Kalabalık Dergi 1. Sayı

Page 1

Kalabalık içerisinde kendini yalnız hissedenlere Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi

Sayı 1

Mayıs 2013


Kalabalık Mayıs 2013

KÜNYE İmtiyaz Sahipleri Hakan YILDIZ - Mülayim TOPÇU Görkem BAKIR Genel Yayın Yönetmeni Mülayim TOPÇU Reklam Koordinatörü Hakan YILDIZ Tasarım Hakan YILDIZ

Kalabalık Dergi Ailesi Doğan AKGÜL Elif Can ORUÇ Faik ECE Fatih ASLAN Gezgin Gökhan GÜMÜŞCAN Görkem BAKIR Gülbahar BOZAN Hakan YILDIZ Kumru NATIR Kübra AĞAOĞLU Mahir ARİF Mehtap TAŞ Merve ARAZ Müge Çisilay ÇAKIR Mülayim TOPÇU Ramazan ÖZER Selin SEZEN

Halkla İlişkiler Görkem BAKIR Yayın Türü Edebiyat, Kültür, Sanat

İletişim www.kalabalikdergi.com editor@kalabalikdergi.com facebook.com/KalabalikDergi twitter.com/KalabalikDergi issuu.com/Kalabalikdergi

Ve

Her türlü yayın hakları saklıdır. Derginin bir bölümü veya tamamı kopyalanamaz.

Okurlarımız

2


Kalabalık Mayıs 2013

Kalabalıktan...

Merhabalar Kalabalık Dergi adına yeni bir serüvene adım atmış bulunuyoruz. Siz sayın okurlarımıza ulaşmaktan dolayı Kalabalık Dergi Ailesi adına çok mutluyuz. Yaptığımız bu işle beraber büyük bir yığın oluşturmak en büyük temennimiz. Tamamen gönüllülük esasına dayanan dergimizin amacı, genç yazarların yazma eylemini sürekli hale getirip, gönül verdikleri bu meşakkatli yolda daimi olmalarına yardım ederek internet dergisi olarak bu platforma yeni bir soluk ve çeşitlilik katmaktır. Düz yazıların şiirleri beslediği, şiirlerin öne çıktığı ilk sayımızın kültür bölümünde Hindistan’ ı ele aldık. Burada Gezgin dans ve müzik geleneğini incelerken, Doğan Akgül ve Mehtap Taş ise sizler için film kültürlerinin 20.yy ortasından günümüze nasıl geldiğini yorumladılar. Edebiyat dışı bölümde Gülbahar Bozan 1 Mayısı işledi. Bunlar ve daha fazlası merakla beklenen ilk sayımızda siz değerli okuyucularımızla buluşuyor. Gelecek sayımızda yeni konular ve yazılarla sizlerle tekrar buluşmak ümidiyle… Kalabalıklı günler, iyi okumalar. Mülayim TOPÇU

3


Kalabalık Mayıs 2013

Kalabalıkta Bu Ay Sonsuz

5

Faik ECE

Bir Güzel Kız Masalı

6

Mahir ARİF

Sensizlik Kuruntusu

7

Mustafa TÜRK

Senden Sonrası

8

Merve ARAZ

Sağa Sola Tekerlekli Şişe

9

Selin SEZEN

Mutlu Son

10

Mülayim TOPÇU

Senfonia

11

Mülayim TOPÇU

Yaşayacaksın Doludizgin

12

Kübra AĞAOĞLU

Erken Güz

14

Fatih ARSLAN

Gülünce Sen

15

Gökhan GÜMÜŞCAN

Gitme

16

Ramazan ÖZER

Sebeb-i Aşk

17

Ramazan ÖZER

Anne

18

Mülayim TOPÇU

Gökyüzü Ağladı

19

Elif Can ORUÇ

Kitap Tanıtımı

20

Kumru NATIR

Hint Dansı

22

Gezgin

Hint Müziği

23

Gezgin

Kelile Dimne

24

Kumru NATIR

3 İdiots

26

Doğan AKGÜL

Aware

28

Mehtap TAŞ

Birlik Mücadele, Dayanışma Günü

29

Gülbahar BOZAN

Algılamak Kime Göre,

30

M. Çisilay ÇAKIR

4


Kalabalık Mayıs 2013

SONSUZ bize şekerlemeler getirirsin yağmurda kuruyan ellerinle gülümsersin biz ağlarız bu gülümseyişe gelsomina ne diye bizi üzersin bağırsan çağırsan böyle olmayacak kaçsan kurtarsan paçanı şeytan seni sevmiyor bize olduğu kadar yakındı sana oysa ki sen bir aptalsın gelsomina bu yüzden hiç sevmeyecek seni ah ne diye bizi üzersin öpsen sevişsen böyle olmayacak tükürsen sövsen sen bir kadın mısın kadınlar böyle değildir erkekler böyle değildir ah gelsomina ne diye bizi üzersin memelerin var halbuki saçların var kirpiklerin uzayan tırnakların var biz korkarız gelsomina ölümden çok korkarız bu bizi sıkı sıkı tutar ah ne diye bizi üzersin korkmasan kaçsan kurtarsan paçanı ve bu şiir kendiliğinden yazılabilirdi gelsomina ama sen olmasaydın o adam yola çıkamazdı

Faik ECE

5


Kalabal覺k May覺s 2013

6


Kalabalık Mayıs 2013

Sensizlik Kuruntusu Sensiz olsam da bu şehirde, Yalnız değilim asla senli düşlerimle. Sadece korkum; çığ gibi büyüyen özlemlerimde. Hani olurda ölemezsem gözlerinde tutamazsam ellerinden işitemezsem sözlerini kısaca: vuslatına eremezsem çıkamam yarına düşerim zindanlara düşerim ölümün soğuk kucağına. Mustafa TÜRK

7


Kalabalık Mayıs 2013

Senden Sonrası

Herhangi bir yılın herhangi bir mevsiminin herhangi bir gününde kendime bakıyorum ve neler gördüğümü yazıyorum herhangi bir kalemle herhangi bir kâğıt parçasına. Birbirimizden damlaya damlaya büyüttüğümüz sevgimize bir musluk açıp, saatte 6 litre ile boşaltmışsın şu meşhur aşkı kalbinden. Bana da ne kadarının dolu olduğunu bulmak kalıyor kalbinin.

