - yani tekr zılan onca en a y - ... e in r e z il ü filozof kes n durumlar i n s a le d y ın ö d B r urat a ürüle ıldın mı? izlice sürd yakan zuh g n Nasıl? Sık e a il c b a s n k e mi; yo ki etmes enilerinde ğlantılı ve metinden onra itiraf ğ s e n b , e n d r a d le gün an ba n tavır dilden, o la doğrud den, alına ın in n mi? ığ r d le a t ş e a y m , üşüncede d ı c lı a k şikayet ala çizilen planlardan a a hasıl ici vey en, ir dizi geç Biraz sonr i mi? b ? iş in değişiklikt m iç il d im e İkiniz mi? K a kabul yle bir şey ? Seni mi? yıldız ö u sorgusuzc b m ı u ım n r O y , yol a ın bir kacak? Ne dersin basit? Yak inde beş mişte bıra r ç a e d g a i k im e k n bildiğ rmek n olacak ola su gibi gö du? Gidile r ri u r lu ğ o o i d ı m y lfa Centau A ız d ıl Zamanı sa gözleyebilsen böyle y u den, en hafifin kün olduğ en d k m e ü in m m m r e ö t in g is n ? s örebilme ş olur mu miş olarak g lı ç i n e n a g e y c e n k c e ö e d sene ış dem mişi sa llerine kaç halde geç a h O i ik ı? r d e ıy İl m ır? sığlık mıd kayıtsız bir ? açış Geçmiş: K usun? - gidiyor m ni? - ... eceğim se y e m r ö g k - yani artı kaz bir kara m ır ld a . a .. a ey dah konuşmay değişen ş u e b r i ö k g e e P ’ in i’ k öylesine ceğim sen ? Bir önce Ne dersin tti? ‘’artık görmeye abzı ne hâldedir? B ün öncesiz me nasıldır, n rli mi? Sö u e t ter mi res m e y u r k u a d m arafta birinin lden anla ce, karşı t â n h ö e n c muhatap e e d d . il a d ilir mi? S mazhar ’ı.. ir şey var n b tı a a k ş iy s a B is yargılanab n? l; h lar? iyor musu nış, eda, tutum, hâ vırla kelam bir a t r o y ni görebil u a r m avranış ir şey; dav neden birbirini tut gilenen d r e s gözüken b r, e o c y u; n ö lu da ne o söz konus i? Sözden m ü m ş ir ü il n b ö Peki bura d la tiğinden o oktada bir Ölçü değiş etini verse de bu n n... işar amın, yolu d çok şeyin r o y , ın nizam düstürun,

10


Kalabalık Temmuz 2013

iğin e bilmed id iş k or, in raf, bildiğ koca bir yarık açıy a t ı ş r a k , nışı iliyor bu davra ağındasın kanının tavır serg i, k ir b le a y k ö ş Ba yor, ki, ü sıc ücut bulu habersizsin çünk n. O kadar garip ine v r la ır v a u t an kliliğ diyors bu yarıkt anın gere devam e m s a u d s n kanayan a a d s se de ya anıyama kendini t esi gerektiğini bil m ... üsteleme devam ediyorsun ile inansa b - ... - ... - ... - ...

n ek istene m n e n e n a da d sıcağında rardan y i, a r k le n z a ö n s lı lacak nra sin, a rse söyle an bir yarık gibi o şananlardan... So le y ö s tanır e N lerden u yı kanay diğer ya le i la ğ o m ti d ü s c e n k n e şeyd bütü denli a yacak ne ve diğer yazdığın sığlıksa bu yazıd a m ıl ş la an da Asıl ın ki bura çecek zaman... e bakacaks g r n, o kada olmuşsu PINAR . N İ R E S k kalacak.. Bura

11


Kalabalık Temmuz 2013

Öfke Değil Başka Bişey Bugün şarkılar yine öfkesini kustu Farid Farjad’ın kemanı hıçkırmadı Vıçkı çıkmış heralde yalnızlıktan. Yaprakların yeşili bi iğrençti, mutlu etmedi Bu sabah kahvemi hazırlayıp şöyle bi baktım, Nasıl zifiri bir renkti öyle Bardağıyla birlikte çöpe attım Kuşların tiz sesleri ne kadar yorucuydu. Avlanmak istedim Tam gözünün ortasına onun gibi çirkin bir taş fırlatıp kanat çırpamayışını izlemek geldi içimden Kumbaram vardı, birikim diyordu insanlar adına, oysaki birikim yaşayarak olurdu umarsızca aldım klozete attım, şifon çektim hayallerimin üstüne Sonra gidip telefonun kablosunu kestim zaten çaldığı yoktu, bozuk değildi ama insanların ilişkileri bozuktu samimiyetten uzaktı bi kere, sahi samimiyet neydi? sami amcayla hamiyet teyzenin oğullarının adı mıydı acaba? neyse. sonra telefonun bataryasını alıp akvaryumun içine attım Şişko balıkların zehirlenmesini izledim. Dede yadigarı duvar saatinin camını kırıp, akrebini çıkardım içinden, elimi soktu Zehir vücuduma yayıldı. hafiften başım döndü Filmlerdeki gibiydi, kendimi baş rol hissettim oysaki filmlerde insanlar dönmez miydi? benimse dönen gazete kaplı duvarlarımdı bu yalnızlık mı demekti? soruları alıp camdan aşağıya attım beynimi kemirmelerine fırsat vermedim

12


Kalabalık Temmuz 2013

Odama gittiğimde dağınık felsefe kitaplarımı gördüm hepsi farklı ideolojileri savunuyordu beynimi yıkarlar diye parça parça yırtıp ortalığa saçtım pis boğaz elektrikli süpürge yuttu hepsini yeni rimelimle aynaya kendimi çizdim, simsiyahtı çizemeyişimden nefret ettim flütümü aldım elime kendimi Karin Leitner gibi hissettim peluş ayılarım bana güldüler, ağrıma gitti aldım hepsini küvete attım ve sonuna kadar açtım suyu odama gidip yatağıma uzandım sigaramdan bir fırt aldım, bağımlı olamayışıma üzüldüm kırmızı rujumu alıp sahte dünyanın üstüne bir çizgi de ben çektim hala adaletin, zenginle fakiri eşit tuttuğunu düşünenler için, ve hala barışın gelişini bekleyenler için, pollyanna’dan selam getirdim. ve haklıyla haksızın, halkla devletin, genç ile yaşlının, güzel ile çirkinin, arasındaki ilişkinin karşılıklı anlayışa dayandığını bilmeyenlerden, dayatmaları, toplumsal ahlaka mal etmeye çalışanlardan, hırsı baş taçı edenlerden, çok düşünene şizofren, bana ise obsesif diyenlerden, sizden! bugün de tiksindim.

Zeynep Selin BAŞARAN

13


Kalabalık Temmuz 2013

İyi Şanslar Umudum

Süreyya 27 yaşına kadar küçük bir kız çocuğuydu. 27 yıl büyümeye çalışmış, başaramamıştı. Hayatta bir anneciği bir babacığı bir de sokakta ölmek üzereyken bulup iyileştirdiği kara kedisi vardı. Kızıla çalan kahverengi saçları ve bal rengi gözleri vardı. Hiç âşık olmamıştı. Aşka bir bilinmezlik gibi bakardı. E haklıydı. Geçimini çocuklar için yazdığı hikâyeleri yayımlayarak sağlardı. Edebiyat koca bir deryaydı, akmasa da damlardı. Boş zamanlarında kahve yapar filmlere ağlardı. Filmlere, kitaplara ağlayan şunun şurasında kaç kişi kalmıştı. Süreyya ilk önce özgürdü. Kahvesini nasıl içeceğine, uyuyacağı yastığın sertliğine, o gün yemek istediği yemeğe, seveceği insana, yapacağı işe, yaşayacağı yere kadar ne varsa kendi karar verirdi. Bir insan için ne kadar büyük ve küçük karar varsa hepsini kendi vermişti. Anne babası en çokta bu yüzden onunla gurur duyarlardı. Evlatları kendi hayatına sonuna kadar hakimdi. Yalnız kader ne getirir ne götürür bilinmezdi. Öyle ki Süreyya 28 yaşına girdiği gün bir daha asla küçük bir kız çocuğu olamayacaktı. Süreyya, eylül ayının, gecesinin ve gündüzünün eşit olan gününe uyanmıştı. 23 Eylül onun doğum günüydü. Bu günden sonra Süreyya için gece hep daha uzun olacaktı. Evvel gece annesi aramış annesi aramış yarın erkenden kahvaltıya çağırmıştı. Doğduğu günü kızına doğurduğu günü kendisine bayram edecekti. Eğer yaşasaydı… Süreyya kapıdan çıkartılan iki torba cansız bedene bakamadı. Gaz sızıntısı dedi olayı duyan komşu hanımlar ‘vah vah’. Süreyya dizlerinin üzerine çöktü, durdu. Eti yandı acıdan ve gözlerinden akıp canını tüketen damlaları kaldırıma bıraktı.

Feride o gün yani eylülün günü ve geceyi eşitlediği gün bedeninde büyük bir kasılmayla uyandı. Tek göz kulübesinde kirden rengi solmuş çekyatın üstünde tek başınaydı. Sadece kulübede değil dünyada da tek başınaydı. Ufacık bedeni bir kasıldı iki kasıldı ve kusar gibi daha da ufak bir bedeni dışarı attı. Feride 23 Eylül sabahında 18 yaşındaydı doğurduğu günahsız ise sıfır. Bu bebek Feride ve evli Salih’in günahıydı. Feride bu günahı temizler gibi cami kapısına bıraktı bebeği. Daha önce malum camiye hiç bebek bırakılmamıştı ama cemaat filmden diziden alışıktı. Olay cemaatçe pek yadırganmadı çokça ayıplandı. Polis arandı, bebek teslim edildi. Bayan polislerin bebeğe ilgileri yoğun fakat geçici oldu. Ve dünyanın en büyük ironisiyle bebeğin adı Umut koyuldu. Umut 6 yaşında yetiştirme yurdundan kaçtı. Biraz dilendi daha sonra mendil sattı. Karton üstünde yattı. Kıdemli evsiz ağabeylerinin getir götür işlerini yaptı. Yine mendil sattığı bir günde zabıtanın gözüne battı. Kaçacak takati yoktu, günlerdir açtı. İzini kaybettirdi bir apartmana sığındı. Merdivenleri tırmanabildiği kadar tırmanıp 6 katlı apartmanın 4. katındaki 8 numaralı dairenin önünde yığıldı.

