Kalabalık Dergi 4. Sayısı

Page 1

Kalabalık içerisinde kendini yalnız hissedenlere Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi

Sayı 4

Ağustos 2013

Japonya

Bir Sakura Hikayesi Piraye

Japonistan’ın Suşi’sine Dair Melek Ece YAPAREL Edebiyat

Shiluet Burak SERİNPINAR

Edebiyat Dışı

Suç Psikolojisi Arkın GELİŞİN


Kalabalık Ağustos 2013

KÜNYE İmtiyaz Sahipleri Hakan YILDIZ - Mülayim TOPÇU Görkem BAKIR

Kalabalık Dergi Ailesi Arkın GELİŞİN Burak SERİNPINAR Fahrettin DURDAHANOĞLU Faik ECE Fatih ARSLAN Gezgin Gizem KAYAHAN Gökhan GÜMÜŞCAN Görkem BAKIR Gülbahar BOZAN Gülcan KORKMAZ Hakan YILDIZ Kumru NATIR Kübra AĞAOĞLU Mahir ARİF Melek Ece YAPAREL Meltem DAĞCI Miyase AYTAÇ YILMAZ Murat GÜNDOĞDU Mustafa Anıl KOCAMAN Müge Çisilay ÇAKIR Mülayim TOPÇU Piraye Tolga GÜNDOĞDU Sinem KUMDERE Şems Yağmur GİRİŞKEN Zeynep Selin BAŞARAN

Genel Yayın Yönetmeni Mülayim TOPÇU Reklam Koordinatörü Hakan YILDIZ Tasarım Hakan YILDIZ Sinem KUMDERE Halkla İlişkiler Görkem BAKIR Mehtap TAŞ Yayın Türü Edebiyat, Kültür, Sanat

İletişim www.kalabalikdergi.com editor@kalabalikdergi.com facebook.com/KalabalikDergi twitter.com/KalabalikDergi issuu.com/Kalabalikdergi

Ve Okurlarımız

2


Kalabalık Ağustos 2013

Kalabalıktan... Öğretmek öğrenmektir. Japon atasözü Yolculuğumuz dört aydan beri kesintisiz devam etmektedir. Bu dört ay içerisinde biraz hatırlamak gerekirse birinci sayımızda Hindistan’ı, ikinci sayımızda İran’ ı, üçüncü sayımızda Çin’ i işledik. Yolculuğumuz kaldığımız yerden devam etmekte. Bu sayımızda ise siz değerli okuyucularımız için Japonya kültürünü ele aldık. Yazıma Japonların kökeninden bahsederek devam etmek istiyorum. Japon Adalarına ilk yerleşen toplumlar, Cilalı Taş Çağına dayanan Ainu Irkıdır. MÖ 1000 yıllarında Kore’ den göç eden toplumlar deniz üstünden batıdaki Kyushu adasına geldikleri sanılmaktadır. Diğer bir kolu ise güneydoğu Çinden göç ettiği düşünülmektedir. Bu farklı toplumlar günümüz Japon toplumunun atalarıdır. Japon tarihine ait yazılı belgelere MS 1. Yüzyıla dek hiç rastlanılmaz. Ainu ırkı, her yönden Japonlardan farklıydı. Anatomik özelliklerinden tutun sanatlarına kadar. Daha geniş yapılı vücutları, gür ve dalgalı saçlarıyla görünümleri Japonlara göre çok değişikti. Kadınları üst dudaklarına bıyık dövmeleri yaptıracak kadar ileriye gittiği söylenmektedir. Ainu ırkı bir dönem tüm Japon adalarını elinde tutmuş, ama göçlerle giderek kuzey bölgelere itilmişlerdir. Bugün kuzeydeki Hokkaido Adasında Ainu ırkından küçük bir topluluk kalmıştır. Japon tarihi bilindiği üzere ilk dönemleri tamamıyla Çin etkinliğinde geçmiştir. Ticaret ilişkileri ve iki ülke arasında gidip gelen resmi görevlileriyle nedeniyle sürekli ilişki halindeydi. Fakat gerçekte Çin’ in Japonya üzerinde bir egemenliği olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Japonların daha köklü bir kültüre sahip olan Çin’ e öykünmeleri çok doğaldır. Çin öğretilerinin de Japonya üzerinde büyük bir etki yapmış olması da kaçınılmazdır. Ama Japonların günümüze dek sürdüregeldikleri geleneklerini ısrarla korudukları bir gerçektir. Bunları yanında Eski çağlarda Japonya’ nın Kore ilişkileri de çok yoğundu, bu ilişkiler pekiyi değildi çünkü savaş ve çatışma barındırıyordu. Bu sayıdan itibaren kalemiyle birlikte bizimle beraber olacak Meltem Dağcı, Miyase AYTAÇ YILMAZ, Murat GÜNDOĞDU ve Melek Ece YAPAREL’ e başarılar dileriz. Kalabalık okumalar… Selametle kalınız!

Mülayim TOPCU editor@kalabalikdergi.com

3


Kalabalık Ağustos 2013

Kalabalıkta Bu Ay Bir Çift Hayat

5

Tuz

6

Meltem DAĞCI

Bir Erkeğin Gözyaşları

7-8

Fahrettin DURDAHANOĞLU

Ben Ali

9-10

Yağmur GİRİŞKEN

Gurbet Türküsü

11

Fatih ARSLAN

Shiluet

12

Burak SERİNPINAR

Sizi Kokuşmuş Serseriler

13

Faik ECE

İyi Dünya Oyunu

14

Kübra AĞAOĞLU

Freud Beni Dinler

15

Zeynep Selin BAŞARAN

Neşe Öyküsü

16-17

Miyase AYTAÇ YILMAZ

Yalan Yaratılış

18

Tolga GÜNDOĞDU

19

Murat GÜNDOĞDU

İstanbul

20-21

Gülcan KORKMAZ

Bize Bi_şey Olmaz

22-23

Gizem KAYAHAN

Suç Psikolojisi

24-25

Arkın GELİŞİN

Film Tanıtımı

26-27

Mehtap TAŞ

Kitap Tanıtımı

28

Kumru NATIR

Bir Sakura Hikayesi

29-30

Piraye

Sınırın Güneyinde, Güneşin Batışında

31

Kumru NATIR

Pasif Direniş: Anime

32-33

Mehtap TAŞ

Japon Müziği

34-35

Şems

Japonistan’ın Suşi’sine DAir

36

Melek Ece YAPAREL

Japonya’nın En’leri

37-38-39

Müge Çisilay ÇAKIR

Japonya’nın Kadim Savaşçıları: Samuraylar

40-41

Mustafa TÜRK

4

Mülayim TOPÇU


Kalabalık Ağustos 2013

Bir Çift Hayat Kadın hayır ağlamayacağım diyordu bu sefer ağlamayacağım her şeye rağmen, sana rağmen ağlamayacağım ama gözleri ona ihanet ediyordu Aynı adam gibi... Damlalar boşalmaya başlamıştı gökyüzü sükunetinde Sözcükler boğuluyordu Cümleleri devrikleşmişti Tamam dedi kollarında bulayım teselliyi Ama ulaşamıyordu kolları adama Hani Nazım ustanın dediği gibi yüz yıllık zaman yol yüz yıllık Kadın adama hayatıma hoş geldin demişti çok önceleri Adam öyle bir yol çizmişti ki birbirlerinin hayatında asla geçmedi.

Mülayim TOPÇU

5


Kalabalık Ağustos 2013

Tuz “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın” İlhami Çiçek Soğuk, kelepçe vardı bileklerimde. Sandalyeyi benimsemişti ruhum gelip gitmekten artık buraya. Tanıdık yüzler. Çocuklar her şeyi ve her yeri benimser. Tertemiz lavabo. Az önce çamaşır suyu dökülmüş kokuyu duyuyorum. Sesimizi duyuyorsan adını söyle, hadi. __Oya! Duyuyor musun bizi… Lavabo deliklerinden böcekler çıkıyor, simsiyah görüyorum her şeyi. Uyuşuyorum. Hamamböceği diye sayıkladığım an bir şey burnumu gıdıklıyor. Bir insan eli alnıma değiyor. Tanrım toprak kokusu bu… Bahçemizde yediverenlerin arasındaydım galiba. Düş görüyordum siyah beyaz tadında hem de. ___Derin nefes al Oya. Aynı elin göğüs kafesime dokunduğunu hissediyorum. Yüreğimden çiçekler fışkırıyor. En sevdiklerimden; papatya bembeyaz mis gibi kokusu ardına nergis sarımsı güz halim, sonrasında saksıda olan tüm çiçekler diziliyor emrime amade hepsi de. Balkona da almak lazım hepsinden birer tane, paramız yetmez yine de tüm dünya çiçeklerine. ___Musluğu açın, suyu görsün. Sanıyorum ki upuzun bir parmak burnumu kurcalıyor, içime dalmış mideme inmiş aslanı arıyor. Bütün yabani-vahşi hayvanları görüyorum midemde. Biri diğerini parçalıyor; kolundan, bacağından. Dünyanın kanunu bu hayvansal güdüler güçsüze saldırır. Midem bomboş, boşaldı galiba oh tertemiz içerisi. Deniz hayal ediyorum deniz suyunu. Kendine has yosunlu bir koku… Yüzme bilmiyorum ki denize girsem mi, elimi tutsaydın beraber yüzerdik işte, yüzer gibi yapardım ya da ben. Yüzmeyi öğretmek de istemedin denize de götürmedin. Tuzlu su midemi bulandırıyor, kapatın şu musluğu. İnsanın kendi denizinde boğulması kadar acı veren hakikat nedir ki başka? Göğüs kafesimden tutarak yavaşça sandalyeye yaslanıyorum, basımı kaldırdım. Başkaldırış. Gökyüzünde uçan bir şeyler;martı sesleri,kargalar gak gak!… Sahil kenarından simit atıyorum onlara. Bazen gökyüzü yeryüzünden daha güzel/Martı olmak vardı şimdi. ___İstihrat etmelisin birkaç gün burada Oya, yorulmak yok… Oya yıkandı, durulandı, kurulandı. Edilgen insanlar hep olsunlar. Kurudu içim. Ipıssız kaldım tüm seslerin ortasında. Gidenler vardı. Kapıyı araladım. Dilimde, damağımda bir tuhaf tadımlık sızı… Beyaz bir örtü üstünde bağdaş kurmuş düşünüyorum. Denizin kokusu genzimi yakıyor. Tuzlu su. Hüzün yakıyor. Yakmıştı. Bildim değil mi öğretmenim. Hayat bilgisi beş karnemde… Koridora doğru arkalarından sesleniyorum: Hüzün ve tuz yakar diye. Duydular mı bilemiyorum… Meltem DAĞCI

6


Kalabalık Ağustos 2013

Bir Erkeğin Gözyaşları Bir erkeğin gözyaşları değerlidir, Öyle kolay kolay gözyaşı akıtamaz bir erkek, Sahtecikten de ağlayamaz, Bir erkeğin gözyaşları değerlidir, Eğer akıtıyorsa birkaç damla gözyaşı, Öyle kaç damla aktığı, Ne kadar ağladığı da önemli değildir, Bir damlası bile, Bir başyapıttır. Bir erkeğin gözyaşları değerlidir, Düşüp yaralanır, akıtmaz gözyaşlarını, Kavga eder, kan revan içinde kalır yine akıtmaz, Ama bir gün, bir gün Bir kadın çıkar gelir bilmediği yollardan, O kadın uğruna bir defa ağlar, Ve bir daha asla ağlamaz, İstese de ağlayamaz, Üstüne üstlük, Gözlerinizin içinde ağlıyorsa bir erkek, Korkmayın her şey yolunda, Sizin gitmenize de lüzum yok, Oturun oturduğunuz yerde Erkek gidecektir zaten, Size en uzak olan şehre gidecektir, Hiç gitmediği adını bilmediği bir şehre, Aramanız faydasız. Bulamazsınız. Siz onu gözyaşlarıyla bir arada gördünüz, İçiniz rahat olsun, Bir daha ne siz görebileceksiniz onu ağlarken, Ne de bir başkası,

7


Kalabalık Ağustos 2013

Bir erkeğin gözyaşları değerlidir, Yeri geldi mi akmasını bilir, Yeri geldi mi sessizce gitmesini de, Dikkat edin erkeğin gözyaşlarına, Onlar akarken umudunuzu kesin o erkekten. Gözyaşları akarken, Sizde uzak duramayacaksınız düşüncelerinizden, Benim için akar mı birkaç damla daha gözyaşı, Başka bir çift gözden diyeceksiniz, Doyumsuzsunuz. Bilmelisiniz ki; Sizde olacaksınız, Beklerken ölüp gidenlerden Toprağınız bol olsun. Fahrettin DURDAHANOĞLU

