YAZIN Yıllık Edebiyat Dergisi 2015 / Sayı:15

Page 1

Terakki Vakfı Okulları

YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2015, SAYI 15

Şiir: Mavi Hırka İkileminde

Öykü İnceleme: Kukla Kayıp Gecikmiş Borç

Söyleşi: Erdal Tosun

Edebi Eleştiri: “Aralık” Üzerine Kırmızı Pazartesi

Dosya: İstanbul’da Bir Merhamet Haftası Mektubunuz Var



YAZIN EDEBİYAT DERGİSİ 1. BASKI HAZİRAN 2015 YIL 15, SAYI 15 Sahibi: Mehmet GÜNEŞ Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: Dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Ulviye TAYLAN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Gamze COŞKUN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri Ali KONBAL Elif ŞAHİN Elife GENÇ Emel KÖSE Gülçin ERKMEN Gonca ÖZMEN Hülya GÜLAÇ Hüseyin USKAN Sevi ÖZIŞIK Zahide GÖKTÜRK Edebiyat Kulübü Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Kapak Tasarımı: Berkay DELİBAŞ YAZIN’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfı’na aittir. YAZIN para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi ve Fen lisesi öğrencilerinin “Edebiyat” dergisidir. Baskı: Bilnet Matbaacılık ve Ambalaj San. A.Ş. Dudullu Organize sanayi Bölgesi 1. Cad. No: 16 Ümraniye / İSTANBUL 444 44 03 Sayfa 2

YAZIN


Atatürk ve Edebiyat Kukla - Edebiyat Kulübü Öğrencileri Son Sayfa - Zeynep Günal 10F Yaşanmışlıklara Buse Yolbulanlar 10B Bir Saniye - Selenay Serter 11B Balık Hikâyeleri - Sedef Dündar 10C Yolculuk Bir Başka Gurbetçi Olunca – Ekin Çetiner 10E Defter Arası Muhabbetleri - Sedef Dündar 10C Sinmek – Elif Almula Kaya 10E Sonsuzluğun Penceresi – Mısra Coşkun 10C Başka Bahçeler – Sedef Dündar 10C Çıkış – Öykü Yüksel 10D İçimizdeki Beyazlık – Canan Şebnem Yılmaz 10A Bir Kış Tatili -Ceren Bilge Ünal 10A Güneş Batarken – Lara Tireli 10B İki Kadının Çölü – Ayda Uzel 10A Belirsizlik – Sude Büyükpehlivan 10A Kasımda Aşk Başkadır – Alara Baykal 10C Gecikmiş Borç – Mine Öztürk 10B İlk Fotoğrafım – İrem Su Şar 10A Dostluğun En Büyük Armağan Bana - Mehmet Cangöz HzC Geçmişime Bakarken – Ayşegül Öztürk 10F Kayıp - Öykü Yüksel 10D Refik Halit Karay’ın “Eskici” Öyküsünü Yeniden Yazmak - Emir Şengün HzC Bir Gurbetçi Öyküsü: Eskici - Zeynep Çiloğlu HzA Ada Vapuru -Ahmet Berk Ulueren 12F Silgi - Aydost Parlak 10IB-TM / Taslak - Aydost Parlak 10IB-TM Mor Deve- Seçil Ekmekcioğlu 9D, Balık Hikâyeleri - Mısra Aslı Coşkun 10C, Yalnızlığa - Mısra Aslı Coşkun 10C Ben sadece... - Selenay Serter 11B - Olur da... - Selenay Serter 11B Özgecan’a - Merve Arapkirli 11E Şarkı Sözlerinden Şiir Dizelerine- Edebiyat Kulübü Öğrencileri Zekiye Mine Öztürk 10B - Sedef Dündar 10C, Elif Almula Kaya 10E - Mısra Aslı Coşkun 10C Bilemiyorum - Burcu Kubilay 10IBTM İkileminde - Sedef Dündar 10C, Saflığım - Deniz Kayaduman 11F Karanlık Siluetler - Alara Kutlu 11E, Otlakçı Hayalleri - Alara Kutlu 11E Mavi Hırka - Ezelbahar Metin 9G Hepimiz Çocuk - Ceren Nural 9A, Çocuk Meleğim - Ceren Nural 9A Babamın Öldüğü Yaşı Anlatır - Selin Babila 11F Dökülen Takvim Yaprakları - Halil İbrahim Gökal 11B, Solan Çiçekler - Kerem Duru 11B Adam Olacak Çocuk-Alara Kutlu 11E, 2000'lerde Çocuk Olma -Cemre Su Arvas 11B Bambiş - Merve Arapkirli 11E, Demirden Arabalar - Taylan Gürel 11D İbo’s Point - Kenan Demirtaş 11B, Halil İbrahim Gökal 11B Bir Ayna Misali – Sude Yeniyol HzA, Karanlıktan Kaçmak – Zeynep Ercan 11F Masanın Altındaki Gazete – Gaye Padır HzA, Güneşe Özlem – Şevval Naz Eryüksel 11G, İtirazım Var – Alperen Kara 11F Arkadaşlık – Denizali Önal 11F, Aşktan Öte - İlayda Bökeoğulları11F

YIL:15 SAYI:15

5 6 7 8 9 9 10 11 12 14 15 16 17 18 20 22 23 24 25 26 28 30 31 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54

Vazgeçemiyorum -Berent Gökdere11F, Neden Yazarız–Selanay Serter 11B, Hayal–Merve A.Yılmaz11F, Eskiler–Önder Aldemir 1F

55

Her Yanıyla Hayat–Zeynep Koçak 11F, Anubis'in Terazisi - Aybora Koç11F, Doğadan Uzaklaştıkça Kalbin Serleşir–Aybora Koç 11F Deli Sorular – Yiğitler Bilge 10E, Ayrılık - Alp Altınel 11F Karanlıkta Diyalog – Mısra Aslı Coşkun 10C Kayıp Kardeş – Ezgi Erdaç 11F, Karadelik – Özge Öneyman 10F Şehirde Kuş Olmak - Ayşe Aleyna Karasaç 11IBT Pişman Olmamak İçin - Bengisu Sipahi 11F “Aralık” Üzerine Buse Sarpkaya 11A “Aralık” Zeynep Oya Bayraktar 11A “Aralık”a Dair - Doğa Parlak 11A “Aralık” Filmi - Veli Can Arslan 11A Kırmızı Pazartesi – Alara Beliz Tan 10A Kırmızı Pazartesi’ye Dair – Salih Eren Kurç 10A Kırmızı Pazartesi – Sude Büyükpehlivan 10A Kırmızı Pazartesi - İrem Su Şar 10A Kırmızı Pazartesi - İrem Su Kocadağ 10A Taş Üzerine İnsanlık – Nasuh Ege Açıkgöz 11IBFM, Şiir - TAŞ Gülten Akın Yaşayamayan - Nasuh Ege Açıkgöz 11IBFM İstanbul’da Bir Merhamet Haftası – M. Fırat Bulut 11G, Ada Arlıhan 11G, Alys Merve Erol 11G Oda- Aylin Tunç11F, Kara Kutu Selin Babila11F, Hapsolmuş Alışılmışlık Yaren Dicle Soysal11G, Roller- Şevval Naz Yüksel 11G, İçindekini Yansıtmak- Gizal Poyrazlar 11G, Çelişki Dilan Kurhan 11G Pazar Resmi Üzerine - Ecem Saraç 11G, Lara Okur 11G, Murat Gülsoy’a Mektup - Şevval Naz Eryüksel 11G, Ada Arlıhan 11G İpekli Mendil - Ayça Aysoy 9G Ulak Üzerine – İlayda Albaş HzB Pia - Attila İlhan, Öğrencilerimizden Pia'ya Bakış - Ece Reşit 11C, Bahar Şahin 11A, Ömer Orhun 11A, Nil Sena Gülabi 11B, Pamuk Dilşad Yılmaz 11B, Mehmet Ulaş Vural 11C, Itır Mısra Mırsal 11C, Emre Özel 11G, Yaren Dicle Soysal 11G Erdal Tosun İle Keyifli bir Sohbet - Sena Eraslan 10F Mektubunuz Var – Mary ve Max Baran Başimi HzB - İzel Timur HzD Mary ve Max - Berk Hakan Yılmaz HzD, Baran Güngör HzD, Emir Canatay HzC Mary ve Max - Emir Şengün HzC, Selen Turan HzD, Tibet Sancaklı HzB, Filiz Yücel HzD Mektup - Ecdadıma – Yaren Dicle Soysal 11G Amcama – Yiğithan Bilge 10E Göle Yas - Gonca Özmen Kulüp çalışmalarından…

56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 80 84 86 87 89 90 96 97 99 100

Sayfa 3


Editörden

“Yarın bir başka zamandır. Kimse bilmez ne getirip ne götüreceğini… Bizler belirli bir süre içinde yaşarız. Mutlu olmak ya da karamsarlığa düşmek insanoğlunun kaçınamayacağı bir durumdur. Kimi gün ‘Yarınlar güzel olacak, olmalı.’ dersiniz; kimi gün de en koyu karamsarlığa düşersiniz. Ama bir yazar okurlarının yaşam gücünü artırmalı, hazırlamalı, umutsuzluğu olabildiğince uzaklara itmeli.” Oktay Akbal Kalemler Konuşunca’dan

Yaşam gücünü artırmak, umutsuzluğu uzaklara itmek… Böyle başladı bizim de yazma serüvenimiz. Başlangıçta kalemimizin ucundan tedirgince çıkan sözcüklerimiz zamanla cesurca atıldılar boşluğa. Şiir dizelerine dönüştüler, öykü kahramanlarıyla kol kola yürüdüler, anılarda çocuklukları gezdiler, yaşamı sorgulamayı denediler, mektup olup bir film karesine yollandılar. Hayatı yazarak anlamlandırabilmemiz için kanatlandılar. Bizler de düş evrenimizden dergimiz Yazın’ın sayfalarına uçurduk onları… Bu sayfalardan sizleri selamlamadan önce Akbal ile başladığımız sözlerimizi yine onunla bitirelim öyleyse: “Yazmak yaşamak, demiştim, daha ne diyeyim…” Daha iyi yaşamak için her daim yazmanız dileğiyle… Edebiyat Kulübü Ulviye Taylan Gamze Coşkun Sude Büyükpehlivan 10A Zekiye Mine Öztürk 10B Sedef Dündar 10C Mısra Aslı Coşkun 10C Elif Almula Kaya 10E

Sayfa 4

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Atatürk ve Edebiyat Atatürk, hayatı boyunca edebiyatla ilgilenmiş, kitaplar okumuş ve yazmıştır. Edebiyatla hep iç içe olmuş ve günlük hayatında okumaya çok önemli bir yer vermiştir. Atatürk’ün edebiyatla ilişkisini hayatından kesitlerde de görmekteyiz.

“İnsanlarda birtakım ince, yüksek ve asil duygular vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve asil duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen, şairdir.” “Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek ve zekâyı geliştirmektir.” “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini kitaplara vermeseydim şu anda yaptığım işlerden hiçbirini yapamazdım. Daha çocukken dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken sezerdim ki bu dilin bir gereksinimi var.”

Çizim: Sude Saral Fen9

Diyorlar ki...

Atatürk’ün Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini de okuduğunu Sayın Prof. Dr. Afet İnan’ın anılarından öğreniyoruz.

Atatürk’ün okuduğu romanlara ilişkin ilk bilgiye, Ruşen Eşref (Ünaydın)’in 1918 yılında Yeni Mecmua’nın Çanakkale Fevkalâde sayısında yayımlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat” röportajında rastlıyoruz. Ünaydın, Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde yaptığı röportajda çalışma odasını ve bu odada gördüğü kitapları şöyle anlatıyor:

“... Atatürk’ün yeşile hayranlığı, Faruk Nafiz’in şu şiir parçasını tekrarladığı zamanlarda ne kadar belli olurdu:

“... Yalnız kaldığım müddetçe odayı seyrettim. Duvarlarda hep asker resimleri, Balkan Muharebesi’nin, Trablus Muharebesinin, Hareket Ordusu yürüyüşünün Mekteb-i Harbiye talebeliğinin hatıraları asılı idi. Bir kelebek şeklinde açılmış şal örtüsünün altında Paşa’nın genç Kazak zabitlerini hatırlatan kalpaklı ve haşin bakışlı bir agrandismanı vardı. Yazıhanesi üzerinde bir Çerkes kamasının yanı başında Balzak (Balzac)’ın Kolonel Şaber (Colonel Charbet)’i, Mopasan (Maupassant)’ın Bul dö Süif (Boule de suif)’i, Lavedan’ın Servir’i duruyordu. Şüphe yok ki Paşa, sükûnetli dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyor”.

YIL:15 SAYI:15

Yeşil hem de Ben bu rengi taşırdım can köşemde. Yeşilde ne arar da bulmaz insanoğlu? Yeşil bu... Varlık dolu, gök dolu, umman dolu. Bir ucu gözlerimde, bir ucu engindedir. Bir çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman. Bana Tanrı mı gözükür yeşil dediğim zaman.”

Sayfa 5


öykü Kukla Uykusuzluğundan belli, derinlerinde saklıyorsun kederlerini… Bir dünya kur dediler sana, içine de kat mutlulukları, karşısına geç kahkahalarla gül sonra. Ne bağırmak olsun o durduğun yerde, ne ağlamak… Dediler ki bir dünya kur: Çatısı, kapısı, penceresi kapatılmış, içinde depremler olsa, bir kendine yıkılsın. Sonra bir kendi toparlansın; kalksın ayağa… Öyle bir dünya kur ki dediler, kimse uzanamasın, uzatamasın kötülüğünü avuçlarında. Her zaman istenmiş miydi kendime ait bir dünya kurmam? Neden şimdi farkına varıyorum gerçeklerin? Sen geldiğinden beri böyleyim ben… Farkına varmaya başladım etrafımda olanların, yaşananların… Kendi gerçeklerimin, isteklerimin hatta ‘prensiplerimin’ dışına çıkartıyorsun beni. Uzaklaşıyorum kendimden, sana yaklaşıyorum. Nasıl kuracağım kendime ait bir dünya, sen beni böylesine etkilerken? Nasıl bekliyor insanlar benden kendime ait bir yer, ben düzgün düşünemezken? Fakat birileri bana “Bir dünya kur!” dedi. Belki de kimsenin göremeyeceği dünya sendin. Temellerim senin ellerindeydi. Olabilecek tüm ihtimallerim senindi. Sendeydi bana kalanlar belki de. Her şeyden emin olmak şarttı artık ve aşkın sonsuz karanlığı yoluna düşmeyecektim. İlk kez olamadan son kez buradaydın. Kendi gerçeklerimin içine bir o kadar girmiş, bir o kadar da dışında tutulmaya gerekli olmuştun. Mutlu aşklar olmayacak ve insanlar nasılsa anlaşamayacaklardı. Doruklar yaşanmadan sönmeli bu kez. Ne dersin? Her şeyden emin olmak şarttı artık. Kurmam gereken bir dünya varken, bir yokluğa seni de katma fikri mantıksız geliyor artık. Ciddiye alınacak şeyler çoğalıyor, kararları çocukça vermenin zevkinden almalıyız artık kendimizi. Ben kendi dünyamı kurarken, birbirimizden sevgilerimizi geri istememize sebep olacak şey zamanın ta kendisi olacak. Bizi aydınlatan, söndürecek. Gölgemden gölge kopmasını ben de istemezdim ama "Bir dünya kur" dediler bana. Öyküde ilk adımı Gamze Coşkun attı, diğer adımları da sırasıyla …. Edebiyat Kulübü Öğrencileri Sedef Dündar 10C - Elif Almula Kaya 10E

Sayfa 6

YAZIN


Son Sayfa Kasvetli, bir o kadar da yoğun ve çok da temiz olmayan havasıyla dünyalarca tanınmış olan dev şehir AnkhMorpork’ta günlerden çarşambaydı ve yağmur yağıyordu. Çok da şaşırtıcı değil bence, buranın Ankh-Morpork olduğunu düşünürsek. Haftanın neredeyse altı günü, yavru serçelerin ve kargaların sesleriyle döşenmiş güneşli mi güneşli bir manzaraya uyanırsınız, tam da çıkıp biraz güneşlenip bizim yaşlı dul teyzenin fırınından birkaç tane baget alayım da bir kez olsun güne iyi başlayayım dediğiniz an göz karartacak kadar güzel ama oldukça da kurnaz olan yağmur tanrıçası size gözünün ucundan bakıp şöyle bir güler ve dışarı çıkar çıkmaz dolu dolu yağan bir yağmur ile karşı karşıya kalırsınız. Yine o günlerden biri olacaktı, herhalde. Alex de la Santos piposunu ağzına alarak derin bir iç çekti, ılık buharının ağzının içinde dans edercesine dolaşmasına izin vererek. Isısını yitirmeye başladığında ise çenesini kaldırıp dışarıya buhardan bir çember dışında her şeye benzeyen bir yığıntı çıkarttı ve etrafa şöyle bir göz gezdirmek için gözlerini, yavaşça kaybolup giden buharsı dalgalardan kaldırdı ve altın sarısından bin bir mısır tarlası gördü. Mısır, mısır, mısır… Ve biraz daha mısır. Böyle bir havada ve de üzerini kapkara bir bulut kaplayan böyle bir şehrin duvarlarının hemen dışarısında beklenilmedik bir manzaraydı, kesinlikle seyahatlerinde gördüklerinden aynı zamanda en enteresan olanıydı. Çünkü Ankh-Morpork’un dünyanın en kirli ve entrikacı şehri, mısır bitkilerinin de bir canlı olduğunu düşünecek olsaydınız, köklerini ve yapraklarını toplayarak oralardan koşa koşa uzaklaşmasını beklerdiniz. Tam da bunun denmesinin beklendiğini gösterir gibi şehrin üzerindeki kara bulutun derinlikleri bir şimşekle aydınlandı ve bir saniye içinde arkasından duyulan gümbürtüyle, ortaya çıkmış bir gıdım ışık da böylece sönmüş oldu. Alex yine bir iç çekti ve bu sefer ağzından duman çıkması için eski fildişi piposuna ilk defa gerek kalmamıştı çünkü nereden geldiğini anlayamadığı soğuk bir rüzgâr suratına çarpmış ve üzerinden sonbahar yaprakları dökülen hasır şapkasının neredeyse düşmesine neden olmuştu. Alex merak etmeden edememişti, hissettiği soğuk rüzgârın acaba yıllardır sıkı ve tek yoldaşı olan şapkasını kaybetmenin düşüncesi mi, yoksa o dev kara bulutun arkasında mahsur kalmış, suratında gölgeler olan güneşin ona vereceği son uyarısı mı olduğunu. Cevap belki birincisiydi, belki hepsiydi, belki hiçbiriydi. Ne olursa olsun itiraf etmesi gerekiyordu; bu hayatında duymuş olduğu en soğuk rüzgârdı.

Kitabın artık kendi kendine dönmeye başlamış sayfalarının hışırtısı, içlerinde yer alan büyük bir dikkâtle seçilmiş olan sözcüklerin birbirlerine hararetle fısıldamaları ile gece karanlığına karışmaktaydı ve Alex sayfaları bir film şeridi gibi döndürmekten sıkılıp durduğu an, kitaba yeniden bakmak için eğildiğinde zaten kitabın en son sayfasında olduğunu gördü. Son sayfayı incelemeye başladı. Önünde, odasının lambasının loş ışığını ona aynen, hatta belki de daha loş bir şekilde yansıtan yağlı, kese kağıdını andıran soluk pembe kağıdın üzerinde sadece sayfa numarasının yazılmış olduğu bomboş bir sayfa gördü; sayfa 270... Zeynep Günal 10F * Ankh-Morpork: Kurgusal şehir devleti, Terry Pratchett 'ın (İngiliz fantezi roman yazarı. Diskdünya fantezi romanları. İlk bakışta dünyanın ortaçağ fantezi tarzında yazılmış gibi görünebilir ancak, AnkhMorpork çok modern, çok kültürlü bir metropol parodi…

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 7


İç Yazı Başlığı

öykü Yaşanmışlıklara “Tam on bir yıldır aynı taburede, geçmişte yaptığım hatalarımdan kaçıyorum. Köşe bucak saklanmak da denebilir hatta…” Sevdiğim kadının masum yüzünde, kalbinin çok hızlı çarpmasını sağlayan o sevinci gördüm. O an sanki zaman işlemiyordu. Hissettiğim coşku ellerimin istemsizce titremesine, dudaklarımın irademin önüne geçip onun dudaklarına doğru yönelmesine sebep oluyordu. En güzeli de sevdiğim kadının yanımda olmasıydı, istediğim zaman elini tutup gözlerimle hislerimi yansıtabilirdim, her anımı onunla geçirebilir, onu her şeyden çok sevdiğimi defalarca ona söyleyebilirdim. İşte bunun adı şanstı. Her insanın sahip olamadığı bu şansı yakalamıştım. Benimle ilgili her küçük detayı bilsin istedim. “En çok hangi meyveyi severim?” veya “Başucumda fotoğraf albümüm var mı?” “Kalbim, dilimden dökülen sözcüklerle aynı kanıda mıdır?” En büyük korkularımı bir tek o bilsin istedim. Bu hissettiğimin aşk olduğuna emin değildim, bir arada çok fazla duygu cirit atıyordu hislerimde. Sevgi, bağlılık, cesaret, dürüstlük, sahiplenilme, kıskanılma, bütünlük, varolma… Bu duygular çok ağır ve özeldi, herkesin bu kadar yoğun hisler beslemesi mümkün değilmiş gibi geliyordu. İçimdeki tarifi imkânsız heyecanı, mutluluğu, minneti anlatmam mümkün değildi sanki. Eğer aşk benim yaşadığımsa herkesin ağzından dökülen midede uçuşan kelebekler rutini tamamen yalan! Midemde fil ordusu, kalbimde sevdiğime ait olduğumun inancı vardı. Patlamış mısır eşliğinde izlediğimiz ve izlerken de mantığımızı kapıda bıraktığımız o çok sevdiğimiz romantik filmlerden bir sahne gibiydi. Yavaşça hislerimden soyutlandım, gerçekliğe bir adım yaklaşıp kulak kabarttım. “Hayal ettiğimiz şey; gözlerinin ve bakışlarımın birleşimi gerçek oluyor.” demekle yetindi. Bir iki adım daha yaklaştıktan sonra “Benim gözlerim, senin kiraz çürüğü dudakların… Dokuz ay sonra hayata merhaba diyecek.” dedi. İlk düşündüğüm, kesinlikle hayal ettiklerimizin bu

Sayfa 8

olmadığıydı. Yirmi üç yaşındaydım; yaşamak, sevdiğim kadına doymak, çocuğumu iyi yetiştirmek için deneyim sahibi olmak istiyordum ama bildiklerim en güzel kokteylin hangi barda olduğundan ve arabamı en hızlı hangi trafiğe kapalı alanda sürebileceğimden ibaretti. Dokuz ay ise ay çekirdeğinin kabuğunu dişimle açmayı öğrenmek için bile yeterli bir zaman değildi. Vicdanım, kalbim ve arzularım arasında kalın bir defterin yapraklarını anımsatırcasına sıkışmıştım. Kolay olduğunu düşündüğümü yapmadan, diğer bir deyişle beni ben yapan insani duyguları tek bir düğmeyle kapatmışçasına, acımadan, hissetmeden, diyeceklerimi söylemeden önce anlık bir mucize umuduyla duraksadım. Aklımda biriken zalimce sözcükler dile gelmeyi bekliyordu. Bitmek bilmeyen sessizliğin ardından kelimeler kullanmadan doğmamış çocuğumun annesini yerle bir etmiştim. -Büyük hatalar olsa gerek ama hiçbir hata affedilemeyecek, ders çıkarılmayacak kadar büyük değildir. Yanı başımda duran şeytani güzellikteki bu fevkalade çekici kadın bana, hislerini belli etmeyen bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Suratını dikkatlice incelediğimde bardaktan taşarcasına yaşanmışlık biriktiren ve sürekli tetikte olmaktan bitkin düşen; çaresizce sırtını dayayacak sert iri bir duvar arayan bir kadın gördüm. Karşımdaki kadının görmüş geçirmiş bilmişliğini, yüksek egosunu sıkıntılarla yoğrulmuş bir hayatı olduğu için doğal karşıladım. Son bir haftadır her akşam aynı saatte yanı başımdaki tabureye oturuyor, “Yaşanmışlıklara!” diyerek kadeh kaldırıyordu. Ne yazık ki daha sandalyedeki yeri ısınmadan kalkması gerekiyordu. Bu gece ise her şey bambaşkaydı. Genç kadının üzerinde kot pantolon vardı. Kot ceketinin cebinden çıkardığı çikolatayı bana uzatırken o çikolatanın “Dostum olur musun?” anlamına geldiğini farkındaydım. Bana ikram edilen çikolatadan kocaman aldığım ısırık ise seni tanımayı ben de çok isterim, demenin en sessiz yoluydu.

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Ertesi gün güneşin saf sıcaklığını tenimin derinlerinde hissettim. Yazın geldiği anlaşılıyordu. Burnuma karanfil ve vanilya kokusu geldi. İçimde anlık bir heyecan kıpırtısı belirdi. Çok uzun zaman sonra uykumu tamamen almıştım; hatta dün gece korkutucu kabuslar yerini anımsayamadığım ama mutlu uyanmama sebep olan bir rüyaya bırakmıştı. Yüzümün tekrar ışıldamasına, gamzelerimin tekrar ortaya çıkmasına sebep olan o rüyayı hatırlamak çok isterdim. Mantığım artık bana gözlerimi açmam gerektiğini söylese de ben kalbimi dinlemek ve gözlerimi bir süre daha sıkı sıkı yummak istedim. Henüz gerçeklerle tekrar yüzleşmeye hazır değildim, kendim karanfil ve vanilya kokusuyla çok mutlu hissediyordum. Yıllar önce Murathan Mungan’ın “Üç Aynalı Kırk Oda” kitabında okuduğum ve en etkilendiğim cümleyi anımsadım. Murathan Mungan her şeyi tek bir cümleyle özetlemişti: “Saklanmanın en güzel yolu, çok görülmektir.” Ayaklanıp hayallerden sıyrılarak bugün de hayata bir adım attım. Hayatımın aşkını, şansını ve bebeğimi kaybettiğim için duyduğum suçluluk duygusu çok ağır geldiğinden kaçmayı, bir barda saklanmayı çözüm sanmaktan sıkılmış biri olarak kendim yeni bir maceraya hazır hissediyordum. On bir yıldır her gün aynı bara aynı saatte gelip aynı buz miktarıyla aynı kokteyli sipariş eden, aynı sayıda kadeh kaldırıp, aynı tabureye oturan, peçetesinin bile aynı yerde durmasına özen gösteren biri olarak söylüyorum: Hiçbirimiz mükemmel değiliz, olamayız. Buse Yolbulanlar 10B

Balık Hikâyeleri Uçsuz bucaksız, kıyısız kenarından denizin cesaret alır gibi bol keseleri vardı her birinin. Bol keselerinin içinde dermanları… Dermanlarının içinde bildikleri, bilmediklerinin içinde korkuları, korkularının içinde yavruları; yavrular neredeydi yavrular? Saklambaç oynuyorlar. Hafızaları kolumu kaldırıncaya silinir. Onlar böyleymiş ama aldığımda satıcı bana hiç bundan bahsetmemişti ki. Sahibi yemlerini verir de yedikten sonra hiç yüz vermez olur mu bu balıklar? Ne zaman onları temizleme vaktim gelir benden kaçışırlar. Yahu iyilik yapacak insandan kaçılır mı? Balık de geç, dedi satıcı en sonunda dayanamayıp ona sorduğumda. Nasıl olsa fark etmiyordu. Konuldukları plastikten poşet de olabilirdi, açık denizin ferahlığında da salınabilirlerdi. Kimisi sürüye uyardı, kimisi “Sürüye uyma!” der, başka bir koloni yaratırdı. Komikmiş. Güçlü olan güçsüzü yerdi, “katil balık” olurdu. Oysa o da bir başka balıktı. Bir şekilde haklı kalmayı bilmeliydi. Eşinden ayrılıp denizin gel gitini suçlayan da vardı, gel gitlerle kendi yolunu bulan da. Baktığında hepsi balıktı. Birini diğerinden ayıramadığın, hayatlarına garanti sunamadığın, yaşamın denizin çok ötesinde olduğunu bilmeyen, altı saniyeden ileri gitmez merhametleri olan aptal balıklar... Balıklarımın akvaryumuna vurmuş ve sormuştum: "A. benimle o günden beri hiç konuşmadı baba, iyilik yapılacak insandan kaçılır mı?" Sonra babamdan bir yanıt almış olmamam bana babamın yanıtlamadığı bir soru olarak gelmedi. Bir eşim, bir çocuğum ve arkadaşlarım olduğunda anladım... Sedef Dündar 10C

Bir Saniye Bir insanın hayatındaki en önemli an sadece bir saniye sürer. Ve o saniye öyle uzundur ki birileri o saniyeyi sadece bir bakış, bir gülüşle doldururken kimileri o gözlerin ve gülümsemenin altına koskoca bir ömrü saklar. Kimi hayatını, kimi hüzünlerini, kimi de aşkını… Bense aşkını saklayanlardanım, çünkü ne zaman saklamasam hep o saniyeyi çaldılar benden. Benim bakışlarımın ve gülüşlerimin ardına saklayacak bir şeyim kalmadı. Böylece o bir saniyeyi saklamayı öğrendim. Şimdi onu tek görebilen kişi benim; o saniyeyi sadece aynada kendime baktığımda görebiliyorum. Ben o aşkını sığdırdığım saniyeyi kirpiklerimin içine sakladım. Çünkü sevgilim senin kirpiklerinin rastgele dizildiğine bir saniye bile inanmadım. Selenay Serter 11B

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 9


öykü Yolculuk Bir Başka Gurbetçi Olunca Kasvetli bir sonbahar günüydü. Ağaçlara veda edip sağa sola üvey evlat gibi uçuşan yapraklar, evrenin boşluğunda varlıkların ayakları altında ezilmeye mahkumdu. İşte o gün gelmişti. Artık ayrılık vaktiydi. Maral ve Ali’nin içinde bulundukları durum onları en az dökülen yapraklar kadar çaresiz kılıyordu. Ilık ılık esen meltem kendini birden yağmurlu ve rüzgârlı bir havaya bıraktı. Tabiat ana Maral ve Ali’ye hiç de yardımcı olmuyordu. Zaten onlar için oldukça zor olan bir gün daha da çekilmez bir hale getirmişti. Tren garına varmışlardı. Her bir adımı atarken akıllarına geride bıraktıkları geliyordu. Aileleri, arkadaşları, minik ve sevimli evleri, kedileri Carmen... Bu onlar için ayrılıkların en kötüsüydü. Sevdikleri, değer verdikleri, sahip oldukları her şeyi arkada bırakıp sadece bir bavul eşya ile trene binmek üzereydiler. Ama bu fedakârlığı yapmak zorundaydılar. Kendileri için daha iyi bir gelecek, daha iyi bir yaşam için. İçlerindeki tek umut belki işleri düzeltirlerse Türkiye’ye geri döneceklerdi. Bunun için ellerinden gelenin fazlasını yapmaya hazırlardı. Şimdi bu hedefleri için onların önünde zorlu bir basamaktı bu yolculuk. Gurbetçilerdi onlar. Gurbetçilerin işi ne zaman kolay olmuştu ki? Doğup büyüdüğün toprakları, ilk adım attığın sokakları, ilk dişin çıktığında yastığın altına sakladığın zamanki yatağı kısacası ilkleri ve enleri geride bırakıp dilini, insanını, sokaklarını hiç bilmediğin bir memlekete göç etmenin zorluklarını bile tartışmaya gerek yok zaten. Trendeki vagonlarına geçişlerini yaptılar. Maral’ın trene bindiği gibi ilk işi cam kenarına geçmek oldu. Kirli camların ardından son bir kez ailesine el salladı. Şimdi eşi ve bir bavul eşyası dışında her şey ve herkes geride kalmıştı. Trenin hareket etmesiyle birlikte eşiyle onun yeni maceraları başlamış oldu. Ali ve Maral’ın akıllarındaki soru işaretleri ve endişelere rağmen derin bir uykuya daldılar. Ekin Çetiner 10E

