AkademiBeykoz Sayı 8

Page 1


C

M

Y

CM

MY

CY CMY

K


İçindekiler

BLMYO Adına İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Ahmet Yüksel Yüksekokul Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yrd. Doç. Dr. Baki Aksu Yüksekokul Müdür Yrd.

04 Başyazı 92 Ege Bölgesi’nin İlk Özel Konteyner Limanı: Nemport 05 Genel Yayın Yönetmeni’nden 97 Enerji Verimliliği (Enver) 06 Avrupa Birliği Türkiye İlişkilerinde Sivil Toplum Halkası 104 Hava Kargo’da İşbirlikleri Ve Gsa’ler 12 Özel Dosya: Afet Lojistiği

Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Nükhet Güz Yayın Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral

Başyazı

Prof. Dr. Ahmet Yüksel

Başarı “Ben Yaparım” İnancının, Kendine Koşulsuz Güvenin Eseridir

Yayın Kurulu Prof. Dr. Nükhet Güz Prof. Dr. Celal Kepekçi Doç. Dr. Melih Baş Yrd. Doç. Dr. Baki Aksu Yrd. Doç. Dr. Güray Tezer Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut Yrd. Doç. Dr. Turhan Bilgili Yrd. Doç. Dr. Emine Koban Öğr. Gör.Dr. Reha Uluhan Öğr. Gör. Sevil Bektaş Grafik Tasarım Ayşegül İzer

Genel Yayın Yönetmeni’nden

Prof. Dr. Nükhet Güz

Akademi Beykoz yeniden dopdolu bir içerikle karşınızda!

106 Özel Dosya: Eğitim 14 17 Ağustos Depremi, Türkiye’nin Son 50 Yılda Yaşadığı En Büyük Travmaydı

108 Yüksekleri Hedefleyenlerin Mesleği Pilotluk

20 Van Depremi Yıktı Geçti...

110 Yazıda Öz Türkçe Kullanımına Daha Çok Önem Verilmeli

22 Olağanüstü Ve Özel Durumlarda Uygulanacak

112 “Üniversite Gençliği İle Birlikte Olmak Beni Besliyor”

Lojistik ve Tedarik Zinciri Yönetimi’ne Yönelik Bir Model 114 “İtiraf Ve Mektup” 26 Afete Hazırlık Ve Afet Bilinci Eğitiminde Verilen Mesajların Standardizasyonu

116 Taşımacılık Maliyetini Ve Hizmetini Etkileyen Meseleler

29 “Lojistik Sektöründe Pazar Araştırmaları En Önemli Silahlardan

118 Vizyondan 3 Film

Birisi Olabilir” 125 “İstanbul’da Sığındığım Yer Beykoz” 33 Pazarlamanın Parlayan Yıldızı Dijital Dünya 127 “Balık Eylül Ayından Mart Ayına Kadar Yenir” 36 “Gıda Emperyalist Bir Silahtır”

Yönetim Yeri Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu Vatan Caddesi No:69 Kavacık/Beykoz T. 444 25 69 F. (0216) 413 95 20 www.beykoz.edu.tr

46 Özel Dosya: Başarı Öyküleri

E-posta akademibeykoz@beykoz.edu.tr

Kaçınılmazdır”

48 Türk Hava Yolları Havacılık Eğitiminde Markalaşma Yolunda 54 ’Bilginizle Hayalinizi Bir Araya Getirdiğinizde Başarı

60 Borusan Lojistik: Finansal Güç, Güçlü Tedarikçi Yapısı ve

Umur Basım ve Kırtasiye San. Ve Tic. A.Ş. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi 2.Cadde no:5 34776, Ümraniye İstanbul SAYI: 08 • HAZİRAN 2012 • ISSN:1309-4092 Akademi Beykoz, Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun süreli yayınıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Bu dergide yayınlanan yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.

Müşteri Odaklılık Başarıyı Getirir 64 Digiturk İle “Hayallerine Dokun!” 68 Ttnet Mobil Uygulamalarda Fark Yaratıyor 71 Enerji Sektörünün İlk Sivil Toplum Örgütü: Tabgis 75 Biofarma: Kalitede Dünya Standardı 83 Dışarıdan Göründüğü Gibi Kolay Olmayan Bir Meslek: Kabin Memurluğu 90 Komik İsim, Ciddi Sandviç: Schlotzskys


Prof. Dr. Ahmet Yüksel

Prof. Dr. Nükhet Güz

Başyazı

Genel Yayın Yönetmeni’nden

Başarı “Ben Yaparım” İnancının, Kendine Koşulsuz Güvenin Eseridir

Yepyeni ve dopdolu bir içerikle yeniden karşınızdayız!

Dergimiz Akademi Beykoz’u sekizinci sayısıyla bir kez daha ilgilerinize sunmaktayız. Yayımlandığı ilk günden beri akademik ve sektörel katkısı ile takdirlerinizi kazanmış olan dergimiz, iki yaşını da doldurarak artık yetkinliğini ve erkini de ispatlamıştır.

Dergimiz Akademi Beykoz alanında bir ilk yayın. Hem lojistik sektörüne bilimsel bir görüş açısı sunan hem de alanın nabzını tutan bir ilk dergi olmanın sorumluluğunu her zaman omuzlarımızda duyumsuyoruz. Bu nedenle de bu türden ağır bir sorumluluğu taşıyarak dergimizi başarıya ulaştırmak neredeyse boynumuzun borcu.

Bu süreçte sağladığımız başarının nedeni olan siz değerli okuyucularımıza şükranlarımızı sunarım. Nitekim; olumlu tepkileriniz, bize olan güveniniz ve dergimize olan beğeninizle hem gururlanmakta hem de her defasında sizlere daha iyiyi sunabilmek için gayretlerimizi ve kalite standartlarımızı artırmaktayız.

miz söyleşiyi zevkle ve beğeniyle okuyacağınızdan da hiç kuşkum yok. Söyleşi ötesinde de, kültür- sanata değini yazıları eğitim yazıları (eğitim doyası her sayının olmazsa olmazı, doğal olarak...) içeren gerçekten güçlü bir Akademi Beykoz(VIII) ile karşınızdayız. Dergimiz Akademi Beykoz sekizinci sayısının daha nice nitelikli sayılara yol açması dileğiyle. Esenlikler!

Akademi Beykoz’un yedinci sayısında bu görevi yerine getirmek adına Türkiye’nin yaşadığı son dönemlerde yaşanan depremler ile gelen acıları unutturmamak ve afet yönetiminin önemini sürekli zihinlerde kalmasını sağlamak amacıyla afet lojistiği dosyamızı oluşturmuştuk. Afet lojistiği dosyamız sekizinci sayımızda da yeni gündemler oluşturmaya aday.

Akademi Beykoz dergimizin bu sayısında Türkiye’nin önde gelen sektörlerinin önde gelen şirketlerinin başarı hikayelerini inceledik. Her başarı hikayesinin kendine özgü bir süreci olmasına karşın, hepsinin ortak bileşeninde; azmin, hayalin ve bilginin buluştuğu görülmektedir.

Yeni sayımızda afet lojistiği özel dosyamızın yanı sıra lojistik sektörü ve lojistik sektörünün yakın ilişkide olduğu alanlardaki başarı öykülerini sizler için derledik ve röportajlarla temsilcilerinin ağzından dinledik. Bu dosyamızda Türk Hava Yolları Eğitim Akademisi Başkanı Şahin Karasar , Greenactive Halkla İlişkiler şirketi kurucusu ve iletişim duayeni Azade Başağa, «Türkiye’nin En Beğenilen Şirketleri’’ Araştırması›nda kendi sektöründe ilk üçe giren Borusan Lojistik Genel Müdürü Kaan Gürgenç, Türkiye’yi dijital platform ile tanıştıran Digitürk Yeni İş Geliştirme Müdürü Erkan Kara ve mobil uygulamalarda fark yaratan TTNET Dijital Medya Pazarlama Direktörü Yaman Alpata röportajları bu dosyamızda yer alan şöyleşilerden yalnızca birkaçı.

Bu öğelerden hangisi daha önceliklidir bilmiyorum, ama lise yıllarında edebiyat öğretmenimizin, bize göre oldukça yaşlı olmasına karşın, “Hayal kurmaktan vazgeçmeyin, ben hala İspanya da şatolar kuruyorum” diye öğütlemesini hatırlıyorum. Hedeflerin hayallerde tanımlandığı azimle sürdürülebildiği ancak mutlaka bilgi ile gerçekleştiğini biliyoruz. Ancak, başarı: çok derinde olsa dahi aslında “ ben yaparım” inancının, kendine koşulsuz güvenin eseridir. Akademi Beykoz’un yeni sayısını yine beğeniyle okuyacağınıza yönelik umudumuzu sürdürür, başarılarınızın devamını diler, saygılarımı sunarım.

Akademi Beykoz ‘un bu sayısında da ilginizi çekeceğini düşündüğüm konular bunlarla sınırlı değil. Prof.Dr. Kenan Demirkol’un “Gıda Emperyalist Bir Silahtır” başlıklı röportajını, MedyaNet Genel Müdürü Rima Erdemir’in “Pazarlamanın Parlayan Yıldızı Dijital Dünya” yazısını, Türkiye’nin önde gelen araştırma şirketlerinden Method Research Company’ın kurucu ortağı ve Pazarlama Genel Müdür Yardımcısı Selçuk Kılıç’la gerçekleştirdiği-

6

7


AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE SİVİL TOPLUM HALKASI

Yeşim Gözde Ersoy

gerçekleştirilen programın ikincisi Ekim 2010’da başladı. Programın bu ikinci ayağında 56’sı küçük ölçekli, kültür, sanat, tarım ve balıkçılık ana başlıklarında geliştirilen 97 projeye, toplamları 9 Milyon Avroyu bulan hibe desteği sağlanıyor.

Türkiye - Avrupa Birliği Sivil Toplum Diyaloğu Projesi İletişim Uzmanı Geçtiğimiz 50 yıl, toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmaları ve gelişmelerinde, sivil toplum örgütlerinin toplumsal sesi yansıtarak ve katılımcı bir yönetim şekli yaratılmasına destek olarak ne tür bir etki yarattığına şahit oldu. Ancak sivil toplum örgütlerinin siyasi platformda da dikkat çeken sonuçlar elde edebileceğini ve hatta ülkeler arası ilişkileri dahi etkilediğini de görmek mümkün.

Kültür Sanat İle Toplumlar Birbirlerine Yakınlaşıyor Türkiye ve Avrupa Birliği Sivil Toplum Diyaloğu Projesi’nin ikinci ayağında Türkiye’den sivil toplum örgütleri, Avrupa’daki muadilleriyle bir araya gelerek, kök boya üretimden, tarihsel bağları yeniden keşfetmeye, halk biliminden, gastronomiye kadar uzanan bir çok farklı alanda projeler geliştirdi. Bu projeler kapsamında düzenlenen 300’e yakın etkinlik aracılığıyla da hem Türkiye hem de Avrupa’da milyonlarca izleyiciye ulaşıldı. Kültür ve sanatın birleştirici özelliğinin büyük rol taşıdığı bu projelerde bir araya gelen sivil toplum örgütleri, aralarında Fransa, İtalya, Romanya, Yunanistan, İspanya, Finlandiya gibi bir çok AB üye ülkesinin yer aldığı coğrafyalarda birer kültür elçisi gibi hareket edip, toplumlar arası anlayışın güçlenmesini sağladı.

Sivil toplum örgütleri, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde de önemli aktörler olarak karşımıza çıkıyor. 2005 yılında Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği ve aday ülkeler arasında sivil toplum diyaloğunun daha fazla güçlendirilmesini öngören bir strateji geliştirdi. Bu stratejiyle AB, vatandaşlarını farklı kültür, siyaset ve ekonomik sistemlerle tanıştırarak, karşılıklı anlayış ve bilgi alışverişinin sağlanmasını böylelikle yeni üyeliklerle ortaya çıkabilecek gerek fırsat gerekse zorluklar hakkında daha önceden bilgi sahibi olunmasını hedefliyordu.

no Tassinari, Adıyaman Üniversitesi, Aşçılık ve Turizm Bölümü öğrencileriyle birlikte İtalya mutfağı üzerine uygulamalı bir çalışma gerçekleştirdi. Eğitime katılan öğrencilerin, bu etkinliğin ve öğrendikleri bilgilerin, ilerde meslek hayatlarında onlar için önemli bir artı olacağını dile getirdiler. Proje Flamenko gösterisinden, fotoğraf yarışmasına, Türkiye ve Avrupa’dan bir çok katılımcının da yer aldığı sanat etkinliği ile geniş kitlelere ulaşmaya devam ediyor.

hedefliyorlar. Bunu yanı sıra, Almanya’da yaptıkları atölye çalışmalarında, Alman sanatseverlere ebru sanatını öğretiyorlar.

Almanya Essen’de Feminartlı sanatçılar, yöre sanatçılarıyla ebru çalışması yapıyor

Trabzonlu kadın sanatçıların kurduğu bir sivil toplum örgütü olan Femin-art, yerel, ulusal ve uluslararası platformda kadın sanatçıları örgütleyerek, sanatı halkın içine taşımak ve sanat sevgisini genç nesillere aşılamayı amaçlıyor. Doğadan Sanata adını verdiklerini projeleriyle de, Türkiye’de unutulmaya yüz tutmuş kök boya üretme tekniklerini, Alman ortaklarının uygulamaları doğrultusunda, Trabzonlu genç nesillere aktarıyorlar. Her yaştan katılımcıya rastlayabileceğiniz çalışmalarında, önce doğaya çıkıp, boya üretebilecekleri bitkileri topluyor ve bu esnada bu bitkiler hakkında gençleri eğitiyorlar. Hep birlikte bitkilerden boyaları elde ettikten sonra, Trabzon sokaklarında, halkın içinde, kendi ürettikleri boyalarla resim çalışmaları gerçekleştiriyorlar.

Flamenko gösterisi - prova

Bu bağlamda, Sivil Toplum Diyaloğu Projesi, kültürel zenginliğin ve renkliliğin geleceğin Avrupa’sında ne derece önemli bir yere sahip olduğunun altını bir kez daha çizerek, çeşitlilik içinde birlik anlayışının muhafaza edilmesine ve hatta daha da güçlendirilmesine önemli katkılar sağlıyor.

Bu şekilde sivil toplum temsilcileri arasında oluşturulacak diyalog ve bu diyalog sayesinde oluşturulacak ülkeler arası kalıcı işbirliğinin sağlanması adına, sivil toplum ortaklıkları desteklenmeye başlandı.

İtalyan Mutfağından, Nemrut Dağı Konserlerine

Bugüne kadar yaklaşık 45 Milyon Avro destek sağlanan 300’ün üzerinde proje ile Türkiye’nin farklı coğrafyalarında, Avrupa’nın farklı ülkelerinden sivil toplum örgütlerinin katılımıyla hayata geçirilen çalışmalar sürdürülüyor.

Toplumları evrensel dillerin etrafında bir araya getirme bakımından büyük başarılara imza atan bu projelerden önemli bir örnek, Adıyaman Rotary Kulübü tarafından yürütülen, “Nemrut’ta Dünya, Dünya’da Nemrut Projesi”. Macaristan ve İtalya’dan sivil toplum örgütlerinin ortaklığında gerçekleştirilen projenin açılış etkinliğinde, Borusan Quartet Nemrut Dağının tepesinde bir konser gerçekleştirdi. Konser televizyon yayını aracılığıyla, ortak ülkeler ve Türkiye’de milyonlarca izleyiciye ulaştı. Geçtiğimiz yıl sonuna doğru, İtalya’dan ünlü şef Giulia-

Bu çalışmaların önemli bir bölümünü de, Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından tasarlanan ve AB finansmanıyla hayata geçirilen, “Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi” adlı program oluşturuyor. İlki 2008-2009 yılları arasında, kentler ve belediyeler, mesleki örgütler, üniversiteler ve diyalog yolunda gençlik girişimleri ana temalarında

8

Giuliano Tassinari, Adıyaman Üniversitesi öğrencilerine, İtalyan mutfağının püf noktalarını anlatırken

Doğadan Sanata Aktarılan Ortaklık Bir başka projede, Trabzonlu kadın sanatçılar, Alman ortaklarıyla birlikte kök boya üretimini yeniden keşfedip bunu hem Almanya’da hem de Türkiye’de çocuklarla birlikte yaptıkları çalışmalarla yaygınlaştırmayı

9


Sivil Toplum Kuruluşları Yerli Ürünlerin İhracat Gücünü Artırmasına Öncülük Ediyor Özel Sektörün bugüne kadar ‘’Sosyal Sorumluluk Projeleri’’ adı altında işbirliği yapmaya alışkın olduğu Sivil Toplum Kuruluşları, yardım ve halkla ilişkiler programlarının ortağı olmanın ötesine geçebildiklerini, düşük bütçeli çalışmalarla iş dünyası için çok sayıda yatırım kapısını açabildiklerini gösteriyor. Hizmet verdikleri sektöre ve üreticinin birebir ihtiyaçlarına oldukça hakim olan STKların bu deneyimi, çözüm önerilerinin kağıt üstünde kalmamasını, birebir üreticinin ihtiyaçlarına ve özelliklerine uygun yöntemler geliştirmelerini sağlıyor. STKlar tarafından yürütülen çalışmaların maliyeti düşük, etkisi ise büyük oluyor.

Projelerin çoğunda Türk ve Avrupalı sivil toplum örgütlerini birlikte çalışıp, birlikte üretirken görmeniz mümkün. Bir başka örnekte, Nezih Danyal Karikatür Vakfı, Yunan Karikatür Derneği ile Türk ve Yunan karikatüristlerin bir arada çalıştığı bir dizi atölye çalışması gerçekleştirdi. Bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkan eserler de Yunanistan ve Türkiye’de farklı kentlerde sergileniyor. Böylelikle, aynı tema üstünde farklı ülkelerden karikatüristlerin nasıl benzer fikirleri öne çıkardığını görebiliyorsunuz. Kültür sanat alanındaki çalışmalar başta olmak üzere, tüm sivil toplum diyaloğu projeleri, Türkiye ve Avrupa’dan insanlara farklı görülsek de aslında ne kadar aynı olduğumuzun altına çizen kazanımlarla dolu.

Özel Sektör için STK kavramı “Sosyal Sorumluluk Projesi” Ortağı olmanın ötesine geçiyor Türkiye’de de giderek yaygınlaşan kurumsal sosyal sorumluluk uygulamaları, firmaların amaçlarını ve değerlerini paylaştıkları bir sivil toplum kuruluşuyla belli program ve projeler dahilinde işbirliği kurması anlamına geliyor. İki sektör arasında süregiden bu ilişki, her ne kadar toplumsal fayda açısından önemli gelişmeler sağlasa da, Türkiye’de etki alanı gittikçe genişleyen STKların diğer rol ve işlevlerinin özel sektör tarafından algılanmasını engelleyebiliyor. Halbuki, Avrupa Birliği

10

Bakanlığının koordinasyonunda yürütülen Sivil Toplum Diyaloğu projeleri de, küçük adımlar ve pilot uygulamalarla milyonlarca dolarlık ihracat payının artırılmasına etki ediyor.

ihracat yapan Türkiye’nin bu alandaki en büyük pazarını yine AB ülkeleri oluşturuyor. AB standartlarını yakalayan üretim yapmak ise teknik kapasite yetersizliği yaşayan yerli üreticiler için büyük sorun teşkil ediyor.

Küçük Bütçelerle Büyük Değişimler

Türkiye’nin süs bitkileri işlem hacminin 600 milyon dolar civarında olduğu, yine bu hacmin 100-150 milyon dolarını da ithalatın oluşturduğu tahmin ediliyor. İhracat ise kesme çiçek dışarıda tutulursa 4-5 milyon dolar civarında. Üretimin artmasının, maliyetleri de azaltacağına dikkat çeken uzmanlar, ülkemizde bu sektördeki üretimde herhangi bir standardizasyonun olmaması nedeniyle üreticilerin rekabet edebilirliğinin çok az olduğunu vurguluyor. Sektör, yüksek ihracat potansiyelinin yanı sıra istihdam fırsatları da içerirken, işverenler bu alanda çalışacak nitelikli eleman ihtiyacının karşılanamamasından yakınıyor.

Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından yürütülen Sivil Toplum Programın 2 milyon 830 bin Avro’luk hibe desteği verdiği Tarım-Balıkçılık Bileşeni kapsamında finanse edilen 23 STK projesi, fındık ihracatından, süs bitkileri yetiştirilmesine kadar çok sayıda yüksek ihracat potansiyeline sahip sektörün güçlendirilmesi için ihtiyaçlara birebir yanıt veren faaliyetler yürütüyor. Projelerin hedefleri büyük. Özellikle de gıda, tarım ve hayvancılık alanlarında yüksek standartlara sahip AB pazarlarında yerli üreticinin daha fazla yer alabilmesi tüm projelerin ortak hedefi. AB uygulamalarını doğrudan AB vatandaşı meslektaşlarından öğrenen üreticiler, kitap bilgisiyle sınırlı kalmıyor, AB uygulamalarını tarlada çalışırken ya da balık avlarken öğreniyorlar.

Dünyadaki artan talebe daha fazla yerli üretimle yanıt vermeyi hedefleyen Mersin Ticaret ve Sanayi Odası, sektörün Türkiye’de geliştirilmesi için Sivil Toplum Diyaloğu Programı kapsamında Türkiye’nin dış mekan süs bitkisi ithalatının yüzde 70’in yaptığı İtalya’dan Mantova Ticaret Odası ve Mersin Turunçgil Üreticileri Birliği ile ortaklaşa bir proje yürütüyor. 150 bin Avro bütçeli projeleri ile hızla büyüyen bu sektörden Türkiye’nin en yüksek faydayı sağlamasını hedefleyen STK temsilcileri, Türkiye’deki dış mekan süs bitkileri sektörünün uluslararası piyasadaki rekabet edebilirliğini kalıcı şekilde artırmak için çalışıyor. Proje yetkilileri, üreticiler, akademisyenler ve yatırımcılarla birlikte Türkiye açısından karlı ve avantajlı bir kalkınma stratejisi geliştiriyor. Sektörde-

Süs Bitkisi Deyip Geçmeyin Üreticilerin ihtiyacını ve eksikliklerini yakından takip eden STKlar, hizmet ettikleri sektörün potansiyelini de çok daha iyi gözlemliyor. Örneğin, süs bitkileri sektörü dünya genelinde büyük ilgi görüyor. Süs bitkiciliğinin yan kolunu oluşturan dış mekan süs bitkiciği ise Türkiye’de hala çok yaygın olmayan ve sınırlı deneyime sahip bir sektör. Dünya genelinde yıllık geliri 35 milyar Avro’yu aşan süs bitkileri sektörüne ilgi her geçen gün daha da artıyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre bu yıl Eylül ayındaki ihracat, 2010 yılının aynı ayına göre yüzde 16,21 artarken, en yüksek ikinci ihracat artışı yüzde 86,76 ile süs bitkileri sektöründe yaşanıyor. İhracattaki büyük artışa rağmen, Türkiye’nin bu pastadan payı dünya genelinde yalnızca binde 7 oranında. Yaklaşık 35 ülkeye

ki nitelikli insan gücü ihtiyacının karşılanabilmesi için üreticilerin yanı sıra ilgili öğrenci gruplarının da eğitim programlarına dahil edilmesine dikkat ediliyor. Proje kapsamında, ayrıca, sektöre yönelmek isteyen firmalara yönelik bir “yatırım rehberi” hazırlanıyor.

11


Her ne kadar 2010– 2011 ihraç sezonunda tüm zamanların en fazla iç fındığı ihraç edilerek rekora ulaşılmış olsa da, sektörde söz sahibi sivil toplum kuruluşları tedbiri elden bırakmayarak fındığın en büyük sorunu olan aflatoksine karşı ciddi çalışmalar başlattı. Fındık üretiminde başı çeken illerden Ordu’daki Ticaret ve Sanayi Odası yetkilileri, toplanan fındıklarda oluşan küfün yarattığı aflatoksin maddesinin verdiği zararları ortadan kaldırmak amacıyla, fındık sektöründe bulunan yüzlerce aktöre yönelik bir dizi eğitim faaliyeti ve bilgilendirme çalışmaları yürütmeye başladı. Avrupa Birliğinin finanse ettiği yaklaşık 95 bin Avroluk bütçeye sahip olan “Ordu’da Aflatoksinsiz Fındık” isimli proje, aflatoksin nedeniyle Türkiye’deki yıllık 40 bin ton olan fındık kaybını en aza indirmeyi hedefliyor. Proje ayrıca fındığın patozlanmasına (ayıklanmasına) ilişkin bir teknik standart da geliştiriyor. Sektördeki AB standartlarına nasıl erişilebileceği hakkındaki bilgiyi ise proje ortaklarından olan ve dünya fındık üretiminde ikinci ve üçüncü sıralarda bulunan Almanya ve İtalya’dan gelen uzmanlar veriyor. Türkiye, Eylül 2010- Ağustos 2011 arasındaki fındık ihracat sezonunda 281 bin 330 ton iç fındık ihraç ederek, karşılığında 1 milyar 783 milyon 567 bin 587 dolar gelir sağlamıştı. Proje sayesinde bu oranın en az yüzde bir artırılması hedefleniyor.

Türkiye’de Aflatoksin Nedeniyle Yıllık 40 Bin Ton Fındık Kaybı Var İhracat gücünün artırılması yalnızca gelişmekte olan sektörlerde faaliyet gösteren STKların ana hedefi değil. Türkiye’nin en güçlü ihracat potansiyeline sahip fındık sektörü için de sektördeki önde gelen STKlar ihracat gücünü azami seviyelere çıkarmak için standartlarını yükseltici projeler yürütülüyor. Türkiye, dünya fındık üretiminin yüzde 75›ini, ihracatının ise yüzde 70›ini elinde bulunduruyor. Dünya genelinde böylesine büyük bir tekel oluşturmanın karşılığı ise milli ekonomiye yılda yaklaşık 2 milyar dolarlık bir döviz girdisi anlamına geliyor. Dünya fındık tüketiminin neredeyse tamamına yakını –yüzde 91’lik oranla- AB ve diğer Avrupa ülkeleri tarafından gerçekleştiriliyor. Avrupalıların fındığa bu kadar düşkün olma sebepleri aslında ithal ettikleri fındıkların yüzde 80’ini çikolata ve şekerleme sanayiinde kullanıyor olması. Elbette AB pazarlarına girmek için yüksek üretim, paketleme ve pazarlama standartlarının takip edilmesi gerekiyor.

tatlı su ıstakozu olarak da bilinen kerevit. Kerevit, özellikle Avrupa ve Amerika’da büyük ilgi görüyor. Kereviti üretimden pazarlamaya kadar destekleyen Çin, dünya pazarında hakimiyet kurarken, Türkiye bu alandaki ününü yavaş yavaş kaybediyor. Geçtiğimiz yıllarda kerevit tüketimini en çok yapan Avrupa ülkelerinin talebinin yüzde 75’ini Türkiye karşılarken, şu an için ihraç rakamları 10 bin tondan 300 tona düşmüş durumda. Bunun en büyük sebepleri de aşırı ve bilinçsiz avlanmanın yanısıra, tarımsal atıkların gölde yarattığı kirlilik sonucu kerevit nüfusunun ciddi ölçüde azalmış.

Isparta Ticaret ve Sanayi Odasının Süleyman Demirel Üniversitesi ve Çek Cumhuriyeti’nden South Bohemia Üniversitesi ile birlikte yürüttüğü 135 bin Avro’luk projede kerevit üretiminin yeniden canlandırılması için il genelinde bilinçlendirme kampanyaları da yürütüyor. AB Bakanlığı tarafından desteklenen program kapsamında projelerini hayata geçiren STKlar, bir yandan AB standartlarını takip etmedikleri için AB pazarlarında çok az yer bulan yerli üreticilerinin rekabet edebilirliğini artırmasına destek olurken, diğer yandan da üçüncü sektör olarak Türkiye’deki meşruiyetini ve güvenilirliğini güçlendiriyor.

Bir dönem kerevit alanında Türkiye’nin en önemli üretim sahaları arasında yer alan Isparta’daki sivil toplum kuruluşları kerevit üretimini yeniden canlandırmak için harekete geçti. AB tarafından desteklenen Sivil Toplum Diyaloğu kapsamında proje geliştiren Isparta Ticaret ve Sanayi Odası, üreticilere sürdürülebilir avlanma, doğru pazarlama teknikleri, gıda güvenliği, ilgili AB mevzuatı gibi teorik eğitimlerin yanı sıra Eğirdir Gölü’nde uygulamalı olarak kerevit avlama ve işleme tesislerinde kerevit işlemeleri gibi işbaşında eğitimler veriyor.

Kerevitin Kıymeti Türkiye’nin zengin üretim potansiyeline sahip olduğu ancak ihracat gücünü arttıramadığı bir diğer ürün de

12

13


Türkiye Afet Lojistiğine Hazır Mı? Akademi Beykoz Dergisi sekizinci sayısında; Afet Lojistiği dosyası kapsamında AKUT kurucu üyesi ve Başkanı Nasuh Mahruki röportajı, Dr. Doğan Karadoğan’ın (Stratejik Lojistik Yönetim ve Afet-Deprem Lojistik Uzmanı), Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun (İstanbul Teknik Üniversitesi Afet Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı) ve Oruç Kaya’nın (O2 Lojistik Yönetim Danışmanlık) yazıları ile bir kez daha afet ve afet lojistiği konusunu inceliyor.


17 Ağustos DEPREMİ, Türkiye’nin Son 50 Yılda Yaşadığı En Büyük Travmaydı Röportaj: Okutman Mehtap Tunç Fotoğraf: Onur Yalçın – AKUT Arşivi

kanı, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği – UGSAD, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği – SAD, Gezginler Kulübü üyesi ve Ortak İdealler Derneği kurucu üyesidir.

Böyle bir manzara karşısında kurtarma çalışmalarını nasıl örgütlüyorsunuz? Kurtarma öncelikleri neye göre belirleniyor?

AKUT, Türkiye’nin en önemli ve etkili sivil toplum kuruluşlarından biridir. Kuruluş hedefiniz dağ ve diğer doğa koşullarında doğru ve etkin arama ve kurtarma düzenlemekti, ancak özellikle 1999 depremi sonrasında AKUT özellikle deprem afetleri sonrasında en önemli yardım kuruluşu ve kamuoyunun en güvendiği kurum haline geldi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kurtarma ekibi, o operasyon bölgesine geldiğinde birinci önceliği aslında, en kısa sürede, en fazla insana, en çok faydayı sağlamaktır. Kısıtlı kaynaklarla asla tam olarak yetişemeyeceğiniz bir problemle boğuşmak zorunda kalıyorsunuz. O kısıtlı kaynaklarla çok sayıda, en

17 Ağustos Türkiye’nin son 50 yılda yaşadığı en büyük tramvaydı. Gerçekten çok ağır bir travmaydı ve Türkiye’deki bütün kurumlar hazırlıksız yakalandı. Acil durumlar ya da afet yönelik hazırlık yapmış olan kurumlar bile hazırlıksız yakalandı. Bu yüzden o süreçte insanların sisteme olan güveni ciddi anlamda sarsıldı. Yine yalnız kaldıklarını hissettiler. Nerde bu devlet çıkışı vardır ya işte öyle bir hal almıştı. 17 Ağustos depreminde herkes bir kere önce o şoku yaşadı, savaş gibi bir şeydi aslında, bir de bunlarla mücadele edecek unsurların geriden gelmesi de ayrı bir tepki yaşanmasına neden oldu. Bu tepkiye tabii ki her şey yansıdı. Güvenilirlik anketleri yapıldığında Kızılay ne yazık ki çok kötü bir sınav verdi 17 Ağustos depreminde. Şuanda çok iyi bir noktada, ama o dönem de kötü bir sınav vermişti. Belediyeler, medya, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümet bunların hepsinin güvenilirliği en alt kademeydi. Çünkü vatandaş hizmet istiyor. Vatandaş problemlerine çözüm bulunmasını istiyordu. Afet dediğiniz şey zaten çözümü çok zor olan bir şey. Maharet süreci afete dönüştürmemektir. Deprem dünyanın her yerinde oluyor. Önemli olan o depremi afete dönüştürmemekti işte. 17 Ağustos Depreminde afetinde ötesinde bir durum söz konusuydu. Akut’un çabasını, emeğini hatta gönüllerin hayatlarını tehlikeye sokacak kadar girişimlerde bulunmasını tüm Türkiye gördü o dönem. Hatta bütün Dünya gördü iletişim sayesinde. Bu durum Akut’u en güvenilir kurum haline

Ülkemizde giderek ihtiyacı daha fazla hissedilen arama kurtarma konusunda faaliyet gösterecek uzman bir ekibin gönüllülük prensibinden yola çıkarak bir dernek çatısı altında bir araya gelmesi fikri üzerindeki çalışmalar sürerken, 1995 yılı Aralık ayında Uludağ Keşiştepe›de yapılan bir arama kurtarma operasyonunda AKUT kendi adını ilk defa kullanarak yer aldı ve 1996 yılı başında da AKUT Arama Kurtarma Derneği resmen kuruldu. Ali Nasuh MAHRUKİ, Sovyet Asya’nın 7000 metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından KAR LEOPARI unvanı verilen Mahruki, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı ve YEDİ ZİRVELER projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı oldu. 8000 metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmandı. 15 yıl aradan sonra Everest Dağı’na bir kez daha tırmandı. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yaptı. Arama Kurtarma Derneği – AKUT kurucu üyesi ve baş-

16

fazla faydayı sağlamak odaklı hareket ediyorsunuz. Bu işin yaklaşımıdır. Bir de bu süreç içerisinde arama kurtarmanın birinci sorumluluğu önce kendisine karşıdır. İkinci sorumluluğu ekip arkadaşlarına karşı, kurtarma üçüncü sırada gelir. Yani üçüncü sırada kurtarılacak kişi gelir. En temel yaklaşımlardan biri de, ek kazalara yol açmamaktır. Problemli bir bölgeye giriyorsunuz. Ne yaparsanız yapın ikinci bir kazaya yol açmayın. Önce o olay sınırlandırılır ve onun içerisinde çözüm üretilir. Tabi bunu yaparken de kendinizi riske atmamalısınız. Eğer bize bir şey olursa hiç kimseyi kurtaramayız. Mutlaka bizim ayakta kalmamız lazım. Gönüllülerimizden istediğimiz aslında, problem çözme kabiliyeti olan insan olmalılar. Çünkü hiçbir operasyon birbirine benzemez. Benzer gibi görünür ama benzemez. Detaylarında bir sürü farklar çıkar. Aslında o farklar bir operasyonu en faydalı nasıl yönetebileceğinizi ortaya koyan şeylerdir. O yüzden gönüllünün gerçekten çok iyi gözlem yapabilen, analiz yapabilen, bu süreç içerisindeki değişkenleri, aralarındaki ilişkiyi gözlemleyebilen, biri biriyle yan yana gelirse nasıl bir durum ortaya çıkabileceğinin farkında olan ve problem çözme yeteneği olan insanların olması gerekiyor. Eğer bir deprem bölgesine girildiyse, yapılması gereken o zaman hangi binanın altında yaşayan bir kazazede olduğuna ulaşmaktır. Biz oraya gidene kadar

getirdi, tabii ki Türk Silahlı Kuvvetleriyle birlikte. Bizim için çok büyük bir gurur, çünkü bizler bu ülkenin evlatlarıyız ve Türkiye’de en güvenilir kurum seçiliyoruz. Bundan daha gurur verici bir durum olamaz. Üst düzey bir güven duyulunca daha da dikkat etmeye çalıştık. Zaten AKUT’un 5 değerinden iki tanesi dürüstlük ve güvenilirlik. Yani biz operasyonel takım olduğumuz halde 5’nin iki tanesi ahlak üzerine kuruludur. Çünkü ahlak üzerine kurulmayan hiçbir şey sürdürülebilir ve kalıcı olamaz. Bunu çok iyi biliyoruz. ‘99 depremiyle millet tarafından tescil edilince bu bizi daha çok dikkatli ve her yaptığımıza daha özen gösterir hale getirdi. İki sorumluluğumuz var. Bir tanesi operasyonel, diğeri de toplum bilinçlendirme. Operasyonel işin artık son noktası zaten. Toplum bilinçlendirme, risk azaltma çalışmalarında da aslında o kadar operasyona çıkma gereğini de ortadan kaldırabilirsiniz. Daha az operasyona ihtiyaç olur. Bilinçli toplum, bilinçli yurttaş, afetlere dayanıklı toplum alt yapısını oluşturmuş bir toplum olabilirsiniz. Dolayısıyla bizim paralel sorumluluğumuz operasyonel olduğu kadar operasyonlara ihtiyaç duyulmasını engelleyecek, azaltacak şekilde de toplumu bilinçlendirme çalışmalarıdır. Kitleleri etkileyen bir afet sonrası yardım için bölgeye gittiğinizde korkunç bir manzara ile karşılaşıyorsunuz.

17


aradan zaman geçiyor. O zaman içinde zaten o bölgedeki yerel insanlar kendi aralarında bir sürü şey yapıyorlar. Çıkarabildiklerini çıkarıyorlar. Çıkaramadıklarıyla konuşup moral vermeye çalışıyorlar. Biz geldiğimiz zaman hemen kendi kriz merkezimizi oluşturuyoruz operasyon bölgesinde. Eğer bölgenin bir kendi yerel kriz merkezi varsa çok iyi. Ama 17 ağustosta yoktu böyle bir merkez. 17 ağustosta biz kendi kriz merkezimizi oluşturduk ve bütün istihbaratları biz orada topladık. Vatandaş, nerede enkaz varsa orada toplanıp canlı var mı diye toplanıyor. Ya orada komşusu var ya akrabası, tanıdığı ya da birisi var orada onu hayata bağlayamaya çalışan. Bizi ilgilendiren o hayata bağlamaya çalışan kişi, çünkü bizi oraya götürecek olan o. Tek tek bütün binaları kendi kaynaklarımız ile kontrol etmemizin zor olabilir. Tabii ki yabancı bir yere gittiğimizde bunu da yapıyoruz. Ama bölgede zaten oluşan bilgi toplama alanı varsa, o bilginin hemen bize ulaştırılmasını yönetmekte gerekir. Bir kriz masası varsa gittiğimiz yerde o zaman iş daha kolay olabiliyor bizim adımıza. Kriz masası tüm bilgileri zaten ekiplere söylüyor. Biz ise şu kadar kişiyiz ekipte, şu kadar iş yapabilecek kapasite ile geldik, bize iş verin diyoruz. O kriz merkezinin başındaki kişide, sizin imkân kabiliyetlerinize göre burada arama kurtarma ekiplerini topluyor ve “şuradaki mahallede şu kadar kişi binanın altında, şu kadar kişinin sesi geliyor ya da şu mahalledeki kimseye şu zamanda kadar ulaşılmamış” gibi bilgiler veriyor. Sürekli ekipler geribildirim yapıyor yani şuradaki iki kişi çıkarıldı diye.

gibi önemli unsurlar da ortaya çıkıyor. Çocuklar varsa, işte o çocuklarla süreç boyunca ilgilenilmesi gerekmektedir. En büyük tramvayı çocuklar yaşıyor çünkü orada. Onlarla konuşacak, onlarla oynayacak, psikolojik destek verecek bir ekibinde olması gerekiyor. Çok boyutlu bir süreçtir bu. Ama birinci görev tabii ki insan hayatı kurtarmaktır. Önce ona göre hareket ediliyor. AKUT olarak afet halinde lojistik süreçleri nasıl organize ediyorsunuz? Öncesinde bir planlamanın yapılması gerekiyor. Problemin büyüklüğüne göre hareket ediliyor. Van depreminde çok enkaz var denildiğinde, Türkiye’nin dört bir tarafından insanlar yardıma gitti. Bizimde ekibimizden 17 tane gönüllümüz hareket etti. Çözüme ihtiyaç olduğunu ön görmemiz durumunda, çok ciddi bir kapasite ile gittik. Ama ilk haberini aldığımızda, bu kadar büyük kapasite ile harekete geçmemiştik. Çünkü ilk haberle Kandilliden yapılan açıklamada 6.6 büyüklüğünde olduğunu, yanlış hatırlamıyorsam, sonra 7.2’ye çıktı. 6.6 bizde bütün alarm zillerini çaldırtmadı. Evet orada bir travma var, muhtemelen yıkılan binalarda var ve gidip mutlaka bakılması lazım dedik. Bingöl ekibi en yakın ekip olduğundan, hemen onlara haber verip, onları harekete geçirdik zaten. Erzurum, Rize ve Trabzon tarafındaki ekiplere de siz hazır olun, ama bakıyoruz hala duruma dedik. Ama Bingöl’ü hemen yola çıkarmıştık. Bir süre sonra o 6.6 değil de 7.2 olduğu, 500 ile 700 kişi arasında ölüm olabileceği haberi gelince Kandilliden, bu sefer alarm çaldı tabii ki. Çünkü bu daha ciddi bir durumdu. Mutlaka daha etkili hareket etmek gerekiyor. Bunun üzerine Türkiye’deki birçok ekibimizdeki gönüllülerimizi bölgeye kaydırdık. Mesela Ege’den de geldiler, Bodrum İzmir ekiplerini kaydırmaya gerek yoktu, ama bir şekilde onlar kendi kaynakları ile ulaşma imkânları bulup geldiler bölgeye. Asıl önemli olan işte işin ölçeğidir. Ölçemediğiniz hiçbir şeyi yönetemezsiniz derler. O yüzden doğru ölçekler konulmalı. Mesela ‘99 depreminde biz bölgeye koşturarak gittik. Ben Gölcük’teki ekibin başındaydım, ama neredeyse

Bir afet durumunda arama ve kurtarma çalışmalarını etkileyen faktörler nelerdir? En önemli özelliği ölçeğidir. Ne kadar insan etkilendi, nasıl bir lojistik sağlanabilir, nasıl bir coğrafyaya sahip, nasıl bir kaynak aktarmak gerekir böyle bir bölgeye. Tabii ki biz işin arama kurtarma tarafındayız. Bu çok boyutlu ve çok kapsamlı bir süreçtir. Arama kurtarma ile de iş bitmiyor. Arama kurtarmanın ötesinde bir yerden sonra bu insanların bakım, barınma, yeme, içme, hijyen, sağlık

18

Akut’un bir kendi gönüllülerine verdiği eğitimler var. Bir de dış kurumlara yaptığımız eğitimler vardır. Kendi gönüllerimiz operasyonel anlamda yetişiyorlar. Konular ise enkaz sonrası deprem, seller, teknik kurtarma, arama ya da köpekli arama olarak çeşitlenmektedir. Arama ve kurtarmanın arasındaki süreç içerindeki her bir uzmanlık alanına göre kendi de bölümlere ayrılıyor. Bunlar birinci, ikinci, üçüncü kademe olarak ayrılır. Bunların dışında AKUT gönüllüsünün alması gereken nöbet sistemi var ve herkese sıra ile nöbet geliyor. AKUT’ta çalan telefonu o yüzden herkes açabilir. İlk haber alımı diye bir eğitimimiz var. İlk yardım eğitimi olmazsa olmaz. Bunların dışında bir dış kurumlara yaptığımız eğitimler var. Özellikle afet bilinçlendirme ile ilgili yaptığımız seminerlerle yürüyen çok etkili bir çalışma alanı var. İlkokuldan tutunda, üniversitelere kadar, pek çok sivil toplum kuru-

bizle aynı zamanda Rusya’daki ekip oraya vardı. “ Nasıl haberi alıp geldiniz? ” diye konuştuğumuzda, “Bizim bir bilgisayar programımız var. Tüm bu coğrafyayı tespit edecek bir alan için analiz sistemi kurduk” dediler. Bu sistem de 7.2’lik depremde işte şu bölge de, örneğin, on bin ile yirmi bin arasında can kaybı olur çıktısını verebiliyor. Onu görür görmez düğmeye basıp gelmişlerdi bölgeye. Çok kuvvetli bir ekip bölgeye kaydırdık dediler. 1999 yılında Rusların elindeki bir bilgisayar programı ile hareket etmeleri büyük nimet. O programı ile hangi bölgede, ne tür stokları olduğunu, ne tür bir nüfus olduğunu, ne tür bir zaafları olduğunu biliyor ve deprem yazdığı anda da ne kadar can kaybı olabileceğini ön görüyorlar. Van depreminde Kandilinin yaptığı gibi, Ruslar bunu 99’da yapmıştı. Çok hızlı hareket etti. AKUT, Türk Kızılayı ile afet birliği oluşturmak üzere bir işbirliği yaptı. Bu işbirliğinin içeriğinden söz eder misiniz?

luşlarına kadar çok geniş bir çerçevede eğitim sistemlerimiz var. Bu eğitimler üniversiteye ayrı anlatılıyor, liseye ayrı anlatılıyor, orta öğretime ayrı anlatılıyor, ilkokul çocuklarına ayrı anlatılıyor. Mesajın özü aynı ama onların anlayabileceği bir dille, detaylandırmaları farklı olarak anlatıyoruz. Bir de dış kurumlarda özellikle fabrikalarda, bazı özel sektör işletmelerinde, acil durum yönetim sistemlerinin oluşturulması ve bu çerçevede çalışacak ekiplerin yetişmesiyle ilgili hem arama kurtarma ekiplerinin hem de bu alanda görev alacak insanların eğitim almasıyla ilgili eğitimlerimiz var. Bunlardan AKUT’a gelir elde ediyoruz. Devlet tarafından desteklenmediğimiz için kendi kaynaklarımızın kendimizin yaratması gerekiyor. Bu dış kurumlara verdiğimiz eğitim, Akut’un operasyonel faaliyetlerini finanse ediyoruz.

AKUT ile Türk Kızılayı arasında bir iş protokolü imzaladık. Zaten uzun zamandır beraber çalışıyoruz. Ama 2003’den beri de bunu resmi protokole dönüştürdük. Türk Kızılayı’nın tüm çalışmaları, Uluslar arası Kızılay, Kızıl Haç federasyonunun çizdiği yol haritasında gidiyor. Tüm dünyaya da aynı süreçte işliyor. Her ne kadar yardım ağırlıklı çalışıyor olsalar da, onlarında bir arama kurtarma kapasitesinin olması talep ediliyor Kızıl Haç federasyonları tarafından. Türk Kızılayı’da bu kapasiteye ulaşabilmek için AKUT ile böyle bir iş birliği protokolü imzaladı. Doğrudan bundan sonra Türkiye’nin destek verdiği afet durumlarında AKUT Türkiye’nin arama kurtarma takımı olarak . Türk Kızılay’ı Türkiye’nin insanı yardım takımı olarak birlikte görev alacaklar diye bir protokol imzaladık.

Ataşehir Belediyesi ve AKUT arasında ilçede Afet Eğitim ve Araştırma Enstitüsü kurulması için karşılıklı protokol imzaladı. Bu enstitü hangi kapsamda çalışmalar gerçekleştirecek?

Türkiye’de özellikle afetlere karşı genel yaklaşım önlem almak yerine, afet sonrasında eyleme geçmek oluyor. Bu noktada eğitimin önemi tartışılmaz. AKUT’un verdiği tüm eğitimler hakkında bilgi verir misiniz?

Epeydir hayalimizde olan bir çalışma vardı; 16. yılında AKUT’un bir enstitü kurmasıydı. Ataşehir Belediyesi ile birlikte bu enstitüyü kurduk. AKUT Ataşehir Afet ve Acil

19


Durum Eğitim ve Araştırma Enstitüsü. Burada üretilecek bilginin önce Türkiye’nin ve akabinde Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar tarafından kullanılabilmesi için çalışılacak. AKUT’un en temel yaklaşımlarından bir tanesi, bilgiyi üreten, paylaşan ve yayan kurum olarak varlığını sürdürmesidir. Bu konuştuğumuz şey aslında bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor, yani cehaletten, ciddiye almamaktan ya da uzun soluklu hesap yapamamaktandır. Geliyor dönüyor dolaşıyor bilgiye dayanıyor. Doğru bilginin muazzam bir etkisi var. Ama buralarda eksik bilmek te, yanlış bilmek kadar tehlikelidir. Bu işi doğru bileceksiniz. Doğru bilmediğiniz takdirde başka bir sürü kayıplara neden olabilirsiniz. Bilgiyi yerleştirmek ve özellikle Türkiyeleşmek için biz bu işe girdik. Çünkü Türkiye’de şu anda yurtdışından getirilene, bir süre afet yönetimi ile ilgi kitapçıklar doğrudan çevriliyor ve sunuluyor. İşte orada kasırgalar var hortumlar var. Onlar Türkiye’ye göre değil ki! Türkiye’nin kendine özgü sorunları var. Kendine özgü demografik yapısından, yaşam süreçlerinden, mevcut depo stoklarından, kentlerin aşırı kalabalığından vb konularla entegre olmuş bir şekilde gitmesi gerekiyor. Amerika’da 911 gibi bir sistem var. Oradaki modeli burada olduğu gibi uygulayamazsınız. Türkiyeleştirmek gerekiyor bu unsurlar. Enstitü bunu yapacak işte. Burada oluşturulan bu bilgiyi, Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Türk Milletleri, Orta Asya’da kullanabilmemiz ön planda. Biz burada milletlere benziyoruz aslında. Türkiyeleştirdiğimiz bilgiyi bu saydığım coğrafyalarda da kullanabileceğiz.

lendirme çalışması olarak, deprem ilgili bilgileri, biraz düşündürerek biraz eğlendirerek çocuklara vermeye çalışıyoruz. Bunun ötesinde AK Sigorta il bir çalışmamız var. 3.senesine giriyoruz ortak çalışmamızın. Bu seneki de yine iki ay sürecek. Türkiye’deki ilçeleri dolaşıyoruz. İki defa 81 ili dolaştık. Oralarda toplumu bilinçlendirme çalışmaları yaptık afet konusunda. Şimdi de ilçeleri dolaşıyoruz Ak Sigorta sponsorluğu ile. Projenin adı da “ Hayata devam Türkiye’dir. Deprem ya da afet ne kadar kötü gelirse gelsin, sonuçta hayat devam ediyor. Binalar yıkılabilir, insanlar ölebilir, ama birçoğumuz sağ kalacağız. Hayat bizim için devam edecek zaten. Hayatın o devam ettiği süreçte de alınması gereken önlemler var. Onlara dönük hazırlık yapılması adına bu projeye “ Hayata Devam Türkiye” verildi. Sigorta bilincini de ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Çünkü Türkiye’de sigortalılık

yok yeteri kadar. Bu afet sonrası sendromu ile ilgili bir kitap çıkardık. 99’dan sonra konuşulan bir konu oldu. Bunun ötesinde spor klubümüz var. Bu sene windsurf ve kitesurf spor branşlarını da eklemeyi düşünüyoruz. Bunları gönüllülükle yapabilecek aslında bir ağımız var. AKUT artık böyle bir şemsiye organizasyona dönüştü. Türkiye için iyi şeyler yapmak isteyen, daha düzgün bir Türkiye’de yaşamak isteyen birçok insan toplanıyor. Üniversiteler çerçevesinde sosyal sorumluluk projeleri yapılıyor. Dış kurumlara, fabrikalar eğitimler veriyoruz. Danışmanlık yapıyoruz ve bilgi birikimimizi doğrudan paylaşıyoruz.

çok geriden gelen bir sektördür. Önü çok açık, ama hala ne yazık ki dünya standartlarının çok gerisinde sigortalı olmaktır. Birazda ona dikkat çekmeye çalışıyoruz. Depremde evlerini kaybediyor insanlar. Mal varlıkları gidiyor ellerinde. Ama sigortalı olunca malınızın önemli bir kısmını tekrar kurtarabiliyorsunuz. Buna dikkat çekmek için yaptığımız bir çalışma.

Nasıl insanlar yetiştirmemiz gerektiğini Atatürk söylemiş zaten. 1 Mart 1932 Türkiye Büyük Millet Meclisi açılış konuşmasında Atatürk şöyle demiştir, “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırları ne olursa, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, kendi geleneğine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmektir.” Buranın sahibi sensin demektir. Bu ülkenin sahibi sensin yani. Sokaktaki çocuk bu ülkenin sahibidir. Ne zaman herkes bu ülkenin sahibi olursa o zaman bu ülke başka bir yer olur. Bizim yaklaşımımızda bu, biz burada mal sahibiyiz, bu ülkenin sahibiyiz. O yüzden bu kadar her problemine koşuyoruz insanlarımızın. Bir yerde yangın mı? o bizim problemimiz, bir yerde çukur mu var? o bizim problemimiz. Bu ülkede yaşanan bütün problemler bizim problemimiz.

AKUT olarak bundan sonraki çalışmalarınız ve projeleriniz hakkında bilgi verir misiniz? Afet Yönetimi denilen şey sadece afetlerle ilgili bir şey değil aslında. Bütün milli güç unsurları ile birlikte hareket etmektir. Bireylerin bu konuda çözümün bir parçası olarak bu konuda eğitim alması gerekiyor. O yüzden biz bir taraftan AKUT ‘un operasyonel çalışmalarını yürütü-

Sigorta şirketleri ile de ortak proje gerçekleştiriyorsunuz. Bu projelerden bahseder misiniz?

yoruz. Haftada beş operasyona çıkıyoruz. Her bir buçuk günde bir operasyonumuz var nerdeyse. Geçene sene 248 operasyona çıktık. ilk yıllarda 5-7 ‘di. Bir taraftan toplum bilinçlendirme devam ederken bir taraftan da üniversitelerde öğrenci toplulukları kuruluyor. Şu anda 14- 15 üniversitede AKUT öğrenci topluluğu bulunmakta. Yayın evimiz var. Kitaplar basıyoruz. “ Engelleri Aşın Deprem Klavuzu” çıkardık mesela. Türkiye’de kaynak

Sigorta konusunda Türkiye’nin çok yol kat etmesi gerekmekte. Bizim mesela Liberty Sigorta ile bir Çocuk Müzikali Projemiz var. “Birimiz hepimiz, hepimiz AKUT” sloganlı, tiyatro topluluğunun hazırladığı ve Liberty Sigortanın sponsor olduğu bir çalışma bu. Toplum bilinç-

20

Van depreminde, bir depremzedenin enkaz altında olduğu Twitter’dan Okan Bayülgen’e canlı yayında bildiriliyor. Okan Bayülgen’de AKUT’a çağrıda bulunuyor. Olay tam olarak nasıl oldu peki ? Evet bu olay, 2011 yılında Twitter.com.’un en etkili on olayından biri olarak seçildi. Bu olay sıcak bir olaydı aslında. Ama dezavantajları da çok fazlaydı. Van depremi sürecinde, AKUT olarak 194 görevli yolladık, merkezde 60 kişi vardiyalı çalıştı. 7000 tane Facebook mesajı geldi, 5000 tane Twitter mesajı geldi. Bu 12000 mesaj yönetildi. Ama bu ne demek? 12000 mesajın hepsini, aklı başında birilerinin okuyup, yorumunu yapıp, gerçek mi mükerrer mi diye bulması gerekiyor. Mükerreri ayıklamak gerek. Boş ve gereksiz mesajlar geliyor. Tam doğru amacına ulaşacak mesajı aradan çıkarıp onu da doğru bir yere paslamak gerekiyor. Çok zor bir işti aslında. Bizim böyle bir alt yapımız yoktu. Bu kadar mesajın olacağını da ön görmemiştik. Ama AKUT’un öğrenci topluluklarından bir kısmı desteğe geldi Van depreminde. Bu sosyal medyayı onlar yönettiler. Bizden daha yatkınlar bu konuda. İnanılmaz iyi yönettiler. O Twitter mesajı da bu sayede kaybolmadı. Bu olayda Okan Bayülgen’nin programında canlı yayında gerçekleşiyor. Önce canlı yayında Twitter mesajı geldi, şu binada şuradan ses geliyor diye. Oradan AKUT’a yönlendirildi. Program bitmeden de o kişiye ulaşıldığı söylenildi.

Sizin yaptığınız iş bir gönüllük işi. Peki bu tür konularda gençleri teşvik etmede bize düşen görevler sizce nedir?

Bir başka sözü de : “Milli Eğitimin gayesi yalnız memur yetiştirmek değil daha çok memlekette ahlaklı, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya çalışan, kudretli gençler yetiştirmek.

21


VAN DEPREMİ YIKTI GEÇTİ...

Oruç Kaya

MEDYA TABANLI VE LOJİSTİK UZMANLIĞI ODAKLI yeni bir Afet Yönetimi anlayışıdır. Sorun, milyonlar seferber olup ihtiyaçları belirleyip yardımları toplamasına rağmen, bunların lojistik odağında doğru yerlere dağıtılamamasında yatıyor” ve 31 Ekim tarihli yazısında ise “Deprem yardımının yalnızca giysi ve çadır olmadığını gördük. ...... lojistik uzmanları gibi, ihtiyaçları fark ettik. İyileşmeye açık alanlarımızı sayalım: ..... lojistik uzmanlığımız eksik.” diye yazdı. Can Ataklı “lojistik” ve “profesyonel lojistik uzmanlığı” ifadelerini kullandı.

O2 Lojistik Yönetim Danışmanlık

İki gazeteci, “lojistik destek” gibi popüler olan genel bir ifadeyi mi kullanmıştı yoksa, LODER’in “Lojistik Terimler Sözlüğü”’nde “Müşteri gereksinimlerini karşılamak üzere üretim noktası ve tüketim noktası arasındaki mal, hizmet ve ilgili bilgilerin ileri ve geri yöndeki akışları ile depolanmalarının etkin ve verimli bir şekilde planlanmasıi uygulanması ve kontrolü kapsayan tedarik zinciri süreci aşamasıdır” diye tanımlanan “lojistik yönetimi” kavramını bilerek mi bahsetmişti?

Yüzlerce ölü, binlerce yaralı, onbinlerce vatandaşımız ve kardeşlerimiz depremden bir şekilde etkilendi. Türkiye’nin her yanından milyonlarca kalp, gücünün yettiğince kardeşlerine yardım etmek için uğraştı.

organize edilmesi, afet bölgesindeki atıkların toplanması ve imha edilmesi için tersine lojistiğin yapılması, bütün sürecin izlenmesi ve takip edilmesi için bilgi ve iletişim sistemlerinin devreye alınması ve son noktaya kadar dağıtımın organize edilmesi ve fiilen yapılması gibi lojistik firmalarının günlük hayatının bir parçası olan faaliyetleri yapılması sağlanabilir.

manları ve ayrıca lojistik ile ilgili akademisyenlerin teknik alt yapısı, bilgisi ve tecrübesi gelişti. Lojistik şirketleri, lojistik uzmanları ve akademisyenler başta deprem olmak üzere bütün doğal afetlerde ne yapabilir? • Devletin himayesinde lojistik akademisyenler ve lojistik şirketlerden oluşan bir proje ekibi oluşturulmalıdır. Bu proje ekibi, doğal afet sonrası nasıl bir lojistik yönetimi yapılması gerektiğinin stratejisini ve hareket planlarını oluşturabilir. Örneğin; afet bölgelerine en kısa sürede konsolidasyonu ve dağıtımı organize edecek depoların nerelerde ve hangi büyüklükte olması gerektiğine yönelik CoG çalışması ve hangi araç türlerinin ve hangi güzergahların kullanılması gerektiğine yönelik dağıtım yönetimi gibi çalışmalar yapılabilir.

Lojistik hareketler, lojistik firmalarının işi ve onların uzmanlığıdır. Özellikle deprem, bugün ve gelecekte Türkiye’nin gündemindeki en önemli doğal afettir. İki gazetecimizin vurguladığı “lojistik” ve “lojistik yönetimi”, ancak profesyoneller tarafından amatör duygu ve gönüllük esası ile yapılırsa istenen başarılı sonuçları verecektir.

• Doğal afet sonrası lojistik firmaları alt yapılarını (depolar, kamyonlar, bilgi teknolojisi, insan kaynağı vs) hemen devreye sokacak şekilde organize olmalıdır. Örneğin; araçların lojistik firmaları tarafından daha hızlı ve hasarsız yüklenebilmesi, araç filolarının ve en uygun araçların hemen devreye sokulması, yardım malzemelerinin depo çalışanları tarafından daha kolay ve daha hızlı tasnif etmesi, en uygun yerde ve büyüklükteki afet depolarının ve envanterin yönetilmesi, dış yardımların yurt dışı nakliyesinde uzman olan firmalar tarafından

Lojistik firmalarımızın, lojistik profesyonelliği üst düzeydedir ve hepsinin amatör duygu ile gönüllü şekilde bu operasyonları yapacağına inanıyorum. Lojistik firmaları; bilgilerini, tecrübelerini ve alt yapılarını, bir gün herkesin başına gelebilecek olan deprem ve diğer doğal afetler için kullanmalıdır. Onların bu yetkinliklerini kullanması sağlanmalıdır.

Önemli olan her ikisinin de çok doğru ve çok önemli bir noktaya değinmeseydi.

2002 yılında Nisan Ayı’ndaki “Yaşamın İçinden Lojistik” adlı yazımda 2002 yılının Şubat Ayı’ndaki Afyon depreminden sonra Kızılay Genel Başkan Vekili Fadıl Ünver’in 08 Şubat 2002 tarihli Hürriyet’te “bölgeye gerektiğinden fazla yardım gitti ancak dağıtımı başarısız oldu” dediğini ve 17 Ağustos depreminde yabancı ekiplere tercümanlık yapmak için gittiğim Gölcük ve Yalova’daki yardım için çırpınanları, kargaşayı ve yardımların ziyan olduğunu gördüğümü yazmıştım.

Her ikisi de “lojistik” ve “lojistik uzmanlığı” vurgusunu yapmıştı. Lojistik uzmanlığı nedir? Lojistik uzmanı kimdir? 2002 yılının Nisan Ayı ve 17 Ağuston depreminin 10’uncu yılı için yazdığım yazılarımda “deprem gibi doğal afetlerde Türkiye’deki lojistik firmalarının devreye girmesini” önermiş ve “bu firmaların nasıl yardımcı olabileceklerini” gündeme getirmiştim.

Sabah Gazetesi’den Sayın Şeref Oğuz 28 Ekim 2011 tarihli “Van Depremi: 7.2 Yardım seli: 9.2” ve 31 Ekim 2011 tarihli “Bugün Van’a yarın sana...” başlıklı iki yazısında ve 02 Kasım 2011 tarihinde Kanaltürk’te canlı yayınlanan Merkez Siyaset programında Sayın Can Ataklı ortak bir noktaya değiniyordu. Başka gazetecilerimiz de olabilir. Atladığım varsa özür dilerim.

Doğal afetler sonrası her türlü ihtiyaçlarının karşılanması ve kullanılmasının sağlanması için çok iyi ve etkin Lojistik Yönetimi zorunludur ve bu da üst derece lojistik uzmanlığı gerektirir. Türkiye’deki lojistik sektörü, lojistik şirketleri, lojistik uz-

28 Ekim tarihindeki yazısında “Benim önerim; SOSYAL

22

23


Olağanüstü ve Özel Durumlarda Uygulanacak Lojistik ve Tedarik Zinciri Yönetimi’ne Yönelik Bir Model

Dr.Doğan Karadoğan

“olağan durumlar”; başa çıkmakta zorlandığı veya çıkamadığı durumlar ise “olağanüstü durumlar” olarak adlandırılmaktadır. Olağanüstü durumlarla mücadele etmek maksadıyla “olağanüstü yönetim” usulleri geliştirilmiştir.

Stratejik Lojistik Yönetim Uzmanı Afet-Deprem Lojistik Uzmanı Acil Lojistik Yardım Operasyonları– “ALYO” (Afet - Deprem Lojistiği)

Ancak kimi zaman, olağanüstü yönetim usullerinin de çözüm üretmekte zorlandığı; savaş, iç savaş, ayaklanma, kıtlık, açlık vb. tehlikeler sonucunda devletin otoritesini yitirerek, kendi iradesi veya uluslararası kurumların (Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği vb.) uluslararası hukuk çerçevesinde inisiyatif kullanması neticesinde yaşamın sürdürülebilirliğini (idame/ beka) sağlamak maksadıyla yardım alması gereken “özel durumlar” oluştuğu görülmektedir. Bu maksatla, özel durumlarla mücadele edebilecek “özel yönetim” usulleri geliştirilmiştir.

17 Ağustos 1999 Marmara, 12 Kasım 1999 Düzce, 12 Ocak 2010 Haiti, 11 Mart 2011 Japonya ve 23 Ekim 2011 Van depremleri bize; “olağanüstü durum” ve “özel durumlara” karşı hazırlıklı olmanın önemini bir kez daha göstermiştir. Bu afetler (depremler) aynı zamanda, yapılan acil yardım operasyonları içerisinde lojistik anlamda; yönetsel, örgütsel, yapısal, süreçsel, uygulamasal, altyapısal vb.gibi konularda büyük sıkıntılar olduğunu göstermiştir. Söz konusu durumlardan etkilenecek tüm aktörzedelerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik uygulanacak lojistik faaliyetleri, bir bütün olarak ele alıp sistem yaklaşımıyla yönetecek bir lojistik yönetim modelin yokluğu günümüzde dikkat çekici bir gerçektir.