Bilirkişi raporlarından çıkan tanımsız ifadesi kadar anlamsızlaşan sonuma koşarken buluyorum artık kendimi. Kalabalıklar içindeki yalnızlığımı ve görünmezliğimi ancak Barcelona’nın kalecisi gibi ifadesiyle tanımlayabiliyorum. Hayatım kışın ortasında açan kardelenler kadar yanlış bir zamanlama sonucu meydana gelmiş. Herkesin gidip denize anlattığı dertleri sanki bir tsunami olmuş da dalga dalga üzerime geliyor. Kimse duymuyor sesimi ve kimse görmüyor içinde bulunduğum dehşeti. Hiç kitap okumamışım, hiç tiyatro izlememişim gibi. Sanki sokak nedir bilmem, çayın kahvenin tadına yabancıyım... Sanki henüz çıkarmışım başımı annemin karnından ve ilk kez gözlerimi kırpmışım. Öyle bir savunmasızlık ve yalnızlık işte senden sonrası. Seni benden çıkarınca sıfır kalıyormuş, hayatım boyunca öğrendiğim en acı matematik formülü oldu bu. Sıfırmışım ben, yokmuş zamana dair bir iz’im ve hiçbir şeyim. Kardelen gibi, Barcelona’nın kalecisi gibi yalnızlıkmış anlamsızlaşmış sonumun bilmem kaçıncı basamakları. Merve ARAZ

8


Kalabalık Mayıs 2013

Sağa Sola Tekerlekli Şişe

Günlerden dündü, kahve içmiyordum, yağmur yağmıyordu, üşümüyordum. Kitabımı çıkardım, kapağını izledim bilmem kaçıncı kez. Başlığını okudum, başlığı parmaklarımla yeniden yazdım. Yazarı düşündüm, içini açtım, yazara dokundum, “buradayım” dedim. Biraz okuyup yola baktım. Herkes yola bakıyordu, herkes yola boş bakıyordu. Herkes gözleriyle birilerine dokunup “buradayım” diyordu. Öndeki amca gazetesini açtı, kahvesi yoktu, yağmur yağmıyordu, üşümüyordu. Gözlüğünü sildi, onu sevmiyordu ama her gece onunla yatıyordu. Gazetedeki kıza baktı, içini çekti, eski sevgililerini anımsadı. Ayşe çok güzel öpüşürdü. Ceketinin iç cebinden su şişesindeki konyağını çıkardı, yudumladı. Kimse anlamadı amcanın konyak içtiğini, herkes yola baktı. Amca konyağı öptü, gazeteye dokundu, gözlükle yattı.

Günlerden dündü, kahve içmiyordum, yağmur yağmıyordu, üşümüyordum. Bir sayfa daha çevirdim, sen çıktın. Sanki tekerlek patladı, sanki kalbim oynadı. Parmaklarımla yazdığım sendin bu kez, kalemim yoktu altını çizemedim. Adını kaybederim diye çeviremedim sayfayı, sağ köşesini de kıvırmadım, sol köşede esmer bir adam vardı, adını okudu. Sanki tekerlek patladı, sanki durduk.

Esmer adam kendi kitabının sayfasını çevirdi, kitabımın adını okuyamadığı için sinirliydi. Siyasiydi, hiç aşık olmamıştı, saçlarında beyaz vardı, kahve içmiyordu, yağmur yağmıyordu, sakallarına gizlenmişti, üşümüyordu. Gözlerime çevirdi gözlerini, kitabın adını okuyamamıştı ama gözlerimi görmek istedi. Göremeyince kirpiklerime çevirdi, omzumdan aşağı baktı, eteğimden hoşlanmamıştı. Aynı anda kitabımızın sayfalarını çevirdik, ikimiz de kitabı okumuyorduk, yola da bakmıyorduk. Amca da bakmıyordu. Aramızdan bir şeyler geçiyordu, göremiyorduk. Birbirimizin adını tahmin etmeye çalıştık, birbirimiz için hikâyeler uydurduk. Bana kalırsa hapisten yeni çıkmıştı, evliydi ama hiç aşık olmamıştı, kitabımın adını görebilse belki bana aşık olabilirdi. Ona kalırsa, çok sevgilim vardı, hoppaydım- eteğimden belliydi, saçlarım uzundu, omuzlarım küçüktü, kahvem yoktu, üşümüyordum. Günlerden dündü, amca konyak dolu su şişesini yere düşürdü. Şişe kırıldı, sanki tekerlek patladı. Esmer adam kitabının sağ köşesini kıvırdı, sanki kalbim oynadı. Yazar, “hoş geldin” dedi bana, oysa kahvem yoktu, yağmur yağmıyordu ve ben hiç üşümüyordum. Selin SEZEN

9


Kalabalık Mayıs 2013

Mutlu son Düşlerim kurtlanmış Kemiriyor hayalimi Her geçen gün eksiliyorum Neredesin? Her sokakta özlemin Bulutlar ağlıyor Doluyor hasretin Kalabalıklar arasında Bir tek sen eksiğim Sevdamda prangalandın Sen sustukça kısılır sesim Anaforum oldu gözlerin Çırpındıkça kapılır yüreğim… Sen bensiz hülyalardasın Dönülmez sanılan diyardasın Ama Gökten bir yıldız kayacak Ben bir dilek tutacağım Sen artık bu rüyadan uyanacaksın Sana sesleneceğim Sessizce bir kapı açılacak kalbine gireceğim. Mülayim TOPÇU

10


Kalabalık Mayıs 2013

SENFONİA Yeni hayatlarda yüreği, Savrulur rüzgârda yaprak çaresizliği. Rüzgâr öperek uyandırır, yıkanır sonbahar gülüşü. Savrulur tomurcuklarda yakasındaki gökyüzü griliği. Koklar yağmuru, duyar toprağı İzler yağmurun toprağı kandırışını. …hisseder aldanışı Yeni hayallerde yüreği ölür bir aşk perisi… Mülayim TOPÇU

11


Kalabalık Mayıs 2013

Yaşayacaksın Doludizgin!

Ve bağırdı Tanrı Jüpiter: ‘Düşün Ey insanoğlu!’… Sonra koştu insanoğlu. Sokrates gibi düşündü, Aristo gibi eleştirdi, Platon gibi anlamlandırdı kendini. İşte mitolojiye göre, o günden beri soluk almadan koşuyoruz dostlar. Yemek için yaşamıyoruz, yediğimiz her lokmanın anlamı emeği olsun istiyoruz. Budizm’e göre de bu bizim doğamızda var,’kendini anlamlandır’ slogan olmuştur Budizm’e mensup halklara. Biz, aşkını da acısını da, neşesini de kalemde bulanlar için de geçerli bu. Can suyu gibidir yazmak, kendimizi bulmuşuzdur çünkü burada. Tiyatro sanatçıları, enstrüman çalanlar, şarkılara bestelere aşık olanlar… Hepsinin ortak noktası aynı değil midir? ’Anlamlandırmak’. İnsan yaşar, doğar, ölür görüşüne aykırıdır anlamlandırma çabası. Zorlu, engebeli bir yoldur bu. Peki, yapılmazsa eğer, yani insan uçurumlu yollara çevirmese kendini de, dümdüz kolay yollardan yürüse hayatına ne olurdu? İşte o zaman dostlar, ne siz bu satırları okuyabilirdiniz, ne ben bu satırları yazacak gücü hissederdim kendimde. Biraz daha hayalci düşünecek olursak, güneş bile bir tatsız ısıtırdı bizi. Düşünüyorum da, sabah kalkıp sıradan işlerle dolu bir günden sonra gece yatağımıza girseydik her birimiz, insan olduğumuzu ne kadar hissedebilirdik, ne kadar kanıtlayabilirdik? Dedim ya, zorlu bir iştir bu anlamlandırma çabası, içinizde oluşmaya başladı mı kaslarınız gerilmeye, başınız ağrımaya başlar. O küçük kurdun içinize düştüğü andan itibaren, siz artık eski benliğinizi kaybetmeye başlarsınız. Bütün bunlar olurken bir duyguya daha kapılırsınız ki vay halinize!