8


Kalabalık Ağustos 2013

Ben Ali

Ben Ali. Asla hatırlamadığım bir yılın asla hatırlamadığım bir gününe uyandığımda aklımda gitmekten başka hiçbir şey yoktu. Alarmdan beş dakika önce uyanmıştım. Alarmın çalmasını beklemek için beş tedirgin dakikam vardı. O an geride bırakacaklarımı düşündüm. İçinde yok olduğum bir monotonluk, gerçek anlamda beni hiç dinlememiş bir aile, hiç âşık olamadığım bir sevgili, hiç ısınmayan doksan metrekare bir ev. Alarmın çalmasına iki dakika kaldığında ağzımdan çıkan tek kelime hiç’ti. Geride kalacak koca bir hiç. Sebepsizce yaşamaya çalıştığım bir hiç. Alarmın çalmasına bir dakika vardı. Kararımı kesinleştirmek için sahip olduğum upuzun bir dakika. O alarm çaldığında gitmek için yataktan kalkacaktım. Sadece gitmeyi istediğim için. Alarm çaldı. İlk kez yatağı terk etmeleri için kemiklerimi ikna etmem gerekmedi. Her şey inanılmaz bir akıcılıkla gerçekleşiyordu. Sırt çantası alabileceğinden fazla kıyafet almıştı. Arabanın anahtarları kendilerini hiç arattırmadan bulunmuştu. Trafik ışıkları yeşil bir dalgayla uğurlamıştı beni. İstanbul bana karşı hiç böylesine nazik olmamıştı. Bana güle güle diyor bir arkamdan su dökmediği kalıyordu. Şehrin dışına çıktığım anda cep telefonumu arabanın camından fırlattım. Yorulana dek araba kullandım. Yol üstü lokantalarında karnımı doyurdum. Arabada uyudum. Bu şekilde üç gün yol aldım. Perişan bir haldeydim. Yolumun üzerinde rastladığım ilk kasabadaki küçük bir otele yerleştim. Duş alıp yatağa uzandığımda birden korkunç bir duygunun içine düştüğümü hissettim. Boşluktu bu. Ne yapacağımı bilmeden yaşama cesaretini kendimde bulamıyordum. Bu otelde kendi boşluğumun içinde dört gün geçirdim. Geri dönemezdim. Geri dönmek gerçek boşluğa balıklama atlamak olurdu. Düşüncelerden uzaklaşmak için yürümeye karar verdim. Hareket edip kendimi yorarsam bu buhrandan kurtulacağımı umuyordum. Kaldığım kasaba bir sahil kasabasıydı. Sahil boyunca kafamı kaldırmadan hızlı hızlı yürüdüm. Otelden ayrılalı bir saati geçmişti. Hala içimdeki boşluğu savuşturamamıştım. Hızla köşeyi döndüm ve aynı hızla olduğum yere mıhlandım. Beş adım ilerimde bir bar vardı. Barın kapısından yayılan kadın sesi beni olduğum yere sabitlemişti. Hemen içeri girdim. Ve onu gördüm. Diğer üyelerini erkeklerin oluşturduğu bir müzik grubunun solistiydi. Sahnenin ön kısmında yüksekçe bir sandalyede oturuyordu. Üzerinde siyah dizlerinin üzerinde biten bir elbise vardı. Sarı saçları omuzlarından dökülüyordu. Mikrofonu vücudundan bir parça gibi ellerinin arasında tutuyordu. Biraz çakırkeyif bir hali vardı. Eğer melankoli vücuda bürünebilseydi ancak bu kadar güzel olabilirdi. Sesi bütün mekânı dolduruyor, büyülüyordu. O gece bana şarkıların her şeyi olanaklı kılabileceğini hissettirmişti. Gözyaşı ancak şarkılarda Hisar’a doğru yüzdürülebilirdi. O geceyi takip eden on dört gece boyunca o bara gittim. Her gece onun gözlerine bakıp dudaklarından dökülen sözleri hissettim. Bir insan nasıl bu kadar hüzünlü olabilirdi, nasıl böylesine bilinmez görünebilirdi, düşünemiyordum. Tek bildiğim bu kadının boşluklarıma dolduğuydu. Oksijeni karbondioksite çevirişimi anlamlı kılıyordu. Onun bu yaptığı sadece şarkı söylemek olarak adlandırılamazdı. Sanki şarkı söyleyemezse yaşayamayacaktı.

9


Kalabalık Ağustos 2013

Adını, yaşını, neden bu kadar hüzünlü olduğunu bilmiyordum. Ancak her hareketini beynime işlemiş, ezberlemiştim. Her gün mutlaka dizlerinin üzerinde biten bir elbise giyiyordu. Sahnede yerini alana kadar kimseye bakmıyor, sandalyesine oturmadan önce seyircisini belli belirsiz selamlıyordu. Sandalyesine oturduğunda sağ bacağını sol bacağının üzerine atıyordu. Daha sonra dağınık saçlarını uzun bir çubukla karmakarışık topluyordu. Çubuk üçüncü ya da dördündü şarkı sonunda saçından düşüyor, saçları tekrar omuzlarına dökülüyordu. Şarkı söylerken yalnızlaşıyordu. Yüzü bazen acı çekiyor bazen umutlanıyordu. Ama mütemadiyen hüzün doluydu. Onunla ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. O her gece karşımda duran güzel bir sırdı. Kimse hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Grup arkadaşları ona Mavi diye sesleniyorlardı. Gözlerinin rengi sebebiyle ona bu adı takmışlardı. Sadece bu. Onunla ilgili bildiğim tek şek sahne adıydı. Bu bana yetmiyordu. Tüm hücrelerime dolmuş bu kadınla ilgili büyük bir bilinmezliğin içindeydim. Bir gece Mavi’nin bardaki programı bittikten sonra sahilde oturuyordum. Benim için büyük bir mucizenin gerçekleşeceğinden bihaberdim. Birden arkamda onu hissettim. Yavaşça kumsala indi, yanıma oturdu. Elim ayağıma dolaşmıştı. Konuşmaya çalışıyordum ama ağzımdan anlamsız kem kümlerden başka bir şey çıkmıyordu. Bana doğru döndü ve direkt gözlerimin içine baktı. Ne bir milim aşağı ne bir milim yukarı, tam gözlerimin içine… Sonra yavaşça bacaklarını karnına doğru çekip elleriyle kavradı. Bir süre böyle kaldıktan sonra bana: “Hayatta her cümlenin sonunu hayatın zorluğuna bağlamak mümkündür biliyor musun Ali? Çünkü ana fikir budur, zorluk. Adını nerden bildiğimi boş ver şimdi. Bir sabah uyanıp bilinmezliğin içine doğru yola çıkacak kadar cesur olduğunu da biliyorum. Aslında sadece hissediyordum. Ama şimdi, gözlerine bakarken bundan eminim. Birbirini kovalayan günlerin aynılığı sana zor gelmiş olmalı. Şimdi de benimle ilgili bilmediğin şeylerin zorluğu içindesin. Çözemediğin için bırakıp yoluna devam edemiyorsun. Ben yarın buradan gidiyorum Ali. Senide kendimi de azat ediyorum. Bu kasabada sana kendimle ilgili söyleyeceğim bir iki şey dışında hiçbir şey bırakmıyorum. Çünkü ancak izsiz olduğumda yaşayabiliyorum Ali. Adım Nehir. Üç yıldır oradan oraya bedenimi sürüyorum. Çünkü üç yıl önce ruhumu kaybettim. Üç yıl önce bir şair ile evliydim. Şairler beyinlerini Allahtan ecelleri olarak alırlar bilir misin Ali? Üç yıl önce şairimi kaybettim. Şimdi bende onun şiirleri gibi sahipsizim. Yarın buradan gidiyorum Ali. Nereye olursa. Çünkü ölemiyorum. İnsan ölemeyince gidiyor Ali. Şimdi sen sanıyorsun ki hayatında bir boşluk vardı ben o boşluğa uyan parçayım. Sakın inanma Ali. Ben başlı başına bir boşluktan ibaretim. Ben gidiyorum Ali, hoşça kal” dedi. Ben Ali. Nehir’i o geceden sonra sayamadığım kadar şehirde aradım. O gece bu gecedir bir zerre izini bulamadım. Ben Ali. Nehir’le birlikte ne kaybettimse bir daha hiç bulamadım. Yağmur GİRİŞKEN

10


Kalabalık Ağustos 2013

Gurbet Türküsü

Savaşır kızıl ile mavi bir dağın iki arasında... Kayıkçılar çekerken ağlarını, Değirmen usanmışken devrü devrandan Yorgun ayak sesleri duyulur; İki odalı dünyasına gitmekte olan... Martılar uçuştu evvela Umulmadık yağmurların pençesinden. Ömrümüzün hüzün bahçesinden Martılar bağrıştı neden sonra: Ah sen söyle uzandığım kaya Yaşasam gençliğimi baştan Değer mi başım aya? Bir musiki çalar Sirkeci’de; İçinde hayat olan bestesiz musiki Sönerken güneşin saltanatı, Gördük bakırını eskicide. Ben ki alsam karşıma İstanbul’u Bağırsam meydanlarda Mevsimin erguvan vakti olduğunu! Ki ben ana bildim sılayı Gurbette gördüm akla karayı Memleketim... İlle de memleketim Toprağına karışsın kemiğim, etim. Fatih ARSLAN

11


Kalabalık Ağustos 2013

Shiluet

(paragraf)

- Ne yapıyorsun? - Bir şeyler yazmaya çalışıyorum. - Çok erken değil mi? - Hayır, tam zamanı... Ne dersin, kelimeleri fethetmeden paragraf mimarlığı yapmak mümkün mü? Sence bir önceki soru cümlesi söylemeye çalıştığı şey için aynı zamanda örnek mi etti kendini? Birinin ‘’Erken’’ derken, diğerinin ‘’Tam zamanı’’ dediği nedir? Çok erken yaşta tam olarak anlayamayacağı şeyleri yorumlayan birini gördün mü bu konuşmadaki ‘’Çok erken değil mi?’’ sorusunda? Yoksa günün erken vaktinde kalkmış bir ihtiyara mı soruldu bu? - Ne yapıyorsun? - Bir şeyler yazmaya çalışıyorum. - Çok erken değil mi? - Sen önce kendine bak! Ne dersin, kelimeleri fethetmeden önce paragraf mimarlığı yapmak mümkün mü? Sence bir önceki soru cümlesiyle memnun edebildin mi kendimi? Ne oldu? Pek mi karıştı ortalık? Roller değişti gibi geldi mi sana da? İkinci tekil şahısla gelen soru, birinci tekille mi sonlandı? Bu hitap, paragrafı inceletmiş, eksik buldurmuş ve onu onarmaya çalıştırmış olabilir mi? ‘’Sen önce kendine bak!’’ Anlamca içi boş bir şeyi süslemek, onu alenî hale getirmekle ne yapılmış olunursa, cümleler içinde geçerli değil midir aynı şey? Mesela, ifadelerinde kesin yargıdan vazgeçilse daha sevimli olmaz mı ham kanılar? - Ne yapıyorsun? - Bir şeyler yazmaya çalışıyorum. - Bunun için erken değil mi? - Hayır, tam zamanı... Daha açık hale geldi mi soruyu soranın niyeti? Yoksa bir türlü soramıyor mu sormak istediğini? Zemin mi hazırlanmadı sorunun akla gelmesi için? Yine de açığa çıkmadı mı niyet? Sence de yapılan şey sebebiyle şekillenen bir sancı zuhur etmedi mi karakterin paragrafında? Yapma mı demek istedi yazı yazana? Yazma çünkü ‘’henüz erken senin için’’ demek mi istedi? Yazma çünkü ‘’henüz bilmiyorsun bir şeyin görkemli ve aynı zamanda sade olabileceğini’’ mi dedi? - Ne yapıyorsun? - Bir şeyler yazmaya çalışıyorum. - Çok erken değil mi? - Hayır, tam zamanı...

Burak SERİNPINAR

12


Kalabalık Ağustos 2013

Sizi Kokuşmuş Serseriler tuvaleti kapladı elimizden sökülüp alınan gevşeklik telefon direklerinde salım salım sallanan statüko asrımız bir çiğ sanki damlıyor alınlarımıza alınlarımızdan silinirken nehirlerin izi bıyıklarımı kokuşmuşluk addediyor bizi bağlayan ve fıskiyeden doyuran bizi sakallarımı kokuşmuşluk addediyor bizi bağlayan ve şiirler okuyan bize arzularımı ihanet addediyor bizi trenlere bindiren yük vagonlarına bindiren bizi para alnımıza damlıyor alnımızdan nehirlerin izi silinince