Bu kapsamda, evrenin oluşmasıyla birlikte dünya üzerindeki; halin, durumun, ortamın, koşulların ve şartların oluşturduğu arz edilen üç durum ve yönetim anlayışları bir bütün olarak Şekil-1’de gösterilmiştir.

Normal şartlar altında yürütülen lojistik faaliyetlerden farklı olarak, “olağanüstü durum” ve “özel durumlarda” icra edilmeye yönelik; kendine özgü iç dinamikleri, planlama süreci ve uygulaması olan, “Acil Lojistik Yardım Operasyonları (ALYO)” olarak adlandırılan, bir “lojistik özel yaklaşım” ihtiyacı, önümüzde acilen durmaktadır.

cek oluş sebeplerinden “savaş hali”; lojistik uygu- ğal ve beşeri sebeplerin haricinde, hayvan, böcek, lamalarının, askeri harekât lojistiği olarak algılan- virüs, bakteri ve mikro-organizmalar gibi diğer canması sebebiyle acil lojistik yardım operasyonları lıların etken olduğu afetlerdir. kapsamı dışında değerlendirilmiştir. Afetler incelendiğinde “deprem”; yıkım gücü, yaÖzel durumlarda uygulanan özel yönetim usulü ise, şanma sıklığı, diğer afetleri tetiklelme özelliği, toplumsal düzenin ve devlet yapısının muhafazası yurdumuz coğrafyasının %96’sının sismik olarak ile yaşamın normal olarak sürdürülebilirliğini sağla- riskli kabul edilen ilk dört derece deprem bölgesi mak maksadıyla icra edilen; “barışı koruma”, “barı- içerisinde olması ve nüfusumuzun %98’ini tehdit şı kurma”, “barışı kollama”, “insani yardım” ve “kriz etmesi sebepleriyle önemini artırmıştır. önleme” uygulamalarından oluşan, “sürdürülebilirlik (idame/ beka) hali”nden meydana gelmektedir. Çok yönlü etkilere sahip bir afet olan depremle asıl mücadele; iyi planlanmış, uygulamaya hazır ve diŞekil-1’de görülen olağanüstü durum ve özel du- siplinler arası “bir yönetim modelinin geliştirilmesi” rumlar; tahmin edilme güçlükleri, etki büyüklükleri, ile mümkündür. Söz konusu olağanüstü durum ve diğer tehlikeli olayları tetikleyebilme potansiyelleri özel durumlardaki başlıca gereksinimleri; lojistik, ile coğrafyamızda oluşma sıklıkları vb. kriterler açı- arama-kurtarma, acil sağlık ve ilk yardım, hasta ve sından değerlendirildiklerinde, “afetler”in en geniş yaralıların tahliye edilmesi, emniyet, asayişi sağlakapsamlı, en uzun süreli ve en zarar verici olduğu ma, haberleşme, bilgilendirme, yangın söndürme, enkaz kaldırma ve temizleme, karantina, ölülerin anlaşılmaktadır. defnedilmesi, hasar ve zayiat tespiti vb. olarak sıBu kapsamda kökenlerine göre afet türleri Şekil- ralanmaktadır. 2’de gösterilmiştir. Bu gereksinimlerin en önemlisi ise; olumsuz etkileri hafifletmek, yok etmek ve afetzedelerin ihtiyaçlarını öngörülen yer, zaman ve miktarda karşılamak maksadıyla yürütülecek yardım operasyonları arasında; tüm yapıyı kapsayan, kucaklayan ve en uzun süre ile icra edilmesi gereken bir “özel yaklaşım olan acil lojistik yardım operasyonlarıdır. Acil Lojistik Yardım Operasyonları (ALYO) Acil lojistik yardım operasyonları, “olağanüstü durum” ve “özel durumun” gereksinim ve ihtiyaçlarını öngörülen; zaman, yer ve miktarda karşılamak maksadıyla yürütülen; öngörü, sezgi, algı, analiz, sentez ve değerlendirmelere dayalı olarak talebi yönetmek ve tahmin etmek, siparişleri tamamlamak, etkin, kesintisiz, etkili ve hızlı lojistik tepki veren, otomatik reaksiyona geçen, bütünleşik, entegre, esnek ve izlenebilir, merkezi komuta/ kontrolü sağlayan, riskleri minimize eden, sade, mobil, modüler, çevik, ekonomik, desteklenebilir ve sürdürülebilir operasyon tabanlı lojistik uygulamalardır. Bu kapsamda, başta deprem ve afetler olmak üze-

Olağanüstü Durum ve Özel Durumlar İnsan, diğer canlılarla karşılaştırıldığında, doğaya karşı daha korunmasız olarak dünyaya gelmektedir. Bu gerçeği kavrayan insanoğlu, söz konusu eksikliğini toplu yaşayarak ve birbirlerine yardım ederek sağladığı toplumsal yapı ve devlet erki ile çözmeye çalışmıştır. Devletin; kendi yapısına, topluma, doğaya ve ekolojik dengeye zarar verebilecek tehdit ile karşılaştığında; mevcut hukuk düzeni ve örgütsel yapısı ile kontrol altına alabildiği, ortadan kaldırabildiği ve yönetebildiği durumlar

Şekil-1: Hal/ Durum/ Ortam/ Koşul/ Şartların Meydana Gelişi

Olağanüstü yönetim usullerinin, yurdumuzda 1982 Anayasa’sında tanımlandığı üzere, olağanüstü durumun vahametine göre kendi içerisinde “olağanüstü haller” ve “sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali” olarak ikiye ayrılmaktadır. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halini gerektire-

24

Şekil-2: Kökenlerine Göre Afet Türleri

Kökenlerine göre afetler “doğal”, “beşeri” ve “diğer” olarak üç farklı kategoride sınıflandırılmaktadır. “Doğal afetler” oluşumlarında doğal olaylarının, “beşeri afetler” oluşumlarında dolaylı veya direkt olarak doğal afetlere nazaran insanın daha fazla etkili olduğu, “diğer afetler” ise, oluşumlarında do-

25


re Şekil-1 ve Şekil-2’de yeralan tüm olağanüstü ve özel durumlarda (olağanüstü haller, sıkıyönetim ve seferberlik hali-savaş hali hariç, sürdürülebilirlik hali) etkin ve verimli bir şekilde uygulanabilecek Acil Lojistik Yardım Operasyonları (ALYO) tüm boyutları ile Şekil-3’te sunulmuştur.

Tablo 1: Acil İhtiyaç Malzemeleri

Tablo-1’de yer alan malzemelerin, en uygun uygulama usulü ile dağıtımını ve yönetimini sağlayabilecek, ALYO “genel riskleri” ile “lojistik risklerini” minimize edebilecek bir lojistik planlama süreci; kendi içinde ve diğer operasyonlarla bütünleşik, entegre, senkronize ve harmonize bir yapıya ihtiyaç duymaktadır. Bu bağlamda zaman aralığına göre hazırlanacak; stratejik, taktik, operasyonel ve mikro lojistik planların özellikleri şu şekilde sıralanmaktadır: Şekil-3: Acil Lojistik Yardım Operasyon Boyutları

Operatif Planlar: ALYO kapsamında, 0-24 saatlik zaman dilimini (ilk gün) içeren planlardır.

ALYO’nun temel özellikleri; “direkt ikmal esaslı, gereksinim ve ihtiyacı tespit eden, talebi tahmin eden, stratejik dağıtım tabanlı malzeme akışı ve eş zamanlı malzeme ve araç takip/ izleme sistemi kullanan, yeterince stok tutan, gerektiğinde yaygın olarak dış kaynak kullanan, özel eğitimli lojistik personele ve otomatik reaksiyon gösterecek etkili lojistik tepkiye sahip, paylaşıma dayalı güçlü lojistik irtibat ve bilgi sistemleri kullanan, karar destek sistemine sahip, stratejik tedarik yönetimi ve satın alma yapan, ulaştırma modlarını optimum ve entegre kullanan, akıllı ve hareketli depolara sahip, elleçleme, barkotlama ve paketleme yapabilen, afetzedelerin ihtiyaçlarını ön görülen yer, zaman ve miktarda karşılayabilen, tek bir merkezden yönetilen, diğer operasyonlarla bütünleşik, eş zamanlı, müşterek, senkronize ve harmonize olmalarını” sıralayabiliriz.

Taktik Planlar: ALYO kapsamında, 25-48 saatlik zaman dilimini (ikinci gününe kadar) içeren planlardır. Stratejik Planlar: ALYO kapsamında, 49-168 saatlik zaman dilimini (üç ila yedinci günler) içeren planlardır.

(Kent) Alanı” Dağıtım Noktasından oluşan tesis ve mobil araçlar ile organizasyonu kuracak ve sürekli malzeme akışını sağlayacaktır, 25-48 saatlik zaman dilimindeki “2’nci dalgada (tansiyon düşürücü müdahale)”, LYT; “Lojistik Destek Üssü” ile organizasyonu kuracak ve sürekli malzeme akışını sağlayacaktır, 49-168 saatlik zaman dilimindeki “3’üncü dalgada (tamamlayıcı müdahale)”, LYT; “Lojistik Destek Koordinasyon Merkezi” ile organizasyonu kuracak ve sürekli malzeme akışını sağlayacaktır. Sonuç olarak, tüm “olağanüstü durumların” ve “özel durumların” kendine has özellikleri dikkate alınarak lojistik sahada; doktrinsel, yönetsel, yapısal, süreçsel, stratejik, malzeme, teçhizat, araç, eğitim vb. açılardan gruplandırılması ve her grubun ihtiyaçlarını karşılayacak “acil lojistik yardım operasyonlarına ilişkin özel tasarım lojistik uygulamaların” sürekli geliştirilmesi gerektiği değerlendirilmektedir. Not: Acil Lojistik Yardım Operasyonlarına (ALYO) ilişkin yukarıda özet olarak arz edilmeye çalışılan lojistik yaklaşım, ülkemizde yapılan ilk çalışmalardan biri olup, iki cilt ve 780 sayıfadan oluşmaktadır. Çalışmaları Tufan ŞİMŞEK ve Gürbüz ÜNAL adlı iki öğrencimle birlikte tamamladık. Onlara buradan teşekkür ediyorum.

Mikro Lojistik Planlar: ALYO kapsamı dışında kaldığı değerlendirilen kısa süreli olaylarda (maden göçüğü, bina çökmesi vb.), 0-72 saatlik zaman diliminde (ilk 3 gün) icra edilecek yardım operasyonlarına katılan görevli personele iaşe ve ibate desteği sağlamak maksadıyla hazırlanan planlardır. ALYO kapsamında hazırlanan planlar, farklı zaman dilimlerini içeren yardım dalgaları olarak uygulanmaktadır. Bu bağlamda;

ALYO kapsamında, acil ihtiyaç duyulacağı ön görülen ve dağıtıma yönelik uygulama usulleri (açılır halka, kapanır halka, serpme, merkez odaklı ve köprü) marifetince dağıtılacak “dokuz” kalem ana yardım malzemesi Tablo-1’e çıkarılmıştır.

0-24 saatlik zaman dilimindeki “1’inci dalgada (hızlı tepki ve müdahale)” Lojistik Yardım Timi (LYT); “Ana Dağıtım Noktası”, “Ara Dağıtım Noktası”, “Seyyar; Araç, Bot, Tekne, Helikopter Filosu” ve “Çadır Kamp

26

27


Afete Hazırlık Ve Afet Bilinci Eğitiminde Verilen Mesajların Standardizasyonu

Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu

önüne alınarak irdelenecektir. Afet eğitimi, afet konusunda profesyonel veya yönetici seviyesinde çalışanlar için “Afet Yönetimi Eğitimi”; halk için ise Afet Bilinci Eğitimi olarak ikiye ayrılarak incelenebilir. Aşağıda kısaca açıklanan belli başlı eğitim ve bilgiler, halka yönelik Afet Bilinci Eğitiminde sahip olunması ve bunların periyodik eğitimlerle yenilenip tatbikatlarla pekiştirilmesi gerekir.

İstanbul Teknik Üniversitesi Afet Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı Bugün okullarda, değişik kurum ve kuruluşlarda ve STK’ların düzenlediği kurslarda verilen eğitim ve öğretimde, hizmet içi kurslarda ve kamu reklamlarında afetlere verilen önem/yer, toplumu oluşturan tüm bireylerde güçlü bir afet bilinci oluşturmak için tam ve yeterli değildir. Benzer şekilde şuan yapılan eğitim öğretim faaliyetlerinde afet bilincini vermeye ve doğru davranış şeklini öğretmeye yönelik konuların bazıları, yaşama dönük, yaparak ve yaşayarak öğrenmeye uygun bir şekilde de değildir. Bunlara ilaveten afetlere yönelik eğitim öğretim programlarında tüm tehlikeler/ riskler, afet zararlarının azaltılması ve planlama konuları bir bütün olarak ele alınmayıp, yanlış bir şekilde bir çok afetten sadece birine ve afet yönetim sisteminin tek bir evresindeki çalışmalara yönelmiştir (Kadıoğlu ve diğ.,2005).

Kullanılan Yöntem Deprem ve diğer afetlere karşı ulusça ve tek tek bireyler olarak, en kısa sürede ve öncelikle öğrenmemiz gereken aşağıdaki belli başlı dört davranış şeklini de iyice bellememiz gerekir. Bu davranış şekillerini öğrenerek ister evde, okulda, çarşıda veya ister başka bir yerde olalım, herhangi bir afet anında kendimizi nasıl koruyacağımızı bilmek gereksiz yere can kaybını önlemek bakımından önemlidir (Kadıoğlu ve İskender, 2001). Ailece, okulda veya çalışma arkadaşlarımızla herhangi bir tehlike ortaya çıkınca bu davranış şekillerini nasıl uygulayacağımızın provalarını yaparsak, tehlike başladığında reflekslerimiz otomatik olarak bizi doğru davranışlarda bulunmaya yöneltecektir (Kadıoğlu ve diğ., 2004). Bu nedenle aşağıda toplumumuzun afet bilincine katkıda bulunabilmek için birincil tehlikeler ve davranış şekilleri özetlenmiştir:

Türkiye’nin afet yönetiminde başarılı olabilmesi için, yerel yönetim ve merkezi idarelerle birlikte sivil toplum kuruluşları (STK) ve iş çevrelerine ait tüm kaynaklarının kullanılabilmesi, modern afet durum yönetiminin tüm süreçlerinin bütün tehlikelere yönelik ekip çalışmasıyla koordine edilebilmesi için bütünleşik bir afet durum yönetimi modeli ve olay komuta sisteminin ülkemizde oluşturulup uygulanması gerekmektedir. Bunun için ülkemizde ve bölgemizde hem profesyonel hem de gönüllü afet ve acil durum yöneticileri mevcut eğitim olanaklarından da yararlanarak aynı afet yönetimi ve komuta sistemini, dil ve yöntemleri kullanabilmeleri için periyodik olarak eğitilmesine ve standartlaştırılmış mesajların verilebilmesine yönelik kurumsal, idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır (Akşit ve diğ., 2004).

Birincil Tehlikelere Karşın Davranış Şekilleri: 1. Çök, Kapan ve Tutun 2. Yerinde Sığınak Oluştur

3. Kilitlen ve Yat: Çevrede ateşli silah sesi duyulduğunda, şüpheli veya tehlikeli kişi ya da keskin nişancı riskleri ortaya çıktığında uygulanır. Örneğin, yakınlarda bir silah sesi duyulduğunda, öğretmen veya personel “yere yatın” komutunu verir. Bunun ardından herkes düz yere veya zemine yatmalıdır. Bina içindeyseniz binanın ve/ veya odanın kapısını içeriden kilitleyiniz. Eğer açık havada iseniz, emniyetli olduğu anda Yerinde Sığınak prosedürünü uygulamaya başlayın (Gürkaynak ve diğ., 2004; Kadıoğlu ve diğ, 2004).

davranış şekli “Çök-Kapan- Tutun”’dur. Bu gün artık “Çök-Kapan-Tutun” öğretisi, ABD’deki FEMA (Federal Afet/Acil Durum Yönetim Merkezi), Red Cross (Kızıl Haç) ve NWS (Ulusal Meteoroloji İşleri) gibi afetlerle ilgili belli başlı 40 değişik kurum tarafından başta deprem, hortum, yıldırım olmak üzere bir çok afetten korunmak için halka tavsiye edilmekte ve halka yoğun bir şekilde de öğretilmektedir (Kadıoğlu ve diğ, 2004). Deprem anıda kendimizi nasıl koruyacağımızı bilmek önemlidir. Ailece, sınıfça veya çalışma arkadaşlarımızla deprem olunca ne yapacağımızın provalarını yaparsak deprem başladığında reflekslerimiz otomatik olarak bizi doğru davranışlarda bulunmaya yöneltecektir. ÇökKapan-Tutun öğretisi, sadece çocuklar için gerekli değildir. Bu nedenle, yetişkinlerin de mutlaka bu güvenlik hareketini öğrenip deprem anında doğru bir şekilde uygulaması gerekir. Hatta yetişkinler bu egzersizi yaparak çocuklara örnek olmak zorundadır. Öğretmen vb yetişkinlerin öncelikle kendilerini koruması çocukların afet sonrası bakımı için büyük önem taşımaktadır. Gerçek bir depremde insanların paniğe kapılmadan doğru hareket etme şansı, her Çök-Kapan-Tutun egzersizini çalışıldığında iki kat arttığı bilimsel olarak ispatlanmıştır.

4. Tahliye: Yangın anı, deprem ve patlama sonrası, sel/ su baskını öncesi ve anı; kimyasal kazalar, terör/bomba tehdidinde ve heyelan öncesinde uygulanır (Gürkaynak ve diğ., 2004; Kadıoğlu ve diğ, 2004). Sonuçlar Türkiye’de 1999 öncesi afet zararlarını azaltma ve hazırlıklı olma konularında sistemli bir halk eğitimi ve örgütlenmesi uygulamasının bulunmadığı görülmektedir. Halk eğitiminin çok önemli bir boyutu eğitici eğitimidir ve eğitici el kitaplarının ve eğitim materyallerinin niteliğidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de standardize edilmiş, kültüre uygun, etkinliği test edilmiş kaynakların bulunmadığı görülmektedir. Bunun yanı sıra geliştirilmesi gereken eğitim kaynaklarının halkın farklı kesimlerine uygun olarak çeşitlendirilmeleri gereklidir. Halk eğitiminin yaygınlaştırılabilmesi için kurumsal bir yapı gerekmektedir. Sivil Savunma Müdürlükleri’nce verilen yükümlü ve gönüllü eğitimleri yaygın olarak halkın her kesimine ulaşamamaktadır. Ayrıca, bu eğitimlerde daha çok afet anı ve sonrasına yönelik beceriler ele alınmaktadır. Bu programlarda afet riski algısını geliştirme ve olası zararları azaltma bilincini geliştirme çabaları zayıf kalmaktadır. Ayrıca hali hazırda afet zararlarını azaltmak ve hazırlıklı olmak için yapılan mahalle örgütlenmelerinin bulunduğu mahalleler Türkiye’nin tümü düşünüldüğünde çok azdır ve sürdürülebilirlikleri sınanmamıştır. Genel olarak bu ilk adımları kurumsallaştırmak, halk eğitiminin ve örgütlenmesinin sistematik, yaygın, bilimsel standartlara uygun ve sürdürülebilir olmasını getirecektir. Eğitim çalışmalarında afet sırası ve sonrası döneme daha çok vurgu olduğu, afet öncesi zarar azaltma konularının daha az işlendiği görülmektedir. Afet eğitimin içeriğinde afet öncesi ve sonrası evrelerin dahil edilmesine dikkat edilmelidir. Çok sayıda kurum ve kuruluşun yürüttüğü eğitim ve bilinçlenme çalışmalarının eşgüdümü, eğitici eğitimi

2. Yerinde Sığınak: Tehlikeli madde (nükleer, biyolojik ve kimyasal (NBC)) sızıntısı veya serpintisi, duman, ateşli silah sesi, keskin nişancı tehlikesi veya şiddetli fırtınalarda uygulanır. Çevrenizde bir tehlikeli madde riski oluştuğunda: Dışarı çıkmanız söylenene kadar içeride kalın ve içeride hava girişini kesip güvenli bir sığınak oluşturun (Gürkaynak ve diğ., 2004; Kadıoğlu ve diğ, 2004).

3. Kilitlen ve Yat 4. Tahliye 1. Çök-Kapan-Tutun: Bu davranış şekli deprem, uçak kazası, bomba patlaması ve bomba tehdidi, yıldırım ve hortum için uygulanır. Zemin sarsılmaya başladığında veya yüksek sesli bir patlama duyulduğunda/hissedildiğinde veya bir çök, kapan ve tutun tatbikatı uygulandığında okuldaki herkesin – öğrencilerin, personelin ve bulunan diğer kişilerin – aşağıda belirtilen koruyucu faaliyetlere başlamaları gereklidir (Gürkaynak ve diğ., 2004; Kadıoğlu ve diğ, 2004). Deprem anında tamamen yıkılıp yassı kadayıf şeklini almayan binalarda ölüm ve yaralanmalara daha çok yapısal olmayan riskler neden olmaktadır. Binalarımızın yüzde olarak büyük bir kısmının yassı kadayıf olmayacağı ve yapısal olmayan risklerden korunmanın evrensel olarak kabul edilen tek

Sonuç olarak topluma afet eğitimleri ezberden daha çok beceriye yönelik olmalı, eğitimlerde biçim olarak taklit öne çıkmamalı ve topluma doğruluğu şüphe getirmeyen ortak mesajlar verilmelidir. Bu konuda da öncelikle standartlar oluşturulmalı ve kalite denetlenmelidir (Akma ve diğ., 2001; Akman ve Ural, 2001). Bütün bu nedenlerden dolayı, bu bildiride “Afetlere Dirençli Toplum Oluşturma”ya yönelik eğitim ve öğretim programları ile birlikte halka verilmesi dört temel davranış şekli (Çök- Kapan-Tutun, Yerinde Sığınak Oluştur, Kilitlen ve Yat, Tahliye) ve mesajları konusu gelişmiş ülkelerdeki uygulamalar ve ülkemizin kendine özgün şartları göz

28

29


“Lojistik Sektöründe Pazar Araştırmaları En Önemli Silahlardan Birisi Olabilir”

ve eğitimin yerin demografik bilgileri temel alınarak hazırlanılacak eğitim materyalleri ile her kesime götürülmesinin sağlanması dikkat edilmesi gereken konulardır. Valilik, Belediye, STK’lar, meslek örgütleri ve medyada 1999 sonrası depremlere hazırlıklı olma ve zarar azaltma konularında oluşmuş olan bilinçlenme ve motivasyonun eşgüdüm içerisinde, belli bir kurumsal yapı içinde sürdürülmesi çok önemlidir. Kurumsal yapı içerisinde eğitimin tüm hedef kitlelere taşınmasının sağlanması, eğitici ve eğitim standartlarının belirlenmesi ve izlenmesi boyutlarının yer alması gereklidir (Karancı ve diğ, 1999; Akşit ve diğ., 2004). Yerel yönetim, idareler ile birlikte kurum ve kuruluşlar için değişik seviyede ve yetki alanı içinde (ev, kurum ve kuruluş, mahalle, semt, köy, kasaba, ilçe, il, bölge ve ülke genelinde) sorumlu olunan ölçeğe uygun olarak her tür tehlikeye, bütün idari düzeylere ve afet yönetiminin bütün fonksiyonlarına, sistemin bütün aşamalarının nasıl uygulanacağının öğretilmesi gerekmektedir. Gerçekte afet konusundaki teorik ve tatbikatlar gibi pratik eğitimler; gelecekteki acil durumları önlemeye ve zararlarını azaltmaya yönelik olmalıdır. Bunun için her yetki alanı içinde, Afet Yönetimi Sisteminin tüm bileşenlerinin tanımlanması, uygulanması ve bu çalışmaların koordinasyonunun sağlanması gerekmektedir.

Akşit, B., G., Erkut, M., Kadıoğlu,. A.N., Karancı, S.M., ŞEner, A. Tezer, D., Ural,. A., Ünlü,

Röportaj: Yrd.Doç.Dr. Pınar Seden Meral

hod Research Company, “Mükemmellikte Yetkinlik 5 Yıldız” belgesini almaya hak kazandı. Bununla birlikte;

2004. Eğitim ve Sosyal Çalışmalar, İstanbul Deprem Master Planı.

Fotoğraflar: Method Research Company Arşivi

GAB02, ISO20252 vew Mükemmelikte Yetkinlik 5 Yıldız Belgelerine de sahip ilk araştırma şirketi. İlk olmak bir farklılık yaratıyor. Henüz gelişme ve büyümesinin başında olan araştırma sektöründe alınan bu belgeler hem kalitenin bir göstergesi oluyor hem de sektör gelişimine katkı sağlıyor.

Gürkaynak, İ, M. Kadıoğlu, H.A. Poydak, 2004: Kızılay ile Güvenli Yaşamı Öğreniyorum – Öğretmen Kitabı, Türkiye Kızılay Derneği, Ankara, ISBN975-92079-2-3.

Method Research Company “Inhouse” çalışmaktadır. Türkiye geneli yapılan çalışmalarında öncelikle kendi bünyesindeki çalışanlarıyla hizmet veren ve projelerinin İstanbul Merkez Ofisi’nin yanı sıra Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Samsun, Trabzon, Antalya, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Çorlu’daki irtibat ofislerinde kendi anketör ve yönetici kadrosuyla gerçekleştiriyor. Bunun yanı sıra; sektörel uzmanlıkları olan, nitelikli çalışanlar ile birlikte butik çalışmalar ve niş alanlarda faaliyet göstermektedir.

Kadıoğlu, M., İ. Gürkaynak, H.A., Poydak, 2004: Kızılay ile Güvenli Yaşamı Öğreniyorum – Öğrenci Kitabı, Türkiye Kızılay Derneği, Ankara, ISBN975-92079-1-5. Kadıoğlu, M., İ. Helvacıoğlu, N. Okay, A. Tezer, L. Trabzon, H. Türkoğlu, Y.S. Ünal, R. Yiğiter, 2005. Okullar İçin Afet Yönetimi ve Acil Yardım Planı Kılavuzu, Mayıs-2003, İTÜ Afet Yönetim Merkezi Yayınları, İTÜ Press (baskıda). Kadıoğlu, M., İskender, H., 2001. Acil Durumlarda Basın ve Halkla İlişkilerin İlkeleri, İTÜ Afet Yönetim MerkeziİTÜ Press Yayınları, İstanbul.

Kaynakça

Karancı, N.A., Akşit, B., Anafarta, M., Oğul, M. VE Üner, G. 1999. Depremlere Karşı Hazırlıklı

Akman, N., İskender, H., Kadıoğlu, M., Kapdaşlı, I., Ural, D., 2001. Gönüllü Kaynakların

Olmak İçin Öğretme ve Uygulama Kılavuzu, ODTÜ Afet Yön. Uyg. ve Araş. Merkezi.

Geliştirilmesi, İTÜ Afet Yönetim Merkezi-İTÜ Press Yayınları, İstanbul. Akman, N., Ural, D., 2001. Afete Dirençli Toplum Oluşturma Seferberliği, İTÜ Afet Yönetim Merkezi-İTÜ Press Yayınları, İstanbul.

Method Research Company, GAB 02 Belgesini alan ilk araştırma firması. Bir araştırma firması için bu belgenin önemi nedir?

Method Research Company, 1998 yılından beri araştırma sektöründe hizmet veren ve araştırma şirketleri liginde ilk beş içerisinde yer alan önemli firmalardan biri. “Birlikte düşünelim” sloganı ile hem iç, hem dış müşterileri ve tedarikçileri ile uzun soluklu işbirliklerine imza atan şirketin en önemli özelliği müşteri odaklılığı. 2009 yılında “GAB 02 Belgesini alan İlk Araştırma Firması” olan Method Research Company Pazarlama Genel Müdür Yardımcısı Yüksek Mühendis Selçuk Kılıç ile pazar araştırmalarının şirketlerin yönetimindeki yeri, önemi ve lojistik sektörünün pazarlama araştırmaları ile sağlayacağı yararlar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Her kademedeki yöneticilerin çalışma hayatlarında günlük, haftalık, aylık ve yıllık planlarının gerçekleşebilmesi için yapması gereken en önemli görevlerinden biri “karar vermek”tir. Hedeflere göre yönetim, sonuç odaklılık gibi yönetim tekniklerinin çok kullanıldığı zamanımızda ve alınan her kararın neredeyse sorgulandığı bu dönemde “doğru ve hızlı karar vermek” en önemli görev haline gelmiştir. Yöneticiler, karar alırken güvenilir veriye sahipse, kararları o derecede doğru ve başarılı olacaktır. Doğru veri denince de akla “Araştırma Raporları” ve “Araştırma Firmaları” gelmektedir. Son zamanlarda aslında hem araştırma yaptıran firmalar hem de biz araştırma firmaları biraz şanslıyız. Çünkü Pazarlama ve Kamuoyu Araştırmacıları Derneği son iki yıldır, sektörün bilimsellik ve metodolojik çalışma anlayışını geliştirme için GAB (Güvenilir Araştırma Belgesi) adında bir belge vermeye başladı. Bağımsız bir denetim şirketi tarafından tüm süreçleri detaylı denetlenen araştırma şirketleri belirtilen prosesürleri takip edebiliyorlarsa bu belgeyi almaya hak kazanıyorlar. Tüm araştırmalarına GAB belgesi alan ilk araştırma şirketi olan Method Research Company olarak belgenin çalışma metodolojilerine katkısını çalışmalarımızda paylaşmaktan mutluluk duyduğumuzu her fırsatta dile getiriyoruz.

Method Research Company Türkiye’nin önde gelen araştırma şirketlerinden biri. “Birlikte Düşünelim” sloganıyla hareket eden firmanızı, diğer şirketlerden ayıran en temel unsurlar nelerdir? Kaliteye önem veren anlayışı gereği belirlenen etik kodlar ve standartlar konusunda öncü olan Method Research Company 2004 yılında sistemlerin entegrasyonu ve kalite ölçüm sistemlerini oluşturmaya başladı. 2007 yılında sektöre özel TÜAD tarafından verilen Güvenilir Araştırma Belgesi’ni 2009 yılında GAB02 VE ISO20252 belgelerini alarak bu belgelere aynı anda sahip olan ilk araştırma şirketi oldu. GAB02 VE ISO20252 ve Ulusal Kalite Belgesi’ne sahip ilk araştırma firması olmayı amaçlayarak 2010 yılında KalDer’e üye oldu. 2011 yılında Ulusal Kalite Hareketine ilk defa katılan Met-

30

31


Pazar araştırmasının şirketlerin yönetimindeki yeri ve önemi nedir? Ne olmalıdır? Çağdaş bir yönetici araştırma sonucunda elde ettiği bilgiyi nasıl kullanmalıdır? Çağdaş yöneticilerin, araştırmalar aracılığıyla elde edilen bilgileri etkin kullanabilecekleri alanlar şu şekilde olmalıdır ve bu yönde ilerlemelidirler. Faydalarını sıralarsak; pazardaki boşlukları görmek, riski minimize ederek yeni yatırım kararları almak, markanın iletişim stratejisini oluşturmak için, mevcut markaların algılarını belirlemek, müşteri ya da tüketici beklentilerini öğrenerek, doğru pazar stratejileri oluşturmak, yapılan reklam ve kampanyaların etkinliğini ölçmek, doğru fiyatlandırma ve satış stratejileriyle, kârlılığı artırmak, rekabette önde olmak için rakipleri tanımak, doğru fiyatlandırma politikalarını uygulamak, mükemmel işleyen bir bayilik / şube sisteminin sağlanması için, aksayan yönleri görmek, pazarın ve rakip markaların zaman içinde ne yöne gittiğini görerek, değişimin yönünü yakalamak, medya planını doğru ve etkin yapmak, reklam bütçesini optimum kullanmak, en temelinde yapacağınız yatırım, yapacağınız araştırmadan küçük ise mutlaka araştırma yapmalı. En azından zaman kazanmış oluruz.

larına baktığımızda 2008’de %16 büyüdük, yılda ortalama %15 - 20 büyüyen bir sektör bu. 2009 kriz yılında reklam sektöründe %20 - 25 oranında bir daralma oldu. Araştırma sektörü %3 büyüdü. Görünen o ki kriz yılını çok az bir büyümeyle geçirdik. Türkiye’nin %8, reklam sektörünün %20 - 25 küçüldüğünü düşünürsek, bizim burada %3 büyümüş olmamız çok önemli bir başarı. 2010 yılını %16 büyüme ile tamamlarken bu oran 2011 yılında %18 olarak gerçekleşti. GSMH’nin belli bir yüzdesi araştırma bütçesini oluşturduğu için 2011’de %8,5 büyüyen ülkemizin 2012’de %4,5 büyüyeceği öngörülüyor. Bu şartlarda Araştırma sektörünün de büyüyeceğini tahmin ediyoruz.

Özellikle Batı iş dünyasında çok önemsenen pazar araştırmaları şirketlerin karar almalarında en önemli faktör. Bununla birlikte Türkiye’de Pazar araştırmalarının yeterince yaygın olduğunu söylemek güç. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de ve dünyada en çok pazar araştırması yapılan sektörler hangileridir? Telekom, Yiyecek, Kozmetik/Hijyen, Dayanıklı Tüketim, Otomotiv, Farmakolojik ürünler, Finansal Hizmetler ve Toptan/Perakende, FMCG

Çok yaygın değil. Ancak Türkiye pazar araştırma sektörünün global pazar içindeki sıralamasına baktığımızda, Türkiye 150 milyon dolar ciro ile 27. sırada yer alıyor. Amerika 6,14 milyar dolarla birinci sırada yer alırken Gürcistan 1 milyon dolar ciro ile 76›ncı yani sonuncu olarak sıralamaya giriyor.

Bu sektörler özellikle hangi alanda araştırma yapmaktadırlar? Tüm sektörler bütün araştırmaları yapmaktadır. Her konuda ihtiyaçlar benzer aslında. Sektörel çok fark bulunmamakta.

Araştırma harcamalarının, reklam harcamalarına oranı ise %4.9 dur. Bu oran gelişmiş pazarlarda %12›ye kadar ulaşıyor. Türkiye›de de yıllar içinde araştırma sektörü büyüdükçe bu oranın artışına tanıklık edeceğiz.

Lojistik sektörü Pazar araştırmalarından ne yönde fayda sağlayabilir? Pan Avrupa – Orta Asya ulaşım koridorunda çok önemli bir rol oynayan Türkiye’nin Bağımsız Devletler Topluluğu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya olan yakınlığı, her türlü ürün ve hizmet potansiyeli bulunan gelişen pazarlara kolaylıkla ulaşım anlamına gelmektedir. Türkiye lojistik sektörü ürünlerin bu pazarlar arasındaki transferinde kritik bir role sahiptir.

Türkiye Pazar araştırmaları sektörünün büyüklüğü ve dünyadaki yeri nedir? Türkiye’deki potansiyeli nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye Araştırma sektörünün büyüme hızına ve oran-

32

larda kullanılmaktadır?

Türkiye Lojistik Sektörü Araştırması 2008’e göre Türkiye lojistik sektörü 59 milyar dolar, lojistik hizmet sağlayıcı pazarı 22 milyar dolar değerindedir, ki bu %37’lik bir pazar penetrasyonu anlamına gelmektedir. Sektör 2002’den bu yana %300’lük bir büyüme gösterirken, lojistik hizmet sağlayıcıları ise yalnızca %7’lik bir artış sağlayabilmiştir. Bu rakamlar pazarın hizmet sağlayıcılar için ciddi bir büyüme potansiyeline sahip olduğuna işaret etmektedir. Büyüme ile ilgili fırsatların olduğu sektörde müşterilerin sesinin doğru dinlenmesi için Pazar Araştırmaları en önemli silahlardan birisi olabilir. Müşterileri ihtiyaç ve taleplerini daha yakından takip etmek ve tam olarak karşılamak, müşteri memnuniyetini arttırmak amacıyla yapılacak araştırmalar sektörün gelişimi için son derece faydalı olabilir.

Online araştırmalar, en yaygın olarak tüketici araştırmalarında kullanılıyor. Bunun nedeni internet kullanıcılarının pek çok sektörün hedef kitlesinde yer alması. Bazı siyasi ve sosyal araştırmalarda, örneğin okur yazar olmayan ya da görece yaşlı kesimden biriyle online anket yapmak pek mümkün değil. Fakat internet kullanan kesimde yapılacak sosyal ya da siyasi araştırmalarda, zaman zaman içeriğe ağırlık verilerek, istenilen kitleyi temsil eden sonuçlar elde etmek mümkün oluyor. ABD ve Avrupa’da internet penetrasyonunun yüksek, teknolojik altyapının ise daha gelişmiş olması nedeniyle, online araştırma, telefon ya da yüz yüze anket yönteminin yerini almaya başladı. Özellikle uluslararası projelerde çok daha yaygın kullanılıyor. Ülkemizde talep gören ve gelişen bir yöntem olmasına karşın, veritabanı sağlama ve güncel tutmanın maliyetli ve zaman gerektiren bir süreç olması nedeniyle, pek çok araştırma firması bu yöntemi uygulayamıyor. Online araştırma, ülkemizde hâlâ “yan” metod olarak görülen bir veri toplama yöntemi. İnternet kullanımının artmasıyla, online araştırmaların sayısının da artacağına inanıyorum.

Online araştırmalar günümüzde araştırma şirketlerinin bir sahası haline geldi. Online araştırmaların geleneksel araştırma yöntemlerinden ne gibi farklılıkları bulunmaktadır? Online araştırmalar, araştırma şirketlerinin uyguladığı saha yöntemlerinden birini oluşturuyor. Türkiye’de 1 yılda yapılan araştırmaların toplam bütçesi, yaklaşık 100 milyon Euro civarındayken, online araştırmaların bunun içindeki payı sadece %1 seviyesinde. Buna karşın ABD’de online araştırmalar tüm pazarın yaklaşık yarısını oluştururken, Avrupa ülkelerinde ise oldukça yaygın bir kullanım görülüyor. Online araştırmanın geleneksel araştırma yöntemlerinden en önemli farkı, maliyetleri yaklaşık %50 oranında düşürmesi… Tabii, hız da, maliyet gibi yöntemin ayırt edici özellikleri arasında yer alıyor. Hedef kitleyi önceden bilme avantajıyla, saha takibi daha kolay, geri dönüş oranları diğer metodlara göre daha yüksek oluyor; online ses ve görüntü iletişimi kurmaya imkan tanıyor. Araştırmalarda kullanılacak yöntem belirlenirken, konusuna, hedef kitlesine ve amacına göre tercih yapılıyor. Telefonla, yüz yüze ya da online anket tekniklerinin hepsi uygulanabiliyorsa, online anketi tercih etmek, çok daha akılcı ve mantıklı bir seçim oluşturuyor. Çünkü, güvenilir bir veriyle çalışıldığında, hata payı en düşük yöntem… Özetle; kontrol kolaylığı, veritabanı kalitesi, yüksek katılım oranı, zaman avantajı ve düşük saha maliyeti uygulamada öne çıkan artılar. Şu anda %1’de olsa 2017’de tahmini bu oranın %15 seviyesinde olacağı beklenmektedir.

Sosyal medyanın etkisinin artması pazar araştırmalarını ne yönde etkilemektedir? Sosyal medya zaman ve mekan sınırlaması olmadan (mobil tabanlı), paylaşımın, tartışmanın esas olduğu bir iletişimdir. Sosyal medya, firmalar ve müşterileri arasındaki ilişkiyi daha yakın, samimi, kişisel ve bireysel ilişki haline getirmenize olanak sağlar. Bu etkileşim, güven duygusunu ve birbirini anlamaya kişileri teşvik eder, olası iletişimlerin potansiyelini arttırır. Sosyal medyaya en iyi adapte olanlar; arkadaşları, fanları ve takipçileri ile kişisel seviyede iletişim kuranlardır. Bir firma, takipçilerini tanıyarak işe başlamalı, daha sonra ilişki ve güven kurma aşamasına geçmelidir. Sosyal ağlar dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok yaygın olarak kullanılmakta. Hatta dünyanın çok ilerisinde olduğumuz noktalar da var. Dünyadan farklılaştığımız en önemli mecralardan birisi Facebook. Tüm dünyada Facebook’u en çok kullanan ülkeler sıralamasında Türkiye, 27.5 milyon kullanıcı ile 4. Sırada. Öte yandan mobil internet ve akıllı cihaz kullanımı da çok yaygınlaşmakta. Mobil internet kullanıcılarının çok büyük bir çoğunluğununun, mobil interneti sosyal ağlara giriş için kullandığı göz önünde bulundurduğumuzda mobil internet trendinin de sosyal ağlarda yaşanan trendi daha da kuvvetlendirecek bir etmen ol-

Online araştırmalar en yaygın olarak hangi araştırma-

33


Pazarlamanın Parlayan Yıldızı Dijital Dünya

duğunu düşünebiliriz. Sonuçta sosyal ağlardaki her birey bir tüketici ve tüketicinin en yoğun olarak bulunduğu bu ağlarda klasik pazarlamanın ötesinde şimdiden yeni pazarlama yöntemleri gelişti ve her geçen gün yeni yöntemlerde gelişmekte. Bu açıdan bakıldığında iletişim açısından sosyal ağlar pazarlama potansiyeli çok güçlü mecralar olarak düşünülebilir. Araştırma şirketleri ne gibi zorluklarla karşılaşmaktadırlar?

Pazar araştırma sektörünün geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Rima Erdemir

Araştırma dünyasında 90 firma yer almaktadır. Bunları 40 tanesi araştırma şirketidir. Araştırma sektöründeki cironun %90’ını 10 firma yapmaktadır. Türkiye’de 2.500.000 firma bulunmaktadır. Firmaların 2.500 tanesi araştırma yaptırmaktadır.

MedyaNet Genel Müdür

online nüfusun sadece % 4’ü sosyal medya kullanmıyor. Facebook kullanımına baktığımızda ise oldukça etkileyici rakamlarla karşılıyoruz; bugün 31 milyon kişi Facebook’u aktif olarak kullanıyor, Türkiye Facebook kullanımında dünyada 6. sırada, online nüfusa göre penetrasyonu %90. Bir diğer popüler sosyal medya platformu Twitter’da durum farklı değil ; orada da aktiflikte dünya 8 milyon üyemizle 8. konumdayız. Linked- in iş dünyasına yönelik bir sosyal paylaşım platformu olmasına rağmen 50 ülke arasında 1 milyona yakın üye ile 17.sırada yer alıyoruz.

Aslında minimum 90 firmanın bu tür araştırmalar yaptığı düşünüldüğünde sektörümüzün daha da büyüyeceğini düşünüyorum.

Birinci nokta; Araştırma, doğası gereği bilimsel olmak zorunda olduğundan, uzman kadro ve en son teknolojiyle yapılması gerekir. Oysa araştırma sektöründe verilerin elde edilmesinde kullanılan görüşmecilerin %98’i öğrencilerden oluşmaktadır. Dolayısı ile görüşmeciler veri toplama işini part time olarak gerçekleştirmekte ve profesyonelce düşünmemektedir.

Online video kullanımına baktığımızda, Türkiye’deki kişi başına düşen izlenme rakamlarına göre Avrupa sıralamasında 2. sıradayız. Türkiye’de bir kullanıcı 1 ay içerisinde ortalama 200 adet video izliyor ve ortalama 23 saati video izleyerek geçiriyor.

Bu noktada önemli ölçüt anketörlerin doğru eğitilmeleri ve sürekli denetim altında tutulmalarıdır.

Tüm dünyada ve ülkemizde pazarlamanın parlayan yıldızı dijital. Pazarlama gurularının da söylediği gibi, artık sadece pazarlamada değil iletişim düzeninde bir değişiklik oldu. Dijital dünya, sosyal medyanın hayatımıza girmesi, cihaz devrimi ve 3G ile mobilin hızlı yükselişi, online video ile TV izleyicisini de kendine çekmesi ve tabii ki e-ticaretin kullanıcılara sunduğu hizmetlerin artmasıyla şekilde değiştirdi ve hem kullanıcılar hem de markalar açısından hayatımızın önemli bir parçası haline geldi.

İkinci nokta; Müşteri baskısından dolayı fiyat baskısı. Bu da sektörün kalitesini olumsuz etkilemektedir.

Türkiye Şu An Tüm Dünya İçin «Emerging Market» Olarak Gözbebeği Durumunda...

Gelişen iletişim teknolojileri araştırma sektörünün iş modellerini nasıl şekillendiriyor?

Ulusal ve uluslararası dijital pazarlama etkinliklerinin birçoğunda Türkiye ile ilgilenen yatırımcıların her geçen gün biraz daha arttığını görüyoruz. Bu, artık dijitalin bir mecra olmasının yanısıra endüstriyel olarak da kendi rüştünü ispat etmiş olduğunu gösteriyor.

Görüşmeler, Pazar araştırması zinciri de temel ve önemli bir halka olmayı sürdürmektedir. Etkinlik ve güvenilirlikleri araştırmanın tüm yapısını etkiler. Müşteri adına toparlanacak bilgi ne çeşit olursa olsun, görüşmeler bu bilginin derleme aracıdır ve görüşülen kişi arasında bir çeşit kişisel ilişki gerektirir.

Online Toplulukların, Mobil Araştırmaların ve hızla gelişen, yenilenen teknolojinin hakim olacağı geleceğimizi en iyi şekilde yönetebilmek için araştırma şirketleri ve pazarlamacılar olarak bizlerden beklenen:

Mobilde de rakamlar yine dikkat çekici, Türkiye’de mobil abone sayısı 61.7 milyon. Türk halkının %84’ü cep telefonu kullanıyor. Ev hanımlarının % 50 ‘si ve gençlerin %50’si 3G abonesi. Ülkemizde e-ticaret kullanımına baktığımızda, online nüfusun %20’sinin internetten alışveriş yaptığını ve geçen seneye göre 2011’in ilk çeyreğinde %45 büyüyen pazarın oldukça büyük bir potansiyele sahip olduğunu görmekteyiz. Tüm bu rakamlar dijital platformu markalar için de olduça çekici hale getiriyor. MedyaNet dijitali bütün olarak düşünmek gerektiğine inanan bir vizyona sahip, bu doğrultuda da reklamverenler için dijital iletişimin tüm alanlarında hizmet vermekte olan, bu alanda markaların çözüm ortağı konumunda bir şirketiz. MedyaNet olarak Display’de 60 premium yayıncımız ile reklamverenlere hizmet vermekteyiz. Display network’ümüz aylık 4 milyar sayfa gösterimine ve 32 milyon tekil ziyaretçiye sahip.

Türkiye’ye giriş yapan şirketlere baktığımızda da aynı hareket seyrini görüyoruz; dijitalin her kanalında iş yapan oyuncular, peş peşe pazarda aktif olarak varlık göstermeye başladılar 2011 itibariyle. Önümüzdeki günlerde de yeni sürprizler olacak gibi görünüyor.

Tüketici ile bulundukları her ortamda dialog kurabilen ve etkileşim halinde hareket ederek onlarla birlikte yaratan; iyi dinleyen ve iyi anlayan; farklı platformlarda tüketicilerin bizlere sundukları geri bildirimleri geleceği besleyecek içgörüler içeren hikayelere dönüştüren “düşünce ortakları” olmamız.

MedyaNet’in online video network’ü Midyo ise 25 yayıncımız bulunmakta ve 85.000.000+ video izlenmesi ve 7.000.000+ tekil kullanıcıya sahip.

Türkiye’de dijital kullanımı ve pazarın büyüme rakamları da oldukça dikkat çekici. Türkiye toplam Internet nüfusu 32 milyona ulaştı ve kullanıcıların %50’sinin 25 yaş üstünde, yani tüketim potansiyeline/gücüne sahip olduğunu görmekteyiz.

Bunu yaparken müşterilerimizle birlikte hareket etmemiz ve yine müşterilerimiz tarafından stratejik iş ortağı olarak konumlandırılarak, pazarlama sürecinin her noktasına dahil edilmemiz çok önemli.

MedyaNet’in mobil platformu Mobia’da ise 26 iPhone uygulaması, 17 mobil site ve 9 iPad uygulamasının reklam alanlarını reklamverenlere sunmaktayız, networkümüz aylık 200 milyon sayfa görüntülenmesine sahip. ayrıca Vodafone’nun mobil pazarlamada çözüm ortağı

Sosyal medya kullanımına baktığımızda, Türkiye’de

34

35


olarak Vodafone’a kayıtlı 5 milyon aboneye hedefli sms gönderimi yapmaktayız.

lenmesi , mobil app.’ler, mecraya özel yayıncılar dijital iletişimimizi daha da keyifli hale getirecek.

Dünya trendleri de gösteriyor ki dijitalin tüm formatları ayrı bir yere ve öneme sahip. Asıl kritik nokta tüm mecraları kendi doğalarına uygun bir şekilde kullanmak ve birbirleriyle konuşturabilmek.

Kullanıcıların tarafından bu kadar ilgi gören bir mecranın reklamverenler tarafından farkedilmemesi mümkün değildi. Reklamverenler sms ile başladıkları yolculuğun şu ana kadarki en heyecanlı dönemini yaşıyorlar. Hem hala sms ile nokta atışı yaptıkları kampanyalarını sürdürüyorlar hem de mobil display’in “nimetlerinden” faydalanıyorlar. Mobil display’de banner’dan anında SMS gönderimine, anında marka temsilcisini aramaya ve bunun gibi farklı ve etkilli alternatiflere yönlendirebilmesi reklamverenler için çok heyecan verici hale gelmesini sağladı. Diğer taraftan banner’ın dışına çıkarak farklı rich media, video vb. modellerin sunulması mecranın yaratıcılığa yatkınlığını da kanıtladı.

Yıllardır pazarlama iletişimcileri tarafından ön plana çıkartılmakta olan “entegre iletişim” in bir adım ötesine geçerek, bu dağılımı ustaca yöneten ve birbiriyle etkileşimini de sağlayan markalar ön plana çıkacak. Peki Bu Entegre İletişimi Nasıl Yöneteceğiz? En önemli kriter iletişiminizin amacı, imaja yönelik bir kampanyada display’in rich media, sponsorluk modellerinden yararlanabilir, TV kampanyanızı daha geniş kitlere ulaşmasını sağlamak için online video ve sosyal medya kullanabilirsiniz.

Reklamverenler açısından kullanıcıların mecrada tek bir reklamla karşılaşmaları, görsel olarak markalarını daha fazla ön plana çıkartabilecek bir alanda yer almaları da onlar için mecrayı çekici hale getiriyor.

Sosyal medya tarafında bunun sadece Facebook olarak da düşünmemek lazım, kullanıcıların içeriğinize yorum yapabildiği, onu paylaşabildiği her platform sosyal medya olarak sayabiliriz. Yani hürriyet.com.tr’de bir haberin altında kullanıcıların yorum yazabilmesi, siteye yüklenen bir reklam filimin kullanıcı tarafından paylaşabilmesi mecrayı sosya bir platform haline getiriyor.

Tablet, kullanıcıların ona keyif veren herşeyi yanında taşıyabilmesini sağlıyor, bu özelliği ile birlikte yepyeni bir mecra doğdu diyebiliriz. Markalar da bu mecranın önemini ve değerini farketmiş durumdalar. Kullanıcının bu kadar kişisel tercihleriyle içini doldurabilediği ve vakit geçirirken keyif aldığı bir yerde olmak onlara iletişimlerinde +1 başlama fırsatını verdi. Ve baktığımızda da 2012’de olmak istedikleri bir mecra haline geldi.

Diğer taraftan satışa yönelik bir kampanyada seçtiğiniz kriterlerdeki kişilerin cep telefonlarına mesaj göndererek bilgilerini paylaşmaya yönlendirebilir, display’de CPC’li yani tıklama başına ödeme yapılan kampanyalar ile nokta atışı yapabilirsiniz.

Teknoloji açısından baktığımızda, mobil display’in hızlı bir şekilde büyümesini sağlayacak en önemli yenilik HTML5 olacak. Yayıncıların tüm dijital mecralarda ortak bir platform kullanabilmesi, kullanıcıların herhangi bir uygulamayı indirmek zorunda kalmadan mobilde istediği içeriğe ulaşabilmesi ve rich media gibi farklı reklam modellerininin tüm dijital mecralarda gösterilebiliyor olmasını sağlayacak.

lamcılar Derneği tarafından, diğer reklam harcamaları ile birlikte açıklanmaktaydı.

Ve biz Mobia olarak yayıncılarımızla birlikte mobildeki tüm teknoloji trendlerini takip ederek sektöre sunmaya devam edeceğiz.

Tüm rakamlar IAB Türkiye tahminidir. Yaratıcı işler, CRM çalışmaları,

Türkiye’de reklam yatırımlarına bakacak olursak, sizlerle IAB Türkiye’nin rakamlarını paylaşmak isterim. Türkiye’de 2000 yılından itibaren faaliyet göstermekte olan sektörün büyümesine katkıda bulunmak amacıyla kurulan IAB Türkiye, Türkiye›de internet sektörünü ortak bir platformda buluşturmak, sektöre ölçümleme standardı getirmek ve Türkiye pazarını global pazarda en doğru şekilde tanıtmak için çalışmakta. Şu an TV mecrasının ölçümlemesinin yapılamadığı düşünüldüğünde, IAB’nin getirdiği standartlar ile mecranın ölçülebilirliği bu anlamda daha da önem kazanmaktadır.

Bu yıl ilk defa 23 Mart’ta Dijital Reklam Pazarı’nın hacmi IAB Türkiye tarafından ADEX raporu ile ayrı olarak açıklandı. ADEX raporunda dijital reklam formatlarının, display, mobil, online video ve arama’nın, reklam harcamaları ayrı olarak raporda yer aldı.

SEO yatırımları hariçtir. İnternet Reklam Yatırımları Toplamı Display Reklam Yatırımları Gösterim ya da tıklama bazlı reklam yatırımları Video reklam yatırımları Sponsorluk yatırımları Gelir paylaşımı reklam yatırımları Arama Motoru Reklam Yatırımları Kelime bazlı reklam yatırımları Arama motoru görüntülü reklam ağı yatırımları Mobil Reklam Yatırımları Mobil gösterim reklam yatırımları Mobil opt-in SMS/MMS yatırımı İlan Sayfaları Reklam Yatırımları Diğer E-posta In-game advertising

Türkiye Dijital Reklam Harcamaları şu ana kadar Rek-

Şu an Türkiye’nin önde gelen reklamverenleri, başta iletişim, otomotiv, finans ve inşaat sektörleri olmak üzere mecrayı etkin bir şekilde kullanmaktalar. Her sektör kendi markasının ihtiyaçlarına ve özelliklerine göre farklı formatlar tercih ediyor, örneğin bir otomobil markası mobil banner’ına tıkladığında test sürüşü için form doldurmaya yönlendirirken, bir banka kredi kartı aboneliği için kulanıcıyı bilgilerini paylaşabileceği sms’e yönlendiriyor. Ya da bir inşaat firması hem haber network’ünde display kullanırken hem de gelir seviyesine göre kullanıcıları hedefleyerek Vodafone Opt-in datasına mesaj gönderiyor.. Mecra kullanıldıkça ve daha fazla keşfedildikçe yaratıcı ve farklı daha bir çok örnekle karşılaşacağımıza eminim.

Dijitalde seçtiğiniz kampanya modeli, cihaz yani mobil, tablet, web gibi farklı cihazlar, hatta yayıncı özelinde mecranın doğasına ve kullanıcıların davranışları özelinde iletişim alternatifleri sunmaktayız Bununla birlikte hedefleme seçenekleri sayesinde istediğimiz kişi belirlediğimiz kritelerle seçerek reklamdan en iyi geri dönüşü alabiliyoruz. Mobil açısından baktığımızda, dijital iletişim zincirdeki en önemli halkanın mobil olduğunu görüyoruz. Çünkü mobil tüm dijital iletişimin en kişisel ve iletişimde süreklilik sağlayan tek mecrası konumunda. Dijitalin temelinde kullanıcıya sağladığı kolaylıklar var.Aradığı bilgiyi hemen bulma, istediği zaman habere ulaşma, istediği diziy istediği zaman izleme, istediği zaman alışveriş yapabilme vs..Mobil, kullanıcıların tüm bu avantajlara sürekli ulaşabilmesini sağlıyor. Mobil cihazların çeşit-

Diğer taraftan, mobil kendi reklamveren kitlesini de yaratmaya başladı, e-ticaret’in mobile entegrasyonu, markalarım mobil app.’lerinin çoğalması vb. mobile özel uygulamalar arttıkça mobil reklamcılık büyümeye devam edecek.

36

37

721 milyon TL 294 milyon TL 236 milyon TL 22 milyon TL 23 milyon TL 13 milyon TL 339 milyon TL 230 milyon TL 109 milyon TL 25 milyon TL 6 milyon TL 19 milyon TL 58 milyon TL 5 milyon TL 3 milyon TL 2 milyon TL


“Gıda Emperyalist Bir Silahtır”

Röportaj: Cansev Ata

da ürettiği Gayri Safi Hâsılanın yarısı gıda ile ilgilidir. Geri kalan yarısının üçte biri enerji, üçte biri silah, üçte biri de sağlıkla ilgilidir ve petrol olan enerji dediğimiz o üçte bir için komşumuzda dört milyon insan öldürüldü. Dolayısıyla, gıda aslında dünyanın en emperyalist silahıdır.

Fotoğraf: Cansev Ata

Gıdaya bir de bu açıdan bakmak lazım. Uluslararası boyut açısından oldukça emperyalist bir silahtır ve bazı dev ülkeler, gıdayı başka toplumları baskı altına alınabilmesi açısından silah olarak kullanmaktadır. Nitekim şimdi Amerika’daki iki tane büyük vakıf –Bill Gates Vakfı ile Rockefeller Vakfı Afrika’ya GDO’yu sokmak istiyor ve bu şekilde Afrika’yı yeniden egemenliği altına almaya çalışıyor. Bunu nasıl yapıyorlar? Yani 1800’lerde nasıl Afrika Batılı ülkelerin çok önemli bir sömürgesi olmuş yeniden aynı süreç başlıyor. Şu anda bütün o Afrika’daki o eski sömürgeler dağılıp bağımsızlıklar elde edildi ama şimdi askerle ve silahla değil, başka unsurlarla yeniden Afrika’nın sömürgeleştirilmesi planı var. Yani 21. Yüzyıl yine Afrika üzerinde oynanacak bir yüzyıl ve bunda gıda ve su çok önemli bir silah olacaktır.

Prof. Kenan Demirkol

Yıllardır GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) konusunda bir takım bilgiler edindik. Evet, zararlıydı bunlar, ama nasıl? Tek endişe edilmesi gereken şey GDO mudur? Sağlığımızı olumsuz etkileyen başka unsurlar var mıdır? Nasıl beslenmemiz gerekir? Su içsek yarar mı? Tüm bu soruların cevabını ve daha fazlasını öğrenmek için yıllardır Beslenme ve Halk Sağlığı konuları üzerine çalışan ve “GDO: Çağdaş Esaret” kitabının yazarı Prof. Dr. Kenan Demirkol ile konuştuk.

Amerika GDO Tarımı ile mi bunu yapacak? Genetiği Değiştirilmiş Tohumlar olarak söylemek daha uygun olur ve acaba niye genetiği değiştiriliyor bu tohumların? Bana tek cümleli bir yanıt vermek isterseniz: Tohumun genetiği niye değiştiriliyor?

Beslenme alanı ile ilginiz nasıl başladı?

Bize söylenen daha verimli olması, daha çok insanı doyurması...

Üniversitede, Tıp Fakültesi’nde 4. Sınıf öğrencisiyken Halk Sağlığı dersinde, eşimle birlikte “Türkiye’nin Beslenme Sorunu” diye 80 sayfalık bir rapor hazırladık. Yani Tıp Fakültesi mezunu olmadan önceden beri devam eden bir hobim bu...Yeni bir şey değil yani 33 yıllık bir emek bu.

Peki, gerçek nedir? Gerçek; daha çok insanın üreten firmalara bağımlı olmasıdır. Tohum egemenliği, dolayısıyla gıda egemenliği... Yani gıda egemenliğinin en kestirme yolu, o gıdanın üretildiği tohuma egemen olmak. On binlerce, milyonlarca ton gıdaya hükmetmektense, onun yüzde biri kadar bir yer işgal eden, ağırlık işgal eden tohuma egemen olmak çok daha basit. Manipülasyonu çok daha basit, sağa sola gönderilmesi çok daha basit.

Beslenmenin toplum üzerine etkilerinden bahsedebilir miyiz? Beslenme gerçekten çok geniş bir konu ve toplumsal yanı da çok ağır basan bir konu. Aslında dünyada toplu iğneden atom bombasına bir yıl içinde elde edilen Gayri Safi Hâsılanın yarısı gıda ile ilgilidir. Ancak buna gübre fabrikası, tarım ilacı, traktör fabrikası vs. her şey dâhil, gıda sanayisi her şey dâhil ama bütün dünyanın bir yıl-

Şimdi dediğiniz çok doğru, dünyada iki kere emperyalist ülkeler açlık kartını kendi çıkarları için kullanmıştır. Bun-

38

lardan ilki 1960’lı yıllarda başlayan “Yeşil Devrim” adını alan süreçtir ve Yeşil Devrim’de Amerika’da ya da Amerikan şirketleri tarafından Meksika’da üretilmiş olan hibrit tohumların dünyaya pazarlanması amacını güdüyordu ve açlık kartı oynandı. “Dünyada bunca aç var, bunları doyurmak için verimli tohumlara ihtiyaç vardır.” dendi. Şimdi ikinci kez Genetiği Değiştirilmiş Tohumlar ortaya çıkınca yine açlık kartı oynanıyor ama kesinlikle GDO’lu tohumlar daha yüksek verime neden olmamaktadır. Hatta bunların en büyük üreticilerinden bir Amerikan şirketinin CEO’su, gazeteciler tarafından sıkıştırıldığında “Biz bunları daha çok verim versin diye üretmedik.” demek zorunda kalmıştır. Yani üretici firmanın en tepesindeki yönetici bile, daha yüksek verim elde edilmediğini ifşa etmiştir. Nitekim Amerika’da da, bağımsız üniversitelerin yaptığı araştırmalarda, değil daha yüksek verim, ortalama %7 dolayında ortalama daha az verim elde edildiği kanıtlanmıştır. Bir kere açlıkla, dünyadaki fakirleri doyurmakla GDO’nun hiç ilgisi yok, aksine GDO daha çok aç yaratacaktır. Çünkü biz dünyada şu an var olan 1 milyar aç insanın kim olduğuna göz attığımızda görüyoruz ki bunların 700 milyonu tarımla uğraşan köylüler. Köylü niye aç? Kendi yemeğini kendisi üretemez mi? Üretemiyor. Çünkü tarımda girdi maliyeti ne kadar yüksekse, risk o kadar artar ve çiftçinin hala çiftçilik yapması o kadar risk altına girer.

yükseltilmesini engellediği gibi diğer yandan da devletin tarımı desteklemesini engellemektedir. İki büyük ülke ve ülke grubu bunların dışında Amerika çiftçisine yılda 60 milyar $, Avrupa Birliği de aşağı yukarı aynı miktar tarım desteği vermektedir. Dolayısıyla haksız rekabet yapabilmektedir. Bunu size bir örnekle açıklayayım. Haiti halkının %20’si geçimini pirinç üretiminden elde eder ve Haitili pirinç üreticisine göre Haitili 70 kat daha az enerji kullanarak pirinci üretir. Dolayısıyla çok daha ucuza üretir. Ancak Amerika pirinç üretimine yarı yarıya destek verdiği için, Amerikalı çiftçi pirincini 1 $’a mal ettiyse 50 sente üretmiş oluyor, 60 sente de sattığı zaman bunu ve Haitili çiftçi bunu 70 sente üretmişse, Haiti’de artık Amerikan pirinci yenmiş oluyor. O yüzden de Haitili pirinç üreticisi üretim yapamıyor çünkü malını satamıyor, o yüzden açlıktan ölüyor. Yani dünyadaki açlığın sebebi gıda arzındaki eksiklik değil. FAO’nun açıklamalarına göre dünya 10 milyar insanı besleyecek kadar gıda var. Açlığın nedeni, insanların gıda satın alacak paralarının olmaması. Bunun da başlıca nedeni kırsal alanda üçüncü dünya ülkelerinde yapılan üretimlerin artık dünya pazarlarında satılamaz olmasıdır. Çünkü dünyanın en büyük iki sanayi bölgesi olan Amerika ve AB, aynı zamanda dünyanın en büyük tarım üreticileridir ve yaptıkları sübvansiyonla, tarımsal desteklerle, fiyatlarda damping yaratarak haksız rekabete yol açmakta, bu yüzden insanlar açlıktan ölmektedir.

Açlığın ana nedeni nedir? Şimdi bugün açlığın ana nedeni Dünya Ticaret Örgütü’dür. DTÖ II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeler arası rekabette bir düzen olsun diye endüstri ürünlerine çok yüksek gümrük vergilerinin konmasının engellenmesi amacıyla “Gümrük ve Tarifeler Birliği” adı altında kurulmuştur. 1995 yılında Gümrük ve Tarifeler Birliği, Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüştürülmüştür. Bu yıl aynı zamanda gıda sözleşmesi adı altında tarımsal ürünler de aynı kapsama alınmış ve ülkeler istediği gibi başka ülkede üretilen ürünlere gümrük konması yasaklanmıştır. Diyelim ki siz Türkiye olarak pancar cennetisiniz ama bir şekilde bir yerde çok ucuza pancar var, siz kendi üretiminizi korumak ve ucuz pancarın ülkeye gelişini engellemek için, Dünya Ticaret Örgütü üyesi olduğunuz için keyfinize göre gümrük vergisi koyamıyorsunuz. Böylece ama ne oldu, üçüncü dünya ülkelerindeki tarım üretimi dünya pazarında rekabete giremedi.