14


Kalabalık Temmuz 2013

Süreyya 6 yıldır yazlar hariç üzerinden çıkarmadığı siyah hırkasıyla pencere kenarındaki koltukta oturuyordu. 6 yıldır saçlarını kestirmemiş 6 yıldır tek satır yazı yazmamıştı. Kapıdan gelen tıkırtıya önce yaşlı kara kedisi dikkat kesildi sonra kendisi. Kapıyı açtığında yerde yatan çelimsiz kara gözlü çocuğu gördü. Aynı anda birkaç zabıta merdivenleri tırmanıyordu. Bir an Umut Süreyya’nın gözlerinin içine baktı. O an sanki sessiz bir anlaşma yaptılar. Süreyya Umut’u içeri çekip kapıyı kapattı. Kapı deliğinden bakıp zabıtaların gitmesini bekledi. Sonra yerde yatan 6 yıllık baygın çaresizliği kucağına aldı. Kanepeye yatırdı. Süreyya bundan sonra günlerin onun için geceden uzun olacağının farkında değildi. Umut Süreyya’nın kanepesinde ancak ertesi sabah uyandı. Mahcuptu. Süreyya onun için tepsiye kahvaltı hazırlamıştı. Bütün gece hiç uyumadan Umut’un başında beklemişti. 6 yıldır yağmursuzluktan çöle dönmüş kalbini sanki seller götürüyordu. Anlamıyordu Süreyya Umut’un ona verdiği umudu. Bütün gece düşünmüştü ne olursa olsun bu yuvasızın elinden tutacaktı. Anlamadığı bir güç Süreyya’ya bunu yapmasını söylüyordu sanki. Onunda bu güce karşı koyacak kuvveti ve kaybedecek bir şeyi yoktu.

Umut ve Süreyya 15 yıl sonra eylülün son gününe birlikte uyandılar. O gün Umut, üniversitesindeki son yılının ilk gününe Süreyya ise son kitabının ilk imza gününe gitmek için hazırdı. Kapıdan birlikte çıktılar. Yol ayrımına kadar birlikte beraber yürüdüler. Umut Süreyya’dan ayrılırken ona “İyi şanslar anne.” dedi. Süreyya Umut’a “Sana da iyi şanslar umudum.” dedi. Birbirlerini öpüp ayrıldılar. Süreyya da Umut da bir 23 Eylül sabahında şu dünyada yapayalnız kalmışlardı. Birbirlerinden habersiz ve birbirlerinin umudu olacaklarını bilmeden... Yağmur GİRİŞKEN

15


Kalabalık Temmuz 2013

Neredeydin?

Rüyalar.. Muhabbeti ne hoştur geceleri! Bir uykunun peşine ansızın takılır Aşıklar durmadan sıralar heceleri; Se ni se ni se ni... İçine düştüğüm nefret Nefretle değişmiyor sukûnet Kaç aşk tattı da bu ademiyet Aşkına çare Ya Hû medet! -Ezgilerimdeki hüzün apaçık sevda yasası -Döktüğün gözyaşların hangi derdin tasası? Yalnızlıkların bestesiydin Söylesene be kadın neredeydin? Vururken acılarını ta göğsüm’çine Sahi, neredeydin?

Fatih ARSLAN

16


Kalabalık Temmuz 2013

Temiz Kalmalıydı

Karaladığım kâğıtların temennisi Hükümsüz çizgilerin ölüm şefkatiydi Yumuşak, sessiz ve karanlık Bilinmeyen mutluluk yoksunu bir aşk! Kararlı ve kendinden emin yolların İntikam usulüydü; boşunaydı kaygılarım, Kulaklarımdaydı bana yaktığı hicranlar dolusu ağıt Karaladıklarımı silmeye çalışan geçmişimde Unuttuğu bir şey vardı. Karalamalar silinse de, Hep iz taşıyacaktı o beyaz kâğıt

Fahrettin DURDAHANOĞLU

Normal Değilmişim Yalnızlığa nağmeler okuyorum, Kanım donuyor, Kestiğim bileklerim, Nefret akıtıyor damarlarımdan, Birden kapılar açılıyor Lambalardan ışık saplanıyor Karanlığın kalbine, Faydasız, Karşımda tanımadığım bir yüz Karşımda çirkin ve kaba bir yüz Tanınmışlığın ötesinde bir sima Tanınmışlığın ötesinde bir merhaba Gözlerim benden gidiyor Duygularım çıkış kapısı soruyor Yalancı bir dilden Tahammülsüz sevgilerce Biz gidiyoruz demenin Son hali bu gidişler, Oysa ; Normal değilmiş Karanlığa sebep bu geceler Normal değilmişim Beklenen sevgiliye Yıllarca kefil olan ben

Fahrettin DURDAHANOĞLU

17


Kalabalık Temmuz 2013

İyi İnsanları İyi Mermilerle Öldürün Şimdi bizi iyi dinle: Düşmanımızsın sen bizim Dikeceğiz seni bir duvarın dibine Ama madem bir sürü iyi yönün var Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine İyi tüfeklerden çıkan İyi kurşunlarla vuracağız seni Sonra da gömeceğiz İyi bir kürekle İyi bir toprağa. Bertol Brecht Dünyanın en iyi insanları yok edildi bir gün... Kötüler çoğaldıkça çoğaldı, çocukların beyinleri söküldü yerine koca kayalar konuldu, kıyafetler tek tip oldu renkli giymek yasaklandı, kasaplarda kalp satışları yasaklandı çünkü ‘iyi’ bilim adamları onları insanlara takmaya kalkışmışlardı. Sadece bunlar da değil, ‘Seni seviyorum’ kelimeleri de yasaklı sözlüklere girdi, çiftlerin birbirlerine kalp işareti yapmaları ölüm cezası sebebiydi. Dünyanın tüm ‘iyi’ insanları yok edilmişti bir gün.. Önce doğum aşamasında başladı iyi insan kıyımları. Ana babası zengin olan bebekler iyi hastanelerde doğdu iyi mamalar yedi, parası yeterli olmayan ailelerin çocukları evlerde doğmak için savaşlar verdi yeterli bakılamadıkları için hayatlarını kaybettiler dünyada bir nefes alamadan… Kötü şartlar altında ‘iyi’ ölen bebeklere nazaran daha şanslı olan çocuklar, çamur içinde yalınayak büyüdüler burunları aka aka kışın titreyerek. Diğerleri sıcacık yataklarda ve ayrı tutularak ‘iyi’lerden.. Büyüdüklerinde okulda karşılaştılar çünkü daha oturmamıştı ‘karanlık’ düzen, çalışmalar sürüyordu. İyi öğretmenlerden iyi dershanelerde eğitim alanları el üstünde tutuldu ‘kötü’ öğretmenler, beslenme çantasında ezilmiş peynirler olan çocuklar ise dışlandı hor görüldü okuldan uzaklaştılar.. Dünyanın dört bir yanına yayılmıştı karanlık saltanatı, sıcak ve kurak kıtanın birinde çocuklar vardı açlıktan kemiklerini sayabildiğiniz, anneler vardı ellerinde ölü doğan bebekleriyle.. Hepsi bu acıyı çekerken ‘iyi’lerdi hem de çok iyi.. Hükümdarlar ağızlarından tükürükler çıka çıka bağırıyor tüm iyilerin yok edilmesini istiyordu.. Tarlada çalışan ‘iyi’ler sıcaktan çatlatılmalıydı, dürüst ‘iyi’ler yüksek miktarda yalana maruz bırakılmalıydı, ‘iyi’ öğretmenler, ‘iyi’ doktorlar kısacası tüm ‘iyi’ insanlar yok edilmeliydi birer birer, ama ‘iyi’ yöntemlerle… Gecenin birinde, milyonlarca insanın açlıktan ve susuzluktan öldüğü, milyonlarcasının beyinlerinin çıkarılıp düşünemez hale getirildiği ve bir diğer milyonlarca insanın da iyi savaşlarda iyi mermilerle öldürüldüğü bir sabaha uyandı kötüler, artık her yer karanlıktı. Ancak bununla da bitmedi, denetim sağlanmalıydı kötülerin ülkesinde, gülümseten her şey yasaklandı, mizah vatan hainliği sayıldı, tiyatrolarda ölüm, kan, gözyaşı dışında hiçbir konu sahnelenmeyecekti, devletlerin yönetimi en kötü kim ise ona verilecekti, sütlü tatlıların üretimi durduruldu acı ve yüksek baharatlı yemeklerin üretimi artırıldı. Şarkı sözlerinde büyük aşk hikâyeleri yerine kin anlatılacaktı ve birbirlerinden nefret ede ede sevişecekti sevgililer artık. ‘İyi’ düzeni son bulmuştu, artık siyaha tapılacaktı. Korktunuz değil mi dostlar? Doğrusu yazarken kalemim titremedi değil, ancak şöyle ki ‘tanıdık’ bir düşmandan ne kadar korkarsanız işte öyle korkun bu satırlardan.

Kübra AĞAOĞLU

18


Kalabalık Temmuz 2013

Saygı Duruşu nedir bize kalan dibi soğumuş ekmek göğsümün içinde diş ve ispirto kokusu holosen bir yaş geçirdim bir yaş bir yaş daha saçlarım durgun bir çağ yaşadım yaşanacaktı ak kediler kara kediler güzel bir duruş belki kış akşamları biriken uçurumlarımıza yansır burada kalamam gövdemi ifşa edemem yaşayamam bu bir sone değil saygı duruşu

Faik ECE

19


Kalabalık Temmuz 2013

Ben Bir Karıncayım Merhabalar, ben sizin sokak kapısının hemen yanında yaşayan koloniden bir karıncayım... Yaşayamayan mı demeliyim yoksa, var mı ki bir toprak parçası oralarda? Büyüklerimiz dilden dile, nesilden nesile aktarılan bir hikayeyi anlatır bir araya gelip çay içtiğimiz soğuk kış akşamlarında; eskiden her yer evimizmiş bizim, nereye istersek oraya gider, odalarımızı, koridorlarımızı nereye istersek oraya kazarmışız, üzerimize basmakla bizi tehtit eden olmazmış pek, tenhaymış bizim muhit anlayacağınız. Kolay bulurmuşuz yiyeceklerimizi, karnımız aç yatmazmışız. Arada bizi rahatsız eden uzun dilli bir arkadaş, bir kaç da böcek olurmuş, zaman zaman başka kolonilerle atışırmış, bir kaç kayıp yaşarmışız ama sonunda tatlıya bağlanırmış kavgalar, uzun sürmezmiş. Şimdikinden daha mutlu ve huzurlu sürermişiz yaşamlarımızı anlayacağınız, zaten pek fazla da bir beklentimiz yokmuş; karınca kararınca işte. Sonra bir başka tür çıkagelmiş bizim buralara; benzemezmiş daha önce görülen hiç bir şeye, yaptıkları da bambaşkaymış. Bir dedikodudur ki almış başını gitmiş hayvanlar aleminde, herkes bu yeni türü konuşmaya, çekiştirmeye başlamış. Kim demiş maymundan gelmedir bunlar, kimi demiş gökten indiler geçen gece zembille. Kimse bilememiş nedir, neyin nesidir, ne yapar. Temkinliymiş bizimkiler, karınca aklıdır bu; senden bu denli büyük olana yanaşmaz, uzak durur, korkarsın, bulaşmazsın işine gücüne, gereksiz cesur hareketlere kalkışmazsın. Geçen yıllar içinde kalabalıklaşmış bizim muhit, topraklar örtülmüş sert kazılamayan bir maddeyle, biz nasıl yerin dibine kazıyorsak, bu yeni tür tam aksine yukarı doğru inşaa ediyormuş evini. Kısacık bir sürede güneş görülmez olmuş bizim yuvanın girişinden, yemek bulmak zorlaşmış, manzaramız kapanmış, bazı koloniler taşınmış, kimi böcekler görünmez olmuş, uzun dilli arkadaş kayıplara karışmış.