Faik ECE

13


Kalabalık Ağustos 2013

(Kalabalık Dergi geçen sayısındaki yazının devamıdır) İyi Dünya Oyunu Görülmeyen bir dünya olduğu kesin sorun oranın şehir merkezine ne kadar uzakta ve kaça kadar açık olduğu. Woody Allen Siyaha tapan ve karanlık düzenin hâkim oluğu ülkelerin birinde, yaşlı adam markette torunu için alacağı ‘İyi dünya’ oyunu arıyordu raflarda… İyi düzende 45 yıl, kötülerin dünyasında 20 yıl yaşamıştı ve çok şey biliyordu market raflarında boşça gezemeyecek kadar. 65 yılın izleri ellerinde, alnında, karnında ve kalbinde çokça yer edinmişti tabii ki gülümsemiyordu çünkü gülümsemek yasaktı, bunu yaşayarak daha doğrusu ‘yaşamanın’ yasaklandığı ülkede bulunarak öğrenmişti. İyi insanların kazandığı kötülerin kaybettiği ‘İyi Dünya’ oyunu simsiyah bir kaba yerleştirilmişti ve sadece küçük çocuklar için uygundu, yetişkinlerin bu oyundan etkilenip şiirler yazdığı görüldükten sonra oyuna sınırlama getirilmişti. Oyunu aldı titreyen dizleri ve güçsüz ayaklarıyla kasaya doğru ilerledi, üzerinde siyahların ülke lideri Kara Şövalyenin resmi olan kömürden yapılan parayı uzattı ve evine doğru yürümeye başladı. Torunun hediyeyi almasını ve kimseye belli etmeden gülümsemesini izledikten sonra odasına doğru yöneldi. Torunun bu oyunu müthiş bir özlemle oynayacağını biliyordu, ona daha güzel bir dünya verebilmek için tüm bedelleri ödemeye hazırdı ancak bunu yapamayacak kadar yaşlı ve ümitsizdi. Düşünüyordu. Nasıl bu hale gelmişti dünya? Nasıl hiç fark etmemişlerdi? Önceleri çalıştığı bir fabrika vardı saatlerce çalıştığı bir fabrika… Elleri su toplayıncaya kadar çalışırdı iyi düzende, aldığı maaş çok fazla değildi, bazen pazar günleri de mesaiye kalırdı ve hatta çocuğunun doğumu yaklaştıkça özel günlerde bile eve gidemez olmuştu. Yatakta huzursuzca kıpırdandı pencereye doğru yaklaştı anıları daha net hatırlamaya çalıştı anı hatırlamak suç muydu karanlık düzende, bunu bilmiyordu. Evet, bir fabrikada gri renkte tulum giyen bir işçiydim ben. Ancak o zamanlar çığlık çığlığa kahkaha atmak yasaklanmamıştı henüz. Eve gelince karısının ona sarılıp sevgi sözcükleri fısıldaması da yasak değildi ve bu ona gün boyunca ne zorluklar çektiğini unutturuyordu. İsterse renkli giyebiliyordu ve sevdiklerine sarılması da yasaklanmamıştı henüz. Ancak bu yeni siyahlar ülkesinde bunların hepsi yasaklanmıştı, insanlar artık siyah adına ve kötülük için yaşıyordu, yöneticiler ancak bu şekilde insanların acılarından kurtulabileceğini düşünüyordu. Ya sonra ne olmuştu? Sonra savaşlar çıkmıştı. Ülkeler birbirlerini bir şeyler için bombalamaya başladı, filler tepindi çimler ezildi şehirlerden annelerin çığlıkları yükseldi. 20-25 arası genç beyinlere antipati ile bakılmaya başlandı çünkü etraflarına ışık ve ‘gereksiz’ bir ümit yaydıkları düşünülüyordu.. Çalıştığı fabrika kapatıldı her ay ona 3000 adet kömür bağlandı ki bu para birimiydi. İnsanların maddi seviyesi yükseltildi bunun karşılığında gülmeleri, renkli kıyafetler giymeleri sevgi sözcükleri fısıldamaları yasaklandı. Böyle yaptıkça daha çok çalışıyor daha çok üretiyor ve daha çok taşlaşıyorlardı. Kısacası ölmek için üretiyordu insanlar. Yaşlı adam bunları düşündüğüne bin pişman oldu. Şimdi anlıyordu karanlık düzeni, duygularına yenildikçe uyuşuyordu, yaşayamaz hale geliyordu. Ancak fark etti ki üzülmeyi bile özlemişti bedeni, ellerinde bir hareketlenme hissetti karısının iyi düzende attığı kahkahaları hatırladıkça. Acaba başka bir dünya var mıdır dedi kendi kendine, insanların hala kendileri için çalıştığı, gülebildikleri ve çocuklarına neşeli isimler verebildikleri başka bir dünya... Fakat ne olursa olsun, bu dünya yürüyerek gidebileceği, dizlerindeki ağrı artmadan ulaşabileceği ve tabii ki gecenin bu saati olduğuna göre geç saatlere kadar açık olmalıydı, bunları düşününce yıllar sonra beceriksizce gülümsediğini hissetti. Odanın kapısı yavaşça açıldı, oyun oynamayı uykusu geldiği için bırakan küçük mavi gözlü torunu o sihirli sözcükleri fısıldadı -Bak dedeciğim, oyunda bugün de iyiler kazandı. Kübra AĞAOĞLU

14


Kalabalık Ağustos 2013

Freud Beni Dinler Ne istiyorum biliyor musun Freud? bir an olsun özgür olduğumu hissedebilmek istiyorum üzerimdeki baskıları, basma kalıpların içine doldurup uçurum en kenarından dibe bırakmak istiyorum. umutsuzluğu zindanlara hapsetmek için can atıyorum çoğu zaman çoğu zamansa sürekli söylenen insanların canına okumak istiyorum. Ben bu insanlardan ne istiyorum biliyor musun Freud? önce kendilerine bakmalarını istiyorum başkalarını yargılamadan önce kendilerini tartıya koymalarını. bilirsin önyargıyı. bencillikten hallicedir. ben haklının bile haksızı suçlamasının yersiz olduğunu düşünürken, diğerleri ipekten bir yatağı olmadığı için evsizleri kınıyorlar. sonra da buna insanlık diyorlar. yine efkarlandım. yak bir pipo da içelim. insan ne garip dimi Freud? değer dedikleri şeyler uğruna hiç düşünmeden insanlığından feragat edebiliyor. körü körüne inandığı şeyleri bir kez durup sorgulamıyor. ahlak değeri diyorlar çoğuna. kültür. terbiye. toplumsal değerler. adına her ne dersen bu onlara herkesi yargılama hakkı veriyor. Bense ne yapmak istiyorum biliyor musun Freud? Tüm bu kısıtlamaları bize benimsetmeye çalışanları bir güzel benzetmek istiyorum. kimileri çok asi olduğumu söylüyor,kimileriyse hırçın. Vurdumduymaz olmaktan ikisi de yeğdir diyorum. bazen pembe gözlüklerimi takıp dünyayı seyrediyorum bazense böyle senle konuşuyorum işte onlarsa at gözlüklerini takıp beni izliyorlar bazense senle konuşmamı kıskanıp, deli diyorlar bana. varsın desinler. Yak bi pipo. şöyle karşılıklı içelim.

Zeynep Selin BAŞARAN

15


Kalabalık Ağustos 2013

Neşe Öyküsü

otuz mayıs 2011 pazartesi

Ben Hayat Baktan. Sayın Baktan değilim. Hayat Hanım’ım. Hayat Hanım olarak karınca kararınca yaşamaktayım. Yaşamamın karınca kısmı söylemesi ayıp çok çalışkanlığım; kararınca kısmı söylemesi çok daha ayıp öğretmen emekliliğim. Özürlü torunumla bana hiçbir şey yetmiyor. Örneğin para yetmiyor, arkadaş yetmiyor, bize yapılan iyilikler yetmiyor, en çok da umut yetmiyor. Sanki aşağıda bir delik var; üstten ne kadar doldurursan doldur alttan sızıyor. Deliği kapatmaya değil de dolanı arttırmaya uğraştığım günlerden bir gündü. Oğlana özürlü maaşı bağlatacaktım. Oğlan; tek çocuğumdan olma tek torunum. Çocuğum kızdı. Rahmetli iyi kızdı. Kocasına kızdı, kendini astı. Benim yorumuma göre de; varsın koca tüplü televizyonunun üstüne bıraktığı notta öyle yazsın yani kocasını suçlasın; oğlunun özründen bıktığından hakkın rahmetine sığındı. Sen tut balkondaki naylon çamaşır ipini kes; o iple asar mı insan kendini; ip de boynunu kessin. Görmez olaydım o halini. Alnıma yazılı çocuk, yerde bel bel bakıyor anacığına. Gamsız baba cenazeden sonra sırra kadem bastı. Gideceğini hiç ağlamadığından anlamıştım zaten. Baba yürüyerek gitti, ana ölerek gitti, eşyalar satıla satıla gitti; altı yıllık bedeni, iki ya da üç yıl büyümüş aklıyla bomboş beton evdeki oğlan bana kaldı. Yazıcının yazısına bak; babasız büyüyen çocuğun çocuğu da babasız büyüyecek hatta bununki zamlı, anasız da büyüyecek. Yazık oldu, bu kadar olmasın, bu çocuğa Hayat Baktan baksın. El değil canım; annesinin annesi. Anneannesiyim. Nesisiniz, bir daha söyleyin. Soran doktor değil, devletin memuru değil, işimi görecek biri değil sadece biri. Haksızlık etmeyeyim, çocuğu spastik biri. Hastanenin bankına oturmuş biri bensem, o da diğeri. Oğlan ağacın altına oturmuş gülüyor da gülüyor. Yanımdaki kadın pek sevdi onu da ondan konuştu benimle. Öyle dedi. Çok meraklı ama en azından kazan olmuş kafamın kazanına tan tan vurm nedenini açıklama gereği duyacak kadar da kibar. Yavrum benim; pek uslu. On sekiz yaşında, daha mı olmasın? Yok, şey de ondan öyle şey dedim. Seninki de şey, çekinme rahat ol. Kadının çocuğu şey, benim torun şey; şey şey bekliyoruz bankta. Bekleyince ama sadece bekleyince bitmez bu öğle araları. Siz de rapor için? Biz de rapor için. Oğlanın aklının az olduğunu resmileştiremezsem, maaş bağlamıyor devlet. Maaşın bize bağlanması, bizim de maaşa bağlanmamız şart. Benimki bize yetmiyor; maaşım. Maaşın var; ne güzel. Senin maaşlı bir kocan da vardır mutlaka. Kadın baktı eli yüzü düzgün bir yaşlıyım, sahipli gördü ister istemez. Demek onun ne kocası ne de maaşı vardı. Sahiden de öyleymiş; yok, yok. Kaymış başörtüsünden taşan ışıl ışıl, gür katran saçlarını geriye sıvadı. Örtüyü omzunda yakaladı, yeniden bir güzel bir sıkıca bağladı. Kadın adın ne? Kadın; Hediye. Bana göre güzel. Kaşlarını çok ince etmiş. Delik delik ak yerlerden belli ki kaşı daha çok. Büyük kahve gözlerine kalın kaş yaraşırdı. Keyfi bilir; bilmiş de, kılları bir sıra etmiş. Bir huzur evinin yemekhanesinde bulaşık yıkamakmış işi. Allah razı olsun patronundan. Çocuğa özel eğitimli okul onun sayesinde bulunmuş. Ellerde ne iyiler var. Dört ağabeyi varmış, bir kız kardeşi yokmuş. Kız kardeşi olsa kocaya kaçmasına bu kadar içerlemezlerdi herhalde. Babasına, ağabeylerine küsmüş. Daha doğrusu onlar buna küsmüş. Bir gel deseler, koşa koşa gidecek gibi. Şu çocuğun hatırına olsun barışsalardı. Çocuğun hatırı şöyle dursun, spastikliği daha da küstürmüş.

16


Kalabalık Ağustos 2013

Hiç olmazsa koca gitmeseymiş, üstüne üstlük başka kadına gitmeseymiş. Barışıp dert yüklenmek istememişler yani. Beşi de gebersin. El bunlardan iyi… Beş erkek değil, beş kek. Anacığı zavallı ev kadını... Gizli gizli kırış kırış para vermekteymiş çeyizi evde çürüyen kızcağızına. Dört oğlandan sonra gelen hediyesi… Hediye bu hallerde işte… Hediye de oğlunu ağacın altına, benimkinin yanına oturttu. Yanıma gelir gelmez adımı sordu. Hayat Baktan. Adımla birlikte soyadımı da söylerim. Kısaca Hayat, çok garip gelir bana. Üstelik ikisi birden sanki gizliden bir şey anlatır; bir gerçeği. Başını salladı. Sıra ondaydı, adını söyledi. O benim Hayat olmamdan memnundu ama ben onun Neşe olmasından memnun değildim. Daha çok Hediye gibiydi. Neşe’nin anlatmasını istemedim. Ben nasıl olsa biliyordum her şeyi. Anlatmadan önce çubuk kraker ikram etti. Kıtır kıtır yedik. İçim ezilmiş, ne iyi geldi kıtırtı. Hastane bahçelerinde hikâyeler asla sahiplerinde durmaz. Anlattı; kocası o hamileyken ölmüş. Başı sağ olsun. Baba evine dönmüş. Bir anası, bir babası, bir de bunlar varmış. Çocuğun maaşı biraz soluk aldıracakmış. Bu kadar. Ne olacak Sayın Baktan, bu kadar işte. Bana Sayın Baktan deme Hayat Baktan. Gerçekle hayal bir kerecik olsun denk düşmez mi? Hep düşmez, hep kızarım. Kızınca da, kendimi iyice kızdırırım böyle. Neşe dürttü. Meyve suyu ikram etti. Tuzlu tuzlu kıtır kıtır yanmıştım. Vişnenin bulanık suyu derman oldu. Minicik plastik kamışlarla tatlı suyu çeke çeke dibini ettik kutuların. Neşe pek çekingendi ama baktı ben hâlâ fırrr fırrrrr ediyorum o da saldırdı aynı iştahla kutunun dibindeki damlacıklara. Kutuları bıraktık, arkamıza yaslandık. Karşımızda koca bir ağaç, ağacın altında biri altı yaşında diğeri on sekizinde normal sayılana göre iki geri beyinli, tepemizde ışıl ışıl güneş; bir hoş olduk. Neşe mırıldayarak bir şey dedi. Ne dediğini sormadım, o da tekrar bir şey demedi. Diyesi yoktu, dinleyesim yoktu. Aynı şekilde benim de tek söz edesim yoktu; o da dinlemezdi zaten. Güneş öyle güzel öyle parlaktı ki dinleyemezdik, anlatamazdık. Soluduğumuz hava her zamanki hava değildi sanki de ondan öyle koklaya koklaya, derin derin soluduk, ciğerlerimize ferahlık doldurduk. Çok feahladım diyecektim, Neşe lafı ağzımdan aldı. Çok ferahlamış. Niye böyle olduğundan bana ne, Neşe’ye ne. Bazen iyi olanın niye olduğunu sormamak daha iyi... Neşe saate baktı. Mutluluğun huyu batsındı; kısa keserdi. Zaman gitme zamanı. Tam kalkacağız Neşe omzumu tutup başıyla ağacın altını gösterdi. Seninki benimkine ne ediyor. Kafasını kokluyor. Sevdiklerinin kafasını koklar. Neşe dudağını ısırdı. Dayanamadı, bastı kahkahayı. O öyle içini yırta yırta gülünce ben de başladım gülmeye. Onun gülüşü beni, benim gülüşüm onu azdırdı. Güle güle ağladık; gerçekten değil, gülmekten. Allah iyiliğimizi versin. Bu neydi böyle, tövbe tövbe. Bu şeydi galiba; neşe. Miyase AYTAÇ YILMAZ