Türkiye’de de tarım yapılmıyor artık hatta bu biyogüvenlik kurulu GDO’lu 13 farklı mısırın Türkiye’de satışına izin verdi. Verdi; ancak çok taze bir haber, dünkü gazetede vardı, o izin yargı yoluyla iptal edildi. Çok güzel bir haber, ancak bu hükümet göz yumduysa şimdi soğutulup bir süre sonra aynı şekilde piyasaya sürülebilir mi? Bunun emperyalist bir olay olduğunu söyledik yani GDO’nun açlıkla ilgisi yok. Siz tohumun fiyatını daha da yükseltirseniz, çiftçi bu tohumu daha da alamaz olacak, daha da tarımdan uzaklaşacak, daha da açlığa mahkûm olacak. O yüzden GDO açlığa neden olan bir olaydır, açlığı bertaraf eden bir olay değildir. Bunun artık böyle bilinmesi gerekiyor.

Neden giremedi?

GDO niçin üretildi sorusuna geri gelirsek... Aslında Ame-

Çünkü Dünya Ticaret Örgütü bir yandan gümrüklerin

39


rika’daki bir mahkemenin canlı varlıklara da patent vermesiyle bu süreç başladı. O güne kadar canlı varlıklara hiç patent verilmemişken, ilk kez Amerika’da bir mahkeme canlı bir varlığa patent verdi ve patent dairesine bunun müracaatını bulunan avukatlık göreviyle bugünkü Amerika Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton olmuştur.

Öbür taraftan, Monsanto adındaki bir firma yıllık gelirinin yarısını ticari adı “Roundup” olan “Glifosat” etken maddeli bir yabancı ot öldürücü ilaçtan kazanıyor. Ancak 30 yıllık patent süresi dolmak üzere, dolayısıyla herkes aynı etken maddeli ilacı üretebilecek ve geliri çok belirgin oranda düşecek. Bir yandan çiftçi kendi ekini zarar görmesin diye zararlı ot öldürücü ilaçlarını azar azar kullanır -SMS’le gönderilmiyor ki zararlı ot ilacını, ona da zararlı buna da zararlı.- Monsanto ne yapayım diye düşünürken, bu iflas etmiş şirketin Know-How’ını satın alıyor ve kendi yabancı ot ilacına dayanıklı soya fasulyesi üretiyor. Soyanın genetiği ile öyle bir oynuyor ki, kendi ürettiği yabancı ot öldürücü ilaç o soyayı öldürmüyor.

Enteresan... Bu insanlar önceden seçilip, belirlenip bir yerlere getirtiliyor. Yani Bill Clinton tesadüfen başkan olmadı, Hillary Clinton şu anda tesadüfen Dış İşleri Bakanı değil. Bu insanlar çok önceden belirleniyor ve bu süreçlere hazırlanıyor. Amerika’da Başkanlık seçimi diye bir şey yok. Bir iki tane aday aynı kuruluş tarafından hazırlanıyor, ondan sonra o iki aday arasından sanki demokratik bir seçim yapılıyormuş gibi bir seçim oyunu yapılıyor. A değil de B başkan oluyor. Hiç değişmiyor yani.

İşte GDO’yu üretmenin çıkış noktası bu olmuştur. Fakat bunu gören Amerikan devleti “Benim sanayiciler,m bunu gıda silahı olarak kullanacak ama ben de bunu gıda silahı olarak kullanabileceğim.” diye düşündüğü için, Amerika Tarım Bakanlığı ile şirketler kol kola girmişlerdir ve dünyanın canına okumak için yola koyulmuşlardır.

Bütün adaylar önceden belli zaten ve aynı kuruluş veya aynı zihniyet tarafından o yarışlara hazırlanıyor. Onun için hiç şaşırmayın. Yani o başkanlık yarışında dişe diş kıran kırana rekabet yaptığını düşündüğünüz insanlar akşam buluşuyor birlikte viski içiyor.

Glifosat denilen etken maddeye dirençli soya fasulyesi üreterek bir özellik kazandırılmış oldu. Bu bir tek özellik için dört gen nakletmeniz gerekiyor. Bunlardan birincisi o özelliği kazandıran gen ama o gen acaba bitkiye aktarıldı mı? Yoksa aktarılmadı boş mu geçti? Her bir aktarıldığını zannettiğiniz hücreyi yeniden olgun ürüne getirmeniz çok maliyetli olduğu için, o genin aktarılıp aktarılmadığını bilmek önemli. O yüzden ikinci bir işaret geni yerleştiriliyor. O işaret geni de antibiyotik direnç geni. Eğer genetik aktarım gerçekleştirildiyse söz konusu antibiyotiğe –genellikle Kanamycin direnç geni kullanılıyor.- Kanamycin’e de direnç kazanmış olacak bu bitki. O hücre Kanamycin banyosuna atıldığı zaman ölmüyorsa gen aktarımı gerçekleştirilmiş olacak. Aktarılan bu gen insan, hayvan ve bitki vücudunda sürekli çalışmaz. Bunun ne zaman çalışacağını belirleyen, üçüncü bir gen olarak, genellikle karnabahar mozaik virüsünden elde edilen “Promoter gen” adı verilen çalıştırıcı bir gen kullanılıyor. Ama bu da kanser hücrelerinin hızla çoğalmasına neden oluyor. Dördüncü gen olarak “kısırlaştırıcı gen” kullanılıyor. Çiftçi tohumu bir kere kullansın ve bundan tohum elde edemesin diye kullanılıyor.

Canlı varlığa patent verilme sürecine geri dönmek gerekirse... Patent alındıktan sonra, oldukça namuslu Amerikan şirketi şöyle bir şeyden yola çıktı: Bir sebze veya meyve olgunlaşmasının son günlerinde vitamince zenginleşir ama siz bir domatesi Antalya’dan İstanbul’a gönderecekseniz, tam olgunlaşan domatesi gönderdiğinizde İstanbul’a vardığında o domates artık salça olmuş olur, ezilir büzülür. Olmasın diye, hem dalında olgunlaşsın hem de ezilmeden gelsin diye, daha sert kabuklu bir domates üretebilir miyim diye domatesin geniyle oynadı ve gerçekten öyle bir domates elde etti. Bu domatese de “Flavr Savr” adını verdi –komik bir isimAncak, namuslu diyorum çünkü şirket bunu piyasaya sürmeden önce Amerika Sağlık Bakanlığı’na (FDA) “Biz bunu yaptık ama bunun insan sağlığına bir sakıncası var mıdır? Lütfen siz de inceler misiniz?” dedi. FDA da bunu incelediğinde baktı, bununla beslenen farelerin on iki parmak bağırsağında delinme olduğunu gördü ve şirkete yazı yazdı. “Siz çok güzel bir şey yapmışsınız ancak bununla beslenen farelerin on iki parmak bağırsağında delik oluyor. Siz bunu düzeltin, bunu kamuya açıklamayalım, biz size ruhsat vermek istiyoruz.” dedi. Bunun üzerine şirket “Hayır. Böyle bir riski göze alamayız. Toplum sağlığıyla oynayamayız.” diyor. Ürününü geri çekiyor ve iflas ediyor.

Tohumu kısırlaştırıyor peki yiyen kişilerde böyle bir etkisi oluyor mu? Hayır, yiyen kişileri kısırlaştırmıyor. Bu tohumun patenti kimin elinde? Amerikan Tarım Bekalığı’nın elinde. Yani her GDO’lu ürün satıldığında Amerikan Tarım Bakanlığı

40

bakteriler tarafından bu azot Azot Nitroz bileşimlerine dönüştürülür. Bu bileşimler de mide kanseri ve karaciğer kanserlerinin başlıca nedenlerindendir. Yani sadece Azot gübresinin kullanılması bile çocuklarda beyin kanseri, erişkinlerde mide kanseri ve karaciğer kanseri yapıcı bir etkendir. Yapılan yeni bir araştırmaya göre ileri yaştaki kadınlar düşük dozda nitratla karşılaştığında yumurtalık ve mesane kanserine daha fazla oranda yakalanmaktadır. Ankara ve İzmir yöresindeki içme sularındaki arsenik meselesi neden aniden çıktı? Eskiden böyle bir sorun yoktu.

da para kazanıyor. Direkt olarak devlet kendisi ortak olmuş ve para kazanıyor. Sürekli olarak para kazanmaya da devam edecek çünkü tohum kısır... Her sene tohum alınması gerekiyor evet kumpas böyle kurulmuş ve daha da ötesi var. Bu gen sizin tarlanıza, toprağınıza bulaştığında yer altı su kaynaklarına, topraktaki böceklere de o gen geçiyor ve bu gen etrafa da yayılabiliyor. Bu neye sebep oluyor?

Neden çıktı?

Mesela artık hiç bir ilaca cevap vermeyen, sadece ve sadece elle kopartılması gereken devasa otların Arjantin’de çıkmasına sebep oldu. Bitkiler direnç kazanıyor. Ayrıca yerli tohumların genetiği de bozulmuş oluyor. Böcekle, rüzgârla, arıyla, kelebekle taşınarak bütün her tarafa yayılabiliyor bu gen. Neticesinde artık çiftçi kendi tohumunu da kullanamaz oluyor. Mecburen diğer tohumu kullanıyorsun.

Çünkü eğer azot gübresi kullanıldığında, nitratlar yer altı sularına geçer, yer altında bulunan kayalıklara ulaşır. Arsenik kayanın doğal bir parçasıdır. Nitrat arseniği çözdüğü için içme sularında, kuyu sularında arsenik problemi ortaya çıkar. Geçenlerde İzmir’de bir konferansta da dile getirdim, özellikle su havzalarının yanında asla nitrat ya da azotlu gübre kullanılmaması gerekir ve buna çok özen göstermek gerekir.

Ayrıca, “Türkiye’de GDO’lu tarım yasak o halde bu risk yok. “diye düşünülebilir ama hayvan yemi olarak bu kullanıldığında ve hayvanın gübresi kullanıldığında yine o gen tarlaya saçılmış oluyor.

Ayrıca fosfatlı gübreler var üzerinde durulması gereken. Fosfat yeşil bitkilerin aşırı üremesine yol açmaktadır. Fosfat da yine yer altı sularına oradan akarsuya oradan da durağan göllere gittiği zaman göllerde inanılmaz bir yosun artışına yol açmakta ve o yosunlardan bazıları da zehirli yosunlar olduğu için göldeki her canlının ölmesine ve o göl sularının artık içme suyu olarak kullanılmasına neden olmakta.

Sadece çevreye zararı olmuyor. O tarladan yetişen ürünü de biz yiyoruz. Evet, siz hayvan gübresi ile gübrelenmiş, mükemmel bir geleneksel tarım ürününü, bir organik ürünü yediğinizi zannediyorsunuz ancak GDO yemiş oluyorsunuz.

Sigaranın akciğer kanserinin dışında pankreas kanseri yapıcı etkisi vardır. Bu etki, tütündeki kadmiyum denen maddeden dolayı olur. Fosfatlı gübreler üretilirken kadmiyum karıştırılabiliyor ve örneğin pirinç tarlasına fosfat gübresi saçılmışsa pirinçle biz o kadmiyumu alarak pankreas kanseri olma riskimizin artmasına neden olmuş oluyoruz.

Buradan sağlıklı beslenmeye bir geçiş yaparsak... Konuya tarım ilaçları, şeker ve yağ olarak üç ana unsur altında devam edersek, tarım ilaçlarının çevreye ve sağlığa etkileri nasıldır? Yaygın olarak kullanılan Azot gübresinin bile insan sağlığına bir kaç açıdan zararı var. İlk olarak azot gübresi kullanılan arazinin altında bulunan yer altı sularıyla, azot gübresinin kullanılmadığı bölgelerdeki yer altı suyunun azot miktarına bakıldığında bire yüz fark ortaya çıkıyor. Yani tarlaya azot serpilince azot sadece tarlada kalmıyor, içme suyumuza da geçiyor. Azot toprağa girdikten sonra nitrat’a dönüşür ve bu içme suyuna da karışır. Nitrat içme suyu ile alındığı zaman midede, özellikle yaşlı insanlarda ve bazı hastalıklar sonucunda mide öz suyu azalmış olan insanlarda midede var olabilen bazı

Yani sadece gübreler bile insan sağlığını tehdit edici unsurlardır. Bir de tarım ilaçları devreye giriyor. Tarım ilaçlarının tümü endokrin bozucu sınıfa girer. Nedir endokrin bozucu? Organizmadaki hormonların daha az ya da fazla çalışmasına neden olan maddelere endokrin bozucular denilir. Bu tanım ilk kez Amerika Endokrinoloji Derneği tarafından on iki on üç yıl önce yapılmıştır ve tarım

41


küçük çiftçimizin sırtından para kazanmaktır. Yoksa amaç açlıkla mücadele falan değil.

ilaçlarının tümü de bu sınıfa girer. Örneğin östrojen hormonunun daha fazla çalışmasına yol açan bir maddeyse bu kadınlarda meme kanseri ereklerde de prostat kanseri riskini riskini arttırmaktadır. Ayrıca erkekte kısırlığa neden olmaktadır. Tarım ilaçlarının kanserojen ve kısırlaştırıcı etkisi işte bu nedenledir. Örneğin bugün çocukluk çağı kan kanserlerinin başlıca nedeni olarak tarım ilaçları kabul edilmektedir. Bu yüzden olabildiğince tarım ilacından uzak bir tarım yapılması lazım. Acaba tarım ilaçları ve yapay gübre 10 milyar insanı beslemek için gerekli olan gıda üretiminde ne katkısı olmuştur? Bu sorunun yanıtını bulursak dünyada tarım ilacı ve yapay gübreye ihtiyaç var mı yok mu daha iyi anlarız. Bunu kestirmek çok zor ama değişik yayınlar irdelendiği zaman tüm tarım ilaçlarının dünya gıda üretimine katkısının %6 ile %30 arasında olduğu ifade edildiği görülür. Amerikan Tarım Bakanlığının iddiasına göre en çok %30 katkısı olmaktadır. 10 milyar nüfusu besleyecek üründen %30’u çıkartın 7 milyar insanı besleyecek kadar ürün var demek ki zaten dünyada.

Hatalı beslenmede bu tarım ilaçları unsuru çok önem kazanıyor. Türkiye Jinekoloji Derneği’nin yakın zamanda yaptığı açıklamaya göre Türkiye’deki genç çiftlerin %25’i artık kısır. Bu 10 yıl içinde %50’ye çıkacak. İşte sebep bunlar. Sebep tarım ilaçları mı? Evet, kesinlikle öyle ve zannedildiği gibi stres falan değil... Tarım ilacı alırken her hangi bir denetim de yok bildiğimiz kadarıyla. İstenilen miktarda alınıp kullanılabiliyor galiba. Artık Türkiye’de Tarım Bakanlığı araştırma yapıyor. Ancak sizin dediğiniz gibi ben de asla bunun yeterli olduğuna inanmıyorum. Eğer yeterli olsaydı, Almanya’da da yeterli olurdu ama Almanya’da bir kaç yıl önce Green Peace’nin yaptığı çalışmaya göre 1 doz yendiğinde çocukta akut zehirlenmeye yol açacak kadar tarım ilacı bulunmuştur. Özellikle Türkiye’den giden ürünlerde de ciddi bir tarım ilacı fazlalığı saptanmıştır. Hatta Almanya’da bu çalışmada Almanya’da üretilip Almanya’da kullanımı yasak olan tarım ilaçlarının artıkları da bulunmuştur. Yani kaçak ilaç dahi kullanıyorlar. Tarım Bakanlığı’nın denetiminin tamamen dışında kaçak ilaç da kullanılıyor. Nerede? Almanya’da bile.

Ama eşit dağılım yok insanların bunu alacak arası yok. Aynen öyle, açlık bu yüzden oluyor. Yoksa tarım ilacı kullanılmadığından veya başka bir nedenden dolayı değil. Diğer taraftan sadece İngiltere’de son kullanma tarihi bittiği için, ambalajı açılmadan çöpe giden gıda miktarı yılda 18 milyon ton’dur. Yani sadece İngiltere, Almanya ve Danimarka’nın bir yılda çöpe attığı gıda ile Afrika’yı beslemeniz mümkün. Yani dünyada bir gıda eksikliği söz konusu değil. O halde biz niye tarım ilacı kullanıyoruz? Tek bir sebebi var: Çiftçi Cemal efendinin sırtından birileri para kazanmak istiyor. Dünya tarım ilacı piyasası yılda 40 milyar dolarlık bir piyasa.

Onun için bizim tek şansımız var onun bunun denetimine güvenmeden küçük çiftçi tarımsal ürünlerini –yani tarım ilacı alacak kadar zengin olmayan insanların yaptığı ürünleri- bulup, alıp kullanmak gerekiyor. O yüzden ben Pazar günleri Kastamonu pazarından veya organik pazardan alışveriş yaparım. Organik tarımın o yüzden çok büyük bir önemi var ama organik tarım pahalı bir tarım olduğu için küçük çiftçi köy pazarlarından alış veriş yapmayı öneririm.

Tarım ilaçları, tohumlar hepsi birbirleriyle bağlantılı o zaman. Kesinlikle öyle ve genellikle de tohumla tarım ilacını üreten firmalar da hep aynı. Tohum çünkü o ilaca dirençli bir şekilde üretiliyor. Zaten bunlar dev Amerikan kuruluşları... Yani çok uluslu deniyor da çok uluslu diye bir şey yok. Şirketin ana merkezinin nerede olduğuna bakacaksınız. Onun için ben buna çok uluslu değil “Emperyalist” şirketler diyorum. Yani tarım ilaçlarının da tohumların da üreticileri emperyalist şirketlerdir aynı zamanda. Niyetleri de bizim

hiç bir şeker yememişseniz. Şekerle tanışmamızın tarihçesi de bu kadar gerilere gitmiyor. Şekerle tanışma tarihçesine girmeden önce bir soru sormak istiyorum. Şekeri fazla tüketmememiz gerektiğini söylüyorsunuz ama endorfin hormonu salgılatarak insanı mutlu ettiğine dair söylenenler hakkında ne diyeceksiniz?

Bildiğim kadarıyla beyin, omurilik ve alyuvarların çalışması için enerji sağlanıyor. Evet, doğru enerji kaynağı olarak glikozu bunlar kullanıyor ama bunlar glikozla çalışıyor diye dışarıdan glikoz almamız gerekmiyor. Çünkü insan vücudu da hayvan vücudu da glikozu yağdan veya proteinden kendisi üretebiliyor...

O kesinlikle doğru değil, endorfini salgılatan şeker değil daha çok kakao endorfin salgılatır. Şeker aksine Amerika’da hem yetimhanelerde hem de hapishanelerde yapılan çalışmalarda yüksek şekerli öğünler verildikten sonra mahkumlar veya çocuklar arasında kavga çıktığı çünkü şekerin değil mutlu yapmak aksine agresif yaptığına dair sonuçlar var.

Dönüştürüyor diyorsunuz... Tabii... Dolayısıyla insan vücudunun hiç bir eylemi için dışarıdan şeker alınması gerekmiyor.

Kan şekerinin aniden yükselip sonra bir anda düşmesiyle insanlar yoksunluk mu hissediyorlar?

Bize hep yıllarca sınavlardan önce şeker yenilmesi tavsiye edildi.

Onu bilmiyorum, fakat gözlem olarak agresifleştirdiği saptanmıştır.

Evet, şeker yediğiniz için tam sınav sırasında kan şekeriniz düştü o yüzden iki soruyu eksik yaptınız...

Şekerle tanışmamızın tarihçesine dönersek...

O zaman başarısızlıklarımızın kaynağını şekere bağlayabilir miyiz?

Şekerle ne zamandan beridir tanışığız diye baktığımızda şeker aslında ilk olarak şeker kamışından elde edilmiştir. Son iki yüz yıl öncesine kadar da tek şeker kaynağı şeker kamışıydı. Biliyorsunuz şeker kamışı tropikal ülkelerde yetişiyor. O yüzden zamanında Anadolu ve Avrupa topraklarına ya Hindistan’dan gelmiş ya da Amerika’nın keşfinden sonra Latin Amerika ülkelerinden gelmiş. Şeker oldukça pahalı ve sadece çok zengin ailelerin sofrasında bulunan bir ürün. Elimizdeki İngiltere’ye ait istatistiğe göre İngiltere’de bir kişinin yıllık şeker tüketimi 1700 yılında ne kadar biliyor musunuz? Bu günkü miktarı söyleyeyim ben 70 kg. Yani Avrupa’da her insan bir yılda, aşağı yukarı kendi beden ağırlığı kadar şeker tüketiyor. 1700 yılında bu ne kadardı tahmin edin...

İnsan vücudu şekerin kötü bir şey olduğunu bildiği için şeker yenir yenmez hemen insülin salgılatır ve korku belasına o aldığınız şekerden daha fazla insülin salgılatır ve böylece kan şekerinin de düşmesine yol açarak beyne daha az glikoz gitmesine neden olur. O yüzden sınav öncesi şeker yemek yapılabilecek en büyük hatadır. İnsan vücudu zarar görmeden günde en çok 30 gr şekeri sindirebilir. Bu da aşağı yukarı 8 kesme şekere tekabül eder ama buna yediğiniz meyvedeki şeker ve kahvaltıda yediğiniz balın şekeri dâhildir. Çay şekeri, pasta, bisküvi olarak değil de bu hakkınızı meyve olarak değerlendirmelisiniz. Bu da ortalama büyüklükte bir elma kadardır aşağı yukarı.

Ama siz biraz önce organik tarım yapılsa bile hayvan yemleri ile bile ürüne GDO bulaşıyor demiştiniz.

Bir elma yediğimiz zaman günlük alabileceğimiz şekeri karşılayabiliyor muyuz?

Küçük çiftçinin zaten yem alacak parası yok. Bir ya da iki tane hayvanı vardır salar çayıra, hayvan ne bulursa onu yer. O açıdan yine küçük çiftçi tarımı ön plana çıkıyor. Zaten hayvanına yem almayacağı için GDO’lu gübre kullanımı söz konusu da olmaz.

Evet, aşağı yukarı hakkınızın tamamını kullanıyorsunuz. Daha bilimsel söylemek gerekirse az şekerli, orta şekerli ve çok şekerli meyvelerden yola çıkarsak incir, muz ve üzümden günde 200 gr, elma, armut, şeftali, portakaldan günde 300 gr, erik, vişne, çilek, kavun ve karpuzdan günde 400 gr tüketme hakkınız var. Eğer o gün başka

Şimdi sağlıklı beslenmede, tarım ilaçlarından uzak bir

42

üretimi elde edebilmek çok önemli bir unsurdur. İkinci önemli unsur şeker... İnsan beyninin hangi fonksiyonu için şeker gerekli?

Daha az olmalı, 15 gr ya da en fazla 1 kg olabilir mi? Yılda 5 gr yani 1 kesme şekeri kadar. Şimdi bu beden bu kadar şekere tahammül edemiyor. Şimdi diyeceksiniz ki biyolojik varlıklar çevreye uyum sağlar. Doğru, ama bu kadar şeker tüketmemiz için de genetik bir uyum gerekiyor. Bu uyum 40 bin yılda ortaya çıkacak. Bu kadar uzun süre beklemeye sabrınız varsa buyurun yemeye devam edin. Sabrınız yoksa –ki yok, genetiğinize uygun besleneceksiniz. O da şekersiz bir beslenmedir. Yani en çok

43


size zarar vermeyen miktarı, 30 gramı, tüketeceksiniz.

yan hayvanın sütünden tereyağı yaparsanız bu bir mucizedir.

Biraz önce enerji olarak şeker kullanılıyor dendi. İnsan vücudundaki hücrelerin enerji kaynağı Adenozin Tri Fosfat denen bir maddedir ATP diye kısaltılır. ATP’yi hücrelerimiz iki madden üretir ya yağ asitleri ya da şeker. Sadece glikozdan ATP üreten hücreler beyin, omurilik hücreleri ve eritrositlerdir ama onun ihtiyaç duyduğu şekeri vücudumuz kendisi üretebilmektedir. Geri kalan, mesela kas hücreleri, yağ hücresinden rahatlıkla ATP üretebilmektedir. O nedenle esas enerji kaynağı yağdır.

Yıllarca bize tereyağının zararlı olduğu söylendi. Çünkü hayvan ahıra kapatıldığında ve endüstriyel yem, pancar küspesi, mısır silajı yerse o zaman hem süt yağ bileşimi hem de iç yağ bileşimi bozularak kalp hastalığına neden olmaktadır. Hayvan doğal beslenmediği zaman sütünden yapılan tereyağı zararlı oluyor o zaman öyle mi?

Yağlar konusuna geldiğimize göre öncelikle şunu sormak istiyorum. Margarin üreticileri “Uzmanlar, sağlık için margarin tüketmenin tereyağı tüketmekten daha iyi olduğunu belirtmektedir. Margarinin sağlıklı bir beslenme düzenindeki önemli rolü bilindiğinden rejimlerde margarin de tavsiye edilmektedir. Margarinin düzenli kullanımı, çocukların büyümeleri ve gelişmeleri için gerekli olan besinleri almalarına katkıda bulunur.” diye iddia ediyorlar. Bu iddia konusunda ne düşünüyorsunuz?

Hayvanı doğal besleyeceksin ki sen de hayvandan doğal bir besin alasın. Hayvan yapay beslenirse ne alabilirsin? Kanada’daki bir çalışmada, margarinle beslenen annelerin sütünde bile trans yağ asidi bulunmuştur. Yani insan ya da hayvan ne yerse sütü odur. Süt oraya zembille inmiyor yediği gıdalarla oluşuyor. Hayvana karbonhidrat ağırlıklı besin yedirirsen süt yağ bileşimi hem de iç yağ bileşimi bozduğun için, bugün biz hekimler olarak hayvansal gıdalardan uzak durun diyoruz. Ama merada otlayan bir hayvandan elde edilen tereyağı zeytinyağından daha sağlıklı daha değerli bir yağdır. Bir mucizedir adeta. Doğanın bize bir nimetidir. Margarinin her türlüsü ve ayçiçeği yağı ve mısır özü yağından kesinlikle uzak durmak gerekiyor.

Tümüyle yalan, tümüyle yalan. Bir kere margarin yapay bir yağdır. Margarinde kullanılan yağ asitleri ucuz sıvı yağdan fabrikasyon usulü hidrojenizasyon sonucu, hidrojenize edilip katı yağa dönüştürülmesiyle katı yağ elde edilen yağ asitleridir. Ucuz yağ olarak da özellikle Güney Asya’daki yağmur ormanları katledilerek “palm yağı” üretmek için, palm plantajları kurulmaktadır. Ağırlıklı olarak ya palm çekirdeği ya da palm yağı kullanılır. Bazı yerlerde pamuk çoksa pamuk veya başka sıvı yağlar da kullanılır. Ancak bunlar sıvı yağ olduğu ve paketlenemeyeceği için ilk önce kimyasal işleme tabi tutulur. Bunun sağlıklı olabilmesinin imkânı yoktur. Zaten bu yağların büyük bir bölümü Omega 6 yağlardır ve bu yağların sıvı yağ olarak tüketilmesini de sakıncalı olarak görüyoruz. Ayçiçek, mısır özü, soya, palm yağı gibi yağlar Omega 6 kökenli sıvı yağ olduğu için insan vücudunda en önemli yağ olan Omega 3’ün emilimini engellemektedir. Zaten Omega 3 yoksunluğu çağında yaşıyoruz ve sadece balıktan alabildiğimiz Omega3’ü atalarımız eskiden tereyağından alıyormuş. Çünkü Omega 3’ün esas kaynağı yeşilli. Balık yosun yediği için veya yosun yiyen küçük balıkları yediği için balıkta Omega3 var. Koyun, inek sütünde ve etinde de Omega 3 vardır; siz duymuş muydunuz bunu?

Peki ya fındık yağı hakkında ne dersiniz? Fındık yağı, yağ açısından zeytinyağına benzeyen bir yağdır ama üretim tekniği açısından aslında daha çok rafine zeytinyağına benzer. Bakın, piyasadan satın alabileceğiniz üç farklı zeytinyağı var: Piyasa değeri olmayacak kadar kokulu, tortulu, koyu renkli zeytinyağları fabrikaya gider 80°C’ye ısıtılır, sonunda bembeyaz kokusuz bir yağ elde edilir buna rafine zeytinyağı denir. Rafine zeytinyağına %5 oranında sızma zeytinyağı katarsanız buna riviera zeytinyağı denir. Ama zeytini alıp sıkıp yağ elde ederseniz buna da sızma zeytinyağı denir. İşte fındık yağı rafine zeytinyağına benzer. Çünkü püre haline getirir, 80°C’ye ısıtır, eter katar yağını öyle elde edersiniz. Yani fındıktan yağı ancak bir işlem sonucunda elde edebilirsiniz. Ama en azından damar sertliği yapıcı değildir ve Omega 3 yağının emilimini engellemez ayçiçeği yağı veya mısırözü yağı gibi. Zeytinyağı kadar pahalı olan bu yağı mı tercih etmeli, zeytinyağını mı tercih etmeli? Birini sıkıp, diğerini kimyasal işlem sonucunda elde ediyorsunuz.

Hayır, hiç duymamıştım.

de UHT tekniğinin çok zararlı olduğuna ve hatta kutu süt içmememiz gerektiğine dair propaganda çalışmaları var. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Hangisini tercih edelim? Sızma zeytinyağını... E tabii, hiç bir vitamin kalmıyor. Hiç bir antioksidan kalmıyor.

Bu konuda çok ciddi bir bilgi kirliliği var. UHT sütün zararı şuradan kaynaklanıyor. Bir kere ister pastörize süt ister UHT süt, ister yoğurt alın homojenizasyon işlemine tabi tutuluyor bu süt. Homojenizasyon çok ince eleklerden çok yüksek basınçla sütü geçirip mevcut bütün yağ ve protein moleküllerinin parçalanması anlamına gelir ve bu sayede de yoğurdu bir sene bekletseniz de bozulmaz. Homojenizasyon işlemi sıkıntılı bir işlem ve maalesef UHT sütlerde de ve şu anda ne yazık ki bir sürü pastörize sütte de homojenize süt kullanılmaktadır. Biz homojenize edilmemiş sütü tercih etmeliyiz. Homojenize edilmemiş kutu sütün bir zararı yok. Çünkü kutu sütlerin ambalajının en iç katmanı polietilen diye bir naylondur ve polietilenin bugüne kadar herhangi bir sağlık sakıncası bildirilmemiştir. Diğer taraftan şimdi açık sütün şu anda propagandası yapılmaktadır. Açık süt tabii

Antioksidan dediğimiz şey nedir? Antioksidanlar değişik kimyasal maddelerdir ve vücuttaki tüm damar sertliği olsun, kanserleşme olsun, bir oksitlenme yani paslanma sürecidir. İşte bu oksitlenme sürecine karşı gelen maddelere de antioksidanlar denir. O nedenle biz beslenirken bol sebze yemeliyiz ki yeterince antioksidan alarak vücudumuzu hem kansere hem de damar sertliğine karşı koruyabilelim. Yemek pişirirken de yağını yemek piştikten ve yemek soğumaya başladıktan sonra katmalıyız. Çünkü yağ olabildiğince ısınmamalı. Süt konusunda biraz konuşabilir miyiz? Son dönemler-

Eğer siz ineği, koyunu merada otlatırsanız; merada otla-

44

45


şişe suları... Kesinlikle içmeyin. Ne içeceğiz peki? Musluk suyu için. İstanbul’da musluk suyu içilebilir niteliktedir. Daha da iyi olabilir belki ama İstanbul’da beş tevzii istasyonu var su için ve tümünün analizleri her gün internette yayınlanmakta. Siz satın aldığınız şişe suyunun analizini hiç gördünüz mü? Görmediniz, görme şansınız da yok. Zaten pet şişe bir milyon tane, analiz değerleri de standart olarak basılıyor ama her gün aynı su mu konuluyor oraya? Su canlı bir varlıktır, hep aynı mı olur? Hayır, ama her seferinde ambalajındaki etiket hep aynı kalıyor.

ki daha çok tercih edilmeli fakat açık süt, açık olduğu için hileye de “açıktır.” Dolayısıyla geçmişte yapılan analizlerde açık sütlerde suyla sulandırıldığı için sütün yeniden koyulaşması için sülük dahi konduğu bilinmektedir. Bu nedenle ben toplum sağlığını düşünmek zorunda olan bir hekim olarak ve enfeksiyon hastalıklarına karşı da toplumu korumakla yükümlü olduğumu düşündüğüm için ne yazık ki açık sütü öneremiyorum yine de her türlü olumsuzluğunu belirterek ambalajlı sütü önermek zorundayım. En iyi süt nasıl alınır? Her şeyden önce ahırda beslenmemiş havan yani merada beslendiğini gözünüzle gördüğünüz, sağlık karnesini gördüğünüz ineğin, gözünüzün önünde sağılarak elde edilen sütü en iyi süttür.

Amerika’da yapılan çalışmalara göre şişelenmiş suların bakteriyolojik kirlilik oranı musluk sularından daha fazladır. Bir kere her şeyden önce bu faktör var. Ayrıca, pet şişeler aynı tarım ilaçları gibi hormonal bozucular sınıfına girmektedir ve polietilen tereftalat maddesinden üretilen küçük pet şişeler suya ftalat ve antimon denen ağır metal salgıladığı için hormonal olarak şişmanlatıcı etkiye sahiptir. Su içiyor kilo alıyoruz yani...

Bakın bugün hayvanların dörtte birinde ya tüberküloz ya da brucellosis var. Bunlar çok ağır hastalık yapıcı faktörler. O hastalıklara kapılmaktansa şişede pastörize sütü ya da UHT sütü tercih etmek gerekir.

“Su içsem yarıyor” lafı pet şişe sayesinde gerçekleşiyor. Diğer taraftan 19 litrelik eve aldığımız ya da benim almadığım, belki sizin aldığınız bidonlar hammaddesi Bisphenol-A olan polikarbon denen bir plastiktir. Bisphenol-A’nın meme kanseri yaptığı 1930 yılından beri bilinmektedir. Nitekim Bisphenol-A’lı biberonlar yasaklandı. Peki, biberonda yasaklıyorsun da, su bidonunu niye yasaklamıyorsun? Şimdi biberonu çocuk kullanıyor. Tamam, da anne karnında o çocuğu taşırken neden izin veriyorsun? Yani çok çarpık çok saçma... Bakanlıklar endüstrinin güdümünde olunca böyle oluyor maalesef.

Pet şişe sular hakkında konuşmak istiyorum. Son dönemde neredeyse su da içmeyin deniliyor. Özellikle pet

Son olarak toparlayıcı bir soru sormak istiyorum hocam. Şekerden bahsettik, tarım ilaçlarından bahset-

Bunu da göremediğimize göre...

46

tik, yağlardan bahsettik ve hepsi bizim beslenmemizi oluşturan etkenler, şeker hariç diyebiliriz belki de... Nasıl beslenmeliyiz hocam?

yeceğiz?” sorusunu da bana değil Tarım Bakanı’na sormanız gerektiğini tekrarlıyorum. Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim, sağ olun.

İşte bu soruyu tarım bakanına soracaksınız çünkü musluğun başında o var. Bakın beslenme son derece politik bir konudur ve sağlıklı beslenmenin bireysel bir çözümü yoktur. Dolayısıyla seçmen olarak bu konulara duyarlılık göstermeyen partilere oy vermemek gerekir. Çünkü gerçekten biraz önce bahsettiğimiz süte ulaşma yolu... Gideceksiniz Trakya’nın ya da Karadeniz’in kıyılarına, fakir bir köy bulacaksınız, bir köylü bulacaksınız. Onun hayvanının veteriner hekim kontrolünü göreceksiniz, ne yediğini kontrol edeceksiniz, gözünüzün önünde sağılacak ki sağlıklı süt alabilesiniz. Bunu devlet yapmak zorunda. Devlet niye var? Sizin adınıza bunları yapmak için var. Dolayısıyla sağlıklı beslenmenin bireysel bir çözümü olmadığını tekrar etmek istiyorum ve “Ne yi-

Ben teşekkür ederim.

47



TÜRK HAVA YOLLARI, HAVACILIK EĞİTİMİNDE MARKALAŞMA YOLUNDA

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut & Yrd. Doç. Dr. Güray Tezer

20 yılın son 10 yılında akademik eğitim yöneticiliği yaptım; yani bölüm başkanlığı, dekan yardımcılığı, dekanlık ve rektör yardımcılığı yaptım. Bunlarla beraber üniversitenin çeşitli araştırma merkezlerinde de yöneticilik deneyimi yaşadım. Sektörle iç içe olmamı sağlayan pozisyonlarda da görev aldım. Kıbrıs Doğu Akdeniz Üniversitesi Televizyonu’nun müdürlüğünü yaptığım dönem, sektörle yakın çalıştığım bir dönemdi.

Fotoğraf: Onur Yalçın

Eğitim yöneticiliği yaparken,–hangi sektörde olursa olsun- eğitimin genel kurgusu hakkında çok deneyim kazanıyorsunuz, farkındalığınız artıyor ve çok önemli bir tecrübe oluyor bu sizin için. Bu anlamda havacılık sektörü, alan olarak bana yabancı ve yeni bir alan olmasına rağmen, burada yaptığım iş de eğitim yöneticiliği olduğundan, şimdiki pozisyonumun gerektirdiği metodolojik yaklaşımı kazanmıştım.Yani bir sektörel eğitim nasıl planlanır, nasıl kurgulanır, neler beklenir, çıktıları neler olabilir, istenilen çıktıları elde etmek için nasıl bir yol haritası çizilir ve izlenir biliyordum. Gerekli bilgi ve deneyime sahiptim. Havacılık alanına adapte olmamda bu, çok yardımcı oldu bana. THY’den de böyle bir teklif gelince -teveccüh ettiler- ben de kabul ettim. Son 1.5-2 yıldır da görüyorum ki, hakikaten ülkemizin bayrak taşıyıcısı milli hava yolumuz içinde güzel şeyler yapmışız.

Havacılık Akademisi Başkanı Prof. Dr. Şahin Karasar

Havacılık eğitiminde uluslararası düzeyde bir marka olmayı hedefleyen Türk Hava Yolları, bu amaçla önemli girişimlerde bulundu ve bulunmaya devam ediyor. Sektörün ve kendisinin ihtiyaç duyduğu eğitimli personeli en iyi şekilde eğitmeyi misyon olarak benimseyen THY Havacılık Akademisi (TAA), bu alanda eğitim veren meslek yüksekokullarına da destek olmayı amaçlıyor. Havacılık Akademisi Başkanı Prof. Dr. Şahin Karasar ile havacılıkta mesleki eğitimin önemi, TAA’nın hedefleri ve yaptıkları çalışmalarla ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.

Ne mutlu bize! Türk Havacılık Akademisi’nden (TAA) bahseder misiniz bize? THY’nin organizasyon şeması altında aslında iki tane eğitim başkanlığı var. Bir tanesi kabin ve kokpit eğitimlerinden sorumlu olan Uçuş Eğitim Başkanlığı. Bir tanesi de Eğitim Başkanlığı. Her iki eğitim başkanlığı da gerek uçuş, gerek çok genel anlamda yer ve teknik eğitimleri veren başkanlıklar, merkezler. Havacılık sektöründe eğitim çok kolay değil. Bir takım ulusal ve uluslararası otoriteler tarafından hem akredite edilmek zorunda hem de denetlenmek zorunda. Dolayısıyla

Siz aslında bir akademisyensiniz ve yıllarca da öğretim üyesi olarak görev yaptınız. Türk Hava Yolları’na geçişiniz nasıl oldu? Evet, öğretim üyesiyim ve akademik alanım da iletişim. Havacılık sektörü takdir edersiniz ki yeni ve çok farklı bir alan benim için. Neredeyse 20 yıl üniversitede çalıştım; son 1.5-2 yıldır da Türk Hava Yolları’ndayım (THY) Belki bir şans benim açımdan, üniversitede geçirdiğim

50

sağlanmadan eğitim verilmiyor; ya da siz onlara nelerin olması gerektiğini söylüyor musunuz?

buna bağlı çok da sıkı yaptırımları olan bir alan havacılık sektöründe eğitim. THY olarak eğitim alanında biz, çok önemli uluslararası otoriteler tarafından akredite edildik. Buna ek olarak bir de Eğitim Başkanlığı’nın dışa açılan yüzü olarak gördüğümüz Turkish Aviation Academy (TAA) markasını, uluslararası arenada tescil ettirdik. Bunu tescil ettirmemizin sebebi şuydu: Eğitim Başkanlığı olarak biz, sadece THY’ye hizmet içi eğitimler vermek üzere kurulmuş bir birim olmayalım; aynı zamanda bu birikimimizi Türkiye’de ya da yurtdışındaki başka hava yollarının personelini eğitmek amacıyla da kullanalım dedik. Buna da tabi Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar gibi bölgesel olarak yakın çevremizden başlayalım istedik. Sonra da halka halka, müşteri portföyümüzü, hizmet verdiğimiz alanları genişletmeyi hedefledik.

Tabii. Orada eğitimin yapılacağı mekanın bile, uluslar arası otoritenin onayından geçmesi gerekiyor. Oradaki sınıfın bütün fotoğrafları, içindeki bütün ekipmanın belgeleri onayları ile birlikte rapor olarak önce bize geliyor; sonra biz onu, uluslararası otoriteye –ki bu durumda European Aviation Safety Agency’dir (EASA)- EASA’ya yolluyoruz. EASA o mekanları onaylıyor. Bu onaydan sonra, artık bizim eğitmenlerimiz orada eğitim yapabilir hale geliyor. Bütün bunlar dokümante edilmek zorunda; çünkü herhangi bir denetlemede bizim eğitim verdiğimiz mekanın uluslararası otorite tarafından onaylanmamış olması durumunda, onun yükümlülüğü bizim üzerimize binmiş oluyor. Dolayısıyla, hakikaten planlı, organize ve dikkatli olmanız gereken bir alan, havacılık eğitimi.

Bu son iki yıldan önce Eğitim Başkanlığı’nın dışarıya verdiği eğitimler var mıydı? Yoksa sadece adı değiştirilip yeni bir yüz, yeni bir marka olarak mı sunuldu?

Bildiğimiz kadarıyla siz, uzaktan eğitim de yapıyorsunuz ve bu amaçla da elektronik ortamda eğitime uygun birçok program hazırlattınız.

Vardı ama sistem biraz daha farklıydı. Genelde yurtdışından eğitim ihtiyacı olan Türkiye’ye gelmek ve eğitimleri burada almak zorundaydı. Biz bunu değiştirdik. Hem kendi çalışanlarımız hem de yabancı müşterilerimiz için şöyle bir açılım yaptık: Talepler geldikçe, bölgelere göre o talepleri topluyoruz. Talepleri bir koordinasyon içerisinde belli ülkelerde, belli bölgelerde yoğunlaştırıyoruz. Sınıfı dolduracak öğrenci sayısına ulaşıldığında da oraya eğitmenlerimizi gönderiyoruz. Böylece hizmeti müşterinin ayağına götürmüş oluyoruz. Bu, müşteri açısından çok avantajlı bir durum. Çünkü müşterimiz, özellikle birden fazla kursiyer olduğunda, sekiz-on kişiyi buraya gönderme masrafına katlanmamış oluyor. Onların oteli, konaklaması, yemesi içmesi, yol masrafları gibi masraflara katlanmamış oluyor. Onun yerine biz eğitmenimizi müşterimizin ayağına göndererek, onun eğitimle ilgili sorununa çok pratik bir çözüm getirmiş oluyoruz.

Evet, son zamanlarda e-learning önemli bir ivme kazandı. Bizde birkaç elektronik ortamda eğitim versiyonu var. Birincisi tamamen online eğitim şeklinde. İkincisi, örneğin, eğitimi yurtdışında yapıyorsak, eğitmenimiz gitmeden önce kursiyerlerin, kursun en azından giriş ya da kurumsal kısmını e-learning ortamında alabilecekleri, daha sonra uygulama kısmını yüz yüze sınıf içinde ya da “On the Job Training” dediğimiz hangarda, yer hizmetleriyse apronda, havalimanında tamamlayabilecekleri şekilde planlanan bir eğitim. Yani, hem sadece sınıf eğitimlerimiz var hem de “blended” dediğimiz uzaktan ve sınıf içi yüz yüze eğitimleri kapsayan programlarımız var. Tamamen uzaktan eğitimlerimiz de var. Bizim eğitimlerimiz, yalnızca dış müşteriye verdiğimiz eğitimlerden ibaret değil. Yurt içi ve yurt dışındaki kendi personelimizi de düzenli olarak eğitimden geçirmemiz,

Onlar, verdiğiniz eğitimin gerektirdiği şartları ve ortamı sağlıyorlar değil mi? Bildiğim kadarıyla belli şartlar

51


eğitimlerini yenilememiz gerekiyor. THY yaklaşık 200 destinasyona uçuyor. Türkiye’yi çıkartırsak 150-160 destinasyon var. Bütün buralarda, hem bizim Türkiye’den giden personelimiz hem orada mahalli olarak istihdam ettiğimiz personelimiz çalışıyor. Onların eğitimi de ciddi bir yük hakikaten. Çok iyi planlama gerektiriyor ve çalışanlarımızı iş başından ayırmak istemediğimiz için, biz onların da ayağına gidip eğitimleri orada vermek zorundayız. Eğitmenimizi yurt dışına göndererek yerinde eğitim verme işini, geçtiğimiz yıl başlattık. Operasyonumuz, sıfır aksamayla, sıfır hatayla devam ediyor. Eğitmenimiz gidiyor ve mesai saati dışındaki saatlerde arkadaşlarımızın, oradaki eğitimlerini başarıyla planlıyorlar. Peki bu yenilikler eğitim kadrosunda yeni bir yapılanma getirdi mi? Eğitim kadromuzda şöyle bir yeniden yapılanma gerçekleştirdik. Birincisi, müfredatımızı güncelledik. Bir benchmarking yaptık; yani başka hava yolu eğitim kuruluşları neler yapıyor bütün dünya genelinde ona baktık.

sel eğitim merkezi olduk, hem akredite eğitim merkezi haline geldik. Eğitmenlerimizin yaklaşık %60’ı IATA tarafından akredite edildi. Yani IATA (International Air Transport Association-Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği), dünyanın neresinde bir eğitim yaparsa, bizim akredite edilmiş eğitmenlerimiz IATA adına ders vermeye gidebilecek. Ayrıca eğitim merkezi olarak biz, IATA’nın kurslarını Türkiye’de satacağız. Yurt dışından İstanbul’a gelen değişik hava yolları çalışanları, bizim akademi çatımız altında IATA eğitimlerini alacaklar. Eğitimleri, ya IATA’nın gönderdiği eğitmenler, ya da bizim kadromuzdan akredite etmiş olduğu eğitmenler verecek.

yer hizmetleri eğitimleri diye genel olarak kategorize edebileceğimiz, uçakla seyahat edecek yolcunun bilet alma aşamasından başlayarak rezervasyonu, bileti, daha sonra yolculuk esnasında check-in, boarding gibi bütün o süreçleri kapsayan eğitimleri veriyoruz ki bunların çoğu özel yazılımlarla hazırlanmış bilgisayarlı eğitimlerdir. Yine yolcumuzla sıcak temasın gerçekleştiği satış ofislerinde, uçağa biniş noktasında ve apronda, hatta uçak içinde görev alan personelimize iletişim ve kişisel gelişim eğitimleri veriyoruz. Zor yolcuyla başa çıkabilme, kriz yönetimi, stres yönetimi, beden dili gibi soft eğitimler bunlar.

IATA sertifikasyonu havacılıkta çok önemli. Mesela bakım alanında herhangi bir şekilde müdahale edebilmeniz için IATA sertifikasyonu şart. O olmazsa, bırakın uluslar arası alanda kendi ülke sınırlarınız içinde bile bir şey yapamıyorsunuz.

Bunun yanında özellikle, değişik düzeylerde çalışanlarımızın yönetim becerilerini geliştirecek eğitimler de planlıyoruz. Çok yeni bir uygulamamız var. Sanıyorum, belki de ilk defa sizin derginizde kamuoyuyla paylaşıyoruz. Bir yönetici yetiştirme okulu kuruyoruz. Havayolu sektöründe 2023 hedefleri kapsamında Türkiye’de belli kriterlere, belli parametrelere göre seçeceğimiz insan kaynağımızdan, geleceğin yöneticilerini yetiştireceğiz. Böylece bir yönetici havuzu oluşturmuş olacağız. Buradan da hem THY’nin hem ulusal ve uluslararası başka hava yollarının yöneticilerinin yetişmesine katkıda bulunacağız.

Akreditasyon için başvurduğumuz bir diğer kurum International Civil Aviation Organization (ICAO). Onların Traınair Plus diye bir programı var. Yine IATA’da olduğu gibi ICAO’da da Türkiye’de akredite edilmiş eğitim kurumu yok. Yakın çevremizde, yakın coğrafyamızda da yok. ICAO’nun denetlemesine de girdik ve geçtik. Bir hafta süren bir denetleme yaptılar. Bütün müfredatımızı, ders notlarımızı, eğitmenlerimizi, kalite sistemimizi, eğitim ve eğitmen değerlendirme sistemimizi, onların geri dönüşlerini çok detaylı incelediler ve değerlendirdiler. Sonuçta bizim için olumlu bir rapor yazdılar ve sanırım Eylül ayında yapılacak ICAO konferansında Traınair Plus Member olarak biz lanse edileceğiz.

Bunu galiba en iyi Singapur Hava Yolları yapıyor. Evet, Singapur Havacılık Akademisi yalnızca havacılık eğitimi açısından değil, hakikaten bunu pazarlama açısından da iyi. Bizim işimiz, farkındalık yaratma ve imaj oluşturma işi aynı zamanda. Singapur Havacılık Akademisi bunu da iyi yapıyor. Orayı gidip gezdiğimde şunu gördüm. Bizim onlardan daha fazla uluslararası akreditasyonumuz var ama işin pazarlanması kısmında daha zayıf kalmışız. Onlar hem satışı iyi yapıyorlar hem de bölgesel olarak bulundukları yerin konumundan kaynaklanan avantajları var.

Verdiğiniz eğitimler neleri kapsıyor? Değişik uçak tiplerine göre uçak, gövde ve motor bakım konularını kapsıyor eğitimler. Airbus ve Boeing gibi temel tip uçakların, bütün elektronik, aveonik, motor ve gövde temel eğitimlerini veriyoruz. İŞKUR’la beraber yürüttüğümüz ve eğitimlerini bizim verdiğimiz bir teknisyen yetiştirme programı var. Buna ek olarak ticari ve

Lufthansa, Singapur ve Emirates, hakikaten, dünyada iyi havacılık merkezlerinden. Ben, THY’nin Havacılık Akademisi’nin de çok kısa sürede aynı başarıyı yakalayacağına inanıyorum. Mesela geçtiğimiz yılın sonlarında önemli bir akreditasyon aldık. IATA’nın, hem bölge-

52

şarıya ulaşacak. Şu anda havacılık alanında çok büyük bir bakım ve onarım merkezi Sabiha Gökçen havalimanı içerisinde THY Teknik A.Ş. tarafından konuşlandırılıyor. Sanıyorum bu senenin sonuna doğru hizmete girecek. Bütün bu gelişmelerde, biz Havacılık Akademisi olarak eğitim anlamında kendimizi nasıl konumlandıracağımızı da düşünmek zorundayız. Bu gelişmeler iyi güzel de buna hizmet verecek insan kaynağının eğitimi de çok önemli bir boyut. Biz de o alanda geri kalmamak için ve THY’nin bu son yıllardaki başarısına yetişebilmek için hakikaten var gücümüzle, bütün ekip arkadaşlarımızla birlikte çalışıyoruz. Biraz önce bahsettiğim gibi kısa vadeli hedeflerimiz, uluslararası akreditasyonlarımızı tamamlayıp, dünya genelinde tanınır, bilinir, tercih edilir bir hava yolu eğitim merkezi olmak. Orta ve uzun vadeli hedeflerimizde bizim rahle-i tedrisimizden yani bizim akademimizden geçen kursiyerlerin havacılığın değişik sektörlerinde kariyer basamaklarını çok emin ve sağlam bir biçimde tırmanmaları ve geleceğin hava yolu yöneticileri olmaları. Ben naçizane eğitim başkanı olarak bu anlamda, bu yönetici havuzumuzdaki arkadaşların koçluğunu da üstlenmek üzere kendimi geliştirip yetiştirmeye çalışıyorum. Havacılıkta eğitim bu anlamda çok önemli hakikaten. Çok sayıda uymak zorunda olduğumuz ulusal ve uluslar arası kurallar var. Bu kuralların revizyonları, güncellemeleri var ve bunların çok yakından takip edilmesi gerekir çünkü kuralların ne zaman değiştiğini, nasıl değiştiğini, nasıl revize edildiğini çok yakından bilmeniz lazım ki bütün eğitim anlamında içeriğiniz, müfredatınız, yapınız, kurgunuz ona göre geliştirilsin. Bu bir zorunluluk.

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğünün ( SHGM ) 2023 hedeflerinde, Türkiye’nin en az 700 yolcu uçağına sahip olması, 350 milyon yolcuya ulaşılması, kendi uçağımızı yapabilmek ve bölgemizde havacılık alanında eğitim ve bakım merkezi olmak var. TAA bu isteklere ne kadar cevap verebiliyor?

Bir yandan da akademik kimliğimden dolayı havacılık eğitim veren iki ya da dört yıllık okulları da incelemeye çalışıyorum. Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun (BLMYO) bu anlamda Türkiye’de sektöre odaklı ilk vakıf meslek yüksekokullarından biri olduğunu biliyorum. Havacılık alanında çalışmadan önce de yakından takip ediyordum BLMYO’nun başarılarını. Okulunuzun THY ile de

2023 hedefleri kapsamında neler yapmamız gerektiğine ilişkin SHGM’yle bir çalıştay yaptık ve bu çalıştayda bir rapor sunduk. Sizin de ifade ettiğiniz gibi 2023 hedefleri kapsamında Türkiye, 1000’e yakın yolcu uçağına sahip olacak, yılda 350 milyon kişiyi taşıyor olacak ve benim de basından takip ettiğim kadarıyla kendi uçağımızı yapma projemiz başladı ve ümit ediyorum ki ba-

53


lediğimizde daha kısa sürelerde daha büyük başarılar yakalayabiliyorlar. Meslek yüksekokullarında eğitim gören öğrencilere sektöre gelmeden önce neler yapmalarını önerirsiniz? Bence, ön lisans eğitiminde geçirdikleri iki-üç yılı çok iyi değerlendirmeleri lazım. Bütün staj olanaklarını özellikle hava yollarında geçirmeleri için kapıları aşındırmalarını öneriyorum. Sektörü internet mecrasından çok yakın takip etsinler. Sadece kendi ülkelerinde değil, gelişmiş ülkelerdeki havacılık uygulamalarını, havacılık kurallarını, havacılık eğitim içeriklerini bilmelerini de öneriyorum. Yani biraz daha donanmış olarak geldiklerinde hem seçilme hem seçildikten sonra kariyer adımlarını tırmanma konusunda daha şanslı olacaklarını düşünü-

bir eğitim protokolü var. Bu protokolü yalnızca BLMYO için değil, bütün yüksek öğretim kurumları için önemsiyoruz. Yükseköğretim kurumlarına birer çözüm ortağı gibi bakıyorum ben, yaptığımız iş açısından. Çünkü THY, sürekli, yetişmiş insan kaynağına ihtiyacı olan bir kurum ve bu yetişmiş insan kaynağı da sizin gibi böyle havacılık eğitimi veren yüksek öğretim kurumları vasıtasıyla kazanılıyor. Bizim, o insan kaynağını istihdam ettikten sonra harcayacağımız emek, bu okullardan yetişmiş olarak gelen öğrenciyi düşündüğümüzde bize bir adam/saat tasarrufu sağlıyor ve daha az yatırımla daha az emekle onları belli bir seviyeye getireceğimiz için bu tür eğitim protokollerinin ben faydalı olacağını düşünüyorum. Bu anlamda bizim THY olarak bütün yüksek öğretim kurumlarımıza iş birliği konusunda kapımız açık, imkanlar el verdiği ölçüde onlarla birlikte hareket etmek isteriz.

yorum. Eğitim Başkanlığı olarak stajlar konusunda standartların belirlenmesine siz de dahil oluyor musunuz? Staj koordinasyonu, bizim insan kaynakları departmanımız tarafından yapılıyor. Ben en azından şunu söyleyebilirim; bütün havacılık eğitimi veren kurumlara onların öğrenci sayısı kadar staj kontenjanı ayrıldığını biliyorum. Yani bir çocuk havacılık eğitimi alıyorsa THY’de staj yapmasının önünde bir engel yok ama THY, tabi öyle bir kurum ki havacılık eğitiminin dışında her alanda eğitim yapanların staj yapmak için çok yarıştıkları bir kurum. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden tutun da Anadolu’da bir üniversitenin işletme fakültesi öğrencisine kadar herkes, bir şekilde THY’nin yurt içi ya da yurt dışı organizasyonunda staj yapmak için başvuruyor; hakikaten şartları zorlayarak bu stajı gerçekleştirmek istiyor. Ancak biz, Personel Başkanlığımızın belirlediği bir politika doğrultusunda, havacılık eğitimi yapan okullara öncelik veriyoruz ve kontenjanın bütün ilk sıralarını havacılık eğitimi alan öğrencilere ayırıyoruz. Bence bu da çok isabetli bir uygulaması personel başkanımızın.

Bu noktada mesleki eğitim, pek çok alanda olduğu gibi sizin alanınızda da önem kazanıyor. Havacılığın bazı alanlarında mesleki eğitimin çok önemli olduğunu özelikle belirtmek isterim. Şu bakımdan, özellikle pilotajda ve teknikte mesleki eğitim kökenli arkadaşlarımızın adaptasyonu çok daha hızlı oluyor ve başarıları çok daha gözle görülür oluyor. Böyle olunca da bizim onlara yapmamız gereken yatırım da o ölçüde azalıyor. Biz ondan sonra onları, kurum kültürü adaptasyonu, şirket içi oryantasyon gibi modüllerle destek-

Ankara’da yaptığınız çalıştayda dile getirilen en bü-

54

yük sorun yabancı dil sorunuydu. Yabancı dil, havacılıkta olmazsa olmazlardan ve bu dil de %99 İngilizce. Havacılıkla ilgili bir kurum, personel alımı için sınav yaptığında İngilizce dil sınavı da yapıyor ve İngilizce bilenler, havacılıkla ilgili olsun ya da olmasın öne geçiyor. İngilizce bilmeyenler doğal olarak alta düşüyor. Havacılıkta bir yere gelmenin bir numaralı şartı İngilizce bilmek.

luyorum ve görüyorum ki sistemin içerisinde çok sayıda öğretim üyesi var. CEO’muz başta olmak üzere, THY genel müdürü, Teknik A.Ş. genel müdürü, THY genel müdür yardımcımız ve bazı başkanlarımız olmak üzere çok sayıda doktoralı akademik kökenli çalışanımız var. Bu da konuları ele alışta ve bakışta daha sağlam bir metadolojik yaklaşımı getiriyor. Kendi açımdan da şunu söylemek isterim. Sadece üniversite duvarları içerisinde sıkışıp kalmış bir akademik personel olarak kalmadığım için de mutluyum. Çok önemli bir tecrübe THY benim için.

Kesinlikle katılıyorum. Çok yakın bir zamanda da Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü ICAO çok ciddi yaptırımlar getirecek. Uçma, uçurma, bakım, onarım ve yer hizmetleri yetkilerini veren otoriteler, belli bir seviyede bütün çalışanların İngilizce biliyor olmasını; özellikle operasyonda ve sahada çalışanların İngilizce biliyor olmasını şart koşacak. Bu da az düzeyde değil gerçekten, ortanın üzerinde Level- 4 olarak anons ettiler. Level- 4 düzeyde İngilizce biliyor olmayı şart koşacaklar. Dolayısıyla bu anlamda öğrencilere tavsiyelerimden birisi de üniversite eğitimleri sırasında dil işini halletmeleri.

Siz aslında akademideyken de dışarıda aktif çalışmalar yapmışsınız. Özgeçmişinizde TRT’ye belgesel yaptığınızı okumuştuk. Ben belgesel yönetmeniyim aslında. Genelde kültür belgeselleri yaptık. Bundan 15 yıl önce iletişimin bir yan alanı ve merak olarak başladık belgesel yapımcılığına. Başbakanlık Tanıtma Fonuna Kazakistan’dan Macaristan’a Türk hümanizminin yayılmasıyla ilgili 13 bölümlük bir belgesel çektik TRT 2’ye.

Akademinizin çıkardığı bir dergi var: Turkish Aviation Academy. Ne kadar zamanda bir çıkarıyorsunuz?

Ondan sonra yine 13 bölümlük bir Anadolu’da Düğün, Doğum ve Ölüm geleneklerini inceleyen bir belgesel çektik. Ondan sonra bir Trans-Hazar demiryolu belgeseli çektik, Avrasya Seyir Defteri adı altında. Şimdi TransAral demiryolunu çekiyoruz. Bir çekim ekibimiz yakında Kazakistan’a hareket edecek.

Dergimizi üç ayda bir çıkarıyoruz. Dergimiz Türkçe ve İngilizce olarak çıkıyor aynı baskı içerisinde. Dünya genelinde 3000 tane hava yoluna gidiyor. Dergimiz, THY akademisinin bilinirliğini bir anda çok arttırdı. İki sayı çıkardık şimdiye kadar ve bana dünyanın hiç bilmediğim, duymadığım yerlerinden mailler geliyor. Eğitime gelmek istediklerini ya da bizden eğitim talep ettiklerini falan ifade ediyorlar. Bu anlamda çok kısa sürede önemli bir bilinirlik düzeyi de yakalamış olduk tüm dünya genelinde.

Son bir buçuk yıldır demiryolu belgesellerine odaklandım. Trans-Hazar’dan sonra; Trans-Berlin Bağdat, ondan sonra da Hicaz Demiryolunu çalışmak istiyorum kısmet olursa.

Bunda akademisyen bir iletişimci olmanızın da etkisi olsa gerek. Türk Hava Yollarında çalışanlar arasında akademik geçmişi ve unvanı olanlar hiç de az değil galiba.

Belki ileride THY ile ilgili veya havacılıkla ilgili bir belgesel yaparsınız. Bunu en iyi siz yaparsınız herhalde. Çok teşekkür ederiz bize vakit ayırdığınız için.

THY geçmeden önce sadece bir yolcusuydum. Şimdi THY’nin son on yılını daha yakından inceleme fırsatı bu-

55


“Bilginizle Hayalinizi Bir Araya Getirdiğinizde Başarı Kaçınılmazdır”

Röportaj: Sevil Bektaş

yal sorumluluk kavramının şirketler açısından önemi ve Türkiye’de halkla ilişkiler mesleğinin durumuyla ilgili görüştük.