Bizi pek sevmiyorlarmış ama ne yapalım aç kalınca aralarına karışmak zorunda kalmışız, yemek sakladıkları yerlere girmiş, sağda solda bıraktıklarını aşırmışız. Utanmıyorum, işgalci olan onlar değil miymiş, gelip tepemize onlar yerleşmemiş mi, yaşam alanlarımızı gasp etmemiş mi, siz ne dersiniz? Çok korkutucular aslında, koca adımlarla yürüyorlar yollarda, bazen küçük olanları çomak sokuyor yuvamıza, kim bilir kaç kere inşaa ettik giriş kapımızı. Bir de oraya buraya savurdukları, yenmeyen, sevilmeyen koca koca şeyler atmaları yok mu, onu hiç anlayamıyorum işte; tamam yaptın evini yaşamak için, gezip durdun doymak için ama şu kullanılmayan şeyleri atarak neden doğayı, bizi ve bize benzeyen türleri, ayrıca üstüne bir de kendini, yaşadığın çevreni zehirliyorsun? Sanırım bunlarda da bizim akıldan var; kendilerinden büyük olandan korkuyor, küçükleri önemsemeyip göz ardı ediyorlar. Bre koca tür; kocamansın da bi’ habersin dünyadan; senin o parmaklarının arasında geveleyip geveleyip yere attığın kağıt ezip geçiyor beni, bizim amca oğlu aramızdaki en güçlü karınca olmasına rağmen kaldırıp götüremiyor senin üfleyerek uzaklara gönderdiğin şeyi. Hem ninem dedi ki; cam şişeler 4000 yıl kalıyormuş doğada, plastik 5000 yıl, teneke kutu ise 100 yıl. Size küçük görünüyor ama bizim için hepsi çok büyük, etkileri de daha büyük!

20


Kalabalık Temmuz 2013

Bir de suları hep açık bırakıyorsunuz, ne olacak ki azıcık şu diyorsunuz da bizim için okyanus onlar, milyarlarcamızın yaşamına denk geliyor her dakika dünyada boşa akan su. Evde hadi neyse de sokaklardaki suya bedava diyorsunuz, faturasını ödemediğiniz elektiriğe de, hatta bütün enerji kaynaklarına bedava diyorsunuz, duyuyoruz. Oysa topluma mal olmuş hiçbir kaynak bedava değildir!

Karamsar olmak istemem ama bu mantıkla giderse bu tür, daha çok kirlenecek bu dünya, çok yazık olacak doğaya. Unutmamak gerekir ki; bir ağaç bir ağaçtır, ne olacak bu bir ağaç olmasa deyip kese kese ağaçları yeşil kalmayacak yakında buralarda, bir parça kağıttan, bir tane pet şişeden bir şey olmaz diye düşünerek her yeri atık kağıt, çöp dolduracaklar. Dünyayı ben mi kurtaracağım, felsefesiyle, geri dönüştürülebilecek onca atık boşa gidiyor, bir daha geri gelmeyecek enerji kaynakları yok oluyor. Ey insanlar ne yapabilirim ki ben demeyin; çöpümü ayırmasam, dışarı atsam, çöp kutusunu aramakla uğraşmasam nasıl olsa herkes böyle yapıyor, diyorken bir yandan da geri dönüşümü, üç damla suyu, beş dakka yanan lambayı hesaba katsam ne olacak kimse bunu yapmıyor, diye düşünüyorsunuz.

Bazılarınız da ne olacak Dünya’nın dörtte üçü su, diyor. Bu suların yalnızca %1’ine ulaşabildiğimizi biliyor muydunuz peki? Bu arada sanmayın ki bilmiyoruz; geri dönüşüm denen bir şey var; kimsenin umursamadığı. Oysa geri dönüşüm tesislerinin oraya yiyecek aramaya giden bir arkadaş dedi ki; gazete kağıdı 5 ile 8 kez yeniden kullanılabiliyormuş, bir ton gazete kağıdının geri kazanılması 17 ağacın kesilmesini önlüyormuş ve yetişmiş bir ağaç günde 17 kişinin oksijen ihtiyacını karşılıyormuş, üstelik eski kağıtlardan yeni kağıt elde etmekle % 50 enerji korunmuş oluyormuş! Yani umursanmayacak, göz ardı edilecek bir şey değil bu, büyük, çooook büyük!!

Küçük değilsiniz ki siz, dev gibisiniz! Yapabilecekleriniz dev gibi, neden bunu kötüye kullanıyorsunuz? Hiç düşünüyor musunuz; ne olacak bu bir parça kağıdı yere atsam diyerek sokakları, ovaları çöpe dönüştürüyorsunuz, damlayan musluğu, gereksiz yere yanan lambayı umursamayarak tonlarca suyu, enerjiyi kaybediyorsunuz, demek ki; aynı mantıkla geri dönüşüm tesislerini ağzına kadar doldurup milyonlarca ağacı kurtarabilirsiniz, tonlarca suyu, enerjiyi koruyabilirsiniz.

Bazen düşünüyorum da siz ya körsünüz ve bu yüzden göremiyorsunuz ya da gözünüzde küçültüyorsunuz atıklarınızı, geri dönüşümün önemini, israfın ne kötü bir şey olduğunu, bu dünyaya sahip çıkmak zorunda oluşumuzu çünkü bundan başka gidip yaşayacak hiçbir yerimiz olmadığı gerçeğini. Bilmem bir başka tür var mıdır böyle yaşadığı çevreyi, elindekileri önemsemeyen, sonsuz kaynaklarla dolu bir dünyada yaşadığını sanıp israf eden, etrafını kirleten, diğer canlılara zarar veren? Geçen gün bir konuşmaya tanık oldum; bir tanesi diğer bir tanesini yere çöp atarken görünce neden böyle yaptığını sordu, cevap olarak da “Ne olacak bacım, herkes atmış.” cümlesiyle karşılaştı.

Keşke kendinizi, yaptıklarınızı, yapabileceklerinizi bizim gözlerimizden görebilseniz, o bir damlacık su, bir saniyecik boşa yanan lamba, ocak, eliniz kadar bir parça kağıt, küçücük bir şişe, dediğiniz şeylerin kocaman olduğunu anlasanız... Keşke ne denli dev gibi yaratıklar olduğunuzu, doğada yarattığınız yıkımı ve isteseniz bunu büyük bir hızla telafi edebileceğinizi, çevreyi korumak ve geri dönüşümü desteklemek gibi sosyal sorumluluklarınızı yerine getirseniz dünyamızı çok daha güzel bir yere dönüştürebileceğinizi farketseniz. Gerçekten keşke kendinizi bizim gözlerimizden görebilseniz; bize, doğaya, kendinize yaptıklarınızın ne denli büyük olduğuyla yüzleşseniz. Gizem KAYAHAN

21


Kalabalık Temmuz 2013

Suç Psikolojisi Merhaba sevgili okurlar, Bundan sonra düzenli olarak, suç psikolojisi ve suç bilimi üzerine yazılarımı sizlerle paylaşacağım. Toplumun çoğunluğu farkında olmadanda öfkesini kontorol edememekte. Bu durumda, gazetelerin 3. sayfalarında sıkça okuduğumuz haberlere sebebiyet vermekte. Amacım yazılarımla ve kitaplarımla toplumumuzu bilinçlendirmek. Özellikle suç psikolojisini “Bir Seri Katilin Günlüğü” isimli ilk romanımda oldukça derinlemesine irdeledim. Asıl uzmanlık alanım seri katiller. Bugüne kadar dünyanın çeşitli bölgelerinde bir çok seri katili inceledim ve birebir görüşme imkanı buldum. Öncelikle Suç Psikolojisi ve Suç bilimini biraz yakından tanıyalım. Suç Psikolojisi diğer bilimlere göre çok yeni bir bilim dalıdır. Bundan dolayı zengin bir bilgi kaynağına sahip olamıyoruz. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki suç psikolojisinin tanımı üzerinde çeşitli görüş ve çekişmeler vardır. Suç psikolojisi şu şekilde kısa tanımları yapılmaktadır: “Suç olgusunun incelenmesi” veya “Suç olgusuna ilişkin bilim” “Suç bilimi” gibi. Ancak, içeriği belirlemeğe yönelik tanımlarda birlik yoktur. Suç biliminin kavramının farklı algılanmasından ve kriminolojinin kapsamının dar veya geniş olarak yorumlanmasından dolayı içeriği belirlemeğe yönelik tanımlamalarda birlik sağlanamamaktadır. Suç psikolojisi ve suç biliminin tam tanımını yapmak çok kolay değildir. Zira bu bilgi dalı aynı zamanda bireysel ve sosyal hususlara ilişkin bulunmakta ve daima harekette ve kavranamaz kimlik gösteren insan varlığına bağlı bütün müphemiyetlerle çevrilmiş bulunmaktadır. Şimdi kısaca farklı suç bilimi tariflerini inceleyelim ve suç biliminin konusunu açıklayayım. Sutherland’a göre suç bilimi “Suçu sosyal bir olay gibi ele alan bilgilerin bütünüdür”. Bu bilgi dalı içine kanunları yapmak, ihlâl etmek ve kanunların ihlâl edilmesine karşı tepkide bulunmak süreçleri girmektedir. Suç psikolojisi geniş anlamda anlamayı tercih etmek gerekir. Bu surette ele alınan suç biliminin amacı kanun sürecine, suçu önlemeye ve suçlular hakkında gerekli tedbirleri almaya ilişkin genel ve değişik ilkelerin ve diğer tipteki bilgilerin bütününü kapsar.

22

Örneğin Caldwell de benzer bir ayırıma yer vermektedir: “Geniş anlamı ile suç bilimi suç ve suçluya ve toplumun suçu cezalandırmak ve önlemek hususunda gösterdiği çabalara ilişkin bilgilerin bütünü belirtir”. Ayrıca suç psikolojisi, bütün yönleri ile suç olayını inceleyen deneysel bir bilimdir. Bu anlamda ele alınınca suç bilimi, Suç Antropolojisi, Suç Sosyolojisi, Suç Profilâksisi, Suç Psikolojisi, Peonoloji, Suç Siyaseti olarak adlandırılan bütün bilgileri kapsamaktadır. Sykes’a göre çağdaş suç psikolojisi, ceza hukukunun sosyal kökenlerini, ceza adalet mekanizmasının işleyişini, suç teşkil eden davranışların nedenlerini, suçun önlenmesi ve tenkili (bastırılması), kişilerin iyileştirilmesi, ıslahı ve sosyal çevrenin değiştirilmesi konularını kapsar. Ayrıca belirtmeliğim ki suç psikolojisi bağımsız bir bilim dalı olup, sentetik ve tüme gidici bir kimlik taşımaktadır. Şu suretle ki, bu bilim suça ilişkin çeşitli disiplinlerin başlıca sonuçlarını, suçlu ve ona karşı uygulanması gereken tedbirleri özetler ve bir sentezini yaptığı suça ilişkin çeşitli bilimlere ait bir tür giriş niteliğindedir. Sabatini’nin verdiği tarif ise şöyledir: “Suç Pikolojisi deneysel metod ile suçlunun kişiliğini inceleyerek suç olayının tabiî menşeini ve mekanizmasını, sosyolojik ve biyolojik etmenleri araştıran suçluluğa ait genel bir bilimdir.” Suç Psikolojisinin inceleme alanı olarak da şunları gösterebilirim: a) b) c) d) e) f) g) .