17


Kalabalık Ağustos 2013

Yalan

Son söylediğim yalandı : Seni artık sevmediğim. Sana defalarca yalanlar söylemiştim ben zaten Hatırlarsın, Ağlamadığım, özlemediğim, bilmediğim… Ama hiçbiri , Sonuncusu kadar dağlamadı şu yufka yüreğimi. Ne güzel de inandırırdım seni Sonra kendini kaptırır, Bana okkalı bir gözyaşı dökerdin. İşte o zaman anlardım günah olduğunu ‘’Seni öyle görmenin ateşi hiçbir cehennemde yokmuş’’ derdim. Ardından tövbemi eder sevmeye devam ederdim. Bu son yalanın tövbesi yok lakin O ulu tanrının cennetine girmek için sevmedim seni. Artık dönüşü yok artık herkes bu oyunun bir parçası artık her mevsim bunun bir nedeni artık her karanlık bu yolun sonu artık, artık herkes sen sevdiğim…

Tolga GÜNDOGDU

18


Kalabalık Ağustos 2013

Yaratılış

1.Sonra Son ışık huzmesi kadardır Denizin son dalgası, sonrasız sonra ses, kaşif bir martının son sözlüsüdür sonra. Ölümü anlatır bir ihtiyar bütün balıklara bir soba başında. 2.Önce Muhtaç mıdır toprak suya yok etmek bir devrimdir, dedi bir çocuk ateşin başında, önce başını soktu suya, suyu gömdü mezarına. ( Kuş yumurtasında bir dünya çatladı sonraya) 3. Şimdi Işık kaybolmamıştı, toprak kurumamış, henüz şiir yazılmamıştı martıya. Buz gibi bir adam yoğurdu kendini çamurla. Öncesiz ölümü kattı, sonrasız yarını da. Martı ilkin çarptı kanadını, önceden sonraya.

Murat GÜNDOĞDU

19


Kalabalık Ağustos 2013

İstanbul Sanki kıyıya bıraktım umutlarımı bugün, Öyle çırpınarak baktı gözlerime dalgaların, Kendime yeni bir hayat kurdum hayallerle, Sonra çaresizce unuttum eskileri . Boş ver dedim . Senin hayalinle benimki bir mi? Her metrekarene düşen aşklar acılar pişmanlıklar var. Senin acılarınla benimki bir mi? Güleceksin belki yerinde olmak isterdim. Kessen bileklerini çıtın çıkmaz. Hep sussun istersin herkes, Hep yalınz başına kalmak, Ne isterdim biliyor musun İstanbul. Sen gülerken yanında olmak, Sen ağlarken gözyaşlarında kalmak, Öyle içten bir defa da olsa sana sarılmak… Hani sana diyorlar ya sevgili, Sen sevgiliden de öte bir şeysin, Ne terk edilirsin ne terk etmek istersin denizini. Öyle ki susmadı yıllar yılı şairle, Hep kıvrandırdın aşıkları, Yeni yeni filizler oldun toprakta yeşeren, Kışın açmaya çalışan kardelen, Acıları bastırdın göğsüne. Ardına bakmadan yürüdün dalgalarınla,, Gittiğin gidebildiğin gidebileceğin yer belliydi, Bazen üzüldün çarşaf gibi serildin, Bazen sevindin ama kimseyi sevmedin. Hep sesin çıktı senin hep konuştun. Kimini dinledin kimine cevap vermedin, Herkes bir şeyler anlattı anlattı durdu, Ne terk ettin ne terk edildin. Günahları örttün geceleri, Sevapları gündüzlere mi verdin? Sen sevmeyi nereden bilebilirdin ki… Bana öğüt verirdin , Bilirmişsin anladım, İki tepene sığan bir güneş, Uzanan minarelerin oldukça semaya, Sanki gökten sesleri seçiliyor. Söylesene İstanbul sana gökyüzünden baksam, Acılarım nasıl görünüyor.

20


Kalabalık Ağustos 2013

Sen tutunmayı öğrendin hayata, Kimi gözyaşlarını bıraktı kimi gözlerini , Kimi de aciz hayallerini serin sularına. Rüzgar duydu sesimi sus dedi. İstanbul kızacak ! Kızmaz dedim haberi yok ki uyuyor o, Nerden biliyorsun dedi. Güldüm bu kadar çok aşığı var haberi yok onun. Eskilerde çok eskilerde kaldı aklım. İki damla gözyaşım kurudu. Terk ettim hayallerimi, Sanki yeniden aşık oldum. Sanki yeniden doğdum, Öyle terk etti beni İstanbul. Gözlerine bakamadan unutuldum!. İstanbul sen gözlerim oldun. Her şeyi göremedim bende, Sen de gördüklerini unuttun, Silmedin silemedin yaşadıklarını , Asırlardır çırpındın ayakta kalabailmek için, Kimsesiz çocukların anası, Kimsesizin parası, Kimine baba oldun kimine sevgili, Kimine düğün kimine cenaze evi, Sen çok farklıydın İstanbul, Ne cenazeleri karıştırdın ne düğünleri, Kimse kimsenin ekmeğini bölmedi, Neden biliyor musun? Kimse başkalarıyla acıları bölüşmedi, Herkes senden aldı nasibini, Kimine can verdin kiminden aldın , Sonra bazen suçlandın. Gözlerine baktım orada kaldım. Çünkü hiç biri sen değildin. Sen ne yar ne ana ne sevgiliydin. Sen İstanbul’dun. Başka ne olabilirdin? Ben de bir insanoğluydum. Hatalarımla yaşıyordum. Sen uyu İstanbul uyu ki canın yanmasın. Bir gün uyanırsan çok can yakacaksın. Olsun öyle bir aşık ettin ki kendine gidemiyorum. Gözlerimi kapattın İstanbul…

Gülcan KORKMAZ

21


Kalabalık Ağustos 2013

Bize Bi_Şey Olmaz Samsun’un Canik ilçesinde sele kapılıp kaybolan, cesedi günler sonra bulunan bir kız var; Cansu. Doğduğu gün dün gibi ailesinin gözleri önündedir hala. Yine bu sel sebebiyle on iki vatandaşımız Toki konutlarında hayatını kaybetti.

Kütahya-Afyonkarahisar karayolunun 30. kilometresinde katliam gibi bir kaza meydana geldi; yol çalışması sebebiyle tek şeride düşen yolda hatalı sollama yapan araç beş kişinin ölümüne sebep oldu. Evlerine hiç varamayacaklar.

Kahramanmaraş’ta evde yalnız bırakılan iki çocuk televizyonun aşırı ısınması sonucu çıkan yangında can verdi. Anne eve geri dönüp karşılaştığı manzara sonucunda sinir krizleri geçirmiş. Baba ise şoka girmiş, tek kelime dahi edememiş.

Kırıkkale ‘de meydana gelen trafik kazasında bir anne hayatını kaybetti, oğlu yaralı kurtuldu. Annem nerede, diye sorup durmuştur saatlerce, hayatı boyunca sormaya devam edecek.

Yol çalışması sebebiyle bölünmüş yolda önünde yavaş giden kamyonetten ötürü beklemekten sıkılan bir sürücü hatalı sollama yapınca karşıdan gelen kamyonla çarpıştı ve yitip gitti hayattan. Evine hiç varamayacak. Feneryolu istasyonunda trenin altında ezilen bir anne ayrıldı aramızdan. Bizzat şahit oldum. Oğlu annem nerede, diye sorup durdu saatlerce, hayatı boyunca sormaya devam edecek. Yurdun çeşitli yerlerinde onlarca boğulma olayı meydana geldi. Kızılırmak nehrinde, Ankara’da gölette, Tekirdağ Kumbağ’da insanlar silinip gidiyor dünyadan. Akıntı olan yerlerde yüzüyorlar, girmek yasaktır, tabelasını göre göre suya giriyorlar. Bazı yerlerde öyle bir tabela bile yok hatta! Tüm bu olaylar geçtiğimiz yaz ayında meydana geldi, haberi okuyup gazeteyi kapatanlar, göz ucuyla televizyonda görüp başka kanala geçenler hepsini unuttu gitti. Bu bir yıl içinde de daha nice hayatlar benzer şekillerde silindi. Osmaniye’de 30 yaşındaki Yusuf yüzmek için girdiği Ceyhan nehrinde boğuldu. 30 dakika sonra cansız bedenine ulaşıldı. Doğduğu gün dün gibi ailesinin gözleri önündedir hala. Annesi bakkala gittiği için evde yalnız kalan iki çocuk beşiklerini ateşe vermiş ve sonsuz uykuya dalmış. Anne eve geri dönüp karşılaştığı manzara sonucunda sinir krizleri geçirmiş. Baba ise şoka girmiş, tek kelime dahi edememiş.

Şu bir sene içerisinde birbirine benzer on binlerce başka ölüm haberi daha yazabilirim, hepsine aynı cümleyi kondurabilirim, önceki senelere de gidebiliriz, daha öncelerine de. Arama motorlarına ölüm, kaza gibi zikretmeye korktuğumuz kelimeleri yazınca sayfalar dolusu çıkan sonuçların hepsini tek tek bu sayfalara aktarabiliriz. Haydi ‘hatalı sollama can aldı’ ‘çocuk öldü’ ‘anne yaralandı’ ‘sele kapıldı’ gibi kelimeler yazıp aratın veya boşverin aratmayın insanın içi kararıyor. Ama... Hala dere yatağına inşa edilen spor kompleksleri mi, konutlar mı dersiniz, bir dolu proje var gündemde olan. Hala ev kazalarının oluşabileceği ortamlar kontrol edilmiyor, insanlar umursamıyor; açık bırakılan tüpler, fişte bırakılan ütüler, geceleri söndürülmeye gerek görülmeyen sobalar var. İnsanlar aceleci, varmak istedikleri yere en kısa yoldan ulaşmak istiyorlar en kısa zamanda. Ne trafik işaretleri umurlarında ne de tehlikeleri önemsiyorlar. Ne olacak ki; insanlar kör mü de trenle peron arasındaki kocaman boşluğu farketmeyecekler, görmeyecekler mi trenin gidiyor olduğunu. Kondüktöre ne gerek var, boşuna israf! Ev almadan önce, evin sağlamlığını kontrol etmek ne kadar da gereksiz, depreme dayanıklı olmayan evler yapılmıyor ki artık, müteahhitler malzemeden çalmıyor hiç!

22


Kalabalık Ağustos 2013

Yara sarma politikası var bizde; insanlar devletten yaralarının sarılmasını istiyorlar. Deprem maduru yaşlıca bir adam, evine dolmuş suları dışarıya atmaya çalışırken küçücük bir kovayla, ‘Devletimizden yaralarımızı sarmasını istiyoruz.” diyor. Saatlerce köprüyü geçmeye çalışan insanlar, ‘Devletin, belediyenin bu soruna bir çözüm bulmasını istiyoruz.’ diyor. Makiniste dava açılıyor, Toki kötülenmeye çalışılıyor...