Fotoğraf: Sevil Bektaş

Bize Greenactive markasının tarihçesinden söz edebilir misiniz? Greenactive nasıl kuruldu? Hala ortaklığımın devam ettiği Ertuğrul Kale ile tanışmam ve Greenactive’i kurmamız, hayatta tesadüflerin güzel sonuçlar doğurabildiğine en güzel örnektir. Tanışmamızdan önce Ertuğrul Bey, Hürriyet İzmir gazetesinin Ege bölge temsilcisiydi. Bende Ankara’da bir danışmanlık firmasının dış ilişkiler müdürü olarak çalışıyordum. Genç olmama rağmen yurtdışından gelen müşterilere danışmanlık yapıyor, Türk ve yabancı ticari gruplar arasında iletişimin kurulmasını sağlıyordum. Bir yandan da devletle ve beraberinde getirdiği protokol ile olan ilişkileri yönetiyordum. Bu vesileyle devletin davranış biçimini, çalışma şeklini öğrenmiş ve çok iyi bir şekilde özümsemiştim. Çalıştığım bu ilk işimde, kişilerarası iletişimdeki kültür farklılıklarını aza indirerek iletişim sorunlarını çözüyordum. Bir nevi Halkla İlişkiler... Bunun farkına varmamı sağlayan Ertuğrul Bey oldu. Hem benim deneyimim hem de Ertuğrul’un medya birikimi, bizi “iletişim ve itibar yönetimi” şirketi kurmaya yöneltti. 1991 yılında Ankara’da Greenactive PR’i kurduğumuzda ilk olarak Devlet Demiryolları ile çalışmaya başladık. Onların halkla ilişkilerine katkılar sağlamak amacıyla, iletişim planları hazırlayıp uyguluyorduk. Sektöre özel bir dergi olan ‘Tren Magazin’i bedelsiz olarak çıkarıyor ve bu mecra sayesinde kurumun mesajlarını doğrudan iletilmesini sağlıyorduk. Demiryollarıyla ilgili anketler yapıyor, halkın gözünde Devlet Demiryollarının itibarına katkı sağlama amaçlı projeler gerçekleştiriyorduk. Bir taraftan

Greenactive’in kurucusu Azade Başağa

Günümüzün küreselleşen dünyasında kurumsal sosyal sorumluluk, işletmeler açısından bir gereklilik haline gelmiştir. Toplumdan aldığını topluma geri vermek olarak da tanımlanan sosyal sorumluluk kavramı işletmelerin marka imajını güçlendirmekte ve rakiplerine karşı farklılaşmasını sağlamaktadır. Değişen Halkla ilişkiler alanında, bir işletme için en etkin kurumsal iletişim araçlarının başında Kurumsal Sosyal Sorumluluk gelmektedir. Kurumsal Sosyal Sorumluluk işletmelerin topluma ve sosyal paydaşlar nezdinde pozitif bir etki yaratarak yer edinmesi ve itibar kazanması için oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle günümüzde Kurumsal Sosyal Sorumluluk çalışmaları temel şirket yönetim stratejileri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya çapında aldıkları ödüllerle alanında kendini kanıtlamış olan sektörde 20.yılını kutlamaya hazırlanan ajans Greenactive’in kurucusu ve aynı zamanda iletişim alanının duayenlerinden Azade Başağa ile kurumsal sos-

56

lediğimiz saygı ise onu anlama ve sorunlarını irdeleme dürtüsü verdi bize. Anadolu tarihinin bize sunduğu armağanlar olan kültürel varlıklarımızın farkında olarak tasarlayıp uyguladığımız Klazomenai Projesi de tarihe olan merakımızın bir sonucu diyebilirim. Büyük bir keyifle yürüttüğümüz Klazomenai Projesi ile, dünyada “PR’ın Oscar’ı” olarak nitelendirilen PRSA’dan kendi kategorisinde birincilik ödülünü aldık. Projenin içeriği şöyleydi; Klazomenai, İzmir’in bir ilçesi olan Urla Bölgesi’nde yaşamış, antik bir kent devleti. Ege Üniversitesi’ne bağlı Klazomenai kazı evinde, kazı başkanı ve ekibiyle görüşüp bilgi dağarcığımızı geliştirmeye çalışırken, M.Ö. 6. yüzyıla ait Anadolu’nun en eski zeytinyağı işliğinin burada olduğunu öğrendik. Komili markası müşterimizdi. Komili’ye çok yaraşacağını düşünerek projelendirdik. Komilinin yöneticileri projemize inandı...

da Ankara’nın o zamanlar ağır kirli havasından nasibini almış insanlar olarak çevreyle ve çevre sorunlarıyla ilgileniyorduk. Toplumsal sorunlara karşı hassasiyetimizin de etkisiyle, çevre bilincinin oluşturulması adına ‘Sincap’ isimli bir çocuk dergisi çıkardık. Tren magazin bize büyük bir keyif vermişti. Aldığımız geri bildirimler bizi doğru yollara yöneltiyordu. Dergicilik hoşumuza gitti ve devam ettirdik. 90’lı yıllarda Turgut Özal’ın bizzat kurduğu çevre çocuk izcileri vardı. Onlara yönelik yani hedef kitlesi çocuklar olan bir dergiydi ‘Sincap’. Aslında ağaç yaşken eğilir düşüncesiyle hareket ettik. Bir çocuğa küçük yaşta ne verirseniz, o temel üzerine hayatını şekillendirir. Çocuklara küçük yaşta çevre bilincini yerleştirmek bizim sosyal sorumluluk adına yaptığımız ilk çalışmaydı ve bizim şirket stratejimizin de çıkış noktasını oluşturdu diyebilirim. 90’lı yılların başında ne çevre ne de sosyal sorumluluk olgusu toplumun ajandasında yoktu daha da ilerisi bu konularla ilgili projeler, duyarlı küçük bir kesim tarafından ilgi görüyordu. O dönemde çevre bilinci dünya gündeminde bile çevreye gönül verenlerin ısrarlı uğraşlarıyla yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Her zaman ilkler zordur ama başarıyı da beraberinde getirir. Sanırım Greenactive olarak biz bu düşüncenin iyi bir örneğiyiz.

Projenin ciddi bir araştırma süreci olmuş. Ne kadar zamanınızı aldı bu süreç? Araştırma süreci ve olgunlaştırma 1,5 sene, proje de yaklaşık 8 yıl sürdü. Önce kazı çalışmaları yapıldı daha sonra nasıl bir teknikle zeytinyağı elde edildiği incelenip, uygun mimari çizimler yapıldı. Büyük bir ekiple, işliği eski haline getirdik, dış görünüşünden iç aksamına kadar aynısı, yani bir “tıpkı yapım” oldu. Sonra da antik usulle zeytinyağı elde ettik.

Greenactive başarılı çalışmalarıyla sektörde birçok ilklere imza attı ve uluslararası platformda kazandığı ödüllerle yetkinciliği de tescil edildi. Bu ödüllerden biri Klazomenai Projesi’yle Amerika Halkla İlişkiler Topluluğu PRSA’nın (Public Relations Society of America) Silver Anvil Ödülü. Bu projenizden ve aldığınız ödülden söz eder misiniz?

Ödüle gelince, Klazomenai Projemizi bir bakıma görücüye çıkardık diyebiliriz. Amerikalıların tarihe olan büyük ilgisinden dolayı proje büyük bir takdir topladı. Sektörümüzde PRSA çok önemli ve değerli bir ödül; Türkiye’de ilk ve sanırım tek sahip olan şirket olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. İletişim sektörünün Oscar’ı olan bu ödülün verdiği mutluluğa paha biçilemez. PRSA’ da başka dallarda ödül alan milyar dolarlık cirolara sahip şirketlerin yanında biz küçücük bir kurum olarak kalmıştık. Fakat fikrin büyüklüğü, başaracağımıza olan inancımız ve uygulamamızdaki mükemmeliyet, bize bu ödülün yolunu açtı. Ödülün bir başka toplumsal boyutu da, o zamana

Aslında bütün yaptığımız projeler, merakımızın bize kazandırdığı bilgi birikimimizden geliyor. Arkeolojiye olan ilgimiz ve yaptığımız araştırmalar bize yeni bir proje oluşturmamızı sağladı. Ülkemize duyduğumuz sevgi, onu tanıma tutkumuzu, içinde doğup büyüdüğümüz toplumumuza karşı bes-

57


rum. Bir projeyi zirveye ulaştırabilmemiz ancak, “bütünleşik iletişim” yani iletişimin tüm enstrümanlarını bir arada ve ahenkle kullanabilmemizin bir sonucu olabilir. Halkla ilişkiler bana göre, sadece basın bülteni ve basın toplantısı çalışmaları değildir. Biz çalışmaya başlarken müşterilerimize önce reklamla halkla ilişkilerin farkını, sizinde dediğiniz gibi, uzun vadeli bir çalışma olduğunu anlatıyoruz. Müşteriyle aynı frekansta düşünme ve hareket etme noktasına geldiğinizde faydalı olabilirsiniz; yoksa, hizmetiniz sadece emir- komuta ilişkisine dönüşür. Üretken olamayabilirsiniz.

kadar zeytinyağı üreten ülkeler o kadar büyük tanıtım ve ihracat atakları yapmışlardı ki Türkiye’nin, bırakın zeytinyağı ile ilgili bir tarihi geçmişi olduğunu, zeytin yetiştiren, zeytinyağı üreten bir ülke olduğunu dahi kısıtlı sayıda kişiler tarafından biliniyordu. Bu proje, Türkiye’nin, üstelik tarihsel bir geleneğin devamı olarak zeytinyağı ürettiğini vurgulamış oldu. “Markalaşma Yolunda Ciddi Çaba Harcanması Gerekiyor” Ülke tanıtımı, ülke markalama adına çok ciddi bir adım…

Sosyal sorumluluk projeleri yapmak isteyen şirketlere hangi stratejiyle yola çıkmalarını önerirsiniz?

Kesinlikle, en azından üzerimize düşen görevi yerine getirmenin huzurunu taşıyoruz. Keşke imkânlarımız elverseydi daha fazlasını yapabilseydik. Markalaşmış Türkiye dediğimiz zaman tüm değerlerimizi tek tek alıp markalaşma yolunda ciddi çaba harcamamız gerekiyor. Bir dünya markası olabilmek için tarihi, kültürel ve ticari değerlerimizin hepsini, bir taraftan çok iyi korumamız bir taraftan da kültürlerarası diyaloga sokmamız, bir anlamda sürdürülebilir pazar entegrasyonunu gerçekleştirebilmemiz gerekmektedir. Klazomenai Projemiz de, işlikten elde ettiğimiz zeytinyağını, gücümüz yettiğince, çeşitli ülkelerde yaşayan kanaat önderlerine, özel olarak imal ettirdiğimiz şişelerde ve ambalajlarda adreslerine ulaştırdık. Siz olsanız; bir gün postacı, M.Ö. 650 yılında yaşamış olan bir kültürün ürününü, evinize getirse, bu olayı unutabilir misiniz? Bu özel konuyu aylarca etrafınızla konuşmaz mısınız? Markalaşma, ürünlerimizi sürekli geliştirerek ve çeşitlendirerek bunun yanı sıra tüm iletişim tekniklerini kullanarak, iğne ile kuyu kazarcasına, bıkmadan usanmadan uygulamaktır diye düşünüyorum.

Şirketler “global düşün yerel hareket et” stratejisini benimsemeliler. Çünkü dünyadaki gelişmeleri takip etmeniz, bu gelişmelere paralel ya da üstünde yeni fikirler üretmeniz gerekmektedir. Aynı zamanda da içinde yaşadığınız toplum tarafından anlaşılır ve özümsenir bir varoluş, bir dil sergilemeniz çok önemlidir. Başka bir kültürden tercüme projeleri uygulayamazsınız. O yüzden bazı tanıtım çalışmaları başarılı olamıyor Türkiye’de. Toplum anlayışına uyumlu hale getirmediğiniz sürece, mesajınız yanlış algılanabilir. Toplum bireylerinin aklına, duygularına, tutumlarına saygı gösteren yani “toplumu önemseyen” çalışmalar başarılı olur. Bütün iletişim sorunları verici kaynaklı oluyor. Ne verirseniz, onu alırsınız bir nevi yankı gibi. İletişimin sihiri, başarılı olabileceğinizin veya kaybedebileceğinizin ipucu burada gizli. Kurumsal Sosyal Sorumluluk Topluma Kendi Eli İle Değer Sunmaktır! Greenactive, kurumsal sosyal sorumluluk projelerinde öncü ve lider bir firma. Kurumsal sosyal sorumluluk etkinliklerinde bulunmanın bir işletmeye katkıları nelerdir?

Bence yaptığınız bu projeler Halkla ilişkilerin uzun vadede sonuç getirdiğine en güzel örnek. Evet, uzun ve emek gerektiren bir süreç; ama zirvedeki gücünü uzun bir zaman koruduğunu da unutmayalım. Bununla beraber, iletişimin bir bütün olduğuna inanıyo-

Dünyanın gidişatından haberdar olmamız, çevre bilincimiz, içinde yaşadığımız toplumumuzu iyi tanımamız,

58

bizi sosyal sorumluluk projeleri oluşturmaya yöneltiyor. Kurumsal Sosyal Sorumluluk dediğimiz kavram kısaca topluma kendi elimizle bir değer sunmaktır. Güçlü kurumların, toplumdaki bazı boşlukları doldurmak, eksikleri gidermek, değerleri korumak ya da geliştirmek, hiç olmazsa farkındalık sağlamak için görev üstlenmeleri çok önemli ve beklenen bir davranıştır. Başarılmış bir proje ile dolaylı yoldan, kendilerini konuşulur kılmaları, kurum ismini yüceltmez mi? Sosyal sorumluluk insan olmanın getirdiği bir güdüdür. Siz tokken komşunun aç olmasına duyarsız kalmak söz konusu olabilir mi? Dinimize, geleneğimize kadar genişletebiliriz aslında bu kavramı. Gerçekleştirmek istediğiniz sosyal sorumluluk projesini markayla örtüştürebiliyorsanız eğer, işte o zaman işletmeye çok büyük bir değer olarak geri döner. Her zaman para değildir bu; itibar kazanmak çok daha önemlidir. Çünkü bu davranış tüketici ile kurumun ayni duyguyu paylaşmasını sağlar. Birlikte hareket etmeye yöneltir.

çok yardımcı oldu. Toplumsal sorumlulukta Türk şirketlerine büyük görevler düşüyor. Çünkü bir ülke önce kendi değerlerini iyi tanıyacak, sahip çıkacak ki yurtdışına da tanıtabilsin, fikirlerini, ürünlerini ceşitlendirebilsin. Güçlü bir ülkenin bireyleri de güçlü değil midir? Bu bilinci oluşturabilmek için her kesimin gayretine ihtiyaç var. Şirket olarak yaptıklarınızla ve aldığınız ödüllerle Sosyal sorumluluk pazarında ilk olmuşsunuz. Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz? Merak ve bilgilenme... Bilginizle hayalinizi biraraya getirdiğiniz zaman başarı kaçınılmazdır. Ben okumanın yanı sıra bütün Türkiye’yi gezdim. Çünkü teori dışında bir iletişimci olarak toplumumuzun her kesitini tanımak ve tüketici davranışlarını öğrenmek zorundaydım. 90’lı yıllarda market kavramı Türkiye’ye yerleşmemişti. Büyük şehirlerin dışında AVM ve marketlere pek rastlanamazdı. Büyük bakkallar vardı ve ben, bir iki ilimiz hariç, ulaşabildiğimiz her şehirde, bakkal, market demeden, saatlerce tüketiciyi izledim. Yöresel yaklaşımları gözlemledim. Bu gözlemciliğim yeni projeler geliştirmeme ön ayak oldu diyebilirim. Doktora tezi gibi bir şeydi. Türkiye’de ilk market içi aktiviteleri biz başlattık. Örneğin, o dönem Rama margarin’in market aktivitesini projelendirip gerçekleştirmiştik. Bu market içi aktivite projesinde, özel bir ekip kurmuştuk. Özel kıyafetli bu etkileyici ekip aracılığıyla tiyatral bir iş gerçekleştirdik. Markayla tüketici arasında bir deneyim yaşatarak Rama’yı tanıttık. Rama ile yapılmış ürünleri tüketiciye denetiyorduk. İlk yapılan bir proje olmanın ötesinde dönem koşulları da zorluydu. Kısacası kolay bir yerlere gelinmiyor; şansı bilginizle ve sabrınızla yaratıyorsunuz.

Örneğin Cif’in sponsorluğunda yaptığımız Topkapı Sarayı Projesi, işletme ve sosyal sorumluluk projesinin örtüşmesine en güzel örneklerden biridir. Topkapı Sarayı gibi üzerine titrenmesi gereken bir mekân çok da gündemde olamayabiliyor. Biz bu çalışmaya başladığımızda başta basına her fırsatta Topkapı Sarayı’nın önemini ve korunmasının elzem olduğunu içeren mesajlar verdik. Cif, şahane bir üründür hiç demedik, hep Topkapı Sarayı’nın kaybetmememiz gereken, sadece Türkiye’nin değil dünyanın da en önemli değerlerinden biri olduğunu vurguladık. Proje konumlandırmasında ‘Geçmişin ışıltısı gelecekte de parlasın’ sloganı ile yer aldık ve her yerde tekrar ettik. Bu projeyle beraber Topkapı Sarayı, basında hak ettiği yeri aldı. Birçok kurum, Sarayın farklı problemlerine sponsor olarak bu eksiklerin giderilmesine yardımcı oldu. Ziyaret edenlerin sayısı bile yükseldi. Üç sene boyunca ilköğretim okullarıyla işbirliği içinde saraya otobüslerle, velileriyle birlikte öğrencileri getirdik. Tabii o dönemde Topkapı Sarayı’nın müdürü de bize

Greenactive Projeleri Üniversitelerde Vaka Analizi Olarak Okutuluyor... Ulusal ve uluslararası üniversitelerde “Vaka Analizi” olarak okutulan projeleriniz var. Bu projelerden bazı örnekler verir misiniz?

59


Yaptığımız projelerin üniversitelerde vaka analizi olarak gösterilmesi, kitaplarda yer alması, teorinin pratik uygulamasının başarılı örnekleri olarak genç nesillere anlatılması bizi çok onurlandırıyor. Bahsettiğim Cif Topkapı Sarayı, Klazomenai projelerinin yanı sıra bir de örnek vaka analizi olarak okutulan “Cansuyu Projesi”nden bahsetmek istiyorum. İzmir’in 30 kilometre kuzeyindeki Gediz Nehri Deltası’nın Ege Denizi ile birleştiği yerde bulunan İzmir Kuş Cenneti, kuşların bu köprü üzerindeki önemli uğrak yeridir. Ancak mesleki araştırmalar dışında pek bilinmemekteydi. İzmirliler dahi bölgeyi yeterince tanımıyordu. Ortağım Ertuğrul Kale’nin İzmirli olması ve çevreyi bilmesi bizim bu projeyi hayata geçirmemizi sağladı. Kuş Cenneti, 1800 hektarlık dalyan, 500 hektarlık sazlık adalar ve yarımadalardan meydana geliyor. Ancak bölgenin yeterince yağış alamaması, bilinçsizce yapılan sanayiye yönelik çalışmalar, kuşların sığındığı sazlıkların yok olmasına ve suların çekilmesine neden olmuştu. Ciddi boyutlardaki bu soruna acil bir çözüm getirilemediği takdirde, bu cennet yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. İşte bu noktada Greenactive, Rama Cansuyu Projesi›ni yarattı. Dünya kuşlarının başkenti olarak bilinen İzmir Kuş Cenneti, Cansuyu Projesi ile can buldu. Kuşlar için gerekli olan su, 5 kilometre uzaklıkta olan Süzbeyli Köyü›nden 5 ay gibi kısa bir sürede bölgeye akıtılmaya başlandı. Cansuyu Projesi aynı zamanda Türkiye›nin özel sektör tarafından gerçekleştirilen ilk sosyal sorumluluk projesiydi. Şimdi Kuş Cenneti bölgesine sahip çıkılıyor. Biz bunları görünce mutlu oluyoruz. İlki başlatmak çok önemli ama devamında sahip çıkılan bir proje yaratmak daha da önemli...

ailelerinden gelen, Yatılı İlköğretim Bölge Okulu öğrencilerinin eğitim ve gelişim standartlarını yükseltmeyi ve örnek bireyler olarak topluma kazandırılmalarını hedefleyen bir eğitim projesiydi. Anadolu’nun her yerine yaygın yaklaşık 200 yatılı İlköğretim Bölge Okulu “YIBO” bulunuyor. Yibo’lar da devletin yetemediği ciddi sorunlar vardı. En önemlisi yalnız kalmışlık hissediliyordu. O yalnız kalmışlığı gidermek, öğrencilere ve öğretmenlere ‘ sizinle beraberiz’, diyebilmek ve biraz da doğuyla-batı, kırsal ile şehir arasında köprü kurabilmek için bu projeyi gerçekleştirdik. Duygusal olarak en çok etkilendiğimiz ve emek verdiğimiz projedir. Ziyaret ettiğimiz okullardan ağlayarak çıktığımı biliyorum. Aklımdan hala çıkmayan okul manzaraları var. Eğitimde Gönül Birliği Projesi, öğretmene ve öğrenciye yönelik 5 ayrı alt projenin yürütüldüğü geniş kapsamlı bir çalışmamızdır. ‘Bizim Odalar’ adını verdiğimiz çalışma, öğrencileri en mutlu eden ve en etkileyicisi oldu. Doğu’daki okullarda öğrenciler, gri koğuşlardaki ranzalarda yatıyor, soğuk beton taşlara basıyor ve büyük çoğunluğu da hiç oyuncakla oynamamış çocuklardı. Bizde öğrenciler bir halıya bassın, ev ortamı hissetsin istedik. Bu amaçla, her okulun içinde 60-70 metrekarelik bir alanda içinde televizyonu, videosu, bol kitapları, oyuncakları, rengârenk minderleri olan, yerleri halıyla kaplı, renk cümbüşü odalar yaptık. Çocukların o odaya ilk girdiklerinde yaşadığı mutluluğu gözlerimiz yaşararak izledik. Halıda 15-20 takla atan öğrencileri, ilk defa bebek gören kız çocukları, “Annemler de gelebilir mi buraya?” diye soran minikleri gördük. İşte bu noktada bir sosyal sorumluluk projesinin bu çocuklara kazandırdıklarının yanında, bütün zorluklarına rağmen, bana ve arkadaşlarıma verdiği manevi hazzı anlatmakla bitiremem.

Son dönemdeki çalışmalarınızdan biri Arçelik ile gerçekleştirdiğiniz “Eğitimde Gönül Birliği Projesi”. Bu projenin amacını ve kapsamını bizlerle paylaşır mısınız?

Türkiye’deki Halkla İlişkiler sektörünün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Arçelik, bir sosyal sorumluluk projesi yapmak istediğini söyledi. Projenin hazırlığı ve araştırması yaklaşık bir yıl sürdü. ‘’Eğitimde Gönül Birliği” adını verdiğimiz bu çalışmanın içeriği; Türkiye’nin kırsal kesiminde yaşayan

Türkiye’de maalesef halkla ilişkiler mesleği bir kavram kargaşası silsilesi içinde yolunu bulmaya çalışıyor.... Sektördeki ajanslar da işveren şirketler de haliyle bu

60

Halkla İlişkiler Kendine Hakim İnsanların Yapacağı Bir Meslektir

karmaşadan nasibini alıyor. Bence sektör çeşitlenmeli ve herkes kendi çeşidinde büyümeli. Açıkçası rekabet bile bilgi, görgü ve nezaket ister. Cahil dostum olacağına akıllı rakibim olsun isterim. Sektöre iş getiren kurumların da hataları bulunmakta ama onlara da haksızlık etmemeliyim. Her sokakta beş tane halkla ilişkiler şirketi var... Halkla ilişkiler aynı zamanda istihdam olarak da en fazla sirkülâsyonun olduğu meslek kolu. Kolay zannediliyor... Bir yıl bir kurum da çalışıp, işi öğrendiğini zannederek şirket kuran ama sonrasında silinip giden kişilerle dolu piyasa.

Halkla ilişkiler mesleğini yapacak kişilerin ne gibi niteliklere sahip olması gerekir? Kesinlikle genel kültürlerini arttıracaklar, çok okuyup çok bilecekler, iletişim becerilerini geliştirecekler... Halkla ilişkiler, giyim, kuşam, hal ve hareketlerine dikkat eden, görgülü, kısacası kendine hakim insanların yapacağı bir meslek. Bu nedenle sektörde başarmak isteyenler kültürlü ve vizyonu geniş kişiler olmalıdırlar. Coğrafi, tarihsel ve sosyolojik olarak Türkiye’nin bölgelerini ve halkını yakından tanımalılar. Dünyayı takip ede-

Müşteri, deneyiminizi ve bilginizi satın almak üzere size geliyor. Buradaki en önemli unsur güvendir. Lakin, iletişim departmanlarında çalışanların deneyimsiz olmaları, yanlış da olsa “müşteri her zaman haklıdır” edasıyla iş dayatmaları işi zorlaştırıyor. Müşterinin yapması gereken; kurum kültürünü, geleneğini ve kurumun ulaşmak istediği hedefi çok iyi anlatabilmesi, açıkça ifade edebilmesi daha sonra da çalışma sürecini uygunluk açısından denetlemesi gerekir. Hizmet aldığı ajansı yönetmeye çalışmamalı, özgür bırakıp doğru hizmete ulaşmalı. Yani küçük detaylarda boğulmak yerine sonuç odaklı olmalı.

bilmeleri için, en az bir yabancı dile iyice hâkim olan kişiler hem kendilerine hem hizmet verdikleri kuruma hem de sektöre güç katarlar. İletişim sektörü, hedefe kilitlenmişlerin işidir... Bize Greenactive’in işe alım sürecinden ve aranan ölçütlerinden söz edebilir misiniz? Bizim “şu” üniversite mezunu çalıştırırız diye bir ayrımımız yok. Hatta halkla ilişkiler mezunu da olmayabilir. Ben temelde farklı eğitim alıp üzerine halkla ilişkilerin katılmasından yanayım. İletişim bütünleşik bir çalışma onu besleyen ana dallar var altında…

Türkiye’de iletişim sektörünün istenilen itibarlı seviyeye gelmesi için uzun yollar var; ama kurumsal şirketlerle birlikte yapılan çalışmaların, halkla ilişkiler bilincini az da olsa arttırması sektör için umut verici .

Geleceğe dair bir ışıltı gösteren, görgülü, terbiyeli, gerçekten bir şey öğrenme azminde, çalışacağı kuruma katkı sağlaması gerektiğinin bilincinde olan, maaştan önce iş tanımını soran kişiler yalniz Greenactive de değil her yerde kendini kabul ettirir.

Sektörde çalışmak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Mezun olduğunuzda sağanak yağmurdan çıkmış gibi kalıyorsunuz kızgın güneşin altında. O yüzden gençlere; iş üstlenebilecekleri, telefon ve faks çekmekten öteye gidebilecekleri kısacası işe dokunabilecekleri kurumlarda staj yapmalarını tavsiye ediyorum. Gerekirse ücretsiz ama en az bir yıl staj yapıp işi öğrendikten sonra beklenti içine girmeleri benim önerim olacaktır.

Son olarak, eklemek ve söylemek istediğiniz bir şey var mı? Pamuk Prensesin bile hayatı kolay değildi. Halkla ilişkilerde çalışan ya da çalışacak kişilerin sorun çözebilme ve strateji geliştirebilme yetisine sahip olması gerektiğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum.

61


Borusan Lojistik: Finansal Güç, Güçlü Tedarikçi Yapısı ve Müşteri Odaklılık Başarıyı Getirir

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral

Borusan Lojistik Türkiye’nin en köklü işletmelerinden biri. Öncelikli olarak bize Borusan şirketler grubunun ve Borusan Lojistik’in kilometre taşlarını aktar mısınız?

Fotoğraf: Borusan Lojistik Arşivi

Borusan Holding’in temelleri Kurucu Başkanımız Sayın Asım Kocabıyık tarafından bundan 68 yıl önce, 1944 yılında, İstikbal Ticaret’in kurulmasıyla atılıyor. Ardından Asım Bey önce Borusan Boru’yu kuruyor, sonra Kerim Çelik ve Supsan’ı. 1972 yılına geldiğindeyse, tüm grup şirketleri Borusan Holding çatısı altında birleştiriliyor. Bugün Holdingimiz, faaliyetlerini çelik, distribütörlük, enerji ve lojistik’ten oluşan 4 iş grubunda sürdürüyor. Şirketimiz Borusan Lojistik, 1973 yılında öncelikle Borusan Holding grup şirketlerine hizmet vermek üzere kuruldu. 2000 yılına gelindiğinde ise, artık deneyim ve birikimimizi grup dışı firmalara da sunmaya karar verdik ve kendimizi pazarda ‘entegre lojistik hizmet sağlayıcı’ olarak yeniden konumlandırdık. Şirketimiz, o günden bu yana her yıl ortalama % 20 büyüyor; gerek kurumsal gerekse operasyonel anlamda kendini geliştirmeye devam ediyor. Borusan Lojistik uluslararası taşımacılık alanında da hizmet üretiyor. Bu alanda verdiğiniz hizmetlerden söz eder misiniz?

1944 yılından beri faaliyet gösteren ve bugün distribütörlük, lojistik ve enerji sektörlerindeki başarılı şirketleri ile dünya pazarında küresel bir oyuncu haline gelen Borusan Şirketler Grubu’nun önemli bir parçası olan Borusan Lojistik 1973 yılından bu yana lojistik alanında hizmet veriyor. 2000 yılından itibaren grup dışı firmalara da entegre hizmet sağlayan Borusan Lojistik, uyguladığı Çevre Yönetim Sistemi ve gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projeleri ile küresel ısınmaya karşı mücadeleye ve çevrenin korunmasına büyük katkı sağlamakta. Capital Dergisi tarafından düzenlenen, “Türkiye’nin En Beğenilen Şirketleri’’ Araştırması’nda kendi sektöründe ilk üçe giren Borusan Lojistik Genel Müdürü Kaan Gürgenç ile Borusan Lojistik ve sektördeki başarı üzerine söyleşi yaptık.

62

Lojistik sektöründe başarılı olmanın koşulları finansal güç, güçlü tedarikçi yapısı ve müşteri odaklılıktır. Bununla birlikte firmaların güçlü bir bilgi sistemleri altyapısına da sahip olmaları gerekiyor. Özellikle son teknolojiyi takip etmeleri, bu alandaki gelişmeleri sistemlerine entegre etmeleri, gecikme, hata gibi durumların önüne geçmelerini sağlayacak, müşteri memnuniyetini artıracaktır. Aynı zamanda nitelikli elemanlarla çalışmak da oldukça önem taşımaktadır.

Yabancı ülkelerde de faaliyet gösteriyorsunuz. Hangi ülkelerde hangi lojistik faaliyetlerini gerçekleştirmektesiniz? Yabancı ülkelerde yurtdışı markamız olan Borusan Logistics ile faaliyet gösteriyoruz. Borusan Logistics markasıyla, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Hollanda ve ABD’de % 100 Borusan Lojistik’e ait şirketlerimiz bulunuyor. Geçtiğimiz yıl, 5’inci ülke müdürlüğümüz olan Borusan Logistics International Kazakhstan LLP’yi Kazakistan’da açtık. Bu şirketimizin Bağımsız Devletler Topluluğu ve Orta Asya yapılanmamızın merkezi olmasını hedefliyoruz. Yabancı ülkelerde taşımacılık ve navlun yönetimi, depo yönetimi, proje kargo yönetimi ve tedarik zinciri yönetimi hizmetleri veriyoruz.

Borusan Lojistik yalnızca sektördeki başarıları ile değil çevreye duyarlılığı ile de ön plana çıkan bir şirket. Lojistik sektöründeki faaliyetlerinizi çevreye duyarlı biçimde gerçekleştiriyorsunuz. Bu konuda yaptığınız çalışmalardan söz eder misiniz? Çalışmalarımızı çevreye ve insana saygılı bir şekilde yürütmenin kurum kültürümüzde önemli bir yeri var. Bir Çevre Yönetim Sistemimiz var ve tüm faaliyetlerimizi bu kapsamda gerçekleştiriyoruz. Aynı zamanda 2004 yılında SGS’den aldığımız ISO 1400 Çevre Yönetim Standardı belgemiz de bulunuyor. Çevreyle ilgili yasaları ve mevzuatları, bunlarla ilgili değişiklikleri çok yakından takip eden bir şirketiz.

Borusan Lojistik Rakiplerinin Bir Adım Önünde Borusan Lojistik Capital Dergisi’nin “Türkiye’nin En Beğenilen Şirketleri’’ Araştırması’nda kendi sektöründe ilk üçe girdi. Borusan Lojistik’in sektördeki başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Borusan Lojistik Uluslararası Taşımacılık birimimiz, Chartering ve Multimodal Taşımacılık, Uluslararası Kara Taşımacılığı ve Uluslararası Konteyner Taşımacılığı olmak üzere üç stratejik alanda faaliyet gösteriyor. Bu alanda müşterilerimize en rekabetçi fiyatları vermek ve entegre hizmetlerimizle onlara değer katmak hedefimiz doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Şirketimiz lojistik sektöründe pek çok ilke imza atmış, öncü bir şirkettir. Bunda, Borusan Grubu’nun modern kurumsal yönetim ve iş yapma biçimlerini en etkin şekilde uygulayan bir şirket olmamızın önemli rol oynadığını düşünüyorum. Özellikle Yalın 6 Sigma metodolojisi kapsamında yaptığımız iyileştirme çalışmaları ile birlikte kullandığımız Müşterinin Sesi uygulaması, uzun vadeli stratejik planlama gibi çalışmalarımızla rakiplerimizin bir adım önündeyiz. İş süreçlerimizi sürekli iyileştirerek hizmet kalitemizi yükseltiyoruz. Stratejik planlamalarımızla öngördüğümüz hedeflere odaklanıyor, sürdürülebilir bir zeminde büyüyoruz. Bu şekilde ileride daha büyük başarılara imza atacağımıza da inanıyoruz. Finansal ve operasyonel başarıların yanında kurumsal sosyal sorumluluk çalışmalarımızla toplumun değişik kesimlerine sağladığımız katkıların da bu başarıda önemli olduğunu düşünüyor ve bu şekilde takdir edilmenin memnuniyetini yaşıyoruz.

Son olarak Avrupa’ya yönelik lojistik hizmetlerimiz kapsamında yeni bir dönem açarak, sektöründe tren sahi-

Size göre lojistik sektöründe başarılı olmanın ana koşul ya da koşulları nedir?

Uluslararası taşımacılık alanında güvenilir hizmet ve takip sistemlerimizle müşterilerimizin çözüm ortağı olmaya odaklanıyoruz. Bu alanda gemi kiralama; karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu taşımacılığı hizmetleri veriyor; komple ithalat ve ihracat operasyonları da gerçekleştiriyoruz. Kapıdan kapıya multimodal taşımacılık organizasyonunda uzmanlaşmış bir şirket olarak tüm limanlarda aktarmalarla nehir, demiryolu ve karayolu kullanarak dünyanın her noktasında müşterilerimizin kapısına teslimat yapıyoruz.

Borusan Lojistik Genel Müdürü Kaan Gürgenç

bi ilk şirket olarak Tarifeli Multimodal Tren Taşımacılığı hizmetini vermeye başladık. Bu hizmetimizle ülke ekonomisine ve sanayisine önemli bir rekabet avantajı sunmayı, aynı zamanda sürdürülebilirlik ve çevre koruma duyarlılığı açısından fark yaratmayı hedefliyoruz.

Borusan şirketlerinin tamamında uygulanan, iş süreçleri ve ürünlerin geliştirilmesi ve iyileştirilmesini sağlayan Yalın 6 Sigma felsefesinden çevreye yönelik faaliyetlerimizde de yararlanıyoruz. Yalın 6 Sigma, her adımda risk analizi yapmamızı sağlıyor. Böylece faaliyetlerimizin çevre üzerinde ne gibi riskler yaratabileceğini önceden tespit edebiliyoruz. Eğer risk oranı yüksek ise söz konusu faaliyeti gerçekleştirmekten vazgeçiyoruz. Bunlara ek olarak 2010 yılında sera gazı emisyonlarının ve uzaklaştırmaların hesaplanmasını ve rapor edilmesini sağlayan ‘ISO 14064 Sera Gazı Emisyonları’yla ilgili çalışmalarımızı da başlattık. Böylece faaliyetlerimizin oluşturduğu karbondioksit miktarını hesaplayabileceğiz ve buna yönelik çalışmalar yapabileceğiz. Borusan Holding, Meksika’nın Cancun kentinde düzenlenen, daha yaşanabilir bir dünya ve sürdürülebilir bir çevre için iklim değişikliği ile küresel boyutta mücadele etmeye yönelik ‘Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği’ zirvesinde yer aldı. Hükümetleri bu konularda işbirliği yaparak önlem almaya çağıran belgeyi imzalayan 384 şirketten biri oldu. Borusan Holding’in gerçekleştirdiği ‘Karbon Ayak İzi’ ça-

63


ğı yenilenmesi oldu. Bu projeyi nasıl gerçekleştirdiniz?

lışmasını da yine 2010 yılında Borusan Lojistik’te başlattık. Faaliyetlerimizin sonucunda atmosfere yayılan karbondioksit salınımının çevreye verdiği zararı azaltmaya yönelik çalışmalarımızı da bu kapsamda sürdürüyoruz.

Mardin Atmaca İlköğretim Okulu’nu, okulda çalışan bir öğretmen vasıtasıyla tanıdık. Bu öğretmenin küçük dileğine kulak vererek okulun tüm sorunlarını sahiplendik. Geçtiğimiz yıl, yılbaşında göndereceğimiz yeni yıl promosyon malzemeleri bütçesini okul için ayırdık. Öğretmenimizin bizden istediği fotokopi makinesini almakla kalmayıp, tavan ve duvarların tamir edilip boyanması, tören ve oyun sahalarının yapılması, su deposu bağlanması, tuvaletlerin yapılması, sınıflara klimalar takılması gibi çalışmalar da yaptık. Özellikle çocukların kitap, mont gibi ihtiyaçlarının karşılanmasında çalışanlarımızın topladığı bağışların da büyük yardımı oldu.

Aynı zamanda Deniz Temiz Turmepa’nın özel sponsoruyuz. Geçtiğimiz yıl deniz temizliğinin önemi dikkat çekmeye yönelik bir ‘Çöpçü Balıkları’ aktivitesi düzenledik. Aktivite kapsamında şirket çalışanlarımız Caddebostan sahilinde belirlenen alanda sualtı dip temizliği yaptı ve denizden çıkarılanlar yine gönüllü çalışanlarımızca hazırlanan alanda sergilendi. Denizlerin ne kadar kirli olduğunu gözle önüne serdiğimiz etkinliğimizde Türkiye Sualtı Sporları Federasyon Başkan Yardımcısı Dr. Şahin Özen, Deepist Dalış ve Doğa Sporları Merkezi danışman eğitmenlerinden Deniz Biyoloğu Yard. Doç. Dr. Ahmet Edip Müftüoğlu da bizlerle birlikteydi.

Borusan Lojistik’in stratejik iş alanlarından biri Borusan Limanı. Borusan Limanı’nın Türk lojistik sektöründeki önemi ve yeri nedir?

Borusan ÇEKÜL İşbirliği

Borusan Limanı, stratejik konumuyla Güney Marmara, Ege ve İç Anadolu’da gerçekleştirilen ihracat ve ithalat faaliyetlerinde Türkiye’nin en önemli gümrük kapılarından biridir. Borusan Limanı’nın Güney Marmara’nın en modern, en rekabetçi ve önemli limanı olması hedefimiz doğrultusundaki yatırımlarımızı kararlı bir şekilde sürdürüyoruz. Yatırımlarımız sonucunda en son teknolojili sistemlerin kullanılması, iş süreçleri ve sunduğumuz hizmetlerin sürekli bir şekilde geliştirilmesi ve yenilenmesiyle de Borusan Limanı rakiplerinden farklılaşıyor.

“Biz Kafayı Yeşile Fena Taktık!” sloganıyla ÇEKÜL ile bir protokol imzaladınız. Bu işbirliğinden söz eder misiniz? ÇEKÜL Vakfı’nın 1991 yılından bu yana sürdürdüğü, ‘7 Ağaç Ormanları’ isimli bir programı bulunuyor. Biz de Borusan Lojistik olarak bu programa katıldık. Geçtiğimiz yıl Eylül ayında başlattığımız çalışma kapsamında İzmir Ödemiş ve Mardin Kızıltepe’de, ÇEKÜL’ün belirlediği iki farklı alanı ağaçlandıracağız. Yani, 1.000.000 ağaçlık bir ormanın oluşumuna, diğer bir deyişle 1.000 futbol sahası büyüklüğünde bir alanın ağaçlandırılmasına önayak oluyoruz. 5 yıl boyunca ağaçların bakımını da üstlendiğimiz proje 2015 yılında tamamlanacak.

Buna ek olarak Borusan Limanı’nın Türkiye’deki ilk yeşil liman olmasını hedefliyoruz. Her alanda olduğu gibi Borusan Limanı’nda da buna yönelik çeşitli çalışmalar yapıyoruz. Bu kapsamda ISO 50001 Enerji Yönetim Sistemi belgesini almak için çalışmalara başladığımız limanımızda enerji tüketimini azaltmak için eski teknoloji ve makineler yerine daha az enerji tüketen çevreci makineler operasyona dâhil edilmeye başlandı. Aynı zamanda mobil vinçler ve RTG’lerimiz için de elektrik dönüşüm projeleri, saha ve depolarımızda LED aydınlatmaya geçiş projeleri devreye aldık. Böylece % 80 enerji tasarrufu sağlayarak karbon salınımının azaltılmasını destekledik.

Bu proje kapsamında öncelikle her yıl her çalışanımız için 7 ağaç dikeceğiz. Ayrıca, çalışanlarımızın her birinin doğum günü, yeni doğan bebekleri ve evlilik törenlerini de birer ağaçla kutlayacağız. Gerçekleştirdiğimiz her 10 taşıma ve 10 konteyner elleçlemesi için birer ağaç dikerek de müşterilerimizin kampanyaya dolaylı yoldan katılmalarını sağladık. Sürdürülebilirlik stratejimizin bir parçası olarak başlattığımız bu proje ile Türkiye’ye sürdürülebilir ormanlar kazandırılmasına destek olmayı hedefliyoruz.

Borusan Lojistik olarak ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi Belgesi’ne sahibiz. Bu kapsamda limanımızda gerçekleştirdiğimiz faaliyetlerin olumsuz çevresel etkilerini kontrol altında tutabiliyoruz. Limanımızda gerçekleşebilecek ve çevreye negatif etkileri olabilecek olaylara

Eğitime yönelik olarak yaptığınız sosyal sorumluluk çalışmalarında da dikkat çeken projelere imza atıyorsunuz. Son dönemde yaptığınız çalışmalardan biri Mardin Atmaca Köyü İlköğretim Okulu’nun baştan aşa-

64

yönelik tatbikatlar gerçekleştirerek personelimizin eğitimli ve hazırlıklı olmasını sağlıyoruz.

henüz okul sıralarındayken stajlarına önem vermelerini, araştırmacı olmalarını, sektörde yer alan şirketlerle işbirliği içinde yenilikçi projeler geliştirmelerini öneriyoruz. Bu, sektöre yönelik pratik bilgileri edinmeleri için iyi bir yoldur.

Borusan Limanı’nda 2006 yılından bu yana “Gemilerden Atık Alınması ve Atıkların Kontrolü Yönetmeliği”ne uygun olarak faaliyete sokulan Atık Kabul Tesisi ile limana yanaşan gemilerin katı, sıvı ve tehlikeli atıkları kontrol ediliyor ve gerektiğinde etkisiz hale getiriliyor. Borusan Limanı Türkiye’de atık alım tesisi kurarak lisans alan ve hizmet vermeye başlayan ilk limanlardan biridir. Yaptığımız çalışmalarla atıklardan geri kazanım sağlayarak deniz kirliliğini önlemek adına üzerimize düşen sorumluluğu yerine getiriyoruz.

Bunun yanı sıra sürekli araştırma sektörümüzde çok önemli bir konudur. Adaylar- ‘bu işi daha verimli nasıl yapabiliriz?’ ‘nasıl fark yaratabiliriz?’ gibi soruları kariyerleri boyunca kendilerine sormalıdır. Okulda öğrendikleri bilgilere sektörün deneyimli kişilerinden, alaylı çalışanlarından öğrendiklerini entegre edebilmeleri de önemlidir. Bu işin sahada öğrenileceğini özellikle vurgulamak istiyorum.

Limanımızda atıkların geri kazanımıyla yılda 10.000’den fazla ağacı kesilmekten kurtarıyor, doğaya kazandırıyoruz. Limanda denizde meydana gelebilecek bir çevre kazasına karşı deniz kirliliği acil müdahale ekibimiz, absorban ve emici malzemelerle deniz bariyeri bulunuyor. Bu sayede bir kaza durumunda kimyasal döküntünün etrafını deniz bariyeriyle çevirerek kirliliği kontrol altına alabiliyoruz. Lojistik sektörü, Uygun Eğitimleri Almış İnsan Kaynağına İhtiyaç Duyuyor Lojistik sektörünün insan kaynağı ihtiyacını nasıl değerlendiriyorsunuz? Lojistik sektörü, uygun eğitimleri almış insan kaynağına ihtiyacı olan bir sektördür. Bunun yanı sıra sektör sürekli değiştiği ve geliştiği için lojistik sektöründe çalışmak isteyen kişilerin eğitimlerini ve deneyimlerini bir arada kullanabilmeleri oldukça önemlidir. Şu an mevcut insan kaynağının lojistik sektörü için yeterli olmadığı görüşündeyim. Bu kapsamda da lojistik firmalarına önemli bir görev düşüyor. Borusan Lojistik olarak çeşitli eğitim programlarını destekliyor, lojistik üzerine eğitim veren kuruluşlarla yakın olmaya çalışıyoruz. Sektördeki diğer şirketlerin de bu tür desteklerle nitelikli eleman yetiştirilmesini desteklemeleri gerektiğine inanıyoruz. Geleceğin sektörü olarak tanımlanan lojistik sektöründe çalışmak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Gençler kendilerini hangi alanlarda yetiştirmeliler? Lojistik sektöründe kariyer yapmak isteyen gençlere

65


Digiturk İle “Hayallerine Dokun!”

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral

Digiturk bünyesinde yer verdiğiniz televizyon kanallarını hangi faktörlere göre seçiyorsunuz?

ve LigTV gibi. Bu kanallardaki programlar, içerik sahibi stüdyolardan hazır programlar arasından seçilerek alınır veya yapımcı firmalar tarafından Digiturk’e özel olarak üretilir. Bazı kanallar ise sadece taşınır. Örneğin TRT1, ShowTV.

Fotoğraf: Digiturk Arşivi

İkincisi pazarlama-satış. Digiturk, oluşturduğu 200’e yakın kanaldan farklı üyelik paketleri oluşturur ve satar. Digiturk’e üye olunduğunda en az Giriş Paketi almak gerekir. Üzerine belgesel, çocuk gibi keyif paketleri ile film, dizi, spor platin paketleri eklenerek üyenin beklentilerine uygun çeşitlilik oluşturulabilir. Digiturk’ün amacı üyelerimizin kendi seyir zevklerine göre, izleyecekleri içerikleri seçebilmeleri ve buna göre ücret ödemeleridir. Üçüncü ve son olarak da teknoloji. Digiturk onlarca kanala ulaşabileceğiniz bir platform değildir sadece. Aynı zamanda farklı bir televizyon izleme deneyimi vadediyor. Bu noktada fark, yenilikçi teknoloji kullanımı ile sağlanıyor. Örneğin, HD yayın, 3D yayın, Digiturk Plus ve Digiturk IQ servisleri. Digiturk Plus ile Digiturk üyeleri yayınlarını durudur-ileri-geri al yaparak seyredebiliyor. Kaydedip sonra seyredebiliyor. DigiturkPlus’ına otomatik olarak kaydedilmiş programlar arasından seçerek seyredebiliyor. Digiturk IQ ile internete bağlanarak binlerce program arasından seçip izleyebiliyor. 3D ile maçları salonlarında oynanıyormuş gerçekliğinde seyredebiliyor.

Digitürk Yeni İş Geliştirme Müdürü Erkan Kara

Türkiye’yi dijital platform işletmeciliği ile tanıştıran Digiturk kuruluşundan bu yana izleyicilerine farklı bir televizyon izleme deneyimi sunuyor. Yalnızca yüzlerce kanala ulaşabileceğiniz bir platform olmayan ve diğer dijital platformlardan farkını yenilikçi teknoloji kullanımı ile sağlayan Digiturk hakkında Digitürk Yeni İş Geliştirme Müdürü Erkan Kara ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Digiturk, dijital platform işletmeciliğinde Türkiye’nin ilk kuruluşu. Türkiye’nin en önemli teknolojik yatırımlarından biri olan Digiturk’ün dünden bugüne kuruluş öyküsünü anlatır mısınız?

“Digiturk’te Her Damak Tadına Uygun Lezzet Mevcut” Dijital platform üyesi olmak bir televizyon izleyicisine ne kazandırır? Uydudan ya da kablo üzerinden televizyon izlemek ile dijital platform üyesi olmak arasında ne gibi bir fark vardır?

Digiturk 2000 Mart ayında yayına başladı. 2001 Şubat’ında Türkiye Futbol Federasyonu Süper Lig Naklen Yayın haklarını alarak ismini geniş kitlelere duyurdu. Kuruluşundan bugüne de istikrarlı şekilde büyümesini sürdürüyor.

Birçok farkı vardır. Öncelikle program çeşitliliği ve kalitesi. Digiturk’te her damak tadına uygun lezzet mevcuttur. Film, dizi, belgesel, çocuk, spor ve bunların daha alt kırılımları.... Kanallar, programlar Digiturk tarafından özel olarak seçilir ve denetlenir. Bunu söylediğimizde, bazı kişiler ‘bende de ücretsiz uyduda 1000 tane kanal var’ diyor. Burada tek başına sayı önemli değil, kalite ile birlikte düşünmek gerekiyor. Dilini anlamadığın 500 kanalı saymanın doğru olmadığını düşünüyoruz.

Digiturk ile birlikte hayatımıza dijital platform kavramı girdi. Bu kavram nihai kullanıcılar tarafından daha çok “pay tv” sistemi gibi algılanıyor. Dijital platform ve dijital platform işletmeciliği kavramın tam olarak ne ifade etmektedir? Dijital platform işletmeciliğini 3 başlıkta değerlendirebiliriz. Birincisi içerik. Digiturk, bazı kanallarını kendisi oluşturur. Örneğin Turkmax, MovieMax kanalları

Araştırma grubumuz, düzenli olarak yaptıkları araştırmalar ile içerideki üyelerimizin ve dışarıdaki potansiyel alıcılarımızın beklentilerini anlamaya çalışıyorlar. Öncelikle platformumuzdaki kanal çeşitliliğine yön veren temel bu oluyor. Diğer yandan izlenme rakamlarına bakıyoruz. Önemli diğer parametre ise o kanalı bulundurmanın maliyeti. Kanunlar ve yönetmeliklere uygun olması da bizim için çok önemli. TV kanalları topluluğu sunmaz, farklı bir TV izleme deneyimi de sunar. HD filmler ile en küçük detayı görebilirsiniz, 3D maç keyfi ile stadyumdaki havayı en yakından yaşarsınız, Digiturk Plus ile akşam diziyi kaçırdım derdi olmaz, Digiturk IQ ile binlerce seçeneği olur, DigiturkPlay ile evde olmadığı zaman cep telefonundan da maç seyredebilir...

Yazılım Sektöründe Henüz Kat Edilmesi Gereken Büyük Bir Mesafe Var Dijital platformun temelini yazılım oluşturuyor. Türkiye’deki yazılım sektörünün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de bilişim sektörü ekonomik büyüklüğü olarak baktığınızda %70’i donanım, %30’u ise yazılımdan oluşuyor. Aslında bu durumun tam tersi oranlarda olması gerekiyor. Buradan hareketle önümüzde kat edilmesi gereken büyük bir mesafe var. En basit ifadeyle, yazılım, soyut, elle tutulan-gözle görülen bir şey olmadığından değeri de anlaşılamıyor, küçümseniyor. İyi yazılım üretebilmek çok zor bir iş. Müşterinin beklentilerini doğru şekilde anlayabilmek, doğru analizleri yaparak mühendislik olarak doğru sistem tasarımlarını oluşturabilmek, verimli ve performanslı çalışan hata içermeyen kodlar yazmak, bunların testlerini kapsamlı şekilde gerçekleştirebilmek. Çok emek yoğun, akıl teri, alın teri gerektiren işler. Bacasız sanayi. En büyük sermayesi insan. Bu çerçevede, Türkiye yazılım sektörünün çok önemli fırsatlar içerdiğini düşünüyorum. Bilişim sektörü yatırım maliyeti en düşük, katma değeri en yüksek sektör. Bugün dünyanın en değerli firmaları olan Apple, Google, Microsoft gibi şirketlere baktığımızda bir fikirle, bir garajda ortaya çıktıklarını görüyoruz. Türkiye’nin ekonomik büyümesi için Bilişim sektörü büyük bir fırsat yaratmaktadır.

Digiturk üyelerini dinler, talepleri inceler, kendisini bu talepler doğrultusunda geliştirir. Bunu da önemli bir fark olarak vurgulamakta fayda var. Digiturk’un dijital yayıncılık alanına getirdiği yenilikler nelerdir? Aslında bu soruya daha önce kısmen cevap vermiştim. Türkiye’de ilk HD canlı maç yayını Digiturk tarafından yapılmıştır. İlk PVR (Personal Video Recorder) – Digiturk Plus Digiturk tarafından kullanılmıştır. İnteraktif kanal üzerinden ilk bankacılık işlemi, cep telefonu kontur yükleme, interaktif oyunlar vb onlarca servis Digiturk tarafından geliştirilmiştir. Bu liste uzar gider... Bilişim alanında Nilaccra ile çözüm ortağısınız. Bu işbirliğinin çalışmaları ve yapılan uygulamalar hakkında bilgi verir misiniz? Ürün geliştirme teknik süreçlerimizde yoğun olarak dış kaynak kullanıyoruz, birçok firma ile çalışıyoruz. Nilaccra internet servisleri geliştirmede yoğun çalıştığımız çözüm ortağımızdır. DigiturkPlay.com.tr ve Digiturkwebtv. com web sitelerimizin kullanıcı yönetim sistemi, içerik yönetim sistemi ve web sitesi önyüz tarafında geliştirmeleri bizim için yapıyorlar. Biz bu servislerden isterlerimizi veriyoruz onlar anahtar teslim mantığında yazılımları geliştiriyorlar.

Türkiye’de ve dünyada yazılım alanında ne gibi yeni ürünler çıkıyor? Son yıllarda, yazılım alanında en büyük yeniliklerin mobil cihazlar da yaşandığını söyleyebiliriz. Akıllı telefonların ve tablet bilgisayarların yayılmasıyla birlikte tam bir patlama yaşandı. Apple iOS, Android gibi mobil işletim sistemleri üzerinde çalışan yepyeni uygulamalar gelişti-

Diğer önemli fark teknoloji kullanımıdır. Digiturk sadece

66

67


servislerimizi çeşitlendiriyoruz. Yeni nesil uydu alıcılarımızın hepsi internete bağlanabilir olarak tasarlanıyor. Bu kutularımızdan, normal TV yayınlarını alışageldik şekilde uydu üzerinden seyrederken, ‘isteğe bağlı’ servisler ise internet bağlantısı üzerinden veriliyor. İsteğe bağlı servisler kapsamında çok büyük bir program kütüphanesi, youtube vb popüler video servisleri, ligtv. com.tr videolarını örnek verebilirim. Uydu ve internetin bu şekilde aynı kutu üzerinde birlikte kullanıldığı modele Hybrid model deniyor.

rildi. Eğlence, üretkenlik, iletişim vb onlarca kategoride onlarca uygulama. Bu yeni ürünler bireylerin hayatlarını nasıl etkileyecek? Öncelikle, bilgiye her an ulaşmak mümkün artık. Google cebinizde. Trafik durumu cebinizde. Gerçek zamanlı borsa bilgileri cebinizde. Bankanız cebinizde. Facebook ile arkadaşlarınız cebinizde. Muazzam bir bilgi akışı, işlem kabiliyeti. İş yapış şekillerimiz değişiyor. Arkadaşlıklarımız değişiyor. Artık akşam gezmeleri bitiyor. Sosyal medya da hep birlikteyiz arkadaşlarımız ile. Verimlilik ön planda oluyor, kimsenin gereksiz zaman kaybına tahammülü yok. Mutlaka trafik durumuna bakıyoruz cebimizden yola çıkmadan önce.

Diğer yandan, web’den ve mobil cihazlardan Digiturk servislerine ulaşmak mümkündür. Burada 2 markamız var. Digiturkplay.com.tr ve digiturkwebtv.com. Digiturkplay. com.tr, 30 kadar canlı TV kanalına, binlerce içerikten oluşan program kütüphanesine ve canlı maç yayınlarına bilgisayarınızdan ve iPhone, iPad’inizden ulaşabildiğiniz servisimizdir. Bu servisin çok benzeri, yurt dışında yaşayan Türkler için geliştirilmiş olup digiturkwebtv.com adıyla hizmet vermektedir ve başta kuzey amerika ve avrupa ülkeleri olmak üzere onlarca ülkeden kullanıcısı bulunmaktadır.

Yazılım sektörünün geleceği konusundaki görüşleriniz nelerdir? Kesinlikle çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Öncelikle ihtiyaç katlanarak artacak. Bugün mobil cihazlardan bahsediyoruz. Sırada makine-makine iletişimi var. Yakın gelecekte bütün cihazlar iletişim şebekeleri üzerinden birbirleriyle konuşacaklar. Burada çok fazla yazılım ihtiyacı olacak. Bu noktada doğru politikalar ile sektörün güçlendirilmesi gerekiyor. Hükümetin bu noktada son yıllarda çok olumlu uygulamaları var. ARGE merkezleri, Teknoloji Geliştirme Bölgeleri, TUBİTAK ve KOSGEB tarafından sağlanan desteklerin çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yapılanların ticarileştirilmesi noktasında eksikler var bu eksiklerin de hızla giderileceğini umut ediyorum. Biz ülke olarak pazarlama bilmiyoruz. Yaptıklarımızı da doğru şekilde pazarlar isek çok başarılı olabiliriz.

Biraz önce tanımladığımız çerçevede IPTV’nin geleceğinin parlak olduğunu düşünüyoruz. Önümüzdeki 5 yılda video izleme alışkanlığımız önemli derecede değişecek. Daha az alışılagelen linear TV yayını seyredeceğiz, daha fazla Digiturk Plus’a kaydedilmiş veya kütüphaneden seçerek isteğe bağlı programlar izleyeceğiz. Bilgisayardan, tabletlerden, akıllı telefonlardan, akıllı televizyonlardan seçerek daha fazla program seyredeceğiz. Sosyal TV olarak nitelendirilen yeni bir konu var. Programı seyrederken paylaşacağız, sosyalleşeceğiz...

ğin, canlı ligtv maçlarınızı akıllı telefonlarınızdan seyredebiliyorsunuz. Yine ligtv.com.tr haber, gol görüntüleri vb videolara ulaşılabiliyor. İkinci olarak, mobil cihazları Digiturk ile ilgili işlemler yapabileceğiniz noktalar olarak ta kullanıyoruz. Örneğin SMS atarak Salon kanallarından film satın alabilir, faturanızı öğrenebilir veya DigiturkPlus’ınıza akşam başlayacak diziyi kaydetmesi için komut gönderebilirsiniz. iPhone, iPad uygulamalarımız ile bütün Digiturk’teki kanalların yayın akışlarını görebilir, filmlerin fragmanlarını izleyebilirsiniz. Son olarak insan kaynakları konusundan söz etmek istiyorum. Digiturk bünyesinde çalışan personelin değerlendirilmesi ve projelerin yönetilmesi konusundaki uygulamalarınız nelerdir? İnsan Kaynakları bölümümüz tarafından yürütülen programlar bulunmakta. Çalışan yetkinliklerinin arttırılmasına yönelik değerlendirme ve eğitim programları yürütülüyor. Performans değerlendirme sistemi uygulanıyor. Bir yazılımcı farklı sektörlere farklı ürünler üretebilir. Digiturk bünyesinde farklı uzman yazılımcıları barındıran bir kurum. Digiturk’te kariyer yapmak isteyen gençlere neler önerirsiniz? Digiturk, çok dinamik bir firma. Sürekli değişiyor, gelişiyor. Öncelikle Digiturk’te kariyer yapmak isteyen gençlerin bunu bilmesi gerekir. Gençler kariyer basamaklarında ilerlemek konusunda biraz sabırsız olabiliyorlar. Yazılım işinde uzmanlık önemli. Uzman, yaptığı işe bü-

tün detaylarıyla vakıf kişiler işlerinde büyük farklar yaratabiliyorlar. Bu bağlamda gençlere sabırlı olmalarını ve alanlarında derinlemesine bilgi sahibi olacak şekilde kendilerini yetiştirmelerini tavsiye ederim. Sonuçta herkesin müdür, direktör olması gerekmiyor. Böyle bir şey teorik olarak mümkün de değil. Çok iyi, usta yazılım mühendislerine ihtiyacımız var.

İnternet üzerinden yayıncılık yapmanın en zor konularından biri telif hakları. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

‘Dilediğin Zaman, Dilediğin Yerde’ Günümüzde İnternet üzerinden kesintisiz televizyon izlemek mümkün. Digiturk’ün IPTv uygulamaları nelerdir? IP TV’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bizim açımızdan bu konu net. İnternet’ten sunduğumuz bütün içeriklerin telif haklarını ödüyoruz. Aynı tutumu ligtv gibi telif hakkı bizde olan içerikler için bizde bekliyoruz. Bu konuyu çok sıkı takip ediyoruz. İnternet üzerinden yapılan yasadışı yayınları takip eden bir ekibimiz var. Korsana karşı yasal mücadelemiz sürüyor.

Öncelikle IPTV’den ne anladığımızı netleştirelim. Çünkü zaman içerisinde sektörde IPTV’nin anlamı değişti. IPTV’den bizim anladığımız açık internet şebekesi üzerinde verilen video hizmetleridir. 2 konuyu vurgulamak gerekiyor. İlki, şebeke açıktır, ortaktır. Kullanıcılar internete erişmek için almaktadır. Hızlar yükseldiği için video servisleri sunmak da yapılabilir olmuştur. İkincisi, verilen servis video servisidir. Alışılagelmiş anlamda TV kanalı vermek değildir. Daha büyük, daha kapsamlı bir servisdir. Bu çerçevede, Digiturk IPTV’ye yatırım yapmaktadır. ‘Dilediğin zaman, Dilediğin yerde’ sloganı ile

Mobil iletişim teknolojileri alanında da bir takım uygulamalarınız var. Bu uygulamalardan söz eder misiniz? Bu alandaki uygulamalarımızı 2 başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, ‘Digiturk dilediğin yerde’ planımızın çok önemli bir parçası da mobil servisler. Programlarımıza, kanallarımıza mobil cihazlar üzerinden de ulaşılabiliyor. Örne-

68

69


TTNET Mobil Uygulamalarda Fark Yaratıyor

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral

ve kullanıcılarına sunduğu yerli ve yabancı şarkılarla müzik ziyafeti yaşatan TTNET Müzik, sanatçıların en yeni albümleriyle de müzikseverlere hizmet sunuyor. 3 milyondan fazla şarkıyı ücretsiz olarak dinleme imkanı sunan TTNET Müzik, App Store’un iPhone ve iPad uygulamaları ile birlikte Android tabanlı cihazlar için geliştirilen TTNET Müzik Android uygulaması üzerinden de kullanıcılarına ulaşıyor. TTNET Müzik, App Store’da ücretsiz müzik uygulamaları arasında mart ayında birinci oldu.

Fotoğraf: TTNET Arşivi

ne ya da iPad’i olan Tivibu Ev kullanıcıları, telefon ya da tabletlerini artık kumanda olarak da kullanabiliyorlar. Tivibu Ev’in iPhone uygulaması, telefonunuz üzerinden Tivibu alıcınızın sesini artırıp azaltmanızı, kanallar arasında gezinmenizi, Seç İzle servisi ile istediğiniz içerikleri izlemenizi, yayını istediğiniz zaman durdurmanızı ve geri almanızı sağlıyor. Tivibu Ev’in iPad uygulaması ile de tüm uygulamaları ister ekrandaki tuşlardan, isterseniz de “Swipe” modu ile telefonunuza bakmadan yapmanız mümkün oluyor. Evde kumanda arama derdine son veren uygulama, aynı zamanda Tivibu Ev’in servis ve içeriklerini kullanmak konusunda büyük teknolojik rahatlıklar sunuyor. Tivibu’nun hayatı kolaylaştıran teknolojik özelliklerinden biri olan bu uygulama, iPhone ve iPad’in Apple Store bölümünden ücretsiz olarak indiriliyor.

TTNET, Türkiye’yi 2010 yılından itibaren yeni bir eğlence platformu ile tanıştırdı. Genişbant üzerinden yayınlanan Tivibu platformundan söz eder misiniz? Tivibu ne gibi yenilikler ve farklılıklar getirmektedir? TV izleme deneyimine seçim, kontrol ve özgürlük getiren Tivibu, TTNET’in sunduğu yeni dönem TV platformudur. Dünya standartlarında TV izleme deneyimi yaşatan Tivibu ile Türkiye’de televizyon yayıncılığına birçok yenilik getiren TTNET; “TTNET’le Her Şey Mümkün” diyerek, iletişimin üç temel bileşeni olan internet, televizyon ve telefonu birlikte sahiplendi. Böylece Tivibu 4 ekrandan yani; televizyon, bilgisayar, cep telefonu ve ek olarak tabletlerden yayın yapan bir platform oldu. Tivibu; “Seç İzle”, “Tekrar İzle”, “Durdur İzle”, “Geri Al İzle” gibi gelişmiş özelliklere sahip. Ayrıca IPTV teknolojisi sayesinde mevcut televizyon platformlarından çok daha zengin, yüksek çözünürlüklü görüntü ve interaktif servisler sunuyor. Tivibu ile “Ev”, “Web”, “Cep” ve “Tablet” olmak üzere 4 ekrandan yayın yapıyoruz. Dolayısıyla üyelerimiz istedikleri yerde ve istedikleri zaman Tivibu’nun zengin içeriğini izleyebiliyorlar. Tivibu uygulamalarıyla da fark yaratıyor. Tivibu Ev kullanıcılarımız için sunduğumuz Sosyal Tivi uygulamasıyla Türkiye’de bir ilki gerçekleştiriyoruz. Sosyal Tivi uygulaması sayesinde, artık televizyonlar interaktif iletişim araçlarına dönüşüyor. Sosyal Tivi, televizyon üzerinden sosyal medya dünyasına giriş yapmanızı sağlıyor. Sosyal Tivi uygulaması sayesinde; TV üzerinden arkadaş listesi oluşturabiliyor, arkadaşlarınıza TV üzerinden mesaj atabiliyorsunuz. Ayrıca herhangi bir filmi, diziyi televizyon üzerinden beğenebiliyor ve Sosyal Tivi’de yer alan arkadaşlarınıza önerebiliyorsunuz. Uygulama üzerinden Twitter’a bağlanmak da mümkün.