Sayfa 10

YAZIN


Defter Arası Muhabbetleri Önce geçmek bilmedi ama sonra çok cömertti zaman esmek için. Dikkat edince telaşlı bir halden çok, pek önemi yoktu bu gibi şeylerin onun nazarında. Benim de yoktu lakin bir sıfat veya bir biçim yaratmalıydım olanlara. Yoksa anlatmak için hangi sözleri seçeceğimi kestiremezdim. Veyahut da bilincimin hangi rafından çıkartmam gerektiğine güvenemezdim onu hayal etmek için seçeceğim herhangi bir şeyleri. Çok sıfatlandırır hatta bazen abarttığım olur, onun için hikâyeler yazarken bulurdum kendimi. Bir sıfat değil bir virgül veya ünlem olarak kullanmak gelirdi içimden, öyle arardım her yerde. Zihnimden daha öteye, yazılarıma kazınmış oluyordu artık böylece. Bunun daha mı iyi yoksa daha mı kötü olduğuna karar veremiyorum hiç. Sanıyorum iyiydi. Kalemimden akan bir kutu mürekkep başka kâğıtlara dökülemezdi ne de olsa. Hayır canım, ne ilgisi var? Bir sır olarak saklamaya çalışmıyorum ki ben onu. Kendimce daha sağlam hatıralara gömüyorum güneşli günlerimi. Sorduklarında ve okuduklarında bu güneş onları ne kadar ısıtıyordu bilemezdim ama bir şekilde benim hatrımı -ama özellikle hatrımı- ısıttığı oldukça kesindi. Neyse artık günlerim öyleyse öyleydi. Olmuştur, geçmiştir. Defter arası muhabbetlere gerek yok artık. Buna karar verdim. Biçimsiz zamanı sıfatlarla şekle soktuğum raflar var. Kafamın içinde. Güneş tam beynimde yani. Yazmadım... Sonrası mı? Sonra hep düşündüm işte. Sedef Dündar 10C

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 11


öykü Sinmek Kendini bildiğinden beri devam eden kasvetli ve yağmurlu günlerden biriydi. Köşesine sindiği odadan görebildiği her yer karanlıktı. Ama akşam yemeğinin takip ettiği o saatlerde ev, dünyada hayal edebildiği her yerden daha karanlık göründü gözüne. Kapattı gözlerini, açtığında aydınlık, güneşli bir dünya görme umuduyla. Oysa Güneş, her zaman yansımasını göreceğini sanırdı gökyüzünde. Sevgisiyle, güzelliğiyle parlayacağını, dokunacağını insanlara; özellikle de anne ve babasına. Her sabah duvarları en sevdiği renklerle - sarı ve beyazla – boyalı; halılar, yatak ve oyuncakları dışında kalan her yere sıkıştırılmış aile fotoğraflarıyla dolu odasında uyanıp farklı ve mutlu bir güne uyanmış olabilmenin umuduyla uçarcasına geçtiği koridordan ailesine ulaşacağını sanırdı. Onları uyandıracak, oyunlar oynayıp kahkahalar atacak, sonra üçünün de bulunduğu Güneş’in en sevdiği yiyeceklerle donatılmış masaya oturacaklardı. Gülümsedi Güneş ama bu gülümseme gözlerine ulaşmadı. Bakıldığında çocukça bir saflık ve muzırlıkla parlaması gereken o gözler, onu daha yaşlı gösteriyor, içinde yalnızlık, mutsuzluk barındırıyordu. Düşüncelerini bağrışmalar kesti. Sindiği köşeden ayaklandı ve yolunun üstündeki oyuncaklarını toplayarak şeffaf camlara sahip kapısının önüne geldi. Durdu, düşündü tekrar ve telaşlandı. Acaba babası o, odasını dağıttığı için mi annesine kızgındı? Dinledi konuşmaları ama ne adını ne de oyuncaklarını duyabildi o sözler arasında. Antika, kırmızı kabartma desenler ve gri taşlarla süslü, anneannesinden hatıra olduğunu tahmin ettiği vazonun şangırtısı yankılandı salonda. Koşarak geri kaçtı köşesine, kapattı gözlerini, tıkadı kulaklarını. Bu, onun kötülüklerle arasına koyduğu bir engeldi. Sanki hiçbir şey görmezse, duymazsa onlar gerçekte de var olmayacaktı. Her sabah en sevdiği çizgi filmi izlerken pekmez eşliğinde yaptığı kah-

Sayfa 12

YAZIN


valtı olmayacaktı. Hangi çocuk çikolatalı şeyler dururken pekmez yerdi ki? Ya da birbirinin her sözüne alınan ve kavga sebebi arayan, hiçbir tatili birlikte planlayarak geçirmeyen ailesi olmayacaktı. Onu parka götürüp ta gökyüzüne, kendi yansımasına dokunacak kadar uzağa sallayacak bir ailesinin olduğu dünyada var olacaktı. Etrafına baktı Güneş, istediği her şeye sahipken neden onun güzel şeyleri yoktu? Mükemmel bir düzenle oluşturulmuş rengârenk, kaliteli kıyafetleri ve yalnızlığından sıkılmaması için elinin altında belki de yüzlerce oyuncağı vardı. Belli belirsiz beyaz yaprakları olan beyaz halısına dikti gözlerini, hayaller kurmaya başladı. Sanki halısı yeni bir beyaz sayfaydı ve o da gözleriyle çiziyor, hayallerini yansıtıyordu. Gittikçe yaklaşan seslerle ve çöken karanlıkla başını yukarı kaldırdı. Babası hâlâ bağırıyor ve gölgesi kapısından Güneş’in odasına yansıyordu. İşte o korkusuz, hayalperest kız böyle zamanlarda babasından korkuyor, boşluğa düşüyordu. Bitmesini diledi ama bağrışmaları gittikçe arttı, ta ki babası evi yerinden oynatan bir güçle kapıyı çarpıp evden çıkıp gidene kadar. Bir hıçkırık sesi oldu son duyduğu. Annesi yine ağlayacaktı. Sabah hiçbir şey olmamış gibi lacivert ekoseli eteğini, yakaları dantel beyaz gömleğini ve boyunu yükselten o ayakkabıları giyip işe gidecekti. Neden böyle yapıyorlardı? Doğduğu gün, güneş de doğmamış mıydı hayatlarına, bir hediye, bir yaşama sebebi sunulmamış mıydı lanet ederek uyandıkları her güne? Öfke ve sevgisizlikle boyanmış kalplerini temizleyecek, koşarak oyunlar oynadığı, ışığının aydınlattığı bembeyaz papatyalarla çevrili bir bahçe kurmayacak mıydı yerine? Zaten bu yüzden Güneş adını vermemişler miydi ona? Elif Almula Kaya 10E

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 13


öykü Sonsuzluğun Penceresi İçeri girdiğimde gözüme çarpan ilk “şey”… “Seni, kırmızı rafların sağında kalan pencerenin önünde bekleyeceğim.” diyen ve sözünde de duran kişiydi. Her zaman yanında taşıdığı bir kitap olması ve şu anda da onu okuyor olması ne kadar çok benzediğimizle ilgili soruları aklıma getiriyor, içimi bir heyecan kaplıyordu. Fakat bakışlarımı bomboş ve her zamanki üzgün halimle etrafta gezdirdim. Solumda kalan, açık kahverengi kitaplıkta - bildiğim kadarıyla yarısından fazlasıdır- okumuş olduğum kitaplar duruyordu. Onların hemen yanındaki sıkışık raflarda, beyaz ve kırmızı şaraplar yıllarına göre dizilmişti. Şarap raflarının yanında ekmek ve çörek gibi yiyeceklerin rafları vardı. İçerisini beynime kazımaya çalışmamın sebebi oydu. Onunla olan tüm anılarımı kazıyordum, yerdeki tozlarına kadar mekânı da ekliyordum hafızama. Unutmak istemiyordum, geldiğimin farkında bile olmayan kitaba yoğunlaşmış kişinin siyah saç tellerini. Bir gün geldiğinde beni bırakıp gidecek, asla üzmeden, üzülmeden gideceği düşüncesi gelirdi hep aklıma onu görmeden önce. Ve ben sonsuzluğu severim, bitmeyecek tükenmeyecek olan duyguların, düşüncelerin, renklerin peşinden, olmayan yollardan koşmayı severim. Bu sevgi, korkuttu beni ve donuk bakışlarımla yanına oturdum. Onun önünde duran fincanı aldım ve içindekinin çay olduğundan emin bir tavırla bir yudum aldım. Bembeyaz fincandaki soğuk çayın acılığıyla bir kez daha “Hafızama kazımalıyım.” sesi kafamın içinde yankılandı. Konuştuk... Saniyeler, saatler, aylar, yıllar, asırlar geçti biz konuşurken. Çayımı bitirememiştim henüz ve o kitabını okuyamamıştı, şaraplar aynı raflardaydı, hâlâ şaraplardı, hâlâ kırmızılardı... Duygularımızın buluşmasıyla çok sert bir rüzgâr esti biz konuşurken o esintiyle camdan dışarı bakıverdik. Yüzümüzü konuşmamızın dışına çevirdi o rüzgâr ve kimsenin anlayamayacağı “dolulukta” baktık camdan. Gelen geçen, hep “Bomboş bakmıştınız. Şaşırmış görünüyordunuz.” dedi. Ama hayır, durum düşündüğünüz gibi değil; biz duygularımızın çocuklarının başarısını görmüştük, devam edişini, beklediğimiz değişimi görmüştük. Bir an bile birbirimizden kopmadan, ayrılmadan gelişmişti her şey ve bırakmamıştı beni. İçeri girdiğimdeki korku gitmedi ama içimden, gitmez de... Sonsuza kadar yaşayacaktık ve ben hâlâ gitmeyeceğinden emin değildim ve kazıdım onunla ilgili tüm detayları… Onun olduğu, gördüğü, düşündüğü her şeyi kazıdım beynime… Mısra Coşkun 10C Sayfa 14

YAZIN


Başka Bahçeler İnsan nerede değil ise orayı özlermiş derler. Her gönül gibi benim gönlüm de gönlünde bir canın var olmadığı düzlemleri çekiyor. Yalnız birçoklarından farklı olarak benim gönül hep tek coğrafyadan uzak. Halbuki bir kavuşsa cana yakın duruluğuna oradan başka bir bahçeyi sulamak istemeyecektir. Beni dahi şaşırtan bu yaramaz gönüle tam da bu konu için kefil olabilirim. Durun da size biraz bahçemden bahsedeyim Bay M. Önce size fazlaca gösterişli gelebilecek bir kapıyla karşılaşacaksınız. Yalnız bu, gözünüzü korkutmasın, buraya gidip gelmeye alıştınız mı oldukça mütevazı olduğunun farkına varacaksınız. Veya bana kattığı görsel haz maddi şeylerin önüne geçtiğindendir, şimdilik düşüncem bu Bay M. İlerlediğiniz zaman her zamanki yerden bitme çamları ya da onun gibi herhangi, çok da özel olmayan; hatta canınızın sıkıldığı, güneşin nadiren tepede parladığı ve ensenizden akan terinizin yeni kolalanan gömleğinizin yakasını kirleteceğini umursadığınız günlerin birinde gezintiye çıktığınız başka bahçelerdeki işte o çamlardan görebilirsiniz. Ben ilk defa bu çamlara bu kadar yakından baktım Bay M. Yüreğimin onların üzerlerinde minicik karınlarını doyurmak için kırıntı arayan bir serçenin, yine o kadar küçük kalbi gibi atmasının nedeni bu olabilir. Sonrası güzelleşiyor, sizi bu girişle sıkmak istemem elbette. Sonrasında, tabii ilerlemek için bu sabrı bir başkası ne kadar sürdürebilir bilemiyorum, farklı bir bitki örtüsü kokusu sizi karşılayacak. Moru, pembesi, açmamış eriğin beyaz cilvesi. Bir orkide kadar nadir görülen bir çiçeğe dokunabilir veyahut da egzotik bir meyvenin, şehir meydanındaki manavın tezgahında bulunamayacak kadar “cins” egzotikten bahsetmekteyim, tadını önce kokusuna bakarak tadabilirsiniz. Yok artık!! Sizi nerelere getirdim ben Bay M. … Kendi hazzımı size sevdirebilmek için bahçemin kalbine kadar yaptığımız bu ziyaret ne sizin için anlamlı olmalı ne de benim gösterebileceğim kadar basit. Lütfen bu taraftan. Sizin için daha sade bir çıkış kapısı biliyorum... Sedef Dündar 10C

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 15


öykü Çıkış “Bir ben var bende benden içeri Ruhumda gezer, yanıma gelmez Karanlıktayım derim bir ışık vermez Bir ben var bende benden içeri Beni bende bırakır, acımı görmez Kimim derim susar, söylemez” Kopkoyu, geniş bir odanın içinde, neden burada olduğumu anlamaya çalışıyorum. Beni ne buraya getirdi, nasıl çıkabilirim buradan? Daha bir sürü soru volta atıyor kafamın içinde. Ellerindeki tespihleri her çevirişlerinde beynime atom bombası düşüyor. Duvarların hiçbirinde kapı yoksa nasıl içeri girebildim? “Burayı denetleyen biri yok mu? Hey!”... Cevabımı koyu bir ürpertiyle alıyorum, soğumaya başlıyor etraf aniden. Odanın ısısının ruh halimle doğru orantılı değiştiğini fark etmem uzun sürmüyor. Sinirlenip mutsuz olduğumda kanım donuyor sanki; sakinleştiğimde de normale dönüyor. “Ne yaparım burada tek başıma? Ailem merak edecek, telaşlanmasınlar. En azından iyi olduğumu bilsinler!” diye bağırıyorum kendi kendime, belki biri duyar diye. Fakat çıt çıkmıyor, ben de sessizliği sevmediğimden monologlarıma başlıyorum. Zaman geçtikçe çocukluğumu düşünüyorum. Birden annemin eskiden yaptığı kurabiyelerin kokusunu duyuyorum bir köşeden. Ne olduğunu anlamayarak kokuya yöneliyorum ve bir anda yan duvarda bir kapı beliriyor. Kapıyı ne zamandan beri orada olduğunu sorgulayarak açarken az önce bulunduğumdan daha küçük bir odaya geçiş yapıyorum. Ancak yine yardımlarım karşılıksız kalınca monologlarıma devam ediyorum. Yavaş yavaş eğleniyorum kurduğum cümlelerle. Farklı bir konu bulmaya çalışırken aklıma lisede kaybettiğim iddia yüzünden çıkmak zorunda kaldığım bir kız geliyor. Ondan hoşlanmıyordum, hatta umrumda bile değildi fakat onun benden hoşlandığını bile bile umutlandırmıştım onu. Saftı, sonradan arkadaşlarla alay konusu etmiştik. Neden birden hatırladım bilmiyorum ama çok pişman oluyorum. Sanki içimde bir şeyler acıyor… Hemen sonra, yaslanmakta olduğum duvarın aslında bir kapı olduğunu fark ettiğimde çok korkuyorum. Ben mi fark etmiyorum yoksa duvarlar kapıya mı dönüşüyor? Böyle bir şey olması mümkün mü? İçimdeki başıboş tedirginliklere çobanlık yaparken girdiğim odanın bir öncekinden daha da küçük olduğu dikkȃtimi çekiyor. Sürekli odadan odaya sürüklenmem ve girdiğim odaların git gide küçülmesi bir yana, benim asıl merak ettiğim bu koşuşturmanın nedeni. Yine girdiğim odanın giriş çıkışları olup olmadığını kontrol ettikten sonra bu sefer umutsuz bir şekilde yardım istiyorum duvarlardan, farklı bir ses duymak istiyorum artık. Fakat beklediğim gibi, hiçbir yanıt alamıyorum. Hayatıma döndüğüm zaman çalıştığım eski şirketi dolandırdığım aklıma geliyor. Benim yüzümden onlarca işçi işsiz kalmıştı. Bir önceki olayda hissettiklerimin aynıları sarıyor vücudumu. Ben ki kendi kendimin bile çok da vicdanlı olmadığını bilen adam, neden daha önce hissetmediğim duyguları yaşıyorum? Kafamda bazı parçaları yerine oturtmaya çalışırken hemen karşımda duran kapı takılıyor gözüme. Bir oda daha… Üstelik bu da diğerleri gibi öncekilerden daha küçük. Girmekten başka çarem olmadığı için yeni odama merhaba diyorum. Bu sefer bir değişiklik yapıp sadece beni etkileyen mutsuz olayları değil, mutlulukları da düşünmeye karar veriyorum. Ne kadar sürerse sürsün, bu huzursuzluğu dizginlemek gerek. Bir süre sonra eşimin sesi duyuluyor derinliklerden; Murat, Murat, Murat! Uyanıyorum. Öykü Yüksel 10D

Çizim: Su Damla Ulakoğlu 10D Sayfa 16

YAZIN


İçimizdeki Beyazlık “Kısık bir uğultu… Vuuuuh, vuuuh, vuh… Aralıklarla… Pencere, bir ressamın elinden çıkmış gibi. İçinde bir beyaz halı, sizi o saflığa davet eder gibi. O halıya adımınızı attığınız anda, gözünüzün önüne bir sis perdesi çekilir. Geride bıraktığınız o koca adımları, hatta önünüzü bile göremezsiniz bir an. Bir beyaz hapishanenin içinde; sadece o uğultuya, o haşin tipiye karşı dengede durmak kaplar zihninizi. Yoksa o beyaz; sizin mezarınız olur, donarak. Düşündükçe daha da sarılırsınız o beyazlanmış paltonuza, sıkı sıkıya. Zorlanırsınız o beyaz bataklıkta, bir adım daha atmaya. Ama ne çare, tek olmak başa bela! “Ne iyi olurdu, elinizi omzuna koyacağınız bir dost olsaydı yanınızda!” diye düşünürken… Bu beyaz, buzdan deniz içerisinde, bata çıka… Sonunda vardım odunluğa. Birkaç parça çalı çırpı ile şıra aldım elime ve yine bu beyaza karşı savaşa koyuldum. Tipi, sis, uğultu ile savaşarak, yendim onları ve o sıcak yuvaya kavuştum, sağ salim… “Bu çalı çırpı ve şıra alma işini, elimden geldiğince hemen hemen her gün yapmaya çalışırdım çünkü buralarda kışlar sert geçerdi. Üstüne bir de yalnız yaşadığım için bütün işleri de ben yapmak zorundaydım. Eee, burası şehir değil ki açıp da doğalgazı yemek yapasın, ısınasın! Isınmak hariç, yemek yapmak için bile onlarca çalı çırpı yakmak gerekirdi. Ayrıca yazın, ağrıyan belime karşın, kestiğim o odunlar da zaten kışın başında, birkaç haftaya bitti zaten. Ben de çalı çırpıya kaldım işte. Keşke o olsaydı yanımda. Odunlukta kırılmayı bekleyen tüm o odunları, teker teker kırardı. Bana yardım ederdi. Canımın yoldaşı olurdu o… Hayır! Alma ağzına o uğursuzun adını, alma diline o kepazenin adını! Unut onu! Unut! Unut öyle çocuğu! Unut! Ama ne yapayım dindiremiyorum yüreğimdeki bu evlat acısını. Dinmiyor bu acı, tam tersine daha da alevleniyor. Sanki sobanın içine, çalı çırpı arasına, şıra atar gibi. Ani ve bol kıvılcımlı. O, ne yaparsa yapsın, bana bağırırsa bağırsın, kızarsa kızsın… Beni üzse de üzsün ve atasına karşı gelirse gelsin! “Ama o benim oğlum!” desem de bu yüreğe, bu cana, dinletemiyorum işte. Bu yaşlılığın getirdiği inatçılık uslanmıyor bir türlü. Bazenleri konuşuyorum kendi kendime, “Eee ne yapayım!” diye. Yanımda bir kulak yok ki içimdekileri dökeyim ona! Neyse neyse, diyorum ki kendime, duvarlara, bu beyaza, bu dünyaya ve hatta yaradana. Herkes hata yapar. Herkes bir anlığına, cahillikle düşünemez; geleceği, sevdiklerini veya seveceklerini ve en önemlisi kendisini. Ve o, kendi benliğine duyduğu o yabancılıktan dolayı bir başkasının canını yakar, onu üzer ve mağdur bırakır, onun ocağını yakar veya malvarlığını sömürür. Yani bir suç işler o, o saf insana karşı fakat kendi saflığını yediği kişi, ta kendisidir; bilmeden ya da bilemeden. Eee, herkes bunu yapabiliyorsa, benim oğlum neden yapamasın ki? Ben de hatta oğlum da, herkes de... Ama biliyor musunuz, bu benzerlikte asıl önemli olan, bir farklılık bulmaktır ya da oluşturmaktır. Geç olsa da, bir düzine kötülük işlenmiş olsa da, inanıyorum ki bu farklılık bulunacağı ya da oluşturulacağı zaman, bütün o pislikler silinecektir ve insan arınacaktır. Ama hafıza hariç. Ama bizim oğlan hep aynı tas, hep aynı hamam... Ne kadar dil döksem de boş çünkü şimdi o bir yerlerde, yine birilerinin canını yakmakla meşguldür herhalde. Ah, benim akılsız oğlum, ah! Neyse neyse… Eee, şimdi ne yapalım bu çalı çırpıyla? O kadar çene çaldık ki açlığı unuttuk. Şükür ki dünden kalan yemek var da artık onu yerim, diye düşündüm. Yemeği ısıttıktan sonra pencerenin yanındaki masaya geçtim. Hem yemeğimi yedim; hem de dışarısını, o nefis tabloyu seyrettim sessizce. Lokmalarımı çiğnerken, o vahşi tabiatın içinde boğulan o güzellikleri düşündüm, ansızın. O güzel çiçeklerin, çimenlerin, yeşil otların, nanelerin yani tüm o bitkilerin ve diğer canlıların; vahşi tabiatın sunduğu afet altında ezilişini düşündüm, düşündüm ve düşündüm. O afeti ne kadar kötü bir şey diye anlamlandırsam da kafamda, tabiat onsuz olamaz. O afet yani kar da tabiatsız oluşamaz. Çünkü doğanın kanunu bu. Yani tüm o güzellikler; o ezici güç altında ezilmeli diye düşünürken bir taşıt sesi işittim. Lokmam ağzımda kapıya koşup kapıyı açtım. “Ne o? Bir siyah karaltı mı? Bu da neyin nesi böyle?” derken, yaklaşan karaltı netliğe kavuştu. Ve işte o an, tam otuz yıl önce görmüş olduğum, düşüncelerimi kaplayan o çocuk yüzün olgunlaşmış halini gördüm. Ve tam karşımda duran o küstah ve o yüzsüz hırsız; çalıntı paralarla satın almış olduğu o eldivenli elleriyle, elimi alıp o soğumuş dudaklarıyla öptü ve alnına koydu. Bana duyduğu o sahte saygıyı gösterdi sanki. Ve “Merhaba, baba!” dedi. Adını ağzıma alamadığım oğlum, bahsettiğim o farklılığa ulaşmış gibiydi, aradan onlarca yıl geçmiş olsa da... Canan Şebnem Yılmaz 10A

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 17


öykü Bir Kış Tatili Hasan verandada durmuş etrafına bakınıyordu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Görkemli dağlar, karla kaplı dev gibi çamların ardında yükseliyor, alçak tepenin üzerine kondurulmuş evlere adeta küçümseyerek bakıyorlardı. Her yer bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Ara sıra esen soğuk rüzgâr kulaklarını dondurmuş, yanaklarını al al etmişti. Geldiği şehirde nadiren kar yağardı. Evin içinden annesi seslendi: “Oğlum, durma öyle, içeri gir!” Küçük çocuk, bu sabah tanıştığı bembeyaz manzaraya son bir kez bakıp içeri girdi. Evin içi sıcacıktı. İlk geldiklerinde çok soğuktu bu ev. Haftalarca boş kaldığından olsa gerek. Bu soğuk diyarın ortasına kurulmuş bir tatil eviydi burası. Çok yeni olmasa da rahattı. Bir şöminesi vardı. Annesi gelir gelmez şömineyi yakmış, sonra da yemek hazırlamaya koyulmuştu. Şimdi bir tencere çorba kapalı ocağın üzerinde dumanları tüterek bekliyordu. Annesi mutfakta eşyaları yerleştirmeyi bitirmişti. Yukarıdan sesler geliyordu. Demek ki kıyafet dolu çantaları boşaltmaya başlamıştı. Hasan yukarı çıkıp odasında oynamaya karar verdi. Usulca merdivenleri çıkmaya başladı. Merdivenin yapışık olduğu duvarda bir tablo asılıydı. Bir göl. Ancak bu çevredeki göllerin aksine bu göl güneşin altında ışıl ışıl parlıyor, tatlı bir yaz gününde huzur içinde dalgalanıyordu. Çevresini saran ağaçların yaprakları annesinin sadece özel zamanlarda taktığı güzel kolyesindeki zümrütler gibiydi. Yemyeşil çimenler gölün ardında yükselen ovaları kaplıyor, rengârenk çiçekler aralarında boy gösteriyordu. Zümrüt yapraklardan birisi ait olduğu ağaçtan ayrılmış, gölün üzerine konmuştu. Hasan resme bakarken biraz hüzünlenmeden edemedi. Yazı çok severdi. Kim bilir, belki de resimdeki yaz bir sona yaklaşıyor, yerini serin ve yağmurlu bir sonbahara bırakıyordu. Hasan, üzerine bastığı tahtanın gıcırdamasıyla irkildi. Başlangıçta tıpkı diğerleri gibi görünen bu basamak anlaşılan pek de güvenilir sayılmazdı. Hiç de hoş olmayan bir gıcırtı çıkarmaktaydı. Hasan yüzünü buruşturdu ve merdiveni çıkmaya devam etti.

Sayfa 18

Üst kata vardığında karşısına çıkan ilk kapı kendi odasınındı. Evin tüm odalarına eve girer girmez bir göz atmıştı. Üç yatak odası ve iki banyosu vardı ama bu odalar epey küçüktü. Kendi odası üç oda arasından ikinci en büyüktü. En geniş olan elbette anne ve babasının kalacağıydı. Babası işlerini bitirmek için bir gün daha şehirde kalacak ve ertesi gün onlara katılacaktı. Hasan yere oturup arabalarıyla oynamaya başladı. Her renkten, her boyuttan oyuncak araba almıştı babası ona. Sarı, turuncu, lacivert, kırmızı, çiçekli, çizgili... Onları birbiriyle çarpıştırmaktan, rampalardan kaydırmaktan, kendini onların içinde hayal etmekten hoşlanıyordu. Onları gittiği her yere götürmeyi severdi ama bu bazı arabaların zarar görmesine yol açmıştı. En sevdiği yeşil arabası sokakta koşuştururken cebinden fırlamış, mazgalların birininden aşağı yuvarlanmıştı. Kapağı kaldırıp oyuncağını çok aramışlardı ama nafile... Araba atık sularla birlikte sürüklenmiş ve bir daha geri gelmemek üzere gitmişti. Kapı eşiğinde ayak sesleri duyunca başını kaldırdı. “Eşyalarımızı yerleştirmeyi bitirdim. Biraz dışarı çıkıp oynamak ister misin?” diye sordu annesi gülümseyerek. Hasan heyecanla başını salladı. Hemen annesinin peşinden alt kata indi ve sırf bu tatil için kiralamış oldukları kızağa yapıştı. Annesi yine güldü. Beraber dışarı çıktılar. Anlaşılan onlar içerideyken yeniden kar yağmıştı çünkü Hasan’ın verandadaki ayak izleri silinmişti. Evin önünde kar topu oynamaya başladılar. Sıkıştırılmış kar havada uçuşuyor, kahkahalar çevreyi dolduruyordu. Çok geçmeden komşu evde kalan aile de onlara katıldı. Bu ailenin Hasan’dan birkaç yaş büyük bir çocukları vardı. Yemek vakti gelene kadar beraber oynadılar. Ertesi sabah yine buluşacakları sözüyle ayrıldılar. Yemekten sonra Hasan yukarı çıktı ve yatmaya hazırlandı. Pijamasını üzerine geçirirken pencerede karanlık bir figür fark etti. Bir an kalbi duracak gibi oldu. Figür başını hareket ettirdi ve baş ucu lambasının ışığı kara gözlerinden yansıdı. Bir an kuş ile göz göze geldiler. Sonra bu kargaya benzeyen ürkütücü yaratık bir çığlık attı ve kanatlarını çırparak uzaklaştı. Hasan bu davetsiz misafirden dolayı huzursuz olmuştu ama üzerinde fazla durmadı.