Kimse de demiyor ki; afet yönetimi yerine biraz da risk yönetimi üzerine düşsek, olmadan önce önlesek tüm bunları! Alt yapı çalışmalarına önem versek, şehirleri, yaşam standartlarını iyileştirsek, sırf maddi kazançlar için yeşil alan projesiyle korunan dere kenarlarını imara açmasak, evden çıkmadan önce son kez etrafı kontrol etsek, çocuklarımızı olabileceklere dair bilgilendirsek, tembihlesek, yüzebiliyor olduğumuz gerçeğine fazla güvenmesek, boğulmanın iyi yüzmeyle alakalı olmadığını kabullensek, sakıncalı yerlere iş işten geçtikten sonra yüzmek yasaktır, tabelası koymasak da önceden akıl etsek bunu, acele etmeyi bıraksak artık, trafik kurallarına uymanın, kemer takmanın normal olduğunu anlasak, makas atmaların havalı olmadığını kabullensek, kondüktörün ne kadar gerekli olduğunu anlamamız için, o trenle peron arasındaki boşluğun fazla olduğunu anlamamız için ölüm gerekmese daha fazla, okullarda deprem tatbikatları, depremle ilgili bilgilendirmeler depremlerden sonra yapılmaya başlanmasa, deprem çantalarının önemi anlaşılsa, evlerin inşaatları daha kontrollü ortamlarda gerçekleştirilse... Liste böyle uzayıp gider. Nasıl sayfalarca kayıp haberi yazabiliyoruz, sayfalarca sorun da yazılabilir ve sayfalarca eksiklik ama yine de kimse umursamaz bunları. Ne söylenirse söylensin, iş işten geçtikten sonra çözüm aranmaya devam edilir. Biz insanlar risk yönetimi neymiş bilmeyiz, önemsemeyiz, çünkü bize bi’ şey olmaz; kötü olaylar, felaketler yalnızca televizyonda haberlere çıkan, gazetelerde kendilerine bir köşe verilmiş insanların başına gelir, internette gezinirken gözümüze çarpan haberlerdeki insanlar yaralanır veya ölür yalnızca. Bize bi’ şey olmaz! Gizem KAYAHAN

23


Kalabalık Ağustos 2013

Merhaba sevgili okurlar, Geçen sayımızda Suç Bilimi ve Suç Psikolojisini irdelemeye başladık. Bu sayımızda da kaldığımız yerden devam edelim. Kelime olarak suçluluk bilimi anlamına gelen kriminoloji (suç bilimi), gerçek yaşamdaki fiili bir olay (örnek) olarak, suçun bilimidir; deneysel ve gerçek bir bilimdir. Kısaca suç bilimi gerçekler bilimidir. Diğer bir ifadeyle suç bilimi, suçlu ve suç gerçekliğindeki görünüş şekli olarak, suçla ilgilenen, suç ve suçlu bilimidir. Aslında biraz geniş bir çerçeveden bakacak olursak, suç psikolojisi, Suç olsun veya olmasın bütün olumsuz sosyal davranışlardır. İnsanın sapıcı davranış ve eylemleri arasında suçu doğuran, yapan ve suçu kontrol etme amacını güden süreçleri açıklayan ve suçun sebep ve faktörlerini tespit maksadıyla insana ve suç işleyen insana ilişkin bilgilerin bütünün sentezini oluşturan her unsur suç bilimi ve psikolojisi içerisine dâhil olur. Suç psikolojisinin konusu, toplumsal normlardan sapma şekillerinden suç denilen insan davranış, tavır ve hareketlerini ve suç olayını, suçu yapan süreçleri, sosyal bir gerçek olarak ceza adalet sisteminin işleyişini, suç ile suçlu ve sosyal çevre ilişkilerini incelemek, suçun sebep ve etmenlerini mümkün olduğunca belirlemek, suça sebebiyet veren unsurları, süreçleri izah etmek ve bu hususlarda elde edilen bilgilerle söz konusu suç denilen sosyal kötülüğü en etkin şekilde yok etmek veya mümkün olduğunca azaltacak strateji ve teknikleri belirlemektir. Suç bilimini geniş anlamda iki büyük gruba ayrılabiliriz; birinci gruptaki alt dallar şunlardır:

4) Suç Psikiyatrisi: Anormal ve akıl hastası suçluları inceler; akıl hastalıkları ile suç arasındaki ilişkileri belirler. 5) Penoloji: Cezaların ve güvenlik tedbirlerinin menşe ve gelişmelerini izah eder; bunların ne derece etkili olduklarının araştırır. Bu beş dala genellikle Teorik Suç bilimi adı verilmektedir. İkinci grubu ise Uygulayıcı Suç bilimi teşkil etmektedir. 1) Suç Siyaseti: Suçları önlemek için devletin yerine getirmesi gereken faaliyetlerden söz eder. Bu itibarla suç siyaseti suça karşı savaşmak için devletin faaliyete koyduğu bütün araçlardan oluşur. Bu bakımdan din, ahlak da birer araç sayılabilirler. 2) Suç Profilâksisi: Toplumun, suçluluğunun sosyal ekonomik etmenlerini önlemek yada azaltmak veya yok etmek için başvurduğu bütün araçları inceleyen bilgi dalıdır. Bu bilimin tıbbî ve sosyal yönleri vardır. 3) Kriminalistik yada bilimsel polis: Suçluların ortaya çıkarılmasını sağlamak için başvurulan fennî araçları inceler. Daktiloskopi, Antropometri, Balistik gibi dalları vardır. Bu noktada şu hususu belirtmeliyim ki, kriminalistik ile suç bilimi iki ayrı bilim dalıdır. Çoğu zaman suç bilimi ile kriminalistik birbirine karıştırılmaktadır. Bu iki ayrı bilim dalının aynı bilim dalı gibi gösterilmesi yanlış olduğu gibi birinin diğerini kapsaması da söz konusu değildir. Teoride ve uygulamada da durum bu şekildedir. Kriminalistik teknik bir delil tespit bilimidir. Kriminalistik teknik olarak suç delillerinin tespiti, suçlunun tespiti ve suçun aydınlatılması ile meşgul olmasına karşın, suç bilimi her şeyden önce suçun açıklamasını yapan, suçlu davranışın nedenlerini inceleyen, suçun önlenmesi ve suçlulukla mücadele ile ilgilenen bir bilimsel öğretidir.

1) Suç Antropolojisi: Bu dal suçluyu, organik yapısı bakımından inceler ve verasete ilişkin, biyolojik, anatomik, fizyolojik etmenleri söz konusu eder. 2) Suç Psikolojisi: Suçun oluşmasına neden olan yada gelişmesini sonuçlayan ruhî olayları, mekanizmaları inceler: Yaş, cinsiyet, karakter, bünye gibi. 3) Suç Sosyolojisi: Suçu bir sosyal olay olarak ele alır; sosyal kimlik taşıyan ve suça sebep olan etmenleri araştırır; sosyal ortam, alkol etkileri, sinema, din gibi.

24


Kalabalık Ağustos 2013

Verdiğim şu tarifler de göstermektedir ki, bir yazarın dediği gibi hemen hemen mevcut kriminolog sayısınca ayrı ayrı suç bilimi telâkkileri vardır. Zira suç olayının değişik cephelerinin varlığı, konuya ilişkin olarak mevzuatın meydana getirilişi, mevzuatın ihlali, kolluğun, adliyenin müdahalesi, müeyyidelerin uygulanması gibi değişik faaliyetlerin incelenmesini gerektirir. İşte bazı yazarlar açıklanan bütün faaliyetleri suç biliminin konusu içine almakta bazıları ise, sade suçun sebeplerinin belirlenmesini suç psikolojisinin mevzuu olarak telâkki etmektedir. Bu ayırım sonucu olarak da geniş ve dar suç bilimi tarifleri ortaya çıkmaktadır. Bir daha ki sayıda Suç psikolojisinin tarihini iredelemeye devam edeceğiz. “Suçun üstünlükler gibi dereceleri vardır.” Jean Racine

Arkın GELİŞİN

25


Kalabalık Ağustos 2013

Hayallerin Ötesinde-Imagine

Görme engelli Ian, Lizbon eyaletinde görme engelli öğrenciler için eğitim veren bir okula öğretmen olarak atanır. Buradaki öğrencilerine gösterdiği ilgi ve vermiş olduğu eğitim ile birçok ilgiyi üstüne çeker. Farklı olduğu gerekçesi ile acemice davrandığını düşünen okul yönetimine karşı, Ian görme engelli öğrencilerine baston desteği olmadan yürümeyi öğretmek ister. Yapması gereken tek şey tüm seslere hakim olabilmek, kulaklarını eğitebilmektir. Kulakları ile görebilen bir insan olmaya özenmemek içten bile değil… İMDb : 7,4 Vizyon Tarihi: 9 Ağustos 2013 Tür: Drama

Geçmişin Sırları-The Company You Keep

Yönettiği filmin başrolünde oynayan yönetmen, karşımıza bu sefer 9.filmi olan Neil Gordon’un aynı adlı romanından bir uyarlama ile çıkıyor. 30 yıl boyunca kimliğini gizlemeyi başaran eski bir teröristin bir gazeteci tarafından kimliğinin ortaya çıkarılması üzerine odaklanıyor. Bir intikam filmine dönüşür mü yahut adalet yerini bulur, yakalanır fikriyle sabitlenir mi film? Merak konusu. İMDb : 6,3 Vizyon Tarihi: 23 Ağustos 2013 Tür: Dram, Gerilim, Gizem

Aşk Kokusu-Après mai

1968 Mayıs’ında, Fransa’sı, reel dünya, siyasal idealleri, aileleri, sanatları arasında gidip gelen liseli gençlerin hikâyesi anlatılır. Venedik’ten ‘’En İyi Senaryo’’ ödülü ile dönen filmin Türkiye’de gişe kıracağı beklentilerini ummasak bile, 68 kuşağını anlatabilen nadide filmlerden biri olacağı hiç şüphesiz gerçek. İMDb : 6,7 Vizyon Tarihi: 30 Ağustos 2013 Tür: Drama

26


Kalabalık Ağustos 2013

Evdeki Yabancılar Ağustos ayı vizyona giren 3 Türk yapımı filmden biri. 90’lı yıllarda yaşanılmış bir hikâye, gerçek değil ama senarist ‘söz konusu mübadele, gerçek yaşamlara değmeden bu hikaye yazılamazdı’ diyor. Mübadele dönemi göç eden Rum bir kadının yıllar sonra bir Ege kasabasına gelerek, bırakmış olduğu eve yerleşmek istemesiyle başlıyor film. Ancak evde yaşayan bir Türk vardır. Evi sahiplenmeye karar veren her iki karakter de aynı evde yaşamaya başlayacaktır. Çağan Irmak’ın Dedemin İnsanları filmini anımsatacaktır bu hikâye. Mübadele hikâyeleri geride bırakılan bir şeylerin varlığı ile hep üstüne gidilmiş bir konu olarak senaryolaştırılmış ve Yönetmenin yaptığı röportajda da bu dile getirilmiştir. Resmi sayfada tanıtım ‘’ Geçmişinin peşine düşen bir kadınla, geleceğine sahip çıkmaya çalışan bir adamın, yıllardır her şeye sessizce tanık olan ve paylaşılamayan bir evde kesişen hayatları üzerine bir film.’’ olarak yapılmış. Hikâye başkarakterlerin de Rum olmasından yola çıkarak bakıldığında Yunanlıların gözünden anlatılmış. Yunan hükümeti tarafından ya da konsolosluklar tarafından her hangi bir desteğin söz konusu olmadığını belirten yapımcı, senaryo yazım aşamasında iken Yunanistan’ın ekonomik krizde olduğunu da belirtmek istiyor. İki yönetmenin ilk uzun metrajlı bu filmi, risk alınmamış olan, iddialı bir film olmamasına rağmen Türkiye’de sinema salonlarını doldurtması gerekecek yerli bir film, umarız hak edilen ilgi gösterilir… Vizyon Tarihi: 9 Ağustos 2013 Tür: Dram Savaşın Gölgesinde-Lore Nazi Almanya’sını bu kez Hitler taraftarı bir ailenin gözünden görüyoruz. Rachel Seiffert’ın ‘The Dark Room’ isimli romanından uyarlama olan bu film 2.Dünya Savaşı’nın tüm etkisini tüm sahneleriyle hissettiriyor. Savaş sonrası, Führer yanlısı olan anne ve babasının tutuklanması ile Lore, kardeşleriyle bir başına kalır. Nazi sempatizanları teker teker yakalanarak öldürülürken Lore dört kardeşini yanına alarak yollara düşer. Ortada bitmiş bir savaş olsa da sürmeye devam eden kargaşanın ortasına düşmek mecburiyetinde kalacaklardır. Hamburg’daki yakınlarının yanına giderken yollarını kesen bir grup askerle karşılaşırlar ve bu sırada Yahudi asıllı bir genç tarafından bir süreliğine de olsa can güvenlikleri tehlikeden kurtulur. Ailesi tarafından aşılanan bu Yahudi karşıtlığı, Lore’yi çıkmaza sürükleyecektir. Farklı olmak mıdır savaş? Aynı yaşamak mıdır barış? İzlenmeli… İMDb : 7,1 Mehtap TAŞ

27


Kalabalık Ağustos 2013

Kaiken –Jean Chiristophe Grange Fransa’da işlenen vahşi cinayetler, kitabın kahramanlarından biri olan komiser Oliver Passan’ın dikkatini oldukça çekmiş durumda. Bir katilin peşinde olan passan bu cinayetlerin kapısını aralamaya karar verir. Hamile kadınların karınlarını yararak fetüsü alıp yakan bir katilin izini süren passan çoğu kez katili yakalama raddesine gelip birçok kez elinden kaçıracaktır. Amansız mücadelede Grange yine yazarlığını konuşturuyor. Yayınevi: Doğan Kitapçılık Çeviri: Tankut GÖKÇE Sayfa Sayısı: 384

Zaman Temsilcisi – Peter Ward

Hayat boyunca insanlar hep geleceği görmek istemiştir. Filmlere, kitaplara konu olan bu geçmiş ve gelecek yolculuğu bu kez Peter Ward’ın kaleminden akıyor. Seçilen düşlenen bir zaman dilimine gidebilmeyi kim istemez ki? Kitapta 17. Yüzyıldan tutun da vahşi batıya kadar sürüklenen bir gezi sizi bekliyor. Macera ayağınıza kadar geliyor. Bilimkurgu türünün son örneklerinden olan bu kitap hayal gücünün sınırlarını zorlayacak düzeyde. Yayınevi: Altın bilek Çeviri: Ahmet FARUK, Fulya ÇEÇEN Sayfa Sayısı: 352