TTNET Dijital Medya Pazarlama Direktörü Yaman Alpata

2006 yılında Türkiye’yi internete bağlamak ve dünyayla tanıştırmak amacıyla kurulan TTNET, günümüzde sunduğu hizmetlerle sektörde öncü rol oynayan, müşterilerine geleceğin iletişim teknolojilerini sunan bir iletişim ve eğlence şirketi. Türkiye’de “dörtlü servis” dönemini başlatan ilk iletişim ve eğlence şirketi olma kimliği kazanan, mobil iletişim alanında geliştirdiği uygulamalarla sektöre öncülük eden TTNET’in mobil iletişim uygulamaları ve başarıları hakkında TTNET Dijital Medya Pazarlama Direktörü Yaman Alpata ile bir röportaj gerçekleştirdik. TTNET internet erişim hizmetlerinin yanı sıra birçok farklı servisi de sunuyor. Bu hizmetlerden özellikle gençlerin en fazla ilgisini çeken TTNET Müzik. TTNET Müzik’te sunduğunuz hizmetten bahseder misiniz?

Tivibu olarak önümüzdeki dönemlerde de televizyon izleme alışkanlıklarını değiştirecek yenilikler sunmaya devam edeceğiz.

TTNET Müzik, TTNET’in dijital müzik platformudur. App Store’da ücretsiz müzik uygulamaları arasında yer alan

70

Tivibu ile uluslararası ödüller de aldınız. Bu ödüllerden söz eder misiniz? Tivibu çok yenilikçi bir platform olduğu için yurtiçinden ve yurtdışından ödüller kazandı. Tivibu Web, Londra’da düzenlenen IP&TV World Forum 2011’de, ilk üçe kaldığı Amerika’dan AT&t U-Verse ve Singapur’dan Singtel’i geride bırakarak “En iyi IPTV, Hibrit veya Bağlantılı TV Servisi Büyüme Başarı Ödülü”nü aldı. Tivibu, IP&TV World Forum 2012’de de bir ödül aldı. Tivibu, 4 ekran özelliği sayesinde “Best Multiscreen TV Service” kategorisinde ödül almaya hak kazandı.

Tivibu Ev Yenilikler Sunuyor Tivibu hizmetinin mobil ortamdaki kullanımı nasıl gerçekleşiyor? Tivibu Cep ile uyumlu mobil cihazınız ile (3G, 2.5G, WiFi) internet bağlantısı olan tüm yurtiçi lokasyonlardan Tivibu Cep Paketi içinde yer alan TV kanallarını canlı olarak takip edebilir, Tivibu Cep’in video arşivinden dilediğiniz içeriği dilediğiniz zaman internet bağlantısı olan her yerden özgürce izleyebilirsiniz. Tivibu Cep paketinde yer alan TV kanallarında yayınlanan seçme programları Tivibu Cep ile yayınlanma tarihlerinden itibaren 1 hafta boyunca dilediğiniz zaman dilediğiniz kadar izleyebilirsiniz. Tivibu Cep uygulaması Android Market ve App Store’dan indirilebilir.

Los Angeles’ta Shorts International tarafından düzenlenen Shorts Awards gecesinde, Türkiye kısa filmlere vermiş olduğu destek sebebiyle “International Award” (Uluslararası Ödül) ödülüne layık görüldü. Törende, Türkiye’nin ödüle layık görülmesinde Tivibu’nun bünyesinde yer alan kısa film kanalı Shorts TV’nin önemli rol oynadığı vurgulandı. Tivibu Cep, Türkiye Bilişim Derneği (TBD) tarafından bu yıl 28’incisi düzenlenen Ulusal Bilişim Kurultayı çerçevesinde verilen TBD Bilişim 2011 Hizmet Ödülleri’nde, Yenilikçi Uygulama kategorisinde büyük ödüle layık görüldü.

Tivibu yeni nesil akıllı cep telefonları için de bazı uygulamalar oluşturdu. Örneğin İphone uygulaması ile telefon uzaktan kumanda olarak da kullanılabiliyor ve bu hizmet İPad üzerinden de alınabiliyor. Tivibu android işletim sistemine ve Apple uygulamaları sahip cihazlarda ne gibi yenilikler sunuyor?

Dünyanın en saygın iş ödüllerinden biri kabul edilen International Business Awards’da TTNET’e verilen 6 ödülün 2’si Tivibu platformu için verildi. Tivibu, İletişim Kampanyası ve Pazarlama Kampanyası kategorilerinde 2 onur ödülü birden aldı.

Tivibu Ev, kullanıcılarına her geçen gün yeni bir yenilik sunmaya devam ediyor. Tivibu Ev’in iPhone uygulaması ile artık evde kumanda arama derdi sona eriyor. iPho-

Dijital oyun konusundaki yatırımlarınıza da devam edi-

71


Enerji Sektörünün İlk Sivil Toplum Örgütü: TABGİS

T Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral

yorsunuz. Bu kapsamda TTNET Playstore’u açtınız. TTNET Playstore’un gelecek hedefleri ve pazar beklentileri hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

miştir. Garaj işletmelerinin iş kolumuzdan çıkarılmasıyla da “Türkiye Akaryakıt Bayileri Petrol ve Gaz Şirketleri İşveren Sendikası” adıyla halen faaliyetine devam etmektedir. TABGİS; kendi iş kolunda faaliyet gösteren işverenlerin, çalışma ilişkilerinde, mevzuat çerçevesinde, sosyal ve ekonomik hak ve menfaatlerin korunması, geliştirilmesi, karşılıklı yardımlaşmanın sağlanması, iş kolunda kurulmuş ve kurulacak olan sanayinin verimli ve uyumlu bir şekilde çalışmasını temin etmek amacıyla kurulmuştur.

Fotoğraf: Tabgis Arşivi

Dijital oyun platformumuz Playstore kapsamında oyunseverlere; ulaşılabilirlik, uygun ödeme koşulları ve güvenli alışveriş olanağı sunuyoruz. Playstore’da öncelik verdiğimiz en önemli hizmetler arasında; ürün gamının artırılması, kullanıcılar için yaygın ve kolay ulaşılabilir olmak yer alıyor. Kataloğumuzda 1000’e yakın farklı oyun yer alıyor. 9,90’dan başlayan fiyatlarla en popüler oyunlar Playstore’da yer alıyor. Ayrıca sadece PC kullanıcıları için değil, Mac kullanıcıları için de oyunlar bulunuyor.

TABGİS’in Türk akaryakıt enerjisi sektörüne katkıları ve başarıları nelerdir?

Playstore bu yıl Max Payne 3, Street Fighter X Tekken, Shogun 2 Total War - Fall of the Samurai gibi oyun dünyasına damgasını vuran büyük oyunları oyunseverlerle buluşturacak. Eylül 2012’de başlayacak yeni sezonda da bu oyunları yenileri takip edecek. Assassin’s Creed ve Call of Duty gibi büyük markaların yeni oyunları da yeni sezonda dünya ile aynı anda Playstore’da yerini alacak. Playstore olarak 2012’yi iyi geçireceğimizi düşünüyoruz. Bunun dışında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Playstore olarak Türkiye’de oyun sektörünü geliştirmek için yola çıktık. Bu kapsamda SOBEE Studios ile işbirliği de yapıyoruz. Türkiye’de geliştirilen yeni oyunların yayınlanması, oyun sektörünün büyütülmesi ve genç yeteneklerin bu iş alanında değerlendirilmesi, oyunların Türkiye’nin her noktasında daha kolaylıkla ulaşılabilir olması amacını taşıyoruz.

TABGİS, kendi iş kolumuzda kurulmuş ilk sivil toplum örgütüdür. Bundan dolayı cemiyet dönemini de dahil edecek olursak ülke tarihimizin son 58 yılında petrol sektörüne önemli katkıları olmuştur. Öncelikle Türkiye’de petrol politikasının oluşturulmasına öncülük etmiştir. Sektörümüzün en önemli yapıtaşı olan istasyonların ve bayilik müessesesinin bugünkü oluşumuna yıllardır sürdürdüğü araştırma ve geliştirme faaliyetleriyle yön vermiştir. Türkiye petrol piyasasının mevzuatının oluşturulmasında çok yoğun çalışmaları ve katkıları olmuştur. Türkiye’de bayiler tarafından kurulmuş ilk ve tek dağıtım şirketi olan TABAŞ (Türkiye Akaryakıt Bayileri Anonim Şirketi) TABGİS tarafından kurulmuştur. Sendika olarak halen çok yoğun bir mesaiyle ve tecrübenin verdiği önemli kazanımlarımızla hem ülkemizin hem de sektörümüzün menfaatlerine hizmet edecek çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

TABGİS’in Genel Sekreteri Tuluğ İlem Yeşilbağ

Türkiye enerji sektörünün ilk sivil toplum örgütü olan TABGİS, kurulduğu günden bu yana petrol sektörüne önemli katkılar gerçekleştirdi. Türkiye’de petrol politikasının oluşturulmasına öncülük eden, sürdürdüğü araştırma ve geliştirme faaliyetleriyle yön veren, Türkiye petrol piyasasının mevzuatının oluşturulmasında çok yoğun çalışmaları ve katkıları olan TABGİS’in Genel Sekreteri Tuluğ İlem Yeşilbağ ile TABGİS ve sektöre katkıları üzerine görüştük.

Sosyal Medyada Ses Getiren Uygulamalar TTNET’in sosyal medyada başarılı uygulamaları var. Bu uygulamalardan söz eder misiniz? Aralık 2009’dan beri sosyal medyayı kurumsal olarak kullanıyoruz. Kendi bünyemizde sosyal medya aktivitelerini yöneten bir de departmanımız var. Çeşitli uygulamalarımız arasından Mart 2011’de ünlü şarkıcı Bedük için gerçekleştirdiğimiz kampanyayı örnek verebiliriz. TTNET Müzik olarak, Bedük’ün albümünü herkesten önce dinlemek isteyenlerin, TTNET Müzik’in Facebook sayfasını “beğen”meleri yeterli oluyordu. Sayfayı “beğen”en her 100 kişi, albümün ilk şarkısı olan “Full Animasyon” şarkısının bir saniyesinin daha dinlenebilmesine fırsat veriyordu. Bedük için hazırladığımız kampanyanın süresini 4-5 gün olarak belirledik. Ancak 24 saatten kısa bir sürede kampanyamız viral olarak yayıldı ve albümün ilk şarkısı olan ‘Full Animasyon’ 1 milyon 250 bin kişi tarafından dinlendi.

Türk akaryakıt ve gaz sektörünün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünyadaki yerimiz nedir? Akaryakıt ve LPG istasyonlarının hem teknik donanımları hem de verilen hizmetin boyutu ve kalitesi dünya ölçeğine göre çok ileri düzeyde bizim ülkemizde. Gerek Avrupa Birliği ülkelerinde gerekse Amerika’da 7/24 çalışan istasyon sayısı yok denecek kadar az iken bizim ülkemizde istasyonlar non-stop hizmet veriyorlar. Bu dışarıdan bakıldığında çok kolay görünebilir ya da verilen mesainin zorluğu fark edilmeyebilir. Ama gerçekten istasyonlarda çok kaliteli ve emniyet süreçlerine hakim bir hizmet tablosu var. Sektör temsilcileri olarak bu bakımdan lider olmaktan çok gurur duyuyoruz.

Tuluğ Hanım, TABGİS Türkiye’deki en eski sendikalardan biri. Öncelikli olarak bize Tabgis’in kuruluş hikayesinden söz eder misiniz? TABGİS, 1954 yılında İstanbul Akaryakıt Bayileri Cemiyeti adıyla kurulmuştur. 1961 Anayasası sonrasında Türkiye’de sendikal hareketin sosyal hayatın önemli bir parçası haline gelmesi cemiyetimizi de etkilemiş ve 1963 yılında Sendikalar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Türkiye Akaryakıt Acente ve Bayileriyle Garaj İşletenler Sendikası adını alarak faaliyetine devam et-

72

Sadece verdiğimiz hizmetle değil, çok ciddi bir istihdam

73


da sağlıyoruz. Sektörde yaklaşık 250 bin kişi istihdam ediliyor. Hem istihdam kapasitesi olarak hem de devlet hazinesine sağladığımız vergi geliriyle Türkiye’nin lokomotif alanlarından akaryakıt ve LPG piyasaları. 2011 yılında sağladığımız vergi geliri 46 milyar TL’yi buldu.

laşmaların mevzuata uygun hale getirilmesiydi sadece. 18 Eylül 2010 süreci akaryakıt bayileri açısından oldukça önemli. Bayiler ticari faaliyetlerine yön verecek önemli ekonomik koşulları görüşmek ve neticeye bağlamak için uzun süreli intifa ve/veya kira anlaşmaları nedeniyle 1520 yıl beklemek durumundaydılar. Ancak bu karar ile birlikte her beş yılda bir yeni bir anlaşma akdetme şansına sahip oldular. Adil bir rekabet ortamının tesisi için bu aşama bayiler açısından sürecin en önemli farkını ortaya koyuyor.

Türkiye enerji hammaddesi açısından zengin bir ülke olmasına karşın, petrol açısından yeterli rezerv kaynağına sahip değil. Petrol arama yatırımları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Ülkemiz birincil enerji kaynakları bakımından çok büyük oranda yurt dışına bağımlı. Ham petrol ve petrol ürünlerinin yaklaşık % 80’i ithal ediliyor. Bu kalem devlet bütçesinin en ağır yüklerinden biri. Önümüzdeki yıllarda büyüyecek enerji talebiyle dışa olan bağımlılığımız da artacaktır. Enerji Bakanlığının da son yıllarda üzerinde durduğu en önemli konuların başında petrol arama ve üretim faaliyetleri geliyor. Bu alanda Bakanlığın çalışmalarını takip ediyor ve takdirle karşılıyoruz. Yine bu alanda önemli yatırımların yapıldığına şahit oluyoruz. Ancak tüm bunlar sonuçları uzun vadede görülecek çalışmalar.

İşletmeler arası rekabete gelince; Piyasada uzun süreli yapılan anlaşmalar zamanla piyasa kapama etkisi yarattığından özellikle dağıtım alanında yeni firmalar piyasaya girmekte güçlük çekiyorlardı. Uygulamadan sonra ise piyasada yeni dağıtıcıların yer almasıyla birlikte rekabetin hızlandığını söylemek mümkün. Bu süreçte EPDK verilerine göre bayilerin yaklaşık % 13’ü dağıtıcısını değiştirdi. Bütün bunları rekabet dinamiği açısından olumlu gelişmeler olarak değerlendiriyoruz.

Türkiye’deki akaryakıt sektörünün yabancı ağırlıklı olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun sektöre katkısını nasıl görüyorsunuz?

Ülkemiz, coğrafi konumu bakımından petrol üreten ülkelere yakın olmakla birlikte dışa bağımlı olmasından dolayı çok ciddi bir ithalat maliyetine katlanarak ham petrol ve ürünlerini tedarik etmektedir. Bundan dolayı fiyat bileşenleri içinde ürün maliyeti en çok paya sahip olan alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik 2010 yılının sonlarından itibaren Arap baharının etkisiyle devam eden süreçte yükselen petrol fiyatları aynı oranda bizim de alış maliyetimizi arttırıyor. Son aylarda İran’dan yapılan ham petrol alımlarının yüzde 20 oranında düşürülmesi de maliyetin ilerleyen dönemde daha da artmasına neden olacak gibi gözüküyor.

Yıllardır en çok tartışılan konulardan biri akaryakıt fiyatları. Akaryakıttaki fiyat bileşenleri nelerdir?

Sektörümüzde faaliyet gösteren yabancı firmaların bazılarının ülkemizdeki varlıkları neredeyse Cumhuriyetimizle yaşıttır. Bu firmaların gerek dünyadaki konumları ve marka güçleriyle, gerekse uluslar arası standartların ülkemize taşınarak kaliteli bir piyasa gelişimine çok önemli katkılarda bulundukları açıktır. Ayrıca yabancı yatırımların varlığı iç piyasanın da çekiciliğini gösterir. Ancak, yabancı yatırımcılar olduğu kadar sektörümüzde faaliyet gösteren çok önemli yerli yatırımcılar da mevcuttur ve uluslar arası markalarla çok etkin bir rekabet içindedirler. Sonuç olarak; asıl olan yapılan yatırımdan ülkenin sağlayacağı menfaattir.

Ürün maliyeti ile birlikte akaryakıt fiyatları üzerindeki en büyük pay dolaylı vergilerdir. Türkiye’yi yüksek fiyatlar nedeniyle dünya sıralamasının başına oturtan temel neden de yine uygulanan vergilerin yüksek oluşundan kaynaklanmaktadır. Şu an da ürün maliyeti ile verginin fiyat içindeki payı % 91 mertebelerine ulaşmış durumdadır. Geriye kalan % 9’luk kısım bayi ve dağıtıcıların masraf payıdır.

Dağıtım şirketleri ile bayiler arasındaki intifa anlaşma sürelerinin beş yıl ile sınırlandırılması işletmeler arasındaki rekabeti nasıl etkilemekte? Rekabet Kurumu’nun kararı sadece bu sektöre yönelik alınmış bir karar değil. Rekabet mevzuatının bir gereği olan bu kısıt bizim sektörümüzde bayilik anlaşmaları dışında uygulanmıyordu. Alınan karar sektördeki tüm an-

Fiyatla bağlantılı olarak son dönemde gündemi işgal eden konulardan biri akaryakıtta firma bazında indirime gidilip gidilemeyeceği.

74

Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

benzine göre çok daha düşük olması nedeniyle LPG, benzin ürünlerinin pazar payını geçmiş durumda. Ancak ülkemiz ham petrolde olduğu gibi LPG tedariği açısından da % 75 oranında net ithalatçı konumunda.

Sektörümüz serbest piyasa koşullarında faaliyet göstermektedir. Serbest piyasa koşullarında oluşan fiyat hareketlerinden hiç kimse rahatsız olmaz. Bilakis, rekabetin gereğidir. Ancak, sorun, ürün maliyetinin altında yapılan indirimli satışlardır. Kaçak ve hileli akaryakıt sektörümüzün en önemli sorunu ne yazık ki. Piyasayı başta 10 numara yağ adı altında yapılan hileli yakıt faaliyetleri olmak üzere çeşitli yollardan ülkeye sokulan kaçak akaryakıtın büyük indirimlerle piyasaya sürülmesi çok olumsuz yönde etkiliyor. Burada denetleme mekanizmasının önemi ve mevzuat değişikliğine ilişkin konular ön plana çıkıyor.

LPG sektörünün sorunları nelerdir? Bu sorunların nasıl aşılabileceğini düşünüyorsunuz? Petrol piyasasının olduğu gibi LPG piyasasının da en önemli sorunu kaçak faaliyetlerdir. LPG’nin kullanımı otogazın dışında da oldukça yaygın. LPG; tüpgaz ve dökmegaz olarak da tüketiliyor. Ancak bu segmentlerden dökmegaz/tüplügaz ile otogaz farklı ÖTV’ye tabi tutulduğu için vergisel kaynaklı bir sorun yaşanıyor. Otogazdaki ÖTV farkının diğerlerinden yüksek olması nedeniyle bazı firmalar durumu suistimal ederek tüplügaz/dökmegaz olarak LPG temin edip bunu otogaz istasyonlarında piyasa sürüyorlar. Bu da haksız kazanç doğuruyor. LPG piyasasında sadece ÖTV farkı değil, aerosol üretimi amaçlı kullanılacak LPG’nin ÖTV’sinin sıfırlanması nedeniyle de haksız kazanç ve vergi kabı oluşuyor. Otogaz ile dökmegaz arasında 0,68 kuruşluk bir ÖTV farkı var. Dökmegaz/Tüpgaz olarak ithal edilen LPG’nin büyük oranda otogaz olarak satılması ve Aerosol piyasasının suistimali neticesinde devletimiz milyonlarca dolar vergi kaybına uğruyor maalesef.

Örneğin bizim rekabet mevzuatımızda ürünün maliyet altı satışı soruşturma konusu olamıyor. Neden? Çünkü, yapılan bir indirim varsa burada tüketici menfaati söz konusudur diye değerlendiriliyor. Ancak yapılan indirimlerin tüketici yararına olup olmadığı tartışılır. Ülkemizde akaryakıt fiyatları üzerinde taban fiyat uygulaması bulunmadığı için düşük fiyattan satılan ürünleri rekabet ve kamu yararı olgularının ardına saklayarak güçlenen çok ciddi kayıt dışı bir alan var. Bu yasa dışı alanın bertaraf edilmesi için mevzuatta maliyetin altında yapılan ürün satışlarını engelleyecek düzenlemelerin yapılması gerekir. Satılan ürün kaçaksa veya hileliyse bunu ucuza almasının tüketiciye de bir faydası olmayacaktır.

Hem akaryakıt hem de LPG sektörlerindeki eleman ihtiyacı konusunda neler söyleyebilirsiniz? Bu sektörlerde hangi niteliklere sahip elemanlara ihtiyaç var ve bu elemanlar hangi pozisyonlarda istihdam ediliyorlar?

Fiyattaki artışlardan sektör nasıl etkileniyor? Akaryakıt ve LPG tesisleri risk taşıyan alanlardır. Bu alanlarda çalışacak olanların ciddi bir eğitim alması gerekir. İstasyonlarda, hem yönetim alanında hem de teknik alanlarda kabiliyetli ve sorumluluk alabilecek personel istihdamına ihtiyaç var. İşimiz çok hareketli ve çok titiz bir takip gerektiriyor. Yönetim kademesinden ön saha personeline kadar herkesin sürekli takip ve güçlü bir iletişim yönünün olması gerekiyor.

Fiyatların artmasıyla bayilerin hep daha çok kar edecekleri düşünülür. Ancak, durum böyle değil. Öncelikle her fiyat artışı halkı yasa dışı ürünleri kullanmaya biraz daha yaklaştırıyor. Dolayısıyla sektör kendi içinde rekabet etmek yerine illegal piyasayla rekabet etmek durumunda kalıyor, haksız rekabete uğruyor. Ayrıca, fiyatlar yükseldikçe ürün maliyeti artıyor ve bayilerinde satacakları ürünü almak için gereksinim duydukları sermaye ihtiyacı büyüyor. Bu yüzden fiyat artışları başta sektör oyuncularını rahatsız ediyor.

İstasyonlar yüksek teknolojinin içinde olduğu tesislerdir. Bu teknolojiyi kullanabilecek, işletmeyi mevzuatın gerektirdiği şekilde yönetip, sağlık-emniyet-çevre güvenliğini her zaman ön planda gözetecek bir hafızayla çok dikkatli ama hızlı çalışabilecek, güvenilir elemanlar orta ve üst kademelerde yönetici olarak iyi bir kariyer şansına sahip olabilirler.

Türkiye LPG sektörünün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Motorlu taşıtlarda kullanılan yakıtlar arasında LPG alternatif bir ürün olarak gün geçtikçe güçleniyor. Fiyatının

75


BİOFARMA: KALİTEDE DÜNYA STANDARDI

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut

Son olarak TABGİS olarak sektöre insan kaynağı açısından katkılarınızı sormak istiyorum. TABGİS’in temsilcisi olduğu sektörlere insan kaynağı temini ve insan kaynağının eğitimi konularında çalışmaları ya da gelecek projeleri var mı?

400’ü saha kadrosu dediğimiz satış ve pazarlama ekibinden oluşuyor. Geri kalanı, bizim gibi dış ticaret, ruhsat, AR-GE, kalite kontrol, kalite güvence ve üretim hattı olarak yer alıyor.

Fotoğraf: Öğr. Gör. Neslihan Balcı Varol

Yabancı yatırımcıların Biofarma’dan nasıl haberi oldu?

Sendikamızın nitelikli insan kaynağı açısından tüm sektörümüz adına yapmış olduğu en önemli çalışma, Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun değerli katkı ve çabalarıyla hayat bulan “Enerji Tesisleri İşletmeciliği” bölümüdür. Bu bölümün müfredatı; sadece istasyon işletmelerine değil, rafineriler, dağıtım şirketleri, ekipman tedarikçileri ve hatta kamu kurumlarını da kapsayan çok geniş bir çalışma alanına hitap ederek hazırlanmıştır. Amacımız, bölümün çok daha fazla ilgi görmesi ve yaygınlaşmasıdır.

Son dönemlerdeki hükümetlerin dış politikaya yaptıkları olumlu katkılar ve Türkiye’deki gelişmeler, yabancı sermayenin dikkatini çekti. Yabancı sermayeye sağlanan bazı teşvikler onlar için avantajlı oldu ve paralarını kullanmak için bize geldiler. Dikkat ederseniz yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi öncelikle ilaç sektörü iledir. İlk gelen paralar hep ilaç sektörüne yatırıldı çünkü bu sektördeki şirketler, Türkiye’de en çok kar eden kuruluşlardı. Yabancı şirketler de bu fırsatı kaçırmadı. Ben daha önce DEVA Holding’de çalıştım. DEVA EastPharma diye bir finans şirketi; İbrahim Ethem Ulagay, İtalyan Menarini Group tarafından satın alındı. Çok yakın zamanda Mustafa Nevzat’ın 700 milyon dolara Amerikalılara satışı gerçekleşti.Bizim ortaklığımız olan Citigroup, daha sonra Boyner Grup’un ve Yapı Kredi’nin ortağı oldu. Hatta en son geçen sene İDO’ya teklif vermişlerdi. Yani, Türkiye pazarının çok iyi olması, güvenli olması, -eksik yönleri olmasına rağmen- yasaların, kanunların yabancıları koruyacak ölçüde birçok hakkını savunuyor olması, ticarin hukukun çok iyi yerleşmiş olması ve -övünülecek bir nokta- son dönemde bankacılık sektörümüzün Avrupa’dan bile önde olması yabancı sermayenin buraya gelmesinde en büyük etkenler oldu.

Biofarma İhracat Direktörü Dr. Serhat Tuğrul

1940’lı yılların sonunda küçük bir aile şirketi olarak kurulan Biofarma bugün, Türk ilaç sektörünün önemli şirketlerinden biri. Yerel bir şirket olarak başladığı serüvenine bugün uluslararası bir şirket olarak devam eden Biofarma’nın çalışma alanı, 41 ülkeyi kapsıyor. Şirketin İhracat Direktörü Dr. Serhat Tuğrul ile Türkiye’de ilaç sektörünün durumu, sorunları, fırsatları, ihracatın önemi ve dış ticaret okuyan öğrencilerin neler yapması gerektiğiyle ilgili bir söyleşi yaptık.

Türkiye’de yerli şirket kaldı mı peki? Bütün bildiğimiz yerli şirketler satılmış görünüyor.

Bize Biofarma’nın kuruluş hikayesini anlatır mısınız? Biofarma girişimci bir Türk ailesi tarafından 63 sene önce kuruldu. O dönemlerde fabrika kurmak, ilaç üretmek hayaldi. Öncel ailesi Konya’dan çıkıp İstanbul’a geliyor ve eczacı olan baba, bu işi organize etmeye başlıyor. O zamanlar basit ilaç üretimi ve paketlemeyle başlayan operasyon, daha sonra ilaç üretiminin artışı ile büyüyor ve gün be gün inkişaf ederek bugünlere geliyor. Bu mütevazı, kendi halinde ama hızlı büyüyen firma, yabancıların dikkatini çekiyor. Elindeki ruhsatları ve büyüme hızı da dikkate alınınca yabancılar şirketi satın almaya talip oluyor. Biofarma beş-altı sene önce City Group and Partners in Life Sciences tarafından satın alındı. Burası Avusturya Pierce Savarowsky gruptur onlar, Citi Group bizim ortaklığımızdır.

Evet, öyle. Mustafa Nevzat, kalan birkaç yerli firmadan biriydi. Şimdi o da gitti. Geçenlerde Koçak satıldı. Yalnızca üç-dört tane yerli şirket kaldı ve maalesef Türkiye’de uygulanan fiyat politikalarından dolayı bu sektör ölmeye gidiyor. Sektörü can çekişir hale getirdiler. Tamamıyla yabancı sektörün eline düştü. Yerli sanayiciler, büyük devlerin karşısında savaşamaz hale geldi. Yabancı sermayeye karşıymışım gibi yanlış algılanmasını istemem zira global dünyada artık yerli, yabancı mevhumu yok. Herkes her yerde yatırım yapabilir. Biz de ilacımızı Moğolistan’a, İngiltere’ye satıyoruz. Onu demek istemiyorum ama sektörün üzerine diğer sektörlerden daha çok gelinir durumda şu anda. O yüzden bu ortamda Türk ilaç şirketinin bir Amerikan şirketi tarafından satın alınması gene ümitlendirmeye çalışıyor bizi, daha doğrusu ümitlenmek istiyorum ama hükümet politikaları açısından zorlandığımız çok konu var.

Bugün kaç kişi çalışıyor Biofarma’da? Ortalama 800 kişilik bir kadrosu var Biofarma’nın; ama bu bazen 760 oluyor, 780 oluyor. Bunun aşağı yukarı

76

77


Biofarma’yı uluslararası mı yoksa çok uluslu bir şirket olarak mı tanımlıyorsunuz?

mumuza çok ilgi gösterdiler –zaten yatırımcılar sizi çok yakından takip ediyorlar- ve biz 2010-2011’e çok yoğun satış periyodu ile başladık. Hatta açılış 700 milyon dolarla başladı -ki burada şunu belirtmeliyim: Biofarma’yı altı sene önce Öncel ailesinden alan satın alan grup 265 milyon dolar ödedi. Çok iyi bir kadrolaşma, iyi bir nakit akışı ve 1.6 gibi ciddi bir pazar payı, bizi sektörde 21. sıraya yükseltti. Bunlarla beraber yeni ruhsatlar aldık. İlaç sektöründe en önemli değer, alınan ruhsatlardır.

İkisini birden tanımlamak lazım. Çok uluslu ve uluslararası. Söylediğim gibi partnerimizin biri Avusturya Pielce- öteki de Amrican City Bank. Kuruluşumuzun merkezi, CitiBank Yatırım İngiltere. Çalışma alanımız da şu anda 41 ülkeyi kapsıyor. İngiltere dahil Avrupa’daki bütün ülkelere ilaç satıyoruz. Yukarıda Moğolistan’a kadar aşağıda Yemen, Kuzey Avrupa ülkeleri Sudan, Cezayir, Libya, Tunus; Türki Cumhuriyetlerin hemen hemen hepsi iş yaptığımız yerler. Bizim için dünya küçüldü açıkçası. İki-üç saatte bir yerlere ulaşabiliyorsunuz. Hem çok uluslu ortaklarımız var hem de uluslar arası çalışıyoruz.

İhracat yapıyorsunuz. Türk ilaç sektörünün ihracat pazarları genel olarak hangi bölgeleri kapsıyor? Biraz önce kendi ihracat yaptığınız yerlerden kısmen bahsettiniz ama Türk ilaç sektörünün genel olarak belli bir ihracat pazarı olduğu söylenebilir mi?

Satış sürecinden sonra şirketin yeniden yapılanması zor oldu mu? Bu süreç nasıl geçti?

İhracat konusunda bizdeki durum şöyle: Biri bir ülkeye gitti mi, rakipleri de peyderpey onu takip eder. Ağırlıklı olarak Türki Cumhuriyetlere ihracat yapıyoruz. Rusya ve eski Sovyetler Birliği olarak kastettiğimiz Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Rusya, Ukrayna ve Belarus Türk ilaç sektöründeki birçok firmanın ilaç sattığı yerler haline geldi. Bunun yanında Abdi İbrahim gibi, Sanovel gibi yatırım yaparak gidenler de var. Yatırım yaparken de bölgeyi çok iyi seçmek gerekiyor. Mesela Abdi İbrahim Cezayir’e yatırım yaptı ama o ülkenin kuralları çok zor. Sanıyorum Abdi İbrahim’in bugünkü düşüncesi olsa yatırım yapmazdı oraya. Cezayir’in koşulları ve yasaları çok ağır. Eski bir Fransız sömürgesi olduğu için de Fransız firmalarının dışındakilere kolay kolay hak vermiyorlar. Ama Türki cumhuriyetlerden hepimiz çok ekmek yedik. Şimdi Irak çok iyi bir pazar bizim için. Libya yenilendi Kaddafi’den sonra. Çok ciddi bir pazar olmaya devam ediyor. Ancak bu iki ülke sistem ve kurallar olarak hala oturmuş değil.

Yeniden yapılanma gerçekten önemli bir konu. Son dönemdeki başarısız örneklere bakıldığında görülen en büyük hata şu oldu: Hemen yurtdışından ya da kendi içlerinden –yine bu kültüre yabancı- bir CEO, bir de CFO getirdiler. Satın aldıkları şirkette var olanları temizlediler. İyi çalışan, şirketi ve Türkiye’yi iyi tanıyan elemanlar olmadığı zaman şirketler battı ya da değerleri çok düştü. Bizim patronların bir avantajı bu oldu. Türk CEO’lar, Türk CFO’lar ve kadro ile oynamadılar. Kadroda değişiklik yaptıkları zaman da yine Türkiye içinden insanları seçtiler. Türk ilaç sektörünün iyilerini buraya getirdiler. Ben mesela DEVA’dan geldim. Eczacıbaşı’ndan, Türkiye Roche’tan transferler yaparak kadromuzu kurduk. Hepimiz de kendi dalında kendisini ispat etmiş arkadaşlar olduğumuz için geldiğimizde aynı işi yapar olduk. Türk mevzuatını biliyorsunuz, başarısız olma şansı yok. Onlar sadece üst yönetim olarak, denetçi olarak kaldılar. Daha önceki CEO’muza ve CFO’ya büyük ölçüde de güvendiler, yetkileri onlara bıraktılar. Yani onlar kendi şirketlerinde bu kadar rahat olamayacak derecede şirket yönettiler. Biofarma, geçen sene 60 ebita yaparak Avrupa ülkelerinde çok iyi değer kazanan firmalardan biri oldu ve geçen sene bizi 16 tane dünya devi satın almaya geldi. 60 ebita iyi bir değerdi.

Bu bölgelerle ilgili şu anda sorun olarak dile getirilebilecek neler olabilir? Bu bölgeler, bizim kadar gelişim göstermemiş ülkeler. Bunları, üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelersek, biz Türkiye olarak onlardan çok daha önde gidiyoruz. Bu ülkelerde yaşanan en büyük sıkıntılar, icra ve hukuk sistemlerindeki eksikler. Bir diğer sorun, maliye olarak, çek-senet gibi bankacılık sistemleri yok. Hatta o bölgelerde Türk bankaları da var ama onlar da haklı olarak oradaki güvencelerini tam sağlayamadıkları için mecburen daha güvenli çalışıyorlar. Teminat mektubu almakta zorlanıyoruz mesela. Bizler şirket olarak kendimiz de çözüm yolları arıyoruz. Mesela biz, yakın zamanda Irak’ta bir teminat mektubu sistemi başlattık. Bizim birlikte çalıştığımız Toprak İlaç ve World Medicine

Ebita ne demek? Ebita bütün maliyet ve masraflarınız çıktıktan sonra kalan net karınızdır. Bu da milyonla çarpılır.2011 yılında eski parayla 60 trilyon net kar etti bu şirket. Böyle olunca, bütün dünya bize çok özel ilgi gösterdi. İngiltere’de yapılan ekonomik toplantılarda, dünyada iyi gelişim gösteren şirketler, aynı bir kızın kendisini taliplerine tanıtması gibi, oraya çıkıp kendilerini tanıtırlar. Bizim sunu-

78

Mesela 200 senesinde ben Rusya’daydım. Yedi sene kaldım orada. Rusya’da, 2000 senesinde Asya krizi çıktığında Moskova’daki bütün Amerikalı ve Avrupalı firmalar kaçtılar, kriz yüzünden. İki nedenleri vardı. Bir, o bölgenin adamı değillerdi. İki, sigortaları vardı. Böyle bir olağanüstü hal onlar için avantaj oldu. Gittiler sigortalarından karşılıklarını aldılar. Biz terk edemedik orayı ve orada kaldık. Bankadan para çekmeye gittim o dönemde. Banka müdürü, beni bankanın deposuna götürdü. 10.000 dolar için depoya gittim. Bana baktı “Paramız yok. Siz iyi çalıştığımız bir müşterimizsiniz. Size linolyum ya da halı vereyim” dedi. Bu krizde ben, orada barter/takas ticaretini öğrendim böylelikle ve bize devlet taşıma lisansları verdiler. Tren ve deniz yolunda yük taşıma lisansı verdiler. Elektrik kotası verdiler. Biz bunları bazı fabrikalara satıp, onlardan paramızı aldık. Müşterilere mal verip karşılığında para aldık. Bu, benim meslek hayatımdaki en büyük tecrübedir.

de aynı bankacılık sistemini, aynı kağıtları kullanarak satışlarını artırmaya başladılar. Tabi bu tür faaliyetler, bizim ihracatı artırabilecek ticari enstrümanlarımız. Şu anda en büyük sıkıntımız, bu bölgelerde sistemin düzenli olmaması. Var olan sistemden ziyade liderlerin kararları etkili oluyor. Kişiye bağlı sistemler bunlar. Kazakistan’da Nazarbayev’in sözü geçer mesela, yasa odur. Eğer ticari gelişim konusunda liderin yaklaşımı olumluysa ve teşviki artırmaya yönelik yasalar çıkarıyorsa rahatlıyorsunuz. Özbekistan’dan şu anda hepimiz kaçtık, hiçbirimiz çalışmıyoruz. Özbekistan’da konvertasyon denen bir problem var. Orada ithalatla-ihracat dengesi bir olmadan ihracatın paraları ödenmiyor. Yani bazen paranızı bir ayda alabilirsiniz, bazen 12 ayda alabilirsiniz. Kerimoğlu’nun inisiyatifine kalmış. Ona göre göstergeler ne zaman denk gelirse, o zaman serbest bırakıyor para transferini. Para transferlerinin olmadığı bir yerde ihracat, ithalat olamaz. Mümkün değil. O yüzden Özbekistan şu anda çok kötü can çekişiyor. Halk çok fakirleşti. Bütün yabancı firmalar geri çekildi. İçerde hiçbir güvenlik yok. Mesela tekstil sektöründen Turkuvaz Holding orada 140 milyon dolar yatırım yapmıştı ama devlet yatırımlara el koydu ve sahibi olan çocukları da hapse attılar. Beş ay içerde tuttuktan sonra daha yeni, ülkeyi terk etmek koşuluyla serbest bıraktılar.

Türkiye’deki ilaç sektörünü, diğer sektörlerle karşılaştırdığınızda sektörün durumu nedir? Yapısı, sorunları, fırsatları … Türk ilaç sektörünü iki türlü incelemek lazım. İhracat konusu farklı, iç piyasadaki satışı farklı. Türkiye’de serbest ekonomi ve serbest fiyat ekonomisi var her üründe. İki üründe yok. Biri ilaç, biri ekmek. Biz fiyatları bakanlıktan alıyoruz. Bakanlık da burada bizi, maalesef çok korumuyor. Şöyle bir şey getirdi bakanlık. Diyor ki “Avrupa’daki üye ülkelerin içindeki beş referans ülkenin en ucuzu.” En ucuzu da kim? Yunanistan. Bugün, Yunanistan’daki ekonomik krizden fabrikalar çalışmıyor. Ama onun göstergesindeki rakam bir dolarsa, bana bunun %80’ini fiyat olarak veriyor. Oysa benim kalitem ondan çok iyi ve onun çalıştırdığı adam sayısından çok adamım var ve o firma üretim yapmıyor. Şimdi bize fiyatlandırma yapılırken, referans ülke bazıyla böyle bir fiyatlama yapıyor bakanlık. Tamam, bunu da kabul edelim. Bir de biliyorsunuz patent kanununda şu var: Patent süresi boyunca siz, o ilacı, o fiyatı ya da o ürünü kullanamıyorsunuz. İlk çıkan, orijinal ilaç olarak geçer. Ancak patent süresi bittikten sonra, bir diğer firma eş-değer nitelikteki ilacı üretebilir. Biz jeneriğiz. Şimdi jenerik ilaç olarak çıktığım zaman “Maksimum rakam olarak sen, orijinal ilacın sadece %80’ini alabilirsin” diyor bakanlık. Bizim de itirazımız burada şu: Diyorum ki ben, “bunlar bunu yaptıysa patent süresi boyunca hakkını almadı mı? Aldı. Ben niye şimdi onunla eşit olmuyorum? Tamam bana %80’inini ver, ona da de ki ‘sen, bugüne kadar %100 sattın, in bakalım aşağıya sen de %80’e”. Devlet bunu yapmıyor. Bunlar sürekli korumalı

Ticaretteki en büyük risk, ülke riski zaten değil mi? Evet, buralarda kanun olmaması en büyük risk. Ama şu da var açıkçası, biz Türk olarak manipüle edebileceğimize ya da o bölgede yaşayabileceğimize inanıp gidiyoruz. Bir Avrupalı gelmiyor bizim gittiğimiz yere. Gerçi onlar geldiğinde de bize pasta kalmıyor. Bizim gitmemizdeki ana etken Türk kimliğimize, Türk bağlantımıza güvenmek mi acaba? Aslında paraları yokken yabancılar onların yüzüne bakmıyor, biz bakıyoruz. Paraları olduğu zaman da onlar bizim yüzümüze bakmayıp, yabancılara gidiyorlar. O zaman Türk bağlantısının anlamı kalmıyor bu noktada. Evet, ticarette dostluk çok fazla işlemiyor. Doğulu olmanın getirdiği yaklaşımla sisteme uyabiliyoruz. Yabancı da öyle bir şey yok. Yabancı oturmuş bir sistemi tercih ediyor ama biz, Türkler olarak sisteme uyabileceğimizi hatta sistemi kendimize uydurabileceğimizi düşünüyoruz galiba?

79


gidiyorlar. Tamam, diyeceksiniz ki bunlar araştırma-geliştirmeye yatırım yapıyorlar. Bana bir yabancı ilaç firması gösterebilir misiniz Türkiye’de araştırma laboratuarı olan? Yabancı ilaç sektörünün hepsi, kazandığı paranın %80’inini yurt dışına götürüyor. %20’si burada kalıyor. Bu durumda Türk firmaları mağdur oluyor. O yabancı avantajlı, ben Türk’üm Türkiye’de zor durumda kalıyorum. Mesela ben Rusya’da kaldığımda, adamlar, ihaleye çıkacağı üründe yerli üreticisi varsa, bana izin vermiyorlardı. Cezayir’de bile yerli üreticiyi koruyorlar. Bizim ilaç sektöründeki bu korumasızlık, yerli sanayinin sürekli el değiştirmesine neden oluyor. Ekmek ve ilaç, çok önemlidir. Allah etmesin, savaş halinde çocuğunuz hasta olsa, sizi ne inanç, ne düşünce, ne de vatan-millet ilgilendirir. Bir yere kadar dayanabilirsiniz. Böyle bir durumda idealleriniz direnmenize yardımcı olmaz ama Türkiye’de çok önemli sektörlerin kontrolü yabancıların eline geçti. Hiçbir sektörün üzerine bizimki kadar gidilmiyor. İnşaat sektörü bile destekleniyor. Pırlantada bile vergi kaldırıldı. Bizimkinde de sürekli “indirim yaptım” diyor. Biz devlete doğrudan ilaç sattığımız için normal fiyatlarımızın çok çok altında fiyat veriyoruz devlete. Devlet ucuza alıyor doğru, ama artık öyle bir hale geldik ki bundan sonrası sektörü tamamen kaybetme aşamasına geldi. Ama ithalat açısından Avrupa Birliği’nin son raporunda Türkiye’yle ilgili bu durumun tam tersine bir eleştiri var. Türkiye’nin ilaç ithalatında çok standart uyguladığını, bu nedenle Türkiye’de ilaç ithalatını kısıtladığını düşünüyorlar. Hammadde de şöyle bir şey var. Biliyorsunuz ilacın hammaddesi bizde yok. Çok kısıtlı üretilen yerler var. Mesela potasyom klovonat dünyada dört yerde üretiliyordu. Biri de DEVA’ydı. Ama şimdi siz, siprofloksasin üretiyorsunuz, sizin üretim maliyetiniz 48 dolarken Hindistan’da aynı hammadde 24 dolara üretiliyor. DEVA’nın Çerkezköy’deki modern fabrikası kilitlendi. O güzel yatırım durdu. Çünkü dünyayla rekabet edemiyorsunuz. Bugün Hindistan’da bir işçinin aylık maliyeti 30 dolar. Bizde sendika hakları var, -yanlış anlaşılmasın olmasın demiyorum- ama işçi hakları, sosyal güvenceleri koyduğunuz zaman maliyetler hep yukarı çıkıyor. Siz de zamanla bununla rekabet edemez hale geliyorsunuz. Bir de devletin koyduğu vergiler,sınırlamalar, fiyatlarımızı aşağı çekmesi durumu daha da zorlaştırıyor. Eğer siz kar edemezseniz, çok para kazanamazsanız yatırım da yapmıyorsunuz. Bırakın yatırım yapmayı, yaşamanızı idame ettiremiyorsunuz. Sadece geçen aydan bu yana

sektörde beyaz yaka olarak tabir ettiğimiz 3000-4000 işçi çıkarıldı. Hepimiz, bütün ilaç sektörü; kliniklere, hastanelere, doktorlara ciddi yatırım yapıyoruz. Doktorları kongrelere gönderiyoruz. Bu konu da içimizde kanayan yaradır. Doktoru gönderiyorsun, soruşturma açılıyor bunu neden gönderdin diye. Ben kendim doktorken de, cerrahsın, bir atlas alacaksın mesela. Bir atlas 300 dolar. Benim bunu alabilecek gücüm yok. Ya da benim bir kongreye gitmem lazım ki yeni teknolojileri takip edeyim ve hastamı o teknolojiyle ameliyat edeyim. Devlet diyor ki bunun için ödenek yok ama devlet su işlerinden bir mühendis iki yıllığına Amerika’ya gidiyor. Tamam o da gitsin; ama o gidiyor, bana niye fon yok. Ondan sonra doktorlara karşı bu dönemde çok büyük bir baskı olduğunu düşünüyorum. Doktorların bu tip ihtiyaçlarını –eğitimlerini- ilaç sektörü üstlenmişti. Onların eğitimlerinde katkı sağlıyorduk. Ancak bunu art niyetli yapanlar da olmadı değil, oldu. Biz gerçekten kazanç yaparken hizmet yapan da bir sektördük. Diğer sektörlerden farklı olarak bizim personelimiz çok iyi eğitimli olmak zorunda. Hepsi üniversite mezunu çocuklar. Sürekli olarak kişisel gelişim ve pazarlama eğitimi alan bir personel. Sürekli eğitim vermek zorundasınız. Hiçbir şey vermeseniz bile yeni bir ilaç çıktığında eğitim vermek zorundasınız. Ürün eğitimini vermek zorundasınız. Beden diline kadar eğitim vermek zorundasınız. Hiçbir sektörde bu kadar yoğun eğitim verilmiyor. Hangi mühendis, hangi hakim beden dili eğitimi alarak işini yapıyor ki? Sektörün sorunlarından ve yapısından bahsettiniz. Fırsat olarak neleri görüyorsunuz? Tamam, yabancı yatırımcılara cazip geldiğini söylediniz ama pazarın içinde bir şirket olarak nelerin fırsat olduğunu düşünüyorsunuz? Bizim sektörün fırsatı şu: İlaç her dönem kullanılıyor. İnşaat sektörünü ele alın mesela. Kış aylarında ölür. Sürekliliği sekiz aydır. Turizmi şimdi kışın da canlandırmaya çalışıyorlar ama en fazla altı-yedi aydır. Hemen hemen her sektörün ölü bir dönemi vardır. İnsanın nefes aldığı yerde ilaç sektörü 12 aydır. Biz her dönem bir ilaç satabiliriz. Mesela şimdi bahar geliyor. Alerji ilaçlarının öne çıktığı dönemdir. Gripal enfeksiyonlar artar. Antibiyotiklerin yoğun kullanıldığı dönemler var. Yazın ayrı, kışın ayrı. Artı bir de kronik ilaçlar dediğimiz, kalp-damar hastası, şeker hastası gibi olan insanlara 12 ay ilaç satabilme şansımız var. İlaçta ölü sezon yok. O yüzden cazip yönü burası. Kriz dönemlerinde bile bir satış hareketi oluyor. Mesela 2001’deki krizde kar etmeyi başaran iki sektör vardı: İlaç ve bankacılık sektörleri. Psikiyatrik ilaçların satışı arttı. Gene ömrün uzaması ve ölüm oran-

80

ödeme kurumunun olması, üreticilerin daha çok iç piyasaya göre üretim yapmaları, dıştaki sıkıntıları göze almak istememeleri. Bunlar etkenlerdi ama şu son gelen ekonomik dalgalar -hükümetin aldığı bazı haklı kararlar diyebiliriz bazılarına- bizi ihracatta daha fazla çalışmaya itti. Biz zaten buna inanan bir firmaydık. Bugün 41 ülkede ruhsatlandırma işlemlerimiz devam ediyor. 32 ülkeye de fatura kesiyoruz. Birçok yeni firma da ihracata katılmaya başladı. Bunlar bizi sevindiriyor. Ne kadar çok ihracat yapan firma olursa hepimizin sesi o kadar çok duyulacaktır.

larının düşmesi ilaç sektörü için sürekliliği artırdı. Yaşam uzayınca, bu sefer Alzheimer gibi hastalıklar arttı. Bunun ilaçlarını satıyoruz. Merkezi sinir sistemi ile ilgili ilaçların satışında artış oldu. Biraz önce kısmen değindiniz ama Biofarma olarak sizin sektördeki yeriniz nedir? Biz şu anda sektörde 21. sıradayız. Tabii bu bizi mutlu etmez. Ama şunu da belirtmek lazım çok uluslu bir pazarda 150 tane firmanın olduğu bir yerde tabi Biofarma’nın olduğu yer, kötü bir yer değil. Sektörde iyi bir imajımız var. Sektör kaliteli üretim yapmayı zorunlu kılıyor ve biz de bu kaliteye uyuyoruz. İlaçta birinci, ikinci kalite diye bir şey yoktur. İlaçta tek kalite vardır. Hepimiz Avrupa standartlarını zorunlu kılan Good Manufacturing Product (GMP) ve Good Laboratory Product (GLP) standartlarında üretim yapmak zorundayız. Bakanlık bu konuda daha da ileri adımlar attı. Biyo-eşdeğerlilik dediğimiz, yani orijinal ilacın aynısı anlamını ifade eden biyo-eşdeğerlilik sertifikasını zaruri hale getirdi. Bunlar da bize kalitemiz yönünden faydalı oldu. Biofarma bunlara haiz olduğu gibi Biofarama’nın diger rakiplerine göre bir başka avantajı daha var: Birleşik Krallık İlaç ve Sağlık Ürünlerini Denetleme Dairesi’nin (MHRA-Medicines and Healthcare Product Regulatory Agency) Avrupa GMP’sine uygunluk onayına sahibiz. Önemli bir Avrupa kalite belgesidir bu. Biz, bu belgeyle Avrupa’ya ilaç satıyoruz. Bunu Türkiye’de ilk alan firmayız.

Bu noktada ilaç sektörüne yönelik ihracat desteği – devlet açısından- yeterli mi? Değil tabi, ama niyet çok iyi. Sayın Zafer Çağlayan, Sayın Nihat Ergün bu konuda oldukça yardımseverler. TOBB başkanımız Rıfat Hisarcıklıoğlu, ilaç ihracatının artması için ellerinden gelen desteği veriyor. Zafer Çağlayan, bence kabinede değerli bakanlarımızdan ve bu işe de inanan biri. Biz de çok memnunuz bu yüzden de. Daha önce de Kürşat Tüzmen’in katkıları çok olmuştu bu konuda. Ben kendisiyle de çok seyahatlere gittim. Zaten Başbakanımız kendi başına bu işe lokomotif olmaya uğraşıyor. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de öyle. Hükümetin ihracata inanıyor olması bizim için bir avantaj. Birçok ülkeye vizenin kalkmış olması bizim için bir avantaj. Ülkeye inanç değişti. Türkiye’ye duyulan güven farklı şimdi. Mesela eskiden bir Arap ülkesine gittiğinizde sizi çok kale almıyorlardı. Şimdi “Türk” dediğimiz zaman prestijimiz biraz daha farklı oluyor. Irak’ta Türk ilacının dışında ilaç kullanmıyorlar. Afganistan’dan Türk ilacı için bana gelen sekiz-on müşteri var son bir haftada. Sadece Türk ilacı kullanmak istiyorlar. Libya keza, gene öyle. Bu, hükümetin ihracatta yaptığı başarısından kaynaklanmaktadır.

İthalat da yapıyorsunuz. Biraz önce hammadde ithalatından bahsettiniz. Nihai ürün ithalatınız var mı? Hammadde dışında ambalaj malzemeleri, yani ALU, ALUF dediğimiz blister, alüminyum folyolar dışarıdan geliyor. İyi işlenmiş alüminyum folyolar olmalı. İlacı içinde kapattığınız zaman her hangi bir nem, sıvı sızıntısı olmamalı. Çabuk yırtılmayan olmalı ki ilacın kalitesini bozmasın. Tabi maalesef, ithalat, ihracatımızdan fazla oluyor hepimiz için.

O zaman son teşvik düzenlemeleri de sizce yeterli.

Biz de size “ilaç sektöründe ithalat mı ön planda yoksa ihracat mı” diye soracaktık. Bu soruya da cevap vermiş oldunuz.

İç piyasada doğru. Mesela Biofarma’nın eski sahibi İsmail Bey, Konya’da yatırım yaptı teşviklerden yararlanarak. Teşvikten yararlanarak fabrika kuran birçok firma var Türkiye’de. Ama bunların dışarıda biraz daha artması lazım. İhracat ayağınında artması gerekiyor. Biraz daha desteğe ihtiyaç var. İçerisi için doğru. Yeterli midir? Elbette hiçbir zaman yetmez ama bu başlangıç bile avantajlıdır.

Bununla ilgili ek olarak şunu söyleyebilirim. Biz İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’nın üyesiyiz. Orada bu ay Sayın Turgut Toksöz başkanlığında ilaç ihracatçılar platformu kurduk: Türk İlaç İhracatçıları Platformu. İlaç ihracatçıları olarak ihracatı artırmak istiyoruz. Tabi baktığınız zaman Türkiye’deki bütün sektörler içinde ihracatı en az olan ilaç. Bunun da nedeni, Türkiye’de geri

Siz dış ticaret alanındasınız. Dış ticaret eğitiminde sizce nelere ağırlık verilmeli? Kendi sektörünüz bazında

81


ya da genel olarak?

Kazakistan’da kardeşim gibi sevdiğim biri var mesela. Hayatta insan organını kime verebilir? Annesine, babasına, kardeşine değil mi? Ben orada iş yaptığım müşteriye bunu önerdim. Oranın ENKA gibi çok büyük firmalarından biriydi. Böbrek hastasıydı. Almanya’ya gidiyordu. “Ben de geleyim seninle” dedim. “Niye” dedi. “Benim böbreği de dene” dedim. “Nasıl?” dedi, “bana böbreğini mi vereceksin? Neden?” “Sen” dedim “burada birçok insanının karnını doyuruyorsun, elektrik üretiyorsun, yollar yapıyorsun, köprüler yapıyorsun. İnsanlık için faydalı bir adamsın. Kazak-Türk benim için fark etmez ki” dedim. Adam bu lafımın üzerine döndü muhasebe müdürüne dedi ki “Ben ölür kalırım, Serhat’ın bizde duran bütün borçları ödenecek ve bundan sonra ticaret yapacağınız ilk isim Serhat olacak” dedi. Öyle bir yere geliyorsunuz ki bazen firmanızın da önüne geçiyorsunuz. Onun için sizin yapacağınız iyi bir hareket, önce size, arkasından firmanıza çok büyük bir getiri sağlar.

Şimdi öncelikle karşınızdaki adamla diyalog kurabilmeniz için onun dilini öğrenmiş olmanız, aynı dilden konuşuyor olmanız lazım. En azından İngilizce konuşuyor olmanız lazım. Bugün Irak’a gidiyorsunuz, taksi şoförü bile İngilizce konuşuyor. Dil bilmiyorsanız ticaret yapamazsınız. Ticaret yaptığınız ülkelerin kültürlerini iyi öğrenmeniz lazım. Mesela bir Rus oturduğu zaman, sizinle önce içki içer. Onunla o masa da içki içmeseniz bile o kültüre ayak uydurmanız lazım. Uyduramıyorsanız sizinle uyum sağlamıyor. Biraz empati yapmanız lazım. Karşı tarafın düşüncelerini iyi algılayıp, kültürünü iyi öğrenmek lazım. Bence dış ticaret yapacak arkadaşın önce dil ve o ülkenin tarihini ve kültürünü iyi bilmesi lazım. Bunları iyi çözemeyen insanlar başarılı olamıyor çünkü dış ticaret işi bir seferlik bir iş değil. Süreklilik arz ediyor. Öğrenciler, “Ben karşımdaki ile iş konuşacağım niye tarihini ve kültürünü bileyim ki?” diye düşünebilir ama durum yalnızca iş konuşmaktan ibaret değil. Sonuçta bu, kendi başına bir ilişki ve ilişki kelimesi işin içine girdiğinde beraberinde duygusal bir etkileşimi de getiriyor. Zaten aynı şartları sağlayan, öneren pek çok firma var ticaret söz konusu olduğunda. Bu noktada kararı verirken karşınızdakinden hoşlanıp, hoşlanmadığınıza bakıyorsunuz. Ona göre karar veriyorsunuz. Bu anlamda söylediğiniz önemli. Sizin gibi o şirketle iş yapmak isteyen başka insanlar da var. Onları eleyip size size gelmesi, duygusal etkileşimin bir sonucu oluyor aslında.

Mesela şu da ilginç bir hikayedir. Rusya’da bir hastanede bir ilacın tanıtımını yaptık. “Sorusu olan var mı?” diye sorduk sunum bitince. Hastane başhekimi kalktı ve “Sizde yağ var mı?” diye sordu. Ben bunu bir espri olarak algıladım. “Yok, biz ilaç satıyoruz” diye kestirip attım ama çok içime dokundu. İlaçla ilgili bir saat konuşmuşum ve onunla ilgili bir şey sormuyor da başka bir şey soruyor. Ben ilaç firmasıyım, bende yağ niye olsun ki. Onların prosedürüne göre, sunum bittikten sonra başhekim sizi kendi odasına alır. Orada “furşet” dedikleri ikramı yapar. Teşekkür etmek amacıyla sizi yedirir, içirirler. Tam bu sırada bana “benden bir isteğin var mı” diye sordu. “Evet” dedim, “ikimiz de doktoruz ve sunumun sonunda sen bana konuyla alakasız bir soru sordun. Niye?” O zaman da 2000-2001 senesi. İnternet her yerde yok. “Ya Serhat” dedi, “benim ulaşacağım kimse yok. Ben hastanın ilacını düşünmem gerektiği gibi yatan hastaların da yemeğini düşünmek zorundayım. Yemek için yağ bulamıyorum. Türkiye’den bildiklerin vardır diye düşündüm.” Ve ben o başhekime Ülker’in bisküvilerinden, Kartal makarnalarından, arkasından Oliv yağlarından adresler gönderdim. Arkadaşlar da iş yaptılar bu hastaneyle. Ben ilaç için gittim, arkasından da yağ, makarna ve bisküvi satılmasına sebep oldum. O yüzden, sizin davranış biçiminiz sizin kendi ürününüzü satmanız dışında diğer Türk ürünlerinin de satılmasını beraberinde getirebiliyor. Mesela o başhekim, daha sonra vali oldu ve valilik binasının inşaatı için beni aradı. Ben o zaman Moskova’da yaşıyordum. O zaman Moskova’dan ENKA’yı, Konkor İnşaatı ona ben gönderdim. Onlardan bir tanesi o valilik binasının inşaatını yaptı. Sadece ilaç tanıtımına gitmekle bunlar oldu. Kaç sektör o pazardan

Kesinlikle doğru. Onunla arkadaş olabilirseniz ticaret yaparsınız. İş adamı havasında kalırsanız belki yaparsınız belki de yapamazsınız. Ama arkadaş olursanız, ilişkiniz uzun süreli olabilir ve çok güzel yerlere gidebilirsiniz bu konuda. O yüzden dış ticaretle ilgilenen, eğitim alan bütün arkadaşlara, öğrenci değişim programlarına katılmalarını tavsiye ederim. Erasmus gibi programlar hem dili öğrenmek hem de farklı insanları ve kültürleri tanımak için önemli fırsatlar sunuyor. Mutlaka bu programlara katılsınlar ya da okul olarak siz yurt dışında staj olanağı yaratmaya bakın. . Evet, Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu olarak bu sene yurt dışına staja göndereceğimiz öğrencilerimiz var. Bu, onlar için çok önemli bir avantaj. Bugün bir Almanya’ya gidip bir Alman kültürünü öğrenmek önemli. Benim çok samimi bir Alman arkadaşım var mesela,

82

stajyer alıyorum. Bazı stajyerlerin de kalmasını istiyorum. Mesela geçen sene bir kızım geldi. Onu mutlaka firmamda görmek istiyorum. Rus Dili ve Edebiyatı’nda okuyor. Fırtına gibi bir kızdı. Rusça biliyor olması bizim için çok iyiydi. Ben kendim de Rusça konuşuyorum. Biz ağırlık olarak Rusya ile çalışıyoruz, doğal olarak da müşterilerimizin büyük çoğunluğu Rus. O yüzden sizin arkadaşlarınız işe ya da staja başlamadan önce Rusça ya da Çince öğrensinler. İngilizce olması gereken bir dil zaten. Şu anda Türkiye’nin geleceği, hele dış ticarette. Rusya ile ilişkimiz her yönüyle çok yoğun. Turizm, ithalat, ihracat ne istiyorsak orayla çok yapıyoruz. O yüzden, yarın iş bulma anlamında faydası çok.

ekmek yedik. O yüzden rolünüz çok büyük. Yani ticaret yaparken bir büyükelçi gibi göreviniz olduğunu unutmamanız gerekiyor. Ya da tersi de olabilir. Yapacağınız bir hata diğer diğer arkadaşların satışını da engelleyecektir. Olumsuz örnek de anlatayım size. Lada Samara arabalarının olduğu fabrikaya 3.5 milyon dolarlık bir ilaç ihalesine gittim. O günlerde de başbakan Tansu Çiller. İhaleye girdim. Adam benim Türk olduğumu görünce suratı asıldı birden. Üstelik benim o bölgede 45-50 tane ilacım ruhsatlı. Gücümün çok iyi olduğunu düşünerek rahat girmeme rağmen, adam benim Türk olduğumu öğrenince beni kenara çekti. Herhalde bana ayrı bir jest yapacak diye düşündüm. O dönemde, bölgede Türk ilacı olarak bir Eczacıbaşı var, bir de biz varız. Türk inşaat şirketleri çok prestijli, tekstil çok iyi satıyor. Ben de bu Türk prestijinden nasipleniyorum. Adam dedi ki “Tansu Çiller dün gazeteye bir demeç vermiş. ‘Çeçenlere atılan her kurşun bize atıldı sayarız demiş’ Bu ne demek? Senin için PKK neyse, benim için de Çeçen o dur!” “Eyvah” dedim “ihale gitti!” Öyle oldu gerçekten de. Siyasetten bağımsız olduğumuzu anlatmaya çalıştıysak da bizi ihale dışı bıraktılar. O dönemde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner gelmişti bizim Rusya’daki İşadamları Birliğini ziyarete. “Bizden ne istiyorsunuz? diye sordu. Diyojen’in sözünü söyledik: “Gölge etme başka ihsan istemem senden.” dedik. “Biz Rusya’ya gelirken devlet desteği ile gelmedik. Kendimiz geldik. Biz devletin önünde gidiyoruz. Orada söylediğiniz her söz, bizi burada etkiliyor. Biz buradan döviz gönderiyoruz Türkiye’ye. O yüzden bizim önümüzü kesecek sözler söylemeyin. Hele Rusya için hiç söylemeyin.”