YAZIN


Yatağa girdi ve pencereye diktiği gözleri yorulana kadar yıldızları izledi.Ertesi gün kahvaltıdan sonra arkadaşı ile buluşmak için dışarı çıktılar. Anlaştıkları tepede beklemeye başladılar. Burada kızak kayacaklardı. Komşu aile henüz gelmemişti. Hasan giderek sabırsızlanmaya başladı. “Ben kaymaya başlayabilir miyim?” diye sordu. Annesi başını salladı ve ona nasıl kayması gerektiğini anlatmaya başladı. Ama daha o lafını bitiremeden Hasan kendini aşağı bıraktı. Düşünemediği şey ise nasıl duracağıydı. Kızak giderek daha da hızlanmaya başladı ve durdurulamıyordu. Hasan çığlık attı. Annesinin sesini hayal meyal duyabiliyordu. Tepenin aşağısındaki göle doğru fırladı. Artık kızağa tutunamıyordu. Dengesini kaybetti ve kızaktan yuvarlandı. Birkaç metre sürüklendikten sonra panik içinde zemine geçirdiği eldivenli parmaklarının yardımıyla durdu. Ancak doğrulduğunda kendisini donmuş gölün ortasında buldu. “Hasan! Hasan!” Annesi çığlık çığlığa bağırmaktaydı. Küçük çocuğun kolunda ve ayak bileğinde bir acı saplanmıştı ama o an yaşadığı şok bütün bu acıyı arka

YIL:15 SAYI:15

plana atmıştı. Annesi tepeden inmeyi başardığında Hasan ancak toparlanabilmişti. “İyi misin? Yaralandın mı?” Annesi peş peşe sorular soruyordu. Hasan ayağa kalktı ve kaymamaya çalışarak kıyıya doğru yürümeye başladı. Ancak bir sonraki adımını attığı anda buzda çatlaklar oluştu. Anne oğul nefeslerini tuttular. Hasan öteki tarafa doğru dikkatli bir adım attı ve emin oluca yürümeye devam etti. Ancak yürüdükçe çatlaklar onu takip ediyordu. “Oğlum! Aman! Dikkat!” Annesi göl kenarında ne yapacağını bilemez halde bekliyordu. Çevresindeki kel ağaçlar amansız rüzgârla sallanıyordu. Hasan artık kıyıya çok yakındı. Her adımda daha da rahatlıyordu. Sanki yaz gelmiş, sanki kel ağaçlar yeniden yaprak çıkarmıştı. Annesi ile arasında sadece bir metre kalmıştı. Gözleri, annesinin canlı yeşil gözleriyle buluştu. Tam o sırada annesi ona doğru telaşlı bir adım attı. Adeta çığlık atarcasına bastığı buz kırıldı. Zaman durdu. Sanki bir tabloya bakar gibi kalakalmıştı Hasan. Bembeyaz kış yazı yuttu, uzaklardan o kara kuşun sesi duyuldu. Yeşil gözler soğuk sularda kayboldu. Ceren Bilge Ünal 10A

Sayfa 19


öykü Güneş Batarken Taştan ama kenarları çim yolda yürüyordum. Basamakları çıktım, çok fazla değillerdi zaten. Laf olsun diye koymuşlardı sanki. Çimlerin üstünde süs olsun diye sabahları güneşten aldığı enerjiyi toplayan, akşamları da lamba görevi gören aydınlatmalar duruyordu. Güneşin hoşça kalını fırsat bilip yanmaya başlamışlardı, tek elveda diyen Güneş, yıldızımız olan değildi benim için. Neyse, iç karartmaya gerek yok. Hava kararıyordu zaten, basamakların kenarındaki ortancalara bir göz gezdirdim. Hepsi eskisi gibiydi, ne eksik ne fazla. Koca çınarımız yoktu ancak koca çam ağaçlarımız vardı. Altında çim tutmayanından… Gölgesinden istifade etmek için atmıştık altında bir oturma grubu. Biz atmıştık ama şimdileri sadece ben oturuyordum. Bakmadan yanından geçtim, yol halen daha taş, kenarlar ise çimdi. Estetik mi yakalanmaya çalışılmıştı? Yoksa hayatın gerçeği miydi? Yol yaşam, çimler ölümdü sanki. İki tarafımızı çevrelemişlerdi. Kaçış yok, der gibiydi. Benim Güneş’imde çime kaçmıştı vakti zamanında. Bir teknede, güneş batarken… O da batmıştı, güneşiyle, teknesiyle. Ateş çukurunun kenarına çömeldim. İçi kararmış, kararmayan kısımlarında halen daha kırmıza kaçan tuğla renkleri… Bizim kızlar akşam için hazırlıyorlardı, dünkü yağmurdan etkilenmiş olmalıydı ki nemliydi. Zor oluyordu tutuşması. Ateş tam tutuştu derken, sönüyordu. Kesmedi, yürümeye başladım tekrardan. Rüzgâr da başlamıştı şile bezinden olan elbisemin eteklerini savuruyordu. Tam fotoğraflıktım aslında. Solgun gri saçlarımla, beyaz tenimle, ince bir ip gibi ancak dövme olmayan seyrek kaşlarımla, bana başka bir güzellik katan kırışıklarımla herkesin kafasında başka bir hikâye kuruyordum. Kurduruyordum belki de. Ben kendi hikâyemi kaybettiğimden beri, başkalarının hikâyelerinde oynamayı seçiyordum. Bu sefer süs olsun diye olmayan basamaklardan çıktım, nefes nefese kalsam da belli etmeme çabam takdire şayandı doğrusu. Çerçevesi döküm, içi cam olan kapıyı bir nefesle itip içeri girdim. Gülümserken gözlerim kısıldı, olmamış sanki nefesim kesilmemiş gibi davranarak bir söz bile söylemeden taştan merdivenden çıkmaya başladım. Allah kahretsin ki tırabzanı yoktu, ne biçim bir mimar kafasıydı bu? Modernleştirmeye mi çalışmıştı yoksa işlevsizleştirmeye mi? Ne kadar parası olsa da bir insanın, sağlık para etmiyordu ya. Tek sağlık değil, en beklenmeyen anda gelen ölümler de parayla geri getirilmiyordu. Aynı Güneş’in gü-

Sayfa 20

neş batarken batması gibi… Neyse ki, merdivenden çıkınca ilk önünüzde beliren oda benimkiydi. Ahşap kapının, bronz kolunu aşağıya çektim. Peçeteyle açmayı unutmuş, elimdeki o iğrenç bronz kokusu ve hissi kalmıştı. Görenin eskitilmiş görünümlü sanacağı ancak gerçekten eski, ne çok anıya ev sahipliği yapan şifonyerimin üst çekmecesinde ilaçlarımı aramaya başladım. Kalp yetmezliğim vardı, saklı. Sırdı, kimse bilmiyordu. Bilmemeliydi. Bir şey olacağından değil canım, istemiyordum bilinmesini. Biraz saklı bir kadınımdım, gizli saklı. Sırlarım olmadan bir hiçtim belki de. Her zaman başucumda tuttuğum cam sürahiden bardağın yarısına gelecek şekilde su doldurdum. Kapsülü hemencecik yutup, kapıya yöneldim. Asma balkondan aşağıya doğru bakıp düzenin bozulmadığından emin olduktan sonra akşam yemeği için üstümü değiştirmeye gittim. İpek şifon bluzumla, şile bezinden şalvarımsı pantolonu üstüme geçirdim. Deri sandaletlerimle, şeftali tonlarımda rujum varken yaşlılığın en güzel halini yaşıyordum. Yelkenleri indirmiyordum, güçlüydüm. Kapıyı yavaşça çekip, salına salına aşağıya indim. Herkes beni bekliyordu bir kişi dışında. Poker masasındaymışçasına, elimi belli etmeme çabasına sahip olan taş yüzümle dışarıyı işaret ettim. Süs havuzunun kenarındaki cam masanın ağır döküm sandalyelerine hepimiz tünedik. Afiyet olsun dememden sonra herkes köfte yerken ben yeşil saltamla yetindim. Nedenini kimse sorgulamadı, sorgulayamadı. İçim acırken yarattığım hatta arkasına sığındığım bu taş kadın imajı bir ömürlük bir rol olarak mı kalacaktı benim için? Benim de zayıf noktam vardı, vardı olmasına da bunun gün yüzüne çıkmasından korktuğumdan mı saklanıyordum sarmaşıkların arkasına? Aslında güçsüzdüm, hem de ne güçsüzdüm. İzninizle diyerek kalktım masadan, yürümeye başladım. Düşüncelere boğulmuştum, beklenmeyen ölümler en çok vuranlar oluyordu. Daha akşamı düşünürken, akşam gelmeyişi en çok yaralayan oluyordu. Onu değil, onunla olan hayallerini de alıyordu. Gelecek haftaki iş gezisine keşke gitmese diye düşünürken, bir ömür gidiyordu. Kayıyordu ellerinden, tutmak istiyordun ama tutman gerektiğinden haberin bile olmuyordu. Kendimi terasta buldum. Kanepenin ayaklarını marangoza kestirip, kalın halatlar bağlatıp tavana astırmıştık. Bir nevi salıncaktı anlayacağınız. Kıvrıldım üstüne. Elimde günün gazetesinin içinde kaybolmuştum. Tarihe baktım, 15 Temmuz 2004 Perşembe. Güneş’imin ölümünün üstünden 3 yıl 4 ay 2 gün geçmişti. Gün saydığımdan

YAZIN


değil, aklıma gelmişti. İyi olup olmadığıma bakmaya gelen büyük kızıma uzaktan içten bir gülümseme gönderdim ve el salladım. Hoşuma gitmiyordu bu ilgi, bu üstüme titremeler. Onlar da mı bir an, ansızın gitmemden korkuyorlardı? Korkmasınlar, ben gideceğim yeri sevecektim. Güneş’ime kavuşacaktım, melek olacaktım. Yıldızlarda yaşayacaktım, korkmasınlar ben gitmemek için direniyordum ama gitmeye de hayır demiyordum. Zaten fikrimi soran yoktu, orası ayrı. Bileklerimi çıtlattım, göz kapaklarım kapanıyordu. Doğrulup kapıya doğru yöneldim adımlarım ileri gitmek isterken ayaklarım dinlemiyordu. Boyuma oranla küçük kalan ayaklarımı sanki uzaktan eller tutmuşçasına kalın demir mat zincirlerle bağlamışlar gibiydi. Üstüme bir yük çöküyor, zincirin bileklerimi kavrayışını hissediyordum adeta. Düşündüm, bağlanmak kolay geldi. Bahane gibiydi, bağlanmak. Bahanelere sığınmak kolay geldi o an. Düşünmemek, köle olmak kolay geldi. Neden mi kolaydı? En kolay kaçış yolu değil miydi köleleşmek. Beyazların siyahîlere yaptığından bahsetmiyorum. Kendinden vazgeçip bahaneler ardına saklanarak yaşamak en kolay kaçış yolu değil miydi? Yaşamdan değil de, yaşamaktan kaçmaktı. Ne de olsa insan yaşamdan kaçmaya cesaret edemiyordu kolay kolay. Basitti yaşamaktan kaçmak, ay çiçeği misali yaşamak. Sorumluluk almamak. Kendimden biliyordum ki, en zor sorumluluk ölününkini yani ölümünkini almak. Kendimi suçladım hep ölümünden. Ölmesinden… Hadi gitmesinden diyeyim de vicdanım rahatlasın. Hatta hava kardığında gördüğümüz sanki hepsi teker teker elle dizilmiş gibi olan yıldızlara kondu diyeyim de iyice kaçayım suçluluğumdan. Bu zalim dünyadan kurtulduğunu umayım… Bağlasaydım, beni bağlayan demir zincirlerle tekneyi. Gitmeyecekti. Gitmeyecekti değil, götüremeyecekti. Götüremeyecekleri güneşimi. Güneş batarken… O sabah, çok değil daha o sabah, çıkmıştı bütün sevinciyle. Rutin bozulmamış, en koyusundan önce kahve sonrasına üstüne tavşankanı çay içilmişti. Kahvaltı konusunda üzmüştü yine beni, masada kahvaltısını yapmamış çocuk gibi ısrarla teknede yiyeceğim diye tutturmuşYIL:15 SAYI:15

tu. Kıramamıştım, hazırlamıştı bizimkiler bir sepete doldurmuşlardı. Gönlüm el vermemişti eline bir kuru tost tutuşturmayı. Kolunun altında gazete, yanağıma öpücük kondurup hayallerine gitti. Şimdi sorsalar yeni nesil çocuklara, yok efendim mühendis, yok işletmeci, yok doktor derler. Adam gibi hayalleri yok. Hayal gibi hayalleri yok. Tek hayal, Hayal Kahvesi’dir onlar için. Bizimki olmamış, oldurtmamış bir mimardı. Olmuştu da, kendisi olmamayı kafasına koymuştu küçüklüğünden. Balıkçılığa takmıştı kafayı, vurdu ofisinin kapısına kilidi, geldi günün birinde eve şu an oturduğum evin projesiyle. “Gidelim!” dedi, coşkulu masum bir sesle. Yanakları al al oldu, gözlerinde sanki gökkuşağının her tonu vardı. Ne kadar basit biti istemesi, gerçekleştirmesi bir o kadar zor. Zor olmamalıydı, olmadı da. Ev üç dört aya bitti. Bitmesine… Hayali olan evden son çıkışıydı o sabah, hayaline son gidişiydi. Elinde sepet, koluyla bedeninin arasında sıkıştırılmış gazete, masum çocuk sevinci… Akşamüstü dönmeyince önce telaşlanmadım. Karadeniz değildi ya burası, kış falan da değil. Keyfini bozmayayım dedim. Keyfimi bozmak istemedim belki de. Dakikalar geçti, dakikalar saatler etti. Gelen giden olmadı. Haber getiren olmadı. Ben çamın altındaki oturma grubunda dirseklerim dizlerimde, sırtım iki büklüm, gözlerimden akmak isteyen ama akmayan yaşlarla kaldım. Kala kaldım. Bırakıldım. Gözyaşlarım bir hücreye hapsolmuş mahkûm, vicdanım kilitli. Akamıyordu, konuşamıyordum. Uzun bir toprak yoldan bir gün geri dönecek hayalleriyle yaşamadım hiç. Biliyordum ki o tekneye bir şey oldu, o içinde can verdi. Hayali ona mezarı oldu. Güneş, güneş batarken hayalleriyle kuma gömüldü. Nasıl olduğunu hatırlamak biraz da olsa kendimi özgür hissettirdi, demir zincirlerden kurtulmuştum. Bir nefesle merdivenlerden çıkıp pikenin altına girdim. Yatağın boş tarafına gözüm kayar gibi oldu ama tuttum gözlerimi. Gözlerimi ellerim dinlemedi, uzun ince parmaklarım yokladı bir boş tarafı. Bir kere değil, iki kere, üç kere, dört kere, beş kere… Altıncı olmadan uyuyakalmayı umdum. Sabah Güneş’in yanında olmayı dileyerek... Her gece sabah için dilediğim kimseye itiraf edemediğim tek hayalimdi. Lara Tireli 10B

Sayfa 21


öykü İki Kadının Çölü Sıcak. Boğarcasına beni, nefes aldırmazcasına bana; durup durup etrafa çaresiz gözlerle bakacak ve yardım için kum tepelerini gözlerle tarayacak kadar yoğun bir sıcak. Sıcak sanki vücut bulmuş ve çekip almıştı dudaklarımın nemini, gözlerimi yakmış, boğazımı kurutmuş, beynimi uyuşturmuştu. İncecik kum tanelerinin yerli pazarından aldığım terliklerimin altında ezilişini duyar gibiydim. Yere düşmüş boya paletinden etrafa sıçrayan beyaz boyalar gibi bulutlar yer yer ama silik silik gökyüzünde yerlerini almışlardı. Kafamı kaldırıp güneşe bakmak bile acı veriyordu bana, gök-

yüzünde güneşle buluşan bakışlarımız göz bebeklerimi minicik yapıyordu. Senelerdir kullandığım gözlüğün camındaki siyah kaplama yer yer soyulmuş, içeri izinsizce sızan güneş adeta bana rahat vermemek için uğraşıp duruyor gibiydi. Dönüp geldiğim yöne baktığımda orada yokluğumdan başka kimsenin olmadığını fark ettim. Sessizlik beni içten içe korkutuyordu ama güçlü durmaya çalışıyordum, tek isteğim kendi kendine kapanarak ara sıra bana oyunlar oynayan telefonumun bu durumda beni yarı yolda bırakmamasıydı. İki hafta önce Tunus’a geldiğimde bunların hiçbirinin olacağını tahmin etmemiştim. Bir grup gazeteci arkadaşla aylardır üzerinde çalıştığımız haberleri resmetmek üzere Tunus’a geldiğimizde kafamda çok daha kısa ve huzurlu bir gezi planlamıştım. Zeytinlik, üzüm bağları, hurma ağaçları ile yeşillenmiş tepelerden ge-

Sayfa 22

çip güneye doğru indik ve sonunda çöl kabilelerinin bulunduğu yere ulaştık. Geldiğimizden beri sayısız aşılan çöller ve her gün farklı bir yere yapılan geziler bünyemi iyiden iyiye yıpratmıştı. Uzun çöl safarileri sonunda mola verdiğimiz bir alanda etrafı keşfe çıkmak istedim. İnsan elinin değmediği çöldeki her alan bana keşfedilmemiş cennet gibi geliyordu; yeşili çalınmış olsa bile. Çorak topraklara gözlerimi dikerek attığım her adım bünyemde ateşlenen heyecan kıvılcımlarını körüklüyordu, bozulmamışlığa olan hasretim iyiden iyiye kabarmıştı ve benden akıp akıp dökülüyor, kurak çölleri adeta suluyordu. Bu ruh tatminiyle ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Birden etrafa baktığımda kendimi uçsuz bucaksız bir tepenin ortasında buldum. Bozulmamış cennet, kaybolduğumu fark ettiğim an yapayalnız bırakılmak için konulduğum cehenneme dönüşmüştü. Panikle arayıp arkadaşlarıma haber verdiğimde herkesi telaşlandırmamak için sesimin titremesini engellemeye çalışıyordum. Benden etrafımdakileri tarif etmemi istediklerinde söyleyecek bir şey bulamamıştım, çünkü hiçliğin ortasındaki benliğim dışında etrafta kayda değer hiçbir şey yoktu. Biraz daha yürüyüp en yakın “tanımlanabilir” konuma geldiğimde tekrar aramamı istediler ve böylece telefonu kapattım. Siyah renkli atletim işimi daha da zorlaştırmak istercesine bütün sıcağı emiyor, saçlarımın arasından akan ter damlacıklarının sırtıma döküldüğünü hissediyordum. Çaresizlik ufukta görünmüş, umutsuzlukla kol kola girmiş üzerime doğru ağır adımlarla geliyorlardı. Birden, uzakta tepesinde derme çatma bir çatı bulunan bir oturma yeri gördüm. Etraftaki kuraklığa inat yüreğimde bir umut tohumunun yeşerdiğini hissettim ve hızlı adımlarla oraya doğru yürümeye başladım. Oturma yerine vardığımda tek başına bir kadın oturuyordu. Bir insan yüzü gördüğüme şükrettim ve telefonuma sarılıp hemen arkadaşlarıma haber verdim. Derme çatma basit, iskeletimsi yapıyı olabildiğince detaylı bir şekilde tasvir etmeye çalıştım ve telefonu kapattığımda içime dolan güven duygusuyla sakinleştiğimi hissediyordum. Geriye bir tek beklemek kalmıştı. Etrafı incelemeye başladım. Daha öncekilere benzer bir manzaraya şahit olduğumu fark ettim, tek bir farkla…

YAZIN


Bu sefer yanımda tanımadığım bir kadın oturuyordu. Bu yüzden ben de ilgimi kadına yönelttim ve onu incelemeye başladım. Buralı olduğu belliydi, olası bir çöl fırtınasına karşı hazırlıklı giyinmişti. Uzun beyaz başörtüsünün altında kapattığı gözlerinin nereye baktığı, ne düşündüğü belli değildi, siyah uzun şalvarlı kıyafetinin altından gizleyemediği kavruk renkli sıska kolları sarkıyordu. Kendini iyice büzmüş ve köşeye çekilmişti, kadın ve tek başına olmanın birlikte getirdiği güvensizlik onu adeta kendi içine hapsetmişti. Kafasını benden yana çevirmedi bile. Bense ısrarla ona bakmaya devam ediyordum çünkü beni görmezden gelmek için harcadığı çaba beni iyiden iyiye rahatsız etmişti. İki farklı toprağın, kültürün, ülkenin insanı aynı yerde buluşmuştuk, tüm farklılıklarımıza rağmen o an, o saniye tüm varlığımızla eşittik, tektik. Neden bunu görmüyordu? İkimiz de aynı dünyanın farklı yerlerinden buralara gelmiş, aynı yaratılışla eğrilip bükülmüş, belki yıpranmış, yorulmuştuk ama iki farklı benlikle hâlâ buradaydık. Korkularımız, endişelerimiz, önceliklerimiz, değerlerimiz farklıydı ama ikimiz de bir şekilde buraya sürüklenmiştik. Benliğimi saran tuhaflık duygusunu bir kenara itmeye çalıştım, neyi garipsemiştim ki? En nihayetinde ikimiz de önce insan, sonra kadındık. Ayda Uzel 10A

Belirsizlik Belki de gerçek sefalet buydu. Sadece açlıktan karnının guruldaması, yatacak sıcak bir yerinin olmaması değildi yalnızlık, sefalet, fakirlik. Duygusuz deniz sonunda hareketlenmeye, gökyüzü utançtan kıpkırmızı olmaya başlamıştı bile. Benim düşünebildiğim tek şey ise hatalarım olmuştu. Hani sabah uyandığında aklına ilk kim gelir diye sorarlar ya benim aklıma hiçbir şey gelmiyordu çünkü zaten uyuyamıyor, yatağa giremiyor, gecenin karanlığında boğuluyordum. Deniz kenarında uçsuz bucaksız bir sahildeydi yuvam ya da yattığım yer demeliyim sanırım. Üzerinden o kadar zaman geçti ki belki on sene, belki on beş sene, belki otuz… Hayattan neden, ne zaman bu kadar çok sıkılmaya başladığımı, bunaldığımı, umudumu yitirdiği hatırlamıyorum bile. Hani çocukken yaşanan bir olay çok etkiler insanı ondan hayatları boyunca çok korkarlar ya. Bana da bu oldu sanırım ya da olmadı gerçekten bilmiyorum. Bu belirsizlikti belki de beni dünyadan, yaşamdan bıktıran. Beş yaşımdayken kiminle oynasam, on beş yaşımdayken kime âşık olsam, yirmi yaşımdayken hangi mesleği seçsem… Belki de hayatın akışına bırakmalıydım kendimi, o meşhur yaprak gibi rüzgârın götürdüğü yere sürüklemesine izin vermeliydim beni. Ama vermedim ve olmadı. On yedi yaşımdayken düşünürdüm arkadaşlarım, ailem, okulum, mesleğim, hayallerim, geleceğim… Altmış sene sonunda görüyorum ki hepsi yitip gitmekte. Şu an yanımda, on yedi yaşımda yanımda olacağını düşündüğüm kimse yok. Aslında kimse yok. Her zaman vapurda kitabımı okurken yanıma biri otursun ve ona âşık olayım isterdim. Şimdi bakıyorum ki umutsuz bir vakaymışım. Şanssızmışım. Ömrümün belki de son yıllarını bu küçük kulübede her gün gün batımını, mehtabı seyrederek geçirdim fakat içimdeki boşluğu doldurabilecek olan ne bu kayıktı, ne bu gün batımı, ne kumsal, ne de yanıma oturup hayatımın aşkı olacak kişiydi. Şimdi dönüp bakıyorum da iyi ki âşık olmamışım, iyi ki yanıma oturmamış aşkım, iyi ki bu boşlukta yitip gitmekteyim ya da keşke aşık olsaydım keşke yanıma otursaydı aşkım, keşke burada yalnız başıma yitip gitmeseydim. Sude Büyükpehlivan 10A

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 23


öykü

Kasımda Aşk Başkadır Bir kasım sabahıydı. Genç kadın, evden dışarı aceleyle kendini attı. Koşar adımlarla evine yakın olan bir kafeye daldı, cam kenarına oturdu, dışarıyı seyretmeye başladı. Taranmamış kestane rengi saçları, gözaltı torbaları vardı fakat pürüzsüz bir cilde sahipti. Kafenin güzelliği ve sıcaklığı bile mutlu edememişti bu dertli genç kadını. Kendine bir kahve söyledi ve sabit bakışlarla dışarıyı izlemeye devam etti. Saat daha sabahın sekiziydi ve günlerden pazardı. Kafede ondan başka, doğal olmalı ki; kimse bulunmuyordu. Az sonra içeri, genç kadının saçlarından daha uzun ve kıvırcık saçlı, güneşli günlerdeki gökyüzünü andıran masmavi gözlü bir adam girdi. Barlardaki yüksek masalara benzeyen masalara oturdu. Genç kadınla aralarında bir tane sandalye bırakmıştı. Bir çay söyledi ve kitabını okumaya koyuldu. Sabahın köründe burada ne işi vardı? Genç adam kadını süzdü ve nereye baktığını anlamaya çalıştı. Kafası karışmış gibiydi. Dakikalardır oraya bakmasına anlam veremedi ve suskun kadının derin düşünceler içinde olduğunu, umutsuzluğunu fark etti. Daha sonra, bir kelime bile etmeden kadının yaptıklarını yapmaya başladı. Onu güldürmeyi kafasına koymuş gibiydi. Bayan, kahvesinden kocaman bir yudum aldı; o da aldı. Alırken adamın bakışları kadının narin ellerine kaymıştı. Gerçekten de çok narinlerdi. Kahve hâlâ sıcak olmalıydı ki kadın yanarcasına öksürdü; o da öksürdü. Sesi duyunca başını çeviren kadın, adamla kendini aynı pozisyonda görünce biraz irkildi. Emin olmayan bakışlarla “Ne yapıyorsun?” dedi. Adam “Ne yapıyorsun?” diye cevap verdi. Kadın ne diyeceğini bilemedi, kahvesinin parasını bıraktı, gitmek için ayağa kalktı. Adam, elinden en sevdiği oyuncağı alınan bir çocuk gibi üzülmüştü. Gitmesini istemiyordu. “Burada oturduğunu biliyorum. Ben çok uyumam, her sabah balkonuma geçer kitap okurum. Kitap okuduğum zamanlarda ise her gün senin bu kafeye geldiğini görüyorum. Seni korkutmak gibi bir niyetim yok. Sadece ben de yalnız bir insanım. Yalnızlığın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bununla beraber, bir bayanı her sabah mutsuz bir şekilde aynı kafeye getiren, saatlerce düşündüren nedeni merak ediyorum.” dedi ve omuzları çökerek dışarı adım atmak için doğruldu. Tam dışarı adım atıyordu ki genç bayan “Ben de yalnız bir insanım. Beni buraya getirip düşündüren ise yalnız kalma nedenlerimdi. Hâlâ bulamadım. Dışarıdaki mutlu insanları seyretmek az da olsa iyi geliyor bana.” dedi. Adam tebessüm etti. Buna karşılık genç kadının bakışları onunla sohbet etmek istediğini anlatmaya yetmişti. Ahşaptan, ağaç gövdesi renginde tasarlanmış olan kafenin sandalyelerine oturdular. Tek ihtiyaçları insanlardı, yaşamın içine dalabilmekti... Alara Baykal 10C

Sayfa 24

YAZIN


Gecikmiş Borç “Yaşlanmışsın…” En fazla beş dakika süren, fakat saatler sürmüş gibi gelen sessizliği bu tespitle bozmuştu. Oysa ben bu hali, en azından bu halin bu şekilde ifade edilişini basit, romantik filmlere has bir klişe sanırdım. "Bilmem ne kadarmış gibi gelen sessizliği bozmak.", "Saniyelerin saat ağırlığında geçmesi." … Gerçekmiş, izlerken ciddiye almakta zorlandığım filmlerin yönetmenleri, senaristleri beni affetsin. Yaşlanmışım. Bunu öylesine mi söyledi? Canımı sıkmak için mi yoksa artan beyaz saçlarıma ve derinleşen göz civarı kırışıklıklarıma bakarak mı? Anlayamadım. "Sen hiç değişmemişsin." dedim. Yalan söylediğimin farkındalığından olsa gerek, güldü. Derince sustuk yine bir müddet. Bu karşılaşmayı nasıl da beklemiş, planlar yapmış, gözlerinin içine bakıp kuracağım ilk cümleyi bile düşünüp durmuştum yıllarca. Binlerce kez kafamın içinde yaşamıştım bu sahneyi. Şimdi, beklediğim o an gelmişken nasıl olur da - tek bir laf etmeyi bırak - kıpırdayamazdım? Oturduğumuz kahve dükkânının ağır kahve kokusuna ve o an için sadece beni rahatsız etme amacıyla var olduğunu hissettiğim güneşe odaklanmıştım. O bozdu, yine sessizliği. Kimsesi olmayan küçük, küçüklüğü kadar da masum bir çocukmuşçasına "Nasılsın?" dedi. Sahi nasıldım? Hiçbir fikrim yoktu, nasıl olduğum hakkında. Böyle durumlarda "İyiyim." der insanlar genelde. Ben de iyiyim demeye niyetlendim ama "Yorgunum." lafı çıktı konuşmak değil de boynunun sıcaklığını hissetmek isteyen ama yapamayan dudaklarımdan. Bunu söylemek istememiştim ama bilinçaltım kelime karmaşası haline gelip anlatılamayacak beden ve ruh halimi tek kelimeyle özetlemişti işte. Evet, yorgundum. "Ben de çok yorgunum." diye karşılık verdi. Sabaha kadar uyumamış. Daha doğrusu bebek, sabaha kadar uyutmamış, ateşlenmiş, başında beklemişler. Uyumamış... Bebeği ateşlenmiş... Evlenmiş... Bebeği olmuş... Her gün karşılaştığı komşusuyla günlük mevzuları konuşur gibi doğal ve basit bir şekilde anlattı bunları. Bunların hepsinden habersizdim oysa. Üzüldün mü derseniz ondan pek emin değilim. Kendimi kötü hissettim, hatta biraz kıskandım... Ama bu olumsuzluğun derininde doğduğundan beri babasının gelmesini uman bir çocuğun kavuşmuşluğu tadında bir his vardı. "Neden yorgunsun?" diye sorsaydı, sonunun pişmanlığa çıkacağından emin olduğum bir yola çekinmeden girer ve gittiğinden beri onu düşünmeden uyuduğum tek bir gece bile olmadığını, derin bir pişmanlık ve çaresizlikten kurtulamadığımı, onun özleminden "yorgun" düştüğümü anlatacaktım. Sormadı. Ben de girmedim o yola hiç. "Geçmiş olsun, Allah bağışlasın." diyebildim. Gülümseyerek "Amin." dedi. Sonraki birkaç dakika gerçek birer eski arkadaş gibi sohbet ettik. Tesadüfen karşılaşan iki eski arkadaş. Olabildiğince iğrenç bir sıradanlıkla konuşup vedalaştık. Ayrı yönlere doğru yürümeye başladık... Tuhaftır, daha sırtımı döner dönmez hafiflediğimi, yıllardır üzerimden atamadığım yorgunluğun geçer gibi olduğunu hissettim. "Umut, işkenceyi uzatır." diye tekrarlamaya başladım. Birden, önceden benim dudaklarıma hiç uğramamış bir gülümseme yoluma eşlik etmeye karar verdi. Evet, artık herhangi bir umudum kalmamıştı. Kabarık bir hesabı ödedikten sonra cebinde hâlâ taksi parası kalan bir sarhoş gibiydim. Belki taksiden indikten sonra beş kuruşum bile kalmadığı için hayıflanacaktım ama o an için iyiydim. Hesap kapanmış, borç ödenmiş, ne umut edecek ne de pişmanlığını yaşayacak bir şey kalmıştı. Şanssızdım ama mutlu gibiydim. Çok uykum vardı ama yorgun değildim. Sadece benim tarafımdan okşanmasını dilediğim saçlarının kahverengi eşsizliğinin, başka birinin gözlerinin eksikliğini doyurması da pek umrumda değildi... Ağlamaya başladım ama yıllar sonra ilk kez su gibi ihtiyaç duyduğum, ruhunun masumiyetini dışa vurduğu gözlerinin özleminde değil de açık açık ve neredeyse gülümseyerek ağlıyordum. Artık kimseye verecek hesabım kalmamıştı çünkü… Mine Öztürk 10B YIL:15 SAYI:15

Sayfa 25


öykü İlk Fotoğrafım Dört katlı, inşaatlardan topladığımız kiremitlerin renginde bir evdi annemin çalıştığı ev. Büyüklüğüyle insanı küçücük hissettiriyordu. Kocaman bir bahçesi, bahçesindeyse büyük bir havuzu… Bizim mahalledeki evlerin hepsinden farklıydı çünkü mahalledeki evlerin hepsi, onlarca yıldır omuzlarında olan yoksulluğu artık taşıyamaz olmuş, sıvaları dökülmüş, demir kapıları paslanmış ve çökmeye yüz tutmuş gibi görünürdü. Bu evinse yeni olduğu her halinden belliydi. Girişteki mermerleri ayna gibi parlak, rengi hâlâ canlıydı ve kocaman pencereleri vardı. Ben hayretle etrafı seyrederken annemin kolumdan çekmesiyle içeride buldum kendimi. Evin içi bir antikacı dükkânından farksızdı. Eşyaların hepsi çok eskiydi ama aynı zamanda da şaşılacak kadar yeni görünüyorlardı. Girişteki parlak taşlı büyük avize, cüssesine yakışmayacak kadar cılız ve loş bir ışık yayıyordu salona. Bir an annemin evin hanımına, özür dileyerek yanında çıraklık yaptığım fotoğrafçının hastalandığını, ana yüreğinin beni evde tek bırakmaya razı olmadığını, bir daha böyle bir durumun olmayacağını uzun uzun anlattığını duydum. Baktığımda ezilip büzülmüştü, küçücük kalmıştı hanımın karşısında. Kadın da başından atmak ister gibi işine bakmasını söyledi anneme. Annem beni üst kattaki bir odaya oturttu. İşi bitene kadar hiç çıkmamamı tembih ederek elime bir kitap tutuşturdu. Sade döşenmiş bir odaydı. İçeride sadece iki kişilik bir yatak, duvarı boydan boya kapatan bir dolap ve duvarlarda tablolar vardı. Geçtiğimiz koridordaki ihtişamlı avizeleri ve tarihi eser gibi duran vazoları gördükten sonra bu odanın pek de önemli olmadığını söylemek zor değildi. Evimizin salonundan çok daha büyük bir odanın bu evde önemsenmiyor olması oldukça şaşırtmıştı beni. Sonra bu odaya konmaya layık görülen tabloların, ders kitabımda gördüklerimden bile daha güzel olduğunu düşündüm. Adamlar vardı. Ve kadınlar… Anlayamamıştım, hepsi çok karışıktı, yine de onlara hayran kalmıştım. Öyle ki tabloları seyrederken zamanın aktığını nasıl fark etmemiş, annemin odaya döndüğünü bile duymamıştım. Apar topar evden çıktık. Önce bir otobüse, indikten sonra da yirmi dakika kadar yürüyüp kalabalık bir minibüse bindik. Minibüs bizim mahalle gibi kokuyordu, terle karışık bir is kokusu var içeride. Normaldi çünkü mart ayında olsak da kış bitmiş sayılmazdı ve insanların çoğu evinde soba yakarak ısınırdı. Birden hanımın evinde is kokusu olmadığını hatırladım. Peki soba yanmıyorduysa ev nasıl o kadar sıcaktı? Zenginlerin işlerine akıl sır ermezdi zaten. Ne biz onları anlardık ne de onlar bizi... Minibüsten indiğimizde gece daha bir karanlık göründü gözüme. Çalışmayan sokak lambalarından mıydı yoksa ay doğmayı mı unutmuştu bu yorgun sokaklara bilemedim. Eve vardığımızda annemin elinde bir poşet olduğunu fark ettim. İçinde ne olduğunu sorduğumda annem “Hanım bir şeyler gönderdi belki kullanırız diye.” dedi. Sonra da çalışmaktan yorgun düşmüş zayıf bedenini usulca yatağına bıraktı. Bense poşetle baş başa kalmıştım. Merakla açtım poşeti. Annem için kıyafetler vardı. Bunlar, hanımın pek de eski olmayan eski kıyafetleri olmalıydı. Başka bir şey var mı diye karıştırırken bir fotoğraf makinesi buldum. Yanlışlıkla mı konmuştu acaba bu poşetin içine? Dayanamadım, gidip annemi uyandırdım sormak için. Meğer bunun ufak tefek problemleri olduğu için yenisini almışlar. Ama iş görürmüş hâlâ. Denemek, bir sürü fotoğraf çekmek istedim ama annem “Yat artık oğlum. Yarın Raif Amca’n gelir dükkâna. Geç kalma sen de.” diyerek fotoğraf makinesini yatağının yanındaki ahşap çekmeceye koydu. Beni de yatağıma gönderdi. İçimde bir burukluk, odama gittim. Odanın ortasındaki çıplak ampul gözümü alınca ışığı kapatıp yatağıma uzandım. Hanımın evindeki kadar geniş ve rahat değildi belki yatağım ama uzanır uzanmaz tarifsiz bir huzur doldu içime. Uyuyamadım, sabaha kadar hayal kurdum o gece. Her yaz Raif Amca’nın yanında çıraklık yapardım, onun insanların fotoğraflarını çekmesini izlerdim ama o geceye kadar hiç de bir fotoğrafçı olmayı düşünmemiştim. İlk defa o gece, yeni makinemle çekeceğim fotoğrafların, hatta ileride bir fotoğrafçı olmanın hayalini kurdum. Alarm çaldığında güneşin, yeni doğan günün umuduyla parladığını gördüm. Yeni oyuncağımı Raif Amca’ya göstermek için sabırsızlanıyordum. Aceleyle hazırlandım ve evden çıktım. Sokakta gecenin yarattığı belirsizlikten eser kalmamış, pek de düzgün dizilmemiş kaldırım taşları gün yüzüne çıkmıştı. Gece ölen sokak, güneşle birlikte yeniden doğmuştu sanki. Yerin yarım metre kadar altıda kalan küçük fotoğrafçı dükkânına vardığımda Raif Amca’nın oğlu Selim’i merdivenlere sinmiş beklerken buldum. Beni görünce uykuya karşı savaş veren kısılmış gözleri biraz olsun açılmıştı ancak ses tonu hâlâ zar zor ayakta durduğunu ele veriyordu. “Babam bugün de gelemeyeceğini söylemem için gönderdi beni. Sen de evine dön istersen.” dedi. Çocuğu daha fazla yatağına hasret bırakmak istemediğimden sadece “tamam” anlamında başımı sallayıp geri döndüm. Eve yürürken biraz uyumanın benim için de iyi olacağına karar verdim.