12


Kalabalık Mayıs 2013

Hayatta anlamlandırma çabasının yakın bir dostu vardır. Siz beyninizi daha felsefi sorunlara yönelttikçe, sorular sormaya başladığınızda, anlamlandırma durumuna girmiş oluyorsunuz evet ama işi eyleme dökme kısmına bizler ‘adanmışlık’ diyoruz. Bize ‘Düşün!’ çağrısı yapıldığından beri, adıyoruz kendimizi, o olay ya da o kişi için yaşamaya hatta hayata bunu için gönderildiğimize inanıyoruz. Çünkü dostlar biz insanoğlu, geride bir şeyler bırakmak istiyoruz,’anlamlı’ bir şeyler. Sokakta, yanınızda, ailenizde bu adanmışlığın örneğini çokça görmeniz mümkün. Hayır hayır, babanızın bozulan ev eşyasını tamir ederken gösterdiği çabayı kastetmiyorum. Daha yoğun bir şey bu dostlar, daha sıcak, daha ağır. Öyle bir şey ki bu adanma duygusu, yapamadığını, yetemediğini hissettiğin takdirde, nefesin tıkanır, ellerin ağırlaşır, duyu organların kesilir. Karşındaki olay ya da kişi için yaşamaya başlamışsındır çünkü o olmadan sen olamayacağına inanırsın. Ben en büyük adanmışlığı annelerde görüyorum. Evlat onların hayatlarında en önemli şey değil tek önemli şey haline geliyor. Nefes almaları evlatlarının nefes almalarına, yemek yemeleri evlatlarının doyumlarına bağlıdır annelerin. Aklıma gelmişken bir de aşk var tabii. Üstelik bu duygu, annelik gibi süreç içinde de gerçekleşmiyor, aniden bir ok gibi, siz daha önlem alamadan geliveriyor. Bir anda bir kadın ya da bir adam için yaşamaya başlıyorsunuz. Onun mutluluğu için var olmaya, onun için düşünmeye başlıyoruz. Aniden kapıldığımız bu duyguya, karşı koyamıyoruz. Ne olursa olsun güzeldir adanmışlık duygusu. Hayata bağlanma umudu verir insana. Neden geldim ki dünyaya sorusuna verilmiş bir cevaptır adanmışlık. Anlamlandırma çabasının eyleme dökülmüş halidir. Diyeceğim o ki dostlar, ister bir evlatta, ister bir davada, ister bir tel saçta kendinizi bulmaya gayret edin. Unutmayın ki öylesine bir yaşamla belki daha huzurlu olabilirdiniz ancak biraz daha eksik biraz daha sefil. Kübra AĞAOĞLI

13


Kalabalık Mayıs 2013

Erken Güz Ben sevdiğimden ayrı kalmışım Henüz gözlerimdeyken yaşım Ey! Neredesin kalbimin son sözü Geliver gelmeden ömrümün güzü Ben henüz bitmeden bitme Sen baharın ilk gülüsün açılan Gündüzken geldin, ben ki geceden kalan Bir sarhoş, gözü fersiz, hayırsız Geldim sana kuşkusuz sırsız Nur’um, Nur’um, Nur’um Benim senden başka yok yurdum Pembe yüzüne simamı bastığım Ben bitmeden bitme Bak külüm masada, etme Fatih ARSLAN

14


Kalabalık Mayıs 2013

Gülünce Sen Gülüşün hızlı bir yağmur gibi Hırçın, amansız, sert lakin bir o kadar korkak, masum , yumuşak… Yaklaştıkça ıslanıyorum koşmak istesem sırılsıklam… hep gülüşün diyorum hep gülüşün Gülünce sen zaman yok, mekan anlamsız. Sözler kifayetsiz, aşkım sığ… Sevince böyle oluyor demek ki insan. Sen gülünce dünya duruyor duruyor her şey. Böyle olacaksa sen hep gül sevdiğim Gül ki bahar dolsun içime Gül ki yağmur yağsın çorak kalbime. Gül ki her mevsimi tek tek yaşayayım.

Gökhan GÜMÜŞCAN

15


Kalabalık Mayıs 2013

Gitme

Nasılda unutmuşum... hayaller kurmuştuk, senli benli davranıp, yitirilmiş bir sevdayı kayıp kentlerde aramıştık, ateşe meftun pervane misali takılı kalmıştık bu yangında… sen ki, bana sevmeyi hatırlatan tek insandın, ya da ben öyle sandım. ama kandım bir bakışına işte bu yüzden yandım… şimdi nota nota vuruyorum seni adına aşk denilen bu türküde, kalbi kırık, sazı kırık, hayalleri dağınık bir karmaşıklık içinde, gitme’nin yemin olduğu iklimlerde tek kelimelik emir kiplerine kalmıştı aşkımız... sev özle gitme ya da git… sırası gelen her sevda gibi, gitmem ki diyenler gibi… sen de… sen de git... / ya da gitme… Ramazan ÖZER

16


Kalabalık Mayıs 2013

Sebeb-i Aşk Allah’ın emri peygamberin kavliyle sevmiştim seni, Her sabah senin varlığını bilip de doğmaktan utanan güneşin ilk ışıklarında kamaştırmıştım yokluğunu, Ve her gece dünyaya armağan edilmiş bir melek misali ayın ondördünü anımsatırcasına parlayan yüzünde yetersiz bulmuştum hasretimin çokluğunu, Ben ‘ yasak meyve ‘ misali tatmıştım sensizlik nimetini Oysa sen bir selamı çok görüp esirgedin rabbimin rahmetini Gençtik birbirimizi görmüştük ama, ‘ siz birimizi’ beğenmemiştiniz… Aslında sebeb-i aşkım belliydi, Hayırlı bir iş için gelmiştim gözlerimle gözlerine, Bol hayır’la damga vurdun gözlerinle gözlerime… Ramazan ÖZER