Staj konusunda da benim önerim gelebiliyorlarsa okul zamanı gelsinler ya da en azından dönem arasında gelsinler. Çünkü yaz aylarında benim müşterilerimin hepsi tatildeler. Haziran sonu oldu mu bu çalıştığımız bölgelerdeki insanlar tatile çıkarlar. Biz de burada -çalışan sayısı olarak- yazın azalıyoruz tabi. Yarı kadromuz burada ama gelen stajyerler çok fazla vaka göremezler. O yüzden aktif dönemde Perşembe-Cuma ya da Pazartesi-Salı gibi haftada iki gün gelerek, derslerini de ihmal etmeden staj yaparlarsa daha iyi olur. Stajda aktif olmak çok önemli. Staj gerçek anlamda yerine getirilmeli. Hatır-gönül için imza atanlar var. Ben bir kere bunu yapmıyorum. Emek harcamayan adama olur vermem. Çocuklar buraya geliyorsa bir şey alsınlar. Biz onlara öğretmekten imtina etmiyoruz. Ben onlara bir tek şey söylüyorum: Sorarsan öğretirim. İsteyen adama öğretilir. İstemeyen adama zorla gel de sana öğreteceğim demem. Öğrencinin herkesle çalışmasını sağlıyoruz. Diyoruz ki her gün bir masadaki arkadaşın yanına otur, o ne yaptığını sana anlatsın. Yaparken de bir iki işlemi sen yap. Fatura mı kesiyor, sen de kes fatura. Yarın ne tür bir iş bulacağın belli olmaz. İşin her yönünü öğrenmeye çalışsın istiyoruz. İşe başlayacağı şirkette tek kişi olarak çalışmak zorunda kalabilir. Gümrüğü de o yapabilir, bu durumda gümrük beyannamesinin nasıl doldurulacağını bilmesi gerekir. Bir ihracat faturası, döviz faturası nasıl kesilir? KDV’li KDV’siz oranları nedir? Gümrük elemanı olmayacaksan da bunları bil. “Ben gümrük elemanı mıyım” diyor mesela. Tabii ki gümrük elemanı değilsin. Ben doktorum mesela. Ben de ihracat elemanı değilim ama hepsini biliyorum. Bırak onu, kamyonun içerisine gidiyoruz. Yükleme yapıldıktan sonra, kapılar kapanmadan resimlerini çekiyoruz. Müşteri diyor ki “Yanlış yükleme olmuş ben bunları iade ediyorum.” Ben de resimleri gösterip “Edemezsin. Benden bu mallar böyle çıktı” diyorum. O, yolda kamyonun suçu. Nakliyecinin hatası, onunla görüş. Daha ötesini söyle-

O tarihte dokuz milyar dolar inşaat sözleşmesi var elimizde arkadaşlarımızın. Bunu hangi devlet yaptı o tarihte. Türkiye eğer bugünlere geldiyse oradaki arkadaşların çabaları, oradaki ticaretle buralara geldi, o dövizlerle içerlerde sıkıntılar atlatıldı belki, yatırımlar yapıldı. O yüzden burada konuşulan her söz, hiç ummadığınız bir şekilde önünüze çıkabiliyor. Bu da benim yaşadığım olumsuz bir olaydı. Son olarak da stajla ilgili bir soru sormak istiyoruz. Staja öğrenci alacağınız zaman bu konuda eğitim almış olanlara öncelik tanıyor musunuz? Kesinlikle. Ben kendi bölümüm için söylüyorum. Biz ilaç sektörü olduğumuz için kimyagerlere, biyologlara ya da mühendislere staj hakkı tanıyoruz fabrikada. Dış ticaret departmanını ben kurdum diyebilirim. Daha önceki yapı çok hantaldı. Onu değiştirdik ve geliştirdik. Geldiğimizden beri de her sene mutlaka iki ile altı kişi arasında

83


Dışarıdan göründüğü gibi kolay olmayan bir meslek: Kabin Memurluğu

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut Yolcularla, THY’nin diğer bölümlerinde çalışanlarına nazaran daha uzun süre birebir iletişim içinde olmamızın getirdiği durumdan kaynaklanıyor bu. Dış görünümümüzden, sergilediğimiz davranışlara kadar her şey, yolcumuzun kurumumuzu olumlu ya da olumsuz algılamasında önemli rol oynuyor. Artı, kendimizi geliştirmek için yaptıklarımız ve bu yolla kendimize kattığımız değer, kuruma kattığımız değerle eş anlamlı. Bizler, zorlu bir eğitim sürecinden sonra kabin içinde görev alabiliyoruz. Hedeflenen kaliteyi artırmak da eğitimle ve eğitimlerin sürekliliğinin sağlanmasıyla mümkün oluyor.

Fotoğraf: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut Yolcular olarak bizler, onlara hostes ya da host diyoruz. Ama onlar mesleklerini tanımlarken bu iki ifadeyi de kullanmıyorlar. “Bizler kabin memuruyuz” diyorlar. Kabin memurluğu, göründüğü kadar kolay bir meslek değil. Seyahat etmek, iyi para kazanmak; pek çok ülkeyi, kültürü, insanı tanımak, insan ilişkilerini ve empatiyi geliştirmek, zorluklar karşısında pratik düşünmeyi öğrenmek, gözlem yeteneğini artırmak ve insanları daha iyi tanımak işin en güzel tarafları. Ancak bu güzellikleri yaşamak, ciddi bir disiplin ve fedakarlık gerektiriyor. 16 yıldır Türk Hava Yolları’nda kabin memuru olarak çalışan Zuhal Erdem, bizlerle zorlu eğitim sürecinin özelliklerini, mesleğin inceliklerini ve deneyimlerini paylaştı.

Nasıl bir süreçten geçtikten sonra kabin memuru olunuyor? Siz, hem kabin amiri hem de eğitmen olarak görev yapıyorsunuz. İsterseniz önce işe alım süreçlerinden bahsedelim sonra da bu süreci geçen adaylara verilen eğitimin kapsamından.

Öncelikle sizi biraz tanıyalım? Hostesliğe ne zaman başladınız? Nasıl başladınız?

yeyim mesela bir kamyon geldi. Altı tahta ve tahtaların arasında birer parmak mesafe var. Havanın yağmurlu olduğu bir sezon. Gönderdim bizim elemanları, kamyonun altına sermek için 50-60 metre naylon alsınlar diye. Muşamba serdirdim altına. Arasına karton koydurdum, bir muşamba daha serdirdim, tekerden gelen sular kutuyu bozmasın diye. Benim işim de değil bu aslında ama bunlara dikkat etmek gerekiyor. Aynı kamyonun üstünde yırtık varmış. Onu sanayiye gönderdik. Yama yaptırdık ve öyle Kazakistan’a gönderdik. Bunları yaparlarsa başarılı olurlar arkadaşlar. Yoksa ben burada oturayım, iki mail atayım, iki cevap yazayım, değil olay. Yalnızca masa başında oturup bunları yaparsanız iki gün burada kalırsınız. Üçüncü gün yerinizi koruyamazsınız. Staja gelecek olan arkadaşlar mutlaka ve mutlaka aktif dönemde gelsinler. Gelen arkadaşlar işin bir parçası olmaya çalışsınlar. Dil biliyor olsunlar çünkü onlara mail yazdırıyoruz. Gelen mesajlara cevap yazsınlar istiyoruz. Bizim ilaç işi olduğu için bir de ruhsat kısmımız var. Ruhsat kısmında Yeşim diye bir arkadaşımız var mesela. Onun işi de göndereceğimiz kutuların dizaynı. Her ülkeye ayrı dilde gidiyor. Kızcağız Rusça bilmiyor ama benim diyen Rusça bilenlerden daha iyi yanlışları buluyor; çünkü dikkatli. Kontrol ediyor kutuları. Onun için bazen arkadaşlara diyoruz ki al bu kutuyu, bununla karşılaştır. O zaman diyor ki “Ben

grafik işi mi yapacağım?” Yapacaksın tabii. Ben broşür hazırladım Rusya’dayken. Orada baktım neler gider neler olur? Çok hareketli bir iş bu. Sürekli yeni insanlarla tanışıyorsunuz. Seyahat ediyorsunuz. Her işin hakkını vermek gerekir. Arkadaşların yaptıkları işe her yönüyle özen göstermeleri gerekir. Serhat Bey, bu güzel görüşme için çok teşekkür ederiz.

84

Önceleri işe alım süreçleri uzundu, üç-dört ay sürebiliyordu. Şu anda ise iki güne indirildi diyebiliriz; çünkü İstanbul dışından başvuran adaylar için farklı tarihlerde İstanbul’a gelmek, zaman, enerji ve maddi kayıplara yol açıyordu. Bu nedenlerden dolayı, THY İnsan Kaynakları Departmanı da kabin memuru işe alım sürecini değiştirdi. Adaylar, ilan yayına verildiğinde internet üzerinden başvurabiliyorlar. Kendilerinin belirledikleri bir günde istenilen belgeleri teslim edip başvurularını yapıyorlar. Başvuru sonrasında ise hemen boy ve kilo süreci başlıyor.

1996 yılında kabin memuru olarak göreve başladım. 2001 yılında kabin amiri oldum. 2007 yılında da Uçuş Eğitim Başkanlığı’nda ek görevli eğitmen olarak görevlendirildim. 2010 yılında sorumlu kabin amiri oldum, 16 yıldır çalışıyorum. Şu anda hem uçuyorum hem de kabin memuru adaylarının ve kabin memurlarının temel emniyet ve yenileme eğitimlerinde almaları gereken derslere giriyorum.

THY’nin aradığı boy ve kilo oranı nedir? Dışarıdan bakıldığında kabin memurluğu kolaymış gibi duruyor. Uçağa biniyoruz ve uçak içinde bize yardımcı olmaya çalışan, uçuşun konforlu geçmesine katkısı olan güler yüzlü insanlar görüyoruz ama bundan çok daha fazlası var değil mi?

Boyu 160-180 cm arasında olmak. Boy-kilo arasında uygun farklılıkta olmak-ki bunun da bir formülü var. Minimum kilo için: Adayın boyu (cm) – 120. Maksimum kilo için: Adayın boyu (cm) – 98. Buna göre, diyelim ki adayın boyu 170. Minimum 50 kilo, maksimum 72 kilo olabilir.

Bizler, Türk Hava Yolları’nın birer temsilcisi olarak, uçuş görevi esnasında yolcunun güvenliğini, emniyetini ve konforunu sağlamakla sorumlu, geçerli eğitime ve sertifikaya sahip kabin ekibi üyesiyiz. Bizler, yolcularla en uzun süre bir arada olan ve yolcuya verilen hizmetin odak noktasında yer alan kabin memurları olarak, THY’nin imajına katkımızın çok fazla olduğunun bilincindeyiz.

İlk gün boy ve kilo kriterlerinden geçilirse, bilgisayarlı odalarda İngilizce, genel yetenek gibi bir takım testlere tabi tutuluyorlar. Elektronik ortamdaki bu testleri geçenler, özel bir eğitim- danışmanlık firmasının, önce birebir, ardından grup mülakatlarına katılıyorlar ve ona göre değerlendiriliyorlar.

Bir bakıma markayı temsil eden yüzler haline geliyorsunuz.

Birebir mülakat, iş görüşmelerinde alışık olduğumuz bir şey ama grup mülakatı çok yaygın değil. Grup müla-

85


katlarının amacı nedir?

kuralları dersinde işleniyor.

Prosedürleri (Normal Safety Procedures) dersimiz var. Bu derste iki gün, yerde ve uçuşta uygulanması gereken kurallarla ilgili teorik bilgi aktarıyoruz. Üçüncü gün ise şu an içinde bulunduğumuz CEET’de (Cabin Emergency Evacuation Trainer) uygulamalı çalışmalar yaptırıyoruz. Kabin memuru adaylarından ekipler seçiyoruz. Ekip dışında kalanlar yolcu olarak belirleniyor ve senaryolar eşliğinde yapılan uygulamalarda teorik bilgilerini pekiştirme imkanı buluyorlar.

Grup mülakatlarındaki amaç, ekip çalışmasına olan yatkınlığı ölçebilmek. Ortak bir amaç doğrultusunda hareket edebiliyorlar mı, birlikte bir sinerji yaratabiliyorlar mı ve birlikte bir problemi çözüme kavuşturabiliyorlar mı onu görmek. İşimizin özünde ekip çalışması olduğu için grup mülakatlarında takım ruhuna ve ekip bütünlüğüne dikkat ediliyor. O zaman adaylara belli konular veriliyor ve ortak nasıl hareket ettikleri gözlemleniyor.

Acil Durum Prosedürleri (Emergency Procedures) dersinde ise teorik konular, sınıf ortamında anlatılıyor. Ders, uygulama ve değerlendirme ağırlıklı geçtiği için çoğunlukla CEET’teyiz. Çünkü kabinde karşılaşabileceğimiz olası abnormal durumlara karşı -ses, koku, gürültü, ısı vb.- neler yapabileceğimizi öncesinde deneyerek öğrenmemiz gerekiyor. Örneğin; Fırın ya da tuvalet yangını.

Evet, genellikle uçuşta yaşanan problemlerle ilgili senaryolar veriliyor. Nasıl çözüm ürettikleri; yani bireysel mi yoksa ekip olarak mı çözüm buldukları değerlendiriliyor. İkinci günde eğitim-danışmanlık firmasının elemelerini geçenler, THY’nin İngilizce mülakatına, ardından Türkçe mülakatına davet ediliyorlar. Bu aşamaları geçenler de aynı gün psikologla görüşüyorlar. Bu bölümü de geçerlerse adaylara sağlık raporu hazırlamaları için bildirimde bulunuluyor. Böylece bütün süreç, iki gün içerisinde sonuçlanmış oluyor.

Yangınla mücadele malzemeleri (BCF, kevlar eldiven, duman başlığı… gibi) kullanılarak fırın yangını söndürme uygulaması yapılıyor. Ayrıca CEET dışında, gerçek alevlere müdahale ediliyor. Orijinal yangın söndürücüler kullanarak ve gerekli önlemleri alarak yangın söndürme çalışması yaptırıyoruz. Yangına müdahale ederken giyilmesi gereken duman başlıkları, bizi duman zehirlenmesinden koruyor ve ihtiyaç duyduğumuz oksijeni başlığın tipine göre 15-20 dakika üretebiliyor. Tüm kabin memuru adayları; fırın, tuvalet, kabin yangınına müdahale edip başarılı bir şekilde söndürüyor.

Ciddi ve yoğun bir süreç. Yoğun ve heyecanlı bir süreç. Adaylar sürecin her aşamasında internet üzerinden kendileriyle ilgili değerlendirmeleri takip edebiliyorlar ve değerlendirme sonuçlarını da yine internet üzerinden öğreniyorlar.

Kabinde duman, türbülans, basınç boşalmasına yönelik uygulamalı eğitimler veriliyor. İçinde bulunduğumuz CEET’in özelliği, tüm bu abnormal durumları ses, koku, duman, sarsıntı simülasyonlarıyla gerçeğe yakın hissettirmesi. Hazırlıklı ve hazırlıksız acil durum tahliye senaryolarını da CEET içinde gerçekleştiriyoruz. Tahliye öncesinde kabin, yolcu, uçak mutfağı (galley) ve ekip hazırlığı, PSP (Pre-selected Passenger) seçimi, ardından yolcunun başarılı bir şekilde tahliyesinin gerçekleştirilmesi çalışmalarını yapıyoruz. Biz sadece karaya tahliye yapmıyoruz. Karaya tahliyede kullanılan kaydıraklar (Escape Slide), suya tahliye de (ditching), uçak tipine göre bot (Slide Raft) olarak kullanıldığı gibi floatation device dediğimiz, yüzen araç olarak kullanılan kaydıraklar da mevcut. Suya tahliyenin devamında hayatta kalabilmek için neler yapılabileceğini kabin memurlarına havuz içinde gösteriyoruz. Suyun içinde vücut ısısının

Bu aşamaları geçtikten sonra da eğitim başlıyor. Neleri kapsıyor bu eğitim süreci? Başarılı olan adaylar, THY Uçuş Eğitim Başkanlığı’nda Temel Emniyet Eğitimi sürecine dahil oluyorlar. 35 iş günü ya da daha fazla da olabiliyor. Eğer kişisel gelişim dersleri de eklenirse eğitim süreci uzuyor. Temel Emniyet Eğitimi’ni başarıyla tamamlayan kabin memurları, bitirdiklerini belgeleyen sertifikalarını alıp uçuşlara başlayabiliyorlar. Temel Emniyet Eğitimine biz, havacılık terminolojisiyle başlıyoruz. Diğer derslerin kolaylıkla anlaşılabilmesi için terminolojinin öğrenilmesi önem arz ediyor. Ardından Kurum Kültürü dersimiz var. Tarihçemiz ve bu günlere nasıl gelindiği kronolojik olarak anlatılıyor. Organizasyon ve Sorumluluklar dersinde ise, organizasyon şeması ve yazılı kurallar aktarılıyor. Sonra Normal Güvenlik

Uçak tipi eğitimleri veriyoruz. Kabin memurları önce iki uçak tipi sertifikasıyla göreve başlıyor. Airbus 320 ve Boeing 737 sertifikalarını alıyorlar. Uçak Tipleri Eğitimi, her bir uçak tipi için üç gün sürüyor. İki gün sınıf eğitimi üçüncü gün uçak çalışması yapılıyor. Uçağa gidiliyor ve uçakta kapı açma-kapama çalışmaları, armed dediğimiz kaydırakların uçuşa hazır duruma getirilmesi, yeniden eski haline döndürülmesi (disarmed) çalışmaları yapıyoruz. Uçaktaki bütün ekipmanların yerini tanıma, kokpit, tuvaletler, mutfak, kabin memuru kontrol panelleri, duman ve tahliye sinyal sistemi, koltuk kullanımları, su sistemleri, uçak içi haberleşme gibi uçakla ilgili A’dan Z’ye tüm bilgileri bu uçak çalışmasında anlatıyoruz. Ardından Servis dersimiz var. Servis dersimiz, beş gün sürüyor. İlk gün genel olarak servis konseptini anlatıyoruz. Diğer günlerde ekonomi sınıfı (Economy Class) iç hat, ekonomi sınıfı dış hat; business class iç hat, business class dış hat servislerinin nasıl yapılacağı uygulamalı olarak anlatılıyor. Servis eğitimlerini DO&CO’da (DO&CO Hizmetleri A.Ş.) veriyoruz. DO&CO’da orijinal uçak ortamı olarak hazırlanmış uygulama alanlarında pratik yapıyor adaylar. Uçak içinde, serviste kullandığımız elektrikli cihazlar (fırın, soğutucu, su ısıtıcı, hot cup) DO&CO’daki uygulama kabinlerinde de bulunuyor. Tüm servis malzemeleri kullanılarak, servis arabaları (trolley) hazırlanıyor. Her bir kabin memuru adayı, diğer adaylara servis yapıyor. Sunum incelikleri, ekipman ve içecek tanıtımları, servis sıralamaları detaylı olarak anlatılıyor. Uygulama esnasında da eğitmenler tarafından. değerlendirmeler yapılıyor. Geniş gövdeli uçak sertifikasına sahip olunduğunda ise ayrıca daha farklı konsepti olan business class eğitimi veriyoruz.

CEET (Cabin Emergency Evacuation Trainer)

korunması için uygulanması gereken Help1 ve Huddle2 pozisyonları var. Bu pozisyonları suyun içinde herkes deniyor. Acil durum derslerinde adaylar %100 başarı göstermek zorunda. Sınavdan 100 değil de, diyelim ki 96.5 aldınız, başarılı sayılmıyorsunuz. 100 alınması gerekli . Güvenlik (Security) dersinde ise uçuş emniyetini sağlamak için kabinde güvenlik kuralları, yolcunun emniyeti, bomba prosedürü, uçak kaçırma, yine kural dışı davranan yolculara karşı bizim nasıl davranmamız gerektiği, hareket tarzlarımız ve ulusal ve uluslararası sivil havacılık kuralları hakkında bilgi veriliyor. CRM (Crew Resource Management) dersinde; iletişim, ekip çalışması, sinerji, problem çözme, karar verme, stres yönetimi, teyakkuzda olma ve rehavet konularında bilgiler aktarılıyor. Temel Emniyet Eğitimi’nde kabin memuru adaylarımız, kendi seçtikleri konularda iki kişilik gruplar halinde sunumlar hazırlıyorlar ve ertesi gün sınıftaki arkadaşlarına sunuyorlar. Tehlikeli madde kurallarını detaylı olarak anlatıyoruz adaylara. Kabine taşınabilecek olan tehlikeli maddeler, taşınamayacak olanlar, kargoda ya da kargo uçağı ile taşınması gerekenler, etiketler, tehlikeli madde sınıfları, limitler vs. Bir yolcunun ne kadar alkolle ya da yanında ne kadar sıvıyla uçağa gelebileceği, kendi oksijen tüpünü getirip getiremeyeceği gibi konular. tehlikeli madde

Diksiyon eğitimi iki gün sürüyor. Diksiyon dersinde diyafram nefesi, tonlama, vurgu, duraklama, telaffuz konuları üzerinde duruluyor ve anonslar yaptırılıyor. İlk yardım eğitimi veriliyor. İlk yardım eğitimini biraz detaylandırmamız gerekirse; Türk Hava Yolları 2006 yılından beri Sağlık Bakanlığı’ndan onaylı İlk Yardım Eğitim Merkezi olarak görev yapıyor. Kabin memurları, verilen

1- Help (Tek kişi olduğunda uygulanır. Soğuk suda vücut ısısını korumayı sağlayan bir pozisyondur. Mümkün olduğunca küçülerek suda daha az yer kaplanır. Dizler, göğse doğru çekilir ve kollarla bacaklar sarılır.) 2- Huddle (Gruplar halinde uygulanır. Suyun içinde birbirine kenetlenen kişiler, sıkı bir halka oluşturur ve hareketler en aza indirilir. Kollar bele sarılmış durumda olmalı, mümkün olduğunca vücut teması sağlanmalıdır. Amaç, vücut ısısının paylaşımının sağlanması ve moralin yüksek tutulmasıdır.)

86

87


eğitimler sonrası üç yıl geçerli ilk yardımcı sertifikasına sahip oluyorlar. Buna ek olarak beş yıl geçerli defibrilatör sertifikası da veriliyor. Kısaca defibrilatör dediğimiz cihaz aslında AED (Automated External Defibrillator) diye geçiyor. Şok cihazı diyebiliriz kısaca. Bizim şu an tüm uçaklarımıza defibrilatör cihazı yerleştirilmiş durumda, çünkü Mayıs 2004 tarihinden itibaren Federal Aviation Administration (FAA) tarafından, yolcu uçaklarında defibrilatör bulundurulması zorunlu hale getirildi.

ğerlendirme yapılıyor. Eğer değerlendirme sonucunda yetersizse ikinci bir değerlendirmeye tabi tutuluyorlar. Yine, yenileme eğitimlerinde alınan acil durum derslerinde %100 başarılı olmak gerekiyor. Eğitmenlerimizden de kısaca söz edelim. Eğitmenlerimiz, şirkette uzun yıllar geçirmiş, edindiği mesleki becerileri yeni kabin memurlarına ve görevli olan kabin memurlarına aktarmak için son derece istekli, özverili kabin amirlerinden ve yer eğitmenlerinden oluşuyor. Eğitmenlerimizin hepsi, eğiticinin eğitimini almış, çoğunluğu, İngilizce olarak gerçekleşen kursları başarıyla tamamlamış, ulusal ve uluslar arası gerekli tüm sertifikalara sahipler. Aynı zamanda kabin memurlarına verilmekte olan bu eğitimleri, zihinsel ve duygusal açıdan da desteklemek amacıyla koçluk ve mentorluk eğitimi de almış eğitmenlerimiz görev yapıyor. Uygulamalı eğitimlerde iki eğitmen görev alıyoruz. Teorik derslerde tek eğitmen oluyor.

Grooming dediğimiz ve yine iki gün süren bir dersimiz var. İçeriğinde nasıl makyaj yapılması gerektiği, zarafet konuları, kişisel imaj, giyim, renk uyumları bir bütün olarak ele alınıyor. Grooming eğitimlerini özel bir firmadan alıyoruz. Kişisel gelişim dersleri; zor insanlarla başa çıkma, beden dili, empati, zaman yönetimi, stres yönetimi, liderlik gibi dersler de Temel Emniyet Eğitimi’nde verilebiliyor. Yolcuyla kurulan iletişimi daha ileri taşımak için, SKY Stars olarak adlandırdığımız bir eğitim programı başlattık.

Eğitimlerde kaç kişi oluyor genellikle? İdeal bir sayı var mı?

Skytrax3 değerlendirmeleri doğrultusunda beş yıldızı alma yolunda tüm kabin memurlarına sahip oldukları özellikleri ortaya çıkarmalarına destek olacak bu eğitim programında, yolcuyla iletişim teknikleri üzerinde duruluyor. Yolcuyla iletişim kurarken neleri, nasıl söyleyebileceğimiz, iyileştirilmesi gereken yönlerimiz, nasıl fark yaratabileceğimiz üzerinde duruluyor. Buradaki amacımız, tüm kabin memurlarının aynı tavrı ve yaklaşımı sergiliyor olmasını sağlamak. Bir problem yaşandığında yolcuya aynı cümlelerle hitap edebilmemiz, aynı dili konuşmamız ve aynı mesajı verebilmemiz, THY markasını bir adım daha öne taşıyacaktır. Yenileme eğitimlerini biraz açabilir misiniz?

Sınıf sayımız yirmi kişi oluyor. Hem temel eğitimlerde hem de yenileme eğitimlerinde 20 kişiyi geçmiyoruz. Kariyer olanaklarınız nedir? Kariyer gelişiminiz nasıl oluyor? Görev süresi içinde tüm kabin memurlarına kariyer olanağı sağlanıyor. İlk başta dar gövdeli uçaklarda uçmak için sertifikaya sahip oluyorsunuz. Belirli bir süre çalıştıktan sonra geniş gövdeli uçak sertifikasına sahip oluyorsunuz. Bu sertifikayla ER (Extended Range) dediğimiz kıtalararası, okyanus aşırı uçuşlarda görev alabiliyorsunuz.

Her kabin memuru 12 ayda bir üç gün süren yenileme eğitimleri alıyor. Önceleri yenileme eğitimleri beş gün sürüyordu. Şimdi ise elektronik öğrenme (e-learning) olarak adlandırılan bir eğitim modelimiz var. Bu eğitim modeli, zamandan tasarruf etmemize yardımcı oluyor. Alınması zorunlu olan derslerin önemli bir kısmı, uzaktan eğitim yoluyla tamamlanabiliyor. Uzaktan eğitim modüllerini tamamlayan kabin memurları, yenileme eğitimlerinde yine, görsel ve uygulamalı çalışmalarla bilgilerini tazeliyorlar. Her eğitim tipinin sonunda de-

Yani “ben hosteslik eğitimini aldım her yere gidebilirim” olmuyor? İlk aşamada olmuyor. Dar gövdeli uçaklarda başlıyoruz, tecrübe kazandıktan sonra geniş gövdeli uçaklara geçiş yapıyoruz. Bu geçişte ayrı bir değerlendirme mi yapılıyor yoksa sadece süre mi baz alınıyor?

Ve bir de eğitmen olabiliyorsunuz?.

için, her uçuş sonrası performans değerlendirme formları dolduruyor. Uçuş sonrası yapılan değerlendirmelerle o kabin memurunun her üç aylık bazda performans grafiği ortaya çıkıyor. Ayrıca kabin amiri teşekkürleri, yolcu teşekkürleri, kaptan teşekkürlerine ve işe devam durumuna bakılıyor. Yani terfi almak, ilerlemek sadece şirkette geçirilen süreyle orantılı değil. Kabin memurları değerlendirilirken tüm bunlar göz önünde bulunduruluyor ve değerlendiriliyor. Bir üst tipe terfi edilirken karnesine bakılıyor. Değerlendirme sonrasında geniş gövdeli uçak tipi sertifikası alınabiliyor. Geniş gövdeli uçak eğitimleri, Boeing 777 ve Airbus 330/340 üç gün sürüyor. Yine, iki gün teorik dersler anlatılıyor. Üçüncü gün uçak çalışmasına gidiliyor. Uçakla ilgili tüm bilgiler uçağın içinde anlatılıyor. Ardından bir kez alıştırma uçuşu yapılıyor ve göreve başlanıyor.

Aslında şöyle, ek görevli olarak başka görevler alabiliyoruz. Ben ek görevli olarak eğitmenlik yapıyorum. Benim asıl bağlı olduğum yer, Kabin Hizmetleri Başkanlığı ve ben uçucu personelim. Ek görevli, Kalite Güvence Başkanlığı’na bağlı denetçi, şef ya da müdür olarak çalışan arkadaşlarımız da var. Kabin Hizmetleri Başkanlığı’nda kontrol kabin amiri, şef ya da müdür olarak çalışılabiliyor. Ek görev almak arzu edilen bir durum ama hepimiz aslında uçucu personeliz. Asıl görevimiz uçmak. Uçmak için bir yaş sınırı var mı? Uçmak için 18-20 yaş alt sınır. Terfide yaş sınırı yok. Üst sınır ise 45 yaş olarak belirlenmiş.

Bu aşamadan sonra kabin memuru olarak görev yapanlar -burada tam süre veremeyiz ama en az iki yıl sonrakabin amirliği eğitimlerine planlanıyorlar ve eğitim sonunda başarılı olan kabin memuru, kabin amirliğine terfi edebiliyor. Amirliğe terfi sürecinde ‘kontrol uçuşu’ adı verilen uçuşlar gerçekleşiyor. Kontrol uçuşlarında, kontrol kabin amirleri görev alıyor. Uçakta, o uçuş süresince brifingten başlayarak uçuş sonuna kadar her aşamada kabin amiri adayı değerlendiriliyor. Başarılı bulunursa o uçakta amir olarak çalışması uygun görülüyor. Kabin amiri olduktan sonra da yine ‘hat kontrolleri’ dediğimiz kontroller var. Bu kontrollerde, kontrol kabin amirleri, uçağınıza kontrole gelebiliyor. Yanımızda taşınması gereken evrağa bakıyorlar, uçuşta ekibini, gözlemliyorlar, anonsları dinleyip, servisi kontrol ederek tüm uçuşu değerlendiriyorlar ve Kabin Hizmetleri Başkanlığı’na bildirimde bulunuyorlar.

Sektör çok hızlı bir şekilde büyüyor ve yoğun bir rekabet yaşanıyor. Bu rekabet içinde kendi konumunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sektör gerçekten de çok hızlı büyüyor. Türk Hava Yolları da öyle. THY, ülkemizde lider, yurtdışında pek çok kurumun takdirini kazanmış ve bunu ödüllerle taçlandırmış bir havayolu şirketi. Şirketler, artan talebi karşılamak için filolarını genişletiyor ve buna bağlı olarak da yetkin personel ihtiyacı da artıyor. Hizmetin kaynağında insan olduğu için, mükemmel hizmet anlayışını benimseyerek yolcu beklentilerini karşılamada üstün performans gösteren kabin memurları, rekabette çok önemli bir avantaj sağlıyor. Bu bağlamda kabin memurları kendini geliştirmede istekli olmalılar. Yalnızca acil durum prosedürleri, uçak tipleriyle ilgili teknik konularda bilgi sahibi olmalarıi değil, sivil havacılık ve hizmet sektörünü ilgilendiren diğer konularda da bilgi sahibi olmaları, iletişimi etkin olarak kullanabilmeleri, iyi derecede yabancı dile sahip olmaları, özveriyle çalışmaları, ekip olma bilincinin farkında olmaları, stresi ve zamanı en uygun şekilde yönetebilmeleri ve çözüm odaklı olmaları şirketleri, yolcu memnuniyeti açısından üst sıralara taşıyacaktır. Başarılı kabin memuru sayısı ne kadar yüksek olursa, yeni başlayan kabin memurları kendi eksiklerini görüp kendilerini geliştirmek için daha fazla çaba göstereceklerdir. Bu da kurumu daha ileriye taşımaya yardımcı olacaktır.

Kabin amirliğinden sonra ihtiyaca göre, sorumlu kabin amiri olunuyor. Sorumlu kabin amiri, geniş gövdeli uçaklarda tüm uçağın amiri olarak görev yapan kişidir. Purser diye de duyabilirsiniz ama, aslında ikisi de aynı kavramı karşılıyor. Minimum 14-15 yılını doldurmuş kabin amirleri, sorumlu kabin amiri olabiliyor. Geniş gövdeli uçaklarda üç amirle uçuyoruz: Sorumlu kabin amiri Economy Class ve Business Class olmak üzere iki bölüm amiri. Dar gövdeli uçaklarımızda tek bir amir ve memurları var. Sorumlu kabin amirliği en son gelebileceğiniz nokta mı?

Süre baz alındığı gibi burada kabin memurunun performansı da önemli. Kabin amirleri, her bir kabin memuru

3- Skytrax (Her yıl havayollarını anket yöntemiyle değerlendirerek, çeşitli konularda havacılık Oscar’ı adı verilen ödülleri almaya hak kazanan havayollarını belirler)

88

Sektörünüzdeki, uçaklardaki teknolojik gelişmeler sizi nasıl etkiliyor?

Evet, şu an için.

89


Teknoloji artık hayatımızın her aşamasında bizimle iç içe oluyor. Yeni gelen uçaklarda, cihazların kontrol panellerine yeni özellikler eklenmiş olsa da sistemin temel özellikleri değişmiyor. Tamamen yeni bir teknoloji geldiğinde, eğitimini alıyoruz. Örneğin; uçaklarımızda IFE (In Flight Entertainment) dediğimiz kabin içi eğlence sistemlerimiz yer almaktadır. Geniş gövdeli uçaklarımızda kablosuz internet bağlantısı da mevcut. Yolcular uçaklarda kendi iPhone’larını, kişisel mobil cihazlarını kullanarak internete bağlanabiliyorlar. Birçok haber kanalını canlı olarak izleyebiliyorlar. Bu noktada kabin memurlarına IFE ile ilgili gerek temel eğitimde gerekse kabin amirliği eğitiminde sistemin nasıl kullanılacağı anlatılarak, yolcuların ihtiyaçlarına cevap verebilmek için birebir uygulama yaptırılmaktadır.

şik kültürleri yerinde izleyebiliyoruz, Aynı gün içerisinde hem yazı, hem kışı yaşayabiliyoruz. Monotonluktan son derece uzak olması ve içinde var olan dinamizm bizim mesleğimize dört elle sarılmamızı sağlıyor. Daha çok sevdiğiniz taraflar var, sevmediğiniz taraf yok gibi görünüyor. Sevmediğim demeyelim de zor bulabildiğimiz tarafları olabiliyor. Mesela bir ya da birkaç gün sevdiklerinizden uzak kalıyorsunuz, onları göremiyorsunuz. Evdeki planlar çoğunlukla uçuş programına göre ayarlanıyor. Evden uzak kaldığımız sürelerde anne, baba, eş gibi sosyal rollerin sorumlulukların yeteri kadar yerine getirmiyormuşuz duygusu yaşıyoruz. Uzun uçuşlar sonrası jet lag yaşıyoruz. Sürekli zamana karşı yarışıyoruz.

Peki kabin memurlarının en çok karşılaştıkları zorluklar neler? Zor müşteri bunlardan bir tanesi olsa gerek.

nun kabin memurlarına olan güveni artıyor. Güven arttığında da daha rahat ve keyifli bir uçuş gerçekleştirmiş oluyoruz. Bizler kabinde her şeyden önce yolcularla empati kurabilmeliyiz. Etkin dinleme yapmamız gerekiyor. Yolcuyu kesinlikle sonuna kadar dinlemeliyiz. Beden dilimiz, mimiklerimiz, jestlerimiz, ses tonumuz, bilgimiz… Bilgi çok önemli. Kabin memurlarının her konuda bilgili olması gerekiyor.

bitirmiş, artı iki dil bilen kabin memurları işe alınacak. Şu anda bile, mesleki eğitim ve lisans eğitimi görmüş kişiler, daha ağırlıklı THY’de çalışan kabin memurları arasında. Şu anda toplam 5679 kabin memuru görev yapıyor. Bunlardan 941’i lise mezunu, 2658’i yüksekokul mezunu, 1435’i ise üniversite mezunu. 467 kişi yüksek lisans, 178 kişi ise doktora yapıyor. Kabin hizmetleri alanında eğitim veren okulların sayısı ve bu okullarda eğitim alanların sayısı arttıkça, tabi işe alım kriterlerinde de bu ön plana çıkmaya başlayacak.

Farklı kültürden insanlarla hep bir aradayız. Sadece farklı kültürden yolcu değil, artık yabancı kaptan pilotlarımız var. Farklı kültürden uçuş ekibi üyeleriyle de bir aradayız. Bu noktada farklı kültürlere uyum sağlama, onları anlama, bu noktada önem kazanabiliyor. Aidiyet duygumuzun yüksek olması gerekiyor. Uçaktaki her şeyi kendi malımızmış gibi kullanıyoruz bizler. Uçağı evimiz gibi, yolcuları misafir gibi görüyoruz

Şu anda bile yüksekokul mezunlarının sayısı oldukça yüksek. Peki THY’nin kabin memuru seçim kriterleri neler? Seçim kriterleri insan kaynakları tarafından belirleniyor. Daha önce bahsettiğimiz boy ve kilo kriterleri var. En az lise ve dengi okul mezunu olmak gerekiyor. İngilizce bilme şartı var. İkinci dil tercih sebebi. Söyleyeceklerim bu kadar.

Mesleğinize özgü meslek hastalıkları var mı?

Doğru, zor yolcular olabiliyor ama biz uçakta karşılaştığımız zor yolcuları ya da olayları sorun olarak görmüyoruz. Biz, yolcularımızı evimize gelen misafirler olarak görüyoruz. Bizim kültürümüzden kaynaklanan misafirperverlik, güler yüzlülük, yardım severlik gibi meziyetlerimizi birleştirerek onların yolculuğunun keyifli ve konforlu hale dönüşmesini sağlıyoruz.

Aslında böyle bir durum yok diyebiliriz. Ancak günlük hayatta bel mekaniğine uygun olmayan yanlış hareketlerden, kötü duruştan veya ağır kaldırmaktan, servis arabalarını itmekten kaynaklanan bel ağrıları yaşanabiliyor. Fakat bu, bir meslek hastalığı olarak görülemez. Zaten birçok meslek mensubu bunları yaşıyor. Bulaşıcı hastalıkların sık ve yaygın olduğu Afrika gibi yerlere giderken aşılarımızın yapılması gerekiyor. Sarı humma, menenjit gibi aşıların tarihlerinin güncel olmasından kabin memurları sorumludur. Bulaşıcı hastalıklara karşı bizim kendi önlemimizi almamız gerekiyor. Gittiğimiz yerlerde beslenmemize, içtiğimiz sulara, yediklerimize dikkat etmemiz gerekiyor. Uçuş süresince nem kaybı olduğu için su tüketimine önem vermemiz gerekiyor.

Yolcuya olumlu ve güzel bir yaklaşım bu. Hiç, sorun olarak nitelendirebileceğiniz bir şey yok mu? Hayır, sorun olarak nitelendirebileceğim bir şey yok. Ben, her problemin çözümü olduğuna inandığım ve ekibime de bu durumu yansıttığım için sorunsuz, keyifli uçuşlar yaşıyoruz.

Bir de kabin memurlarının kişisel gelişime açık olması gerekiyor. Kendini sürekli geliştirmesi gerekiyor. Kendimden örnek verebilirim. Ben üniversiteyi kabin memuru olarak çalışırken bitirdim. Kamu yönetimi okudum. Ardından insan kaynakları yönetimi alanında yüksek lisans yaptım. Sonrasında, çocuklarım olduktan sonra İngilizce-Türkçe Çevirmenlik Programı’nı bitirdim. Şimdi ise doktora bilim sınavına hazırlanıyorum. Amacım doktora yapmak. Çünkü benim kendime kattığım değerle, şirkete kattığım değerin doğru orantılı olduğunu biliyorum. Ben kendimi ne kadar geliştirirsem, şirketime de o kadar değer katabilirim. Kabin memurlarının öğrenmeye istekli olması gerekiyor. Dürüst olmaları gerekiyor, sabırlı olmaları, inisiyatif kullanabilmeleri gerekiyor. Problemleri önceden görebilmeleri ve doğru zamanda doğru kararlar verebilmeleri çok önemli.

Çok teşekkür ederim Akademi Beykoz’a vakit ayırdığınız için.

Bir kabin memuru ne gibi kişisel özelliklere sahip olmalı? Mesleğinizin en sevdiğiniz, sevmediğiniz tarafları; avantajları ve dezavantajları neler?

Yukarıda değindiğim özelliklerin hepsi olmalı ama her şeyden önce kabin memurunun işini sevmesi gerekiyor. Sevmeden yapılabilecek bir iş değil kabin memurluğu. Disiplinli olmak çok önemli. Bu iş, başlı başına bir disiplin işi, çünkü fark yaratan hizmet, ancak disiplinle, ekip çalışmasıyla, ekip koordinasyonuyla sağlanabiliyor. Bizim o uçakta yolcuya farklı olduğumuzu hissettirebilmemiz, iletebilmemiz, ekip çalışmasına ve aramızdaki sinerjiye bağlı. Karşılıklı dayanışma ruhu ve işbirliği içinde hareket edilmesi, biz kabin memurlarının motivasyonunu da arttırıyor, daha verimli çalışmamıza neden oluyor. Aramızda oluşan bu sinerji yolcuya da yansıyor. Ekip olarak benzer davranışlar sergilendiğinde de yolcu-

Aslında kabin memurluğu sevilmeden yapılacak bir iş değil. Kabin memurluğu, pek çok mesleği aynı anda içinde barındırıyor. Bizler uçuşta hastalanan yolcularımız için ilk yardımcı, yolcuların emniyetini sağlayan güvenlik görevlileri, çocuk veya yaşlı yolcularımız için refakatçi, uçuştan korkan yolcularımız için psikolog, bayrağını taşıdığımız ülkenin tanıtımında kültür elçisi, servis görevlisi, gerektiğinde itfaiyeci, halkla ilişkiler uzmanı, teknisyen, hatta spiker bile olabiliyoruz. Birçok farklı ülke ve kültürden olan yolcularımızla iletişim kurabilme imkanına sahibiz. Artı, o ortamı soluyarak deği-

90

Mesleğin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Belki sektör büyüdüğü için talep daha fazla olabilir ve üniversitelerde bu mesleğin eğitimi ön plana çıkabilir. Sektör büyüdüğü için kabin memuru sayısı da artıyor. Sadece THY olarak düşünmeyelim. Özel hava yolları da var. Onlar da her geçen gün filolarını büyütüyorlar ve kabin memuru ihtiyaçları artıyor. Sayı olarak sürekli artıyoruz. Hem sayı olarak artıyoruz hem de üniversiteler de Sivil havacılık ve Kabin Hizmetleri bölümleri açılıyor. Bizlere şimdi, donanımlı kabin memurları katılacak. Açılan bu bölümler, adaylarda aranılan kriterleri daha üst seviyelere çıkaracak. Bugün asgari lise mezunu olma şartı aranıyor ama bundan bir beş yıl sonra üniversite

91


Komik İsim, Ciddi Sandviç: Schlotzsky’s

Röportaj: Sevil Bektaş Fotoğraf: Schlotzskys Arşivi aliyetine başlamıştır. Şuan tüm dünyada 300’den fazla restoranı bulunmaktadır. 1997 yılında master franchise anlaşması ile Türkiye’de faaliyetine başlamıştır. Markanızın isim hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Schlotzsky’s’nin diğer fast food restoranlarından farkı nedir? Schlotzskys ismi kurucuları Don ve Dolores Dismann çiftinin ilk restoranlarını açarken düşünüp karar verdikleri bir isim. Uzun yıllar ‘Komik İsim Ciddi Sandviç’ sloganı bu koydukları isimle beraber kullanıldı. Schlotzskys öncelikle geniş bir menüye sahip Kafe-Restoran konseptini uygulamaktadır. Bu konsept bizi diğer restoranlarla ayrıştıran en önemli özellik. Yiyecek ve içecek sektöründe lojistik süreçleri nasıl işliyor? Schlotzsky’s olarak lojistik yönetimini nasıl yürütüyorsunuz?

Kentleşme, çalışma saatlerinin uzunluğu, insanların hayat standartlarının değişmesiyle beraber bu etkenler toplumumuzun kültürüyle birlikte yaşama biçimimize yansımakta ve özellikle de yemek alışkanlıklarımızı değiştirmektedir. Fast food dediğimiz hızlı ve çabuk yemek yeme alışkanlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’nin de yeme-içme kültürüne yerleşmiştir. Son yıllarda sağlıklı yaşama verilen önemin artması, fast food pazarındaki oyuncuları yeni arayışlara yöneltti. Sebze çeşitleri ve taze ekmekler ekleyerek ayakta durmaya çalışan fast food zincirleri, organik ürünlere karşı pazardaki yerini korumaya çalışıyor.

Lojistik bizim sektörümüzün en önemli unsurlarından birisi. Son 10 yılda lojistikte çok önemli gelişmeler kaydedildi. Biz tek bir taşeron firma kullanarak, tüm Türkiye’ye dağıtım yapabiliyoruz. Bu süreçte sırasıyla üreticiler tek noktaya teslim yapıyor, lojistik firması minimum stokla uygun depolama yapıyor ve tek araçla her noktaya uygun saklama koşullarına göre lojistik sağlıyor. Gıda Depolama maliyetleri hakkında ne söyleyebilirsiniz? Lojistik ve depolama maliyetleri yer seçiminizi etkiliyor mu?

Son yıllarda yeme-içme dünyasında, ne fast food ne restoran diyebileceğimiz yeni bir konsept konuşuluyor. Bu akımın en başarılı temsilcisini de 1997 yılında Türkiye pazarına giren Schlotzskys oluşturuyor. Her gün taze özel ekmeklerle hazırlanmış sağlıklı ve bir o kadar da hızlı olan sandviç devi Schlotzskys’nin, başarısını, yapılanmalarını ve fast food pazarının yeni bir segmentini oluşturan farklı konseptlerini genel müdürleri Özkan Mutlugil ile konuştuk.

Gıda depolama maliyetleri genelde lojistik maliyetlerinin çok altında kalıyor. Uygun stok devir hızları yakalandığında depolama maliyetleri, bizim sektörümüzde yer seçimini, ürün grubuna bağlı olarak genelde etkilemiyor. Fakat lojistik maliyeti yer seçiminde çok önemli bir yer tutuyor. Karadeniz, doğu ve güneydoğu bölgelerine yapılan lojistikte, yakıt fiyatlarının etkisi çok yoğun olarak hissediliyor.

Özkan Bey bize, Schlotzsky’s markasının tarihçesinden ve Türkiye’ye gelişi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Gıda sektöründe, sizin gibi franchising yapıya sahip işletmelerin yaşadığı zorluklar ve avantajlar nelerdir? Burada öncelikle franchise sisteminin kesinlikle diğer sistemlere göre avantajlı olduğunu söyleyebilirim. Sis-

Schlotzskys, 1971 yılında ABD Austin-Texas’ta bir restoran ve menüsünde sadece bir çeşit sandviç sunarak fa-

92

tem eğer doğru ise, standartları her yere kolayca adapte olmakta ve franchise alan için yeni bir iş fırsatı oluşturmaktadır. Yaşanan zorluklara gelince, franchise alanın işi finanse etmesi için gereken finansal araçların ülkemizde henüz yeterli olmaması ve yüksek faiz sorununu söyleyebiliriz.

tihdam sağlıyoruz. Bu sektörde çalışacak kişilerin ne gibi niteliklere sahip olması gerekir? Schlotzskys’nin işe alım sürecinden ve aranan kriterler nelerdir? Hizmet sektörü zor ama bir o kadarda zevkli bir sektör. Bu sektörü seçen kişilerin sabırlı ve müşteri odaklı olması gerekiyor. Biz genelde kadrolarımızı restoran işletmelerimizden yükselterek oluşturuyoruz. İhtisas gerektiren ve dış alım gerektiren pozisyonlar için, hizmet sektörü tecrübesi arıyoruz.

Türkiye’deki işletme sektörünün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Schlotzskys’nin pazardaki konumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ülke olarak işletme sektöründe çok önemli aşamalar kaydettik. Rekabet ortamı sektörü çok geliştirdi. Ben artık Türkiye işletme sektörünün bazı konularda Avrupa’dan ileride olduğunu düşünüyorum. Schlotzskys markası, fast food ile restoranlar arasında bir yerde. Çabuk servis kafe-restoran konseptinin uygulandığı bir yer diyebilirim. Bu durumda yaygınlaşması fast food zincirleri kadar kolay değil. Ama ara bir segment olarak pazardan pay alıyor.

İşletmeniz, Meslek Yüksekokulu mezunlarına iş imkanı tanıyor mu? İşletme fakülteleri dışında hangi bölümlerden mezun tercih ediyorsunuz? Evet sağlıyoruz. Yüksekokul, fakülte ve ihtisas konuları önemli olmakla beraber biz adayların eğer varsa iş tecrübelerini de değerlendiriyoruz. Bizim konumuzla ilgili bir fakülte ve tecrübe çalışan açısından da bir avantaj olabiliyor. Okulunuzun ihtisas programlarının bizim sektörümüze ve yan sektörlerine birçok yetişkin eleman sağlayabileceğini düşünüyorum.

Schlotzsky’s bildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk sandviç restoran zinciri… Başarı hikayenizi ve konumlandırmanızı anlatabilir misiniz?

Türkiye genelinde 8 noktada hizmet vermektesiniz. Temkinli adımlarla ve franchising sistemiyle büyüyen bir işletme olarak, Schlotzsky’s’nin gelecek planlaması hakkında bilgi verebilir misiniz?

İlk demek çok doğru olmaz aynı dönemde başlayan bir kaç sandviç zinciri daha vardı. Bu markaların bir kısmı faaliyetini durdurdu, bir kısmı ise devam ediyor. Bizim konseptimiz özel ekmeği ile fark yaratan ve sıcak servis edilen özel sandviçler ile sektöre başlangıç yaptı. Bugüne kadar konseptimiz ve menümüz gelişerek Schlotzskys, günün her saati uğranılacak bir mekana dönüştü.

Schlotzskys tüm dünyada franchise sistemiyle büyüyen bir konsept. 2012 yılına ait ekonomik tahminler biraz karamsar olmasına rağmen, uygun lokasyonlar bulduğumuzda hizmet verdiğimiz nokta sayısını artırmak istiyoruz. 2012 yılına ait büyüme hedefimiz % 20.

Bir işletme olarak kurumsal yapınız ve yönetiminizden bahseder misiniz?

Son olarak, eklemek ve söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben şirketimizde genel müdür olarak görev yapıyorum. Merkez ofis ekibimizde, genel müdür yardımcısı, operasyon, pazarlama, satın alma ve finans bölümleri bulunmaktadır. Tüm sistem olarak yaklaşık 140 kişilik is-

Tüm Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu ailesine başarılar diliyorum.

93


Ege Bölgesi’nin İlk Özel Konteyner Limanı: Nemport

Röportaj: Alptekin Özgün – Erkan Benek

özel konteynır olarak dan resmi açılışımızı da 26 şubat 2010 yılında yaptık. Burada geniş bir katılımla işin medya boyutunda şu an için yedi ayrı kumpanyaya hizmet veriyoruz. Ayda sefer sayımız 42 ile 45 arasında değişiyor; genel kargo tanker RORO bazında gemi kabul etme imkanımız olmuyor. Çünkü konteynır trafiğimiz yoğun. Konteynır gemilerinin süre ve operasyon el değeri daha yüksek ticari değeri daha yüksek olduğu için iskelenin bir kısmını su çekimi daha derin olan yani draftı daha fazla olan gemileri kabul etmemiz için tarama işlemini de yapıyoruz aynı zamanda. O zaman tarama işlemi bittiğinde iskelemizin su derinliği 15 metreye ulaşmış olacak. O zaman okyanus aşımı gemileri de kabul edebileceğiz özellikle uzak doğu gemilerini. Bunun dışında limanda ihraç edilecek dolumlar yapılıyor. Günlük talep halinde açık yük olarak geliyor konteynır içine doluyor ihraç edilmek üzere kaldırılıyor. İthal edileceklerin yükleri kaldırılıyor veya gümrük işlemlerine göre firmaların fabrikalarına gidiyor. Liman olarak ekonomiye büyük bir katkımız var. 2011 yılında 511 gemi uğraya gelmiş; bu iyi bir rakam ve bu gelen gemilerinin kumanya, su geliş gidişleri gibi ekstra talepleri oluyor; bunları da para değeri olarak görürsek, ayrıca armatörler de tekne bazında para kazandıklarını görüyoruz, ekonomik girdiler önemli. Batı da kriz yaşanırken biz huzurluyuz büyük bir hizmeti başarmaya çalışıyoruz. Burada kadromuzda genç idealist arkadaşlar yetiştiriyoruz. Biz deneyimlerimizi gençlere aktarmalıyız ki bu sektör gelişsin, çünkü onlarda bunları aktaracaklar.

Fotoğraf: Alptekin Özgün – Erkan Benek

Nemport’un Operasyon ve Planlama Şefi Hürmen Suluvmen

Aliağa ilçesinde hizmet veren Nemport, Ege Bölgesi’nin ilk özel konteyner limanı olma özelliğini taşıyor. 2010 yılında gerçekleştirdiği 140 bin TEU’luk kapasiteyi, 2011 yılının ilk 7 ayında geçmeyi başaran ve Msc, Cma Cgm, Borchard, Container Ships, Hapag Lloyd, Admiral Lines, Arkas Line, Arkas Kabotaj Line gibi uluslararası firmaların tercih ettiği Nemport’un Operasyon ve Planlama Şefi Hürmen Suluvmen ile söyleştik.

Nemport 3300 m2 alan üzerine kurulu uluslararası standartlardaki Nemport A tipi Gümrüklü Genel Antrepo, Ekim 2010 tarihinden bu yana ithalat ve ihracatçılara hizmet veriyor bunun faydaları nelerdir?

Nemport Ege Bölgesinin ilk özel konteyner limanı. Öncelikli olarak bize işletmenizden bahseder misiniz? Nemport Sayın Heris ailesinin, Akdeniz kimyanın sahipleri ikinci bir ülke tanımıdır. Kimya sektöründen farklı olarak deniz alanındaki denizcilik hizmetlerine ayrılmış olarak kuruldu; yaklaşık sekiz on sene önce. Ben 1 temmuz 2009 yılında başladım göreve, limanı işletme bakımından alt yapısını kurduk arkadaşlarla. Daha sonra makine parkını genişletmeye başladık; 3 tane MHC, ilerleyen süreçte de 5 tane artıcı katıldı ilk etap da dört tane dolum makinesi bir boş konteynır yerleştirme makinesi daha sonra da iki tane EAC asansörlü tabir ettiğimiz boş makineleri geldi. Sekiz tane çekici dediğimiz konteynırlarımızın saha alanında kullandığımız makinelerimiz geldi. İlk gemi kabulünü 9 ekim 2009’da yaptık daha sonra İzmir’den talep gelen acenteler üzerine ticari anlaşma yapılarak da konteynır gemilerinin kabulü artan potansiyelle devam etti. 2011 yılında 256 bin konteynır yerleştirdik ve Türkiye’de dikkat çeken bir şey oldu bu;

Antrepo biliyorsunuz bir genel antrepo birde geçici olmak üzere ikiye ayrılıyor. Genel antrepolara hemen hemen her yükü kabul edebiliyorsunuz; geçici antrepolara kısmi yük de kabul edebiliyorsunuz. Şimdi bunların tercih nedeni kara nakliyatı dışında denizcilik de limanlarda antrepoculuk pek yok. İstanbul tarafında var da, İzmir tarafı zayıf bu konuda. İzmir limanında genel antrepolar var, işleyişleri zayıf atıl kalıyor. Özel antrepoculuğa bir takım esneklikler sağlıyor ama bu kanun yönünden değil, işin hizmet yönünden. Kanun her yerde kanun. Daha kaliteli hizmet verebiliyorsunuz, makine parkınız ona göre müşteri beklemiyor, işlemleri minimum bürokrasiye indirilmiş durumda yani sabah işlemini tamamlayan bir şahıs öğlene kadar aracını getirmiş teslim edebiliyorsanız ona malını öğlene kadar verebiliyorsanız zaman kazanıyorsunuz. Devlet limanlarında bu bir günü alabi-

94

200 bin ton demir cevheri gönderecek, dökme geminin maliyeti yüksek çıkıyor. O zaman Ne yapıyor? İşte 20 konteynır, 50 konteynır olarak yüklüyor ve tercih kolaylığı oluyor. Bir de konteynır trafiği dünyada her türlü limana varabiliyor. Her tarafa hatların seferleri var. Bu dünyanın en uzak noktasına konteynır yükleyin; aktarma dahil olmak üzere 2 ayda falan gider. Diğer türlü diyelim Brezilya’ya firkete göndereceğiz 50 ton. Bunu gemiyle göndermek mümkün değil, 100 ton 200 ton gönder, oraya kırk ambar taşıyan bir şilep bulamazsınız. Dolayısıyla konteynırla göndereceksiniz, hem navlun hem malın korunması değer olarak da. Konteynır bu şekilde dünya ticaretinde yükselen trendlerinde yer aldı. Biz de nasibini aldık; Türkiye biliyorsunuz Ortadoğu ile Batı arasında bir geçiş. Artan ticaret hacmi orta noktada doğu ile batı arasındaki ilişkilerde transit ülke konumunda olduğu için etkiledi bizi. Hatların cazibesi Uzak Doğu hatlarımız yükselince sektör bazında armatörlerin daha fazla uğrak yapmasına sebep oldu mesela. Türkiye bize gelen mallarda Mısır, Malta, İtalya aktarmalı, Fransa aktarmalı, Yunanistan aktarmalı birçok gemi gelip gidiyor mesela. Uzak Doğu’ya giden gemiler Mısır’da aktarılıyor. Akdeniz’de yüklerini topluyorlar, Uzak Doğu ülkelerini götürüyor. Yarın öbür gün Anadolu’dan alacağız İstanbul bölgesinden Adapazarı’ndan, Kocaeli’nden de sarkmalar olabilir, Çandarlı bölgemize taşımacılığı aynı zamanda ülke ekonomisine artı değer getirdi. Dökme gemilerin uğrak oldukları limanlardan daha fazla para bıraktı. Dökme gemilerinin bıraktığı paraların daha fazlasını konteynır gemileri bırakıyor. Dökme gemiler de tonaj x ücret düşük miktarda kalırken, konteynırda konteynır x miktarlar yükseliyor. Bu ülkemize katkı hem devletimize vergi olarak hem çalışanlarımıza daha fazla ücreti olan o yüzden günden güne daha fazla artı olan trendle konteynır yükselmeye devam edecek.

liyor yani özel limanlarda operasyonel ve hizmet kalitesi daha yüksek. Bizim antrepomuz yaklaşık 60 tane konteynır yükümüz var, bu tavan bazında. Bunu bir de raf bazında yükseklik olarak düşünün, her tarafın dolu olması lazım ki para kazanabilesiniz. Çünkü tarifedeki rakamlar düşük rakamlar yani 5 ton 10 ton yükün size kazandıracağı para üç beş dolar o parayla o tesisin döndürülmesi zor; iyi planlama yapılması gerekiyor. İthal yüklerin antrepoya uğramaları sağlanmalı o önemli iyi bir pazarlama ayağı. Çeşitlilik önemli mal bakımından mümkün olduğu kadar hafif olan raf çeşitleri para kazandıracak olanlar ama dediğim gibi daha emekle aşamasında önümüzdeki üç beş sene içinde daha avantajlı konuma geleceğini düşünüyorum. Nemport Türkiye’nin En Çevreci Limanı Türkiye’nin en çevreci limanısınız bu konudaki çalışmalarınızdan ve projelerinizden söz eder misiniz? Günü şartlarına göre çevreye her şeyden evvel bir insan olarak duyarlı olmamız gerekiyor; nasıl bulduk nasıl devredeceğiz? Binlerce yıl yaşayamayacağız, çocuklarımız var onlara pis bir çevremi bırakacağız? Temiz su kaynaklarını, havasını, toprağınız denizini kirlenmiş olarak bir miras bırakacağız. Bunu vicdanen düşünmek lazım. Şayet biz kirli bir yeri miras olarak alırsak önce temizlememiz lazım kaldı ki, temiz aldıysak aynı şekilde teslim etmemiz lazım. Bunun için ne yapabiliriz, Kıyı Yönetmeliği Çevre Kanunu denizlere toprağa kirli ve zararlı atıkların atılmasını önlemek gemilerde imha depolarının oluşturulması gerekiyor. Bir de işletmenin toprağa sızıntı yapmayacak şekilde altyapıya sahip olması gerekiyor. Bizim limanımızda bir kere kirli atığımız sıfır düzeyinde. Mesela kanalizasyondur en basit. Onun için bile artıma tesisimiz var, kanalizasyon olmadığı için vidanjörle çekilip yok ediliyor. Sıvılar için de özel arıtma tesisi kurduk bunlar da ayrılıyor birbirinden. Ufak tefek ihtiyaçların karşılandığı paralarda kazanıyoruz bu tesislerden. Bunun yanında çalışanlara eğitimler veriyoruz çevre kirliğine duyarlı olunması ve anında müdahale edilmesiyle ilgili de eğitimler veriyoruz.

Deniz Liman İşletmeciliğinde Dünya İle Aramızdaki Fark Büyük Bu sektörün yani deniz liman işletmeciliğinin Türkiye’de ve dünyadaki yeri ve konumu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Konteynır taşımacılığındaki son trendleri nelerdir?

Deniz liman işletmeciliği dünyada zaten uygar ülkeler nezdinde belli bir yere gelmiş. Adamlar bu işin üniversitesinin bitirmiş, mastırını yapıyorlar. Biz daha ortaokulundayız; aramızda çok büyük farklar var. Ama bu farkı da özel limanların artarak kalite ve hizmet yönünden kalifiye elemanların açığı kapatacağına inanıyorum. Hemen kapatılacak bir şey değil tabi, şimdi şu yönden de bakmak lazım. Siz burada özel liman işletiyorsunuz

Konteynır taşımacılığı son on yıldır bayağı bir yükselişe geçti. Sebebine gelince dünya ticaretindeki dökme yüklerin azaltılması dökmenin hasar görmeden yüklere gelen hasarlar kayıplar maddi olarak ister istemez konteynır taşımacılığına yaradı. Ama bu çok büyük maden cevherleri için değil. Dökme 60 bin tonluk buğday, arp, mısır ürünlerinin haricinde. Mesela küçük çaplı, adam

95


daha aştığımız da Türkiye Cumhuriyetleri var kuzeybatıda Romanya var Ukrayna ve Rusya var biz bunlarla yeterli ticaret yapıyor muyuz Karadeniz de yapmıyoruz güneyde ise Kıbrıs Suriye’nin ayağında Lübnan mısır karşı taraf da Libya, Tunus Cezayir, Fas Akdeniz yeterli mi hayır yeterli değil şimdi bakın ben 25 sene evvel Tunus, Cezayir’e çuvalla irmik gönderiyorduk kuzey Afrika ülkeleri helvayı çok severler. Onlar her gün bunun yemeğini yaparlar irmiğin kuskus diyorlar ve pilav olarak yemeğini yapıyorlar. Şimdi 3 sefer ihracat yapıldı üçüncü gemi geri geldi mal ıslandığı için bir daha da almadılar belirli coğrafyalarda hiç olmazsa onların gıda üzerine bunu teşvik yapmaları lazım nolcak iki sefer yapılsa deniz ticaretleri ama tabi bir takım siyasi politikalar engelliyor bunu sanırım daha güçlü ülkelerin tuzakları bunlar mesela kuzey ırak, iran bize irandan kuru üzüm geliyor transit buradan boşaltılıyor neticede bunun devam etmesi lazım azerbeycan dersen petkimi aldılar rafineri kuruyorlar belki petrol ticareti yapacaklar getirecekler burada işleyecekler bunlar güzel şeyler ve olması gerekenler onun dışında kuzey ırakın ticareti var daha da geliştirilmesi ticaret geliştikçe insanlar kalkınırlar kalkındıkça insanlar eğitime ihtiyaç duyarlar, para kazandıkça kafan çalışsın istersin çocuğuna daha çok önem verirsin insanlar terör olaylarına bulaşmışsa bunlar işsizlikten sahipsizlikten kaynaklanıyor biz herkesi kucaklarsak sahip çıkarsak insanlara aş ekmek götürürsek, yani bakın bireysel olarak ben ne yapabilirim deme iyi hizmet vermeye çalış ben iran tırlarına iyi hizmet verirsem benden memnun kalacak benimle devam edecek benden yiyecek içecek alacak mazot alacak güzergahında oturacak bir çorba içecek ticaret böyle gelişiyor bir gemi dahi hiç ummadığınız insanlara para kazandırıyor bir gemi binlerce insana para kazandırıyor kamyon şöförüne malı taşıyana yükleyene devlete gümrüğe işin ticari boyutu çok önemli benim şahsi fikrim Türkiye ticari transite yeterince önem vermiyor devletin bu konuda başı çekmesi lazım çandarlı pire yüklerini almak için transit yapılıyor şimdi pektim apmlörler ortaklık yapıyor de anlaşma yaptı oda pireye gözünü dikmiş durumda Yunanistan daki pire limanı transitliklerin kabul limanıdır. ege de ki en büyük transit limanıdır oradaki yüklere biz kayarsak buraya o zaman işte olur. Şu an Yunanistan’ın gördüğü hiçbir şey yok Yunanistan sanayi yok turizm ve transit yük üzerine denizcilik üzerine var biz bunu daha iyi bir rekabetle alabilirsek ticareti diliminde büyük bir pasta ve bu bölge çok daha büyük imkanlara kavuşur.

ama bu her yapacağınız iş keyfi tanımlanamaz. Keyfi iş yapamazsınız tanımlara bağlısınız. Bir kere kanunların özel sektörün hızlı seri zaman kaybını önleyici hizmet verebilmesi için kanunların da ona göre düzenlenmesi lazım, dolayısıyla deniz ticaret kanunu, yük kanunu, gümrük kanunu, bunların bir çok kanunun yeniden düzenlenmesi lazım. Kolaylaştırılması gerekir. Türkiye’de özel liman sektörü belirli bölgelerde Marmara denizi kıyılarında İzmir diyebiliriz burada eski limanlar var Havaş ve İzmir Çelik, Petkim, Türk Petrol gibi özel sektör. Ama yeterli değil; bölgemize göre hacim götürüyorlar ama hacim artarsa tabi yeni limanlara ihtiyaç doğacak. Gelecek var ama iyi planlama yapmak lazım; geleceği iyi okumak lazım, bürokrasinin azalması lazım, ticaret hacmini iyi planlamak lazım. Fazla liman da bu sefer atıl olur servet kaybı bu da. Ama ben önümüzdeki 5 sene içerisinde uzun vadede şekilleneceğine inanıyorum, çünkü büyük yatırımlar var. Kim kalacak kim gidecek belli olacak. Gerekirse bir takım operasyonlar yapılacaktır. Yani gemi kabulü dökmeye mi devam edeceksin, konteynıra mı çevireceksin tankercilik mi yapacaksın, yoksa İzmir limanının süreç de kapanmasını bekleyip kriz olsun diyip bunlar devlet politikası bizi aşar. O zaman tüm limanlar iş yapar ama bölük pörçük olduğu zaman bir bölgede yeterli hacim yoksa atıl kalacaktır. Bir de personel sıkıntısı var; 50 tane personel varsa 10 tanesini aynı işe bölemeyiz. Diğer işleri gibi yapacak herkes müdür olamaz saha da eleman lazım puantör gerekli operatör lazım güvenliği lazım, operasyonu lazım dolayısıyla bu kadrolarlın hayata geçirilmesi için okular da eğitim ve staja defalarca önem verilmesi gerekir. Türkiye genelinde 14 tane okul var deniz liman işletmeciliği olarak yani 2 yıllık bunun artması lazım İzmir de bile daha yeni oldu oda Yaşar Üniversitesi devlet de dahi yok iki yıllık bölüm yok. Bunlar maalesef ihmal edilmiş sorunlarımız önümüzdeki süreç de daha iyi hale geldiklerini görürüz inşallah. Türkiye’nin coğrafi üstünlüklerinin ülkeye ve sektöre katkıları sizce nelerdir? Uzun zamandır Türkiye doğu ve batı arasında köprü oldu ama faydasını göremedik. Nedenine gelince, işte bizim doğu ile batıyı birleştiriyorsak o zaman bizim full transit yükleri incelememiz lazım. Hangi yükler bunlar; mesela çok basit Rumeli’ye dediğiniz de Bulgaristan, Yunanistan, Avrupa bunların üzerinden yol geçiyor. Oradan Türkiye’den geçiyor, nereye yöneliyor. Güneydoğuya gidiyor Suriye, Irak, İran öteki taraf da Azerbaycan, Ermenistan sınırlar kapalı, Gürcistan; peki bunları biraz

Çalıştığınız uluslararası firmalar hakkında bilgi verir misiniz? Özellikle hangi bölgelerden talep geliyor?