Sayfa 26

YAZIN


Birkaç saat kestirdikten sonra dışarıda futbol oynayan arkadaşlarımın sesiyle uyandım. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp yanlarına gittim. Yeni dostumu yanıma almayı da unutmadım. Ben çıktığımda futbol oynamayı çoktan bırakmış, bir şeyler yemeye başlamışlardı. “Bıraksanıza elinizdekileri! Hadi şu kaldırıma oturun da fotoğrafınızı çekeyim.” dedim çünkü çekeceğim ilk fotoğraf için arkadaşlarımdan iyisini bulamazdım. Başta şaşırdılar ama ben olup biteni anlatınca onlar da heyecanlandılar. Ben tam çekecekken bir tanesi “Sen de gelsene birlikte bir fotoğrafımız olur!” dedi. O zaman fotoğrafı kim çekecekti ki? Düşündüm, belki de bir yolu vardı. Fotoğraf makinesini çevirip arkadaşlarıma sırtımı döndüm. Çektiğim ilk fotoğrafımda arkadaşlarımla birlikteydim ve belki de bu fotoğraf; ardından gelecek onlarcasının, hatta binlercesinin habercisiydi. O günden sonra Raif Amca’dan işin inceliklerini öğrenmeye başladım. O küçük, kasvetli ve gri duvarları kalabalık raflarla çevrili dükkâna daha önce hiç hissetmediğim kadar derin bir bağlılık hissediyordum artık. Sadece ayak işlerini yapıp gitmiyor, Raif Amca’nın bildiklerinden olabildiğince faydalanmaya çalışıyordum. Zamanla para biriktirip yeni bir fotoğraf makinesi aldım ve fotoğrafçılığa olan tutkum gün geçtikçe arttı. Üzerinden yıllar geçti. Yarışmalara katıldım, ödüller aldım. En sonunda da bir sergi açmaya karar verdim. Tüm o ödüllü fotoğrafları orada sergileyecektim. Ancak en önemli parça çoktan belliydi. Salonun baş köşesinde duracak fotoğraf, ilk fotoğrafım olacaktı çünkü o fotoğrafı çekerken hissettiğim heyecan ve mutluluk bambaşkaydı benim için. Hep de öyle kalacaktı. Yepyeni bir hayatın kapısını araladığımda, aralıktan sızan ilk ışık demetiydi o fotoğraf benim için. İremsu Şar 10A

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 27


öykü Dostluğun, En Büyük Armağan Bana Ağustos ayının son günleriydi. Zeynep, evde annesine yardım ediyordu. Yakında okullar açılacaktı. Yine her sene olduğu gibi sorunlar çıkacaktı. Annesi Zeynep'in okula gitmesini istemiyordu. Zeynep, çocukların en büyüğüydü. Kendisinden küçük dört kardeşi vardı. Annesi, evde kalıp kendisine yardım etmesini istiyordu. Ama Zeynep okula gitmek, ilkokul öğretmeni gibi bir öğretmen olmak istiyordu. Okula gittiği günlerde, okuldan gelir gelmez hemen iş yapmaya koyuluyor, kardeşlerine bakıyor, ev işlerini yapıyordu. Ödevini yapacak, ders çalışacak zamanı kalmıyordu. Evdekiler uyuduktan sonra, usulca kalkıp mutfaktaki masada ders çalışıyordu. Kısa süre sonra yorgunluktan gözleri kapanıyor, masanın başında uyuyakalıyordu. Evde Zeynep'ten yana olan bir tek babasıydı. Babası onun okumasını, hayatını kurtarmasını istiyordu. Mümkün olduğu kadar ona yardımcı oluyordu. İşten eve gelince, Zeynep'in yapması gereken işlerde ona destek oluyordu. Zeynep babasını çok seviyordu. Aslında her şeye rağmen annesini de çok seviyordu. Annesi genç yaşta evlenmiş, beş çocuk sahibi olmuştu. Beş çocuğun sorumluluğu fazla geldiği için huysuz bir insan olmuştu. Hatta uzunca bir süre psikolojik tedavi görmüştü. O yüzden bütün evin sorumluluğunu küçük yaşta Zeynep üstlenmişti. Her şeye rağmen okulu bırakmamış, ev işleriyle okulu birlikte yürütmeye çalışıyordu. Daha on iki yaşındaydı. Annesi Zeynep'in okula gitmeyip kendisine yardımcı olmasını istiyordu. Ama Zeynep'in içindeki okuma hevesine engel olamıyordu. Babası da olmasa Zeynep için hayat büsbütün çekilmez olacaktı. Babası Zeynep'e, annesinin durumunun geçici olduğunu, birkaç yıl durumu idare etmesini, çocuklar da biraz büyüyünce her şeyin yoluna gireceğini söylüyordu. Zeynep, o sabah yine erkenden uyandı, annesi uyurken kardeşlerinin kahvaltılarını hazırladı, onları doyurduktan sonra kendisi de bir şeyler atıştırdı. Etrafı toplarken babası uyandı. Sabah işlerinde ona yardım etti. İşi bitince Zeynep hazırlanıp usulca dışarı süzüldü. Açık havaya çıkınca birden kendini özgür hissetti. Hızlı hızlı adımlarla evden uzaklaştı. Bugün de okuluna gitmeyi başarmıştı.

Sayfa 28

Okulun bahçesinden girince can arkadaşı Ayşe'yi gördü. Birlikte sınıfa doğru yürürken Ayşe, Zeynep'in çalışamadığını bildiği için ödev konusunu ona anlatıyordu. İki küçük kızın arasında mükemmel bir arkadaşlık bağı vardı. Ayşe, Zeynep'in durumuna üzülüyor fakat elinden bir şey gelmiyordu. Bazı günler öğretmenin verdiği ödevi iki kez yapıyordu. Biri kendisi için, ikincisi de arkadaşı için... Elinden geldiğince ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Ayşe, iyi bir kızdı; ailesinin tek çocuğuydu. Zeyneplerin iki sokak ötesinde oturuyordu. O da arkadaşı Zeynep gibi öğretmen olmak istiyordu. Derslerinde başarılı bir öğrenciydi. Kardeşi olmadığı için Zeynep'i çok seviyordu. Öz kardeşi olsa ancak bu kadar severdi herhalde. Okulda birbirlerini koruyup gözetiyorlardı. Her fırsatta birlikte öğretmenlik hayalleri kuruyorlardı. Gelecekte ücra bir köyde, aynı okulda öğretmen olduklarını düşlüyorlar; fakir köylü çocuklara gelecek vaad etmek, onları topluma kazandırmak, onlarda kendi ideallerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Öğretmen sınıfa girince ayağa kalktılar. İki sıra arkada oturan Hasan, onlara bakarak sinsi sinsi güldü. Kızlar başlarına geleceklerden habersiz, yerlerine oturdular. O gün matematik sınavları vardı. Öğretmen soruları tahtaya yazdı. İsimlerinin yazılı olduğu boş kağıtları dağıttı. Zeynep sınav kağıdını aldı. Tahtada yazılan sorulara baktı. Çalışamadığı için hiçbir sorunun cevabını bilmiyordu. Bundan utanıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Sınav başladı. Ayşe göz ucuyla Zeynep'e baktı. Sessizce "Sorun yok, hepsini biliyorum." dedi. Zeynep sevindi. Hasan, Ayşe'nin Zeynep'e yardım edeceğini biliyordu. Usulca ayağa kalktı. Öğretmenin yanına gitti. Tahtadaki soruları göremediğini, iki sıra önde oturan Ayşe ile yer değiştirmek istediğini söyledi. Öğretmen Hasan'ın isteğini yerinde bularak, Ayşe ile yer değiştirdi. Zeynep'in bütün dünyası yıkılmıştı. Ayşe istemeye istemeye yerinden kalktı. İki sıra arkaya geçti. Yerini Hasan'a verdi. Hasan, zafer kazanmış komutan edasıyla Zeynep'in yanına oturdu. Sınav kağıdının üzerini kapatarak soruları cevaplamaya başladı. Zeynep kalakalmıştı. Bu sınav, onun için çok önemliydi. Geçerli bir not almazsa sınıfta kalacaktı. Zaten okula gitmesi sorun oluyordu. Bir de sınıfta kalırsa annesi onu bu kez okuldan alırdı. Babası bile bir şey yapamazdı. Zey-

YAZIN


nep bunları düşünürken zaman geçiyor, bir şey yapamadığı için çaresizlik içinde kıvranıyordu. Teneffüs zili çalınca herkes kağıdını öğretmen masasına bırakarak dışarı çıkıyordu. Hasan amacına ulaşmış, Zeynep'in boş kağıt vermesini sağlamıştı! Aradan bir hafta geçmişti. Kâbus gibi bir haftaydı. Zeynep, sınıfta kalacağına kesin gözüyle bakıyordu. Sene sonu yaklaşmıştı. Belki de okul hayatının son günleriydi. Bu sıralarda son kez oturuyor olabilirdi. Bu yüzden çok üzgündü. Mayıs ayının son günleri olduğu için havalar iyice ısınmıştı. Okul bahçesinde buluşan Ayşe ile Zeynep, konuşarak sınıfa çıktılar. Dersleri matematikti. Öğretmen derse girdi. Sınav kağıtlarını değerlendirdiğini söyledi. Sıfır alacağını bilen Zeynep'in yüreği sıkışmış, karnına ağrılar girmişti. Öğretmen sıra ile notlarını söylüyor, notlarla ilgili kısa kısa yorumlar yapıyordu. Zeynep'e sıra gelince öğretmen, " Tebrik ederim, Zeynep. Bu defa güzel bir not almışsın. Belli ki çok çalışmışsın!" dedi. Zeynep şaş-

YIL:15 SAYI:15

kındı. Yerine otururken Ayşe'ye göz attı. Ayşe'nin mutluluktan gözlerinin içi gülüyordu. Arkadaşına sevgi ile baktı. Az sonra Ayşe'ye sıra geldiğinde öğretmen ona; boş kağıt verdiğini, kendisinden böyle bir şey beklemediğini söyledi. Ayşe ise o gün karnının ağrıdığını, hiçbir şey yapamadığını söyledi. Ama diğer sınavları iyi olduğu için yine de sınıfını geçiyordu. Belki babası biraz kızacaktı ama olsun, arkadaşı için değerdi. Zeynep duruma bir anlam verememişti. Bu, nasıl olmuştu? Teneffüse çıkarken Ayşe olanları kısaca anlattı. Hasan'la yer değiştirirken, el çabukluğuyla kağıtları değiştirmiş; Zeynep'in kağıdını cevaplamıştı. Hasan şaşkındı. Oturduğu yerden kalkamamış, kızların arkasından bakakalmıştı. Amacına ulaşamamıştı. Dostluk kazanmıştı. Mehmet Cangöz HazırlıkB

Sayfa 29


öykü Geçmişime Bakarken Hangi aydı, kaç yılıydı şimdi hatırlayamıyorum. Hafızam, kenarı yırtık, lekeli ve sararmış fotoğraflar gibi. Belli belirsiz görüntüler, sesler ve karmakarışık zamanlarla dolu. O gün güneş, uzaklardan gelen bir haber gibi mahallemize neşe getirmişti. Neler konuşulduğunu, şimdi çoğu hayatta olmayan eski mahallemin sakinlerinin neler yaptığını hatırlamıyorum ama hislerim bebek kadar taze. Yolları karanlık, ıslak ve her daim ağır bir hüzün yüklü olan mahallemiz nedense o gün tatlı bir telaşa bürünmüştü. Tabiat, insanı üzdüğü gibi ona huzur vermeyi de biliyordu. Her daim üzgün gözüken, sıvaları dökülmüş, pencere demirleri paslanmış evimizin önüne çıkıp dostlarımı beklediğimi hatırlıyorum o sabah. Soğukta, eski püskü elbiselerimin altında titrediğimi dün gibi hatırlıyorum. Yıpranmış çatıların arasından güneşe baktığımı ve gülümsediğimi gördüklerinde onlar da benim baktığım yöne baktılar. Küçücük bedenlerimizde kocaman kalpler taşıyorduk o zamanlar. Büyüdükçe kirlenmeye başlayacağımızdan haberdar değildik. Biz, sekiz kişi sonsuza dek arkadaş kalacaktık. Mahallemizden hiç ayrılmayacak ve burada mutlu bir ömür geçirecektik. Yoksulduk ama yoksun değildik. Tek bir isteğimiz vardı o zamanlar. Biz de diğer çocuklar gibi bir fotoğrafımız olsun istiyorduk. Hep beraber içinde olduğumuz bir fotoğraf. Yıllar sonra baktığımızda tebessüm edebileceğimiz bir fotoğraf… O gün belki de mutluluğumuzun sebebi buydu. Ben dedemin askerden getirdiği eski püskü bir fotoğraf makinesi bulmuştum. Arkadaşlarıma makineyi gösterdiğimde gözlerini görmeliydiniz, şaşkınlıktan deliye dönmüşlerdi. Fakat ne yazık ki bizim fotoğrafımızı çekebilecek kimsemiz yoktu. Biri fotoğrafı çektiğinde ekibimiz eksik kalıyordu. Sonunda bir çare buldum. Hepimiz evlerimize dağılıp en güzel kıyafetlerimizi giydik ve bizim evin önünde toplandık. Diğer yedi arkadaşım kaldırıma dizildi, ben de kadrajımı ayarladıktan sonra makinemin önüne geçip adının sonradan deklanşör olduğunu öğrendiğim düğmeye bastım. Sekiz çocuk, o karenin içine hapsolduk. Önde koskocaman kafamla ben, kaldırımda oturan üç kişi ve ayakta duran diğer dörtlü. Hep beraber içine girdiğimiz bu fotoğraf, mahalleye sadık kaldığımız tek anı benim için. İşte bu sekiz arkadaş, dağıldılar şehrin dört bir yanına, adına hayat denilen macerada. Kimimiz başka şehirlere gönderildi, kimimiz yetimhaneye. Bazılarımız tamirhanelerde çürüdü, bazılarımız hastanelerde. Ölene kadar ayrılmayacağımıza söz vermiştik. Oysa hayat, rüzgâra kapılmış, sararmış yapraklar gibi savurdu bizi ve birbirimizi bir daha görmedik. Emekli olduğumda yedi dostumun da hayata veda ettiğini öğrendim. Farklı yerlerde ve farklı zamanlarda ölüm onları bulmuştu. O gün, sakalları beyazlamış bir ihtiyarı kaldırımda oturmuş ağlarken gördüyseniz eğer, bilin ki o bendim. Saatlerce bir bebek gibi ağlayıp mahallemi son kez terk ettim. Size tüm bunları duvarları gri, soğuk ve ilaç kokan bir hastane odasından yazıyorum. Elimde tuttuğum fotoğrafa baktıkça yıllar önce zaten hayatı bıraktığımı anlıyorum. Eskimiş takvim yaprakları gibi önümde duran ömrümün, çocukluk yıllarından sonra hızla, anlaşılmaz bir şekilde nasıl çöktüğünü aklımdan geçiriyorum. Çektiğimiz o tek fotoğrafa baktıkça hayatımı bir albüm gibi sayfa sayfa gözümün önünden geçiriyorum. Şu anda doksan yaşındayım ve bir hastane odasında, elimde tuttuğum o unutulmaz kareye bakıp hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Sizin yanınıza geliyorum dostlarım. Ben de sizin gibi ölüyorum. Ayşegül Öztürk 10F

Sayfa 30

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Kayıp Düşüncelerimin ağırlığı nedeniyle çatlarcasına ağrıyan başımı sağdan sola çevirirken bu loş ışık altında, ellerimin arasında sana gitmeye niyetlenip işçi gözlerine düşmüş onlarca mektup var yine. Dünden bir farkı yok bugünün, hâlâ aklımda aynı sorular tartışıyor benden habersiz. Yanlarına uğramaya korkuyorum, düşünmeye… Çünkü biliyorum, onlara eşlik etsem çıkamam işin içinden. Elimi versem kolumu kurtaramıyorum bir türlü düşüncelerimden. “

20.10.2011

Beş aydır sensiz geçirdiğim ilk günümdü bugün. Sırf ben değil, her şey hiçleşmeye başladı şimdiden. Benimle birlikte, yatağın sol tarafını ve her gece sarıldığın çocukluk ayını da öksüz bıraktın. Her zamanki gibi erkenden yatağa girişimden uzun bir süre sonra ışıkların hâlâ açık olduğunu fark ettiğimde anladım gittiğini. Hep senden önce yatardım, on beş dakika sonra sen gelirdin, ışıklar o zaman kapanırdı fakat bugün ilk defa benim tarafımdan kapatıldı, alışık olduklarını sanmam. Ben de bunun üzerine dönmeni beklerken neler yaptığımı anlatmak için sana mektuplar yazmaya karar verdim. Bu ev sensiz çok yalnız Rüya, kendimden söz bile edemiyorum. Geri gelememe ihtimalin, yaşama ihtimalimin katili oluveriyor her düşündüğümde. Bugünkü cenaze törenine gitmeyişimin nedeni de kendimi düşüncelerim tarafından kanlar içinde yere serilmiş bir vaziyette bulmak istememem. Neden insanların o kocaman siyah gözlüklerinin arkasına saklamaya çalıştıkları sahte gözyaşlarını, bana acıyan bakışlarını görmek zorunda kalayım ki? O eski evde beni, doğru zamanı beklediğini biliyorken sana nasıl “ölü” muamelesi yapabilirim? Gerçeğin bu olduğunu bilmeme rağmen aksini iddia eden düşünceleri yok edemiyorum, biri durmadan konuşuyor, susturamıyorum. Ne yapsam olmuyor; bağırıyorum, çağırıyorum ama sesimi duymuyor. Ya da duymamazlıktan geliyor. Beni delirtmek için aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Senin sesine inanmak istiyorum. Ona yenik düşmekten, yarını görememekten korkuyorum. Yüzünü bir daha görememekten korkuyorum Rüya, saçlarına dokunamamaktan, gözlerini okuyamamaktan, sesini duyamamaktan, unutmaktan… Eksilmek istemiyorum, ciğerlerimin sensizlikle dolmasını istemiyorum. ” Ruhumda bıçak darbeleri, ruhum kanıyor. Birkaç mor damla akıyor yere yırttıkları damarımdan. Akan her damlada gözyaşı görüyorum, Rüyasız günlerimde geçemeyen acımı görüyorum. Damla damla akıyor günahlarım bedenimden, her gün aynı acıyı yaşayayım diye. Keşke hayatı da traş edebilseydim. Kötülükleri iyiliklerle örtüp vurduğum keskin darbelerle yenilenene dek yok etmiş olurdum. Acımı ertelerdim.

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 31


öykü “ 4.11.2011 Masada kalmış üç beş zeytin, birkaç kalıp peynir, yarısı unutulmuş ve soğumaya terk edilmiş bir fincan çay, iki tabak, neredeyse ikisi de boş... Önceleri kapı çalacak da soğuktan çatlamış dudaklarındaki gülümsemeyle içeri gireceksin diye her gün toparlıyordum evi, bilirim, dağınıklıktan hiç hoşlanmazsın. Ama son birkaç gündür rüyalarımda bana seslenmediğin için rahat bıraktım eşyaları. Pes etmekten değil, yalnız kalmak istediğini bildiğimden. Oysa birkaç mevsim önce gözümden sakındığım annemi toprağa emanet etmişken çaresizliğimin serin sularını aşarak yalnızlığımın kapısını açtın. Seninle yalnızlığımı paylaştım, paylaştıkça çoğaldım. Peki, senin yalnızlığının formülünü biliyorken niye yanında olmamı, yardım etmemi istemiyorsun? Bunu düşündükçe daralıyorum, beklemekten başka bir şey yapmak gelmiyor içimden. Yapayalnız evde telefonun çalıp da birinin beni sessizliğimin plasentasından sıyırmasını beklemektense işimi aksatmamaya özen gösteriyorum. Artık her gün senin tozpembe sesin yerine zorlasan yan binadan duyulacak bir alarmla uyanıyorum. Birkaç gündür otobüs durağında saçları kahverengiden kızıla çalan, su gibi berrak mavi gözlü bir kadınla karşılaşıyordum, sana anlatmaktan çekindim. Her gördüğümde bana bakıyor, servisi geldiğinde koşar adım uzaklaşıyordu. Bana baktığında gözlerindeki utancı görebiliyordum, sanki içinden bana bir şeyler söylüyor da dedikleri dilinin ucundan dökülemiyormuş gibi… Bu sabah ilk defa benimle birlikte otobüse bindi. Servisi kaçırmış olabileceğini düşündüm fakat her zamanki saatinde durakta olduğunu fark edince amacının otobüste benimle konuşmak olduğunu anladım. Çekingen gözlerle yanıma oturdu. Oğuz Atay’ı sevdiğimi biliyor olmalıydı ki çantasından (bana gösterircesine) “Tutunamayanlar”ı çıkardı. Birkaç satır okumasını bekledikten sonra dayanamayıp sordum: ‘Diğer kitaplarını da okudunuz mu yazarın?’ ” İnsanın vazgeçemeyeceği bir şeyinin olması, birtakım şeylere sahip olduğunun göstergesidir. Peki ya düşüncelerinin emirleri altında ezilmiş, onların kölesi haline gelmiş kişi ne yapsın? Tek sahip olduğu şey olan düşünceleri bile onu terk etmişken, gerçek bildikleri yalanken neye inanabilir ki bir adam? Belki de düşüncelerinin sessizliğinde boğulmuş olduğundan bu kadar suskundur. “ 15.11.2011 Kapkaranlık bir yerde, üstüm başım yırtılmış bir halde, biraz ötedeki ışığa yardım çığlıklarıyla koşarken bastığım zeminin bir trenin rayları olduğunu fark ettiğim an “Şimdi ne yapacağım?” korkusuyla uyandığım bir sabahın iyi geçmesini bekleyemezdim. Alnımdan dudaklarıma doğru akan teri silmeye vakit bile bulamadan bu kâbustan kurtulmamı sağlayan telefonuma baktım ve arayanın durakta karşılaştığım kadın olduğunu görünce biraz olsun sakinleştim. Akşam yemeği için evimize davet ettim onu, benden daha iyi makarna yapabileceğini iddia etti geçen gün, hem özel bir sos tarifi biliyormuş, onu öğretecek bana. Pazar kahvaltılarına önem verdiğini bildiğim için sevgilim, bugünkü kahvaltımı diğerleri gibi geçiştirmedim. Telefon konuşmamdan sonra yaşadığım stresi üzerimden atıp kendime gelebilmem için soğuk bir duş aldım, ardından kahvaltımı doğru düzgün edip akşam için film seçmeye gittim. Sanki her şey çok olağandı, diğerlerinin dediği gibi sen artık yoktun ve ben de hayatıma devam ediyordum. (Bu düşüncenin sesi beynime kazınmış gibi ve her duyduğumda içimde kopan fırtınalardan hiçbiri yok edemiyor onu.) Onlara verecek bir cevabım da yoktu, hatta haklı bile olabilirlerdi. Çünkü Gizem’le beraber yemek yaptık, güldük, film izledik ve gece bende kaldı. Onun hazırladığı gibi bir kahvaltı sofrası görmeyeli uzun zaman olmuştu. Nasıl bunu yapabildi? Düşüncelerime girmesine nasıl izin verebildim? Bana bakıp hayal kurduğunu görürken neden durdurmadım onu? Sana bu kadar âşıkken Gizem’in hayallerinin nasıl başrolü olabilirim ki? ”

Sayfa 32

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Hani Rüya’ya çok âşıktım ben, nasıl anlayamadım duygularımın ettiği taht kavgasını? Kimseye anlatamazdım içinde bulunduğum durumu, anlamazlardı. Gizem hoş kadındı fakat büyüsüne kapılmadım. Hiçbir zaman onun parfümünün zerrecikleri olup boynuna konmayı istemedim. Sadece sustum, düşüncelerimin oynadığı oyunu sesimle susturamazdım. Bağırmaktan da vazgeçtim. Burada, bu kimsesiz, en az benim kadar terk edilmiş odada, yalnızlığın ayazında çürüyüp gideceğim. “ Diğerlerine göre kırkıncı günün bugün, evden çıkamadım bir türlü. Arkadaşların, ailen, benim dışımda herkes önce seni fikirlerinde hapsettikleri iki metrekarelik yeri ziyarete gittiler, sonra da evimize geldiler. Gözlerimde mezar taşı aramalarından bıktım artık! Kelimeleri kullanmaya çekiniyorlar fakat onların kelimelerinden çok düşünceleri acıtıyor canımı. Sessizliğin ilerisinde pusuda bekleyen, dört bir yanı sensizlikle dolup taşmış canavarın keskin bakışları çarpıyor gözüme aynadan. Başsağlığı dileklerini eksik etmeyenlerin gözlerindeki acıyı görebiliyorum. Her gece yatağa girdiğimde sırtımda teninin sıcaklığını hissetmeme rağmen soranlara öldüğünü söylemek tüylerimi ürpertiyor. Bazen de hiç aldırış etmiyor, konuşmuyorum. Hatta kendi kendime bile konuşmadığım zamanlar oluyor, deliriyorum. En kötüsü de düşüncelerimin sessizliği… Kendimi yok olmuş hissetmemin başlıca nedeni… Her susuşumda Oğuz Atay’ın satırları geliyor aklıma, nasıl da dökmüş kâğıda içimden geçenleri: ‘Çok şey vardı anlatılacak, o yüzden sustum. Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı. Sen duydun mu sustuklarımı?’