17


Kalabalık Mayıs 2013

Anne

Duvarlar üstüme geliyor ama konuşmuyorlar be anne Haykırmak, bağırmak, isyan etmek istiyorum Sesim nerede anne? Güneşim, ayım, yıldızım sönmüş bir mum Işığım nerede anne? Gökyüzü neden bu kadar uzak Yakınım nere anne? Özgürlük söylediğim şiir Sevda dilimde tek hece Türkülerimi kim çaldı anne? Milyon yıldır bir dünya Döner dünya, döner namertliğe insan Düştüm Dünya denen bu cehenneme Çek kurtar beni Ellerin, ellerin nerede anne? Mülayim TOPÇU

18


Kalabalık Mayıs 2013

‘‘ Onca Acı Nereye Sığıyor? ''

Gökyazı Ağladı Bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı yağmur Yemyeşil araba gelir gelmez Gözyaşlarımla karıştı yağmur İşte o günden beri ne zaman yağmur yağsa ‘Sen giderken gökyüzü bile ağladı.’diyorum annem. ‘Yağmur olmak var şimdi usul usul toprağa karışmak.’ diyorum. Yağmuru severdim ya hani Sana son vedamı ettiğim günü hatırlattığından olsa gerek Artık yağmurda yürümeyi,sırılsıklam olmayı sevmiyorum. Yaşadığım en büyük ayrılığı,en zor vedayı anımsatıyor bana. ...Zor Hemde çok zor sensiz her şey Yeri asla dolmayacak Asla doldurulamayacak kocaman bir boşlukla yüreğinde yaşamak zor.

Elif Can ORUÇ

19


Kalabalık Mayıs 2013

Arkadaşlarını Öldür - JOHN NİVEN Kitabın yazarı John NİVEN hem o dönemin müzik sektörünün hem de döneme ilişkin politik ve kültürel süreçlerin yansıtıldığı bir kitap sunuyor önümüze. Gülünmeyecek şeylere güldürecek kadar zeki ve bir o kadar pervasız anlatımıyla okuyucuyu kendine çekmeyi başarıyor. Eleştirmenler tarafından övgüyle karşılanan Arkadaşlarını Öldür yazarın gerçek deneyimlerine dayanıyor. Kitabın ana karakteri olan Stelfox hedefe giden her yol mübah felsefesiyle hayatını sürdüren acımasız bir katil, kusursuz cinayetler işleyen bir cani ve ırkçı. Kitap yozlaşmakta olan müzik endüstrisine sert bir darbe vuruyor. Yapım şirketlerinin çevirdiği dolapları, yaşanan ve yaşatılan sahtekârlıkları ortaya koyarak orta düzeydeki müzik tüketicilerinden bahsediyor. Yayınevi: Aylak Kitabevi Sayfa sayısı: 312

Gökkuşağına iki bilet - Attilla ŞENKON Darbelerin ilkini kundakta ikincisini ne olup bittiğini anlamadığı çocukluk çağlarında yaşayan, ancak 12 Eylülün acısını yüreğinde hisseden bir kuşağın hikayesini anlatıyor Attila Şenkon’un bu romanı. Gökkuşağına iki bilet, oğluyla sirki görmek için otobüs yolculuğuna çıkan ve yaşam nedir sorusuna cevap arayan bir kahramanın etrafında şekil alan bir roman. Çocukluk aşklarının unutulduğu, kardeşin kardeşe küs olduğu bir dönemi, Ankara’nın 70’li yıllarını anlatan bir yumak. Babasının armağan ettiği düşleri biriktiren Işık bu düşleri kendi hazırladığı öykü kitaplarına dönüştürmektedir. Babasından öğrendiği yaşamın çeşitli değerlerini kendi oğluna vermeye çalışan Işık okuyuculara bugünün değerlerinin nerelere vardığını sorgulatıyor. Duru ve akıcı dil kullanan Attila Şenkon pek çoğumuzun ilişkilerimizi tekrar gözden geçirme düşüncemize fırsat veren bir roman yaratıyor. Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları Sayfa sayısı: 112

20


Kalabalık Mayıs 2013

İnferno - Dan BROWN Kitap mayıs ayının ortalarında okuyucularla buluşacak. “Da Vinci Şifresi”, “Kayıp Sembol”, “Melekler ve Şeytanlar” ile “İhanet Noktası” kitapların yazarıdır. Brown, son kitabı için İtalya’nın Floransa kentinde yaptığı çalışmalarda Dante’nin eserlerinden etkilendiğini belirtti. Brown’ın, “Melekler ve Şeytanlar” kitabında okuyucularıyla buluşturduğu ve Harvard Üniversitesi’nde simge bilim profesörü olan Robert Langdon’ın karakterini bu romanında tekrar ele alacağını belirtti.

Dünya ve Enerji - Vural Altın 2012 yılında vefat eden Prof.Dr. Vural Altın’ın bilimsel yazılarının büyük bir bölümünün yer aldığı Dünya ve Enerji, dünyanın iç yapısını, yeraltı kaynaklarını, güncelliğini kolay kolay yitirmeyecek temel meseleleri açık ve sade bir dile ele alıyor. Prof. Dr. Vural Altın, üniversite eğitimini University of California, Berkeley’de İnşaat Mühendisliği alanında tamamladıktan sonra aynı üniversitede Nükleer Mühendislik alanında yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapmıştır. 1977 yılından emekli olduğu 2003 yılına dek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmış, çok sayıda uluslararası makale yayımlamıştır. Enerji mühendisliği alanında dersler vermenin yanı sıra TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’nde yazdığı yazılarla yıllarca katkıda bulunmuştur. Yayınevi: Boğaziçi Üniversitesi Sayfa sayısı:328 Kumru NATIR

21


Kalabalık Mayıs 2013

Hint Dansı Uygarlık tarihi boyunca tüm dünyayı cezbetmiş, sürekli istilalar yaşamış, ancak her istilada biraz daha yok olmak yerine, gelen kültürleri içine alarak zenginliğini artırmayı başarmış bir medeniyettir Hindistan. Kültürel mirasının en büyük kaynaklarından birisini de buradan alır. Hint Kültürü, Müziği, Dansı, Sineması, Draması, Mimarisi ve diğer sanat kollarıyla çok zengin bir miras üzerine inşa edilmiş görkemli bir yapıdır. Bu yazıda da kısa bir şekilde Hint dansı geleneğine değineceğim. Modern Hint dansı, İsa döneminde bir Hintli kabile reisi olan Bharata’nın “Dans Bilimi” adlı kitabından esinlenerek gelişmiştir. Bu kitap aynı zamanda kutsal sayılan ilk sanat kitabıdır. Hint dansı, tüm hareketleri anlam taşıyan, özel olarak düzenlenmiş bir anlayış içindedir. Vücudun her yerinin ayrı bir hareketi vardır. Bharata’nın kitabında başın dokuz ayrı hareketi, gözlerin sekiz, kaşların altı, boynun dört, el ve kolların tam 4 bin hareketi belirtilmiştir. Bunların dışında “Mudra” denilen hareketler vardır. Nasıl diyecek olursanız uçan bir kuşun, açan bir çiçeğin anlatımında, ayrıca sevgi, nefret, şaşkınlık, kızgınlık vs. duyguların tanımlanmasında da kullanılır. Kısaca söylemek gerekirse Hint dansıyla tüm bir hikaye anlatılabilir. Özellikle 4 bin hareketi bulunan ellerin etkisi öyle büyüktür ki “ellerin dansı” demek abes kaçmaz.