Sınırların Ötesinde- Buket Şahin

Bu kitabın içinde dört kıtadan pek çok sanatçı ve aydınla yapılmış siyaset, edebiyat ve kültür sohbetleri var. Sunay akının da nitelendirdiği gibi “ Kibele’nin kızı Buket Şahin” kitabında hayatta olan ve olmayan toplam 22 aydın ve sanatçıyla belgesel tadında sohbetlerini kitap halinde okuyucuya sunuyor. Noam Chomsky, Eduardo Galeano, Eva Golinger, Paul Auster, İlhan Berk, Burhan Doğançay, Bülent Ortaçgil, Ara Dinkjian, Şirin Devrim, Bahadır Baruter, Alvaro Arzu, William F. Engdahl, Andre Vltchek, Michael Mcmahon, Erdal Öz, Orhan Taylan, Khaled Akil, Peter Hristoff, Ayşegül Kuş Durakoğlu, İlhan Mimaroğlu, Defne Halman, Güngör Mimaroğlu ve daha birçoğu ile size bir sohbet şöleni sunuyor. Yayınevi: Kaynak Yayınları Sayfa Sayısı: 320 Kumru NATIR

28


Kalabalık Ağustos 2013

Bir Sakura Hikayesi

… Toprak kokusunun tüm çevresini sardığı ilkbahardan kalma bir sabaha uyandı Hashimoto. Ağaçların hışırtısı ve güneşin yüzünü okşayışıyla doğruldu olduğu yerde. Aklına ilk gelen düşünceye kendisini de çok şaşırtmış olacak ki yataktan fırladığı gibi kalemine sarılıp birkaç cümle karaladı. 1927 yılında askeri ateşelik için gidipte tanıştığı, hayatının yönünü değiştirecek bir önder vardı rüyasında. Ankara’dan döndü döneli hiç böyle hissetmemişti kendini. Geleneklerine bağlı Yarbay, aklında dönen binbir tilki ile akşama doğru Kyushu bölgesindeki muhteşem kiraz ağacı manzaralarına doğru yol aldı. O gün Hanami yani Çiçek seyretme günlerine katılacak, belki bir yandan çayını yudumlayarak bir grubun Japon çay seremonisine eşliğinde huzur bulucaktı. Fakat zihnindeki yoğunluk ve son günlerin vermiş olduğu sorumluluk buna izin vermiyordu. O gün bir çok üst düzey asker Sakura, kiraz ağacı, izlemek ve birkaç kase çay yudumlamak için sivil olarak oradaydı. Aracından inerek etrafına hızlıca göz attı ve manzaranın muhteşemliğine bir anlık kendini kaptırdı. Birkaç dakika sonra düşüncelerine engel olamamaya başladı. Kuru dallardan adeta fırlamış olan pembe tomurcuklar ile açmaya yüz tutan ve hafif bir esintiyle yapraklarını dökerek ortamı büyülü bir cam küreye çeviren ahenk Hashimoto’yu hayallerine daha bir boğmuştu. Kiraz bahçesinde dolaşırken; ağaçlığın orta yerinde, elinde bir kase çay ile onu hazırlayanlara sunduğu minnettarlıktan yoksun gülüşüyle yaptığı şey; düşünmekti. Her ağacın arasından geçerken kulaklarında artık sabahki hışırtılar yoktu. Sadece gözüne güzel gelen ağaç çiçeklerinden yansıyan pembemsi bir ışığın farkındaydı. Kafasında Ankara yıllarında tanıştığı o önder, ulu önder… Sanki yavaş yavaş ateşi çıkıyor gibiydi, nefes almakta zorlanmaya başladı. Az ileride gördüğü dostlarının bile ayrımında değildi. Kafasında semboller, düşünceler, kurtuluşlar veya 3 yıl öncesine dayanan bir hobi olan devrim fikri. Yanına gelen Binbaşı Chō ve Binbaşı Tanaka’nın sesleriyle irkildi. Onlara bir şey anlatması gerektiğini belirten ufak bir sohbetin ardından kafasını kaldırdı ve tek bir noktaya odaklandı. Gülün yapraklarını andıran yapraklarının bir anlık şiddetli çarpmayla etrafa saçılan, Japonya’nın belki kurtuluşu olabilecek fikri sunan bir Sakura’ya… Her şeyi uzun uzun düşünmeye fırsatı yoktu. Aklındakileri bir an önce arkadaşlarıyla paylaşmaz ise çıldırabilir, kurtuluşu kaybedebilirdi. Toplantılar yapılmaya başlandı, fikir hızla yayılıyor ve oldukça gerekli bulunuyordu. Bu düşüncelerin ışığında yeni bir yola girmeye hazırlanırken, Hashimoto’nun yüzünde meyvasını vermeye hazırlanan bir Sakura’nın ilkbaharı müjdeleyişi gibi bir gülümseme vardı. Sanki herşey yoluna girecek ve yaz ayları bu fikir eşliğinde güneşe doyacaktı. Resmi raporlar hazırlanırken yakın iki arkadaşının da desteği ile neredeyse 100 kişilik bir cemiyet kurdu. Sakua-kai adındaki bu cemiyet pek tabii milli bir kimlikte taşıyordu. İyiden iyiye kuru bir ağacın çiçeklerini meyvaya dünüşüne hazırlanışındaki heyecanı tüm bir cemiyet duyuyor fakat bir şeyi unutuyorlardı. Sakura’nın verdiği meyva acıydı… O dönemlerde yaşanan hükümet bunalımlarından bıkan her üst düzey komutan bir arayıştaydı ve bu arayış darbeyi getiriyordu. Uzun uzadıya düşüncelerin eşliğinde Mart Olayı patlak verdi ve bu düşüncelerden vazgeçildi. Acı tadı almış olan cemiyet bir zaman için sessizliği tercih etti.

29


Kalabalık Ağustos 2013

Planlanmamış olayların tartışılması gerekiyordu. Bu dönemde Hashimoto, öğretmenlik yaparak daha çok araştırma yapmak için fırsat buldu. Uzunca bir süreden sonra Ekim ayında Liutiaohu dolaylarında meydana gelen bir patlamayı fırsat bilerek tekrar girişimler başlamıştı. Sanki kış ortasında yeniden bir çiçek açısı yaşanacak gibiydi. Ancak sızdırılan bilgiler ile yeniden yolları kapanan kurtuluş, beraberinde cemiyetinde sonunu getirmişti. Tüm yapraklarını kaybeden Sakura artık çare değil neredeyse tutuklanışın sembolü olmuştu. Nitekim hiçbir son yeniden çiçek açısının engelliyecek kadar kötü olmamıştır. Hashimoto bu davadan 20 günlük ev hapsi ile kurtulmuştu. Tekrardan çalışmalarına başlamış, askerlik hayatını biraz uzakta olsa da Topçu Kışlalarında devam ettirmeye başlamıştı. Albay bile olmuştu. Ama onun tek üzüldüğü, hayallerine vurulan darbeydi. Gecelerce rüyalarında meyvasının tadının acı olduğunu unuttuğu bir Sakura vardı. Sadece güzelliğinin izlenmesinin gerektiğini, o oluşturduğu şahane atmosferin tadına varılırken bir kase çayı yumdumlayarak o anı yaşaması gerektiğini unuttuğu gibi… …

30

Piraye


Kalabalık Ağustos 2013

Sınırın Güneyinde,

Güneşin Batısında Haruki Murakami

“Muhtemelen” sınırın güneyinde bulabileceğiniz bir kelimedir. Asla güneşin batısında değil. “Dönecek misin?” “Muhtemelen.” Bir gülüş her şeyi yatıştırabilir ya da her şeyin yolunda gideceğinin habercisi olabilir miydi? Kitabın ana kahramanları olan Hacime ve Şimamato’nun birbirlerine karşı hissettikleri duygu tam olarak buydu. Kitap geçmiş yaşantılara, Japon kültür ve değer ve yargılarına oldukça yer vermiş. Kitabın yazarının müziğe olan ilgisi her satır arasında seziliyor. Plakların özenle satın alınması her çalınıştan sonra silinip yerine koyulması gibi hususlara değinen yazar, plaktan kulağa gelen o eşsiz sesi okuyucunun da kulaklarına getiriyor. Kitabın ana kahramanları dönemin özelliğine göre çok az rastlanan bir benzerliğe sahiptir. İkisi de tek çocuktur. Bu tek çocuk olma unsuru ikisini bir araya getirmiştir. Şimamato’nun aksayan ayağı çocuklara dalga malzemesi olurken Hacime için durum farklıdır. O Şimamato’nun durumunu hep olgunlukla karşılamıştır. “ O zamanlar bilmiyordum. Birini tekrar düzelemeyecek kadar kötü kırabileceğimi. İnsan sadece var olarak diğer bir insanda dönüşü olmayan ağır yaralar açabiliyordu.” Aldatan erkeğin ihanetinin ilk sözüydü bu. Kitap boyunca ihanet art ara sürüp gidiyor. Şimamato’yu başkalarında arama çabası onu yorduğunda ihanetlerine de ara veriyor. Aldatmak, aldatılmak olguları sizi bir süre düşündürüyor. Sevdiğini bulmak için çırpınan bir adama kızamıyorsunuz. Ama iş 2 çocuğu bırakma raddesine kadar gelince sanırım herkes ana karaktere artık durmalısın diyecektir. Yazar da öyle düşünmüş olmalı ki kitabın sonunu tam olarak bağlamıyor. Son havada kalıyor. Hacime gitmekle kalmak arasında bir yerde duruyor. Gideceği yolu, vereceği kararı siz seçiyorsunuz. Kitabın Türkçe çevirisi oldukça sade. Kitabın çevirmeni kitabın orijinal dilinin de oldukça sade olduğunu söylüyor. Kitap Doğan Kitap Yayınevinden çıkmış ve 187 sayfa. Keyifli okumalar… Kumru

31

NATIR


Kalabalık Ağustos 2013

PASİF DİRENİŞ : ANİME Ağustos sayımızın sineması oldukça zorladı beni. Japon beyaz perdesine el atalım dedik amma az kalsın elimizde kalıyordu. Yazımın sonlarına doğru öz eleştirimi de yapmış olduğum ,cahilliğime yanıp yüzüm kızararak yazdığım bu sayımızın dizisini Anime’lere ayırdık. Animasyon değil tabii ki Anime dediğimiz bu kültür. Vikipedi’nin açıklaması ise ‘’animasyon veya çizgi film anlamına gelen Fransızca kökenli, Japonca bir kelime’’. Nasıl yahu? Şöyle ki Japon çizgi filmi denebilir, aslında çizgi film demeye bile bin şahit. Çünkü sadece birkaç ülkede çizgi film sanısı var ve Türkiye’de bunlardan biri. Tanıyoruz esasen bu anime dediğimiz şeyleri: Pokemon, Heidi, Şeker Kız Candy, Tsubasa… Kafa karıştıracak bir tanım daha koymakta fayda var. Animeler, animasyon değil çünkü elle de çizilebiliyor karakterler; çizgi film değil çünkü her yaştan insanı etkileyen gerek aksiyon, gerek dram, gerek macera gibi birçok konu çevresinde de gelişebiliyor. Japonya’da bu kültür çocukların okul dışında sabahları kalkıp da izlediği bir televizyon programı olarak görülmüyor, akşam vakitleri yani herkesin izleme imkânının en yüksek olduğu saatler seçiliyor yayım için ve tıpkı bizim dizilerimizde olduğu gibi, yaş sınırının olduğu animeler de mevcut. Anime deyince akıla Osamu Tezuka ve Miyazaki Hayao geliyor. Tezuka animenin kurucusu, Miyazaki ise en büyük anime şirketi Ghibli’nin sahibi. Tezuka hakkında pek bir bilgiye erişilemiyor aslına bakılırsa, küçük yaşta 8 mm.lik bir kamera ile animeler çekmeye başlıyor ve o dönemin en tanınan ismi olan Walt Disney’den etkileniyor. Boynuz, kulağı geçiyor olsa gerek ki Disney sonraki yıllarda Anime filmlere yatırım yapmaya başlayacaktır. Animelere baktığınızda dikkat çeken bir başka unsur karakterlerin Japonlara benzemiyor olması. Uzun bacak ve büyük göz; minyon tipli, çekik gözlü Japonlarla oldukça alakasız… Bu da etkilenme dediğimiz varyasyonsuzluğun Disney’den yansıması. 2.Dünya Savaşı’nın, ağır kayıpların ülkesi yaptığı Japonya, kalkınmasını ABD üssü destekli yürütürken ısıtılıp ısıtılıp önlerine konan bir kültür karmaşası yaşıyordu. Bu kültürün bir diğer yansıması olan ithal çizgi roman, pasif direnişin imgesi Manga’ları doğuracaktır.

32


Kalabalık Ağustos 2013

Yapılan çizimler,” man” (kaygısız, ilgisiz) ve “ ga” (resim) birleşiminden oluşan “manga” kelimesiyle tanımlanmıştır. Çizgi romanlardaki çizimlere denen Manga, Animeleri oluşturur. Fan Art denilen bir başka kelime var ki bu da varolan mekan, karakter ya da sahnenin çizim etkinliğine verilen isim. Animeden doğan bu etkinlik de Star Wars, Örümcek Adam gibi hayran kitlesi geniş filmler için gerçekleştirildiğinde; yabancı sektörün Japonlara hezimetmişçesine sunduğunu, ters teptirtmekte. Bu da pasif direnişin bir başka şekli… Türkiye’de Animelerin ne durumda olduğunu merak ediyorsanız, çevrenizden de göreceğiniz üzere birçok kişinin bu kültürden haberi yok. İnternete girdiğinizde ise o hava hemen değişiyor. Resmi bir site üzerinden yapılan çalışmaları gördükçe hayret etmeden yapamadım. Tokyo’da yapılan Anime fuarına ülkemizden katılan birçok insan var ve Üniversitelilerin oluşturduğu Anime Toplulukları var, yine üniversite şenlikleri dışında düzenlenen Japon Filmleri Festivali, üniversitelerde Manga günleri, Cosplay (bir çeşit anime kıyafet balosu) günleri, Bilkent Üniversitesi’nde Anime dersinin verilmesi, Türkiye’ye gelen birçok Animecinin semineri vs. yapılan etkinliklerden birkaçı. Sosyal Medya’da ise Animelerin karşılaştırmaları, anime tartışmaları öyle iştah açıcı ki, hem nasıl bu kadar sezon izleniyor bu çizgi filmler(!) diyorsunuz, hem de bu kadar insanın bu derece ilgi alanına nasıl girebilmiş diye de hayret ediyorsunuz.