Suçun niteliği ve miktarı, Suçun ve suçluluğun nedenleri, Ceza hukukunun gelişmesi ve ceza adaletinin yerine getirilmesi, Suçun özellikleri, Suçlunun ıslahı, Suçluluk biçimleri, Suçun sosyal değişime etkileri,


Kalabalık Temmuz2013

Suç bilimi bir yanda da bir deneysel disiplinler arası bir bilimdir. O, suçun işlenmesi ve engellenmesi gibi, suçluya davranışla ilgili olarak ortaya çıkan, insani ve toplumsal alandaki durumlarla ilgilenir. Suç Psikolojisi, disiplinler arası çok faktörlü yönü ve suçlunun kişiliği ile ilgili deney alanlarındaki araştırmalarını, hem hukuk kuralları, hem de hukuk ya da sosyal düzen tarafından onaylanmayan hareketler içinde yürütür. Williams ise suç bilimi alanını dar olarak yorumlayarak, “Suç bilimi, insan davranışlarının suç sayılanları ile ilgilenir. Bunlar ise ceza hukuku tarafından yasaklanan davranışlardır” der. Oysa suç bilimi ceza hukuku kapsamında ve onun güdümünde bir suç bilimi değildir. Suç sayılan her şey bu bilim alanının kapsama alanındadır. Suç bilimi deneysel bir bilimdir ve suçlulukla ilgili her şeyin konusu oluşturduğunu, bütün sosyal olumsuz sapıcı davranışların, suçun ve suçlunun kontrolünün, viktimolojinin ve suçun önlenmesinin suç bilimi konusu olduğunu belirtmek isterim. Bir daha ki sayımızda Suç bilimi ve Psikolojisini irdelemeye devam edeceğiz. “Toplum, suçu hazırlar, suçlu onu işler.” Henry Thomas Buckle

Arkın GELİŞİN

23


Kalabalık Temmuz2013

Sensizlik Esiyor Yüreğimde “Yazmak bilmemektir, anlayamamaktır, tanımlayamamaktır düşünceleri.” diye başlıyor yazar önsözünde. Gizem KAYAHAN kimilerimizin düşüncelerine tercüman oluyor kimimizin paylaşamadıklarına. Kitaba başladığınızda ana karakterlerden biri olan Katty’nin aile hayatı hepimizin kendini sorgulamasına neden oluyor. Kişinin karakterini kimliğini oluşturan aile yaşantısı mıdır yoksa doğuştan gelen genler midir? Düşüncelerinde çelişkiye düşüyor insan. Bu çelişki kitabın sonunda daha da büyüyor. Katty aile yaşantısı olmayan, hayatı boyunca tek başına büyümüş annesi fahişe olan bir kızdır. Yaşamı boyunca ailesinden utanmış, çevresi tarafından hor görülmüştür. Tek amacı bulunduğu şehirden üniversite hayaliyle kaçıp kurtulmaktır. Kitaptaki bir diğer karakter ise Lioness’tir. Dişi aslan kimliği Lioness le oldukça uyumlu olarak anlatılmış kitapta. Katty’nin dış görünüşünün betimlenmesiyle okuyucunun aklında yaratılan karakter, Lioness’in betimlenmesiyle beraber iki karakteri bütünleştirip tek kişi haline dönüştürüyor. Hayatının farklı iki döneminde bir kişi. İki farklı yaşam bir insan. Kitabı sadece Katty üzerinden anlatmama rağmen Katty’nin peşinde koşan FBI ajanı Joshua, Megan, Martin ve Katty’nin öldürdüğü suçlu isimler bu kitabın diğer kahramanları. Megan Josh’a platonik bir şekilde âşık. Onun aşkını bilmeyen tek bir kişi var o da Josh. Josh kafasını Lioness davasıyla meşgul ettiği için etrafı göremeyecek kadar yoğun. Ancak onu bekleyen aşk silsilesinin farkında değil. Aşk bu işte gidip en olmadık insanda patlak verir. Azılı bir katil ve onu yakalamaya çalışan FBI ajanı. İkisi arasında geçen duygusal yoğunluk Megan ve Martin’in Lioness’i yakalamasıyla son buluyor. Ve Liones bütün hayatının bedelini idam sehpasında ödüyor.Babanın anneyi sattığı bir ailede kendi başına büyüyen bir çocuğun ileriki hayatının nasıl olmasını beklersiniz? Yazar katil olarak yaratmış bu dişi varlığı. Katilin öldürdüğü insanlar, yaşam serüveni ve içinde bulunduğu ruh halleri sürükleyici bir biçimde anlatılmış. Kitabı okurken hayal ettiğiniz, düşlediğiniz, kafanızın içinde bir tiyatro gibi oynattığınız serüven hayat gibi, hayata benzer. Bir sahne oynanırken ardındaki sahnede neler olabileceğini kimse tahmin edemiyor. Kitabı okurken dikkatimi çeken şu düşünce vardı. Hemen hemen bütün satır aralarında sezdiğim bir düşünce: Bir şeyi yaparken doğruluğuna bağlanıyoruz, belki de o zamana kadar yaptığımız en doğru şey gibi geliyor. Ancak aradan zaman geçtiğinde ve geriye dönüp baktığımızda nefret ettiğimiz anıların çoğunu bu tek doğru olarak düşündüğümüz kararların, olguların oluşturduğunu görüyoruz. Şüphesiz doğru diye yaklaşılan olgular gelecekte geçmişten nefret etme sebebimiz olabiliyor. İşte bence bu kitabı insan hayatıyla bağdaştıran şey bu. İnanıyorum ki hiçbir insan çıkıp da benim hayatımdan iz göremiyorum diyemez. Hepimizin yanlışları, hataları, aşkları, kırgınlıkları bu kitaptaki kelimelerle, ruhlarla benzeşiyor. Aynı olmasa bile bir ucundan yakalıyor. Bir insanın sevdiğinin idam edildiğini başkası tarafından öldürüldüğünü bilmesi çok tuhaf bir his olmalı. Talan olan yangın yerine dönen yüreğin tarifi zordur. Kendi kendine kavrulur. Su serpecek nedenleriniz varsa ne ala. Siz farketmeden aşk büyür büyür bütün bedeni ele geçirir. Ruh aşk diye bağırırken beden bitap düşer. Joshua kitabın son bölümünde böyle hissetmiş olmalı. Kitabın yaşattığı hüznü, burukluğu anlamanız için okumanızı tavsiye ederim.Kitap sokak kitapları yayınevinden çıkmış ve 270 sayfa. Keyifli okumalar… Kumru NATIR

24


Kalabalık Temmuz 2013

Ateş Etme İstanbul –Celil OKER Celil Oker’in imzasının bulunduğu, insan zekâsının sınırlarını zorlayan aynı zamanda insanı sürprizlerle dolu maceralara hazırlayan bu kitap polisiye meraklılarının elinden bırakamayacağı türden. Dedektif Remzi Ünal’ın etrafında şekillenen kitap kayıp sevgilisini arayan genç doktor üzerinden akıp gidiyor. Ateş Etme İstanbul romanıyla Celil Oker okuyucularını ince bir mizaha sürüklerken gerilimi de elden bırakmıyor. Yayınevi: Altın Yayınevi

Sayfa Sayısı: 456

Turgut Reis – Feridun Fazıl TÜLBENTÇİ Trablusgarp fatihi Turgut Reis Akdeniz sularına korku saldığı sıralarda “Kaptan Dragut geliyor!” tehdidi ortalığı sarmış durumdaydı. Turgut Reis’in nice kahramanlıklarının anlatıldığı bu kitapta entrikaların dinmediği aşklara, Rüstem Paşa’nın hınzırca planlarına değiniliyor. Kitabın yazarı olan Feridun Fazıl Tülbentçi Turgut Reis’in inanılmaz yaşamını okuyucuyla buluşturuyor. Yayınevi: İnkılap Yayınevi

Sayfa Sayısı: 232

Senden Uzak Yedi Gün –Monika PEETZ

Birbirine hiç benzemeyen 5 kadın. İnternetsiz, telefonsuz, içkisiz, erkeksiz, her şeyden uzak geçirilen bir hafta. Beş kadının bu bir hafta içinde hayat hikayelerini birbirleriyle paylaşmaları ortak noktalarını ve birbirinden ne kadar farklı olduklarını anlamalarını sağlıyor. Aile sırlarının çoğunun ortaya döküldüğü bu bir haftada gizli kalan sırlarını anlatıp anlatmama konusunda en kararsız olan beş kadın üyenin bir tanesi olan Eva’dır. Geçmişi deşmeye ve hiç tanımadığı babasının izini sürmeye kararlı olan Eva aile sırlarını daha fazla karıştırmaması gerektiğini anladığında çok geç kalmış olacaktır. Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi

Çeviri: Regaip MİNARECİ

Sayfa Sayısı: 256

Mutlu Olma Sanatı – Bertrand RUSSELL Gelişen teknolojiyle birlikte insanlarda mutsuzluk hakim olmaya başlamış; hayattan şikayet ön plana çıkmıştır. Son zamanlarda felsefecilerin ve psikologların da üzerinde durduğu bu durum kişisel gelişim kitaplarının ön plana çıkışını sağlamıştır. Mutlu olma sanatı da bu kişisel gelişim kitaplarından biridir. Bertrand Russell’in yazarlığını yaptığı mutlu olma sanatı iyi bir yaşam sürmek isteyen okuyuculara felsefi alternatifler sunuyor. Kitabın felsefesini şöyledir: Kişi hedef oluşturmalı ve bu hedefi başarmak için eğlenerek savaşmalıdır, mutluluğa ancak böyle ulaşacaktır. Yayınevi: Say Yayınevi Çeviri: Yunus SAĞLAMTÜRK Sayfa Sayısı: 192

Kumru NATIR

25


Kalabalık Temmuz 2013

Çin Seddi Bir şaheser düşünülsün ki; yapılışı savunma amaçlı olup da son dönemlerde mimarlık adına önemli olarak Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri haline gelsin. Çin Seddi’nin bu yedi harika arasındaki “Çin’in sembolü” olarak yerini alması 7 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleşmiş, yapımının başlaması ise M.Ö. 221 yılına dayanmaktadır. Bu yönden bakıldığında Çin Seddi geniş yelpazeli bir öyküye sahiptir. Kendi halkını korumayı amaçlayarak Çin’in ilk imparatoru olan Qin Shi Huang, sınırları boydan boya belirli aşılmaz bir kuzey hattı oluşturmaya karar verdi. Bir çok Türk boyunun akınından bu sayede kurtulmayı planlayan imparatorluğun eseri, 2000 yıl süren yapım aşamasından sonra bugün yıkılmış olan kısımlarıyla birlikte toplam 120 kilometrelik bir uzunluğa ulaşır. Asıl olarak Huang; Chu, Qi, Yan, Wei, Han, Zhao, Qin Krallıklarının ilk olarak birbirlerinden korunmak için Savaşan Devlerler dönemlerinde inşa ettikleri sınırlarını birleştirerek dış saldırıları durdurmayı planladı. Her gelen yeni hanedanlık bu hattı onardı ve son olarak Ming Hanedanı (1368-1644) tarafından kullanıldı. Bugün gördüğümüz Çin settinin son hali oluşmuş oldu. Çin’in batısındaki Gansu eyaletindeki Jiayu Geçidi’nden, kuzeydoğusundaki Liaoning eyaletindeki Yalu Nehri’nin kıyısına kadar uzanarak günümüze ulaşmış olan bu seddin uzunluğu 7300 kilometreden fazladır. Bulundukları bölgelere göre yapılışlarında farklılıklar gösteren duvarlara sahip ve özellikle dağ sırtları boyunca inşa edilen Çin Seddi’nin aşılması o dönemlerde imkansız gibiydi. Bir tarafının yamaç olması, kuş bakışı bakıldığında kıvrımlı bir ejdehayı andırması bakımından geçilmezliğin ve gücün de bir göstergesi olmaktadır.