29.11.2011

” Mektupları gönderdikten birkaç hafta sonra iki polis memurunun kapımı çalıp birkaç beyaz önlüklü adamla beni bu küçücük odaya hapsetmelerine ancak bu kadar dayanabilirim. Ne verdikleri ilaçlar beni eski halime getirebilir ne de yapılan terapiler. Sesimle birlikte ben de kayboldum. On iki şubat sabahı hastanın ilaçlarını vermek üzere odaya giren hemşirenin burnuna daha önce hiç duymadığı kadar ağır bir koku geldi. İçeri girdiğinde Barış’ı üzerinde özenle hazırlanmış bir zarfla sola yatık halde bulunca şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Yetkili doktor gelene kadar merakına yenik düşüp mektubu açtı. Barış’ın son sözleri yazılıydı mektupta: “Sesimi kelimelerimin arasına sakladım, çığlıklarımı duyarsanız haber verin.” Hemşire kadının dudaklarının arasından çıkan kelimeleri seçmek çok güçtü. Aklının oynadığı oyunlar onun, kendisi dâhil büyük kayıplar yaşamasına yol açtı der gibi bakıyordu Barış’ın cansız bedenine, kendi dünyasında yarattığı karakterler sonunda katili oldu diyordu titreyen dudakları. Öykü Yüksel 10D

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 33


öykü Refik Halit Karay’ın “Eskici” Öyküsünü Yeniden Yazmak Babam... Onu hiç görmedim. Ben doğmadan önce öldüğünü söylüyorlar. Annem ve üç kardeşimle bütün gün sokaklarda karın tokluğuna elimizden geleni yapıyorduk. Çoğu insan daha iyisi için yaşar ve çabalarken biz yalnızca hayatta kalmak için çabalıyorduk. Kardeşlerim arasında en büyüktüm, artık üstlenmem gereken bazı sorumluluklarımın farkındaydım. Ne yazık ki kanuni yollarla hayatta kalamayacağımızı anlamaya başlamıştım, belki de artık daha iyisini istiyorum, bilmiyorum. Annemin hastalığı... On altı yaşıma geldiğimde kardeşlerim çok küçüktü, ben de pek büyük sayılmazdım aslında, en azından benden beklentiler, yapmak zorunda olduklarım, kesinlikle on altı yaşın kaldırabileceği işler değildi. Köşeye sıkışmıştım. Paraya ihtiyacımız vardı, ilaç almalıydım, annem gözlerimin önünde tükeniyor. Kardeşlerim bana bakıyorlardı. En sonunda kararımı vermiştim, hırsızlık yapacaktım!.. İşte, yıllar önce aldığım bu karar, benim Arabistan biletimdi, annem onlar için aldığım ilaçla hayatta kalabildi mi? Kardeşlerim kendi başlarının çaresine bakabiliyorlar mı? Tam bunları düşünürken bir ses duydum, evin balkonundan bir kadın sesleniyordu, yine Arapça, yine uzak, yine yalnız hissettiren, yine içimi burkan, tüylerimi ürperten o dille “Eskici, Eskici!” diye sesleniyordu. Eve gittim, önüme birkaç yırtık ayakkabı koydu. Işimi yapmaya başladığımda bir çocuğun beni izlediğini fark ettim, her ne kadar

Sayfa 34

belli etmesem de daha bir güzel yapıyordum sanki işimi. Aniden irkildim, çocuğun ağzında hiç beklemediğim sözcükler çıkıyordu, çocuk Türkçe konuşuyordu. “Çiviler eline batmaz mı senin?” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırmıştım, yıllar önce göz yaşlarıyla terk ettiğim toprağıma dair bir şey gelip beni bulmuştu. “Türk çocuğu musun be?” İstanbul’dan geldiğini söyledi. Neden burada olduğumu sordu. Hiç kimseye söylemediğim kendi gerçeğimi, suç işleyip kaçtığımı, nedense o çocuğa hiç düşünmeden söyleyivermiştim. Nedenini anlayamadığım bir şekilde kendimi ona yakın hissetmiştim ve çocuğun bana bakışları, diğerlerinden farklıydı, bana kendimi özel hissettirmişti. Daha fazla sohbet edebilmek için işimi olabildiğince yavaş görüyordum. Fakat sonunda zamanı geldi oradan ayrılmanın, ayrılmak zorundaydım. Kimsede bulamadığım yakınlığı, beş yaşındaki çocukta bulmuştum.

başarmıştım fakat bu kez, duygularımı durduramamış, onlara hakim olamamıştım. Gözlerimdem süzülen iki damla yaşla veda ettim çocuğa; ülkeme, vatanıma bir kez daha veda edercesine... Emir Şengün HazırlıkC

“Gidiyor musun?” “Gidiyorum ya, işimi tükettim.” derken gözlerimden akan yaşları gördüm. Hayatım boyunca güçlü durmayı

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Bir Gurbet Öyküsü: Eskici Belki son kez uyandım İzmit’in parlak ışıklı, gürültülü ve esintili sabahında. Geçmişim kimilerine göre kötülüklerle dolu olsa da benim içim rahattı. Yazdığım tüm şiirler yakılmıştı. Ama hâlâ aklımdaydı hepsi. Satırlarım devletin bakış açısına ters düşüyordu belli ki… Karşıt görüşle şiir yazarsam affedileceğim söylendi. Kabul edebilir miydim ki? Düşüncelerim beni ben yapan tek özelliğimdi. İşte bu yüzden kaçmaya karar verdim. Ne pahasına olursa olsun kaçacaktım. Anneme, ailemden kalan tek kişiye veda etmeden gidemedim. Bana iskeleye kadar eşlik edeceğini söyledi annem. On dakika kadar yürüdükten sonra iskeleye vardık. Belki o an son kez duyuyordum ana dilimden birkaç sözü. İzmit’in sıcak güneşi ile parlayan birkaç damla yaş annemin kırmızı yanaklarından boynuna doğru yol alıyordu usul usul… Derken ayrılık vakti geldi. Vapur hareket etti. Vapurdan birkaç kişiyle dertleştik, hepsinin ayrı bir sıkıntısı vardı. Bu dertler bizi sahip olduğumuz her şeyden alıkoymuştu. Beni de annemden ve ana dilimden… Denizin maviliği gittikçe soluyordu. Türkçe konuşanlar ise azalıyordu. Geminin içinde dolanmaya başladım. Gıcırdayan tahtaların arasında bir beyazlık gördüm. Hemen eğildim ve sıkışmış kâğıdı aldım. Satırları okurken gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Yakılacak olan mektuplarımdan biriydi bu. Rüzgâr tekrar birbirimizi bulmamızı sağlamıştı. Memleket rüzgârı… Belki de bir umut ve yaşama sevinci olabilirdi bu şiir. Başka bir iskeleye yanaştık. Bekleyen onlarca insan… Çoğunun kıyafetleri siyah, gözlerinde sanırım mutluluk gözyaşları, ellerinde birkaç parça yiyecek… Çeşit çeşit insan vardı iskelede. Hepsinin de gözü yakınlarını arıyordu. İnsanların hepsi bilmediğim bir dilden konuşuyordu. O an daha da yabancı hissettim. Küçük ve genellikle sarı evler göze çarpıyordu. Gözlerimi kapadım ve gözlerimin önüne İzmit’i getirdim. YIL:15 SAYI:15

Eskilikten sararmış beyaz evler, sokakta kaplumbağa hızında yürüyen insanlar, evlerinin bahçelerin uzun, kirli tüylü hayvanlar ve hayattan bezmiş bir şekilde sokakta bağıran satıcılar… Vapurdan inince gözüme çarpan ilk şeyler bunlardı. İzmit’ten çok farklı bir kültürü vardı ama en kötüsü Türkçe konuşan kimsenin olmamasıydı. İlk günlerde ev telaşı vardı üzerimde. Kafam dağınıktı. Ayrıca kulaklarım Arapçaya iyice aşina oldu. Bu arada eski ayakkabıları onararak geçimimi sağlamaya başladım. Her gün hemşerim biri ile karşılaşabilmek umuduyla uyandım ve her gece bu umudu kaybetmemek için kendime sözler vererek uyudum. Buraya gelmenin tek iyi yanı özgürce yazabilmekti. Benliğimi de bu sayede kaybetmedim. Dilimi de yazarak korudum. Böylece yıllar geçti. Her günümü dilime hasret, sus pus geçirdim. Arada kendi kendime Türkçe konuşuyordum, sırf unutmamak için… O kadar çok istedim ki geri dönebilmeyi. Soluk, güneşli ve kupkuru bir sabaha daha uyandım. Dizleri yamalı pantolonumu ve önünü kapamadığım gömleğimi üzerine geçirdim. Buraların güneşi sarartmıştı yüzümü adeta, gözümün akına kadar sapsarıydım. Sokağa çıktım; kapalı giyimli, orta boylu bir kadın bana seslendi. Sırtımda çuval kaplı yayvan bir torba, elimde ufak bir iskemle ve uzun bir demir parçası ile evin avlusundan içeri girdim. İskemleme oturdum. Kuşaklı entarisi, ceketi ve takkesiyle Arap görünümlü bir çocuk karşıma oturdu. Dikkatle izliyordu yaptıklarımı. Hiç konuşmuyordu. Deniz mavisi gözleri hipnoz olmuş gibi elimi takip ediyordu. Onun da gözlerinin derinlikleri denizin ortasındaki yosunların karartısı gibi kararmış, ne kadar sıkıldığını belli ediyordu. Ancak zaman geçtikçe beni izlemekten zevk almaya başladı. Yaptığım her şeyi sanki ezberlemeye çalışıyormuş gibi dikkatle izledi. Ağzıma koyduğum çivileri görüp aniden ‘Çiviler ağzına batmaz mı senin?’ dedi. Yıllar sonra Türkçe konuşan birini bulmak içimi ısıttı. Eskimiş kalbime parkta oynayan çocuğunki kadar saf

bir mutluluk yayıldı. Yirmi yıl mı geçmişti, yoksa daha mı fazla? Yeniden doğmuş gibiydim. Yüzümün sarılığı tozpembeye dönüşmüştü. Hiç konuşmadığım kadar canlı bir sesle ‘Türk çocuğu musun sen be?’ diye sordum. ‘İstanbul’dan geldim’ dedi. ‘Ben de o taraftan, İzmit’ten.’ diye karşılık verdim. Çocuk benim Türk olduğumu anlayınca sadece yaptığım işi değil, yüzümü de incelemeye başlamıştı. Merakla ve dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordum: ‘Ne diye düştün bu cehennemin kucağına?’ Bana Kanlıcadaki evinden ve annesinden bahsetti. Sonra kendisi de aynı soruyu sordu. ‘Sen niye buradasın?’. Üzüntülü bir ses tonuyla ‘Bir kabahat işledik de kaçtık. ’dedim. Ama asıl konuşan oydu. Sanki aylardır konuşmamış, içindekileri bu güne saklamıştı. O da benim gibi ana diline hasret kalmıştı belli ki. Ben hiç sıkılmadan dinliyor, bir yandan da işimi yapıyordum. Arada sırada onu dinlediğimi belli etmek için ‘Ha… ha… öyle mi?’ gibi tepkiler veriyordum. Konuşma bitmesin diye en yavaş halimle savaşıyordum. Onu dinledikçe memleketim aklıma geliyordu, evimin kokusu sarıyordu dört bir yanımı, güneşin parlaklığı artıyordu sanki. Kendimi ağlamaktan zar zor alıkoyarak dinledim onu, kalbim acıyarak dinledim memleket hikâyelerini. Nihayet işim bitmişti. Eşyalarımı toplamamdan anlamıştı gideceğimi de “Gidiyor musun?” diye sordu ağlamaklı bir ses tonuyla. “Gidiyorum ya, işimi tükettim.” dedim. O zaman gördüm ki ana diline yeniden kavuşmuş çocuk onu yine kaybedeceği için ağlıyor. İçimdekiler benim de göz kapaklarıma sığmıyor, ayaklarıma boşalıyor tüm vücudumu dolaşıp. “Ağlama be, ağlama!” Başka ne söyleyebilirdim ki? Ancak o ağlıyordu, kendinden ağırdı akıttığı gözyaşları. “Ağlama diyorum sana, ağlama!” Bunları derken parka bir daha gidemeyecek bir çocuğunki kadar gerçek bir hüzün kaplamıştı kalbimi. Güneş iyiden soğumuştu, üşütüyordu artık. Zeynep Çiloğlu HazırlıkA Sayfa 35


şiir

Ada Vapuru sensizlik kadar soğuktu akşam bakışın bakışımı, ruhun ruhumu yüreğin yüreğimi teğet geçiyordu kaldırımlar seni fısıldıyordu kabataş'tan bir vapur kalkıyordu bilinmez kederler içindeydim rüzgâr usul usul esiyordu kelimeler, ağzımdan dökülüyordu dalgalar bile buna şaşıyordu ada vapurunda seni konuşuyorduk üstünde çıplak bir elbise ellerinde tükenmiş vaktim gülüşünde tanımadığım bakışlar mutluluğunda kaybolmuş hüznüm ve de yüreğimin acı sesi bilir misin bilmem ama ada vapurunda denizi izlemek var ya seni görmek kadar güzel aklımda bir tek sen oldukça seni düşünmek bile nedensizce mutlu eder beni ve indiğimizde o vapurdan aklımda bir tek sen olursun ahşap evler bile güler halime hem de besbelli acırlar bana sokak lambaları anlar beni bir tek onlar bilir kederimi bir kasım günüydü, indik ada vapurundan manavlar meyveleri tartıyordu mehtap almış başını gidiyordu dostlar seni konuşuyordu ben ise biraz şarap içiyordum Ahmet Berk Ulueren 12F

Sayfa 36

YAZIN


Silgi Geleceği gibi simsiyah bir atı öldürdüler bugün meydanda, bu kapkaranlığa boyun eğmediği için. Katliamdan öte bir güç gösterisiydi adeta Beyinlere kazınan ve tarihin silmeye çalıştığı şeyleri gizlemekten başka bir işlevi olmayan. Sahi, Bir kentin adı neden değişir? Bir genç kızın o beğenmediği yüzü, kusurlarını ne kadar gizlemeye çalışsa da aynı değil midir? Anılar ve pişmanlıklarla dolu. Bir dolmakalemin izi silgiyle çıkmaz çünkü. Aydost Parlak 10IB-TM

Taslak Varlıkla yokluk arasında oyalanıp giderken Fark ettim yüzündeki mutsuzluğu Ve paramparça olmuştu su geçirmez beynin Ruh sağlığının son kırıntılarını topladım yerden O sevdiğin ama bir türlü kullanamadığın Kavanozun içine fırlattım özenle Ayna kırmak yedi yıl kötü şans getirirmiş, öyle dediler. Varlıkla yokluk arasında oyalanıp giderken Fark ettim saatin tıkırtılarını Un ufak oldu her bir parçası yere yuvarlandığında İntikam peşinde miydim, Yoksa kendimi deli bir profesör mü zannetmiştim Ölüler dirilten? Liberalizm boğazımıza kadar tıkılmış olsa da Havadaki kuşu vuruyorlardı her gün Varlığından emin olunmayan bir Tanrı’nın adına. Akreple yelkovanımız çalındı ve ben Özgür hissedemedim kendimi bir türlü Buruşturulup yere atılan yüzlerce kâğıttan biriyim sadece Bir kâğıt uçak olamadım nedense. Aydost Parlak 10IB-TM YIL:15 SAYI:15

Sayfa 37


şiir Mor Deve Biz farklıydık Pembe bir fil Trafikte bekleyen uçak gibi Her şeye yeniden başladık Alışmaya çalıştık Biz farklıydık Yolcuların arabalara yol vermesi kadar garip Mezarlığa gidip dans etmek kadar da cesaret gerekliydi Çünkü bizim ilişkimiz böyleydi Biz mor develerdik Tatlı ama korkunç Seçil Ekmekcioğlu 9D

Balık Hikâyeleri Tanıyamadılar bir türlü, Fanusun dışından baktılar Milyarlarca kişilik varken etrafında, Yalnız olduğunu anlayamadılar. Tutkularının hazinesinin varlığını Düşünemediler Koskoca denizin içine Cam kafesin hüznünü koydular. Mısra Aslı Coşkun 10C

Yalnızlığa Bilmediğim bir şarkının Tadı var ağzımda, Tanımadığım bir dostun İhtiyar sırları hakkında, Kepenkleri indirilmiş Bir hastanenin önünde, Yün yaprakları dökülen Bir ağaç, Sonbaharın panzehirini Bekliyor. Mısra Aslı Coşkun 10C

Sayfa 38

YAZIN


Ben sadece… Sana “neredesin” demeyeceğim. Neden o karanlık tüneldeki son trene yetişemedin, demeyeceğim. Sayılı günlere, belirli tarihlere ayak uyduramayan kendini bilmez dakikaları, tek tek çevrilmesi gereken sayfalarla dolu kitapları nasıl bir acımasızlıkla ateşe attığını sormayacağım. Geçtiğin yolda, esen rüzgârlarda bile hâlâ kokun varken, varlığının neden olmadığını merak etmeyeceğim. Ben sana bir kelime edemezken, başkalarının cümlelerine konu olmana ve asla bilemeyeceğin hikâyeme başlık olmana aldırmayacağım. Gül ağacında beni yaralayanın diken değil de neden gül olduğunu sorgulamayacağım. Bereket ile yağan yağmurun bile bir damla fazlası zarar iken, akan gözyaşlarının neden dinmediğini sormayacağım. Beş yaşında elimize tutuşturulan kalemlerimizin görevi yazmak iken neden yazılanların karalandığını anlamayacağım. Bana tek bir şans diye verilen bu ömrün aslında sadece bir misafirlikten ibaret olduğunu görmemezlikten geleceğim. Yaradanın mucizeleri bile su altında nefes alırken ben neden boğuluyorum diye sormayacağım. Ben aslında ne görürüm ne anlarım ne de duyarım, ben sadece… Selenay Serter 11B

Olur da Doğuşunda olacaksa hayat Karış gökyüzündeki kırlangıçlara Ama dur! Çarpma Olur da değerse kanadın Olur da kırılırsa kolların Öylesine özgür ve sınırsız ruhun Olur da yok olursa Ruh adaşım, Soluk tenli insanlara karışır Tek kaçışın uzaklara değil Olur da ölüm olursa Toprağa karışan ilk cemre gibi Aldırma kırlangıçlara Göğe uzanan her varoluş Bil ki seni gördü Çünkü ruh adaşım, Her çarpışma yeni bir hayattı aslında Senin de hayatın sınırsızlığın Eğer olursa… Selenay Serter 11B

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 39


şiir Özgecan’a Alınması gerekeni vermiyor bazen hayat Kimisine arkasını dönmüş Kimisi omuzlarında Hayalleri tutuyorken bir yandan Bizimkiler hep düşüşte gibi Bir adım atamayacaksam şu dünya denilen boşlukta Bana bir elini uzat Kalamayacaksa ismimin bir harfi dudaklarda Ürpermeyecekse duyulduğunda ölümüm Sen devlet adamı! Polis! Sen siyasetçi! Sen ruhu satılık insan! Çıkar silahını ve vur beni Bedenimi yere kazı Bedenini duvara Bir anlamım kalmayacaksa Karanlık uykumdan sonra Vur taşları başıma Ellerimi kes ve sakla bir torbada Kokuşurken bir köşede Aklına gelirsem üç beş kişinin ne âlâ Şimdi gel ve vur beni Eğer unutulacaksa adım üç beş gün sonra Ağlayan bir ana baba kalacaksa arkamda Suratınızda benden bir parça varken Ama hâlâ ve hâlâ dolaşıyorken siz sokaklarda Ey esnaf! Ey başkan! Ey sen beş kuruşluk bedenini binlere yansıtan ucuz erkek! Al eline silahı ve… Vur beni! Beni kazı yerlere Eğer bu dünya denilen boşlukta bir hiç kalacaksa bedenim, vur beni… Merve Arapkirli 11E

Sayfa 40

YAZIN


Şarkı Sözlerinden Şiir Dizelerine Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım Elbette barışacak içimde kavga eden senler Çünkü olağan, yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak Bilirim kolay değildir bir aşkı bir kalbe koymak Hani, çoğu şey değmezdi çok konuşmaya Peki sormaz mısın hiç, gözlerin bu kadar, bu kadar mı hüzün? Sorumsuz kollarım düşük yanına Ağlıyorsun da çaresizliğine mi bilmem Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak Çizmek kolay sana sınırları Anla ki sonu yok, yalnızlığın Her gün çoğalacak Büyümeyecek aşk yoktur Aşkını büyütebilen insanlar vardır Edebiyat Kulübü Öğrencileri Zekiye Mine Öztürk 10B - Sedef Dündar 10C Elif Almula Kaya 10E - Mısra Aslı Coşkun 10C

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 41


şiir

Bilemiyorum Bilemiyorum Kim olduğumu unuttum Özgür müyüm bilemiyorum Bazen bir okyanusta Bazen bir cam fanusta Dolanıyorum. Acıyorum geçen zamana Değerlendiremedim, diyorum Neyi değerlendirdiğimi de Nereyi kaybettiğimi de Bilemiyorum. İnsanlarla tanışıyorum Hepsi gelip geçici Ben de gelip geçiciyim, Herkes kendine kalıcı. Ben bazen kendime kaldığımdan bile Emin olamıyorum. Yeni yerler görmek istiyorum Ama kendimi bir yere ait hissetmek istiyorum Oradan oraya dolaşırken Yolumu kaybediyorum Neydim, kimdim, hatırlamak zor Rüya içerisinde rüya, Geçmiş şimdi ayrı bir dünya. Nefes alıyorum, veriyorum. Bilemiyorum. Burcu Kubilay 10IBTM

Sayfa 42

YAZIN


İkileminde Tutamadığından medet ummayacaksın, Yitip gideni ille de unutacaksın. Zindan değil ki bu beden tutasın Günler kayacak, inecek dizlerinden. Salıntısını duyacaksın gece yarısı zamanın. Ve sırf bu yüzden kovalayacaksın uykunu. Yapamadığım ne varsa diye diye, Sustuğum çok diye diye… Öyle heceleyerek dudakların, Duyan yalnız kara kedi olacak gecenin bahçesinde... Sen yine de kal ve... Gelecek zamana rüyalarının rengini giydir. Belki de... Akan senin hayallerinden çalmayacak. İnerken dizlerinden zaman, Büyütmeye bak... Bir çocuk yollanmaz gecenin bahçesine. Sedef Dündar 10C

Saflığım Saflığım, zorba yanım Aldığın nefes, yanındaki diğer her şeyin eceli, Bıraktığın koku, peşinden ardı sıra uçuruma sürükleyen, Soğuk, ıssız, karanlık kışımı, içimde kelebeklerin kanat çırpışlarıyla bahara çeviren Sen, Bırak… Bırak ki alsın nefesini en derine Bırak yaşasın dağın zirvesinde diğerleri özgürlüğünce, Sana sormaksızın, senden korkmaksızın yaşasınlar bırak… Bir zalimin zulmüne aşık olmuş ben! Gelinlik beyazının içimdeki saflığı, ortaya çıkaran sen, sen Berivan… Adından dağlar başkasının solumasına izin vermeyecek olan bencilliğiyle söz ettiren Berivan. Bırak yaşasınlar saflığım, Bırak yaşasınlar temiz yanım, zorba yanım. Deniz Kayaduman 11F

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 43


şiir Alara’nın Kaleminden, Objektifinden... Karanlık Siluetler Yüce dağlardan aşağı İnen bir garip adam var Yalnız olur mu hiç Bir de kadını var Atının sırtında oturan, Yüz yıllardır susuyor Sevmiyor tümsekleri Ve bir de mevsim değişikliklerini Güneşin batışına doğru Seyreden bir tatsız kadın var Yalnız olur mu hiç Bir de adamı var Gökyüzünü boyayan, Her günlerdir unutuyor Çizmiyor denizleri Ve bir de bulut seslerini Dünyanın sonundan uzağa Kaçan bir insan var Yalnız olur mu hiç Bir de karanlık silueti var Hayatını yaşamaya çalışan, Saatlerdir yarışıyor Önemsemiyor gerisini Ve bir de bilmediği hisleri… Alara Kutlu 11E

Otlakçı Hayalleri Kaçıp giderdi son trenleri Ardına bile bakmazken Kim inanırdı umursamazlığa? Geride kalan tek endişen Altın kol ceketleri, belki aklında Yakışırdı soluk keten gömleğe Bunu bilendi uzun kirpikleri Sevdiğini öldürür mü hiç? Bırakırken dahi titremişti ellerinden Eski erkek geceliklerini Baksana İskender EFENDI Uçuyor kırık dallara kuşlar Yıldızlara mı benziyor dersin? Nedense çizerdi yıllarca resimlerini Falanca adam, filanca ressam Şüphesiz gelirdi trenler geri Biri almıştı mavi elbiseyi Yılların sadist dilencisi içindeydi Kim cesaret edip de söylerdi ona? Geçmişti çocukluğun tüm hayalleri İnsan sevdiğini ister bilirsiniz Gardaki ayyaşın geceleri sabaha Sebepsiz dökülmedi memnuniyetsiz Aslında bakarsanız bilirim hep bundandır, Acele gidişleriniz... Alara Kutlu 11E

Sayfa 44

YAZIN


Mavi Hırka Davul sesleri Her vuruşta bir dua Gözlerim dalgın iki cam Bakıyorum rastgele bir insanın mavi hırkasına Göz bebeklerim görmeyi unutmuş Ben yanlış çobanım Kalbim gördüğüm ışıkla kör olmuş Hâlâ duyuyorum melodik sesini tanrımın Bakıyorum mavi hırkaya ve Kör kalbimle yeniden deniyorum dua etmeyi Ve bekliyorum tanrımdan gelecek kabul mektubunu duama Şiirler ve falcılar dönüyor aklımda Aklımdan hiç duyulmamış bir sayı tutuyorum Özgürlüğümün çanları çalınca terk ediyorum hücremi Tanrımın mektubu hiç varmamış posta kutuma Son bir dize, diyor adımlarım Ve içinde kaybolacağım dünya Tam iki yalnızlık uzaklıktayken O’nu görüyorum, kalbim kırmızı Demek ki tanrım yollamış mektubunu O’nu görünce kırık kanatlı kuşlar uçuyor göğsümden O’ysa yanımdan bir yabancı gibi geçip gidiyor Dudaklarımdan ayrılmayan sözcükler dalgalanıyor o gittikten sonra Bana baktı Fakat görmedi beni Yine de yılmadım, deştim ruhumu mutlulukla Baktı da görmedi, tıpkı benim mavi hırkaya yaptığım gibi Ben bir mavi hırkaymışım O’nun için Olsun, olacaksam da mavi hırka olayım Birden üzüldüm, acıdım kendime “Bir umutsuzluk için yaptığın şeyler…” Diye mırıldandı zihnim Zihnim benim yargıcım, terapistim “Biliyorum!” dedi kör kalbim “Umudu sevemedim bir türlü…” Ve böylece, yavaşça dindi davul sesleri Ezelbahar Metin 9G

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 45


şiir Hepimiz Çocuk Oyundu bu işte, Sırlar saklayan bir şişe, Çocuktum ben işte, Hayatın güldüğü çocuk, Sen de çocuk, O da çocuk, Hepimiz çocuk. Hayattı bu işte, Bıkmadı bu gülüşe, Tek büyük vardı bize, Hayattı bakan hepimize. Bıktım bu oyundan artık, Çıkıyorum işte artık. Ölümdü bu işin sonu, Tek bir çaresi vardı sorunun, Kukla etmek için hayatı, Bulmalıydın bir yol ışığı. Güneş doğdu işte, Belki orada girişte. Oyundu bu işte, Sırlar saklayan bir şişe. Sen de çocuk, O da çocuk, Hepimiz çocuk. Ceren Nural 9A

Çocuk Meleğim Etrafım karanlık Bomboş, Kapkaranlık. Tek bir ışık Umudumdu tek bir ışık, Diledim, diledim,... Bekledim, bekledim. İşte orada o ışık, Umudum olan ışık. Koştum oraya, Bir delik vardı kenarda, Uzattım elimi, Tutsun beni diye biri. Küçük bir şey sardı parmağımı, Çekti beni yukarı. Teşekkür edeceğim diye kaldırdım başımı, Küçük bir çocuğaydı minnettarlığım, Yardıma muhtaçlığım. Sarıldım çocuğa, İçime sokarcasına. "Sen kimsin?" dedim çocuğa, Cevap verdi bana, Hiç kimseyim, Sana gelen bir meleğim... Ceren Nural 9A

Sayfa 46

YAZIN


'Babamın Öldüğü Yaşı Anlatır' Şiiri *Bugün oturdum, ölümü düşündüm .... yaşında ve hayat güzelken. Parktaki salıncağı kontrollü bir abartıyla iten babanın ellerini özledim. Küçük kız-Theodor-64 Bordo şapkalı kadını daha gerçek aldatmayı meslek haline getirmiş pis hükümdar, Hiç aşık olunmamışlığını kadınlarınla sakla. Nefretini, silik griyle geçilmiş silüetinde Barındırma telaşın, Dünyayı çığlık mesafesinde tutmaya yetsin. Önceki mezarında eline verilen listeyi yakmak için hayat bulan bir bağımlı gibi ölüme yeni bir ad takmışsın. Veronica Ölmek İstiyor'a dokunarak genç ölmeyi felsefe edineceğini düşünüyorsun. İnsan yanlarını törpülediğinde geriye sadece bir kelebek dövmesi kalırsa, Cehennem senin gibileri hayatlarımıza kusar. Bense ilerde ellerini bir suçlu gibi saklayan mavi ojeli adama babama ne kadar benzediğini söylerim -Senden nefret ediyorum, bu kez beni terk etmeBana kötü alışkanlıklarımı bıraktıracağını biliyorum. Beni sevdiğin sayıda jilet taşıyorum. Duaları, kitapları ve annemi reddettim. Bir tek şiir okuyacağın zaman söndürdüğün sigarana inanıyorum; Yirmi bir yaşında ve cennete yasaklıyken. İsmimi senin koyduğunu öğrendiğimden beri adlara inanmıyorum. Beni ne diye çağırırsanız o olurum. Hatırlamıyorsun, kimliğimi ilk kavgamda bıraktım. O günden beri senden yana hiçbir şeyim yok. Ellerim, en çok da ellerim yok. Onları bile sana verdim, hadi beni alkışla. Selin Babila 11F

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 47


anı

Dökülen Takvim Yaprakları Zaman bir damla su gibi akıp geçerken birkaç kuru yaprak, tozlu anı bırakır akıllarımızda. Bir çocuk uykuya dalar dün ve kocaman bir adam uyanır bugün. Bizlerin de çocukluğu mahallede oynadığımız top ve tüplü televizyonlarımızın arasında geçiverdi. Evlerimizde yeni ağırlamaya başladığımız teknoloji hayatlarımızı renklendirirken uzayan ve kalabalıklaşan binalarımızın arasında git gide yalnızlaşıyorduk aslında. Akşam ezanıyla evde bulunduğumuz, kumandanın babaların elinde bulunduğu günler… Kışın sobaların etrafında toplanılırdı çoğu zaman, televizyonun kıskanç bakışlarının arasında. Dostluklarımız aynı şişeden içtiğimiz gazoz kadar sahiciydi. Sevgilerimiz, renkli kâğıtlara yazdığımız mektuplar kadar içten… Takvim yaprakları hızlıca dökülüverdi. Biz daha oyuncaklarımızı toplayamadan aktı gitti zaman. Halil İbrahim Gökal 11B

Solan Çiçekler Zordu bizim zamanımızda çocuk olmak… Hem daktiloyla oynadık hem de klavye ile… Hem misket attık arabaların geçtiği yollara, hem de şoför edasıyla bastık tuşlara uzaktan kumandalı arabalarımızla. Bizim için çocuk olmak hüzünlüydü. Üst kattaki Mürüvvet Teyze’de toplanan kadınlar toplanmaz oldular. Patlar diye korktuğumuz tüplü televizyonları izlerken insanlar yerlerinden kalkmaz oldular. Biz küçükken yelkovan daha yavaş hareket ederdi. Biz küçükken minarelerin ışıkları sönmek bilmezdi. Biz büyüdük ve ne ışıklarını gördüğümüz minareler kaldı ne de daha hızlı hareket etmesini istediğimiz yelkovanlar… Hayat hızlandı, dört duvar beton oldu her yer. Kuşlar göç etti, ağaçlar çiçek açmayı bıraktı. Zordu bizim zamanımızda çocuk olmak. Bir çiçeğin solduğunu yavaş yavaş izlemek gibi… Kerem Duru 11B

Sayfa 48

YAZIN


Adam Olacak Çocuk Eskiden sabahlar biraz daha güzeldi. El kadar çocuk olan ben, kargalar kahvaltısını yapmadan dikilirdim ayağa. Ev halkının, ya da aslında sadece annemin, tüm ısrarlarına rağmen bir daha da kafamı yastığa koymazdım. O zamanlar erkenden uyanmak zevkliydi, bugünkü gibi her sabah beş dakika daha dilenerek uyanmazdım. Güzel bir sebebi de vardı bu erken kalkışların. Rahmetli Barış Manço, belki elli yıl geçse üstünden eşi benzeri olmayacak bir program sunardı her sabah. Henüz kahvaltı etmeden televizyon başına otururdum, kar-

şımda Manço’yu görmeden ne tek lokma yer ne de tek kelime ederdim. “Adam Olacak Çocuk”tu adı. Tabi sonraları öğrendim bunu. Kim bilir, belki gün gelip ben de adam olurum zannettim küçücük aklımla. Başka çocuklar doğum günlerinde güzel oyuncaklar dilerlerdi belki mumları üflerken. Ben yaklaşık üç-dört sene boyunca o ekranda Manço’yla beraber şarkılar söyleyebilmeyi diledim. Neden utanırdı ki oraya çıkan çocuklar? Naz da yaparlardı. Ayıplardım kendimce. Kızardım kendi kendime. Ah bir ben olsaydım orada, adam olmak için neler yapardım. Alara Kutlu 11E