Türkiye’de neden gelişmemiş dediğimiz de ise şöyle bir geriye gidip bakmak istiyor insan. Rtük tarafından uyarı alan, yayımdan kaldırılan animeler ve kapatma cezası alan televizyon kanallarımız var. Bir de çizgi filmi 0-6 yaşa indirgedik mi, cevap kendiliğinden çıkıyor ortaya. Bugün kalkıp da bir anime izlemeye kalktığınızda aman dikkat edin,’bu yaşına geldin hala çizgi film mi izliyorsun?’ diyenlerin varlığı her zaman olacaktır…

Mehtap TAŞ

33


Kalabalık Ağustos 2013

Japon Müziği

Japonya’da geleneksel kökenlere bağlı kalan birçok vatandaş sanata yönelmiştir. Şamisen katı ölçütlere bağlı olarak tanınmış sanatsal bir müzik aletidir. Taiko ise geleneksilliğini hala savaş davullarına borçlu bir durumdadır. Bu iki farklı türün derinliklerinde barındırdığı koskoca bir tarih vardır. Gelin hep beraber onların ritimlerini duyarmışcasına kısaca biraz yakından bakalım… Şamisen, 16. yüzyılda Japonya’nın en güney bölgesi olan Okinava’ya özgü sanşin adı verilen bir çalgıdan türemiş ve bu dönemde en çok kullanılan çalgılardan biri olmuştur. Çin kültürüyle sürekli iletişim halinde bulunan Japon kültürüne bu müzik aleti, akraba kültürden sanxian adlı çalgıdan gelmektedir. Baçi adı verilen bir mızrap ile çalınan üç telli bu Japon çalgısının 16. yüzyılda güney Japonya’da doğduğu kabul görür. Baçi geleneksel olarak fildişi ya da kaplumbağa kabuğundan yapılan büyük boyutlu ve ağır bir mızraptır. Günümüzde mabet ağacı yaprağı biçimi verilen tahtalar kullanılır. Yapı olarak klasik gitara oldukça benzer fakat sapı daha incedir ve perdesi bulunmaz. Davulumsu dikdörtgen gövdesi önden ve arkadan hayvan derisi ile kaplıdır ve Do olarak adlandırılır. Bu gövde ona vurmalı bir özellik de kazandırır. Ayrıca çıkan sesi arttırmak için köpek ya da kedi deriside kullanılırmış. Genelde teatral çalışmalarda kullanılan Şamisen, diğer Japon çalgılarıyla birlikte topluluk oluşturarak naguata adlı şarkılara eşlik eder. O an içinde kullanıldıklar müzik türüne göre boyut ve biçimde büyük değişkenlik gösterebilir. Bu değişiklik baçi seçilmesiyle de sağlanabilir. Oldukça çok sesli olan bu alet geleneksel kıyafetler eşliğinde büyük bir nezaketle icra edilir. Taiko’ya gelicek olursak, savaşlarda askerlerin moralini yüksek tutmak için kullanılırlardı. Günümüzdeki işlevi sanatsal olsa da duyanların içindeki saldırganlık arzusunu artırarak farklı bir atmosphere sokmaya yetecek kadar tok bir davuldur. Aslında taekwondo, karate, judo gibi bir savaş sanatlarını da ifade etmektedir. Harpı andıran konghou üzerinde bulundurduğu iki sıra halindeki toplam 36 yay ile hızlı çalınabilmeye olanak sağlar ve uçan yabani kazlara benzetilmektedir. Ruan ise boyutuna bağlı olarak gösterdiği çeşitlilikte Batı kültüründeki bir çok alete benzetilmektedir. Özellikle duygulu müziklere eşliği esnasında büyük ruan ve orta tonlu ruanın viyolonselden ayrılması zorlaşır. Yaylı çalgıların en hüzünlüsü ve en kıdemlisi olan Erhu, 3 oktavlık sesi ile farkını ortaya koyan bir çalgı olarak operalardaki yerini almaktadır. Kültür etkileşimleriyle gelişmiş olan mataoqin şekli bakımından sapının at başını benzemesinden kaynaklı bu adı taşımaktadır ve yaylı olan bu çalgı da otağlardan dinlendiren bir ses olarak yükselmektedir. Niutiqin, akraba ziyaretlerinde boy gösteren ince kemanımsı sesi ile habercidir. Takiben banhu, leiqin, gaohu... Uzunluğu ve kalınlığı değişen sopalar burada da yardımcıdır. Bachi olarak adlandırılır ve 3 tele sahip olan Şamisen’deki gibidir. Kullanılan ağacın cinsi (meşe, akçaağaç, gürgen) davuldan elde edilen sesi büyük oranda etkiler ve her grup kendi içinde çalınacak şarkının niteliğine göre bir standardı belirler. .

34


Kalabalık Ağustos 2013

Her şarkının melodisi bu üç ana ritm üzerinde belirlenir. “Do-Ko” kalp atışını; “Do-Ko-Don” koşan bir atı; “Don-Do-KoDon-Don” festival ritmini simgeler. Kendi içinde örülü bir kurguya sahip Taiko, doğaçlamaya pek izin vermez. Bu kadar geleneklerine bağlı olarak sahip oldukları değerleri yücelttiler. 1980’lerde patlak veren ilk Dünya Müziği dalgasında pek çok ülkenin sanatçısının yaptığının aksine Japonlar öncelikle kendi kültürlerinin neler sunduğunu irdeledi. Kendi kültürünü bilmeden diğer diyarlara açılmayı tercih etmeyerek kazanan onlar oldu. Bu cümbüşe siz de kendinizi dahil edebilirsiniz… Şems

35


Kalabalık Ağustos 2013

Japonistan’ın Suşisine Dair Dört büyük ve üçbine yakın küçük adadan oluşan,dünyanın en büyük üçüncü sanayi ülkesi Doğu Asya’nın en güzellerinden olan, gizemli Japonya, kendi içinde çok büyük bir kültürü barındırmaktadır. Japonlar yüzyıllarca verdikleri emek sayesinde çağdaş uygarlıklar arasında en belirgin kültürlerden birisini geliştirmişlerdir. Japonların düzgün ve istikrar dolu tavırlarının günlük yaşamlarının her alanında hissedilmesi ve bunların görenekler,giysiler, yemekler, özellikle evlerin düzeninde de baş rol oynaması bu gelişimlerinin ana nedeni olarak gösterilebilmektedir. Bir ülkenin yemek kültürü, o ülkenin insanının hakkında çok fazla bilgiye sahip olmanızı sağlayabilmektedir.Evlerde insanlar kimono denilen giysiyi giymektedirler ve akşam yemeğinde masanın çevresinde dizilmiş yastıkların üzerlerine oturarak yemeklerini yemektedirler. Tipik bir Japon sofrası, pilav, genellikle çiğ olarak çeşitli cins balık dilimleri, çorba, salamura ve meyvedan oluşmaktadır. İnsanların yaşam şekilleri ve tercihleri bulundukları coğrafyaya göre şekillenmektedir ve zamanla bir arada yaşayan toplum kendine has zevkler, ortak noktalar oluşturmaktadır. Bu kültür dışardan bakıldığında öteki ülkelere değişik gelebilmektedir. İşte suşi de belkide bu nedenle biz Türkler tarafından tam olarak benimsenememiş ve hala bu kültüre meraklı ve şaşkın gözlerle bakılmasına yol açmıştır. Biz Türkler huyumuz gereği tarih boyunca gücümüzü bol kırmızı et ile beslenmekten alıp, bedensel olarak güçlü bir hale gelmişizdir. Bunun kanıtı tarih boyunca kırmızı etin yenmesinin yasak görüldüğü dinlerin benimsendiğinde Türklerin kendinden çok şey kaybetmeye başlamasıdır. Bizim özelliklerimiz, coğrafyamız, tarihimiz, kültürümüz nasıl kırmızı et tüketimini gerektirmişse ve bu zamanla bizim damak tadımız haline gelmişse, Japonların suşi kültürü de kendilerine has anlam ve önem taşımaktadır. Dolayısı ile başta garipsenmesi oldukça doğaldır. Her ne kadar tadına bakan bir Türk “bunu bir mangalda çevirseydik bu yavan ve lezzetsiz olmuş.” diye düşünsede zamanla doğru tüketerek suşinin tadına varmak mümkündür. Sushi, pirinç sirkesi ve şeker ile tatlandırılmış pirincin, pişmemiş balık, deniz ürünleri veya sebzeler ile çeşitli biçimlerde bir araya getirilmesinden oluşan bir yemektir. Göze hitap etmesinden ziyade sağlık açısından da düşük kalorili olması nedeniyle suşi oldukça yararlı bir besin maddesidir. Yapımı oldukça özveri ve sabır gerektiren suşinin, kadınların avuç içlerinin erkeklerden daha sıcak olmasından dolayı pirincin yapışmaması için genelde erkekler tarafından yapılması tercih edilmektedir. Aynı zamanda yapan kişi tüm bu yapım aşamasında işine konsantre olmakta bütün iyi enerjisini suşiye aktarmaya çalışmaktadır. Çünkü Japonların inanışlarına göre yemeğin asıl lezzeti ve güzelliği tamamen yapanın ona sevgisini katması ile mümkündür. Mutfaklarındaki bu özveri ve her balığı dahi farklı bıçakla kesmeleri, onların sabrının, saygısının bir göstergesidir. Sevgili suşinin yapımı için; pirinç., pirinç sirkesi, şeker, tuz, yosun,kombu,wasabi (baharat otu), soya sosu, gari (zencefil turşusu), bambu, tercihe göre balık türü, ume (japon eriği), gobou (bitki kökü) gerekmektedir. Bir çok çeşidi ve farklı farklı yapım şekillerine sahip olan suşiyi denemediyseniz en yakın zamanda denemeniz tavsiyesiyle... Melek Ece YAPAREL

36


Kalabalık Ağustos 2013

En hızlı…

Japonya’nın En’leri

Orta Asya’da kuş avlamak için 3.000 yıl öncesinin göçebelerine dayanan doğancılık; çeşitli türlerin birbirine kırdırılması veya araştırmalarla bugünün Bayağı doğan(Falco peregrinus)’ı olarak bilinen gökdoğanlar ile oldukça büyük kazançlar elde etmiştir. Göçmenlerle birlikte bulunduğu yerden çok uzaklara kadar ulaşmış olan Bayağı doğan, doğa bilimciler sayesinde az çok farklılaşmış ve birçok alt türü tanımlanmıştır. Falco peregrinus anatum, Falco peregrinus babylonicus, Falco peregrinus brookei, Falco peregrinus calidus, Falco peregrinus cassini, Falco peregrinus ernesti, Falco peregrinus furuitii, Falco peregrinus japonensis, Falco peregrinus macropus, Falco peregrinus madens, Falco peregrinus minor, Falco peregrinus nesiotes, Falco peregrinus pealei, Falco peregrinus pelegrinoides, Falco peregrinus peregrinator, Falco peregrinus peregrinus, Falco peregrinus radama, Falco peregrinus radama, Falco peregrinus tundrius…

Elbette ki yaşadıkları yuvalara ulaşımın zor olmasından kaynaklı daha nice falco yaşam mücadelelerine evcilleştirilmemiş olarak devam ediyor. Albertus Magnus’un gözlerinde uzun ve ince kanatlarının gökyüzünde oluşturduğu orak şeklindeki siluet, doğanlara yeni bir isim kazandırdı. Falx(orak)‘a çok yakın olan bir sözcük binlercesinin cinsini belirliyecek bir köken oluşturdu. Pangea’nın ayrılması gibi bu aile bütünü de büyük bir alana yayıldı. Yüzyıllar boyu süren kıta parçalanmalarıyla dört bir tarafta cinsini devam ettirmek isterken türleşmeler oluştu. En son aşamada Doğu Asya’ya kadar ulaşmış olan türlerden ikisi; Falco peregrinus furuitii ve Falco peregrinus japonensis... Japon adalarına ulaşarak göçmenlik özelliklerinden vazgeçerek, o ihtişamlı kanatların ile ulaşabildikleri hızı kaybetmeye başlamışlardır. Gökdoğan hızıyla tanınan bir türdür ve avına karşı yaptığı kendine özgü dalış hareketiyle neredeyse 360 kilometrenin dahi üstüne çıkabilmektedir. Batı uygarlıkları bu gücün farkına vararak doğanı sembol haline getirip, hiyerarşik düzende en üst sırada tutmuştur. Oysaki özünden oldukça uzaklaşmış olan Falco peregrinus furuitii neredeyse bulunmayacak kadar azalmış ve bir adaya hapsolmuştur. Hapishanesi Japonya’da Honshu’nun güneyinde Izu ve Ogasawara Adalarıdır. IUCN kırmızı listesinde nesli tehlikede olmayan bir kategoride yer almasına karşın oldukça azalmıştır. Sadece Asgari endişe (lc) belirtir.