Üzerinde binlerce yıl ince ayrıntıları hesaplanarak oluşturulan Çin Seddi’nin duvarlarının yapımında; büyük tuğlalar, toprak ve küçük çakıllarla dolu çuvallar kullanılmıştır. Duvar yüksekliği 4-10 metre, genişliği 4-5 metre ( neredeyse dört atın yanyana yürüyebileceği kadar) aransında değişmektedir. Yapımında köylü, asker ve tutukluların oluşturduğu 1 milyon kişilik bir kalabalık çalıştırıldı. Bu kalabalığın binlercesi yapım aşamasında hayatlarını kaybetti. Çoğunluğun tutuklulardan oluşmasının bir nedeni cezalandırma olarak kullanılmasındandır. Esir düşen hanedanlara bu yöntemle ağır bir sürgün hayatı yaşatılmaktaydı. Gelgelelim çokta nitelikli olmayan çalışanlara rağmen oldukça sağlam bir yapı ortaya çıkmıştır. Yer yer duvarın zayıfladığı bilinse de bu kötü bir şey değil, aksine kaçan düşmanı yavaşlatmak için iyi bir yöntemdi. Çin Seddi’nin büyük bir kısmını tek sıralı sağlam setler oluşturur. Bazı bölgelerde kademeli savunmaya izin verecek şekilde birkaç sıra halinde de görülebilir. Zaman ve doğa olayları sonucu duvarlarında çökmelerin meydana gelmiş olup, Çin Seddi boyunca belli aralıklarla bulunan kuleler ise hâlâ dimdik ayaktadırlar. Bu kulelerde askerler dinlenir, erzaklarını buralarda depolarlardı. Kulede yakılan ateşin dumanı bir savaş habercisiydi. O zamnalar düşünülerek yapılan duvarlar boyunca siperlik ve okçu delikleri bulunmaktadır. Ayrıca kuleler kadar olmasa da yer yer saray ve tanıpaklar rastlamak bile mümkündür.

26


Kalabalık Temmuz 2013

Çin Seddi’nin üzerindeki tüm stratejik noktalarda geçitler bulunmaktadır. İlginç isimlere sahip geçitlerden bir kaçı şöyledir; -İlk geçit; Shanhai Geçidi.Dağ ve deniz geçidi olarak Çin Seddi’nin doğu başlangıcı olarak kabul görülür. Bohai denizine bakan eşsiz bir manzaraya sahiptir. Üzerine kulrulmuş kuleden yemyeşil Yanshan dağları ve uçsuz bucaksız deniz görülmesi sebebiyle bu ismi alır. Stratejik açıdan önemlidir. Ming hanedanlığı zamanında tanınmış hattat ustası Xiao Xian tarafından, geçidin dört farklı kapısından doğuya bakan kapıya oldukça büyük ölçülerde, üzerinde “Dünyadaki İlk Geçit” yazan bir tabela asılıdır.

- Jiayu Geçidi; Çin Seddi’nin batı başlangıcıdır. Hiçbir zaman savaşın uğramadığı Barış geçidi olarak da adlandırılmaktadır.

27


Kalabalık Temmuz 2013

- Niangzi Geçidi; Shanxi eyaletinin kapısı niteliğindedir. Tang hanedanlığının ilk yıllarında imparator Li yuan’ın üçüncü kızı Prenses Ping Yang, savaş tekniklerini çok iyi biliyordu. 10 bin kişilik bir birlik ile bu geçitte konuşlandı. Halk tarafından bu birliğe “Prenses Ordusu” ismi verildi. İlk zamanlarda Weize Geçidi olarak bilinen geçidin ismi Prenses Geçit olarak değiştirildi. -Yumen Geçidi; ismini Xinjiang’ın Hotan bölgesinde çıkarılan yeşim taşlarından alır. Çin’in iç kesimlerine bu geçit sayesinde yeşim taşı gönderildiğinden “Yeşim Taşının Kapısı” ismini alır. İpek yolunun kuzeye giden kapısı görevi de görmektedir.

Haklı bir gerekçe olarak oldukça sağlam ve şimdilerde askeri niteliğini kaybetmiş olsa da mimari açıdan göz zevkine hitâb eden Çin Seddi, imparatorlar için bir övünç kaynağıydı. Ülkenin gücünü göstergesi olarak, eskiden siyasal bir simge halindeydi. Qin,Zhao,Yan Kralıklarının kuzey hatta oluşturmaya başladıkları,imparator Huang’ın birleştirici düşünesi ışığında ortaya çıkan en büyük çaplı askeri savunma projesi, ardısıra gelen imparatorlarca geliştirilip Çin’in önemli bir sembolü haline getirilmiştir. Bir çok efsaneye yüzyıllar boyunca ev sahipliği yapmış olan Çin Seddi, şimdilerde yerli ve yabancı turistlere kapısını açmaktadır. Sanatsal açıdan bakıldığında; görkemli kuleleri, dimdik merdivenleri ve dağ yamaçlarında kıvrılan dalga şeklindeki duvarlarıyla büyük bir cazibeye sahiptir. İnsanlık tarafından ustaca yapılmış olan Çin Seddi’nin uzaydan görülme konusuna bir açıklık getirmek halen mümkün olmamakla birlikte kendi halkından olan astronot Fey Cunglong’un açıklamasında şu sözler yer almaktadır; ‘Maalesef hayır…’ Uzaydan Çin Seddi çıplak gözle görülemez belki ama eğer yolumuz Çin’e düşerse kendi gözlerimizle bu görkemli şaheserin tadına varabiliriz. Gezgin

28


Kalabalık Temmuz 2013

Ejderha Dansı Eski çağlardan itibaren ritüelller düzenlenegelmiş özel imgeler taşıyan toplantılardır. Dinî olan veya dinî olmayan gibi bulunduğu bölgeye göre farklılıklar göstermesine karşı her toplumda bu kelimeye eş değer bir kavram bulmak mümkündür. Çin kültüründe ise buna müziğin ve özel kostümlerin eşlik ettiği Ejderha dansında rastlıyoruz. Geleneksel olan bu dans; şenlik ve kutlamalara renk katan, özel anlamlar taşıyan ve aranan bir sembol görevini üstlenir. Özellikle bahar şenliklerinde şeçilmesinin amacı geçmişe dayanır. Çin mitolojisinde dört farklı öneme sahip sembol vardır. Bunlardan biri olan ejderha efsanelere göre; rüzgar,yağmur gibi doğa olaylarını kontrol etmekle görevlidir ve yeryüzüne bereket getirir. Ayrıca dürüstlük ve gücü sembolize ederek dövüş ustalarının temelindeki felsefeye önderlik eder. Ejderhanın ateşin atası olduğu da kabul görür bir rivayettir. İçinde bulundurduğu bu kadar anlam ile dansın felsefesi aslında çok derindir. Sergilenme tazı bakımından ise bu dansta, dansçılar ellerinde tuttukları sopalar ile ejderhanın kumaştan yapılmış olan maketini taşırlar. Maket yapımında hasır, bez, kağıt ve çiçek gibi yüz çeşit malzemede kullanılarak çeşitlilik oluşturulur. Lider dansçılar, 7 ile 13 arasında değişen bölüme sahip ejderhanın baş hareketlerini kontrol ederek metlerce uzunluktaki makete müzik eşliğinde yön verirler. Davul, simbia ve gong gibi müzik aletlerinin oluşturduğu geleneksel müziğin ritminde hareket edilir ve bu hareketlerin bütünü yavaşlatılmış bir dövüş sanatını hatırlatır. Orijinal halinin Yin ile Yang ustalarından çıktığı kabul edilen ejderha dansı, iki ejderhanın birbiriyle olan mücadelelerine bir göndermede bulunmaktadır. Bu felsefenin güç savaşındaki iki tarafın sembolize hali, ejderha dansının çağdan çağa aktarılması amacına katkıda bulunuyor. Belli bölgelerde söğüt dallarından faydalınarak gece yapılan ritüellerde tütsü yakılmasından dolayı bu türe “tütsü ejderhası” adı da verilmektedir. Buna sebep tütsünün ejderhanın üstünde yakılmasıdır. Daha sonra müzik ve havai fişekler eşlinde nehire bırakılarak ejderhanın kendi sarayına dönüp oradan yağmur getirmesi umulmaktadır. Çin ulusunun yaratıcılık gücünün bir ürünü olan bu dans türü, geleneklere hizmet eden ve kendine has bir felsefeyi maketi taşıyan dansçıların kollarına yüklemektedir. Renk cümbüşünün eşliğinde şenliklerde çoğunlukla yer alması beklenen dansı izlemek ise bir o kadar haz vermektedir. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere…