2000’lerde Çocuk Olmak Genelde kızlar “sanal bebek” erkekler “game boy” oynardı. Ameliyat olmak havalı bir şeydi. Uçan balonun olması da öyle… Fox Kids izlenirdi, Felix’e döndüğünde bütün çocuklara da hüsran yaşatmıştı. Biraz büyüyünce herkes Converse giymeye başlamıştı. Özellikle bilekli ve yeşil olanından… Düşük bel modaydı, pantolonun ne kadar düşük belli ise o kadar havalıydın. 2000’lerin başında ışıklı ayakkabılar, sonlarında ise tekerlekliler oldukça popülerdi. Tekerlekli ayakkabısı olmayan ezik görünürdü. İnternet telefona bağlıydı. Biri sizi aradığında bağlantı kesilirdi. İnternet çok yavaştı ama o kadar yeni ve güzeldi ki bir sayfa açabilmek için yarım saat de bekleseniz sabırla bilgisayarın başında otururdunuz. Cemre Su Arvas 11B

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 49


İç Yazı Başlığı

anı Bambiş Üç, bilemedin beş yaşlarındaydım. 2000’lerin başlarıydı. Ailemin ilk çocuğu olmanın faydalarını sonuna kadar yaşadığım bu dönemde maddi durumunuz pek de parlak değildi. Her şeye rağmen annemle babamın bana üç beş küçük oyuncak getirmesi kadar beni mutlu eden bir şey yoktu. Getirilen hediyelerin beni en çok sevindiren yanı istemeden alınmalarıydı. Israrımla değil de sürpriz olarak bana gelen bu oyuncakların ayrı bir yeri vardı bende. Birinci yaşını doldurmamla birlikte alınan ayıcığım ‘Bambiş’ hâlâ başucumda durur. Sırtının bir kısmı yanan, gözü kopan ve sonradan yamuk yapıştırılan, her yerinden pamuklar fışkıran cılız ayıcığım… Bilincimin oturmasıyla bende değeri kat kat artan ayıcığımı işte tam da o yıllarda yanımdan ayırmamaya başladım. Günler bugünü buldu, hâlâ yanımdan ayıramadım. Renkli, ses çıkartan, her yerinden ışıklar fırlayan, kız çocukların tek gözdesi Barbie bebekler bile tutamadı Bambiş’in yerini. Ama şimdiki çocuklar hiç böyle değil; ellerinde bir bebek, diğer gün bir başka bebek. Yenisini görünce ağlayışlar ve üç beş gün sonra yeniden unutmalar… Şimdikilerle aramdaki fark benden mi, ailem veya yetişme tarzımdan mı, yoksa günümüzde oyuncakların bol ve cezbedici oluşundan mı bilemem. Ama şimdiki doyumsuz çocuklardan olmadım; biliyorum ki elimdekilere biçtiğim değerlerden ötürü mutluyum. Ne yazık ki zamane çocukları için duyduğum hüznün de hiçbir şeye faydası yok. Merve Arapkirli 11E

Demirden Arabalar Küçüklüğümde oyuncak mağazalarında satılan demirden arabalara ayrı bir hayranlığım vardı. Ne zaman alışverişe çıksak veya vitrin gezmeye, anneme eşlik etmeye gitsem her seferinde elimde önceden bende olmayan başka bir arabayla dönüyordum. Amacım koleksiyon yapmak değildi. Fakat koleksiyonuma ne zaman bir araba katılsa sanki bir koleksiyoncuymuş ve koleksiyonuma çok nadir bir parça katılmış gibi hissediyordum. Her fırsatta onları ya yatağımın üstüne ya da halıya dizer onlarla oynardım. Halının üzerinde çıkardığı izler ise bana ayrı bir zevk verirdi. Bir başka güzelliği ise arkadaşlarla toplanıp sanki birer sürücü gibi bunları yarıştırmamızdı. Fakat hiçbir zaman bir kazanan olmazdı. Ya biri ağlar ya da biri yanlış yapıyorsunuz diye küser giderdi. Ama her seferinde bunların olacağını bile bile hep yarıştırmaya devam ederdik. Taylan Gürel 11D

Sayfa 50

YAZIN


İç Yazı Başlığı

İbo’s Point Bir akşam vakti, melekler yıldızları göğe serpiştirinceye kadar gelip geçiyor ömür. Suyun akışı gibi belirtisiz ve kesintisiz... Kimi zaman bir güneş doğuyor yüreğimizin en yumuşak yerinde, kimi zaman bulutlar kaplıyor gözlerimizi… İşte bu koşturmacanın içinde bazı anları hapsetmek istiyor insan. Gökyüzünün en yıldızlı yerlerini kesip saklamak, sonbaharın en sevimsiz yerlerine yamamak için uğraşıyor. Kenan’ın “İbo’s Point” fikri de buna dayanıyor. Gençliğimiz ipek bir kumaş misali akıp giderken sevdiğimiz insanları küçük fotoğraf karelerinde ağırlıyoruz, zira aynadaki adam her geçen gün biraz daha değişmekte. Sorgusuzca sahiplendiğimiz, sıramızın yanına astığımız fotoğraflarla geçmişi konuk ediyoruz. Barbaros Hoca ile çektirdiğimiz ilk fotoğrafın flaşı sanki hala gözlerimizde... Her bir fotoğrafın ayrı yeri var gönül duvarlarımızda. Ağaçtaki bütün elmalar farklı olsa da aynı toprağı barındırır içinde. Biz de kültürümüzden kopmadık ve sonsuz saygı duyduğumuz hocalarımıza en üstte yer verdik. Aynı zamanda günümüze de bağlı kalarak fiziksel ortamdan internetin sanal ipliklerine taşıdık İbo’s Point’i.

Yıllar sonra, bizde akşam olmuşken karşılaşacağız belki de İbo’s Point ile. Dünyanın bin bir rengini görmüş gözlerimizden düşen bir damla canlandıracak fotoğraflarımızı. Günümüzden geleceğe uzanan bir el olacak İbo’s Point. Kenan Demirtaş 11B - Halil İbrahim Gökal 11B

İbo’s Point’ten...

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 51


İç Yazı Başlığı

deneme Bir Ayna Misali Nice öyküler vardır, benliğimize ışık tutan… Karakterlerinde kendimizi bulduğumuz, okumaya doyamadığımız öyküler… Kimi zaman anlam bütününün içindeki tek bir sözcük bizi etkiler, kimi zaman hikâyenin tümü. Önemli olan okuduğumuz romanda, öyküde kendimizden bir parça bulmaktır. Bir roman düşünün. Bu roman sizi o kadar çok etkiliyor ki onu bitirmeye kıyamıyorsunuz. Bir romanı sevmenin birçok nedeni vardır. Ama en önemli neden romanın okuyucu üzerinde bıraktığı etkidir. Okurken çoğu zaman karakter analizi yaparız. ‘Ben olsam daha farklı yapardım.’ ya da ‘Bu karakterin davranış ve düşünceleri tam olarak beni yansıtıyor.’ gibi... Her iki durumda da kitabı olumlu ya da olumsuz olmak üzere eleştiriyoruz. Bu bakış açınızın yazarla farklı olduğunu ya da tam tersi, yazarın düşüncelerine ışık tuttuğunu gösterir. Eğer ikinci olasılık ise, okumak için bir nedeniniz olur. Yazarın eserlerini okumadan önce hep bir merak duygusu içerisinde olursunuz. Okuduklarınızdan keyif alırsınız çünkü yazar kullandığı cümlelerle bir ayna misali iç dünyanızı yansıtır. Her yazarın yazmaktaki amacı farklıdır, her okuyucunun da beklentisinin farklı olduğu gibi. Erskine Caldwell’in de bahsettiği gibi, her hikâye ve romanın temelinde insan vardır. Sude Yeniyol HazırlıkA

Karanlıktan Kaçmak Kaçmak, gitmek istiyorum buralardan. Bütün yükleri bırakıp… Annem babam üzülür mutlaka, belki de beni anlarlar. Çok istiyordum gitmek, şimdi gittim. Gözlerimi kapattığımda kendimi görüyorum, uçakta. Camdan bakıyorum, zifiri karanlıkta. Mutluyum çünkü gidiyorum. İstediğimi yapmaya, tek başıma… Zeynep Ercan 11F

Sayfa 52

YAZIN


Masanın Altındaki Gazete Her insanın hayatında iyi ve kötü zamanları olmuştur. Bu zamanlarda insan yanında yaşadığı olayları paylaşabilecek bir yürek ister. Her gün milyonlarca insanın başına iyi ve kötü bir olay geliyor ve siz bu olayları yaşarken yanınızda birinin olmasını istiyorsunuz. Buna en iyi örnek Halit Ziya Uşaklıgil’in "İnsan; keder ve sevinç anlarında yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını, başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister." sözüdür. Ben de yaşamımdan bir örnekle Uşaklıgil’in sözünü desteklemek istiyorum. Doğum ve ölüm… Bu iki olaya dikkatlice baktığımızda yanımızda fazladan birkaç yürek daha olur. Örneğin bir bebek doğduğu an babanın, yanındaki kişiye sevinçle sarılması ya da birisi öldüğünde içindeki hırçın denizde onunla her an boğulmaya hazır olan yürek. Bu istek su içmek ya da yemek yemek kadar doğal bir istektir çünkü insanlar paylaştıkça duyguları güçlenir, güçlendikçe yaraları iyileşir. Son olarak yanımızda olan yüreği, masanın altında sıkıştırılan gazeteye benzetirim. Masanın bir bacağı kırıldığı zaman yani biz kırıldığımızda, masaya destek olsun diye bir gazete konur. Umarım siz de kendi gazetenizi bulursunuz. Gaye Padır HazırlıkA

Güneşe Özlem Bir kedi kıvrılmıştı içime, sıcacık, yumuşak bir duygu. Başımdan ayağıma kadar hissediyordum onu. Beni sonbaharda savrulan savunmasız bir yaprak gibi tir tir titretiyordu. Ben bir kardelendim, güvenli yuvamdan çıktım, zalim buzlu yollardan geçtim. Tazecik tenimi kesti, zalim beyaz kar taneleri. Hepsi sıcacık, parlak güneşe ulaşmak içindi. Tırnaklarımla deldim karları fakat o başka kardelenleri ısıtmaktaydı. Şevval Naz Eryüksel 11G

İtirazım Var Can Gox’un da söylediği gibi “İtirazım var bu zalim kadere… Sevginin sahtesine, hayatın sillesine, dertlerin böylesine…” Her şeye itirazım var, bu aralar. Belki de yazımın ve hormonlarımın verdiği ergenlikle, belki de bu yaşımda yaşamamam gereken şeyler yaşıyorum diye. Çok büyük bir isteğim yok. Yemyeşil ormanın içinde kestane rengi tahtalardan oluşan küçük kulübemde, sevdiğim kadının kırmızılar içinde dans edişini izlemek istiyorum. Tek kaygımın kısa odunun ateş için yetip yetmeyeceği olsun istiyorum. Herkes gibi kaygısız, tasasız, mutlu bir hayat istiyorum. Çok fazla bir şey mi istiyorum? Aslında her insan böyle bir şey istemez mi? Herkesin hak ettiği de bu değil mi? Diğerlerine belki istediklerini veremem ama en azından ben küçük kulübemi istiyorum. Alperen Kara 11F

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 53


İç Yazı Başlığı

deneme Arkadaşlık Bazılarına göre arkadaş sözü çok anlamsızdır. Karşılıklı güven ortamı kurulmadıkça insanlar arkadaşlık kurabilir mi? Arkadaş, birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri değil midir? İnsanların arkadaş sözcüğüne özel bir anlam yüklemeden onu kullanması, böyle derinliği olan bir sözcüğünün her durumda kullanılması “arkadaşlık” kavramının anlamını güçsüzleştirir. … Onun arkadaş kavramıyla benim arkadaş kavramım farklıydı belki, ben ona güvenip ona sırtımı dayadım; o ise işine gelince arkamdan çekildi, ben yere düştüm. Yere düştüğüm an korktum, artık yapayalnızdım. Korkmakta haksız değildim, düşmekten değil güvendiğim insanın arkamda durmamasındandı korkum. Artık onu arkadaşım olarak değil, herhangi biri olarak görüyorum. Onu kaybetmek bana hayata dair önemli bir ayrıntı daha öğretti ama bu durum onun için anlamsızdı… Denizali Önal 11F

Aşktan Öte Dostluk, yan yana olmak ve hayatı keyifli yolculuklar kurgulayıp paylaşmaktır. Hayatın önümüze çıkardığı tümsekleri tek başına atlamak herkese zor gelir. İnsan bu tümsekleri el ele tutuşup birlikte atlayabileceği bir dost arar. İnsan herkesle arkadaş olabilir. Günlük yaşamın iyilerini de kötülerini de arkadaşlarla paylaşabilir her insan. Arkadaşına derdini anlatıp rahatlayabilirsin mesela. Fakat gerçek bir dostla derdini paylaştığın anda o derdin bölündüğünü ve belki de bir süre sonra derdin eriyip gittiğini hissedersin. İşte dostun farkı burda başlar. İşte bu yüzden dost edinmek zordur ve insanın karşısına hayatta bir ya da iki kere çıkar. Bir his vardır hani! Kendi evine girdiğinde hisseder insan. Bir rahatlık ve güven duygusu ya da bilindik bir yerde olmanın huzuru da denilebilir ona. Kalabalıkların içindeyken bile dostum dediğin kişi gelir ya akla işte, o anki his evine gittiğinde yaşadıklarını anımsatır insana. Dostlar öncesinde bir güven verir insana ve ardından huzur kapılarını açar insanın ruhunda. Aşktan öte olan bu eşsiz duygunun bir hediyesi de kaybetme korkusudur. Kaybetme korkusu herkesin düşündüğünün aksine gerekli ve bir o kadar da hayat kurtaran bir anahtardır aslında. İnsanı güzel ve zor bulunan bazı güzelliklerin kıymetini bilmeye teşvik eder. Kimi zaman insanı ümitsizliğe de sürükler elbette ama dostluk için bu zorlukla boğuşmak gerekir. İnsan ne yaşta olursa olsun sağlam bir güven duygusuyla ve ağzını doldura doldura “dostum” diyebileceği insanı aramalı ve ne olursa olsun onu kaybetmemelidir. İlayda Bökeoğulları 11F

Sayfa 54

YAZIN


Vazgeçemiyorum Ben bu hayatı kabullenemedim, bu hayatın bir parçası olamadım. Hep daha fazlasını bekledim bu hayattan. Uzaklaşmak istedim, kaçmak istedim. Ne olursa olsun arkama dönmemek istedim. Fakat beni tutan bir ses var burada. Neden bana engel olduğunu, beni kısıtladığını bilmiyorum. Ama vazgeçemiyorum. Ne zaman mutlu olsam beni sinirlendiriyor bu ses. Ne zaman sinirlensem, beni mutlu ediyor. Hangisi daha kötü acaba? Onunla yaşamak mı, onsuz yaşamak mı? İkisi de olmuyor. Kendimi kaybediyorum, ne yapacağımı bilemiyorum. Fakat emin olduğum tek bir şey varsa … Vazgeçemiyorum. Berent Gökdere 11F

Neden Yazarız? Neden yazarız? Neden içimizdekileri bir kağıda dökme ihtiyacı duyarız? Çünkü kimi zaman içimizdekileri seslendirecek kadar cesur değilizdir. Çünkü bazen konuşmanın bir faydasının olmadığını öğrenmişizdir. Kimi zaman dilimiz daha sivridir bir kalemin ucundan. Konuşunca acıtır, kanatır oysa kalemin sivriliği bir mızrak gibi saplanır içimize, ne kadar acıtsa da söker çıkarır içimizdekileri. Çünkü kimi zaman kağıt daha anlayışlıdır insanlardan. Çünkü yazdıkların kağıtlara kalemin arasındaki tüm duygu dünyandır. Başka sırdaşın, başka ortağın yoktur. Çünkü yazarken senden başkası yoktur kalemin başında. Baş başasındır kendinle. Çünkü yazmak, kendinle arandaki duvarları yıkmaktır; mızraktan kalemlerle... Selenay Serter 11B

Hayal Önce kurdum, sonra çizdim, gözümün önüne getirdim. Gelecek dedim, geçmiş dedim. Yaşananları gördüm, yaşanacakları ona bıraktım. Bıraktım ona ki özgür olsun, dilediği gibi kursun onları. Kaptırmadım fazla ki kalsın tadı yaşayınca. Kurdukça evren benimsedi onları usulca. Anılar geldi her gözümü kapadığımda, onlar yarattı gelecek hayatları, kullanarak geçmişi ders aldı. Azaldı beklenti, gerçeklik geldi ağır ağır. Kapattım gözü, uyudum, kapatmadım gözü hep oradaydı hiç bırakmadı; umut, düş, hayal, beklenti, yalan, anı defteri her şey oldu adı. Dünya onsuz ne yapardı? Merve Aslı Yılmaz 11F

Eskiler Kayıplar üzer insanı, üzer yıkar geçer bazen. “Yaratan yarattığı gibi aldı.” derler. Peki ya neden? Teselli etti eş dost. Tamam da onlar ne anlayacak ki? Eşekten düşenin halini sadece eşekten düşen anlar. Anlatmaya sözler yetmez. Hiçbiri değiştirmiyor yokluğunu ya da hak etmiyor anneannemin yokluğunu. Doğduğumdan beri benimle beraberdin, doğmama sebeptin. Derler ya son nefes diye işte ben o anda bile yanındaydım. Pek olmasa da efendilik baki kalır, bende başlayacak bu efendilik, yakın zamanda belki de. Bir yerlerden izliyorsun belki de her geçen gün sana yaklaşıyorum. Bu da yaşamak için bir sebep. Önder Aldemir 11F

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 55


İç Yazı Başlığı

deneme Her Yanıyla Hayat Yağmurlu havalarda bir yerlere yetişmeye çalışırken aklımıza takılanlardı bizi yoran, bizi monotonlaştırıp neşemizi çalıp yerine hava durumuyla uyumlu hisler bırakan. Kocaman şehirlerde kendimizi yapayalnız hissetmemize neden olan da onlardı, hayatı tekdüzeleştirip kalabalıklardan ve yaşadığımız güzelim hayatlardan bizi bunaltan. Oysaki bu kalabalık ve bir yanı karanlık bir yanı aydınlık şehirlerde kendimizle iç içe geçmiş, kendimizi karmakarışık hissetmemize gerek yoktu. Elbet hayatı her yanıyla sevebilir, her yanıyla ona katlanabilirdik. Zeynep Koçak 11F

Anubis’in Terazisi Öldükten sonra gideceğimiz yer neresi? Bildiğimiz anlamda yaşamdan sonra ve bedenlerimiz toprakla bir olduktan sonra. Daha hangi kapıları ve yine hangi bekçileri gerekecek geçmemiz? Sanki yeterince yorucu değilmiş gibi hâlâ daha yaşamamız mı istenecek? Bu yüzden bize vaat edilenler huzur dolu topraklar. Yozlaşmış bir düşünce dünya hayatını bir ıstırap gibi yaşamak sonsuz ıstıraba katlanmak için. Akıllarını kaçırmışlar insanlar ölümsüzlük kompleksleriyle ve ölüme sahip olmaya çalışmışlar. Gerçekten masum ve saf bir düşünce mi yoksa iblislere yaraşır bir plan mı? Ne olabilir? Ne olabilir yaşamdan daha temel? Ruhumuzun kuş tüyünden hafif olması gerekiyor mu çakal başlığı geçirip ulaşmak için sonsuz mutluluk tarlalarına? Aybora Koç 11F

Doğadan Uzaklaştıkça Kalbin Sertleşir Kızılderililerin kutsal ruhlarından sayılan Waken-tanka'nın öğretilerinden biridir bu. Bana kalırsa da günümüzde bile bu düşüncenin geçerli olduğu zamanlar vardır. Bazen insanların sözde uygarlığından uzaklaşıp insan faktörünün baskın olmadığı doğal ortamlara girmeliyiz. Hayvanları izledikçe bilgilenir, ağaçlarla konuştukça kendimizi buluruz. Tazelenerek yeniden doğarız. Aybora Koç 11F

Sayfa 56

YAZIN


Deli Sorular Benlik. Öz. Birey. Hayatımızın birçok yerinde bu kavramlar bizi kendine tutsak eder ve bizi onların akıl sır ermez dünyalarında kendilerini irdelemeye zorlar. “Ben kimim? Neden varım? Bir amacım var mı?” Bu tarz sorular insanları hep zorlamıştır ve çoğu insana göre asla cevaplanamayacaktır. Kendini benimsemiş ve benliğini diğerlerine göre bir adım daha fazla tanımış olan insanlar ise bu tarz sorularda “Ben iyilik yapmak için buradayım.” ya da “Ben dünyaya yararlı olmaya geldim.” gibi klasik cevaplarını vererek anti-felsefe kalıplarını öne sürerler. Sorun şu ki her insanın doğrusu farklıdır. Hayatta bu tarz sorulara kendince cevap bulamayan insanlar ya başkalarının kalıplaşmış yanıtlarını benimseyecekler ya da hayatlarının çoğunu bunlara cevap arayarak geçireceklerdir. Toplum tarafından kabul görmüş sıradan bir insanı varsayalım. Hayatındaki en büyük derdi duyguları olsun. Yani aşk, sevgi, umutsuzluk vb. O insanın bile bu soruları atlatması bu kadar zorken toplum tarafından dışlanmış ve hayatını sadece kendi gibilerle beraber geçirmeye zorlanmış bir insanın bu durumu nasıl atlatabileceği ve bunun sonuçlarına nasıl katlanabileceği tahmin bile edilemez. Bu tarz soruların insan hayatına yön verdiğini kabul edersek eğer, yani mesleklerini, davranışlarını, dini inançlarını, hatta düşüncelerini bu sorulardan yola çıkarak şekillendirdiklerini düşünürsek, bu soruları yanıtlayamayan insanlar ne olacak? Hayatın hangi acımasız tarafıyla yüzleşecekler? Onları bu hale gerçekten biz mi getirdik? Neden direnmediler? Neden hâlâ karanlıkta saklanıyorlar? Keşke “benliklerini” kabul ettirmek için savaşsalardı. Akla şu gerçek geliyor, her ne kadar insanlar bu gerçeği kabullenememiş olsalar da biz birbirimize muhtacız, bir insan diğeri olmadan var olamaz, bu durum da insanları birbirine bağlıyor. Biz bir bütünüz sadece benliklerimiz farklı. Dünya bir saat ve hepimiz o saatte vazgeçilmez parçaları temsil ediyoruz. O zaman bunun farkında olanlar için soru şu: “BİZ NEDEN ONLAR İÇİN YETERİNCE SAVAŞMADIK?” Yiğithan Bilge 10E

Ayrılık Ayrılık zor bir parçasıdır hayatın. Ama sonunda bulur ayrılık sahiplerini. İki insanın kalbinin duvarlarında da, acılar ve anılar kalır. Bu ayrılık ne sebepten olursa olsun hemen hemen aynıdır bıraktığı duygular ve etkiler. Alışılmış olan yollar ve yapılanlar, artık tek sizi yorar, yanınızda ve arkanızdaki yoldaşınız gidince. Boşluğa düşer insan. Kendini zorlar, bir başına kafa tutar hayatın zorluklarına, sanki yanındaki önemsizmiş gibi davranır. Fakat ne kadar dayanır köksüz bir ağaç hayatın getirdiği sellere? Yine de bazen gereklidir ondan ayrılmak, kökünü salıp kendini selin akışına bırakmak. Bazen, ancak eski kökünden kurtulabilen ağaçlar onları ömür boyu tutacak köklerine kavuşabilir. Alp Altınel 11F

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 57


İç Yazı Başlığı

deneme Karanlıkta Diyalog “Karanlıkta Diyalog” bir grup arkadaşımla yaşadığım ilginç bir deneyimdi. Çok fazla içeriğini vermeden bahsetmek gerekirse (çünkü gidip yaşamanızı tavsiye ederim), bir görme engelliyle somut bir empati yapmamızı sağlayan bir sergi. Öncelikle sergi alanı kapkaranlık, hiçbir şekilde görebilme olanağınız yok. İçeriye girmeden önce elinize bir değnek veriliyor ve adım attığınız anda her şey zifiri karanlıkta yok oluyor. Ben ilk anlarda panikledim ve arkadaşlarımla iletişime geçmeye çalıştım. Yanımda olduklarını biliyor olsam da adlarını sık sık söyleyip orada olduklarını onaylatma gereksiniminde bulundum. Fakat yaklaşık on dakika sonra gözlerim bu duruma ve karanlığa alıştı; ellerimin yardımıyla gitmem gereken yerlere ilerleyebildim. Gerçekten de şehre özgü kokular, sesler, sıcaklıklar, dokular ile tasarlanmış olan bu sergi alanı; görmeden ‘görebildiğim’, bana kendimi iyi hissettiren ve algılamamı arttıran bir ortam haline geldi. Oradayken rehberimize birkaç soru sorma, onunla sohbet etme fırsatımız da oldu. Benim merak ettiğim ve sorduğum sorulardan biri şuydu: “Görme engelliler için kitap okuma ve ses kaydetme yerleri, bu kapsamda ilerleyen projeler var. Bu projelerde bazı sorunlar yaşandığını duyuyoruz. Net olarak anlamak ve belki de biz çözüm getirebilmek için soruyoruz: Nedir bu sorunlar?” Öğrendiğim kadarıyla sorunlardan biri, gönüllülerin okunacak metinleri gerektirdiği ses tonuyla veya dinleyeni içine çeken akıcı bir üslupla okumamaları. Bir diğeri ise nitelikli okuyan bazı kişilerin bu süreci kısa kesmeleri ve devam etmemeleri. Katılan her kişide oluşan bir duygu olduğunu varsayarak yazıyorum son sözlerimi. Sergi gerçekten keyif veriyor ve eğlendiriyor. Bunun sebebi serginin ilerleyen zamanlarında karanlıktan çıkıp tekrar görebilecek olmanın verdiği rahatlık hissi. Peki ya bundan emin olamasaydık? Çok daha farklı hissetmez miydik? Ben, gerçekten devam ettirebileceğinizi ve katkıda bulunabileceğinizi düşünüyorsanız görme engelliler için ses kayıtları yapmanızı tavsiye ederim ve tabi ki karanlıkta diyalog deneyimini tatmanızı. Mısra Aslı Coşkun 10C

Sayfa 58

YAZIN


Kayıp Kardeş Arkadaşlıktır bizlerin bu fırtınada sürüklenmesine engel olan… Her insan yanında olacak birini arar. Bazen bazı insanlarla tanışırsınız, sizleri hayata bağlarlar. Yağmurdan sonraki o ilk güneş gibilerdir. Aileniz olmadığı zamanlarda sizin yanınızda olurlar. Öyle insanlar bulursunuz ki kan bağınız yoktur ama kardeşten daha ötedirler sizin için. Sanki iki farklı ağaç kökünün bir yerde buluşup birleşmesi ve çiçek açmasıdır hissettiğiniz. Bende de var bir tane. Can kadar severim onu. Altı sene önce tanışmıştık. Tam bir tesadüf... Zaten hayat öyledir. Tesadüflerden ibaret... Peki, biz bu en yakınlarımızı neden seçeriz? Benzerlikten mi farklılıktan mı yoksa? Bence siyah ve beyaz birbirini bulur. Vakit geçtikçe griye beraber dönerler. Hiçbir insan kendine benzeyeni bulmaz. Farklılık ararsın ki en yakın olasın. Öyle olsun ki her farklılığınla seni benimsesin, sevsin. Sen de onu tabi ki... Ama bazen insanlar konu arkadaş olunca kör olabiliyor. Hani biz deriz ya, gerçek dostunu bulunca sakın bırakma, sıkı tutun ona, diye. Bulan tutunuyor, peki bulamayan ne yapacak? İlk başta hemen kimse bulamaz kayıp kardeşini, önce kendini tanır. Ben biraz gençken hatta çocukken buldum. Beraber tohum verdik, olgunlaştık. Birbirimizi etkiledik; hem iyi, hem de kötü… Çoğu zaman bahar geldiğinde sevinen hayvanlar gibi sevindik. Eğlendik. Hani derler ya o yanımda olmasaydı ben ne olurdum. İşte öyle bizim dostluğumuz. Ne eksik ne fazla… Ezgi Erdaç 11F

Karadelik Töre yüzünden öldürülmek nedir, bilir misiniz siz? Kendi kanınızdan birinin sizi öldürmesini… “Baba”, “ağabey” diye seslenip saygı gösterdiğiniz; “kardeşim” dediğiniz ve hatta ikinci annesi olduğunuz kişilerin sizi öldürmesini… O küçücük, etrafı duvarlarla çevrili, tek odalı, yıkık dökük evde büyüdünüz siz. Birlikte öğrendiniz ilk adımlarınızı atmayı o soğuk, taş zeminde. Birlikte düşüp kalktınız o ıssız rüzgârlı sokaklarda. Ama şimdi ne mi oluyor? Siz onlar için canınızı vermeye hazırken, onlar sizin o masum, düşünmeden yaptığınız ya da size zorla yaptırılan, hatanız yüzünden canınızı almaya geliyorlar. Götürüyorlar sizi çolak bir arazinin tepesine. Etrafı ölüm sessizliği kaplamış, sanki kuşlar anlamış da gelmeye korkmuşlar sizin ölümünüzü izlemeye. Sessizliği bölen şeyse sizin yalvarış sesiniz, o insanın içini acıtan hıçkırarak ağlayışınızın sesi... Karşınızda ağabeylerinizden biri… Oturtur sizi o çamurlu yere, öbürü ise eline bile büyük gelen o korkutucu aleti kaldırır ve kafanıza doğrultur. Yüzünden, mimiklerinden anlayamazsınız hiçbir şey. Boş boş bakıyordur elindeki silaha. İşte o an kulaklarınızı tırmalayan bir ses gelir. Ardından sizin iki gözünüzün ortasında tüm kafanızı parçalayan bir küçük delik... Babalık, ağabeylik, kardeşlik geceyi üstüne örtmek değil, gece kıyamayıp üstünü örtmektir. Özge Öneyman 10F YIL:15 SAYI:15

Sayfa 59


İç Yazı Başlığı

deneme

Şehirde Kuş Olmak … Çünkü evlerimizi yıkıp gökdelenler inşa ettiler. Uçmaya doyamadığımız gökleri deldiler. Ve intikamıdır tufanlar doğanın. Ailemi kaybettim. Onlar ihtiyarların gençlik hikâyelerinde saklı. Küçük evlerinize yuva yapardık çalı çırpıdan. Neden sonra “guguk sesleri” azaldı sanıyorsunuz? Kuşların yasıdır susmak. Sessizlik hiç bu kadar özgürlükle bağdaştırılamazdı. Ben, severdim yıldızları. Kuzey yıldızına isim takmıştım. Kuki. Kuşlar, geceleri yuvalarına sığınırlar ve izlerler mehtabı cennet misali. Sonra yıldızlar terk etti bizi. Minik parlak o dostlar… Şimdilerde bir gün dilek tutmak için kaydığını sandığın o yıldızın uçak olduğunu anlayacaksın. Kuşlar uçaklarla yarışamazlar. Zaten bize dost değil onlar. Kanatları kırar, özgürlüğü yaralarlar. Aynı şehirde farklı hayatları yaşamakta bedenlerimiz. Nefes alışlarım bir çocuğun “Bak kuş!” diye koşması kadar hevesli. Semada aldığın canı alçaktan uçup seninle paylaşıyorum çünkü seni seviyorum ben. Meydanlara geliyorum yem için, yemek için… Sana ekmek kapısı olsun diye… Biliyor musun? Kışın üşüyorum. Yukarılarda ev kurmak zor. Çalı çırpı toplayacak yer bile yok! Çalı çırpı toplayacak yer bile yok yok! Sen, beni görmüyorsun, koşuşturmaya dalmışsın. Bir durakta bekliyorsun, “Güvecin durağı, bir şiir okuyorsun “Üvercinka”… Yine de beni göremiyorsun, Mecidiyeköy’den - en kalabalık duraktan - koşuyorsun hayata, çirkefleşiyorsun otobüs sırasında, bakınmak boş geliyor etrafa. Sen para kazanmaya, bense yemeğe iniyorum Taksim’e. Bu şehre lanet ediyorsun, oysa sen yapıyorsun! Metrodan çıkınca hemen ilk gördüğün trafik ışıklarının üstünde bekliyorum. Acelesiz, saatlerce… Işık yansın diye bir telaş içindesin, beni yine göremiyorsun. Yeşil yanıyor, geçiyorsun. Hayat akıyor, ben bekliyorum. Ayşe Aleyna Karasaç 11IBT

Sayfa 60

YAZIN


Pişman Olmamak için Derler ki gönülden sevdiklerimizin, bakmaya kıyamadıklarımızın, başkasının onları üzmesine dayamamamıza rağmen yine en çok bizim üzdüklerimizin değerini kaybettikten sonra anlarız; onlara zamanında sevgimizi gösteremeyiz. Geri gelemeyecek olana yapamadıklarımız için üzülmemiz yersiz; onlara değil, kendimize üzülmeliyiz. Onların su kadar saf, el değmemiş yüreklerine ulaşamadığımız için… Kayıplar geri gelmiyor, ister cansız bir beden isterse yolcu ettiğiniz biri olsun. Kendinden pişman olmamak için hiç sonu gelmeyecekmiş gibi yaşamak, en önemlisi sevmek gerek. Sonsuza kadar... Bengisu Sipahi 11F

Kayıplar geri gelmiyor, ister cansız bir beden isterse yolcu ettiğiniz biri olsun.