96

ni sağlamak için eğitimlerimiz devam ediyor. İş ve iş güvenliği var, çalışma bakımından onları uygulamaya çalışıyoruz. Bazı ufak sorunlar olsa bile üstesinden gelebiliyoruz; normal ülke şartlarından kaynaklanan sorunlar yaşanabiliyor ama biz şu an Nemport olarak başladığınız noktadan çok daha iyi deneyimli kaliteli bir hizmet verdiğimizi düşünüyorum.

Şimdi biz liman olarak hizmet sektörüyüz emanetçiyiz yani. Burada gördüğünüz ekipman liman ve limana ait olan demirbaşlar dışında gördüğünüz konteynırların hiçbiri bize ait değil biz ithalat ve ihracat yüklerinin gerçekleşmesinde rejimin gerçekleşmesinde elleçleme yapıyoruz. Konteynır geliyor alıyoruz, bekletiyoruz, konteynırı koruyoruz. Gümrüklü saha çünkü burası; gemisi geliyor yüklüyoruz, gönderiyoruz. Gemi geliyor, alıyoruz ithalat işlemlerini yapana kadar koruyoruz, işlemini yapıyor, teslim ediyoruz, gidiyor. Dolayısıyla biz şuan için İzmir’de ki en büyük hatlarla armatörlerle çalışıyoruz.

Bu sektöre istihdamı nasıl sağlıyorsunuz? İyi yetişmiş ve alanında eğitim almış elemanların sektördeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Personel istihdamı öncelikle bilgi deneyim ve referansa dayanıyor. Eğitim meslek yüksekokulu veya yüksek fakülte bölümlerinden alındı; halen devam edenler de var. Personeli kendimiz de yetiştiriyoruz; mesela gemi puantörü bugün sadece gemi acentecilerinde çalışanların yaptığı, bir de devlet limanlarındaki puantörlerin işidir. Devlet limanları ile acente puantörlerini bir tutamayız çalışma şartları ve disiplin yönünden gibi; biz burada her türlü puantörleri hem saha, hem gemi hem csm konteynır terminal operasyonlarında kendimiz eğitiyoruz. Sonra eğitimli kişilerin yanına veriyoruz ve sonra iş akışına onları da dahil ediyoruz. Deneyim kazanma süresi tabi sonsuzdur. İşe adapte süresini iki hafta tutuyoruz; rotasyondan sonra belli yerleri gezip görüyor. Çünkü iş akışı için belli yerleri görüp idrak etmesi gerekiyor. İki hafta sonrada iş akışına ufak katılımlarla dahil ediyoruz.

Nemport ve Aliağa bölgesindeki limanların birbiriyle rekabeti hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Nemport olarak bizim karşımızdaki tek rakibimiz TCYG konteynır termali, İspanyolların kurduğu. Onun dışında diğer limanlarla herhangi bir rekabetimiz yok. Dökme, hurda, sıvı likit kimyasal maddeler elleçmiyoruz. Tabi önümüzdeki senelerde rakiplerimiz çoğalacak, Petkim bu işe gireceğini söylüyor, Kuzey’de Çandarlı var yaklaşık 50 km yukarıda; onun yapımı devam ediyor. Başka özel firmaların da bu işe gireceği söyleniyor ama biz emin adımlarla hizmet ve kalite anlayışıyla yolumuza devam edeceğiz. Sektördeki çalışma koşulları nelerdir? Sektörde ki çalışma koşulları ülkemizdeki çalışma şartlarına bağlı olarak gelişmiş durumda. İş ağır işe giriyor personelin eğitimli olması lazım, zinde olması lazım, tecrübeli olması lazım, her şeyden evvel bilinç sahibi olması lazım. Bilinçli olsun ki, hem deneyimini hem bilgisini iyi kullanabilsin ki süreden kazanabilsin, yaptığı hizmeti en iyi şekilde yapsın. Biz buradaki tüm işlerimizde hız, hasarsız temiz iş yapabilmek. Dolayısıyla bunların hepsini gerçekleştirdikten sonra müşteri memnuniyeti-

Bu alanda çalışmak isteyen kişilerin ne gibi özelliklere sahip olması gerekmektedir? Öncelikle eğitimli olmaları gerekiyor, pratik zekaya sahip olması gerekiyor. Bizim işimiz ağır refleksleri zayıf olanları kabul etmez. Bizim meslekte bilgi almaya açık pratik gençler lazım, bunları yetiştirelim. Çünkü süre çok değerli. Bir kişi yetiştirmeliyiz ki ondan sonra kendi deneyimleriyle zekasıyla ilerleyecek, kendini yetiştir-

97


ENERJİ VERİMLİLİĞİ (ENVER)

meye başlayacak. Bizim çarkı çevirmemiz için dişliye ihtiyacımız var. Bunun için de personel seçiminin önemi oluyor. Gençlerin hemen bir yere gelmek istemeleri de ayrı bir handikap. Önce sabretmeleri gerekiyor, sabretmeden belirli bir deneyim kazanmadan bu meslekte bir yere gelmek zordur. İki senede kendini iyi bir şekilde yetiştirirsin, ama iki senede hiçbir yere gelemezsin. Bu hiçbir yerde yok ondan sonra çalışmaya devam edeceksin. Deneyimini devam edeceksin, başka yerden teklif gelebilir ya da olduğun yerde yükselebilirsin. Ama sabredeceksin vakti gelince oluyor. Dediğim gibi herkes müdürlük yaparsa da o zaman diğer işleri kim yapacak?

termelerini, askerlik yapmalarını- biz askerliğini yapmayanları çalıştıramıyoruz mesela-, şayet imkan varsa mezuniyetten sonra bir yıl çalışabiliyorlarsa çalışmalarını öneriyorum öncelikle. Gençler dürüst olacaklar, hata yaptıklarında bunu kabul edecekler ve bir dahaki sefer bu hatayı yapmayacaklar. Yöneticilerine karşı saygılı olacak, bilgiyi paylaşımcı olacak, öğretici ve sabredici olacak, problemler karşısında paniklemeyecek, soğukkanlılıkla sabırla çözümden yana olacak. Bizim mesleğimizde sekiz saat çalışayım, on altı saat dinleneyim yok, bayram seyran yok. Yeni nesil bunlara çok değer veriyor ama biz senelerce bayram seyran bilmeden çalıştık, fedekarlık ister bu meslek. Şayet bir yere gelmek istiyorsanız gecesi gündüzü demeden çalışacaksınız gece gündüz demeden 5 sene fedakarlık yapan işi on numara öğrenir. Ondan sonra da ömür boyu rahat edersiniz ama bu fedakarlık verilmeden meyve toplanmaz.

Bu alanda kariyer planı yapan gençlere önerileriniz nelerdir? Bu alanda kariyer planı yapanlara önce okullarını bitirmelerini, okul süresince staj yaptıkları yerde iyi intiba bırakmalarını, kendilerini daha staj aşamasında gös-

gibi gözükmüştü. Ancak, enerji kesiminden kimi işverenler, teşvik miktarlarının düşüklüğü nedeniyle yasanın işlevselliğinin pek olmayacağını düşünüyorlar. Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Enerji Ajansı’nın yaptığı bir ortak çalışmaya göre enerji verimliliğine yönelik olarak dünyada 8,3 trilyon dolar yatırım yapılması gerekiyor.

Doç. Dr. Melih BAŞ

Enerji sorunsalı Türkiye’nin dışalım rakamları içinde enerji dışalımı ciddi düzeyde seyrediyor; önceki dönemlere göre de ciddi düzeyde artıyor. Bu satınalma cari açığı olumsuz etkiliyor. Bir yandan da enerji kesiminde her yıl 3-5 milyar dolarlık yeni iş hacmi oluşuyor. TÜSİAD’ın yayınladığı Vizyon 2050 Türkiye Raporu’nda enerji başlığında enerjide dışalıma bağlılık eleştirilmekte, yenilenebilir enerjiye yönelmenin altı çizilmekte ve enerji verimliliğinin arttırılmasına yönelik teknolojilere dikkat çekilmektedir.

Enerji verimliliği (ENVER) mevzuatı Enerji verimliliğine ilişkin yasal düzenlemeler de birbirinin peşi sıra geliyor. Önce 2007’de 5267 sayılı Enerji Verimliliği Yasası (yazıda bundan böyle ENVERYA olarak anılacak) çıktı. Ardından 27.10.2011’de Enerji Kaynaklarının ve Enerji Kullanımında Verimliliğin Arttırılmasına Dair Yönetmelik de (yazıda bundan böyle ENVERYÖN olarak anılacak) yayınlandı. ENVER’e süreç mantığı ile bakmak ENVER’e süreç mantığı ile bakarsak üretim, iletim, dağıtım, tüketim alt süreçlerinin her birinde enerji verimliliğinin sağlanması gerekir. Eğer bunlardan birinde hele hele üretimde ve veya dağıtımda sorun varsa, tüketimde kontrol ile başarı sağlanabilmesi nafile çabadır. ENVER çalışmalarında amaç

Verimlilik sorunsalı Capital dergisinin 2011 CEO araştırmasında CEO’lar, gündemlerindeki ilk konunun ne olduğuna ilişkin soruya birinci sırada yüzde 36,3 ile verimlilik yanıtını vermişler. Önümüzdeki üç yılda dünya çapında piyasaları hangi etkenlerin değiştireceği sorusunda ise yanıtların yüzde 25,7’si yine verimlilik imiş. Interbrand şirketinin 2011 marka değeri sıralamasında birinci sırada yer alan Coca Cola 2020 Vizyonu kapsamında yeni yol haritasına 6P adını vermiş. Bu P’lerden biri de productivity eşdeyişle verimlilik.

Amaç olarak enerjinin etkin kullanılması, enerji israfının önlenmesi, enerji maliyetlerinin ekonomi üzerindeki yükünün hafifletilmesi ve çevrenin korunması için enerji kaynaklarının ve enerjinin kullanımında verimliliğin arttırılması olarak belirlenmiş. ENVER ile ilgili kavramlar Öncelikle enerji verimliliği kavramının ENVERYÖN md. 3’de nasıl tanımlandığına bakalım: binalarda yaşam standardı ve hizmet kalitesinin, endüstriyel işletmelerde ise üretim kalitesi ve miktarının düşüşüne yol açmadan birim hizmet veya ürün miktarı başına enerji tüketiminin azaltılması.

Verimlilik kavramları için Kutu-1’e bakmanızı öneriyoruz. Altıncı (yeşil) dalga ve enerji Sanayi devriminde dalgalardan söz edilir: Birinci dalgada buhar gücü, ikinci dalgada kömür gücü, üçüncüde çelik işleme, dördüncüde elektrik, beşincide iletişim ve elektronik derken geldik altıncıya. Bazıları buna yeşil dalga denileceği düşüncesinde.

Bu tanım verimliliğin genel kabul görmüş tanımına tam uymuyor. Kutu-1’de açıkladığımız tanımlara bakan okurların ne demek istediğimizi daha rahat anlayacağına inanıyoruz. Bu tanım verimlilik arttırma ile ilgili tanımsal kombinasyonlardan biridir. Örneğin bir başka kombinasyon da şudur: toplumsal açıdan yararlı ve gerekli olmayan mal ve hizmet üretiminin miktarının düşürülerek enerji tüketiminin azaltılması. Örneğin, gelişmiş kapitalist ülkelerin verimlilik ve çevre sorunları nedeniyle terk ettiği fabrikalar sökülüp Türkiye’de monte edilerek ça-

Bu dalgada bir yandan yerli ve yenilenebilir kaynaklara yönelme diğer yandan enerji verimliliği ön plana çıkıyor. Çıkarılan Yenilenebilir Enerji Yasası gerçekten yerli katkıya ek teşvik verilmesini gündeme getirerek anlamlı

98

99


lıştırılmakta, bu da Türkiye’nin enerji yoğunluğunu OECD ortalamasının üstüne çıkarmaktadır. Bu tanıma ait tartışmanın özcesi şudur: Enerji verimliliği tüketim cephesini esas alan biçimde ve de verimlilik anlamında değil verimlilik arttırma olarak tanımlanmış. Oysa ki, olguya eşdeyişle soruna üretim cephesini de kapsayan, bunu sosyal sorumluluk muhasebesinin iktisadi-çevresel-sosyal üçgeninde bakan bir açıyla yaklaşılmalıdır. 20.2.2012 tarihinde yayınlanan Enerji Verimliliği Stratejisi Belgesi 2012-2023’de böyle bir yaklaşım kısmen gözükmektedir. Örneğin özellikle zararlı çevre emisyonlarını azaltmak, çevre dostu binalar vb. stratejik amaçlar ibareleriyle. Gerek ENVERYA’da gerek ENVERYÖN’de etkinlik ve etkililik kavramları göze çarpmıyor. Verim (randıman anlamında olsa gerek!) kavramı ise ENVERYÖN’de kulanılıyor ama tanımlar maddesinde tanımlanmamış. Bu kavramlar kullanılmadan verimlilik ölçüm ve arttırma konusunu tasarımlamak ya yanlış olacaktır ya da yetersiz! ENVERYA’ya göre, bir birim hasıla ya da ENVERYÖN’e göre bir birim ekonomik değer üretebilmek için tüketilen enerji miktarı olarak tanımlanan enerji yoğunluğu kavramına gelirsek tartışması bol bir tanım. Öncelikle tanım yasada ve yönetmelikte aynı değil, elbette nüanslara dikkat etmezsek kabaca aynı işte denilebilir. Oysa ki, şeytan ayrıntıda gizlidir. Her hasıla toplumsal açıdan gerçekten ekonomik değer ifade etmeyebilir. Hele de sosyal (sorumluluk) muhasebesi uygularsak! Bu tanımda içerilmeyen bir başka tartışma konusu enerjinin ucuz, sürekli ve kaliteli olup olmadığıdır. 2012 yılının ilk yarısında enerji fiyatlarında yüzde 25 dolaylarında yükselme bekleyen iktisatçıların en az yarısının kronik muhalif radikal iktisatçılar olmadığını da belirtelim. Bu bağlamda son yılların en önemli disiplinlerarası kavramlarından birinin enerji güvenliği olduğunu da vurgulayalım. Özellikle bolca kullanılan biçimiyle enerji arz güvenliği. Enerji yoğunluğu kavramı ile sanki enerji verimliliği (yoksa enerji etkenliği mi, sanki öyle!) kastedilirken, enerji verimliliği kavramı ile enerji verimliliği arttırmanın bütünsel sürdürülebilirlikten habersizce hazırlanmış bir kombinasyonu kastedilmiş gibi duruyor. Belki kimi okurlar şöyle düşünmüş olabilirler: tanımlar üzerinde bu denli durmalı mı? Kesinlikle evet. Bir Çin özdeyişidir: Yönetmek için ölçmeli, ölçmek için tanımlamalısın. Bu özdeyişi tersine de çevirebiliriz: Tanımlayamadığımızı ölçemeyiz, ölçemediğimizi yönetemeyiz.

Bu deyişi 1990’da bir yabancı kaynaktan bulup çevirip, Kutu-1’de anılan eserimizin başına koymuştuk, daha sonra bu özdeyiş KalDer başta olmak üzere kalite uzmanları camiasında yaygınca benimsendi. ENVER uygulamaları ENVERYA’daki 7. Madde’de enerji verimliliğinin artırılması amacıyla aşağıdaki uygulamalar gerçekleştirileceği belirtilmiş. a) Enerji yönetimi ile ilgili olarak yürütülecek faaliyetler: 1) Endüstriyel işletmeler, çalışanları arasından enerji yöneticisi görevlendirir. Organize sanayi bölgelerinde, bölgedeki bin TEP’ten daha az enerji tüketimi bulunan endüstriyel işletmelere hizmet vermek üzere enerji yönetim birimi kurulur. 2) Toplam inşaat alanı en az yirmibin metrekare veya yıllık enerji tüketimi beşyüz TEP ve üzeri olan ticarî binaların, hizmet binalarının ve kamu kesimi binalarının yönetimleri, yönetimlerin bulunmadığı hallerde bina sahipleri, enerji yöneticisi görevlendirir veya enerji yöneticilerinden hizmet alır. 3) Kamu kesimi dışında kalan ve yıllık toplam enerji tüketimleri ellibin TEP ve üzeri olan endüstriyel işletmelerde, enerji yöneticisinin sorumluluğunda enerji yönetim birimi kurulur. Organizasyonlarında kalite yönetim birimi bulunan endüstriyel işletmeler, bu birimlerini enerji yönetim birimi olarak da görevlendirebilir. 4) Enerji yöneticileri ile enerji yönetim birimlerinin görev ve sorumluluklarına ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık tarafından yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda ise enerji yöneticisi görevlendirilmesine ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık ile müştereken hazırlanarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak bir yönetmelikle düzenlenir. b) İzleme, analiz ve projeksiyon çalışmalarına yönelik olarak aşağıdaki faaliyetler yürütülür: 1) Ülke genelinde, endüstriyel işletmelerde ve binalardaki enerji verimliliğinin gelişimini bölge ve sektör bazında ortaya koyan envanter ve geleceğe yönelik projeksiyonlar yetkilendirilmiş kurumların işbirliği ile Genel Müdürlük tarafından, kamu kesimi ile ilgili olarak kendi tespit ve değerlendirmelerini içeren yıllık raporlar ise Genel Müdürlük tarafından hazırlanır ve yayımlanır. 2) Endüstriyel işletmeler ve enerji yöneticisi çalıştırmakla yükümlü olan bina sahipleri ve/veya yönetimleri istenen bilgileri, kamu kesiminde enerji yöneticisi çalıştırmakla yükümlü olan kurum ve kuruluşlar ise formatı Genel Müdürlük tarafından belirlenen enerji tüketim bil-

100

gileri ve kendi tespitlerini içeren raporları her yıl Mart ayı sonuna kadar Genel Müdürlüğe verir. Endüstriyel işletmeler, GM’ün yerinde yapacağı incelemelere imkân tanır. c) Merkezî ısıtma sistemine sahip binalarda, merkezî veya lokal ısı veya sıcaklık kontrol cihazları ile ısınma maliyetlerinin ısı kullanım miktarına bağlı olarak paylaşımını sağlayan sistemler kullanılır. Buna aykırı olarak hazırlanan projeler ilgili mercilerce onaylanmaz. ç) Toplam inşaat alanı yönetmelikte belirlenen mesken amaçlı kullanılan binalarda, ticarî binalarda ve hizmet binalarında uygulanmak üzere mimarî tasarım, ısıtma, soğutma, ısı yalıtımı, sıcak su, elektrik tesisatı ve aydınlatma konularındaki normları, standartları, asgarî performans kriterlerini, bilgi toplama ve kontrol prosedürlerini kapsayan binalarda enerji performansına ilişkin usûl ve esaslar, Türk Standartları Enstitüsü ve Genel Müdürlük ile müştereken hazırlanarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak bir yönetmelikle düzenlenir. Yönetmelik hükümlerine aykırı hareket edilmesi halinde ilgili idare tarafından yapı kullanma izni verilmez. d) Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak yönetmeliğe göre hazırlanan yapı projeleri kapsamında enerji kimlik belgesi düzenlenir. Enerji kimlik belgesinde binanın enerji ihtiyacı, yalıtım özellikleri, ısıtma ve/veya soğutma sistemlerinin verimi ve binanın enerji tüketim sınıflandırması ile ilgili bilgiler asgarî olarak bulundurulur. Belgede bulundurulması gereken diğer bilgiler ile belgenin yenilenmesine ve mevcut binalar da dâhil olmak üzere uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık ile müştereken hazırlanarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. Mücavir alan dışında kalan ve toplam inşaat alanı bin metrekareden az olan binalar için enerji kimlik belgesi düzenlenmesi zorunlu değildir. e) Elektrik enerjisi üretim tesisleri ile iletim ve dağıtım şebekelerinde enerji verimliliğinin artırılmasına, talep tarafı yönetimine, termik santrallerin atık ısılarından yararlanılmasına, açık alan aydınlatmalarına, biyoyakıt ve hidrojen gibi alternatif yakıt kullanımının özendirilmesine ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık tarafından yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. f) Ulaşımda enerji verimliliğinin artırılması ile ilgili olarak; yurt içinde üretilen araçların birim yakıt tüketimlerinin düşürülmesine, araçlarda verimlilik standartlarının yükseltilmesine, toplu taşımacılığın yaygınlaştırılmasına, gelişmiş trafik sinyalizasyon sistemlerinin kurulmasına ilişkin usûl ve esaslar, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı

ile müştereken hazırlanarak Ulaştırma Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak yönetmelikle düzenlenir. g) Endüstriyel işletmelerde ve binalarda yapılan etüt çalışmaları sırasında, akredite olmuş ulusal veya uluslararası kuruluşlar tarafından kalibrasyonu yapılmış ve etiketlenmiş cihazların kullanılması zorunludur. ğ) Yakma tesislerinde yer alan kazanlardan, brülörlerden, kat kaloriferi ve kombilerden Genel Müdürlük ile müştereken hazırlanarak Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak yönetmelikte belirlenen asgarî verimlilik değerlerini sağlamayanların satışına izin verilmez. h) Elektrik motorlarının, klimaların, elektrikli ev aletlerinin ve ampullerin sınıflandırılmasına ve asgarî verimlerinin belirlenmesine ilişkin usûl ve esaslar Genel Müdürlük ile müştereken hazırlanarak Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak yönetmelikle düzenlenir ve asgarî sınırları sağlamayanların satışına izin verilmez. Enerji yönetimi ENVERYÖN’de enerji yönetimi, enerji kaynaklarının ve enerjinin verimli kullanılmasını sağlamak üzere yürütülen eğitim, etüt, ölçüm, izleme, planlama ve uygulama faaliyetleri olarak tanımlanırken, enerji yöneticisi de yasa kapsamına giren endüstriyel işletmelerde veya binalarda enerji yönetiminden sorumlu ve enerji yöneticisi sertifikasına sahip kişi olarak tanımlanmış. Enerji yönetimi kapsamında yürütülecek faaliyetler şöyle belirtilmiş: a) Enerji yönetimi konusunda hedef ve öncelikleri tanımlayan bir enerji politikasının oluşturulması; enerji yöneticisinin veya enerji yönetim biriminin hiyerarşik yapı içindeki yerinin, görev, yetki ve sorumluluklarının tanımlanması; bunları yazılı kurallar halinde yayımlamak suretiyle tüm çalışanların ve enerji yönetimi faaliyetleri ile ilgili kişilerin bunlardan haberdar edilmesi, b) Tüketim alışkanlıklarının iyileştirilmesine, gereksiz ve bilinçsiz kullanımın önlenmesine yönelik önlemlerin ve prosedürlerin belirlenmesi, tanıtımının yapılması ve çalışanların bilgi ve bilinç düzeyini artırıcı eğitim programları düzenlenmesi, c) Enerji tüketen sistemler, süreçler veya ekipmanlar üzerinde yapılabilecek tadilatların belirlenmesi ve uygulanması, ç) Etütlerin yapılması, projelerin hazırlanması ve uygulanması, ç) Enerji tüketen ekipmanların verimliliklerinin izlenmesi, bakım ve kalibrasyonlarının zamanında yapılması,

101


d) Yönetime sunulmak üzere, enerji ihtiyaçlarının ve verimlilik artırıcı uygulamaların planlarının, bütçe ihtiyaçlarının, fayda ve maliyet analizlerinin hazırlanması, e) Enerji tüketiminin ve maliyetlerinin izlenmesi, değerlendirilmesi ve periyodik raporlar üretilmesi, f) Enerji tüketimlerini izlemek için ihtiyaç duyulan sayaç ve ölçüm cihazlarının temin edilmesi, montajı ve kalibrasyonlarının zamanında yapılması, g) Özgül enerji tüketiminin, mal veya hizmet üretimi ile enerji tüketimi ilişkisinin, enerji maliyetlerinin, işletmenin enerji yoğunluğunun izlenmesi ve bunları iyileştirici önerilerin hazırlanması, ğ) Enerji kompozisyonunun değiştirilmesi ve alternatif yakıt kullanımı ile ilgili imkanların araştırılması, çevrenin korunmasına, çevreye zararlı salımların azaltılmasına ve sınır değerlerin aşılmamasına yönelik önlemlerin hazırlanarak bunların uygulanması, h) Enerji ikmal kesintisi durumunda uygulanmak üzere petrol ve doğal gaz kullanımını azaltmaya yönelik alternatif planların hazırlanması, ı) Enerji kullanımına ve enerji yönetimi konusunda yapılan çalışmalara ilişkin yıllık bilgilerin her yıl Mart ayı sonuna kadar GM’ye gönderilmesi, i) Toplam ve birim ürün veya fayda başına karbondioksit salımlarının ve enerji verimliliği tedbirleri ile azaltılabilecek salım miktarlarının belirlenmesi. ENVERYÖN’de enerji yöneticisi görevlendirmekle veya enerji yönetim birimi kurmakla yükümlü endüstriyel işletmelerdeki, organize sanayi bölgelerindeki ve binalardaki enerji yönetimi sistemlerinin, TS ISO 50001 Enerji Yönetim Sistemi-Kullanım Kılavuzu ve Şartlar Standardına uygun şekilde oluşturulacağı da belirtilmiş. Yeri gelmişken iletelim, TSE bu standarttaki sistematiğin çevre yönetim sistemiyle entegre olabilecek biçimde tasarımlandığını da belirtiyor tanıtımında. Burada geçen endüstriyel işletmenin tanımına da bakalım: Elektrik üretim faaliyeti gösteren lisans sahibi tüzel kişiler dışındaki yıllık toplam enerji tüketimleri bin TEP ve üzeri olan ticaret ve sanayi odası, ticaret odası veya sanayi odasına bağlı olarak faaliyet gösteren ve her türlü mal üretimi yapan işletmeler. Bir de bina tanımına bakalım: Konut, hizmet ve ticari amaçlı kullanıma yarayan yapı veya yapı topluluğu. Peki elektrik üretiminde kwh itibariyle en yüksek cent

maliyeti olan doğal gaza bağımlılığı ve bunun da dışalıma bağlı olduğunu gündeme getirmeden verimlilik tartışması ya da verimlilik yönetimi nasıl yapılabilir? ENVERYÖN’de belirtilen asgari enerji verimliliği gereksinimlerini sağlayanlara EİEİ Genel Müdürlüğünce ENVER etiketi verileceği de belirtilmiş anılan Yönetmelikte. Bir de enerji etiketi var ki, o ise enerji tüketen ekipmanların enerji tüketim düzeyleri ile ilgili bilgileri içeren belge olarak tanımlanmış. Ekipman olarak tanımlanan şeyler ise şöyle: elektrik motoru, kazan, fırın, soğutucu, klima, pompa, fan, kompresör, asansör, bantlı taşıyıcı, aydınlatma apareyleri ve diğer proses veya imalat ekipmanları gibi yakıt, elektrik enerjisi veya akışkan üzerinden ısı enerjisi kullanan ve her biri bir proje bileşeninin konusunu oluşturan cihazlar. Ekipman demişken şu iki kavramı da görelim: Ekipman birim enerji tüketimi: Ekipmanın işletme yükünde ve rejim halinde bir saatte tükettiği kWh cinsinden enerji miktarı. Ekipman birim enerji tasarrufu: Ekipmanın, proje öncesi ve uygulaması sonrasındaki birim enerji tüketimleri arasındaki kWh cinsinden farkı. ENVER arttırıcı önlemler Donanımdan kullanılan kaynağın arz güvenliğine, yenilenebilir enerji kullanımından yalıtıma ENVER arttırıcı önlemler Yönetmeliğin 10. Maddesinde tek tek sayılmış. Şöyle ki: a) Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü (yazıda bundan böyle GM olarak anılacak) sanayi alt sektörlerinin her birinde, sektörü temsil edebilecek şekilde belirlenecek en az beş işletmede etüt yapar veya şirketlere yaptırır. Bu etütler her dört yılda bir yenilenir. b) Yıllık toplam enerji tüketimi beşbin TEP (Ton Eşdeğer Petrol) ve üzeri olan endüstriyel işletmeler ile toplam inşaat alanı yirmibin metrekarenin üzerinde olan hizmet sektöründe faaliyet gösteren binalarda etüt yapılır veya şirketlere yaptırılır. Bu etütler her dört yılda bir yenilenir. Etüt raporlarının ve belirlenen önlemlere ilişkin uygulama planlarının birer sureti GM’ye gönderilir. Mevcut tesislerin işletilmesinde, yeni tesislerin kurulmasında, kapasite arttırımı ve modernizasyon çalışmalarında, enerji yöneticilerinin ENVERYÖN’deki görevlerinin yerine getirilmesinde, etüt ve projelerde alınacak

102

aşağıdaki önlemlerin öncelikle dikkate alınacağı vurgulanmış. a) Yakma sistemlerinde yanma kontrolü ve optimizasyonu ile yakıtların verimli yakılması, b) Isıtma, soğutma, iklimlendirme ve ısı transferinde en yüksek verimin elde edilmesi, c) Sıcak ve soğuk yüzeylerde ısı yalıtımının standartlara uygun olarak yapılması, ısı üreten, dağıtan ve kullanan tüm ünitelerin yalıtılarak istenmeyen ısı kayıplarının veya kazançlarının en aza indirilmesi, ç) Atık ısı geri kazanımı, d) Isının işe dönüştürülmesinde verimliliğin arttırılması, e) Elektrik tüketiminde kayıpların önlenmesi, f) Elektrik enerjisinin mekanik enerjiye veya ısıya dönüşümünde verimliliğin artırılması, g) Otomatik kontrol uygulamaları ile insan faktörünün en aza indirilmesi, ğ) Kesintisiz enerji arzı sağlayacak girdilerin seçimine dikkat edilmesi, h) Makinaların enerji verimliliği yüksek olan teknolojiler arasından, standardizasyon ve kalite güvenlik sisteminin gereklerine dikkat edilerek seçilmesi, ı) İstenmeyen ısı kayıpları veya ısı kazançları en alt düzeyde olacak şekilde projelendirilmesi ve uygulamanın projeye uygun olarak gerçekleştirilmesinin sağlanması, i) İnşaa ve montaj aşamasında enerji verimliliği ile ilgili ölçüm cihazlarının temin ve monte edilmesi, j) Yenilenebilir enerji, ısı pompası ve kojenerasyon uygulamalarının analiz edilmesi, k) Aydınlatmada yüksek verimli armatür ve lambaların, elektronik balastların, aydınlatma kontrol sistemlerinin kullanılması ve gün ışığından daha fazla yararlanılması, l) Enerji tüketen veya dönüştüren ekipmanlar için ilgili mevzuat kapsamında tanımlanan asgari verimlilik kriterlerinin sağlanması, m) Camlamada düşük yayınımlı ısı kontrol kaplamalı çift cam sistemlerinin kullanılması. GM tarafından yapılacak veya şirketlere yaptırılacak etüt çalışmaları için gerekli koşulların sağlanmasının zorunlu olduğu da vurgulanmış ENVERYÖN’de. ENVER Etüt ve projeleri Öncelikle etüt ve proje ilegili kavramlara bir bakmak yararlı olacaktır. Etüt, enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik imkanların ortaya çıkarılması için yapılan ve bilgi toplama, ölçüm, değerlendirme ve raporlama aşamalarından oluşan; enerji tasarruf potansiyellerini ve bu potansiyel-

lerin geri kazanılmasına yönelik önlemleri ölçüm, hesap ve piyasa araştırmaları ile belirleyen ve GM tarafından tebliğ olarak yayımlanan usul ve esaslara uygun şekilde yapılan çalışmalardır. Bina ve/veya sanayi sektörlerinde eğitim, etüt, danışmanlık, ve verimlilik artırıcı proje hizmetlerini yürütebilmeleri için GM veya yetkilendirilmiş kurumlar tarafından verilen belgeye ise Etüt-proje sertifikası denilmektedir. Etüt ve danışmanlık hizmetlerinin verilmesinde enerji verimliliği danışmanlık şirketleri ile endüstriyel işletmelerin veya binaların yönetimleri arasında yapılan anlaşmalara hizmet anlaşması adı verilmektedir. Proje ise şöyle tanımlanıyor: Enerji verimli ekipman ve sistem kullanımı, onarım, yalıtım, modifikasyon, rehabilitasyon ve proses düzenleme gibi yollarla; gereksiz enerji kullanımının, atık enerjinin, enerji kayıp ve kaçaklarının önlenmesi veya en aza indirilmesi ile birlikte atık enerjinin geri kazanılması gibi konulardaki çözümleri içine alan ve GM tarafından tebliğ olarak yayımlanan usul ve esaslara uygun olarak, bileşenler bazında hazırlanan verimlilik artırıcı proje. Proje ile ilgili çeşitli alt tanımlara da bakalım: Proje bedeli (PB): Projenin hazırlanmasında ve uygulanmasında ihtiyaç duyulan harcamaların projede belirtilen, Katma Değer Vergisi hariç, Türk Lirası cinsinden toplam bedeli, b)Proje dosyası: GM tarafından tebliğ olarak yayımlanan usul ve esaslara uygun olarak bileşenler bazında hazırlanan ve desteklenmesi için GM’e sunulan dosya, c) Proje elektrik enerjisi kazancı (PEEK): Proje kapsamındaki proje verimlilik bileşenlerinin elektrik enerjisi kazançlarının kWh cinsinden toplamını, d) Proje elektrik kazancı puanı (PEKP): Proje elektrik enerjisi kazancının proje enerji kazancına bölünmesinden elde edilen değeri, e) Proje enerji kazancı (PEK): Proje kapsamındaki proje verimlilik bileşenlerinin enerji kazançlarının kWh cinsinden toplamı, f) Proje mali tasarrufu: Proje kapsamındaki proje verimlilik bileşenlerinin yıllık mali tasarruflarının Türk Lirası cinsinden toplamı, g) Proje maliyet etkinlik puanı (PMEP): Proje enerji kazancının proje verimlilik bileşeni bedeline (PVBB) bölünmesinden elde edilen değeri, h) Proje verimlilik bileşeni: Projeyi oluşturan her bir ekipmanı, aynı özelliklerdeki ekipman grubunu veya sistemi, i) Proje verimlilik bileşenleri bedeli (PVBB): Proje bede-

103


linden proje yerinden üretim bileşeni (PYÜB) bedelinin çıkarılmasından elde edilen değeri, j) Geri ödeme süresi: Proje verimlilik bileşeni bedelinin (PVBB) proje mali tasarrufuna bölünmesinden elde edilen ay cinsinden süreyi, k) Proje yerinde inceleme: Proje kapsamındaki uygulama öncesi ve sonrası durumların tespiti için, Genel Müdürlüğün personeli veya tayin ettiği gerçek veya tüzel kişiler tarafından Genel Müdürlük tarafından tebliğ olarak yayımlanan usul ve esaslara göre yerinde yapılan inceleme, l) Proje yerinden üretim bileşeni (PYÜB): Endüstriyel işletmenin enerji ihtiyacının bir bölümünü karşılamak maksadıyla endüstriyel işletmenin tesislerine en fazla on kilometre mesafe içerisinde kurulan, yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim sistemlerini veya toplam çevrim verimi en az yüzde seksen ve üzeri olan kojenerasyon veya mikrokojenerasyon sistemleri, Yukarıda geçen kojenerasyon kavramı ise ısı ve elektrik ve⁄veya mekanik enerjinin aynı tesiste eş zamanlı olarak üretimi olarak tanımlanmaktadır. ENVER projelerinin değerlendirilmesi ve desteklenmesi

ENVER projeleri GM tarafından değerlendirilip, aldığı puana göre sıralamak suretiyle desteklenmektedir. P = 0,6 x MEP + 0,4 x EP P: Toplam puan MEP: 100 puan üzerinden, en yüksek proje maliyet etkinlik puanına (PMEP) göre normalize edilmiş puanı, EP: 100 puan üzerinden, en yüksek proje elektrik kazancı puanına (PEKP) göre normalize edilmiş puanı. Projelere sağlanabilecek destek miktarı aşağıdaki formüle göre belirlenir: D = 0,3 x DP x [PVBB + PYÜBB] D: Destek miktarı (Türk Lirası) DP: Projenin toplam puanı (P), aday projelerin toplam puanlarının ortalamasına (POR) eşit veya bundan fazla olan projede 1,0 ve diğerlerinde ise (P⁄POR) kabul edilir. Cari yıl içinde yapılacak destek ödemelerinde önceki yıllarda tamamlanan projelerin destek bedelleri öncelikle ödenir. Mevcut ödeneğin yetersiz olması halinde, mevcut ödeneğin projelere uygulanacak toplam destek miktarına oranı nispetinde ödeme yapılır. Bu şekilde yapılan ödemelere ilişkin herhangi bir hak ve faiz talebinde bulunulamaz. ENVER gönüllü anlaşmalarının desteklenmesi GM ile gönüllü anlaşma yapan ve taahhüdünü yerine getiren tüzel kişilerin ilgili endüstriyel işletmesinin an-

laşmanın yapıldığı yıla ait enerji giderinin yüzde yirmisi, Genel Müdürlük ödeneklerinin yeterli olması durumunda ve ikiyüzbin Türk Lirasını geçmemek kaydıyla Genel Müdürlük bütçesinden karşılanmaktadır. Gönüllü anlaşma yapan tüzel kişilerin endüstriyel işletme içinde tükettikleri enerjiden; atıkları modern yakma teknikleri ile ısı ve elektrik enerjisine dönüştüren tesislerinde, toplam çevrim verimi yüzde seksen ve üzeri olan ve yurt içinde imal edilen kojenerasyon tesislerinde veya hidrolik, rüzgar, jeotermal, güneş veya biyokütle kaynaklarını kullanarak ürettikleri enerji, bu tesislerin anlaşma dönemi içinde işletmeye alınması halinde, bir defaya mahsus olmak üzere enerji yoğunluğu hesabında endüstriyel işletmenin yıllık toplam enerji tüketimi miktarından düşülmektedir. Toplam maliyetinin yüzde yetmişden fazlasını oluşturan kısımlarının yurt içinde yapılan imalatlarla karşılandığı yeminli mali müşavir tarafından onaylanmış belgelerle ortaya konulan kojenerasyon tesisleri, yurt içinde imal edilmiş sayılmaktadır. Gönüllü anlaşma başvurusunda bulunan tüzel kişilerin anlaşma dönemi boyunca enerji yoğunlukları aşağıdaki formül kullanılarak hesaplanmaktadır. Enerji yoğunluğu = E ⁄ D E = Et – Eyk Et = TEP cinsinden işletmenin yıllık toplam enerji tüketimi Eyk = Birinci fıkra kapsamında TEP cinsinden yıl içerisinde üretilen enerji D = (1⁄ ÜFE) x ∑ (Pi x Fi) D = 2000 yılı fiyatları ile bin (1000) Türk Lirası cinsinden, yıllık mal üretiminin ekonomik değeri. ÜFE = İlgili sektörün üretici fiyat endeksi Pi = Yıl içerisinde üretilen mal miktarları Fi = Bin (1000) Türk Lirası cinsinden, yıl içerisinde üretilen malların fabrika satış fiyatları.

yüz megavat ve üzeri olan, otoprodüktör lisansı sahibi olanlar hariç, elektrik üretim tesislerinin de yukarıda sayılan enerji yönetimi faaliyetlerini yürütmek üzere bir enerji yöneticisi (sertifikalı) atamak zorunda olduğu belirtilmiş. Acaba kayıp ve özellikle sanayi kullanımındaki oldukça yüksek olan kaçak oranı aşağı çekilebilecek mi? Umuyoruz. ENVER Eğitimlerinde üniversiteler, meslek odaları ve şirketler ENVERYÖN EK-1’de belirtilen ENVER eğitimlerinin yapılması ve şirketleri yetkilendirebilmesi için GM tarafından ENVERYÖN’deki ilgili koşullar yerine getirildiğinde üniversite ve meslek odalarına yetki belgesi verilmektedir. Enerji verimliliği hizmetleri sunmak isteyen tüzel kişilere de GM veya yetki belgesi verdiği kurumlar tarafından bir yetki belgesi verilmektedir. ENVER düzenleme ve uygulamalarında MPM Eski adıyla Milli Prodüktivite Merkezi (MPM) yeni adıyla Verimlilik Genel Müdürlüğü bu çalışmalara başlangıçta katkı vermekte iken eskiden bir süre çalıştığımız bu kurumdan aldığımız kurumiçi bilgiye göre, ENVER’in özellikle üretim cephesine vurgu yapması tutumu nedeniyle dışlanmış! Hem ilginç hem de manidar! Sonsöz soruları: İşletmelere: Akenerji, Eczacıbaşı, Facebook vd. ENVER’e yönelmiş. Siz? Yoksa NEVER (asla) mı? Tüketicilere: Siz ENVERistleştirmediklerimizden misiniz yoksa? Not: Yazıda anılan EİEİ veya Genel Müdürlük ibareleri EİEİ mülga olduğundan, Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü olarak anlaşılmalıdır.

Enerji yoğunluğundaki azalma oranının hesaplanmasında referans enerji yoğunluğuna göre her yıl gerçekleşen farkların aritmetik ortalaması esas alınır. Bununla birlikte, anlaşmanın bittiği yıla ait enerji yoğunluğu değerinin taahhüt edilen enerji yoğunluğu azaltma oranından az olmamak üzere, referans enerji yoğunluğundan düşük olması şarttır. Elektrik enerjisi üretim, iletim ve dağıtımında ENVER ENVERYÖN’de bu alt süreçler sekizinci bölümde (Md.2529 arasında) düzenlenmiş. Bu bölümde kurulu gücü

104

105


Hava Kargo’da İşbirlikleri ve Gsa’ler

Dilara Şeşen

Türk Hava Yolları A.O. - Kargo Başkanlığı

Her sene Mart ayında düzenlenen IATA Dünya Kargo Sempozyumu (WCS) bu sene 11-16 Mart tarihleri arasında Malezya’nın Kuala Lumpur kentinde düzenlenmiştir. İlgili sempozyum, hava kargonun taşıyıcı, yükleyici, acente ve handling firmaları gibi tedarik zinciri taraflarını bir araya getirmenin yanında, ilgili sene boyunca hava kargonun gerek düzenleyici mevzuat hükümlerinin belirlenmesi, gerek ise teknolojik gelişmeleri bilgilendirici ve katılımcılara hava kargo hakkında izleyecekleri bir yol haritası sunması açısından önemli bir platform teşgil etmektedir. Ancak bu sene tüm bu gelişmelerden farklı olarak sempozyumun ana teması ‘’Partnership at Work’’ (yani İş Birliği) olmuştur. Bu tema aslında halihazırda hava kargonun içinde bulunduğu bazı kısır döngü haline gelmiş sorunların açıkca masaya yatırılması için artık tarafların daha da istekli olduğunu göz önüne koymaktadır. Nedir hava kargonun özellikle 2002li yıllardan sonra artarak devam eden sorunsalı ? Şüphesiz bunun en açık cevabı, dünya ticaretinin hızla artmasına rağmen hava kargonun bu ivmeyi yeterince yakalayamaması, artan kapasiteya karşın ücretlerin zaman içinde giderek düşmesi, bunun yanında maliyeti fazlalaştıran girdilerin, özellikle yakıt masraflarının artması karşısında hava kargo ve genelinde havacılık sektörünün karşılaştığı akut bir hastalık halini almış kriz dönemleri...Peki hava kargo endüstrisini içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtaracak ne yapılmalı? İşte bu sorunun cevabı olarak bu sene yani 2012 yılında Dünya Kargo Sempozyumunun ana teması ‘’İşbirliği’’ olmuştur. Sektörü harekete geçirmek ve artan işbirliği sayesinde diğer taşıma modlarına karşı sektörü güçlendirmek ve tekrardan daha hızlı bir büyüme ivmesine sokmak artık sektörün temel amacı haline gelmiştir. Peki nedir bu işbirliğinden anlaşılan? Seneler boyunca havacılık ve hava kargo devletlerin korumacı politikaları altında rekabetten uzak gelişmeye devam etmiştir. Devletlerin şirketleri sübvanse etmesi, kar ve zarar etkenlerinin şirket yapılarını etkilememesi senelerce havayollarını ve bunları yönetenleri fil dişi kulelerde serbest pazar gerekliliklerine uzak bir şekilde varolmaya itti. Böylelikle hava yolları ve hava kargo ta-

şıyıcıları devlet poltikalarına göre büyüyüp şekillenen yerler olarak kaldılar çoğunlukla. Ne günümüzdeki deregulasyonlar, ne de izlenen serbest piyasa politikaları halen bu eğilimi genel olarak kırabilmiş değildir. Tüm bunların yanında havacılık sektörüne devletler tarafından eklenen gereksiz vergiler de gözönünde alındığında izlenen bu politikaların, hava kargoyu olumsuz anlamda etkileyerek sektörün son müşteriye direkt olarak hitap etmesinin önüne geçmiştir. Yıllar boyunca gerek GSA’ler, gerek müşterilere tüm hizmeti sunan acentelerin gölgesinde kalan havayolları, gerek sektörden gerek ise dünya ticaretinden istenilen payı halihazırda elde edememişlerdir. Hantal yapılı, devlet korumacı, tedarik zincirinin diğer halkaları ile gerekli iletişimi sağlayamayan sektör, büyüme ivmesini de giderek kaybetmeye mahkum olmaktadır. Halihazırda bugün gelinen noktada havacılık sektörünün, özellikle de hava kargonun kendisini müşterilerden, yani lojistik terimi adları ile gerçek yükleyici ve gerçek alıcılardan soyutlaması, araya giren aracıların müşterileri girdi maliyetlerini düşürmek amacı ile başka taşıma alternatiflerine itmeleri, hava kargonun dünya ticaretinden aldığı pay oranlarının artmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Özellikle de hava kargo alanında faaliyet gösteren Genel Satış Aceneteleri (GSA) her ne kadar kısa vadede yatırım anlamında maliyeti düşürücü etkenler olarak görülse de uzun vadede etkin bir pazarlama ve satış ağı kurulmasının önünde engel teşgil etmektedirler. Bu açıdan WCS 2012’de ticari bölümlerin içinde yer alan ‘’GSA vs own Sales Forces’’ (GSA’lere karşı kendi satış gücü) topiğinin konulması konunun ayrıca manidar bir hal aldığının da göstergesi gibidir. İlgili konu hakkında sunum yapan taşıyıcı firmalar ve danışmanlık firmaları1, yapılan Pazar araştımaları ve incelemelerin sonucunda aslında GSA’lerin istenilen performansı gösteremediklerini2 ve hava kargo taşıyıcılarının kendi satış gücü ile direkt pazara dahil olmalarının büyüme ve karlılık anlamında firmalara çok büyük yararlar sağlayacağını göstermiştir. Yapılan araştırmalar sonucunda GSA lerin hava yollarının satış ve karını kendi direkt satış ofislerinden daha etkin sağlayamadığı, yapılan anlaşmalardaki gibi hava taşıyıcılarına tam zamanlı satış ve operasyonel destek veremedikleri ve birden fazla taşıyıcıyı temsil etmeleri yüzünden çıkar çatışmalarının yapıları gereği doğabileceği görülmüştür, dolayısı ile artık trendin hava taşıyıcılarının direkt olarak servis sağladığı online noktalarda kendi satış gücünü oluşturmaya gitmeleri yönünde olacağı şeklinde görülmektedir. Şüphe-

siz bu ivme, azalan kar oranlarının her geçen gün arttığı bir sektör olan hava kargoda, hava taşıyıcılarının bu durumdan karlı çıkıp çıkamayacağı hususunu da direkt olarak etkilemektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse, hava kargo sektörü gerek küresel mali krizlerin, gerek sektörün içsel ve dışsal diğer etkenlerinin verdiği bir ivme ile kendi içinde dönüşüm geçirmenin eşiğindedir. Bu dönüşüm şüphesiz kolay olmayacaktır, yılların getirdiği alışkanlıkların birkaç yılda kırılması zor gözükmektedir. Ama eninde sonunda sektör, diğer taşıma modları karşısında kendi devamlılığını sağlamak zorundadır ve ilerki yıllarda hava kago taşıyıcıları lojistik tedarik zincirinde daha aktif oyuncular olarak karşımıza çıkacaklardır.

1- Etihad Cargo, Seabury

. 2- Yapılan araştırmalar sonucunda GSA’lerin hava taşıyıcılarının maksmum %20 karını sağladıkları görülmüştür

106

107



YÜKSEKLERİ HEDEFLEYENLERİN MESLEĞİ PİLOTLUK

Naci Uçar

Havacılıkta yerde veya uçuşta görev alacak personelinde yapacağı görevlerle ilgili çok iyi eğitimli, bilgili olması büyük önem taşımakta ulusal ve uluslar arası otoriteler havacılıkta uygun eğitimleri almış yetkin personelin çalıştırılması hususunda çok titiz ve toleranssız olmaktadır. Çünkü havacılıkta görev alan ve en basit işleri yapan bir personelden kokpitteki pilota kadar herkesin yaptığı iş uçuş güvenliğini ve emniyetini doğrudan etkilemektedir. Bu yaklaşımla pilotaj eğitimini ele aldığımızda pilotun kullanacağı hava aracının teknik özellikleri, yapacağı uçuşun özelliklerine bağlı olarak farklı düzeylerde ve çeşitlilikte pilot lisanslarının ve bu lisanslara sahip olabilmek için de farklı kapsamlı ve süreli uçuş eğitimleri söz konusu olmaktadır.

Yüksek Uçuş Mühendisi - Ayjet Okul Müdürü

2000 kg olan daha hafif pistonlu uçakları kullanacak pilotlar hafif hava araç pilot lisansı (Light Aircraft Pilot Licence, LAPL), ticari olmayan uçuşları yapacak pilotlar için özel pilot lisansı (Private Pilot Licence, PPL), ticari uçuş yapacak pilotlar için ticari pilot lisansı (Comercial Pilot Licence, CPL), gece ve görerek şartların dışında uçuş yapabilmek için aletli uçuş yetkisi (Instrument Rating, IR) ve hava yolu taşımacılığında pilot olarak görev alabilmek için Havayolu Taşımacılığı Pilot Lisansı (Airline Transport Pilot Licence , ATPL) sahibi olmak gerekmektedir. Pilot lisanslarının sahip oldukları ayrıcalıklara, yetkilere paralel olarak bu lisanslara sahip olabilmek için alınması gereken eğitimlerin süreleri ve kapsamları da farklılık göstermektedir. Pilot lisansları içinde en kapsamlı olanı Havayolu Taşımacılığı Pilot Lisansı(ATPL)’dır. Bu lisansa sahip olabilmek için en az lise mezunu olmak, 21 yaşında ya da daha büyük olmak, Sınıf 1 (Class 1) uçuş sağlık raporu almak gibi ön şartlar gerekmektedir. ATPL Lisansına sahip olabilmek için mevzuata göre; Lise mezunu olmak yeterli görülmekle birlikte, havayollarının pilot istihdam uygulamalarına baktığımızda hiçbir havayolu Lise mezunu pilot istihdam etmek istememektedir. Bu nedenle Ayjet Uçuş Okulu Lise mezunu öğrenci kabul etmemekte, Yüksek okul veya Üniversite mezunu olmak şartı aramaktadır.

Uçmak bir kuş gibi özgürce…Pek çok insanın tarih boyunca tutkusu olmuştur,hayallerini,rüyalarını süslemiştir.Günümüzde de uçmak çocuk yaşlardan itibaren çok sayıda insanın hayali olmaya devam etmektedir. Diğer taraftan bir asır gibi insanlık tarihinde çok kısa sayılacak bir dönemde havacılık çok hızla gelişmiş, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin önemli bir bölümünde lokomotif bir rol oynamıştır. Günümüz havacılığına baktığımızda en son teknolojilerin uygulandığı, uçuş güvenliğinin en üst düzeyde olduğu hava araçlarının çok kapsamlı uluslar arası kurallara ve düzenlemelere göre çok yoğun bir şekilde işletildiği insan ve malzeme taşımacılığında önemi ve payı her geçen gün daha da artan bir sektör görüyoruz.

arası ve ulusal sivil havacılık otoriteleri pilotlarda ‘Operational Level 4’ olarak tanımlanan İngilizce yeterlilik aramaktadır. Bu yönüyle değerlendirildiğinde ATPL uçuş eğitimi almayı düşünen kişilerin öncelikle İngilizce düzeylerinin yeterliliğini sağlaması gerekmektedir.

ulaşmalarını kolaylaştıracaktır. Bu amaçla uçuş eğitimi almak için uçuş eğitim organizasyonlarıyla ilgili tercihlerini belirlerken; uçuş eğitim organizasyonunun eğitici kadrolarının (uçuş öğretmeni, yer dersi öğretmeni, simülatör öğretmeni) niteliklerini, uçuş eğitiminde kullanılan uçakların sayısı, teknik özellikleri, uçuş eğitiminin yapıldığı havaalanının özellikleri, (ulaşım durumu, kısıtları olup olmaması vb) uçak bakımlarının nerede, kimler tarafından yapıldığı, teorik eğitim ortamı ve eğitim uygulamalarının neler olduğu dikkate alınmalıdır.

Ülkemizde son yıllardaki hızlı ekonomik büyümeye paralel olarak sivil hava taşımacılığı da hızla büyümektedir. Hava yollarının uçak sayılarındaki artış, taşınan yolcu ve yük miktarlarında da büyük artışların gerçekleştirilmesini sağlamıştır. 2011 yılında 58 milyonu iç hat, 59 milyonu dış hat yolcusu olmak üzere 117 milyon yolcu hava yoluyla taşınmıştır. Havayollarındaki bu hızlı büyüme pilot ihtiyacını da büyük oranda arttırmış ve halihazırda ülkemizdeki havayollarında 800’ün üzerinde yabancı pilot istihdam edilmektedir.

Uçuş eğitiminin uygun ortamda uygun eğitimcilerden alınması, uçuş güvenliği yönünden ve iyi bir pilot olarak yetişmek açısından çok büyük önem taşımaktadır.

2023 hedeflerimize bakıldığında önümüzdeki 10 yıl içerisinde havayollarımız bugünkü büyüklüklerini ikiye katlamaları öngörülmektedir. Diğer bir deyişle geçtiğimiz 10 yılda olduğu gibi önümüzdeki 10 yılda da sivil havacılığımız yüksek hızla büyümeye devam edecektir ve pilot ihtiyacımızda aynı şekilde artacaktır.

Geleceğini gökyüzünde arayan uçmaya sevdalı tüm gençlerin hayallerinin gerçeğe dönüşmesini dilerim.

Artan pilot ihtiyacı, pilot olmayı düşünen gençleri cesaretlendirebilir ve uçuş eğitimi almak, pilot olmakla ilgili daha kolay karar verebilirler. Ancak bu karar süreçlerinde asla unutulmaması gereken ulusal ve uluslar arası otoritelerin tanımladığı ve havayolu şirketlerinin istihdam edeceği pilotta aradığı standartları ne ölçüde karşılayıp karşılayamadığımızdır. Pilot olmayı düşünen gençler öncelikle pilot adayında olması gereken şartları ne ölçüde karşıladıklarını iyi değerlendirilmeli ve uçuş eğitimini kendilerini havayolu pilotu olarak en iyi şekilde hazırlayacak eğitim kurumlarında almaları hayallerine

Pilotaj eğitiminde ve mesleğinde diğer önemli bir konu da İngilizce bilgi düzeyidir. Özellikle havayolu pilotluğu yoğun olarak uluslar arası operasyon gerektirdiğinden pilotların İngilizceyi etkin kullanımı uçuş emniyeti açısından büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle uluslar

110

111


Yazıda Öz Türkçe Kullanımına Daha Çok Önem Verilmeli

Röportaj: Öğr. Gör. Pelin Doğan

Mesela “Ahmet’in söylemi, farklıdır.” deyince, “değişik bir biçimde konuşuyor” gibi bir anlam, kendine özgü bir özelliği var demek isteriz. Ama söylem, konuşma yani ürettiğimiz sözler tabii bu sözlü de yazılı da olabilir.

Fotoğraf: Onur Yalçın

Yazıya da geçiyor zaman zaman. Peki, Türkiye’de en çok karşılaştığımız söylemlere örnek verebilirsek yani özellikle medyada kullanılan söylemlere örnek verebilirsek... Şimdi, yani bu bana öyle geliyor ki sonsuza kadar bu söylem türleri olabilir. Ama bir de söylemde konuşma biçimi de yani söz söyleme biçimini de dikkate alıyoruz. İşte, biçimi hatta bir yerde “Ahmet’in söylemi” dediğimiz zaman Ahmet’in hem söyleme biçimi hem bir yerde düşüncesi, düşüncesini sözlerle ortaya koyuşu, gözlemlerini, düşüncesini...

Prof. Dr. Tahsin Yücel

Edebiyatımızın duayenlerinden yazar ve çevirmen Prof. Dr. Tahsin Yücel ile yaptığımız söyleşiyi siz okurlarımızın beğenisine sunuyoruz.

“Yalan” isimli romanınızın son sayfalarında Dostoyevski üzerine konuşuyor kahramanlarınız. En son, yönetmen Zeki Demirkubuz “Yer Altından Notlar”ı sinemaya uyarladı. Filmi gördünüz mü bilmiyorum ama Dostoyevski’yi sizce yazar olarak özel ve evrensel kılan nedir ya da siz yazar olarak Dostoyevski’den nasıl beslendiniz?

Öncelikle hoş geldiniz demek istiyorum. Hoşbulduk. Son günlerde futbolda, Emre Belözoğlu’nun bir siyahî futbolcuya ırkçı ve nefret dolu bir tabirde bulunması ve bunun üzerine “nefret ve ırkçılık söylemi” konularının gündeme gelmesi ile yaşanan olaylar var biliyorsunuz...

Dostoyevski benim gençliğimden beri, ne bileyim 14-15 yaşımdan beri ilgilendiğim ve hayran olduğum bir yazar. Hem anlattığı olaylar, yarattığı kişiler nedeniyle hem de bunları, - tabii çok ilginç kişiler yaratabilirsiniz - ama bunları sunma biçimiyle yer yer tutucu bir anlayışı da içermekle birlikte Dostoyevski düşüncesi, gözlemleri çok derinlere giden biridir bence. Çok büyük bir yazar yani bütün dünyanın da benimsediği gibi.

Aslında herkes sürekli söylemden bahsediyor ve söylem konusu üzerine yorumlar yapıyor ama Türkiye’de gerçekte acaba söylemin ne olduğu biliniyor mu? Ben sizin, bize lisans döneminde tavsiye edilen, çeşitli söylemleri analiz ettiğiniz, “Söylemlerin İçinden” kitabınızı biliyorum. Ancak henüz o kitabı da okumamış olanlar ve aslında söylemin gerçekten ne olduğunu bilmeyenler için bize söylemin bir tanımını yapabilir misiniz ve siz günlük hayatınızda ne tür söylemlerle karşı karşıya kalıyorsunuz ya da ne tür söylemler dikkatinizi çekiyor en çok? Valla söylem sözcüğü öyle çok derinliği olan bir sözcük değil bence. Söylem, söylenen şeydir. Fransızlar “diskur” diyor. Biz söylem dediğimiz zaman, bir kişinin söylediklerini ve söyleme biçimini de belki bundan anlayabiliriz.

112

çekten son eseriniz mi olacak? Bundan sonra roman yazmayı düşünüyor musunuz?

Değişik bir yazar, ne bileyim, bir romancıyla, bir denemeciyle aynı türden değil ama dille uğraşan yani uğraşı bir yerde dil olan ve başka birini başka bir dilde konuşan birini kendi dilimizde konuşturmaya çalışmak diyelim, bir yerde elbette önemli bir işlev olarak görülebilir. Çeşitli açılardan.

“Çevirmen de Bir Yerde Yazardır”

Yazılarınızda öz Türkçe kullanımına önem verdiğinizi biliyoruz, en azından yazdığınız eserlerde. Belki bu tarz bir soruya daha önce çok defa cevap vermişsinizdir ama öz Türkçe kullanımı bizim için neden önemli ve öz Türkçe kullanımı yazıda olsa da neden sözelde ya da sözlü kültürde dilimize yerleşemiyor tam olarak?

Çevirilerinizle ilgili okur yorumlarına baktım röportajla ilgili araştırma yaparken ve genelde okur yorumlarında kendinize has bir üslubunuz olduğunuz söyleniyor çevirmen olarak. Sizce çevirmen de bir yazar mı? Çeviri konusunda, çeviri yaparken özellikle en önemli unsurlar neler?

Sondan başlayarak yanıtlarsam, yazarken daha düşünüyoruz, zamanımız oluyor. O bakımdan elbette yazıda öz Türkçe kullanımına daha çok önem veriyoruz. Yazdığımızı tekrar gözden geçiriyoruz ve Türkçe’ye önem veriyorsak elbette Türkçe sözcükler kullanmaya da özen gösteriyoruz.

Çevirmen de bir yazar mıdır diye bir soruyla ben hiç karşılaşmadım ama yani bir yerde elbette bir yazardır.

Hocam, son bir soru. 2010 yılında “Sonuncu” isimli bir romanınız çıktı. Adı mı öyle denk geldi yoksa bu ger-

Yani, “Sonuncu” adını verirken, bu son romanım olacak diye bir düşüncem olmadı ama birçok kişi öyle anladı. Şöyle bakıyorum bu bir son da olabilir, son roman da olabilir. Böylece eleştirmenleri bir yanda haklı çıkarmış oluruz ama yazarken kitabı “bu son romanım” diye bir düşüncem olmamıştı. Şu sırada yazmakta olduğum bir roman da yok hatta düşündüm biraz öykü yazayım diye. Epeydir de böyle öykü, roman yazmaya ara vermiştim öykülerle başlayayım diye. Ama bakarsınız... İşte bir de yaş tabii... Belleğiniz zayıflıyor, çok hata yapabilirsiniz. Unutursunuz, şu olabilir, bu olabilir, bir dediğinizi yinelersiniz. O bakımdan da roman biraz düşündürüyor. Ama hiç roman yazmayacağım artık demiyorum. Belli de olmaz. Bir şey gelir fakat önümde tasarı olarak daha çok öyküler var. Peki, hocam çok teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ediyorum.