Piraye

29


Kalabalık Temmuz 2013

Çin Müziği Kültürün temelini oluştran özelliklerden birisi nasıl özgünlük ise; Çin müzik kültüründe bütün özgünlüklerin toplumsallaşmasına şahit olunmaktadır. Yüzyıllarca birikmiş olan tüm sesler yumuşak bir ezgi ile kulaklarda yeniden dinginlik kazanmaktadır. Yaylı ve telli çalgıların birbirlerine izin verircesine boyun eğişlerine, üflemelilerin derinliği katıldaığında ortaya çıkan su şakırtısını andıran çok sesli orkestraya bir es ise perkinsiyon çalgılarıyla gelmekte. Her çalgının kendine has bir karakteri bulunduğu gibi, yer yuvarlağı üzerine yayılmış ve her kültürde ortak paydaya sahip olan çalgılar haricinde kendi benlikleri ile gitgide içine çeken özgün bir çok çalgının esrarı bulunmaktadır. Dururken sadece bir çalgı olduğunu anlayabildiğimiz eşsiz müzik aletlerinin ancak sesini duyduğumuz an kendimizi kilometrelerce ötelerde bulabilme imkanına sahibiz. Bunların hepsine notaların özgün çalgılarda vücud bulması ile ulaşabiliriz. Sesinin yüksek ve açıklığıyla bir revap içinizdeki cesareti şahlandırırken, yıllarca yardımcı ses olarak kullanılan liuqin sahip olduğu yüksek tonuyla kendi hakkını almışığını kulaklardaki pası silerek verebilir. Huobosi, 4 oktavlık sesi ile o topraklarda yaşamış olan atalarına ulaşmayı hedeflerken; guqin çalan müzisyenler eskiden kalan gelenekleri devam ettirebilmek adına önceden banyo yapar ve tütsü yakarlar. Kendine has bir çok ritüele sahip telli çalgıların sırası uzayıp gitmektedir; jiayekin ile Kore milletine el vererek kültür neşesini paylaşırken, donglubanın çalma tekniklerindeki faklılıklar ile şırıl şırıl akan sulara, sürü şeklinde at koşuşturmalarına hatta kuş seslerine yeniden bir ruh katılabilmektedir. Bir çoğunun türediği pipayı yeniden anmak istercesine… Harpı andıran konghou üzerinde bulundurduğu iki sıra halindeki toplam 36 yay ile hızlı çalınabilmeye olanak sağlar ve uçan yabani kazlara benzetilmektedir. Ruan ise boyutuna bağlı olarak gösterdiği çeşitlilikte Batı kültüründeki bir çok alete benzetilmektedir. Özellikle duygulu müziklere eşliği esnasında büyük ruan ve orta tonlu ruanın viyolonselden ayrılması zorlaşır. Yaylı çalgıların en hüzünlüsü ve en kıdemlisi olan Erhu, 3 oktavlık sesi ile farkını ortaya koyan bir çalgı olarak operalardaki yerini almaktadır. Kültür etkileşimleriyle gelişmiş olan mataoqin şekli bakımından sapının at başını benzemesinden kaynaklı bu adı taşımaktadır ve yaylı olan bu çalgı da otağlardan dinlendiren bir ses olarak yükselmektedir. Niutiqin, akraba ziyaretlerinde boy gösteren ince kemanımsı sesi ile habercidir. Takiben banhu, leiqin, gaohu...

30


Kalabalık Temmuz 2013

Gaydamsı xibili ve xiao, düdük benzeri houguan, avcılıkta kullanılan bir topken müzik aletine çevrilmiş armut benzeri tok sesli xun, oluşumunun 3 bin yıl öncesine dayandığı bir çok flütün bir iple bağlanmasını andıran tatlı sesli sheng, duygu aktarımının etnik tadını taşıyan küçük huluxisao,boyutuna göre güçlü ve derin ezgilere sahip guanzi ile nefesin Çin müziğindeki tınısına şahit olabilirsiniz. Taşlara vura vura oluşturulmuş olan quing, bir çok parçaya sahip kouxian, vurmalı olan ve Arap ülkelerinden Çin kültürüne geçmiş olan santur ile bünyesinde barındırdığı özgün müzik aletinin çeşitliliği ve ince ses anlayışıyla dinlenmeyi bekleyen emektar bu davet huzur vermeyi beklemektedir. Huzurlu dinleyişler…

Piraye

31


Kalabalık Temmuz 2013

Bir film: Son İmparatorluk Temmuz sayımız bir Majestelerinin bahçıvanlık hikâyesine değiniyor,3 yaşındaki bir çocuğun tahtını, Çin’in altın elması Mançurya’nın sömürülmesini, bir devrim esintisini değdirip geçiriyor bizlere.1987 yapımı İtalyan yönetmen ‘Tibette 7 yıl’ filminin doğayeni Bertolucci el atıyor bu hikâyeye. Uzun metrajın hakkı 224 dakika ile verilmiş ancak internet sürümü veyahut TV gösterimleri 1 saatlik bir kesinti ile filmi 160 dakikaya sığdırmış.5O yıllık Çin tarihi nasıl sığmış? Denmemeli oysaki. Mançurya tarihi anlatılıyor ve İmparator Pu-Yi, biyografik bir filmin çekiciliğini taşıyor. İlk 2 sayımızda da eski yapımlara değindik. Son İmparatorluk filmi de bunlardan biri ancak ekran kalitesi olarak baktığımızda birçok yeni filme taş çıkartabilecek kıvamda. 7,8 İMDB puanı ile aldığı 9 Oscar’da cabası. Amcasının vefatı üzerine tahta çıkabilecek tek varis olan Pu-Yi henüz 3 yaşındaydı. Bir Majeşte düşünün ki altı temizleniyor, askerleri tarafından leğen içinde yıkanıyor, sütannesiz yapamıyor… 7 yaşında devrim nedir bilmezken bulunduğu ülke yönetim şeklini Cumhuriyet yapma kararı alıyor. Kapalı kapılar ardını işitiyor ama göremiyor, bir halkı var biliyor ama yönetemiyor Pu-Yi. Üstelik kaldığı sınırlar içerisinde de özgür olamayan bir İmparator acizliği taşıyor. Gözlük kullanmak yasak, bisiklete binmek yasak… Üstelik önceki hükümdarın, yapmaya çalıştığı reformlar yüzünden öldüğünü bildiği halde kendinden yaşça büyük modern bir eş ile görücü usulü evleniyor,2.bir eş daha buluyor, saçını kesiyor, gözlük takıyor, yabancı bir öğretmen ediniyor. Filmi izledikçe geç kalmış bir Osmanlı canlanıyor çehrenizde. Hat safhada harcamaların yapıldığı bir harem, yönetim ile hanedanlığın ayrıldığı bir İmparatorluk, modernleşme çalışmaları vs. Feshedilmiş bir Majeste ülkesinde göremediği itibarı Japonya’da arıyor ve Sarayını terk ederek Tianjin’deki Japon kolonisine yerleşiyor. Mançurya’ya kendi isteği ile 7 sene sonra döndüğünde Mançukuo Başkanı ilan ediliyor, poh pohlanıyor. İşin rengini yıllar sonra fark etmeye başlayan Pu-Yi kurulda ‘Mançhukuo sömürge değildir, Mançurya’dır’ dese de kukla rolüne devam etmek zorunda kalacaktı. Derken kapıyı çalıyor 2.Dünya Savaşı, Hiroşima Japonya’da hüküm sürmeye başlıyor. Bizim İmparator Rusya’ya sığınacak değil ya, malum buram buram sosyalizm kokuyor dünya. İş o ki hava alanında yakalanıyor ve Çin hükümetine teslim ediliyor. Film bir ileri bir geri, hem teslim oluşunu gösteriyor biz izleyicilere hem de şahlanışını İmparatorluk kuruluyken. Yargılanıyor, yanlış bilgilendirme yapıyor, fikirlerini-ideolojisini değiştirmeye çalışıyorlar. Beraat ediyor nihayet.

32


Kalabalık Temmuz 2013

İşin en güzel tarafı şimdi başlıyor, özgürlük dediğimiz o şey 53 yaşında gelip yapışıyor yakasına Pu-Yi’nin. Bahçıvanlık her majestenin harcı değildir ne de olsa. Son sahnede ziyaret etmeyi de unutmuyor tahtını. Ama o taht artık, allanmış pullanmış müze olmuş, kırmızı kurdelelerle çevrilmiş çevresi. Müze bekçisinin çocuğu, ufak oğlan, izin vermiyor tahta çıkmasına, ufak ufak küçük oğlanlığı geliyor ilk sahnelerden aklınıza, vahvahlanmak ne hacet, koca majeste kutu çıkartıyor tahtın altından. Bir çekirge kaç yıl yaşayabilir? Film bitse de merak edersiniz, yahu bir çekirge? El insaf… Son sahnelere doğru Maoculuğa da değinmeden edememiş belli ki Bertolucci. Ucundan da olsa o devrime bir kapı aralığı açıklığıyla bakmış, bir pazar cümbüşünde geçerken Kızıl Muhafızlar, ironisini de oturtmuş İmparatorumuzun ‘ne kadar da gençler!’ lafına. Filmde sonrasında ne oldu bu İmparatora, belli değil. Ben söyleyeyim: arşivci olarak çalıştı ve tekrar evlendi. 1964 yılında “Hayatımın ilk yarısı” isimli üç ciltlik otobiyografisini yayınladı. 61 yaşında Böbrek kanserinden vefat etti. ABD yapımı bu film ne kadar yansızdır diyebilirsek artık ,o kadar da yanlıdır. Çin halkına kasıtlı olarak aşılanan uyuşturucu bağımlılığı, tahtın varisi denilen yeni doğmuş bebeğin aşılanarak öldürülmesi, ’Bütün Asya bizimdir!’e dair laf cambazlıkları… Filmdeki ‘Çin’e teslim olmak istemeyip intihar etmeye çalışması’ sahnesi otobiyografide yok, bebeğinin aşı ile öldürülmesi de yok. Yaşanmış bir hikâye dendiğinde ne kadarı kurmacadır bilinmeyebilir, bu bütün Biyografik filmlerde muallâktır. Denmelidir ki kuklalık da bir yere kadar. Pu-Yi hatalarını anlasa da,halkını ateşe attığını biliyordu,yüzlerce insan ona beddua ediyordu ve o,bunu da biliyordu.Şehveti dibine kadar yaşamasını da biliyordu elbet.İnsanın, hayret edin,hatta imrenin. her şeyi bilip hiçbir şeyi yapamadığı vakitler,en zor vakitler.Küfredin,aşağılayın,hayret edin,hatta imrenin. Tüm çıkmazlığıyla bu hikâyeyi yaşayın. Tarihin tekerrürünü bize çok ta uzak olmayan bir Asya’dan, en iyi görsel şölenleriyle ‘87den beri yaşatan Son İmparatorluk filmini izlemek için en iyi zamanınızdasınız, kaset kaset arşiv taşıyan bir neslin cd çalardan film izlediği vakitlerin esintisini hissetmeden geçmeyin derim… Mehtap TAŞ

33


Kalabalık Temmuz 2013

59 yaşında ihtiyar bir delikanlı. Kore’nin Cüneyt Arkın’ı, Aksiyon filmi oyuncularından, Kung-fu’nun sevdiricisi olarak da bilinen bir müzisyen; Jackie Chan. Asıl ismi Hong Kong’ta doğmuş anlamına gelen Chan Kong-Sang; 7 yaşında Peking Opera Araştırma Enstitüsü’de eğitim görmeye başladı ve 17 yaşına kadar devam etti. Baştaki tanımlamaya eklediğim müzisyen, çoğunuzun ‘üstünkörü’ maalesef. Şaşırıyoruz elbet bilmediğimize. Müzik yeteneğini profesyonel anlamda ilk defa 1980’de kullandı, Chan.1980-2010 yılları arasında Çince, Japonca, İngilizce ve Tayvan dillerinde olmak üzere toplam 20 albüm kaydetti ve filmlerindeki şarkılarının çoğunu kendi besteledi. 16 yaşına gelene kadar Kung-fu’ya dair zor şartlarda alabildiği eğitimi yarıda kesildi ve hocası vefat etti. Chan, dublörlük okuluna yazıldı ve ilk sinema deneyimini Bruce Lee’nin oynadığı 2 filmde dublörlük yaparak kazandı. İlk oynadığı filmler çerçevesinde değerlendirilen oyuncu birçok sinemacı ve yazardan Bruce Lee’ye özeniyor denerek ağır eleştiriler aldı. Bu dönemden sonra artık bizlerin ‘çekiçen’ olarak tanımladığımız dayak yerken güldüren, eğlendiren bir karakter doğdu. Chan,20 yaşına gelene kadar 25 filmde oynamıştır. Oyunculuk hayatı boyunca ise 100’ü aşkın filmde rol almış ve Asya’nın en çok tanınan oyuncusu ünvanını kapmıştır. 98 yılına kadar kendini dünya çapında göstermeye çalışan Chan’ın çabaları bir türlü nihayet bulamıyordu. Bunun nedeni Aksiyon sineması dediğimiz sektörün içerisinde dayak yerken güldüren, mücadeleyi kaybeden dövüşçüleri barındırmamasıyla alakalı idi. Bizim ÇekiÇen amcamız ise o sıralar çocuklara kötü örnek olmamak için kötü karakterleri reddetmekteydi. Çekilen filmlerine Wang Yu tarzı film denmesinin yanı sıra Wuxia tarzı film de denmesinin sebebi buydu. Bu tarza göre hikâye didaktik ve etik, estetik ve artistik bir kavram çevresinde olmalıdır. Dublör kullanmayan bir Aksiyon filmi karakteri düşünün. Stüdyoda aman aman sahneler çekilirken yüreği ağzında olmayan tek kişidir Chan.