Aslında bir bakıma insan vücudunun ne şekillere girebileceğini ispatlar bize Hint dansı. Her uzuv birbirinden bağımsız olarak hareket ettirilebilir. Konsantrasyon ve eğitim gerektirir. Genellikle ağaç arkasından kafa çıkarma figürüyle başlayan bu dans, meşhur bir hareket olan ağızda bir gülle çardak altına uzanma figürüyle bitirilir. Figürler minimum 1500 kişilik ekipler halinde topluca uygulanır. En ünlü figürlerden biri partnere dakikada 300 defa göz kırpma figürüdür. En ünlü figürlerden biri partnere dakikada 300 defa göz kırpma figürüdür. Uzman gözetiminde çalışılmaması halinde görme bozukluğuna yol açabilir bu hareket.

‘‘Binlerce yıl öncesinin mirası olan bu danslar en canlı haliyle, bir gelenek olarak hala yaşatılmaktadır.’’

22

Gezgin


Kalabalık Mayıs 2013

Hint Müziği Güney Hindistan’ da bilindiği gibi, ilk uygar toplumlar doğaya tapardı. Bugün Hindistan’da hala yedi notanın her birinin ayrı bir kutsal hayvanın sesi olduğu inancı devam etmekte. M.Ö. 1500 ve 1000 yılları arasında kuzeybatı Asya’dan Ari ırkı Hindistan’a göç etmişti. ‘Bilim’ anlamına gelen, ‘Veda’ sözcüğüyle anılan dinsel kitapları binlerce ilahiyle doluydu. Bilinen ilk şarkılar konuşma metnine çok yakın olan üç notalı bir müzik oluşturmuş, bu tür bugün Hindistan’da hala unutulmamış. Diğer eski uygarlıklarda olduğu gibi, insan sesinin en etkin biçimde müziği yorumladığı inancı Ari ırkında da yaygındı. Fakat kutsal kitaplarında birkaç çalgıya değinilmektedir. Hint müziği, eski uygarlıklar içinde, şarkı ilkesine önem veren tek türdür. Salt çalgılarla yapılan müzik parçalarına hiç rastlanmaz, çalgılara kesinlikle insan sesi eşlik eder. Bu temel anlayıştan “Raga” denilen Klasik Hint Müziği gelişmiştir.(Sözcük anlamı ise renk ya da duygu.) Klasik Hint müziğinin üç ögesi vardır: Raga, yani insan sesi ya da ”Sitar” denilen bir çalgı eşliğinde ezgi; “Tala” yani davul ritmi ve “Kharaja”, yani gayda vızıltısını andıran fakat telli bir çalgıyla uygulanıp tek perdenden çıkarılan tekdüze bir ses. Klasik müziğin özelliği, yorumcusunun kendi ruh durumuna, dinleyicisine ya da günün mevsimin belli özelliklerine uygun katkılarda bulunmasıdır. Bu anı anına uydurulan sözcükler babadan oğula geçerek yerleşmiş besteler haline gelmiştir. İlk sayımızda Hint dansını ve Hint müziğini sizler için ele aldım. Dergimizde bu bölümü sizler için ben yürüteceğim. Beni merak edenler için ise sadece bir Gezginim. İyi okumalar… Gezgin

23


Kalabalık Mayıs 2013

Kelile ve Dimne Fabl türünün ilk ve en önemli eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne adlı kitap 15. Yüzyıl Pers el yazmasıdır. M.Ö yaşadığı varsayılan BEYDEBA tarafından kaleme alınan bu kitap fabl tarzında hikayelerle felsefi düşünceleri içten içe sezdiren bir hikaye kitabıdır. Dünyaca ünlü olan bu masalların La Fontaine, Andersen ve Ezop masalları gibi masallara öncülük ettiği ve ilham kaynağı olduğu öne sürülür. Zalimliğiyle ve acımasızlığıyla tanınan hükümdara nasihat niteliğinde yazılan bu kitapta siyaset, erdem, eğitim gibi konuların üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Kitapta birbirinden farklı birçok öykü var ve bu öykülerin hepsi beklenildiği gibi mutlu sonla bitmiyor. Yazar öykülerin içinde öyküler, düşüncelerin içinde düşünceler anlatarak kitabın yoğun bir hale gelmesini sağlamış. Birbirlerinin içine geçen hikâyeler iskambil kâğıtlarından yapılmış kuleler gibi. Bir kâğıdı çekip almak bütün yapının bozulmasına yol açacaktır. Kitaba adını veren Kelile ve Dimne isimleri iki farklı tipi temsil ediyor. Doğrunun ve dürüstlüğün simgesi Kelile ve bunların tam aksini temsil eden yalancılığıyla ve kurnazlığıyla ünlü Dimne! Kelile ve Dimne’nin hikâyesi ise şöyle: Kelile ve Dimne birbirine çok yakın iki arkadaştırlar. Günlerden bir gün bu iki arkadaşın yaşadığı ülkenin padişahı kendine vezir bulamamış ve Kelile ile Dimne arasında karar vermek zorunda kalmıştır. Padişah düşünüp taşınmış ikisinin karakterlerini, sahip oldukları özelliklerini ölçüp biçmiş ve sonunda Dimne’yi seçmeye karar vermiştir. Ne de olsa Dimne zeki kurnaz ve akıllı. Kralın Dimne’ye karşı güveni oldukça fazlaymış. Bir gün padişah bir ses duymuş. Derinlerden gelen ürkütücü bir ses… Utancından bu sesten korktuğunu kimseye söyleyememiş. Koskoca padişahın bir sesten korktuğunu halkı duyarsa rezil olurdu. Dimne çoğu zaman kralın yanında olduğu için kralın bir şeylerden korktuğunu sezinlemiş. Bir gün Dimne kralın yanındayken yine o ses duyulmuş. Dimne o sesin kimden geldiğini biliyormuş. Ses bir ineğe aitmiş.