37


Kalabalık Ağustos 2013

Falco peregrinus japonensis, diğer türe göre daha önceden Johann Friedrich Gmelin adlı bir doğa bilimci tarafından tanımlandı ve kökeninin Sibirya’ya kadar uzandığını ortaya çıkardı. Bu türün Japonya’daki popülâsyonu göçmenlikten vazgeçerek evcilleşmiştir. Rengi Honshu’daki akrabasına göre daha koyudur. Görünen o ki uzaklaşmaların doğurduğu çeşitlilik bazen türlerin iç benliklerinin kaybolmasına neden olurken, güzelliklerinden kaynaklı evcilleştirme hareketleri onları soylarını tükenme durumuyla karşı karşıya bırakabiliyor.

En büyük… Etrafı tamamiyle denizlerle çevrili ve en büyük geçim kaynaklarından birinin balıkçılık olduğunu düşürsek; bazı türleri kıyılara ulaşmasa bile Japonya’nın zengin bir deniz kültürüne sahip olduğu açıktır. Japonlar oldukça fazla balık tüketen bir toplumdur. Hatta balık ihtiyacının %40’ını dünyanın diğer ülkelerinden ithal ederek sağlamaktadır.

Japonya’daki çoğu çiftlikte koruma altına alınmış bir tür bulunmakta; Dev Japon örümcek yengeçleri (Macrocheira kaempferi). İlginç olma niteliklerini ilk başta isimlerinden kazanıyorlar. Örümceğe benzeyen bir anatomik yapıda gözükseler de sınıflandırmada kabuklularla akrabadır. Belirli zamanlarda büyüklüğünü aldırış etmeden kabuk değiştirmekle yepyeni bir görünüme sahip oluyorlar.

10 bacağıyla Büyük Okyanus’un derinlerinde aldıkları yolda milyonlarca çeşitteki güzellikleri seyretme fırsatı buluyor ve Japon kıyılarına yanaşıyorlar. Yol arkadaşı olarak derinlikleri seven küçük Japon köpek balıkları bir nebze tehtid unsuru olsalar da, yengecin büyüküğünün katkısıyla göz ardı ediliveriyorlar. Onların diğer yengeçlerden farkı, her bir bacağının 3-4 metreyi bulmasıdır. O bacaklar 20 kiloya ulaşabilen bedenlerini kıyılara taşıyarak eşsiz ve devasa yapılarını tanıtma fırsatı buluyorlar. Bir insanın tek başına taşıyamıyacağı büyüklükte olan bu yengecin genişliği ise 3,8 metredir. Ön taraftaki uzantılarını kıskaç gibi kullanır ve tırtıklıdır. Arka iki bacak ise üzerinde göksebilmesi ve itici güç oluşturabilmesi için daha dayanıklıdır. Yanlardaki bacaklar ise ilerlemek açısından yardımcıdır.

38


Kalabalık Ağustos 2013

En yaşlı…

Birçok araştırmaya göre en eski çağlardan beri yeryüzünde varolan canlılar muhakkak ki maymunlardır. Memelilerin bir takımı olan Primatlar veya iri beyinli yüksek memelilerden Japon şebeği (Macaca fuscata), Japonya’ya özgü bir türdür. Primatlar, çevik ve hızlı canlılardır. Anatomik açıdan ağaçta yaşamaya elverişli dört elli ve dengeyi sağlayan uzun kuyruklara sahiplerdir. Tüm dünyaya yayılmış halde ikiye ayrılırlar; Asya ve Afrika’daki Eski Dünya maymunları ve Orta ve Güney Amerika’daki Yeni Dünya maymunları… Eski Dünya maymunlarının beyinleri daha büyük ve karmaşık olduğundan Yeni Dünya maymunlarından üstündür. Japon şebeği’de bu hafif ve ufak bedenli Eski Dünya maymunları sınıfına girer. El ve ayak tabakları hariç tüm vücutları tüylerle kaplıdır. Kaba etleri kılsız olanlar da mevcuttur. Kılsız yerleri kırmızı veya mavimsi renktedir. Eski Dünya maymunları denge sağlama ve duruş vaziyetleri için gelişmiş kuyruklarından yararlanırlar. Hatta haberleşmede bile rol oynayarak sosyal ve hissi durumunu belirtir. Ancak Japon şebekleri genellikle dört elleri üzerinde hareket eder ve ağaçlarda oldukça zaman geçirirler. Yerel dilde Saru, primatlardan ayrılmak için Nihanzaru adıyla anılır. İsimlerine bir yenisini eklemek gerekirse bunlardan daha kolay hatırda kalan sözcük; Kar maymunu‘dur. Nedeni -20 derecelik soğuğa karşı koyabilir bir yapıya sahip olmasıdır. Kürkleri derisel açıdan kalındır; tüyler bakımından kahverengi, sarı veya gri gibi tonlamalar gösterir. Dişisi ve erkeği arasında dahi fiziksel farklılık gösteren bu tür, yüzmeyi oldukça sever. Sevmekten öte çok iyi birer yüzücü olan erkek japon şebekleri, yarım kilometreden daha fazla yüzebilirler. Japonya’nın dört ana adasından üçünde bulunması yüzme yetenekleriyle orantılıdır. Uzak adalara gidildikçe alt sınıfa düşerler. Bu yaşlı tür kendini her ne kadar kendini geliştirmiş gibi gözükse de, sadece özündeki yetenekleri korumayı bilmiştir. Uzak görülen ufak bir ada ülkesi olan Japonya, üzerinde barındırdığı enleri ile merak edilmeye değer bir hayvan zenginliği barındırıyor. Hayvanseverler için büyük bir hazine gibi…

Müge Çisilay ÇAKIR

39


Kalabalık Ağustos 2013

Japonya’nın Kadim Savaşçıları: Samuraylar Japonya toprakları küçük bir alan olmasına rağmen çok fazla savaş ve kan görmüştür. Bu da Japon kültürün de savaşın önemli bir yer almasını sağlamıştır. Ülkenin klanları birçok kez karşı karşıya gelmiş; verimli topraklar için birbirleriyle savaşmışlardır. Samurayların ortaya çıkması da bu savaş olgusudur. Samuraylar silahlı, silahsız, ok gibi birçok yönden eğitime tutulmuş savaşçılardır. Sadece erkeklerin samuray olduğuna dair genel bir yanılgı vardır. Tarihte çok ünlü kadın samuraylarda vardır. Samuray eski Japonca da “hizmet etmek” anlamına geliyordu. Samuraylar sadakat ve onur üzerine ün yapmış savaşçılardır. Bu bağlamda onlara en çok benzeyen savaşçılar orta çağda yaşamış şövalyelerdir. Şövalyeler gibi Japonya da ki imparator ve derebeylerine hizmet ediyorlardı. Ancak şövalyeler derebeyleri ölünce şövalyelikleri devam etmektedir samuraylarda ise “ronin” olmaktadır. Roninler shoguna(bir tür general) hesap vermek zorundaydı. Samuray ve roninlerin sadakat ve onur kavramının ne kadar önemli olduğuna dair yaşanmış bir hikâye de vardır. 47 ronini anlatan bu hikâye Japon kültüründe büyük önem taşımaktadır. Hikâye, Tokugawa shogunu Tokugawa Tsunayoshi’nin ülkeyi Edo’dan barış içinde yönettiği bir zamanda, 1701 yılında başlamıştır. Aynı esnalarda İmparator Higashiyama, ufak politik gücünü Kyoto’dan kullanıyordu. İmparator Higashiyama’ya saygısını sunmak isteyen şogun Tsunayoshi ona hediyeler ve yeni yıl kutlamaları için elçiler göndermişti. Dönüşte İmparator kendi elçilerini Edo’ya gönderecekti. Tsunayoshi, İmparatorluk elçilerini kabul etmek ve yaklaşmakta olan İmparatorluk üyelerinin ziyaretine ev sahipliği yapmaları için iki genç daimyoyu seçer. Bunlardan biri Harima vilayetindeki Ako Kalesi’nin efendisi olan Asano Takumi, diğeri de Sendai’nin lideri Date Munehare’ydi. Her iki genç daimyo, yüksek sınıftan olan misafirleri ağırlamakta deneyimsizdiler ve onlara yardımcı olması için şogun Tsunayoshi, bir subay olan Kira Kozukenosuke Yoshinaka’yı görevlendirmişti. Tarihsel süreçte, açgözlü ve kendini beğenmiş biri olarak tanımlanan Kira, saygı ve minnettarlığın bir göstergesi olacak pahalı hediyelerin sunulmamasına sinirlenmiş ve Asano’ya yardım edeceği yerde, ona hakaretler ve küfürler savurmuştur. Kira bir noktadan sonra Asano’yu herkesin ortasında küçük düşürmek için her fırsatı kullanmaya başlamıştır. Söz konusu suistimallerden 2 ay sonra, Asano’nun dayanma sabrı ortadan kalkmış ve tolerans tanıyamayacak duruma gelmişti. Asano Kira’nın hareketlerine dayanamayarak kılıcını çekti ve Kira’yı hafifçe yaraladı. Hâlbuki shogunun yönettiği yerde böyle bir hareketin anlamı sadece ölümdür. Asona son bir gayretle shoguna hiçbir kin beslemediğini ve Kira’ya yaptığı harekettense son derece pişman olduğunu söylemiştir. Ancak yasalar kesindir. Asona’nın kendisini onurlu bir şekilde öldürmesine karar verilmiştir. Kira’ya ise hiçbir ceza verilmemiş hatta görevlerini devam ettirmesine izin verilmiştir. Asona hakkında verilen karar Ako kalesine ulaşması uzun sürmedi. Adamları bu karar konusunda çılgına dönmüşlerdir. Kira’ ya nefretleri artmış ve intikam hırsları alevlenmiştir. Asona’nın ölmesiyle Asona ailesi ait olan Ako kalesine el konulmuş ve ailesi mirastan çıkarılmıştır. Kendisine bağlı olan 321 samuraysa “ronin” olmuştur. Asano’nun baş encümenlerinden ve en önemli adamlarından biri olan Oishi Kuranosuke, çeşitli düşünceleri dinlemiş ve sonunda bir plana karar vermişti. Şoguna, Asano ailesinin, Asano’nun ufak kardeşi Daigaku’nun liderliğinde yeniden tesis edilmesine dair bir talepte bulunacaktı. Oishi Kuranosuke, kaleyi barışçı yöntemlerle tekrar ellerinde tutmaya devam etmeleri, bu esnada Asano’nun eski gücüne kavuşması için mücadele etmeleri gerektiğini ve güçlü bir hale gelindiği, fırsatlar yaratıldığı zaman Kira’dan intikamın alınmasını salık vermişti.

40


Kalabalık Ağustos 2013

Bazı savaşçılar hemen harekete geçilmesini istiyor ve kabaran intikam duygularından beklemek istemiyorlardı. Shogun kaleyi Asano’nun kardeşine verilmesine karşı çıkmış ve savaşçılar hepsini dağıtmıştır. Asona’nın birçok samurayı kaleyi terk etmiş geriye sadece Qishi ve 59 samuray kalmıştır. Asano’nın kardeşi Daigaku’nun yazdığı mektupta keleyi teslim etmeleri istemesi üzerine 60 samuray kaleden çıkmıştır. Ancak intikam duyguları hiçbir zaman bitmemiştir. Kira bunun farkındadır ve korumalarını arttırmıştı. Qishi ve adamları intikam ateşiyle yanmakta ve kaybedecek bir şey korkusu olmadan beklemektedir. Qishi intikam için ailesi ve çocuklarını bile bırakmıştır. Edo’da sarhoş numarası yaparak intikam alınacak günü beklemektedir. Aradan 2 yıl geçtikten sonra Kira korumalarını azaltmış ve biraz daha rahat davranmaya başlamıştır. Qishi bunu fark etmiş ve 60 samuray toplanarak planlar yapmıştır. 60 samurayda saldırıyı kabul etmiş ancak 13’nün eve dönmesi istenmiştir. 46 Samuray gizlice Edu’ya sızmaya başlamıştır. Qishi ve adamları Kira’nın çay töreni düzenlerken s aldırıya geçmiştir. Kira’nın 61 korumasına karşı sadece 1 kişi ölmüş ve Kira yakalanmıştır. Kira’ya kendisini onurlu bir şekilde öldürme hakkı verilmiş ancak Kira bunu kabul etmemiştir. Asano’nın kendisini öldürdüğü hançerle Kira’nın başı koparılmış ve Asano’nın mezarına götürülmüştür. Qishi hemen shoguna haber göndermiş ve yaptıklarından haberdar etmiştir. Shogun aslında bu samuraylardan etkilenmiş ancak kanunları uygulamak zorundadır. Bu yüzden shogun samuraylara haber göndererek kendilerine Harakiri yaparak öldürmelerini emretmiştir. Samuray bu emri memnuniyetle yerine getirmiş ve mezarları Asano’nın yanına yapılmıştır. Japon kültürünü en iyi anlatan şey belki de Samuray ve öğretileridir. Sadece beden yoluyla değil akıl yoluyla savaşmayı öğrenen bu savaşçılar sadakat ve onur anlayışları her şeyden önce gelmektedir. Mustafa TÜRK

41



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.