34


Kalabalık Temmuz 2013

Öyle ki bilinç kaybı, kaburgada çatlak, beyin kanaması çekimler sırasında başına gelenlerden sadece bir kaçı. Bir röportajında da en tehlikeli atlayışını anlatıyor Chan, neredeyse ölüyormuş. Olay, Armour of God çekimlerinde olmuş. Chan bir duvardan bir duvara atlayacak, ona göre bu çok zor atlayış değilmiş aslında. Atlayış sırasında Jackie, bastığı yerin ıslak olması sonucu kayıyor ve 30 metreden yere düşüyor. Çok şiddetli bir düşüş… Ve röportajda Chan’a soruluyor : “Neden dublöre yaptırtmadınız da kendiniz atladınız?” Cevabıysa net : “Çok tehlikeli bir atlayış, onların benim gibi zarar görmelerine izin veremem. “ diyor. Samsung’un Jackie Chan’a özel tasarladığı SCH-W2013 model bir telefonu var. Bu telefon bir nevi saygınlık amaçlı üretiliyor olmalı ki altın kaplamalı metal kenarları, deri kaplamalı kasası ve sıra dışı çift ekran özellikleri ile hiçbir babaharç olmayacak bir teknoloji sunuyor. Bir de ‘Jackie Chan Adventure’ isimli çizgi filmi vardır üstelik.2000-2005 yılları arasında televizyonlarda gösterime giren çizgi filmin çokça izleyicisi varmış belli ki. Seslendirmesini de kendisinin yaptığı, dünyayı ele geçirmeye çalışan kötülerle mücadele eden karaktere sahip bir çizgi film. Her bölüm sonunda çıkarak, çocuklardan kendisine gelen soruları cevapladığı bir bitiş yapmaktadır. Altın Yumruk İstanbul’da filmini hepimiz biliriz. Nasıl da haberlerde dakikalarca yayın yapılıp Chan İstanbul’u tanıtacak diye gündemin devedikenine oturtmuştuk bu yaygarayı. Çinli, Koreli, Japon turist patlaması yaşamıştık en güzelinden ancak bazı sahneler bizi kendimizden bile şüpheye düşürtmüştü o zamanlar. Haydarpaşa’da Paris’e tren seferleri vardı da bizim haberimiz yoktu belli ki. Kapadokya gene afyon memleketiymiş de biz bilmiyormuşuz. Yabancı sinemanın alışılmış jargonu bu olsa gerek ki biz Argo filmini de gördük en tazesinden. Jackie Chan’in kendi senaryosunun olduğu, 2012 yapımı, son ve 100.filmi Chinese Zodiac şerefine ilk defa Çince konuşuyor filmde. Kendisinin de yapmış olduğu açıklama ile zirvesi, artık daha da yukarısının olamayacağını belirttiği miladı olan bir film bu. 59 yaşında yarım asırlık bir nesil yetiştiren Chan, ilk defa filmin sonuna eklenen çekim hatalarından zevk almayı öğretti, ilk defa o derlemeleri televizyon başında dört gözle bekletti, Kung-Fu’nun sadece bir dövüş sanatı olmadığını öğretti bizlere. Chan şimdilerde bir dublör şirketinin sahibi ve sadece kendi filmlerinde kullanmak için kurduğu bir dublör grubu var. Son filmi için ülke ülke geziyor, ödüller alıyor. O fahri bir doktor ayrıca. Son yaptığı basın toplantılarından birinde ise, ‘’I Am Jackie Chan: My Life in Action’’ adlı kitabının bir sahne müzikali olarak uyarlayacağını açıkladı ve bu yeni proje için yönetmen arayışı içinde olduklarını belirtti. Ne diyelim, nice 59’lara… Mehtap TAŞ

35


Kalabalık Temmuz 2013

Kızıl Darı Tarlaları- Mo Yan

2012 Nobel Edebiyat Ödülüne sahip olan yazar Guan Moye kitabında Çince “konuşma” manasına gelen Mo Yan mahlasını kullanmıştır. Yazarın kullandığı mahlastan da anlaşıldığı gibi yazar konuşmaktan pek hoşlanmayan biridir. Bu mahlasın diğer bir sebebi de anne ve babasının büyüme çağında onu sürekli aklından geçenleri bir başkasına söylememesi konusunda uyarmasıdır. Pek sık rastlanmayan birkaç röportajını okuduğumda yazarın bir süre etraflıca düşünüp sonra pat diye yazan biri olduğu kanısına vardım. Yazar merak edilen birçok sorunun cevabını yazdığı önsözde okuyucularıyla paylaşmış. 1966 yılında başlayan 1976 yılına kadar süren “Kültür Devrimi” konusunu kitabında etraflıca incelemiş. Aynı zamanda Çin Komünist Partisine üye olan Guan Moye birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan Çin ve Japon milletini bazen mizahi bazen tarihsel bazen de fantastik bir biçimde anlatmıştır. Ayrıca önsözünde belirttiği diğer unsurlar ise kitabın dili ve kullandığı zaman eki. .

3 kuşağın bakış açısını daha rahat anlatmak için bu dili kullandığını savunan Guan Moye betimlemeleriyle yarattığı karakterleri hayatınıza sokuyor. Kızıl darı tarlaları dedesi, ninesi ve babasının anılarını aktaran bir çocuğun ağzından yazıldığı için diğer kitaplarda rastlanılmayan bir üsluba sahip. Kullanılan dil okuyucuyu başlarda bunaltsa da bir süre sonra beyin bu yazım tarzına alışıyor ve cümleler peşi sıra akıp gidiyor. Bu kitabı okurken Çin yaşamı hakkında bu zamana kadar hiç duyulmamış gelenekler olduğunu, çok farklı yaşam tarzları olduğunu fark ettim. Kang adı verilen yatakların kullanımı, kadınlarda küçük ayakların münasip görülmesi nedeniyle ayak kırma geleneği ve aklıma gelmeyen onlarca kültür ve yaşam tarzı bu kitapta ustaca yansıtılmış.

36


Kalabalık Temmuz 2013

Kitabın beni en çok etkileyen kısmı bir adamın diri diri derisinin soyulup, uzuvlarının kesilmesi oldu. Yazar bu sahneyi öyle bir yaratıcılıkla betimlemiş ki kitabı okurken siz farketmeden midenizde bir bulantı hissi oluşuyor. Betimlemede canlı canlı kesilen kulakların su dolu bir kabın içine konulması ve kulakların hareket etmesi yazarın kara mizahı mı yoksa yaşanan tarihi acı mı ben bir türlü karar veremedim. Kitabın adına da konu olan kızıl darı tarlaları yaşanan bütün acıyı gözlemliyor. Kitabın duygusal yoğunluğuna göre renk değiştiren tarlalar bazen turuncu bazen kızıl bazense yeşil olabiliyor. Komünist saldırılar sonucu ölen askerleri bağrına basıp içine alan darı tarlaları köylüler için kutsal toprak muamelesi görüyor. Kitapta dikkat çeken bir diğer unsur teknolojiyle yeni tanışan arabaları yeni gören halkın o makinelere karşı düşünceleri oluyor. Kitapta birkaç söz alıntısına rastlamak mümkün… Kitabın felsefesine uygun olarak Konfüçyüs ten yararlanılmış. Kitap çeşitli bölümlerden oluşmaktadır. Bir bölüm adı “Köpek Patikaları”. Bu bölümde organize olan köpekler, grupların başında olan köpekler ve sıradan köpekler yer alıyor. Çeşitli yaşam mücadelelerine konu olan köpeklerin bu savaşı, mücadelesi mizahi bir anlatımla yansıtılıyor. Köpeklerin sahip olduğu bu hırsın, kazanma duygusunun insanlara ait oluşu alegorik bir yapının işaretçisi oluyor. Simgesel yolla anlatılmak istenen insanlar, köpekler kullanılarak anlatılıyor. Tabi herkesin düşüncesine göre farklı değerlendirilebilir. Kimi askerler der kimi de gerçekten köpekler olarak algılayabilir. Bu sır sadece yazarda saklı. Kitabın sonu alışılmış Çin romanlarının mutlu sonları gibi bitmiyor. Yazar alışılmışın dışında trajik bir sonla bitiriyor kitabını. Türkçe çevirisi Erdem Kurtuldu tarafından yapılan KIZIL DARI TARLALARI 528 sayfa ve Can Yayınları tarafından okuyucuya sunulmuş.