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 61


İç Yazı Başlığı

eleştiri “Aralık”

Üzerine

Hüseyin Mert Erverdi’nin; kurgu, senaryo ve yönetmenliğini üstlendiği ‘Aralık’ adlı kısa film, 1999 Gölcük Depremi’nden sonra yıkıntılar arasında dolaşan işsiz, isimsiz bir adamı ele alıyor. Ana kahraman için depremin ne kadar yıkıcı olduğunu ve depremden sonra onun için değişen algıları işleyen film, atmosfere uygun görsel efektler ve seslerle mesajını destekliyor. Erverdi, filmi üç bölüme ayırmış. İlk bölümde mekân tanıtılmış ve ana karakter olan adamımızın bu manzaraya tepkisi gösterilmiş. Bu bölüm filmin geri kalanını izlemeden önce konunun ne olabileceğini ve mekânın adam için önemini anlamamızı sağlıyor. İkince bölümdeyse saat ve küçük bir kız filme dâhil oluyor. Saat depremin gerçekleştiği sürenin iki dakika öncesi ve iki dakika sonrası arasında gidip geliyor. Bu görüntü, isimsiz adamın o anı hâlâ atlatamadığını simgeliyor. Filmin video şeklinde değil de fotoğraf dizisi halinde akmasını da aynı sebebe bağlayabiliriz. Dünyanın dönmesi ya da hayatın hare-

ketliliği o adam için bir şey ifade etmiyor. Bu yüzden fotoğrafla anı yaşıyor ve durumun durgunluğunu yansıtıyor. Küçük kızsa kırmızılar içinde olduğundan dikkat çekici. Adamımız kızın peşinden koşup ona dokunuyor ama tam o sırada kız kayboluyor. Kızın üstündeki kırmızının kanı ve dolayısıyla ölümü simgelediğini düşünürsek, kızın kaybolması aslında adamın kayıplarını göstermek için... Üçüncü bölüm ise geçmişten gelen sesleri yani o yıkık evlerin, sokakların neşeli olduğu zamanların seslerini bizlere duyuruyor.

Filmde, görsellik, ses ve isim ayrı ayrı çok önemli unsurlar. Öncelikle “Aralık’ ismi depremin yaşandığı zaman aralığını ve depremden sonra adamın düştüğü boşluğu çağrıştırıyor. Dolaylı bir şekilde filmle bağlantılı. Görsellikse ilgi çekici fakat zayıf. Çekimler yıkık bir sitede yapıldığından çoğu harabe sonradan eklenmiş ve bilgisayar efektlerinin etkisi göze çarpıyor. Öte yandan fotoğraf fikri ve siyah, beyaz, gri renklerinin kullanımı o kasveti ve konuyu destekliyor. Sesler ise yerinde kullanılmış ve oldukça başarılı. Kahramanın yalnızlığını, çaresizliğini film boyunca duyulan tek bir kişiye ait ayak sesi ve filmin en başındaki nefes sesleri hissettiriyor; filmin sonundaki gülüş sesleri ise deprem öncesi mutlu günleri hatırlatıyor. Erverdi, bir adamın birkaç saniye içinde neler kaybedebileceğini, çaresizliğini, en ufak bir umudun ne kadar değerli olduğunu dokuz buçuk dakikada çok değişik bir yöntemle yorumlamış. Bir hareketle hayatınızın ne kadar hızlı durabileceğini özetlemiş. Buse Sarpkaya 11A

Sayfa 62

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Aralık Yönetmenliğini, kurgusunu ve sinematografisini Hüseyin Mert Erverdi’nin üstlendiği “Aralık” adlı film uluslararası ve ulusal birçok ödül kazandı. Film büyük bir depremin yol açtığı yıkıntılar arasında kalmış bir adam hakkında. Film izleyenlere, adamın çaresizliğini ve sıkışmışlık hissini kulanarak zaman ve hareket üstüne düşündürüyor. Filmin girişinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir şiiri gösteriliyor. Yönetmen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında” dizelerinden yararlanarak film boyunca karakter ile zaman ilişkisini özetlemiş. Film büyük yıkıntılar içinde nefes nefese kalmış bir adam ile başlıyor. Adamın yüzünde çaresiz bir ifade var ve adam bir şeyler arıyor. Daha sonra yıkık dökük, duvarında saat asılı bir eve girip oturuyor. Burada zaman duruyormuş gibi gösterilirken ani karelerle saat hareket ediyor. Bu sahnede adamın zamanın içinde sıkıştığını, zaman kavramını kaybettiğini fakat zamanı ararken aslında zamanın aktığı anlamı veriliyor. Daha sonra etraftan koyu kırmızı bir silüet geçiyor. Bu renk adamın çıkış yolunu, umudunu simgeliyor. Adam, silüeti araştırmaya çıkıyor ve sonunda kırmızı elbiseli bir kız çocuğu ile karşılaşıyor. Fakat kız ondan kaçıyor. Kıza yetiştiğinde etrafı kumdan adamlarla çevrili şekilde buluyor. Kumdan adamlar adamın hayal ürünü yani adam umuda ulaşmamak için kendi kendisini engelliyor. Kumdan adamlar yavaşça kayboluyor ve adam kıza ulaşıyor yani adam sonunda umuduna ve çıkış yoluna ulaşıyor. Kız birden kayboluyor ve

YIL:15 SAYI:15

hava aydınlanıyor. Adam yere oturuyor. Dünya hala deprem yıkıntılarıyla dolu, perişan fakat adam değişmiş. Huzuru ve sıkışmışlık hissini kendi içinde yok ediyor. İsimsiz adamı Tan Arcan, küçük kız çocuğunu ise Nuray Işıklı canlandırıyor. Film isimsiz adamın duyguları ve arayışı üzerine kurulu. Bakımsız ve çaresiz bir adam. Küçük kız ise adamın olumsuz hislerinden kurtuluş yolu. Yıkıntılar içinde hayatta kalmış tek iyilik ve masumiyet. Bu nedenle küçük bir kız kullanılmış ve elbisesindeki kırmızılık filmdeki tek renk. Kahramanlar dolaylı olarak filmdeki zaman ve mekan kullanılarak anlatılmış. Film adamın bakış açısından çekilmiş. Bu sayede adamın iç dünyası ve duyguları seyirciye de hissettiriliyor. Filmde dış zaman belirtilmiyor bu filmin seyirciye hiçlik ve boşluk duygusu hissetmesine yol açıyor, tıpkı baş kahraman gibi. İç zaman ise bina yıkıntılarından büyük bir deprem sonrası olduğunu anlayabiliriz. Mekan bina yıkıntıları ile dolu. Yıkıntılar ve sefillik gerçek dünyayı temsil ediyor. Adam ve küçük kızdan başka kimse yok. Mekanda adamın içinde bir süre oturduğu duvarında saat olan bir ev ve siyah bir havuz var. Evin içindeki saat ile adamın zaman kavramı gösterilmiş. Havuz ise en dip noktayı ve ölümü sembolize ediyor. Adam ölümü seçmek yerine küçük kızı takip etmeyi tercih ediyor. Filmde karanlık bir hava, koyu bulutlar hakim ve siyah beyaz. Böylece pesimistik ruh halini film boyunca hissedebiliyoruz. Filmin kurgusu ve görselleri çok özgün. Çekimlerinin ardından yapım aşaması bir yıl süren filmin dijital sanat yönetimini ve görsel efektlerini Alper Sarıkaya, ses kurgusunu ve ses miksajını ise Murat

Gülbay üstlenmiş. Film dümdüz akıp gitmek yerine kesik kesik ve fotoğraflar şeklinde ilerliyor. Bu sayede seyirciyi zaman kavramı üzerinde düşündürüyor. Kesik kesik giden filmdeki ani hareketler saatin ilerlemesi gibi- hareket, hareketsizlik kavramları üzerinde düşündürüyor. Ayrıca bu görüntü şekli zamanın bir türlü akıp geçmemesi, huzursuzluk ve boşluk duygularını da uyandırıyor. Filmde hiçbir diyalog olmamasına rağmen doğal ses efekleri, adamın nefes alış verişleri, çocuğun kahkahası ve saat sesi adamın duygularını da seslendiriyor. Filmin ve seyircinin moduna göre değişen arka plan müziği ise titizlikle seçilmiş ve ayarlanmış. Filmin isminin “Aralık” olması birkaç farklı şekilde yorumlanabilir. Birinci yorum, filmde sahnelerin kesik kesik olması, zamanın aralıklarla verilme isteği neden olarak görülebilir. Adam sanki zamandaki bir aralığa sıkışmış gibi. Bu denenle de dış zaman olmayabilir. Sanki var olmayan bir zaman dilimi. Bir başka yorum ise aralık ayı nedeniyle olabilir. Aralık ayı kış ayıdır ve hava kapalı ve soğuktur, tıpkı filmde olduğu gibi. Ayrıca yeni yıla geçmeden önceki zamandır. Filmde de adamın çaresiz ruh halinden umutlu bir ruh haline geçişini görüyoruz. Enverdi bu filminde bir adamın iç bunalımını, çaresizliğini, yalnızlığını, sıkışmışlık hissini; zamanı ve mekânı ustalıkla kullanarak anlattığını görüyoruz. Özgün çekim ve görüntüleriyle fantastik bir kurguya sahip olan film, günümüzdeki dünyada yaşayan bir insanın duygularını da, zaman kavramını da sanatsal bir şekilde açıklamıştır. Zeynep Oya Bayraktar 11A

Sayfa 63


İç Yazı Başlığı

eleştiri “Aralık”a Dair Aralık (İnterval) kısa filmi, Hüseyin Mert Elverdi tarafından yazılmış ve yönetilmiştir. Bu kısa film 3. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde ‘’En İyi Kısa Film” ödülünü almıştır. Vermek istediği ana düşünce ise bir depremin bir adama bıraktığı yıkıntılar ve acılardır. Aralık, bir adamın yaşadığı ruhsal çöküntüyü kaybolmuşluğu ve yalnızlığı anlatır. Filme havanın çok kasvetli ve gri olması, deprem bölgesinde yıkık harabeler içinde olması, adamın bulunduğu ruhsal durumu yansıtır. Yönetmen bunu izleyenlere bu kasvetli ortamı hissettirmeleri için yapmıştır. Başlıkla filmin ilişkisi dolaylı ve benzerdir.

Film kesitler halinde durarak aralık aralık gitmesi, adamın içinde bulunduğu sıkışmışlık duygusu ve Sayfa 64

saatin hiç ilerlememesi, beş dakika ilerlese de geriye dönmesi ‘Aralık’ başlığı ile örtüşür. Eserde iç zaman deprem zamanı

diyebiliriz, ama dış zamanın ne olduğu bilinmemektedir. Deprem bölgesi olduğundan dolayı ortam yıkık dökük, harabeler içinde ve siyah beyazdır. Aynı zamanda karakterin içi boş olup olmadığı bilinmeyen simsiyah bir boşluğun içine bakıyor olması, karakterin karamsar, çaresiz ve arayış içinde olduğunu gösterir. Karakterin giysileri yırtık pırtıktır, saçı dağılmıştır, üstü başı kir içindedir. Karakterin dış görünüşüyle duygusal dünyası örtüşür. Kahraman dolaylı yoldan anlatılmıştır çünkü karakte-

rin özellikleri birebir söylenmemektedir. Karakterin filmde bir kızın hayalini kurması, kızın siluetinin adamın gözü önüne gelip gitmesi, karakterin yalnızlığını ve o küçük kıza karşı özlem içinde olduğunu gösterir. Filmde her şeyin siyah beyaz olup da sadece kızın kıyafetinin kırmızı olması, kızın adamın hayatında önemli bir yeri olduğu mesajını verir. Adam, bu kızın kayboluşundan dolayı derin bir çöküntü içindedir. Diğer renklerin değil de kırmızının kullanılması bir semboldür çünkü kırmızı ilk baktığımızda duygularımızı harekete geçirir, hislerimizi kuvvetlendirir ve ona dikkat çeker. Yönetmen de kıza dikkat çekmek için bu yöntemi kullanmıştır. Filmde değişik sinematografi ve ses efektleri kullanılmıştır. Film süresince aralıklarla arkadan gülüşen çocuk seslerinin çok az da olsa gelmesi, adamın mutluluğu aradığının göstergesidir. Filmde zaman karakter için durmuştur, geçmemektedir. Bu da adamın ruhsal sıkışmasını ve çaresizliğini gösterir. Film, bir depremin bir adam üzerinde bıraktığı tüm duyguları hem seslerle hem farklı görüntü yöntemleriyle adamın çaresizliği, kayboluşu, yalnızlığı ve umutsuzluğunu anlatmaktadır. Film, adamın duygularını tamamen dışa yansıtmıştır. Doğa Parlak 11A

YAZIN


İç Yazı Başlığı

“Aralık” Filmi Aralık(İnterval) filminin kurgusunu ve filmin yönetmenliğini üstlenen kişi Hüseyin Mert Erverdi’dir. Yönetmen bu çalışmasında da son filmi “Gelecekten Anlar”dan farklı yollar denemek istemiştir. Bir yılı aşkın bir yapım sürecinde sarf edilen çabalar sayesinde film ödüllü kısa film ünvanını almıştır. Aralık, 13. Malatya Film Festivali’nde “En İyi Kısa Film” ödülü alarak arkası kesilmeyen bir ödül serüvenine katılmıştır. Şu sıralar internette paylaşımı da artan film, seyircileri tarafından beğenilmiş ve tekrar tekrar izlenmiştir. Büyük bir deprem sonrası yıkıntıların sıkışmışlığında kaybolmuş “isimsiz” bir adamı anlatmaktadır, Aralık. Issız, çaresiz, bitkin, bekleyiş ve arayış içinde fakat amaçsız bir karakterdir sahnedeki adam. Olay, arka planı oluşturmuş; adamın karakterini şekillendirmiştir ama film olay değil, karakter odaklıdır. Issız bir adam ve küçük masum bir kız, ana karakterlerdir. Buluştukları ortak şey ise hareketlilik-hareketsizlik ve bu kavramları doğuran hafızazaman-mekan ögeleridir. Siyah beyaz görüntü ve videolarla oluşturulan bu filmde, seyircinin iç zamana uyumu sağlanmış; küçük kızın ceketi ve filmin sonunda açmaya başlayan bulutlar, renkleriyle odak noktasının doğru belirlenmesini kolaylaştırmıştır. Filmde zaman-hafıza-mekan kavramları ne kadar iç içe olsa da bu kavramlar farklı bölümlerde vurgulanmıştır. Filmin başında beliren Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dörtlüğü ile zaman, hafıza ve dönem kavramları arasındaki bağıntı vurgulanmak istenmiştir. Durmakla -durmamak arasında gidip gelen duvar saati zamanı gösterirken YIL:15 SAYI:15

anıları ve isimsiz adamın kayıplarını içinde barındırmaktadır. Adam ne zamanın içindedir, ne de tamamen dışında… Yıkıntılar ve tozdan insanlar hafızanın sembolleri, mekanın parçalarıdır. Karakter odaklı gelişen bu filmde küçük kız, adamın arayışını ve kaybolmuşluğunu göstermektedir. Erverdi’nin bir yıllık çalışması seyirciyi sürükleyerek kendini içinde hissettiren bir mekan oluşmasını sağlamıştır. Sisli ve bulutlu hava, yıkıntılar, simsiyah havuz, kapanmış tozlu yollar; hepsi mekanın parçasıdır. Tüm bu görüntüler filmin başından beri seyircide merak uyandırırken onları verilmek istenen düşünceye çekmektedir. İç zamanın (deprem sonrası) ve iç mekanın(deprem sonrasi harabeler) işlenişi filme ayrı bir tat katmıştır. Adamın yüz ifadesinden kapalı mekanın sıkışmışlığı ve dış mekanın ferahlığı onu farklı ruh hallerine sürüklemektedir. Bu duygu değişimi fotoğrafların kullanımı ile çarpıcı hale getirilmiştir. Onu farklı ruh hallerine sürüklemektedir. Sesler oldukça ustaca hazırlanmıştır. Çocuk sesleri, bazı mistik sesler, filmin etkileyiciliğini arttırmıştır. Sona doğru da hafıza kavramı neşeli, gülen çocuklar, araba sesleri, havuzda yüzme

sesleri ile verilmiştir. Bu ögeler adamın arayış içinde olduğu kurtuluşun birleştiremediği puzzle parçalarıdır. Yönetmen kurduğu dünyaya seyirciyi çekmeyi bu gibi unsurlarla sağlamış, sonuçta filmin ana teması olan boşluğu ve yoksulluğu; hüzün, korku ve karamsarlık gibi ruh hallerini oluşturup sürükleyiciliği sağlamıştır. Hüseyin Mert Enverdi’nin bu kısa filminde bir olay ve oluşturduğu durumlar imgelerle anlatılmıştır. Filmin geçtiği zamandan kısa bir dönem once gerçekleşen deprem ve aslında sonrasındaki hüzün, üzüntü, çaresizlik dolu yıkık, dökük mekan ve duygular anlatılmıştır. Pek çok film tekniğinden ayrılarak, fotoğraf ve kısa videolara yapılan çarpıcı ses ve görüntü efektleriyle hazırlanan bu film, özgün bağdaştırmalara ve bunun doğurduğu imgelere sahip bir şiire benzetilebilir. Issız, geçmiş ve gelecek, varlık ve yokluk arasında tıkanmış adam üzerinden güçlü bir ateşin habercisi kıvılcıma, ışığa ulaşmak için çıkılan yol ve arayış film boyunca size eşlik ediyor. Arayış, yarıda kalmış puzzle parçalarını birleştirmede etkili oluyor. Veli Can Arslan 11A

Sayfa 65


İç Yazı Başlığı

eleştiri Kırmızı Pazartesi Gabriel Garcia Marquez tarafından 1981’de yayımlanmış bir cinayet romanı olan Kırmızı Pazartesi töre ve dinsel inançlar nedeniyle öldürülen, Arap asıllı, Santiago Nasar adlı bir genci anlatmaktadır fakat kitabı sadece töre nedeniyle gerçekleşmiş bir cinayet romanı olarak adlandırmak, verilmek istenen mesajları ve dikkat çekilmek istenen noktaları görmezden gelmek olur. Temelinde namus meselesi yatan bu kitabın arka fonunda toplumun sorumsuzluğu ve geriliği yatmaktadır. Santiago Nasar adlı genç, üstüne atılan suç yüzünden hayatını kaybetmiştir. Hiçbir delil, sorgulama olmadan bir insanın lafına göre iş yapılmıştır. Namus deyince akar sular durmuştur ve halka göre namus sorunları ancak kan akıtılarak çözülebilir. Aslında bu durum, bir nevi toplumun sosyo-kültürel yaşamına da değinmektedir. Toplum; dinine bağlı örf ve adetlerini önemseyen ve namusunu el üstünde tutan bir yapıya sahiptir. Bir iftiranın bu tür geri toplumlarda ne kadar haksız sonuçlara yol açabileceği, kitap boyunca işte böyle incelenmiştir. Yine toplumun sosyo-kültürel yaşamına bağlı olarak verilen bir başka mesaj ise, toplumun suskunluğunun, söz hakkını kullanmayışının ve korkaklığının ne kadar vahşet dolu sonlara yol açabileceğidir. Vicario kardeşler Santiago’yu öldüreceklerini ifşa etmelerine rağmen, herkes bir başka kişinin Nasar’a haber vereceğini düşünmüş, bu nedenle herkes topu birbiri üzerine atmıştır. Asıl sorun da budur. Kimse zahmet edip Nasar’la konuşmamış, bu vicdan sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Göz göre göre masum bir insanın ölümüne izin veren bu cinayette, Vicario kardeşler kadar toplumun da payı vardır. Yazar, Santiago Nasar’ı sırf kendi perspektifinden yansıtmamıştır. Cinayetin işlendiği gün hakkında kasaba halkının gözlem ve fikirlerine başvurmuş, böylece Santiago Nasar’ın farklı bakış açılarından da tanıtılmasını sağlamıştır. Bunu bazı bölümlerde açık açık röportaj şeklinde yaparken, bazı bölümlerde ise okuyucunun hissetmesi-

Sayfa 66

YAZIN


İç Yazı Başlığı

ni sağlamış, dolaylı bir anlatım yolu tercih etmiştir. Bu duruma en iyi örneklerden biri, annesinin ve Vicario kardeşlerin verdiği ifadelerdir. Placida Linerio, kitabın ilk sayfalarında, Santiago’nun cinayet günü, piskoposu karşılamak üzere dupduru suyla yıkanmış beyaz keten kostümünü giydiğini çünkü öyle bir ince teni vardı ki, kolanın hışırtısına dayanamadığını vurgulamıştır. Bu annesinin, Santiago Nasar’ın ne kadar temiz ve narin biri olduğu fikrine kapıldığını hissettiren bir cümledir. Bu duruma karşın Basar’ın katilleri Vicario kardeşlerden Pablo Vicario’nun, cinayetin işlendiği gün yağmur yağmadığını; açık, güneşli bir hava olduğunu söylemesi, kız kardeşlerinin namusunu temizledikleri cinayet gününde işledikleri cinayetin amacı gibi açık bir hava olduğunu vurgulamaktadır. Yazar, ustalıkla kullandığı anlatım tarzı ve üslubu yanında, kitap boyunca kurduğu cümle yapılarıyla da dikkat çekmiştir. Anlatım tarzı sayesinde kişilik analizlerini de derinlemesine yapan yazarımız kitap boyunca da fikir sahibi olmamızı sağlamıştır. Sırf namus gereği işlenen bu cinayette, Pedro ve Pablo kardeşlerin, Santiago Nasar’ı öldüreceklerini tüm kasabaya söylemeleri aslında içlerinde katil olmaktan korkan ve bu vahşeti yaşatmak istemeyen kişiler yattığının açık bir göstergesi. Daha bunun gibi birçok gösterge kitabı üslupça oldukça zenginleştirmiştir. Kullanılan cümleler uzun ve yalın cümlelerdir. Eserde bolca betimleme cümlelerine de yer verilmiştir. Betimlemeler, yer betimlemelerinden çok canlıların dış görünüşlerine ve durum analizlerine yöneliktir. Özellikle yer yer yapılan kan ve acı içerikli betimlemeler, roman sonunda yaşanacak vahşete ön hazırlık niteliğindedir. Yazarın, kitabın sonunu önceden söylemesi ise (Nasar’ın öldürüleceği kitap boyunca bilinmektedir.) eseri diğer birçok eserin üslubundan ayırt etmiş, onu ayrıcalıklı kılmıştır. Alara Beliz Tan 10A

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 67


İç Yazı Başlığı

eleştiri Kırmızı Pazartesi’ye Dair Geçtiğimiz günlerde “Kırmızı Pazartesi” isimli romanı okuduk. Güney Amerika’da geçen, bir cinayetin işlenmesi üzerine kurulu ve aynı zamanda küçük detaylarla bezenerek birçok konuya değinen derinlikli bir eser. Roman, Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle başlıyor. Bu yüzden aslında romanda işlenen konu, Nasar’ın öldürülmesinden öte, nasıl ve neden öldürüldüğü. Ortada bir toplumun sosyo-kültürel olarak incelenmesinin olduğunu söyleyebiliriz. Tüm kasaba halkının bildiği bir namus cinayetini kimsenin gerçek anlamda bunu önlemeye çalışmaması ana konuyken, kasabanın göçmen olan Araplara karşı tutumu, dini ve kültürel değerlere bağlılıkları gibi birçok detayın üzerinde durulmuş. Eser röportaj tekniğiyle oluşturulmuş, yani anlatımcının bir dedektif misali herkesle konuşup elde ettiği bilgileri birleştirerek okuyucuya aktarmış. Böylece diğer şahısların da düşüncelerini öğrenmiş oluyoruz. Başka bir teknik olarak büyülü gerçeklik kullanılmış. Nasar’ın ve annesinin romanın başında ortaya konan rüyaları aslında olayın tümüne ve sonucuna işaret ediyor. Ayrıca imgeler yoğun olarak kullanılmış. Nasar’ın tavşanın organları temizlenip içinden çıkartılırken iğrenmesi, kendini kötü hissetmesi aslında Nasar’ın kendi ölümüne ve bir hayvanın böyle bir vahşetle öldürülmesine katlanamayacak kadar masum oluşuna; sürekli beyaz giymesi de masumluğuna işaret ediyor. Roman derinlikli olarak incelendiğinde ayrımcılıktan, toplumsal cinsiyet rollerine kadar neredeyse tüm detaylarıyla bir toplumun yapısına işaret ediyor. Aslında romandaki kavramların yeri değiştirilerek -cinayet gibi - roman günümüzdeki birçok toplumsal soruna uyarlanabilir. Özellikle toplumun normalleştirdiği bir kavramın gerçekleşmesi karşısında ne olursa olsun bu olaya kayıtsız kalışını çok başarılı bir şekilde aktarmış. Oldukça başarılı ve uzun bir süre canlılığını yitirmeyecek bir eser. Salih Eren Kurç 10A

Kırmızı Pazartesi Kolombiyalı yazar Gabriel Gaecia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” adlı romanı, sadece bir varsayımla ve trajikomik tesadüfler zinciri sayesinde bütün kasaba halkının bilmesine rağmen vahşice öldürülen Santiago Nasar’ın hikâyesini anlatıyor. Baş karakter ne kadar Santiago Nasar gibi gözükse de aslında toplum ve kasaba halkı “Kırmızı Pazartesi” Santiago Nasar’ın öldürülmesinden çok dönemin toplumsal değerlerini, dogmatik düşünce tarzını eleştirmektedir. Zaten ilk cümlenin “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı.” (Marquez, 11) olması ve ana olayın doğrudan verilmesi okuyucuya asıl hikâyenin sadece sıradan bir ölüm olmadığının ipucunu vermekte. Hikâye röportaj tekniği ile yazılmıştır. Bu teknik, bir yandan kahramanları tanıtırken diğer yandan Santiago’ya insanların bakış açılarını, bu cinayetin haklı olup olmadığını, yani kısaca toplumu ve değer yargılarının onları nasıl değiştirdiğini ve başkalaştırdığını gözler önüne sermekte. Hikâyenin tek bir kişinin bakış açısından anlatılmaması aslında olayı öznellikten uzaklaştırıp gerçeğe daha yakın hale getirmekte. Olay örgüsünden çok toplumsal düşünceler, gelenekler ve problemler ilgi çekiyor hikâyede. Örneğin “Namus aşktır.” (Marquez, 97) veya “Aşk da öğrenilir kızım!”(Marquez, 39) ifadeleri o dönemde aşka ve sevgiye değer verilmediğini, kızların evlenmek istedikleri kişileri seçemedikleri anlaşılıyor. Aynı zamanda Pedro-Pablo Vicario kardeşlerin “Onu bilinçli olarak öldürdük ama biz masumuz, bu bir namus sorunuydu.”(Marquez, 48) demeleri aslında toplumda değer verilen tek şeyin namus ve bekaret olduğunu anlaya-

Sayfa 68

YAZIN


İç Yazı Başlığı

biliyor okuyucu. Kadınların “Onların inandıkları tek şey, çarşaflarda gördükleridir.”(Marquez, 40) ifadesi ise bu tezi destekliyor. Bu tezin en büyük göstergesi Bayardo San Roman’ın Angela Vicario’yu düğün gecesinde bakire olmadığını öğrendikten sonra onu eve geri göndermesidir. Bu olaylar kadının toplumdaki yerini gözler önüne sermekte. Kadının toplumdaki yeri çok kısıtlı, ideal kadın namuslu, bakir ve evinde olmalı. Diğer tarafta erkek istediğini yapma, evleneceği kişiyi seçme özgürlüğüne ve hatta kafasına göre yargılayıp infaz etme hakkına da sahip. Hikâyenin sonunda Angela Vicario’nun suçlamalarının doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanamasa da okuyucuya Angela’nın iftira attığı yönünde mesajlar veriliyor. “Adını söylemekte kısa bir sure kararsız kalmıştı. Belleğinin karanlıklarında onu aramış, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da insanın birbirine karıştırabileceği adlar arasında ilk bakışta onu buluvermiş, bir avcı ustalığıyla, alın yazgısı yaratılış gününde belirlenmiş bir kelebek gibi onu duvara çivileyivermişti: Santiago Nasar, deyivermişti.” (Marquez, 47) ifadesinde avcı-av ilişkisi Angela-Santiago için kurulmuş ve sanki Santiago savunmasız ve kaderi daha güçlüler tarafından belirlenmiş bir hayvanmış gibi tasvir edişmiştir. “Yine de aşırı çalışmasının sonunda onu en çok telaşlandıran şey, aslında Santiago Nasar’ın bu namus cinayetine yol açan kişi olduğunu gösterecek tek bir belirtiye, en inanılmaz ipucuna bile rastlamamış olmasıydı.”(Marquez, 89) sözü yargıcın detaylı araştırmalarına ragmen hiçbir kanıt bulmadığını yani büyük bir ihtimalle Santiago’nun suçsuz olduğu, en azından bir dedikoduyla Santiago’nun öldürülmemesi gerektiğini söylüyor. Pedro Vicario’nun “Şaşılacak şey, bıçak hep tertemiz çıkıyordu.”(Marquez, 109) sözü okuyucuya hem Pedro Vicario’nun yaptığı şeyden suçluluk ve tiksinti duyduğunu gösterirken hem de okuyucuya Santiago’nun suçsuz olduğunu düşündürmektedir.