24


Kalabalık Mayıs 2013

Kral, ineğin yanına gitmiş ve onu sevmeye başlamış. Kralın ineğe olan ilgisini fark eden Dimne kıskanmış ve krala ineğin onun yerinde gözü olduğunu, krala çaktırmadan da ineğe, kralın onu kesip kendine yemek yapacağını söylemiş. Kral ineğin yanına gittiği bir vakit inek Dimne’ nin söylediklerini hatırlamış sinirlenerek krala saldırmış. İneğin saldırısından kurtulan kral akabinde ineği öldürtmüş. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra kral ineği öldürttüğüne pişman olmuş. Ancak kral hala Dimne’nin suçsuz olduğuna inanıyormuş. Bir gün annesi kralla konuşmuş ona bugün ineğini öldürenin yarın kendisini öldüreceğini söylemiş ve Dimne’ yi öldürmesini istemiş. Kral Dimne’yi öldürtmüş. Kelile ise bu haberi duyduğunda üzüntüden hastalanmış ve bir süre sonra o da ölmüş. Eğer Dimne yalancı, kıskanç ve bu kadar kurnaz olmasaydı hayatı bu kadar kısa sürmeyebilirdi.

Kelile ve Dimne doğu edebiyatında en çok bilinen fabldır. Bu masallar siyasetçilere idarecilere halka çocuklara sıradan insanlara verilen öğütlerle doludur. Beydeba öğütlerini insanlara ulaştırmak için hayvanları kullanma yolunu seçmiş verilmeye çalışılan mesajın tüm okuyucu kitle tarafından anlaşılmasını sağlamaya çalışmıştır. Kitabı neden okumamız gerektiğine gelince tek bir şey söylemek yeterli olacaktır bence. Hikâyelerin sonunda yer alan çıkarımları dikkate alıp, kafa yoran insanın geleceğe bırakacak çok şeyi olacaktır. Kumru NATIR

25


Kalabalık Mayıs 2013

3 İdiots Herkesin hayatın bir yarış olduğunu, hızlı koşmazsanız ezileceğinizi söylediğini; yakınlarınızın nereden gitmek istediğinizi sormadan sizin için seçtikleri yolda yürümeniz için sizi iteklediğini hayal edin. Aslında hayal etmenize gerek yok. Çünkü şu an içinde bulunduğumuz durum bundan farksız değil.

Hindistan’ın en büyük mühendislik fakültesine girmeye hak kazanan, gereğinden fazla susmanın korkaklık olduğunu düşünen Ranço (Aamir Khan) da bu durumdan şikâyetçidir. Yurdundaki oda arkadaşları Farhan (R. Madhavan) ve Raju (Sharman Joshi) ise sisteme çoktan boyunlarını eğmiştir. Farhan’ın tek hayali vardır. Vahşi doğa fotoğrafçısı olmak. Ancak ailesi onun kaderini yazıp, imzalayarak mühendis olmasını istemiştir. Raju ise başarı konusunda hep bir tedirginlik içindedir. Çünkü eski bir öğretmen anne, yatalak bir baba ve evde kalmış bir ablanın tek umudu Raju’dur.Ranço sistemin yanlış olduğu konusunda herkesle savaşacaktır. Önce yakınlarından yani Farhan ve Raju’dan başlaması gerekmektedir.”Virüs” adını verdikleri Profesör (Boman Irani) ve ezberci sistemin kölesi olmuş-argo bir kelime ile tabir edecek olursak “yalaka” olan-Çatur (Omi Vaidya) Ranço’ya hep engel olmaya çalışacaklardır. Ranço ise parlak zekası ve pozitif ruh haliyle bunların üstesinden gelecektir. Bir gençlik filmi olur da içinde “aşk” olmadan olmaz. Filmimizde de Ranço öyle bir güzele vuruluyor ki... Güzelimizin adı Pia (Kareena Kapoor). Neden mi öyle bir güzel dedim çünkü Pia, Virüs’ün kızı. İmkânsız görünen bir hikâye ama aşk engel tanımaz öyle değil mi? Aradan yıllar geçer. Herkes farklı yerlere dağılmıştır. Ranço ise kayıplara karışmıştır. Farhan ve Raju hayatlarında büyük rol oynayan bu kişiyi bulabilmek için yola çıkarlar ve unutamayacakları bir serüven onları beklemektedir. Bir Hint filminin olmazsa olmazlarından biri de müzikallerdir. Filmde de müzikal sahneler oldukça mevcut. En akılda kalan replik ise kuşkusuz Ranço’nun elini kalbine koyarak söylediği “All is well”dir. (Her şey güzel olacak.)

26


Kalabalık Mayıs 2013

Film Bollywood’un bu zamana kadar ki en büyük kazancını yaparak 70 milyon $’lık bir hasılat elde etmiştir. Ayrıca film Bollywood’un uluslararası anlamda en çok izlenen filmi de olmuştur. Hint sinemasının günümüzdeki en gözde iki oyuncusu Aamir Khan ve Kareena Kapoor’un başrolde olması ve hangi ülkenden hangi mesleği okuyan öğrenci olursa olsun filmde kendinden bir şeyler bulabilmesi filmin bu kadar ilgi görmesinin nedenleridir. Bazı kesimler ise filmin hakettiği ilgiyi hala göremediğini düşünmekte. Film 8.3/10 puan alarak IMDb tarafından en iyi 247.film olarak gösterilmektedir. Ayrıca Ölmeden Önce İzlenmesi Gereken 1001 filmin güncellenmiş yeni versiyonunda da film yer almaktadır. Filmden kısaca teknik anlamda bahsedecek olursak çekimlerin çok kaliteli olmaması ve senaryodaki kusurlar filmin eksilerini oluştursa da filmin artıları bu eksileri görmezden gelecek kadar çok. Oyuncuların performanslarına diyecek yok zaten.

Bu filmi beğenenlere önerim sinemamızdaki sistem kurbanı gençlerin hayatlarının farklı bir yöntemle ele alındığı “Sınav” filmidir. Filmin başlarındaki yol sahnesinde çalan şarkıyı merak edenlere de ismi “Behti Hawa Sa Tha Woh”. Hint sinemasının yükselişini simgeleyen, hem güldüren hem ağlatan, bittiğinde kendinizi sorgulatan, bu bizdenci filmi bir an önce izlemenizi öneriyorum. Mühendislik okuyan bir öğrenci olarak filmi izlerken de bu yazıyı yazarken de çok zevk aldım. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere. Bol sinemalı günler. Doğan AKGÜL