37

Kumru NATIR


Kalabalık Temmuz 2013

Çin’den Yükselen Sessiz Çığlık

Çin’de bir restorant… Tabelasında 2 köpek, gülümsüyorlar. İçerde neler yapıldığı hakkında en ufak bir ipucu vermekten yoksun. Yemek servis edilen bölümden ziyade tüm olay arka bahçede hazırda bulunan cellatlar tarafından gerçekleştiriliyor. Evet, onlara cellat demek en doğrusu olur. Ama cellatların görevi daha çok can almak, cesetleri daha uzun süren işlemlerden geçicererek tabaklara sunmak değil. Sayısız işlem… Boyunlarına bir baskı uygulayarak saatlerce yoldan gelmiş köpekler önce sersemletiyor.Daha sonra ya kafalarına vurulan bir darbe ya da direk kalplerini hedef alan bir bıçakla yaralanıyorlar. Hiç beklemeksizin kaynar suya atılıyorlar. Yine de arada birkaç saniyelik ayakta durma şansını yakalayan bir köpek kendi kanını yalıyor yerden, akan kanı yerine getirebilecekmiş gibi. Ve buna benzer bir çok sahne yaşanıyor. İzlenmesine bile zor katlanılırken, o cellatlar her gün defalarca bu işlemleri tekrarlıyorlar. Çenelerinden asılan o hayvanlar hazır olduklarında çok steril (!) bir şekilde paketleriniyor. Sıkıca sarmalandıkları o pakeketler tüm çığlıkları bastırıyor. Açılınca, yavruyken kardeşlerinden ayrıldıklarında çıkardıkları endişeli yalvarışın (et-epimeletik) ölüm anına yansıyışı yeniden gün yüzüne çıkıyor. Fakat bunu çok uzaklarda başka bir paket içinde yenmeyi bekleyen kardeşinden başkası algıyamıyor. Bir genç kızın yüzünde şeker bir gülücük ve az sonra tadacığı kurbağanın heyecanı ile bir restorana giriyor. Kameraman bir arkadaşın katkılarıyla ; tabakta acı çekerek kıvranan yarısı yenmeye sunulmuş bir kurbağa ile aldırış etmeden bir parçasını alarak sosa bandıran keyifli (!) genç kız aynı sahneyi paylaşıyor. Bu sahneden önce lezzetini göstermek için çekilmiş bir an, acı çeken canlının vücudundaki refleksleri hala kaybetmemiş olduğunu gösteren bir işaret; ağır ağır kapanıp açılan dışarı çıkıklığını kaybetmiş iki çift göz. Çok gelişmiş bir sinir sitemine sahip, kafadan bacaklılardan (Cephalopoda) olan Kalamar’ın sunulmadan önceki hazırlanışının bir gösteriye dönüştürülmesini bir başka kamera bizlere ulaştırılıyor. Sahip olduğu özelliklerden faydalanarak, baş ve kollarının birleşim çizgisinden ayrılan bir tanesinin bağımsız harektleri meraklı gözler için sergilenirken; baş bölgesi ustaca hareketler ile küçük parçalara ayrılıyor. Dans eder gibi gözükse de bu hayvan orda acı çekiyor. Dakikalar içinde son çırpınışlarını da kaybeden kollar-bacaklar, diğer bölgeleriyle tekradan tabakta buluşuyor. Kısa süren ayrılık ve tatlı-buruk bir birleşme… Bu çektiği acı yeterli gelmiyor olucak ki işkencelerin ardı arkası kesilmiyor. Başka bir isme sahip olan bir yemek yapımına daha şahit olunuyor. Kocaman oval bir tabak içine serpiştirimiş birkaç yiyecek, önceden belirlenmiş olan sınırdan kesilen bacaklar tabağın kenarlarına tutturuluyor. Sanki alay edermişcesine bir Çinli eline aldığı acı sosla, çok hassas olan bacakları hedef alıp yavaş yavaş döküyor. Hissettiği o acıyla iç güdüsel olarak bulunduğu yerden uzaklaşmaya, tabaktan kaçmaya çalışıyor. Ama en çok uzaklaşabildiği birkaç adım ötesi…

38


Kalabalık Temmuz 2013

Çok iyi biliniyor ki Çin işkencesini bir çok türü var. Zamanında bunun için özel aletler bile tasarlanmıştır. Bu aletler belli cezaları ödetmek için yapılmıştır ancak ne var ki o canlıların konuşamamaktan başka işledikleri bir suç bulunmuyor. İşleyebilecekleri en büyük suç sizin işinize engel olmak veya siz kafanızı dinlemek isterken ses çıkarmak olabilir. Bunun için hunharca katledilmeyi hakettiklerini düşünülmesi korkutuyor. “ İnsan Hakları Bildirgesi’nde belirtildiği üzere, işkence neredeyse evrensel olarak çok ciddi bir insan hakları ihlali olarak görülür.” Belki de insanlara yapamadıkları ve içlerinde bastırdıkları bu duygulardan ötürü onların bir canlı olduğunu düşümeyi geçerek bu şekilde bir tatmin yoluna gidiliyor. İlla ki bu kadar yemek isteniyorsa bunun acısız bir yolu pekala bulunabilir. Buradaki amaç yerken alınan zevkten başka hazırlanırken tatmin edilen geçmişin yadiyarı bir alışkanlık iç güdüsü oluyor. Yoksa kendi doğmamış canlısını (4 aylık cenin) yiyebililecek kadar algılarını kaybetmiş bir toplum olmak onca birikime sahip bir geçmişe hiç yakışmayan bir tutum. Buzdolaplarından gelen çığlıklara bu denli sessiz kalmak; her gün onlarca kafesin arka bahçelere giden yolculuklarına göz yummaktır. Bir kez sahip çıkmayı deneyelim…

Müge Çisilay ÇAKIR

39


Kalabalık Temmuz 2013

İmparatorun Ölümsüz Ordusu: Terra Kotta Askerleri Dünyanın en çok ilgi çeken mezarlarından biriside Çin’in Shaanxi eyaletine bağlı Xi’de bulunan imparatorluk mezarlığıdır. İlklerin İmparatoru olarak bilinen ve Çin’in ilk İmparatoru olan Qui Shi Huang ait bu mezarın en ilgi çekici yönü sayıları yaklaşık 8000 bulan asker heykelleridir. 1974 yılında bulunan bu heykellerin yeri bilinmesine rağmen tamamı gün yüzüne çıkarılmamıştır. Qui Shi Huang Çin de ki bütün derebeyliklerini yenerek bir bayrak altında toplamış ve Çin’in ilk imparatoru olmuştur. Ülkesini birleştirdikten sonra birçok yenilik yapan bu imparator aslında zalim bir kişiliğe sahiptir. Dünyada ki ilk kitap yakma eylemini Konfüçyüs öğretilerinin yayılmasını engellemek amacıyla yapmıştır. Öğretilerin yayılmasını engellemek için sadece kitap yakmamış ayrıca bilginleri canlı canlı gömmüştür. Kuzeyli azınlıkların saldırmasını engellemek amacıyla Çin Seddi’ni yaptırmıştır. Bu imparatorun belki de en iyi yanı gelecek nesillere Çin Seddi ve Terra Kotta askerleri gibi iki büyük eser bırakmasıdır. Filmlere konu olan bu askerlerin yapımı 40 yıl sürdüğü ve 700 bin işçinin çalıştığı düşünülmektedir. Genel olarak bakıldığında piramit şeklinde olan mezarın bulunması aslında bir rastlantıdır. 1974 yılında yerel halk tarafından kazılan su kuyularında birçok kırık çömlek parçası buldu. Halk kırık çömlek parçalarını dikkate almadı. Ancak arkeologlar kırık çömlek parçalarının önemini anladı ve gerekli kazılara başlayarak dünyanın en önemli eserlerinden biri olan Terra Kotta askerlerini buldu. Terra Kotta askerlerinin İmparatorun ordusunda ki askerler benzetilerek yapıldığı düşünülmektedir. Askerlerin her birinin yüzü farklı ve askerler toprak altında kaldığı sürece ten renginde olduğu kanıtlanmıştır. Ancak askerler topraktan çıkarıldığı anda ten rengini kaybederek toprak rengini almaktadır. Bu yüzden sadece 2000 asker gün yüzüne çıkarılmış ve bu soruna bir çözüm aranmaya başlanmıştır. Heykeller sıradan bir şekilde yerleştirilmemiş savaşa hazır bir şekilde yerleştirilmiştir. Heykeller arasında hiyerarşik bit düzen vardır. Farklı rütbelerden olan ve farklı askeri sınıflara ait askerler farklı yerlere konulmuştur. Askerlerin yanında ayrıca döneme ait bronz kılıç, ok, yay, mızrak gibi çeşitli silahlar bulunmuştur. Milyonlarca turist çeken bu sanat eseri Unesco tarafından koruma altına alınmıştır. Qui hanedanlığı dönemin de ki sanat hakkında bilgi veren bu heykeller dünyanın 8. Harikası olarak kabul görmektedir. En büyük mezar olan Qui Shi Huang’a ait olan mezar ise korumak amacıyla hala açılmamıştır. Bu heykellerden bazıları 2012 yılında Türkiye’ye getirilerek Topkapı Sarayında, Yasak Şehir Müzesinden getirilen bazı sanat eserleri ile birlikte sergilenmiştir. Dünyada merak uyandıran Terra Kotta askerleri gezilip görülmesi gereken yerlerin başında gelir. Mustafa TÜRK

40


Kalabalık Temmuz 2013

Çin İşkenceleri

Çin işkenceleri, Çinlilerin genel olarak vücudun hassas noktalarını hedef alıp, 1920’li yılların başlarına kadar en büyük suçlarda uyguladıkları akıl almaz işkence yöntemleridir. Bu işkenceleri sistemli hale getiren Çin tarihinin tek kadın hükümdarı imparatoriçe Wu Hou’dur. Bu işkencelerden en çok bilineni şüphesiz ki kafası kazınan suçlunun başına durmaksızın belli aralıklarla soğuk su damlatılmasıdır. Sürekli olarak damlayan su belli bir süre sonra suçluda balyoz etkisi yarattığından, suçlunun delirmemesi içten bile değildir. Bu tarz yazılardan çok fazla rahatsızlık duyanların devam etmemesini öneririm. Diğer işkence yöntemleri: - Suçlunun derisi yüzülür. Elleri ve ayakları bağlanarak denize atılır. Böylece suçlumum hem acı çekerek hem de acılar içerisinde ölmesi amaçlanır. - Suçlu Güneş’in altında elleri bağlı bir şekilde yatırılır.Daha sonra suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilir. Deve derisi Güneş’te eriyerek suçlunun kafa derisine yapışır ve yapışan derinin etkisiyle saçlar içe doğru çıkmaya başlar. Saçların beyne ulaşmasıyla suçlu ölür. -

Suçlunun göz kapaklarına iğne batırılır. Bir süre sonra dayanamayıp gözlerini kapatan suçlu kör ölur.

- Vücudun farklı yerlerinden küçük küçük parçalar kesilir. Kesilen parça sayısı suçlunun suçunun büyüklüğüne göre 1000’e kadar ulaşabilir. - Bir çukur kazılır. Suçlu bu çukurun içine konur ve çukurun üzeri kayayla kapatılır. Suçlu dışkısını oraya yampmak mecburiyetinde kalır. Zaman geçtikçe dışkıyla dolan çukurda suçlu boğularak ya da çürüyerek ölür. - Suçlu ortası delik bir sandalyeye çıplak bir şekilde oturtulur. Bu deliğin olduğu yere içinde fare olan bir kase yerleştirilir. Kase yavaş yavaş alttan ısıtılmaya başlanır. Sıcağa dayanamayan fare çıkacak yer bulamayınca, suçluyu makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkar. Daha bunlar gibi okuyanda bile psikolojik olarak büyük bir etki bırakan bir çok Çin işkencesi yöntemi bulunmakta. Ben Şems bunlardan en çok hayrete düşürenleri sizlerle paylaşmak istedim. Görüldüğü gibi Çin işkenceleri insanda söyleyecek söz bırakmıyor. İnsan haklarına olan aykırılığı da apaçık ortada… Bütün bunları okuduktan sonra bu zalimce işkencelerin ancak şöyle bir amacının olduğunu söyleyebiliriz: Kaba ve ani acılardan uzak, insanın ruhunu can evinden yakalamak... Kalabalıkla kalın, iyi okumalar…

Şems

41



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.