113


“Üniversite Gençliği İle Birlikte Olmak Beni Besliyor”

Röportaj: Duygu Kaya Fotoğraf: Onur Yalçın

Türkiye radyoları sınavına girip kazandım ve Ankara radyosuna tayin oldum. 13 yıl kadar hem radyoda hem haber merkezinde, tabi yine haber merkezinin sınavını kazanarak spiker olarak çalıştım. Biraz detaylıdır TRT de işler. Ardından il özel televizyon kanalının il ekran yüzü, ilk haber spikeri oldum. Ama şimdi günümüze bakarsanız artık bizim modamız geçti, başka şeyler geçerli artık. Bizler dile önem verirdik, bilgiye önem verirdik. Şimdi ise biliyorsunuz ekranlarda mini etekli kızlar dolaşıyor. Yürüyerek haber sunuluyor. Oysa “Haber ciddi bir iştir ve ciddi yapılması gerekir”. Bu benim sloganımdır.

bilmeden, toplum içerisinde nasıl davranılacağını bilmeden, bir iletişimcinin sadece teorik bilgilerle yetiştirilmesi bana yeterli gelmiyor.

Türkçe konuşurken doğru bilip yanlış telaffuz ettiğimiz birçok sözcük var. Türkçe’de en sık yapılan hatalar nelerdir?

Bu eğitimlerden alanda çalışmak isteyen kişiler dışında kimler yararlanabilir?

Siz gençler bilmezsiniz belki ama mesleğimizin ve benim bu meslekteki en önemli rol modelim Jülide Gülizar’dır. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kadın spikeridir ve aynı zamanda benim hocamda oldu kendisi. Onun yanında, Şebnem Savaşçı, Aytaç Kardüz, Bilgi Gökçeer..gibi çok önemli isimlerden de dersler aldım.

Son Dönemlerin Yükselen Yıldızı Beden Dili

Dâhi, dahi oldu, Hâlit, Halit oldu, Âbidin, Abidin oldu. Şapka işaretinin kalkması gibi bir durum söz konusu değil kalkamaz. O zaman kar ile kâr arasındaki fark nasıl ayırt edilir? En sık yapılan hatalardan biri de “hani” kelimesinin yanıl kullanımı. Her yerde hani kelimesini kullanıyorlar artık her şeyin başına ekliyorlar. Bu çok yanlış hani sözcüğünün tek bir anlamı vardır, nerede anlamında kullanılır.

Spikerlik mesleğinde 30 yılı devirdiniz, çok uzun zamandır da eğitmenlik yapıyorsunuz. Eğitmenlik hayatınızdan söz eder misiniz? Mesleğimi şimdi de aktif olarak sürdürüyorum. Pek bilinen televizyonlarda değilim. Kanal 99 uydu da olan bir televizyon, ordayız. Aktif olarak hep sürdürdüm işimi ve eğitim hayatıma da devam ettim. Çünkü gençlerle bir arada olmak, özellikle üniversite gençliğiyle bir arada olmak, beni her zaman besledi. Onların merak ettiği konularda yönelttiği sorular her zaman kendimi yenilememe,o konularda araştırmalar yapmama vesile oldu. Dolayısıyla gençlerle birlikte olmak demek, yeni ufuklara yelken açmak demek. Onlardan enerji alıyorum. Tecrübelerimi, bilgilerimi ve Türkçeyle ilgili düşüncelerimi, Türkçenin doğru söyleniş özelliklerini onlarla paylaşmak beni hep mutlu etmiştir.

Gülgûn Feyman Televizyon dünyasının büyülü sesi, Türkçenin hanımefendisi Gülgûn Feyman, dilimizin doğru kullanılması konusunda gerçekleştirilen bir söyleşide, yüksekokulumuz öğrencileriyle buluştu. Etkinlik sonrasında yaptığımız röportajda, Türkçenin doğru kullanımının etkili iletişim konusundaki önemini, sektörde edindiği tecrübe, bilgi ve birikimlerini bizlerle paylaştı.

İletişim Akademisi’nde eğitmenlik yapıyorsunuz. İletişim Akademisi’nde verilen eğitimlerin kapsamından söz eder misiniz?

Gülgûn Hanım siz Türkiye’deki en deneyimli, ustalık mertebesindeki spikerlerden birisiniz. Öncelikle meslek hayatınıza nasıl başladığınızı anlatır mısınız?

Tabii ama, galiba iletişim fakültelerinin hepsinin başarısından söz edemeyiz. Çünkü iletişim; adı üzerinde, anlaşma, ilişki, haberleşme, her şey var işin içinde. Kendini doğru ifade edebilme, doğru dinleme, doğru anlama gibi çok kapsamlı bir alan. Belki bütün sektörlerde, bütün iş alanlarında iletişim ile ilgili kısa da olsa bilgi aktarılmalı. Çünkü iletişim hayatımızın vazgeçilmez bir parçası ve bugünkü dünya koşullarında son derece önemli. Ben bugün iletişim fakültelerinde verilen derslerin yetersiz olduğunu, öğrencilerin eksik yetiştirildiğini düşünüyorum. Protokol kurallarını, görgü kurallarını doğru dürüst

Ben albay bir babanın kızıyım. Türkiye’nin pek çok bölgesini gezdik. Ben yerleşik düzen nedir bilmeyenlerdenim. Her sene bir yer dolaştık. Hakkari’nin kazasından Uludere’den tutunda, Sivas, Edirne’nin kazası Uzunköprü, Ankara, Erzurum, Kağazman, Kandıra olmak üzere hemen hemen Türkiye’nin dört bir köşesini dolaştık ve daha sonra meslek hayatıma Erzurum Radyosu’nda başladım. Orada bir sunucuya ihtiyaç vardı. Derken

114

Şimdi aslında Türkiye’de bütün renkler birbirine karıştığı için bugün ekranlara veya gazetelere baktığınız zaman çoğunun iletişim mezunu olmadığını görürsünüz. O nedenle bu soruya net ve sağlıklı bir yanıt vermek çok zor.

İletişim Akademisi’nin yetiştirdiği birçok spiker var. Bu isimlerden bahseder misiniz? Yok. Kim? Son dönemde hiç doğru kimseler tarafından yapılmıyor bu meslek. Çünkü kaşı hilal, saçı sırma, gözü badem ne kadar kişi varsa onlar seçiliyor. Ya da yıllar önce başlatılan güzellik yarışmaları buna iyice yol açtı. Güzellik yarışmaları sanki haber spikeri olmak için bir basamak gibi algılandı. Zira iki üç örnek var önümüzde. Bu işler öyle elbise satarak, mayo satarak yapılacak işler değil. Bu işlerde bilgi satılır, dünya görüşü satılır, hayat satılır. Bizim işimiz bu. Ama şimdi maalesef bizim televizyonlarımızda bu yapılmıyor. Bir röportajınızda “dili bozanların iletişim bozukluklarını” ifade ediyorsunuz. Dili doğru kullanmanın iletişimdeki yeri ve önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü kendini doğru ifade edebilmek çok önemli. Ben öğrencilerime hep şunu söylerim; sakın beni yanlış anladınız demeyin, siz kendinizi doğru anlatın. Siz ne kadar anlatırsanız, karşınızdaki o kadar anlayacaktır. Son derece önemlidir. Dili doğru kullanma ve beden dili arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Son dönemlerin yükselen yıldızı beden dili. Niye bu kadar yükseldiğini de bilemiyorum. Onun için çok fazla fikrim yok. Ben beden dili eğitimi almadım ve bunun dersini de vermiyorum. O işin psikiyatrların ve psikologların işi olduğunu düşünüyorum. Günümüzde televizyon ve radyolardaki spikerlerin Türkçelerini nasıl buluyorsunuz? Var mı? Türkçe mi var? Doğru Bilinen Türkçe Hataları

115

Spikerlik gençlerin gözde ve prestijli mesleklerinin arasında yer alıyor. Spiker olmak isteyen kişiler ne tür bir eğitim almalılar? Temel diksiyon eğitimini mutlaka almalılar. Ondan sonra da spikerlik ve sunuculuğun inceliklerini öğrenmeliler. Bol bol sözlük okumalılar, bizler öyle yapardık. Kendilerini tanımalı, mutlaka yetiştirmeliler. Ondan sonra açamayacakları kapı yoktur diye düşünüyorum. Bu meslekte kariyer yapmak isteyen kişiler ne gibi özelliklere sahip olmalılar? İyi bir eğitim. Çağdaş bir beyin. Hep ileriye bakan bir beyin olmalı. Yoksa yerinde sayar. Kariyerde yapamaz, hiç bir şey yapamaz. Kalıcı bir şeyler bırakması lazım. Çok şey var aslında, çok şey yapılabilir. Ama dünyayı iyi görmesi, iyi algılaması, mutlaka dil bilmesi lazım. Daha farklı değerlerle tanışması lazım, agresif olmaması, hırçınlaşmaması, etrafını kırmaması lazım. İyi dinleyen, iyi anlayan doğru soru soran biri olması lazım. Çok şey var.


“İTİRAF VE MEKTUP”

Emrah Altuntecim

kattın, ne eksilttin?”

“Ne ekersen onu biçiyorsun, bazense fazlasını…”

Biz eğitimciler sık sık sorarız kendimize bu soruyu, neticede yaptığımız işin topluma katkısını hissetmek isteriz. Bir motivasyon koçunun motivasyonu asla diğer insanların motivasyonunu yükseltmeye endeksli olmamalıdır. Ancak doğrudan bir etkileşimin olması kaçınılmaz oluyor ve bu gerçekliği, görmezden gelemezsiniz…

Puslu bir İstanbul sabahı… Büyük bir plazanın penceresinden sokağa bakıyorum. Dışarısı oldukça kalabalık. Trafik her zamanki gibi yoğun. İnsanlar karıncalar gibi sokakları takip ederek meydanlara ulaşıyor ve yeraltı geçitlerinde kayboluyorlar. Ardı arkası kesilmiyor. Siyah ve gri noktalar... Tek tük kırmızı, mavi ya da yeşil göze çarpıyor…

İnsanların dimağını açmak, morallerini yükseltmek, problem çözme yeteneklerini açığa çıkartmak harikadır. Bu tam anlamıyla dünyanın en güzel işlerinden biridir ve gerçekten de eşsiz bir deneyimdir. Ancak en çok arzuladığımız şeylerden biri de kalıcı etkiler sağlayabilmek, insanların hayatı algılayışlarındaki gelişimi ve bu gelişimin meyveleri olan yeni halleri davranışları ve iyileşmeleri görebilmektir. Dahası, öğrencilerinizin diğer insanların hayatına olan pozitif katkılarını duymak sizi heyecanlandırır. Hiç tanımadığınız insanların mutlu olduğunu, ailelerin bir araya kenetlendiğini, iş ve okul yaşamında başarı grafiğinin yükseldiğini, erdemlerin açığa çıktığını ve yüzlerin daha fazla gülümsediğini anlatırlar. Eğitmenlik bu anlamda çok sihirli bir etkiye sahiptir. Öğrencileriniz şiirler, makaleler ve dahası kitaplar yazmaya başladığında, onları radyo ve televizyonda çoşkuyla bir şeyler anlatırken gördüğünüzde gurur duymaktan kendinizi alamaz ve bu işi yaptığınız için şükredersiniz…

Dışarıdaki bu hengâmenin homurtusu buraya kadar ulaşmıyor. Plazanın kalın camları dış dünyanın seslerini sırlıyor. Ancak içimdeki sesleri susturamıyorum… Az önce verdiğim eğitimin tatlı yorgunluğu ile oturmam gerektiğini hissediyorum. Kütüphaneye kayıyor gözüm. Yüzlerce kitap içi kaynayan suskun aşıklar gibi görünüyor gözüme. Sessiz dostlarımı daha önce hiç böyle görmemiştim. Kısacası dostlarım bugün hüzünlüyüm… “Gerçek bir motivasyon koçu, eğitmen, danışman, her ne derseniz, hüzünlenir mi?” diye soranlarınız olabilir… “Kesinlikle hüzünlenir” derim ben de… İnsanları motive edebilmeniz için, onların yaşadığı ruh halini bilmeniz de gerekir… Tavsiye ve önerilerinizin kabul görüp uygulanabilmesi ve dahası koçluk seanslarınız ile eğitimlerinizin kalıcı sonuçlar verebilmesi için sizin de benzer halleri deneyimlemeniz gerekebilir. Bu sizi dürüst ve samimi kılar… Tatmadığın tadları, duymadığın sesleri, görmediğin renkleri, koklamadığın çiçekleri anlatabilirsin ama hissettiremezsin… İnsanların acılarını ve dertlerini dinler, onlara yardımcı olmaya çalışırsın ama acı ve dert tadmayan ne bilsin yaşananları?

Plaza’daki eğitimin ardından birkaç gün geçti... Asistanlarımızdan Tuğba ofisten telefonla aradı. “Emrah Hocam, Cezaevinden bir mektup gelmiş, ben de merak edip açtım. Ağır bir suçtan dolayı hüküm giymiş ve uzun yıllar cezaevinde yaşayan bir bayan bir mahkum kitabınızı okumuş ve çok etkilenmiş. Müsaitseniz size birkaç satır okumak istiyorum.” Şaşkına dönmüştüm. Hayatını cezaevinde geçiren kimseyle daha önce tanışmamıştım ve ağır bir suçtan dolayı giydiği hüküm yüzünden cezaevinde yaşayan bir kadının eline kitabımın nasıl geçtiği sorusu şaşkınlığımı daha da arttırıyordu.

Bugün de sıra bizdeydi işte… Hüzün sırası bizdeydi… Seminer esnasında hayatın acı gerçekleri ile yüzleştiğimiz kısa filmler izlemiştik. Eğitim verdiğim insanlar hallerine şükretmenin de etkisiyle neşelenmişti anlaşılan, yan taraftan gülme seslerim geliyordu…

Tuğba telefonda kelimeleri tek tek okumaya başladı. “Kendini Arama Kurtarma isimli kitabınızı okudum. Bu kitap hayata bakışımı değiştirdi. Artık sabahları erken kalkıyor, spor yapıyor ve güzelce kahvaltı ediyorum.Hayattan zevk alıyorum!”

Kahvemi tazelemek için ayağa kalktığımda yoldaki kalabalık ve trafik daha da artmış göründü gözüme ve ansızın kendime sordum; “Emrah, kitaplar yazdın, makaleler yayınladın, seminerler verdin… On binlerce insanın düşünce ve gönül âlemine dokunma fırsatın oldu… Bu hayatta bir şeyleri değiştirebildin mi? Bu gri tabloya bir renk katabildin mi? Bu denizde bir katre olan “Sen” ne

Tuğba okumaya devam ettikçe gözlerim dolmaya başladı. Eğitmen olan eşim Ceyda da merak etmiş yanıma gelmişti… Yüreğimdeki hüzün iyice doygunluğa erişmiş

116

Bizler bilgi ve sevgi çiftçileriyiz aziz dostlarım… Ekilen tohumlar yağmur olmadan başak vermiyor… Sevgi ve bilgi tohumları ekmek bizim işimiz… Ömür yettiğince ufuk çizgisine kadar ekmeye devam edeceğiz…

ve yağmur olmuştu… Birkaç dakika sonra içimde güneşin açtığını, bulutların dağıldığını ve yepyeni güzelliklerin ufukta göründüğünü duyumsamaya başladım… Bu denizde bir katre olan “Sen” ne kattın, ne eksilttin?” sorusuna cevap verdi yüreğim… Bu denizde bir katre olmanın farkındalığı yetmezmiydi? Bu denize bir şeyler katmak ya da eksiltmek mümkün mü? Denizde yok olursan deniz olmazmısın? Birkaç damla gözyaşı , alınteri ve birkaç damla mürekkep değil mi bizleri gerçekte var eden şey? Her seminerden sonra insanlar bizlere kitap imzalatırlar ve her seferinde kendime sormadan edemem; “Bilmem şu kadar kitap imzalandı. Acaba kaç tanesi insanların yaşamına değer katacak? Yoksa kitap hapishanesine dönüşen okunmamış kitaplar kütüphanesinde azat edileceği günü mü bekleyecek?” Bu sorunun cevabını vermek mümkün olmasa da bir gün gözyaşı ve alınteriniz ile incelen mürekkebin boşuna sarf olmadığını sezersiniz… Kelimeler yazılıyorsa, yazılması gerekiyordur ve birilerinin düşünce deryasında katre olacaktır elbet. Bazen hiç tanımadığınız insanlar için yazarsınız ve konuşursunuz… Telefon kapandı ve ben cezaevindeki okuyucumun satırları ile yüreğimdeki hüzünden azad oldum… Eğitmenliğin en güzel armağanlarından biri de bu işte;

117


Taşımacılık Maliyetini ve Hizmetini Etkileyen Meseleler

Yrd. Doç. Dr. Ruhet Genç

ması üç günü bulabilmektedir. Bu tür gecikmeler, mal ve hizmetlerin tam zamanında teslimatına odaklanan bir iş dünyasında rekabet eden firmaları büyük zarara uğratmaktadır. Çek Cumhuriyetinde ve Hindistan’da taşıtıcı firmaların özellikle kuzey ve doğu yönlü karayolları ve demiryollarıyla başa çıkmaları gerekir. Yine Meksika’da 20 adet potansiyel liman vardır, ancak bu limanlardan sadece dört tanesinde (ikisi Pasifikte, ikisi Atlantik’te) konteyner olanakları vardır.

Bilgi Üniversitesi - Uluslararası Lojistik ve Taşımacılık Bölüm Koordinatörü Taşımacılık hizmetlerini etkileyebilen birçok faktör vardır. Lojistik yöneticisinin kontrolü dışında olmasına rağmen, bu meseleler taşımacılık alternatiflerinin seçimini önemli ölçüde etkileyebilmektedir.

Çevresel ve Hayat Kalitesiyle İlgili Sorunlar Hava kirliliği, gürültü kirliliği, trafik yoğunluğu ve enerji tüketimi sosyal olarak taşımacılık hizmetlerinin hiç de hoşa gitmeyen yan ürünleridir. Hava Kirliliği: Hem mal hem de yolcu taşımacılığı başlıca karbondioksit kaynağı olarak görülmektedir. Bu emisyonların %20’sinden Avrupa ülkeleri mesul tutulmaktadır. Kara taşımacılığı hava kirliliğinin başlıca kaynağı olarak görülmesine rağmen uçak yakıtlarının yaydığı maddeler hava kirliliğine yol açmaktadır. Demiryolu taşımacılığında da yine benzer bir etki görülmektedir. Demiryolları, ya doğrudan dizel sürüşlü makineleri işleterek ya da dolaylı olarak elektrik gücü üretmek için fosil benzinlerini yakarak hava kirliliğine yol açmaktadır. Bunun yanı sıra, klimalı ve donduruculu yük taşıma araçlarında kloroflorokarbon (CFCs),Freyon kullanımı da çevreciler tarafından tepki görmekte, atmosferdeki koruyucu ozon tabakasına zarar verdiği ileri sürülmektedir. Avrupa’da hava kirliliği sorunu doğu Avrupa ülkelerinin hızlı ekonomik gelişimleriyle daha da karmaşık bir hal almaktadır.

Altyapı Varlığı ve Altyapı Koşulları Küresel lojistikte karşılaşılan en önemli sorunlardan biri de, gelişmekte olan ülkelerde bulunan eski taşıma kaynaklarıyla başa çıkabilmektir. Örneğin bu bölgelerde liman olanakları az olabilir ya da limanlar malların büyük hacimler halinde konteynerler içinde taşınmasına olanak vermeyebilir. Karayolu sistemleri kıt ya da gelişmemiş olabilir, demiryolu hizmetleri yavaş ve sınırlı olabilir. Hava limanları, Avrupa, Avustralya ya da “Asian Tiger” ülkelerine kıyasla kabataslak yapılmış olabilir. Almanya’nın ülkenin doğusundaki altyapıyı iyileştirme çabaları problemin önemine örnek teşkil etmektedir. 1990 ve 1997 yılları arasında taşımayla ilintili pek çok projede 36 Milyar Euro yatırım yapılmıştır. Yatırımın 19 Milyarı Doğu Almanya demiryollarına, 9.5 Milyarı karayollarına ve 500 milyonu da denizyollarına yapılmıştır. 1990’dan bu yana, 5800 km doğu Alman demiryolu ve 1300 km karayolu inşa edilmiş ya da yenilenmiştir. 1998’de de Alman taşımacılık yatırımlarının yarısı Doğu Almanya projeleri için yapılmıştır. Günümüzde de bu yatırımlar eski ivmesini kaybetmiş olmasına rağmen halen devam etmektedir.

Gürültü Kirliliği: Günümüzde insanlar “manzara bozulmalarına” karşı gittikçe daha duyarlı hale gelmektedir. Yeni lojistik alt yapı projeleri, örneğin Fransa’nın güneyinde yüksek hızlı demiryolu taşıma sistemi, İngiltere’nin güneydoğusunda Channel tünelini Londra’ya bağlayacak yeni demiryolu hattı, Münih’teki yeni havalimanı ya da çeşitli amaçlarla inşa edilen antrepolar yerel, bölgesel ve hatta ulusal düzeylerde şiddetli protestolarla karşılanmıştır. Halktan gelen bu tür tepkilerle, firmaların ekonomik gelişme ve çevresel koruma arasındaki makul dengeyi kırma yolundaki çabalarının ve devletin yeni üretim ve dağıtım tesisleri veya taşımacılık altyapı yatırımları inşa ederek lojistik gruplar üzerindeki baskıyı hafifletme yolundaki çabalarının önüne geçilebilir. Trafik Yoğunluğu: Hem yolcu hem de yük trafiğindeki hızlı artışların yol açtığı yoğunluk artık Batı Avrupa ülkelerinde endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Avrupa Komisyonunda yayımlanan bir rapora göre, 1990 ve 2000 yılları arasında karayolu nakliyatının %42 oranında artacağı

Dağıtım rotası boyunca herhangi bir noktada standardın altında bir alt yapıyla başa çıkma sorunu, lojistik sisteminin bütününü ilgilendiren bir sorundur. Özellikle de müşteri hizmetleri bundan zarar görür, çünkü sipariş verildikten sonra malın teslimine kadar geçen süre uzayabilir. Firmalar taşımacılıktaki dar boğazları aşabilmek için hava yolunu ya da dolambaçlı başka yolları kullanmaya kalktıklarında, taşımacılık maliyetleri yükselebilir. Ürünün yeterince korunduğu güvencesini vermek için daha fazla paketleme yapabilir. Yine firmanın ulaşım problemleri nedeniyle ortaya çıkan gecikmeleri dengeleyebilmesi için ek stoklar tutması gerekebilir. Ancak bu tür problemler, sadece yeni gelişen sanayileşen piyasalarda yaşanmamaktadır. Örneğin Londra’nın Heathrow Havaalanı o kadar kalabalıktır ki, kargoların tesisten çık-

118

Taşıyıcı Güvenliği

beklenmekteydi. Aynı dönem boyunca demiryolu taşımacılığının %33 artacağı tahmin edilmekteydi. Bu beklentiler büyük ölçüde gerçekleşti. Birkaç yıl içerisinde, Avrupa Birliğinde 27 havalimanından 16 tanesinin tam doyum noktasına ulaşacağı ve ek uçuşlar yapamayacağı tahmin edilmiştir. Buna ilaveten, bu vahim yoğunluk ana yolları ve demiryolu geçitlerini araç trafiği düşünülmeden planlanmış Avrupa şehirlerinin metropol merkezlerini gittikçe daha da kötü hale getirebilecektir. Avusturya, İsviçre ve Almanya’da Ruhr gibi transit bölge sakinleri bu tür problemlerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Demiryolu ve deniz taşımacılığının, kara ve hava yollarına göre daha çok çevre dostu olduğu söylenebilir. Avrupa Birliği ülkelerinin büyük çoğunluğunda kargolar artık karayollarıyla değil demiryolları ve kanallar aracılığıyla taşınmaktadır. Gürültüyle ilgili şikâyetler dünyada çok sayıda hava alanının gece boyunca “sessiz saatler” uygulaması başlatmasına yol açmıştır. Bazı ülkeler günün belli saatlerinde karayolu nakliyatını sınırlamış ya da yasaklamıştır. Örneğin; Almanya Pazar günleri ve yazları hafta sonlarında (Yeşil plakalılar hariç) kamyonların otobanda seyahat etmelerini yasaklamıştır. Meskûn bölge yakınlarından geçen yollarda hız sınırlaması, gürültü emici duvarlar, bitki örtüsü vb. önlemler de bu konuda alınan bazı tedbirlere örnektir.

Yöneticilerin büyük çoğunluğu güvenliği bir lojistik sorunu olarak görmemektedir. Ancak; daha fazla ülke taşıma kaynaklarını rekabetçi bir seviyeye getirdikçe, taşıyıcı firma seçiminde güvenlik konusu önemli hale gelebilir. Serbest piyasa taşımacılığını eleştirenler, daha fazla taşıyıcı piyasaya girdikçe ve maliyetleri kontrol etmek için baskı arttıkça güvenliğin çeşitli nedenlerle bozulduğunu ileri sürerler. Birincisi: hizmet tedarik eden daha çok taşıyıcı vardır ve bu da daha fazla aracın işletilmesi demektir. İkincisi, rekabetçi baskılar firmaları araçları mekanik problemlerle işletmeye yöneltir. Üçüncüsü; maliyetleri azaltıcı bir yol olarak personel çıkarımına gidilmesi işçilerin daha fazla çalışmalarına yol açar. Son olarak, bu tartışma böyle devam eder ve nihayetinde daha fazla kazalara rastlanır. Gelişmekte olan rekabetçi piyasalarda taşıtıcı firmalar güvenli olmadığını fark ettikleri taşıtıcı firmaları kullanmayacaklardır. Kaza olduğu takdirde, mallar bozulur ve satışlar da hasar görür, teslimat tarihleri gecikir, taşıtıcı firmalar hakkında olumsuz izlenimler oluşur ve satışlar da bundan zarar görür. Dolayısıyla taşıtıcılar güvenli olmayan taşıyıcılarla çalışmayacaklardır. Serbest bir piyasada, taşıyıcılar taşıtıcılarla iş yapmadan önce, olması gereken kriterler listesine taşıyıcının güvenliği kriterini ekleyebilir. Bir başka deyişle riskli tehlikeli operasyonlar firmanın taşıma maliyetlerini arttıracağı için firma güvenli olmayan bir taşıyıcıyla çalışmayı istemeyecektir. Bununla birlikte yeni gelişen-sanayileşen ülkelerde taşıtıcılar halen düşük maliyetli taşıyıcıları tercih edebilmektedir. Çünkü bu piyasalardaki kendini daha az geliştirmiş müşteriler ortaya çıkabilecek taşıma kesintilerini tolere edebilirler. Son olarak piyasadaki mevcut taşıyıcı firmalar standardın altında olabilir. Dolayısıyla böyle bir durumda lojistik yöneticilerinin çok az seçme şansı olacaktır.

Gümrükler ve Kargo Güvenliği Global lojistik yöneticilerinin karşılaştığı meselelerden biri de gümrük prosedürleridir. Bu prosedürler Avrupa Birliğinde ön ödemelere rağmen, bezdirici olabilmektedir.Bazı ülkelerde çok hızlı değişimler yaşanabilmesine rağmen, kargo güvenliği konusu, dünyanın belirli bölgelerinde çok önemli ciddi bir sorun haline gelmiştir. Bir bilgisayar üreticisi ürününü batı Avrupa’dan Moskova’ya taşımak için güvenli metal kamyonlar kullanır. Doğu Avrupa’da, özellikle Polonya ve Rusya’da, konvoy sadece yakıt almak için durur. Rusya’ya ulaştığında askeri korumaların yük araçları, Moskova’ya haftalık bilgisayar sevkiyatı yapan kamyona eşlik eder. Kuzey Meksika’da kamyon soygunculuğu problem iken, güneydoğu Asya’da ve Somalide deniz haydutluğu vardır. Ancak, güvenlik uzmanları eski Sovyet Birliği ve doğu bloku ülkelerini bugün dünyanın en tehlikeli bölgesi olarak görmektedir. Örgütlenmiş suç kartelleri ve zayıf ekonomik koşullar her kargo parçasını potansiyel bir hedef haline getirmiştir. Polonya’daki yüksek hırsızlık riskine karşılık, bazı taşıtıcı firmalar Polonya’ya karadan geçmektense (daha çok zaman alacağı ve daha pahalı olacağı için), kargoyu Almanya’dan Rusya’ya deniz yoluyla taşımayı tercih ederler.

Sonuçlar Lojistik açısından, güvenlik ve altyapı koşulları gibi faktörler gizli olduğu kadar doğrudan etki yaratabilecek niteliktedir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nde 1000 km yol alacak bir sevkiyatın maliyet rakamları tahmin edilmiştir ve bu rakamın özellikle yetersiz alt yapı ve güvenlik riskleri dolayısıyla, aynı yolla Batı Avrupa’da ulaşılan rakamlardan daha fazla olduğu görülmüştür. Dolayısıyla sadece yurt içi taşımacılığıyla ilgilenen bir yöneticinin ufak görebileceği bu tür meseleler, uluslararası taşımacılıkta karlılığı ve müşteri hizmetini doğrudan doğruya etkileyebilir.

119


VİZYONDAN 3 FİLM

Ege Görgün

liklerinden bir tanesidir ama çoğu durumda kesinlikle “iyi para” yapma önceliğinin önüne geçecek bir niyet değildir bu. Amerikan ordusunun Hollywood ile sıkı fıkı ilişkiler kurduğu öyle çok bilinmeyen bir şey değil. Büyük bütçeli savaş ya da aksiyon filmleri çekecekseniz onlardan alacağınız ekipmanlara, personele, kimi zaman da çekim lokasyonlarına ve eğitime muhtaçsınızdır. Hiçbir stüdyonun deposunda filmlerde kullanılmak üzere tanklar, savaş uçakları, uçak gemileri, denizaltılar, helikopterler ve son model silahlar oluşan bir stok yoktur. Ya da askeri bir tesiste bir sahne çekmek öyle herkesin alabildiği bir izin değildir. Silahlı kuvvetler Hollywood’un bu yöndeki isteklerini karşılamak konusunda oldukça isteklidir. Üstelik bunun karşılığında ya çok az bir meblağ talep ederler, ya da hiç etmezler. Yapımcının milyonlarını kurtarmasını sağlayan bu anlaşma Pentagon için önemli bir propaganda fırsatıdır çünkü. Yapımcıyı zengin etme karşılığında senaryo üzerinde istedikleri değişiklikleri ya da eklemeleri yapacak yetkiye kavuşurlar. Dahil oldukları bir projede ordunun imajına zarar verecek bir şeye izin verecek halleri yoktur. Özgürlükler Ülkesi ABD’de, Kuzey Kore hükümeti gibi halka gösterilecek her türlü medyada kesin bir kontrol sahibi olmaları mümkün olmadığından, tüm dünyayı gezecek bu filmlere istedikleri gibi şekil vermeleri onlar için bulunmaz bir fırsattır.

Ege Görgün

Ülkenin Sana İhtiyacı Var, Asker: Battleship Silahlı Kuvvetlerin tam desteğiyle çekildiği her lahzasından anlaşılan Battleship adeta genç erkek ve kadınlara “Donanmaya Katılın!” çağrısı niteliği taşıyor. Milyonlarca kişinin izlediği Hollywood filmlerinin perde arkasında pek çok sır gizlidir. En önemli sırlardan biri de Pentagon’un bazı filmler üstündeki etki ve sansür gücüdür. Hollywood’un işi film yapmaktır ve her işte olduğu onların da bazı öncelikleri vardır. “İyi film” yapmak önce-

Bunları yalnızca biz söylemiyoruz. New York Times ve Washington Post gibi gazetelerde çalışmış, üç kez Pulitzer’e aday gösterilmiş David L. Robb, Hollywood Operasyonları: Pentagon Filmleri Nasıl Şekillendirip Sansürler (Operation Hollywood: How the Pentagon Shapes and Censors the Movies) adlı kitabında Pentagon-Hollywood ilişkisini gözler önüne serer ve ortaya çıkan filmlerdeki sansür vakalarını teker teker afişe eder. Kitapta hangi filmlerde ne gibi sansürler uygulandığı teker teker anlatılır. Filmler arasında James Bond’dan, Kusursuz Fırtına’dan (The Perfect Storm), Rüzgarla Konuşanlar’a (Windstalkers), Bağımsızlık Günü’ne (Independence Day) ve Günaydın Vietnam’a (Good Morning Vietnam); Kara Şahin Düştü’den (Blackhawk Down), Pearl Harbor’dan Armageddon’a, Top Gun’a ve Lassie’ye pek çok film vardır. Bu kitabın ülkemizde Güncel Yayıncılık tarafından yayımlandığı belirteyim. Ama kitabı şu an bulmak pek mümkün değil. Bu giriş, dünyayı istila etmeye karar veren uzaylıların ateş gücüne karşı göğüslerini siper eden Amerikan bahriyelilerinin hikayesini anlatan Battleship’in nasıl bir film olduğu hakkında size biraz fikir vermek içindi.

120

Filmin genel anafikrini ise bizzat karakterlerden biri dillendiriyor zaten. “Donanmaya ihtiyacımız var. Denizcilere ihtiyacımız var.”

Silahlı Kuvvetler’in tam desteğiyle çekildiği her lahzasından anlaşılan film adeta gençlere “Donanmaya Katılın!” çağrısı niteliği taşıyor. Peki uzaylıların istilaya Hawai’den başlaması Amerikalılar’ın hala Pearl Harbor Baskını travmasından muzdarip olduğunu mu gösteriyor, yoksa militer-muhafazakar kanadın bu eski travmayı yeniden nüksettirme niyetini mİ? Üstüne üstlük filmin gizli kahramanı II. Dünya Savaşı’nda Japon Adaları’nı bombalayan USA Missouri savaş gemisi. Ama en komik olanı da, tüm bu bariz artniyetli alt metinleri örtbas etmek adına filmde Amerikalıları ve Japonları istilacılara karşı müttefik yapmaları. İster seyirciyi gerizekalı yerine koyma deyin buna, ister kabahatini çocuk zekasıyla gizlemeye çalışmak.

Soğuk Savaş döneminin paranoya bilimkurularını hatırlatan filmin zaten ahım şahım olmayan hikayesi zekanıza hakaret eden mantıksızlıklarla dolu. İşte bir tanesi ama en önemlisi… Teknolojileri galaksiler arası yolculuk edebilecek seviyede bir uygarlık niye konvensiyonel silahlar kullanır Allah aşkına? Uzaylıların yaratıcı ve ileri teknoloji gibi görünen tek silahı ise aslında o kadar da yaratıcı değil. Paralayıcı diyebileceğimiz bu silahlar bilimkurgu türünde verilmiş en iyi B-sinema örneklerinden biri sayılan Screamers’dan esinlenmiş. Boyutlarını saymazsak aradaki tek fark birinin insanları, diğerininse mekanik şeyleri hedef alması.

Filmin asker toplama dışında, bir de rehabilitasyon misyonu var. Irak ve Afganistan Savaşı’ndan sakat dönen askerlere moral vermek için olsa gerek, iki bacağını kaybetmiş bir gaziye de bir uzaylıyı alt etme onuru bahşediliyor. Öyle zekasıyla falan değil hem de, ufak bir yardım alsa da bildiğiniz kaba kuvvetle bitiriyor rakibinin işini. Ve Doğum Günü 4 Temmuz’un rövanşı alınmış oluyor böylece demokratlardan.

Bu kadar laf ettikten sonra filmi size önermeyeceğimi düşünüyorsunuz değil mi? Yanılıyorsunuz. Çünkü Battleship–yukarıda anlattıklarımın farkında olduktan sonra tabi- müthiş bir eğlencelik. Muhteşem bir görsellikte sunulan deniz muharebeleri sayesinde başından sona gözünüzü kırpmadan seyrediyorsunuz. Bu filmi sinema

121


salonunda seyretmemek bir sinemasever için gerçekten kayıp olur. İşte filmlere ayrı ayrı, bir seyir, bir de eleştiri notu vermeyi tercih etmemin sebebi bu. Battleship’in de eleştiri notu 2.5, seyir notu ise 4. Son söz: Siz siz olun, dünyayı uzaylılar istila edecek diye korkmayın, sonuçta dünyaya bizim bugüne kadar yaptıklarımızdan daha kötü ne yapabilirler ki? Battleship Yönetmen: Peter Berg Senaryo: Erich Hoeber, Jon Hoeber Oyuncular: Alexander Skarsgård, Brooklyn Decker, Liam Neeson Yapım: 2012 / ABD

Alışılmadık vasatlıkta alışıldık bir Ferzan Özpetek filmi: Şahane Misafir (Magnifico Presenze) Şahane Misafir’in yönetmeni Ferzan Özpetek‘in durumunu ben biraz da milli takım tercihini Almanya’dan yana kullanan Mesut Özil’inkine benzetiyorum. Özpetek, Türk sineması yerine İtalyan sineması içinde varolma tercihini devam ettiriyor ve kimbilir belki de iyi yapıyor. İnsanların tercihlerini yargılamak bize düşmez. Yeteneklerini farklı alanlarda sergiliyor olsalar da, kalite anlamında da Mesut Özil’le Ferzan Özpetek arasında paralellik var bana kalırsa. İkisi de misak-ı milli sınırlar içindeki meslektaşlarının çoğundan daha kaliteli bir üretim ortaya koyuyorlar. Şahane Misafir Özpetek sinemasının alışıldık ve vazgeçilmez unsurlarıyla oluşmuş bir hikaye. Kendiyle, hayatıyla ilgili keşiflerin eşiğinde olan yalnız bir anakarakter, gizemli yabancılar ve finalde açığa çıkacak yürek burkan bir saklı gerçek. Ancak bu unsurlardan yola çıkan önceki iyi filmleriyle kıyaslandığında eksik olan bir şey

122

ya da bir şeyler var Şahane Misafir’de. Özpetek bir yüzeysellik tuzağına düşüyor bu filminde. Ne o ana karakterini yeterince tahlil ediyor, ne de bize onun psikolojisini anlamamız için yeterince ip ucu veriyor. Ayrıntı bulamıyorsunuz hikayede. Oysa misal, Karşı Pencere’de trabzanlarda bırakılan un izleri bile ne kadar önemli anlamlar yüklüydü ve tabi o pastalar… Yan karakterlerin hikayeye yedirilmiş değil de, yapıştırılmış gibi durması bir başka sorun. Yan karakter demişken… Özpetek’in zaman zaman oyuncu kadrosunda kendi ülkesinden isimlere yer verme adeti var. Son filminde cismiyle yer bulan şanslı Türk bu kez Cem Yılmaz oluyor. Ama uyarmak Ters Ninja’nın boynunun borcu: Türkiye’de kullanılan afişin ve seçilen Türkçe ismin manipulasyon tuzağına düşmeyin sakın. Bu alıştığımız anlamda bir Cem Yılmaz filmi değil. Zaten bu bir Cem Yılmaz değil. Yalnızca buğulu sesi ve şarkılarıyla dahil olmasına rağmen Sezen Aksu bile filmde Cem Yılmaz’dan daha görülür bir pozisyonda. Cem Yılmaz ana karakter olacak diye bir kaide yok elbette. Ama bana kalırsa Özpetek, Cem Yılmaz’ın yıldız ışığından yararlanma ve filmini seyirciye daha cazip

kılma fırsatını kaçırmış. Vizontele ve Organize İşler’de de yan karakter oynayan Cem Yılmaz’ın az bir rolle de çok ışıltı yaratabildiğine şahit olmuştuk. Ama Şahane Misafir’de öyle olmuyor. Bir yanıyla komedi olan filmin Cem Yılmaz’a daha çok ihtiyacı olduğu kendini ayan beyan belli ediyor. Hoş, Cem Yılmaz’ı komik unsur olarak kullanmak da bir zorunluluk değil. Yavuz Turgul Av Mevsimi’nde Cem Yılmaz’ın yıldız ışığını ona komiklik yaptırmadan ortaya koymayı başarmamış mıydı? Kısacası elindeki malzemeden yeterince yararlanamamış Özpetek ve Cem Yılmaz’ın varlığı bir pazarlama stratejisinden öte bir şey değilmiş gibi kalmış filmde. Özpetek’in gizem örgüsünü ustalıkla kurduğu filmlerini de aratır cinsten Şahane Misafir. Bu sorun yüzünden finale giden yolda yeterince meraklanmıyor izleyici, dolayısıyla hikaye de sürükleyiciliğini kaybediyor. Debisi düşük bir akışla geldiğinizde finale, kaçınılmazla karşılaşıyor ve önünüze serilen gerçeğin size yaşatması gereken tatmin duygusundan mahrum kalıyorsunuz. Özetlersek… Şahane Misafir Özpetek’in başta övgüler dizdiğimiz yeteneğini yansıtan bir film değil ne yazık ki.

123


Genelle kıyaslandığında belki “yeterli”, ancak Özpetek sinemasının parametreleriyle değerlendirildiğinde ancak “vasat” olarak nitelendirebileceğiniz bir film.

Bu Kez Hikayenin Kahramanı Poe: Kuzgun

Şahane Misafir

Bugüne dek Edgar Allan Poe’nun öykülerinden esinlenen sayısız film yapıldı. Bu Poe’nun, belli bir oranda popülerlik kazansa da zamanında değeri çok da anlaşılmayan eserlerinin önemini ortaya koymaya yetiyor. Ancak iş Edgar Allan Poe’nun kahramanı olduğu bir film bulmaya gelince durum değişiyor.

(Magnifico Presenze – Magnificent Appearance) Yönetmen: Ferzan Ozpetek Senaryo: Ferzan Ozpetek, Federica Pontremoli Oyuncular: Elio Germano, Paola Minaccioni, Beppe Fiorello Yapım: 2012 / İtalya / 105 dk.

(The Raven)

Son yıllarda popüler romancılığın ilgi alanlarından biri de gerçek tarihi kişiliklerin hayatlarından yola çıkarak alternatif tarihler kurgulamak oldu. Edgar Allan Poe da bu trendden nasibini almıştı. Matthew Pearl’ün yazdığı ve Poe’nun ölmeden önceki son günlerini konu alan bol aksiyon, macera ve entrika dolu roman Poe Gölgesi var hatırladığım (Goa). Joel Rose imzalı En Karanlık Kuş’ta ise 1841 yılında işlenen kanlı bir cinayetle başlıyordu. Poe’yu işaret eden bu cinayetin sırrı ise ancak onun eserlerindeki ipuçları değerlendirilerek çözülecek gibi görünmektedir. (İthaki) Kuzgunun hikaye örgüsü oluşturulurken bu iki romandan çok da farklı bir yöntem izlenmemiş. Dehşetengiz öyküleriyle burjuva sınıfını tirildeten, ro-

124

mantik şiirleriyle hanımları hülyalara daldıran, dedektiflik öykülerinin ataları sayılabilecek polisiyelere imza atan Edgar Allan Poe 3 Ekim 1849’da Baltimore sokaklarında ölmek üzereyken bulundu. Üstünde kendine ait olmayan giysiler vardı ve ağzından yalnızca sayıklamadan ibaret izlenimi veren sözler çıkıyordu. Hemen hastahaneye kaldırıldı ama birkaç gün içinde ölmekten kurtulamadı. O günkü gazeteler ölüm nedenini içki dayalı bir beyin rahatsızlığına yorsa da, doktorlar kesin bir teşhis koyamadılar. Zaten sonradan tüm hastane kayıtları da kayboldu. Amerikan Edebiyatı’nın en büyük yazarlarından biri olan Poe’nun ölümü ardındaki sır perdesi bugün bile aralanamadı. Kuzgun bizi Poe’nun ölümüyle nihayetleneceği kesin o birkaç güne götürüyor. Bir seri katil Poe’nun eserlerindeki ayrıntıları aynen taklit ederek cinayetler işlemektedir. Usta polis müfettişi aradaki bağlantıyı keşfedince hemen Poe ile bağlantıya geçer ve birlikte katilin peşine düşerler. Ancak katil sevdiği kadını kaçırınca vaka Poe için daha kişisel ve ölümcül bir hal alır. Filmin senaryosu tarihi gerçeklerle kurgunun harmanlanmasından oluşturulmuş. Gerçeklere dair fazla şey

bilinmediği için elbette kurgusal kısım çok daha ağır basmış. Tarihsel gerçeklik daha çok Poe’nun karakterini ortaya koymak için kullanılmış. Kurgusal kısım uğruna gerçeklere ihanet etmekten kaçınılmamış hatta. Örneğin cinayet kurbanlarından biri olarak Poe’nun yaşarken gazete sütunlarından büyük bir kavgaya tutuştuğu eleştirmen Griswold seçilmiş. Oysa Griswold gerçekte Poe’dan uzun yaşamış ve Poe ile arasında olan husumeti rakibi öldükten sonra da devam ettirmiştir. Poe’yu karalamak, hatta onun şöhretini yok etmek üzere yazdığı biyografi uzun yıllar büyük yazarın anısını kirletmiştir. Kuzgun dört dörtlük bir film değil belki ama Edgar Allan Poe gibi bir yazarı hatırlamak, onun eserlerini tekrar gözden geçirmek ya da daha onun eserleriyle tanışmamış olanları bu konuda teşvik etmek gibi bir fırsat sunduğu içim ben kendi adıma Kuzgun’u önemsiz bir film olarak adledemiyorum. Belki Poe’nun eserlerinden alışık olduğumuz o dehşetengiz atmosferlerden birine sokamıyor film bizi, ama ünlü yazarın kendisine bahşedilen dehaya rağmen yaşadığı acıların onu sürgün ettiği hüzün ve melankoli diyarından bir manzara görebileceğimiz bir pencere açabiliyor.

125


“İSTANBUL’DA SIĞINDIĞIM YER BEYKOZ”

Röportaj: Yrd.Doç.Dr. Pınar Seden Meral Fotoğraf: Ayşe Şule Bilgiç Arşivi

Ayşe Şule Bilgiç’i birçoğumuz televizyondan, tiyatro sahnesinden ve “Rüzgarın Kızı” lakabıyla Hürriyet gazetesinde yazdığı köşe yazılarından tanıyoruz. Sevilen şarkıcı Kıraç’ın eşi de olan Ayşe Şule Bilgiç aynı zamanda çocukların çok sevdiği çizgi film karakteri Pepee’nin yaratıcısı ve Düşyeri Çizgi Film Stüdyosu’nun kurucusu. Akademi Beykoz dergimizin Beykoz’dan portreler köşesinin bu sayıdaki konuğu olan Ayşe Şule Bilgiç ile son dönemdeki çalışmaları ve Beykoz ilçesi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yönetmen olarak V For Vendetta filminden hatırladığımız James McTeigue’in seçilmesi Kuzgun projesine başlarken yapımcıların hayalinde yeni bir From Hell olduğunu düşündürüyor. Ama neticede beş yıldızlık From Hell’e, en az 2 yıldız uzaklıkta bir yapımla yetinmek zorunda kalıyorlar. Ne hikayede, ne de görsellik de hedef tutturulamıyor. İki konuda da Poe’yu daha fazla ve daha doğru referans alsalardı daha iyi olurmuş gibi geldi bana. Poe’nun o karanlık, gotik tarafı filme hiç taşınamamış anlayacağınız.

Ayşe Hanım, öncelikle Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu bünyesinde yayınlamakta olduğumuz Akademi Beykoz adlı dergimizin, Beykoz’dan portreler köşesine konuk olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Beykoz semti ile ilgili sorularımıza geçmeden önce son çalışmalarınızdan bahsetmek istiyorum. Çocukların taparcasına sevdiği bir çizgi film karakteri yarattınız. Pepee nasıl doğdu? Yaratım sürecinden bahseder misiniz?

Dolayısıyla 5 yıldız üzerinden konuşacak olursak Kuzgun’un seyir notu 3.5, eleştiri notu ise 3. The Raven Yönetmen: James McTeigue Senaryo: Ben Livingston, Hannah Shakespeare Oyuncular: John Cusack, Alice Eve, Luke Evans

Okul yıllarından beri hep hayıflanırdım neden Türk Çizgi Film karakterleri, filmleri yapılmıyor diye... Sonra hayat beni biraz çeşitli rüzgârlar ile çok çeşitli iş alanlarına ta-

Yapım: 2012 /ABD-Macar-İsp./ 111 dk.

126

şıdı. İletişim fakültesinin önüme açtığı her konuda çalıştım. Ama bunların hepsi rüzgârın beni ittiği yerlerde yaşadıklarımdı. Çizgi Film ise ilk kez rüzgârını benim estirdiğim, kendi başıma sıfırdan ve önümde hiçbir fırsat yokken oluşturduğum bir girişim. Türkiye’nin ilk milli çizgi film kahramanı Pepee 5 senelik bir emeğin ürünü ve 3,5 senedir TRT Çocuk ekranlarında yayında. Bizim bugün tüm çocukların ilgisini kazanmış olmamızın birincil sebebi işimizi çok iyi yapmamız ve TRT Çocuk gibi güçlü bir kanalda yayınlanıyor olmamız. Ona rağmen bu noktaya gelmemiz yaklaşık 4 senemizi aldı. 4 senedir TRT Çocuk dışında hiçbir destekçimiz olmadı. TRT Çocuk’un desteği tüm maliyetlerimizi karşılamıyordu. Biz 4 senedir Kıraç ile kazandığımız her şeyi Pepee’ye yatırdık. 2 kişi çıktığımız yolda başardıkça yeni yol arkadaşları kazandık. Bugün Düşyeri 48 kişilik kocaman bir aile... Ama arkasında ben dahil 4-5 kişinin büyük mücadelesi, inancı, hayattan ve kendinden tavizleri var. Öyle olmasa, bugün hala yanımda olan can yoldaşı ekibim olmasa asla bu noktaya varamazdık. Şu anda ise Pepee hem çocukların hem de büyüklerin gönlünü kazandı. Kısa süre önce lisanslı ürünlerimizi de çocuklar ile buluşturduk. Pepee bebekleri, nevresim takımları, oyunları, çantaları gibi birçok Pepee ürününe minik hayranların yoğun ilgisi bizi çok mutlu ediyor. Pepee adı ilginç... Nereden geliyor? Pepee yüzyıllardır Anadolu’da güzel Türkçemizde konuşma zorluğu çeken insanlara takılan bir sıfattır. Pepe Ahmet, pepe Ali’lerimiz vardır. Ama bizim ilk aklımıza gelen elin İspanyol “Pepe”si oluyor ne acı… Burda seyirciden tek bir şey için af dileyebilirim o da sondaki fazladan “e” harfi. Bu ise tamamen teknik olarak marka ayrıştırması yapabilmek ve uzatma efekti ile konulmuş bir fazladan “e”dir. O fazladan “e” olmasa yine bizim Anadolu’muzun “pepe”si büyük şehirlerde kimsenin aklına gelmeyecekti eminim. Yani Pepee %100 Türkçe bir isimdir. Pepee’nin söylediği şarkılar tüm çocukların dilinde. Bu şarkıların söz ve müzikleri kime ait? Pepee’nin bu kadar sevilmesinde müziklerinin de büyük payı olduğunu söyleyebilirim. Pepee’nin şarkılarını bir

127


“Balık Eylül Ayından Mart Ayına Kadar Yenir”

anne olarak ben mırıldanarak besteliyorum. Sonrasında Kıraç aranjelerini yapıyor. Bölüm içindeki sahne müziklerini ise Kıraç’ın Garbiyeli müzik ekibinden değerli müzisyen arkadaşımız Nevzat Yılmaz yapıyor. Nevzat çoğu zaman, sahnelerin üzerine, sahnenin duygusuna göre, canlı birer bir enstrümanları çalarak sahnelere can veriyor. Pepee’den başka ikinci bir karakter yaratmayı düşünüyor musunuz? Pepee Türk halkı tarafından gerçekten çok sevildi. Bunun vermiş olduğu cesaret ile ikinci projemizin hazırlıklarına bir buçuk sene önce başlamıştık. Bu sefer yaş grubumuz 6-9. Yani ilkokul çağı çocukları. Şu sıralar son hazırlıklarını gerçekleştirdiğimiz projemizi, yeni yayın döneminde yine TRT ÇOCUK ekranlarında buluşturmayı planlıyoruz. En az Pepee kadar sevileceğini umut ediyoruz. Televizyon ve tiyatronun yanı sıra sizi bir de motosiklet tutkunuzla tanıyoruz. Motosiklet tutkunuzdan söz edermisiniz? Motor, rüzgar bunlar biraz sahne tozu gibi. Bir kere soluduğunuzda bir daha içinizden çıkmıyor. Ama bundan 6-7 sene evvel 4 tekeri tamamen reddeder bir hayatım vardı. Yaz-kar-kış demeden motora biniyordum. Şu an hayat şartları, iş tempom bu konuda revizyon yapmama sebep oldu. Hayatıma sokmadığım otomobil de artık hayatımda. Hem motorum hem arabam var artık... Ne kadar zamandır Beykoz’da ilçesinde oturuyorsunuz? Beykoz ilçesini tercih etme nedenleriniz nelerdir? Sizi buraya çeken şey ne oldu?

Dünya tatlısı bir kızınız var. Bu bölgede oturuyor olmanın onun hayatında sizce ne gibi etkileri var?

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral & Yrd.Doç.Dr. Güray Tezer

Temiz hava soluyor her şeyden önemlisi… Bir de biz çok tepede olduğumuz için gerçekten burası şehrin içine göre biraz dağ başı gibi… Oksijen oranı daha yüksek, etrafımız ormanlarla çevrili… Üstelik bir o kadar da modern, gelişmiş bir bölge…

Fotoğraf: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral & Beykoz Güncel Arşivi

Asıl mesleğiniz balıkçılık olduğuna göre erbabına sormak gerek. Hangi mevsimde hangi balıkları yemek gerek? Benim için balık Eylül ayından Mart ayına kadar yenir. Sardalya balığını ayrı tutarım, o Ağustos ve Eylül zamanında yenir ve çok lezzetlidir. Diğerleri için niye Eylül’den Mart ayına kadar diyorum; balık Eylül’de havyarını bıraktıktan sonra kendini yağlamaya başlar. Karadeniz’deki balıklar için en yağlı aylar bu aylardır ve Omega 3 olarak zengindir. Ondan sonra da yenir ama protein açısından en zengin dönemleri Eylül ile Mart ayı içerisindedir. Mezgit dışında her balık ızgara yenir, Kalkan da bunun içinde. Kalkan balığı bile Nisan balığıdır, tavada çok güzel olur ama ızgara da güzel olur; çünkü balık dışarıdan yağlar ile pişmemelidir. Mezgit balığı beyazdır; ızgaraya gelmez, tava balığıdır. Diğer balıkların hepsi ızgara yenmelidir. Bu mevsimde balık tava yenebilir, yağı yoktur, çünkü kendini havyara çekmiştir.

Beykoz’un en sevdiğiniz yönleri nedir? Beykoz ilçesi sizin için ne anlam taşıyor? Beykoz’un yeşilini, boğaza göz kırpan tepelerini, bol oksijenli havasını, insanının samimiyetini, yıpranmamış köylerini seviyorum. İstanbul’da sığındığım yer BEYKOZ. Komşuluk ilişkileriniz nasıl? Beykoz’da oturan diğer ünlülerle görüşüyor musunuz? İnanılmaz gelişkin komşuluk ilişkilerimiz yok ne yazık ki… Ama tüm ailem, annem, kardeşlerim, kayınvalidem, eşimin kardeşleri çok yakın oturuyoruz. Hepimiz Beykoz’dayız... Bu sebeple komşu eksikliği pek hissetmiyorum. Beykoz bölgesinde ailecek vaktinizi nasıl geçiyorsunuz? Birlikte neler yapmaktan ve nerelere gitmekten hoşlanıyorsunuz? Boğaza inip Uskumru’da balık yemeyi çok seviyoruz. Kavacık’ta Birlik Kasap’tan etlerimizi alıp, Mini Hal’den mis gibi sebze meyvelerimizi alıp, Mado’dan dondurma yemeyi seviyoruz. Onun dışında evimizde vakit geçirmeyi çok seviyoruz. Biraz ev kuşuyuz ailecek.

Avlanması, saklanması, pişirilmesi ve yemesi en çok özen gerektiren gereken besinlerin başında geliyor balık. Avlanma koşullarına dikkat edilmesi gerekiyor ki balık büyüyebilsin, yağlanabilsin ve Omega 3 açısından zengin hale gelebilsin. Avlanan balığın iyi de muhafaza edilmesi şart; hatta en güzeli tutulan balığı hemen ızgarada pişirip afiyetle yemek. Zira o kadar hassas bir besin maddesi ki, kolayca bozulup zehirleyebilir bile. Pişirme usulü de çok önemli. Balığın cinsine ve yağlılık durumuna göre seçim yapmalı. Zira balığın lezzetini ortaya çıkaran şey de pişirme usulü. Bir de soframıza gelen balığı adabınca yemek var. Balığı kimi limon sıkar yer, kimi sosa bular, kimi de kendi tadıyla. Herkesin bir balık yiyişi var ama dergimizin bu sayısında işin ustasına sözü bırakalım istedik. Çocukluğundan beri balıkçılık yapan Karayel Lipari Balık Restaurant’ın sahibi ve işletmecisi İsmail Karayel ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. İsmail Bey, siz Beykozlu eski bir balıkçı ve bugünün restoran işletmecisiniz. Bize bu işe nasıl başladığınızı ve “Karayel Lipari Balık Restaurant”ın kuruluş hikayesini anlatır mısınız?

Beş senedir Beykoz’luyum. Burayı hem doğal yapısı, yüksekte olması, havadarlığı, yeşilliği için tercih ettim hem de 2. köprünün hemen ayağında ulaşım açısından çok avantajlı olduğu için... Bir de şahane manzaralar var onu da es geçmemek gerekir... Beykoz hem modernliği hem de doğallı ile tam benim gönlüme göre bir yer…

Ben 49 yaşındayım, çocukluğumdan beri baba mesleğini yapıyorum. Bir balıkçı teknemiz vardı ama biz 8 kardeşiz ve o balıkçı teknesi bize yetmiyordu. Ben de “çıkayım, ufak bir yer açayım, hem insanlara hizmet edeyim, hem de düzgün bir yer açayım” istedim. Böylece bu işe başladım. “Karayel” benim soyadım; “Lipari” ise Kasım ayında yağlandığı zaman uskumru balığının büyüğüne verilen addır. Oradan esinlendim ve başına soyadımı koydum. Güzel bir isim olduğunu düşünüyorum.

128

Balığı yerken kimi insan limon sıkar, kimi sosla tatlandırır, kimi de sade yer. Balık nasıl yenmeli? Benim için balık ne sosa, ne de tavanın içine girmemelidir. Doğal olmalıdır. Limon sıkmama olayı şudur: Restoran sahibiyim, üç günlük, dört günlük balığı veririm; siz bunun kötülüğünü anlayamazsınız. Üzerine limon sıkarsanız kokusunu almazsınız, taze olup olmadığını anlayamazsınız. Bir de balığı özünde yemek lazım. Bizim eskilerimiz “balığa limon sıkarsanız mundar etmiş olursunuz derdi”. Çok doğru, ben size dolaptan 15 günlük balığı soslarla yapayım, siz zaten balığın bayatlığını anlayamazsınız. Yer teşekkür eder gidersiniz. Eskiden İstanbul’da sahile kıyısı olan her yerde olta balıkçılarını görmek mümkündü. Artık böyle manzaralarla pek karşılaşmıyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Marmara Denizi’nin balıkları nerede? Bence önemli olan şu: otuz sene evvel 20 Bin, 30 Bin tonluk gemiler çıkardı. Şimdi 250 bin tonluk gemiler çıkıyor. Evvelden balık Ortaköy’ün önünde 1. Köprünün altında yatak yapardı. O balık Marmara’ya doğruyu çıkardı. Kumkapı’nın oralar bayırdı oarda yemlenirdi ve yerine dönerdi. Sekiz dokuz ay Arnavutköy’de, Bebek’te, Sarıyer’de, Kandili’de, Kanlıca’da insanlar bu balıkları tutabilirdi. Şimdi gemiler büyüdü, trafik çoğaldı, pervane suyu balığın kafasında; yatak balığı kalmadı. Avlanma şartları da önemli balık neslinin devamı için öyle değil mi? Sizce avlanma nasıl olmalı, neslin tükenmemesi için hangi avlanma yöntemi kullanılmalı?

129


C

Menümüzde sadece balık var. Sabah deniz kenarına inerim, Poyraz’da, Anadolu Kavağı’nda ne çıktı ise, Çinekop, Lüfer,vs. bunları alır; dükkanımda ızgarada satarım günlük olarak. Kesinlikle tava yapmam, müşteri çok ısrar ederse ancak yaparım. Balığı soslamam, en doğal haliyle yapıyorum. Müşterilerinizin en çok beğendiği ve tercih ettiği balıklar hangileridir?

Tepeden tırnağa bu işe devlet el koyması lazım. Bundan 30 sene önce motorların boyları 13 metre idi ağların kulaçları da 20-30 metre idi. Şimdi bu balıkçılar servet yaptılar. Ne zaman bu Japon denizlerinde Orkinos balıkları bitti, ne zaman ağlar büyüdü, derinlikleri arttı; Japonya’nın kendi ağlarında yasak ettiği sonarları biz satın aldık, balığa karşı mertlik kalmadı. Çünkü evvelden 40 tane 50 tane balığı göstermezdi ama şimdi bu radarlarla 10 tane lüfer balığını görüyorsunuz. Bir kasa çinekop balığını görüyorsunuz, balığın kaçacak bir yeri yok. 50 tane lüfer balığı varsa 50’sini de görüyor bu cihazlar. Eko sisteme çok yer bırakmıyorsunuz, 3000 volt zarar veriyor. Ben kendim denemedim ama bu radarlar açıkken motorun dibinde yüzemiyorsunuz, şok etkisi yaratıyor. Bu işe devlet ciddi el atmalı, üç tarafı denizlerle çevirili ülkemiz çok kıymetli. Norveç gibi bir ülke senede 30 milyar dolar balıkçılardan kazanıyor bizim kültür balıkçılığımız da içinde olmak üzere 2 milyar dolar kazanıyor. Kültür balıkçılığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben kimseyi kötülemek amacıyla söylemiyorum ama, ben balıkçılığı bildiğim için şunu söyleyebilirim. Kültür balıkçılığında balığın karnında bağırsak yok; aynı tavuk gibi besleniyor. Yemlerin içinde antibiyotik de var. 3-4 ayda 400 gr. oluyor bu balıklar. Ben hayatım boyunca yemedim, kimseye de tavsiye etmiyorum, sağlıklı bulmuyorum. Çünkü bir araştırması yok. Tavukları bütün basın yazıyor antibiyotikle besleniyor diyorlar. Balık da öyle; 50m2 havuzların içinde yemleri döküyorlar onlarla besleniyorlar. Bu fizik kurallarına aykırı. Balık 4 ayda 300-400 gram oluyor. Bence bir üniversite kültür balıkçılığını da araştırmalı.

En çok Sarı Kanat, Lüfer balığı tercih ederler, Nisan ayında Kalkan balığı, Ağustos ayında Sardalya balığı. Bir de Rumlar öğretti bize, Gelincik Balığı var, sepetlerle tutulurdu. Rumlar hasta ziyaretine gittiklerinde bu balığı götürürlermiş; o kadar makbul balıkmış. Bu balık da bizim sularımızda kalmadı artık; çok kaygan lezzetli üzeri kahverengi bir balıktır. Midye stoklarının boğazda azalması, alganların bilinçsiz midye çekmesi birbirine paralel olarak sularımızdan yok olmasına sebep oldu yani çok azaldı kısacası. Rumlardan öğrendiğiniz başka balık çeşitleri ya da mezeler var mı? Mesela Eylül ayından sonra oluyor; kolyozşar. İstavritten çiroz yapıyorum; Mayıs ayı da tam çiroz yapma ayıdır. Geleceğe yönelik projeleriniz var mı? Yeni şubeler açmak gibi. Gelecekle ilgili projem yok, zira balıkçılık bu şekilde devam ederse ancak benim karnımı doyurur. Çünkü şu anda satılabilecek balık yok kültür balığının dışında. Dikkat edin balıkçılar eylülde açıyor, Nisan ayı geldiğinde kapatıyor. Şu anda ben şanslıyım, ben Poyrazköylüyüm, Anadolu Kavaklıyım. Ufak ufak ağ atıyorlar, ben bunlardan alıp müşterime taze taze sunuyorum. Ama ben kendi yemediğim hiçbir balığı müşterime vermemeye çalışıyorum. Çupra ve Levreği biz yesek bile çocuklarımıza bile kesinlikle yedirmeyelim; benim bildiğim balık Eylül ayından Nisan’ın başına kadar yenir. Karayel Lipari Balık Restaurant İrtibat: Rüzgarlıbahçe Mah. Atatürk Cd. No.30 Kavacık-Beykoz, Istanbul, Tel: (0216) 413 9966

Biraz da “Karayel Lipari Balık Restaurant”tan söz etmek istiyorum. Restoranın menüsünden söz eder misiniz?

130

M

Y

CM

MY

CY CMY

K



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.