27


Kalabalık Mayıs 2013

Awaara Bombay ve Hollywood’un birbirini harmanlamış halidir ‘Bollywood’.Her yıl Hollywood’a taş çıkartacak sayıda, üstelik sürece de uzun filmler üretebilen bir sektör. Abartılı oyunları, klişeleşmiş sahneleri bir yana her film için özenle seçilmiş şarkıları, film arası müzikalleri, özel dansları Hint filminin simgesi haline gelmiştir. 1951 Bollywood yapımı bir film karşımızdaki de, Awaara. Ana fikri bariz, kalitesi tartışılmaz siyah beyaz bir hikâye. Başrolünde Raj Kapoor’un yer aldığı – ayrıca yönettiği- İMDB’NİN 7.6lık puanını kapan en eski filmlerden biri. Rita ve Raj’ın çocukluk aşkı üzerine yerleştirilmiş bir senaryoda soyaçekimi kuramı üzerinde durulmuş sade bir dil hakim. ’Asil bir ailedense asil, hırsız bir ailedense hırsız doğulur’ fikrine sahip, kalıplaşmış inançlara ait Raghunath isimli karakter de bu düşüncenin temsilcisidir filmde. Raji küçük yaşına rağmen hassas olması özelliğiyle ön plana çıkmıştır. İstemeden hırsızlık yapmak zorunda kalmış, babasız büyümüş bir annesinin oğludur. Tıpkı yine hassas olduğu bir anında hırsızlık yapmak zorunda kalan Sefiller’in Jan Valjan’i gibi. Hikâye tesadüfler dizisi yumağına dönüp Rita ile buluşuna dek sürüyor. Raji sevdiği kızı bulunca elini eteğini çekmek istiyor haliyle kötü işlerden. Yeşilçam buna izin vermez hâlbuki. Hem kötü insanın (filmdeki ‘Kaya’ karakteri) –sözde- çocuğu kötü olmalıdır. Aşk filmiyken intikama dönüyor senaryo. Son kötü denmeli midir muamma ammavelakin pişmanlık duygusu veriliyor seyirciye, uyuşukluk hissi bir nevi. Bu her türlü sona hazırlıyor kitleyi. İyi kalpli insanları yaşı büyük karakterlerde daha çok görürdük o zamanlarda ama Raghunath, filmde bütün kötü rolleri üstüne alınmış gibi. Rita’sından vazgeçsin diye Raji’ye para teklif ediyor hasbelkader. Bir de üstüne üstelik bitişte pişmanlık duyuyor. Ve özdeşleştirmenin en iyi metnini bu senaryoda Raji’ye yüklemişler; bir sokak köpeğiyle dertleşme sahnesinde. İkimizin de şefkate ihtiyacı var diyor, benimsiyor bu dostluğu. Bollywood’un vazgeçilmezlerinden olan müzikal sahnelerini burada da görüyoruz. Hem de en hüzünlü sahnelerin ardından gelen sürme gözlü,iki alın ortası benli dansöz kızlarla. Öyle ki Raj’ın avareliğe adım attığı ilk sahnesinde kucağına aldığı iki zenci çocuk kadar samimiyetini aşmış bir albeniye sahip, film. 50’li yılların sefaletine dikkat çekiliyor her karede, Bombay, görüntüsüne göre hırsız diye adlandırılmış insanları barındırıyor o sıralar.Mesajlar son sahneye kalmamış böylelikle. Tam da filmin ortasına bir nükte yerleşiyor ki değmeyin bugünün düzenine ‘bir hırsızı aranızda barındırmazsanız eğer, onu tekrar hırsızlığa teşvik etmiş olmaz mısınız?’ İlk on dakikasından senaryonun nereye varacağını kestirebiliyor olmamız Yeşilçam kültürümüzden kaynaklıdır. Bir o kadar repliklerin de etkilendiği görüyoruz -ki benzetmelerden öteye geçemeyen, ilişkinin basit kurulduğu cümleler var. Kırılan bir testi parçasının yapıştırılabileceği, kadın namusunun bir sırça bardakmışçasına kırılsa da yapıştırılamayacağı örneği gibi. Oysa zamanına göre değerlendirme yapıldığında bir başyapıt, kült bir eda çıkıveriyor karşımıza. Lakin hala izlenebilecek bir kitleye sahip olması, sadece Türkiye’yi değil, tüm Asya’yı kucaklayabilecek bir devinime sebep olması, bunun en iyi göstergesidir. Türkiye’de bir tarih, bir dönüm noktası da olmuştur Awaara. Sadri Alışık(1964), Yılmaz Köksal(1970), Adnan Şenses(1978)’in başrollerinde bulunduğu daha bir çok kez de çekilmiş olan ‘Avare’koleksiyonumuz bulunmaktadır. ’Avareyim’ şarkısı da herkesin bir yerden bildiği -çoğununsa kaynağının bu film olduğunu bilmediği- , o kadar bizden bir melodiye sahip Mehtap TAŞ

28


Kalabalık Mayıs 2013

Birlik, Mücadele, Dayanışma Günü ‘Hayalini kurduğumuz günün provası gibi ’ demişti Grup Yorum yorgun İstanbul’un gözbebeği Taksim Meydanı’na bakarak. İstanbul bugün kapatmış gözlerini, kendini dinliyor adeta. Önde Liseliler, yanında üniversiteliler,arkadan evi yıkılanlar,ardından işten atılanlar, bir yandan dili koparılanlar, diğer yandan ötekileştirilenler... Herkes orada, çünkü bugün birlik, dayanışma ve mücadele günü... 12 saatte, 1:30 saat mola , bazen oturmak yasak, bazen tuvalete gitmek, bazen eliniz kopabilir, bazense bir kimyasala maruz kalıp kanser olabilirsiniz yahut direkt ölebilirsiniz de... Dünya’ da bugün yaklaşık 270 milyon sanayi işçisi var ve Uluslararası Çalışma Örgütü(ILO)’ nün verilerine göre heryıl dünyada 250 milyondan fazla iş kazası meydana geliyor, 160 milyon işçi hastalanıyor,1 milyondan fazlası ölüyor. Dünyanın heryerinde işçi olmak zordur, işçi olmanın bir ırkı yoktur, işçi işçidir. Emek pazarındaki rekabet, işçilerin örgütlenmesini, bir sendikaya bağlı olmasını da engellemektedir çoğu zaman. İşçiler günde on iki saat çalışıyor ve eve gittiklerinde yapabildikleri tek şey dinlenmek oluyor, fazlasına ne zamanları kalıyor ne de güçleri, damarlarındaki tüm güç bitene kadar sömürülüyorlar. Bazen bu mesai adı altında, saati başına bir ekmek parasından fazlasını alamadıkları işleri de yapıyorlar ve buna mecbur tutuluyorlar. Bu kadar çalışmak yetmiyor iş yerlerindeki kameralardan takip ediliyorlar, tuvalete girip çıkma sürenizle de yakından ilgileniyorlar aslında. Hiçbir güvencenizin olmamasının yanında her an ölme ihtimalinizin olduğunu bilmek modern kölelilikten başka bir şey olabilir mi? 1 Mayıs 1886’da bugün halen uygulanan 12 saat çalışma sistemine karşı işçiler iş bıraktılar. Chicago’da yarım milyon insanın katıldığı gösteriler ve Luizvil’de 6 binden fazla siyah ve beyaz işçinin birlikte yürümesi tam anlamıyla birlikte mücadele sembolüydü. Bu gösteriler 3 Mayıs’ ta da sürdü ama olaylar çıktı, ölen ve yaralananlar oldu. Bu olayları protesto etmek için 4 Mayıs’ta tekrar meydanlara çıkan halkın üzerine ateş açılıldı, üzerlerine bomba atıldı. İşte böyle bir mücadele sergilendikten sonra, ölenler ve yaralananlar adına da bugün artık çok önemliydi. 1 Mayıs artık tüm dünyada birlik, mücadele ve dayanışmanın günü oldu. Türkiye’de ise işçilerin çok farklı bir geçmişi yoktur. Israrla çalıştırılan çocuk işçilerin hem eğitim hakları hem de gelecekleri ellerinden alınmaktadır. Ölümlü iş kazalarında ise Avrupa’da 1. Dünyada 3. sırada olarak büyük bir başarı örneği sergilemektedir. Her yıl Tuzla’da, maden ocaklarında, kimya sanayilerinde, tersanelerde ve tekstillerde (özellikle kot taşlamalarda) ölümle burun buruna olan işçilerin birçoğunu kaybetmekteyiz. Bundan tam 36 yıl önce, 1 Mayıs 1977‘de, Taksim Meydanı’nda üzerimize yağan kurşunlar ve üzerimizden geçen tanklar, bizden tam 34 canımızı aldı. Bunun üstüne birde bu meydan bize yasaklandı. Heryıl büyük mücadeleler verildi, Taksim’ i geri kazanmak için, oranın kurşunu sıkanlara ait değil, bize ait olduğunu göstermek için. Tüm bu haykırışların sonunda , 2009’ da resmi olarak kabul edildi ve Taksim 2010’da daha önce görmediği güzellikte bir kalabalıkla karşılaştı. Taksim Meydanı’nı bizim kılan,Taksim Meydanı’nı vazgeçilmemiz kılan, o gün üstümüze yağan kurşunlardı ve biz yine Taksim’e çıkıyoruz, çünkü barışa, dayanışmaya ve mücadele gününe olan inancımız hep vardı ve var olmaya devam edecek. Gülbahar BOZAN

29


Kalabalık Mayıs 2013

Algılamak neye göre, kime göre?

Hiç bir bilgiye sahip olmadan yaşamamız nasıl mümkün degilse, bilgiye ulaşmak için algılamak gibi önemli bir yeteneğe sahip olmamız gerekmektedir. Duyu organları tarafından algıladıklarımız beyine gelip burada işlenirse biz o bilgiyi algılamış, idrâk etmiş oluruz. Nitekim her canlı aynı şekilde mi algılar ? Hiç sanıyorum... Nedeni çok açık ; algılamak için ilk basamak olan duyularımızın kapasitesidir. Her canlının kendine ait bir kapasitesi var ve biz bu kapasitelerden habersiz şekilde kendimizi üstün ırk sayarak, merak dahi etmiyoruz. Ne yazık... Hayvanların duyu kapasiteleri nelerdir ve ya bizim algılıyamadığım nice farklı frekansı nasıl algılıyorlar ? Bir çok bilimadamı bu konu üzerine milyonlarca araştırma yapmış, hayvanlar aleminin büyüklüğü göz önüne alındığında çok az veri elde edilebilmiştir. Bunun nedeni bizim hayvanlara göre duyu açısından kısıtlı algı yeteneğimizle bu bilgileri pekte kolay çözümleyemememizdir. Araştırmaların bile yetersiz kaldığı bu konudan kaçmak yerine üzerine gidip, belki de hiç tahmin etmediğimiz nice güzellik ve özellikler furyasına şahit olabiliriz. Egzotik bir orman kuşu bizim gördüğümüz renkleri daha canlı, ayırmakta zorlandığımız renk tonlarını kolaylıkla ayırabiliyorsa biz burda nasıl bir üstünlükten bahsedebiliriz ? Bunun yerine duyulabilecek tek şey kıskançlıktır. Küçük bir titreşimi bile o çelimsiz, kıl gibi bacaklarıyla çok hassas şekilde işitebilen böceklere farkından olmadan gönderdiğimiz tüm mesajlar ne gibi anlamlara çıkıyor olabilir ? Ya da bir baykuşun gece avlanmaya çıktığı esnada duyduğu küçücük bir çıtırdı bile onun için hayati öneme sahipken bizim algılarımızı tamamiyle sıfır noktasına iten bir nitelikte olmasına karşı çıkabilir miyiz ?

30


Kalabalık Mayıs 2013

Hayvanlar üzerinde yapılan bu az miktardaki araştırmaların bile bilime çok büyük katkıları vardır. Bunlara bir örnekse; çoğunlukla amerika’daki akarsularda yaşayan Somon balıkları üzerinde yapılan çalışmadır. Somon balıklarının her bir akarsuyun kokusunu ayırt edebileceği görüşü ortaya atılmış ve alınan sonucun boyutu insanı hayretlere düşürürebilir niteliktedir. Özel bir burun yapısına sahip olan bu muhteşem varlıklar gelişmiş beyin-sinir uyumuyla algılama kapasitesindeki sınırları zorlayarak kendi doğdukları akaryusu bulabilirler. Düşürsek; kaçımız bir kaç gün önce girdiği ortamı ya da kendi evimizin yolunu koklayarak bulabiliriz ? Bu insanın algılama kapasitesi için çok zor bir durumdur. Bu yeteneğe sahip olsaydık “ Perfume” filmindeki Jean gibi bunun farkında varıp, geliştirerek iyi yönde kullanmak yerine belki de bu algının esiri olabilirdik. Ya da tam tersi masumane bir algının fazlalığının bizi sürükleyebileceği akarsuyun kendi evimiz olduğunu anlamak uzun sürmeyebilirdi.

Vahşi bir ormanda yaşadığımızı hayal edersek; bal arılarının kendi aralarında algılayabildikleri kokuları (feramon) anlayamaz ve Kızıl arı kuşundan kaçamaz, bir tehlike yaklaştığında hassas kulaklı ceylanlar gibi algılayıp oradan uzaklaşamaz, gecenin alacakaranlığında kedigiller gibi göremez, temiz suyu atlardaki gibi burun tüylerimiz sayesinde ayırt edemez, barınacak yeri bulmakta yarasalar kadar şahane olmazdık. Çünkü her bir canlının selektif olarak geliştirdiği özellikleri vardır. Kulaklar radar, gözler dürbün olmuş bu canlılarla yarışmak hi,ç adil olmazdı. Biz o algıları sadece inceleyerek öğrenebiliriz, köpeklere zorla öğretilen komutlara verilen tepkiler gibi ezberci ve sindirilmemiş bilgi olarak kalır ve bu konulardaki algı kapasitemizi genişletemeyiz. Algı, zorunlu göreceli bir yaklaşımdır. Yanılıyor muyum? Müge Çisilay ÇAKIR

31



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.