hissediyor, kokluyor… tüm duygulara hitap ediyor Marquez. Aslında olayı bu kadar vahşi kılan ne Pablo-Pedro Vicario kardeşlerin sadece bir dedikodu ile Santiago’yu öldürmeleri ne de Santiago’nun bağırsakları elinde Wene halanın evine girip “Beni öldürdüler, Wene Hala.” (Marquez, 107) demesi. Bu hikâyeyi asıl vahşileştiren, dalge geçermişcesine olan tesadüfler. Bu tesadüfler zincirinin bir halkası bile kopsa hikâyenin çok daha farklı bir yöne gidebileceğini bilmek, hikâyenin sonlarına geldikçe okuyucunun yüzünde buruk bir gülümseme bırakmakta ve sorgulamakta. Ya Santiago ön kapıdan çıkmasaydı, ya kapının altına atılan kağıt bulunsaydı, ya annesi Placida Linero Santiago’nun üst kata olduğunu düşünmeyip kapıyı kilitlemeseydi, yine de bu insanlık dışı cinayet gerçekleşir miydi? Bu trajikomik tesadüfler zinciri bence hikâyenin asıl kilit noktası ve aynı zamanda da imgesel yanı. Asıl anlatılmak istenen ise toplumlar değer yargılarına göre farklılaşıyor, başkalaşıyor ve hatta bazen insanlıktan çıkabiliyorlar. Hak, hukuk kavramı ortadan kalkıyor. Kraldan çok kralcı olan toplum bir de üstüne hem yargılıyor hem de infaz ediyor. Gelenek veya değer yargısı ne kadar saçma ve anlamsız olursa olsun körü körüne bağlı olan bu toplumda basit bir önyargıyla bile çok sıradan ve bilinçsiz bir şekilde insanlar etiketleniyor ve infaz işlemleri gerçekleştirilebiliyor. Hatta duygusuzlaşan ve örümcekleşen bu beyinler kendilerinin yalnış bir şey yapmış olabilecekleri akıllarının ucundan geçmiyor. Aslında tüm hikâye yargıcın şu sözüyle özetlenebiliyor: “Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”(Marquez, 90) Sude Büyükpehlivan 10A

Son satırda “Mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı.”(Marquez, 104) ifadesi cinayetin vahşetini gözler önüne seriyor. Bu sadece Santiago öldü demeye benzemiyor. Santiago’nun vahşi cinayeti sırasındaki betimlemeler yalnızca sahneyi okuyucunun gözü önüne getirmiyor. Aynı zamanda duyuyor,

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 69


İç Yazı Başlığı

eleştiri Kırmızı Pazartesi Herkesin işleneceğini bildiği, ancak hiç kimsenin işlenmesine engel olamadığı bir cinayetin öyküsü. Bu etkileyici kitabı en iyi özetleyecek cümle budur herhalde. Gabriel Garcia Marquez'in daha kitabın ilk sayfalarından bize haber verdiği Santiago Nasar cinayetini bütün kasabanın nasıl öğrendiğini; ancak hiç kimsenin bu cinayeti engellemediğini, engelleyemediğini anlatıyor roman bize. Ben bu romana kitabın arka kapağını da okuduktan sonra, olayın nasıl sonuçlandığını bile bile bir kitabın nasıl okuyucuyu kendine bağlayabileceğini merak ederek başladım. Sonra anladım ki bu, katili kimsenin bilmediği ve cinayetin sırrının kitabın sonunda çözüldüğü bir polisiye de değil. Tam tersine, göz göre göre işlenen ve herkesin bildiği bir cinayeti konu alan, aynı zamanda da okuyucuya toplumdaki değer yargılarını sorgulatan bir roman. Kasabadaki birçok insan cinayetin işleneceğinden haberdar olmaya başlıyor. Ancak bazıları bu haberi ciddiye almadığından, bazıları başkalarının engel olacağını sandığından, bazıları ise cinayetin namus için gerçekten gerekli olduğunu düşündüğünden cinayeti engellemek için hiçbir şey yapmıyor. İşte tam da bu noktada, kitap için önemli olan bir yargı ortaya çıkıyor; namus. Namus kavramı kitapta ilk olarak, Bayardo San Roman'ın bir önceki gece büyük bir düğünle evlendiği karısı Angela Vicario'nun bakire olmadığını fark etmesiyle, onu ailesinin evine geri götürdüğü zaman karşımıza çıkıyor. Aile kıza, kiminle ilişkiye girdiğini öğrenmek için şiddet uyguluyor ve kız Santiago Nasar'ın adını Sayfa 70

veriyor. Ancak kitapta bu kişinin gerçekten Santiago Nasar olduğuna dair hiçbir kesin işaret bulunmuyor. Aile ise "namuslarının temizlenmesi için" Nasar'ın öldürülmesi gerektiğine karar veriyor. Bu görev Pablo ve Pedro adlı ikiz

ağabeylerin oluyor. İkizler bunun gerçekten yapılması gerektiğini düşünerek ancak pek de gönüllü olmadan işe koyuluyorlar. Nasar'ı öldürmeye gitmeden önce, karşılarına çıkan insanlara cinayet planlarını anlatıyorlar ve bu cinayeti gerçekten işlemek istemediklerini, hatta içten içe birilerinin onlara engel olmak istediklerini gösteriyor. Ancak bu yöntem pek de işe yaramıyor. Onları durdurmaya niyetlenenler birtakım tesadüfler yüzünden başarılı olamıyorlar. Engellemeye çalışanların çabaları birtakım tesadüfler nedeniyle sonuçsuz kalıyor ve cinayet işleniyor. Bu ufak denebilecek tesadüfler kitabın en can alıcı noktalarından çünkü okuyucuya "Gerçekten kaderinde öldürülmek varsa, kimse karşısında duramıyor." diye düşündürüyor. Bir diğer can alıcı nokta ise Santiago Nasar'ın ikizler tarafından defalarca bıçaklanmasına ve iç organlarının dışarı çıkmasına rağmen onları toplaması ve kalkıp yürümesi. Okuduğumda gerçekten iğrenç buldum ve bu durum cinayetin nasıl vahşice işlendiğini gösterme

konusunda gerçekten amacına hizmet ediyor. Gerçekten önemli olduğunu düşündüğüm bir başka nokta ise kitapta belli bir yer veya zaman belirtilmemiş olması. Aslında kitap Gabriel Garcia Marquez'in çocukluğunda yaşanan bir cinayet üzerine yazılmış ve belli bir yer ve zamanda yaşanmış olmasına rağmen kitapta belirtilmemiş olması; bu gibi namus cinayetlerinin aslında evrensel olduğunu, herhangi bir zamanda herhangi bir yerde yaşanabilecek olmasına dikkat çekiyor. Roman röportaj tekniğiyle yazıldığından, olaylar kronolojik sırayla anlatılmıyor, zamanda sıçramalar olduğu görülüyor. Bu yüzden bazı noktalarda olayı yeniden açıklama ihtiyacı duyulmuş olacak ki, tekrara gidildiği dikkat çekiyor. Aynı zamanda kronolojik bir sıranın olmayışı bazı yerlerde karışıklıklara neden oluyor. Cinayetten öncesinden bahsediliyor, cinayetin işlendiği söyleniyor ve cinayetin sonuçları anlatılıyor. Daha sonra başka birinin bakış açısından tekrar olay öncesi, olayın kendisi ve etkileri veriliyor. Bu şekilde kişilerin olaya bakış açıları daha net veriliyor olsa da, okuyucunun olay akışını anlamasını zorlaştırıyor. Sonuç olarak, kitabın herkesçe okunması dileğimi gerçekten çok önemsiyorum. Sonuyla değil, sona ulaşana kadar yaşananlarla dikkat çeken, gerçekten etkileyici bir kitap. İnsanın, kendi çevresinde de yaşanabilen benzer olayları ve bu olaylara toplumun bakış açısını sorgulamasını sağlıyor. Suçluluğu veya suçsuzluğu hiçbir zaman kanıtlanamamış bir kurbanı, tek bir lafla öldürmüş olmaları da kitabı bitirdikten sonra uzunca bir süre insanın kafasını kurcalıyor "Acaba masum muydu?" sorusu ile. İremsu Şar 10A

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Kırmızı Pazartesi ‘Nobel Edebiyat Ödüllü Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanı alışılmış cinayet romanlarının tersine bir cinayetin perde arkasını incelemektedir. Bu kitapta oynanan oyun bellidir. Kurban, katil ve gerekçeler daha ilk sayfalarda verilmiştir. Kitap herkesin işleneceğini bildiği ancak öldürülen Santiago Nasar’ın bilmediği bir namus cinayetini konu alır. Gerçekten yaşanmış olan bu cinayetin tanıklarından biri de Marquez’dir ve romanında bu cinayetle ilgili araştırmalara ve tanıklarla yaptığı röportajlara yer verir. Romanda toplumsal değerlerin birey üzerinde oluşturduğu baskı ve bireyin davranışlarını nasıl etkilediği anlatılmaktadır. Romanın bütünlüğünü oluşturan namus kavramı incelenmiş, toplumdaki yeri ve önemi belirtilmiştir. Cinayet gününden önceki gece evlenen Angelo Vicario’nun bakire olmadığının öğrenilmesi üzerine baba evine yollanması ve bunu ona kimin yaptığı sorusuna hiçbir ilgileri olmamasına rağmen Santiago Nasar’ın adını vermesi ile evin erkek bireyleri olan Pablo ve Pedro kardeşler kirlenen namuslarını temizleme adına Santiago’yu öldürmek zorunda kalırlar. Her ne kadar namus meselesi olsa da ikiz kardeşler cinayeti işlemek istememektedirler ve bu yüzden önüne gelen herkese cinayetten bahsederler. Kimisi bunun sarhoş palav-

YIL:15 SAYI:15

rası olduğunu kimisi ise haberin çoktan Santiago’nun kulağına ulaşmış olduğunu düşündüğünden kimsenin kılı kıpırdamamış, Santiago uyarılmamıştır. Olayların gelişmesinde bir dizi tesadüflerin meydana gelmesiyle cinayetin önüne geçilememiş, Santiago Nasar öldürülmüştür. Kitapta geçen “namus aşktır.”(sayfa 97) ifadesiyle namusun önemine ve Santiago Nasar’ın namus uğruna öldürülmesinin toplum için bir suç sayılmadığı gösterilmiştir. Vicario kardeşler hapse girmiş fakat na-

muslarını temizledikleri düşüncesiyle hiç pişmanlık duymamışlardır. Kitaptaki diğer bir önemli nokta ise Santiago’nun gerçekten suçlu olup olmadığıdır. Angelo’nun olay hakkında hiçbir detay vermemesi, Santiago’yla daha önce bir arada görülmemiş olması insanlarda Angelo’nun sevdiği adamı korumak adına bu ismi verdiği ve Santiago’nun masum olduğu düşüncesini yaratmaktadır. Fakat genç kızın ısrarla bu ismi diretmesiyle ona

inanmaktan başka bir çare kalmamıştır. Ayrıca “Kız kardeşim gözlerinin önünden bir meleğin geçtiğini sanmıştı.”, “Santiago beyaz elbisesini giymişti.” (Camus,107) ve Pedro Vicario’nun “Şaşılacak şey, bıçak hep tertemiz çıkıyordu.” (Marquez,109) sözleri okuyucuya Santiago’nun masumiyetini vurgulamış, okuyucunun Vicariolara öfke duymasına sebep olmuştur. Tıpkı sorgu yargıcının dosyanın kenarına yazdığı “Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.” sözündeki gibi cinayet, bir delil üzerine değil tamamen bir varsayım üzerine gerçekleştirilmiştir. Yazar olayları röportaj tekniğiyle okuyucuya aktarmaktadır. Böylece toplumun yapısını ve halkın Santiago Nasar’ı başkalarının bakış açısıyla da tanımasını sağlamaktadır. Ayrıca halkın verdiği ifadelerin tutarsızlığı da toplumun güvenirliği zedelemektedir. Son derece akıcı bir dille işlenmiş olan bu kitap toplumsal değerlerin bireyler üzerinde yaptığı baskıyı ve bireylerin davranışları üzerindeki etkisinin çok güzel bir yansımasıdır. Marquez de bunu gerek imgeler gerekse betimlemelerle okuyucuya aktarmıştır. Toplumsal değerlerin insanı yönetmesini konu alan bu kitap mutlaka kütüphanenizde yerini almalıdır. İrem Su Kocadağ 10A

Sayfa 71


İç Yazı Başlığı

eleştiri “Taş” Üzerine: İnsanlık Değişen dünyamızda, her gün bizler kadar değerlerimiz de değişmekte. Gülten Akın "Taş" adlı şiirinde değişen değerlerimize, insanın umursamazlığına değinerek şu fani dünyada kırılan kalplerin, solan hayatların ve çürüyen değerlerin adına yakarmıştır. Şiire göre, değişen ve bizden uzaklaşan dünyamızda hala umut verici, neşelendirici şeyler vardır. Ancak bir şey hariç: ölüm Şiirin ilk bölümünde şair, hala umutla dünyanın güzelliklerinden vazgeçmemiş ve arayışta olan insanlar olduğuna, ancak onlar da vazgeçer ve umutsuzluğa kapılıp susarsa dünyanın işte o zaman sonunun gelip bir taştan farkı kalmayacağına değinir. İkinci bölüm ise değişen değerlere değinen şair , herkesin ölmeden önce kederini, üzüntülerini alıp yanında götürse işte o zaman insanların mutluluğu bulup büyüyeceğini söyler. "Silahlar ölçmese boyumuzu" derken güçlünün ve güçsüzün olmadığı barışçıl bir dünyayı anlatan şair, öyle bir durumda insanların büyüyeceğini söyler. Son bölümde dünyevi zevklerden bahsederken, ölümünde herkesin odasında misafir olduğunu belirtir. Okura seslenen bir tavırla "Sen neyin zalimisin?" derken, okuru da anlatılanın bir parçası haline getirir ve onu düşünmeye sevk eder. Son kısımda biraz da hayalci bir tavrı olan şair bütün güzellikleri bir arada istediğini "Sezen'in sesinden fado dinlesek", herkesin kendi işiyle ilgilenmesi gerektiğini ve başkasının işine karışmaması gerektiğini de "Hangi dala düşer güneş çiçeği söylese" dizeleriyle yansıtır. Bölümlerde yer verilen konular farklı iken, bir bütünü oluşturmayı

Sayfa 72

başarmışlardır. Umut-büyüme (ya da yaşlanma)- ölüm (hayaller) şeklinde takip eden sıra şairin yaşam hakkındaki tezini de doğrular nitelikte. Aynı zamanda şiirin başlığı içerik ile dolaylı yoldan bağlantılı olsa bile, şiiri okuyan okur kolayca ilişkiyi kurup sözü geçen "taş"ın insan mı yoksa dünya mı olduğunu sorgulamaya başlayacaktır. Eserde anlatıcı sözü geçen ve üstüne konuşulan toplumun bir parçası olmakla birlikte toplumun sözcüsü rolünde. Üçüncü tekil kişi ağzından anlatılan şiir bazı bölümlerde okur ile yakınlık kuran bir biçimde birinci çoğul kişi halini alıyor, şu dizelerde olduğu gibi: " Bir gün konuşmadan bile bir anlaşsak." Şair eserinde düz ve basit bir anlatım dili kullanıyor gibi görünse de kullandığı sözcüklerle anlatımını desteklemiş, hatta bazen kelime oyunlarından bile kaçmamıştır. Şiiri etkili bir şekilde bitirmek isteyen Akın "zalim misin?" diye okuru ve insanlığı sorgularken "zalimsin." diyerek kendi kanaatini de belirtmeden geçmemiştir. Devrik cümlelere yer veren şair, içeriğin kaos atmosferini desteklemiş ve dilin basitliğini azaltmıştır. Kullandığı mecazi anlatımlar, "döktüğü kaderi toplamak" gibi, semboller -silahve " Usulca seslenişe usul bir yankı arayan" sözlerindeki gibi sanatsal ifadeleriyle anlatımını zenginleştirip, tezini destekleyen yazar, bir yandan iç konuşma yaparken bir yandan da insanlığa sesleniş yapmıştır. Aynı zamanda bolca kullanılan kelime tekrarları (büyürüz) ahengi sağladığı gibi anlatımı da güçlendirmiştir. Şairin yaratmak istediği umutlu ama hataların farkında olan ruh hali, sonu kaçınılmaz olan bu hayatı birbirimiz için zorlaştırmamamızın gerektiği mesajını vermiştir. Okuyucu bu eserden sonra piş-

manlık duygusu duymasının yanında hayata bakışına gerçekçilik katmalı. Esere bakılınca Gülten Akın'ın toplumcu bir şair olduğunu söylemek mümkün. Kötü günlere rağmen iyiliklerin yankısını arayan da kaybettiğinde umudunu, geri dönüşü zor olan bu adaletsiz dünyada saklanılamaz ölümümüzden önce zalimliği bırakıp güzelliklere sarılmalı, birbirimizi düşünmeden yaşamamalıyız. Bunu bir bütünlük içinde zengin anlatımıyla aktaran şair, geleceğimizi görmüş olmalı ki bizleri umuda, birliğe ve eşitliğe çağırıyor. Sonsuz geceden önce bir şeyler yapmalı/ (mı)yız "insan". Nasuh Ege Açıkgöz 11IBFM

TAŞ Dar günlerde usulca seslenişe Usul bir yankı arayan Umutsuz susarsa Taş kesilir dünya da Büyürüz Silahlar ölçmese boyumuzu Büyürüz erik Büyürüz badem Büyürüz akasya Elbet büyürüz Geç olmadan, Sonsuz geceye girmeden Herkes döktüğü kederi toplasa Sezen’in sesinden fado dinlesek Hangi dala düşer güneş Çiçeği söylese Bir gün konuşmadan bile bir Anlaşsak Ölüm o pervasız zalim Senin de odanda konukken Sen neyin zalimisin? Gülten Akın

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Yaşayamayan Bir ayna gibi, bir yazarın eserleri onun düşüncelerinin, başından geçenlerin ve yaşamakta olduklarının yansımasıdır. Kimisi fakirliğinden bahsederken kimisi vazgeçemediği aşkını haykırır eserlerinde. Refik Halid Karay da "Memleket Hikâyeleri" adlı kitabında farklı hayatlara ve aslında farklı anlamlara değinir. Farklı gibi gözükse de Karay'ın hikâyelerindeki yaşamların hepsi bir kafadan ve tek birinin deneyimlerinden çıkma türevlerdir. 20. yüzyıl başlarında ülkedeki sefaletin tam göbeğinde kendini bulan bir yazardan da aşk hikâyeleri anlatması beklenemez ki. Karay gözlemleriyle toplumun bir parçası olmakla kalmamış, aynı zamanda hikâyeleriyle o zamanın sözcüsü hatta zamanın aynası olmuştur. "Sus Payı" eseriyle kapitalin o zamanlardan beri insanları nasıl kolayca manipüle ettiğini bir fabrikada işçi başı olan Hasip Efendi'nin işçilerden birine aşkı üzerinden anlatmış. Bir diğer eseri "Yatık Emine"de ise kadının toplumdaki yeri ve değerine dikkat çekmiştir. Şeffaf, arkası görülebilen birer kâğıt olan bu hikâyeler ardında Karay’ın tutumlarını saklamakta. Bu hikâyelerinden yola çıkarak söylenebilir ki Karay sanayileşmenin yükselişinden, insanların, özellikle kadınların toplumdaki değeri açısından düşüşünden şikâyetçidir. Olay hikâyesi şeklinde anlatılan bu hayatlar, Karay tarafından edebi bir dil ile yapılan betimlemelerle desteklenmekte ve kullanılan bilinç akışı ile gözler önüne serilmektedir. Aynı zamanda ilahi boyutta bir üçüncü kişi

YIL:15 SAYI:15

ağız kullanan anlatıcı sayesinde hikâye her perspektiften görünür olmuştur. “Sus Payı” öyküsünden alınan “kız, bu aşktan nefret etmediğini göstermek için gözlerini kaldırarak ona bakmıştı.” cümlesinde olduğu gibi hikâyelerden her ka-

rakterin düşüncelerini okuyup davranışlarını izlemek mümkün. Karay aynı zamanda mekân betimlemeleri ile de okurun sevgilerini güçlendirmiştir. 20. yüzyıl başlarında ülkedeki sefaletin tam göbeğinde kendini bulan bir yazardan da aşk hikâyeleri anlatması beklenemez ki.

Refik Halid Karay'ın yanı sıra lise yıllarından itibaren adını büyük hikâyeciler listesine yazdırmayı başaran Sait Faik de okuruna hem

yaşadığı dönemi hem de kendi benliğini göstererek düşünce ve deneyimlerini paylaşmıştır. Sait Faik daha çok bir durum üzerinden hikâyelerini kurgulamakla birlikte paylaştığı gerçekleri bir objeye dayandırarak desteklemeyi tercih etmiştir. “Plajdaki Ayna” öyküsünde anlatıcıyı toplumun genel davranışlarıyla donatıp ona bir ayna kırdırmak, toplumsal bir mesajın verilebileceği gerçekçi yöntemlerden biri. Öykülerinde oluşturduğu karakterlere verdiği özelliklerde titiz davranan Sait Faik, bu öyküsünde de tanıştığı çocuğun annesini ve çocuğun davranışlarını eksiksiz bir şekilde okurun kafasına yerleştirmiştir. “Semaver” adlı öyküsü de bu özelliklerini destekler nitelikte. Oluşturduğu semaver sembolü ile sabahların ve aslında günlerin monotonluğunu, annesiyle yaşayan ve fabrikada henüz iş bulmuş bir çocuk ile okura aşılamış. Yaptığı betimlemelerle fabrika atmosferinin resmini çizmeye özen gösteren yazarımız, sanayileşen toplumun getirilerinden bu öyküsünde de şikâyet etmekte. Kullandığı iç monologlar ve bilinç akışları sayesinde de tutumunu bir gerçekçiliğe dayandırmayı ihmal etmemiştir. Hikâyede anlatıcının tutumu, yazarın tutumuyla birebir paralellik gösterir. Her dönem, her kafa farklıdır. Bu yüzdendir ki kimisinin durum üzerinden anlatır derdini, kimisini kurguladığı veya yaşadığı bir olay üzerinden. Ancak hepsinin dünyası da, derdi de aynıdır. Çünkü yazarlık sefaletten gelir. Yaşamayan yazamaz, yazan da zaten yaşayamayandır. Nasuh Ege Açıkgöz 11IBFM

Sayfa 73


İç Yazı Başlığı

eleştiri İstanbul’da Bir Merhamet Haftası Merhamet Haftası (orijinal adıyla Une Semaine De Monte) kitabı Max Ersnt tarafından 1934 yılında beş kitapçık halinde çıkmıştır. Kolaj türünde gerçeküstü bir roman olarak yayımlanan bu eser, Banu Irmak tarafından 2002’de altıkırkbeş yayınları tarafından dilimize çevrilmiştir. Murat Gülsoy bu kitaptan ilham alarak 2007 yılında “İstanbul’da Bir Merhamet Haftası” adlı bir kitap yayımlar. Bu kitapta, haftanın her bir gününde Max Ersnt’ten seçilen farklı bir resmi elektronik posta yoluyla alan, yedi karakterin bu resimlerle ilgili yazılarını okuruz. Okuduklarımız aslında bu gerçeküstü resimlerin yorumlarından çok yedi kişinin açığa çıkan iç dünyalarıdır. Bu yedi karakter, Murat Gülsoy’un kurgusuyla- yani kurmaca karakterler olarak bir araya geldiği için kitap yeniden bir kolaja dönüşür. Öğrencilerimiz yaratıcı okuma çalışmasını yaratıcı yazma ile birleştirerek öncelikle orijinal kitaptan seçilen bir resmi yorumladılar. Kendi iç dünyalarını bizlere açtılar.

Kendini tanımamak ve ne olduğunu, ne istediğini bilememek insanı bir bilinmezliğe sürükler. Bu bilinmezliği aydınlatmak için yakılan mum, yere düşer ve kor alevler içinde insan benliğini aramaya başlar. Hayatı anlamaya çalışan insanın bu karmaşada gözüne çarpan bir kelebek ise ölür. Kor alevlere yenik düşerek insana yaşamın ne denli kısa olduğunu anımsatır. Hemen yanı başındaki heykel ise adeta canlanır, kelebeğin ölümüne ve yaşamın aldatmacasına sitem eder. M. Fırat Bulut 11G Resme bakınca aklıma ilk gelen bir insanın sakladığı kimlik oldu. Herkes olduğu kişiyi biraz da olsa saklar, olmadığı bir kişinin rolünü seçer. Bu, insanların onun için olmasını beklediği bir biçim olarak da düşünülebilir. Ama gün gelir, bu bastırdığın kişilik dışarıya çıkar. Artık bastırmak istemezsin. Tüm gerçekler bir bir yıkılır. Seni aydınlattığını sandığın kişiler tek tek yanından ayrılırken sen özgürlüğün ve kendi aydınlığının yolunu çizersin. Ada Arlıhan 11G Özgürlüğünü isteyen her insanı anlatır bu resim. Gördüğümüz o kuş özgürlüğü sembolize eder ve üstünde giydiği o giysiler de uzaklaşmayı yani bulunduğu yerden kaçmayı hatırlattı bana. Arkasındaki adam da özgürlüğünü tutmak için uzanıyor. Yerde bulunan mum sönmüş. Bu da karanlığı, bir bakımı yalnızlığı simgeliyor. Alys Merve Erol 11G

Sayfa 74

YAZIN


İç Yazı Başlığı

ODA: Belli yargıların içine oturtulmuş, kalıplaştırılmış beyincikler... Bir kutu, bir heykel, bir hareketsizlik... Aynılaştırma, klonlama, çoğaltma ama sadece çoğaltma... Gri tek renk, tek ton, monoton... Kafası başka, aynası başka bireyler. Toplum. Bu toplumun yarattığı heykelden insanlar. Düşünmenin, üretmenin yasak olduğu bir toplum. Kuş uçmaz, kelebek uçamaz. Bir oda, içerde tıkıştırılmış, sıkıştırılmış insanoğlu.... Aylin Tunç 11F KARA KUTU: Hepimiz soyut ya da somut bir şekilde tutsaklığın versiyonlarını hayatlarımıza yansıtıyoruz. Zaman içerisinde geçtiğimiz yollar, özgürlük arayışının temeli oluyor. Ama içinde bulunduğumuz tutsaklığa o kadar alışmışız ki zincirlerimizden koptuğumuzda ne yapmamız gerekir bilmiyoruz. Özgürlük her zaman bir refah olmayabiliyor. Fiziksel ya da ruhsal tutsaklıklarımız hayatımıza sınır koyuyor. İnsanların da sınırlara ihtiyacı var. Çünkü hayat, bütünüyle özgür olmanın verdiği boşluktan kurtulamayacak kadar kısa. İnsan ne yöne gideceğinden şüphe duyuyorsa mutlu olmak için bir şansı kalmıyor. Selin Babila 11F HAPSOLMUŞ ALIŞILMIŞLIK: Bir kutunun içine hapsolmuş... Tıpkı sadece cesur olanın bedeni hapsedilmek istenince yapabileceği gibi... Hapsolmuşluğa ve ele geçirilmeye karşı bir direniş içerisinde ya da karanlıkta yaşamaya alışınca bir küçük ışığa, kandile bile katlanamayacak bir konumda. Başka bir bedende kendin olmak zordur hatta imkânsız. Kartalın bir insan bedeninde varoluşunun yarattığı zorluk zamanla yok olabilir; ancak yeni duruma alışırken eski bedeni hiçbir zaman tam olarak yok olmayacaktır. Yaren Dicle Soysal 11G ROLLER: Toplumsal cinsiyet kuralları hepimizi sınırlandırıyor. Futboldan anlamak, vücut geliştirmek bir erkek için aranan özellikler olurken bir kadın için arkasından konuşarak dedikodusu yapılacak birer özelliğe dönüşüyor. Buna karşın erkek meziyetlerine sahip bir kadın ise “delikanlı kadın” kisvesi altında övülüyor. ( Aynı zamanda bunun ne kadar övülesi bir özellik olduğu tartışılır.) Toplumda kadına atfedilen özelliklere ucundan sahip olan bir erkeğin ise vay haline! Er kişinin “karı gibi ağlaması”, “karı gibi dırdır yapması” adamlık vasfını unutturup yadırganıyor. Toplumda erkek görevlerini yapmadığında kadınların niteliksizliğiyle suçlanıp yeriliyor. Toplumda bir şey iyi yapıldıysa ”adam” gibi yapılmıştır. Bir kadın da bir işi düzgün yaptıysa “adam gibi” yapmıştır. Sizce bir kadın ya da erkek, bu özelliklerini bilerek mi doğar? Bir kız bebeğin dünyaya gelme amacı eşine sadık olan ve hizmette kusur etmeyen bir kadın olmak mıdır ya da erkek bebek futboldan hoşlanmaya mı kodlanmıştır? Görevler bize verilmiş midir, bunlarla mı doğmuşuzdur? Kimse beni kadın ve erkek olmanın öğrenilmediğine inandıramaz. İnsan olmayı öğrendiğimiz gibi kadın ve erkek olmayı da sonradan öğreniyoruz. Toplum bizi bir cinsiyete sahip olmaya zorluyor. Davranışlarımızı kodluyor. Hayatlarımızı kurguluyor. Hayat, toplum normlarına uygun bir senaryoyu oynamak için çok değerli, çok kısa. Kabuğunuzdan çıkın ve kendi senaryonuzu yazın. Şevval Naz Eryüksel 11G İÇİNDEKİNİ YANSITMAK: İnsan yaşadıklarıyla hayata tutunur. Güçlü kalmak için zorluklara göğüs germeye çalışırız. Kimi zaman hayattan bunaldığımız, yorulduğumuz olur. O zaman “Niye ben bunu yaşıyorum? Niye başka bir şey olarak hayata gelmedim? diye sorular sorar, kendimizle yüzleşiriz. Kim olduğumuzu ve kim olmak istediğimizi sorgularız her dibe çakıldığımızda. Bizi dibe iten her ne ise onun bizi dipten çıkaracağını da iyi biliriz. Her hatada, yanlışta kendimizi değiştirmeye çalışırız. Kimi zaman bunlardan dolayı her şeyden uzaklaşmak, başka biri olmak isteriz. Ama insan gerçekten darbe almadan tüm hayatını değiştiremiyor. Gizal Poyrazlar 11G ÇELİŞKİ: Davranışlarımızı ve görünüşümüzü asıl yönlendiren şey, vermek istediğimiz izlenimin önceliğidir. Cinsiyetimizi, siyasi görüşümüzü ya da kişiliğimizin bir parçası olduğunu düşündüğümüz zevklerimizi ön plana çıkaracak şekilde giyinerek ya da davranarak çevredeki insanların bizi yorumlayışını belirlemek isteriz. Resmin odak noktasındaki figürün tanımlardan yoksun bir hali var. Cinsiyeti belirsiz. Sanki bütün varoluşu bu çelişkide saklı. Dilan Kurhan 11G

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 75


İç Yazı Başlığı

eleştiri Pazar Resmi Üzerine... Bana yolladığın bu resimde kendimi gördüm. Dışarıda olan kavgalar, gürültüler ve her sevimsizlikten uzak olmayı tercih eden kendimi... At gözlüğü takmak deyimi dışarıya gözlerini kapamak anlamında olumsuz bir şekilde kullanırken ben buna karşı her şeyi dışardan izleyen ve ona karışmayan kişi anlamında olumlu olarak kullanmak istedim. Dışarıdaki insanları anlamak zor, çoğul olanlar kendini her zaman daha güçlü hissediyor ama kimse birbirinin içini göremiyor. Belki sataştıkları insan çiçek kadar masum ya da aslan kadar cesur? Kim bilebilir.... Ecem Saraç 11G

İnsan çoğu zaman yabancı olduğu, güvende olmadığı yerden kaçmak, saklanmak ister. Yüzünü gizleyerek durumdan kaçabileceğini düşünür. Belki insanların eleştirisi veya yorumlarına kendini kapatan bir insan. Ama her ne olursa olsun, saklanmak orada olduğunu göstermemek yerine tam tersi dik, yüzü açık şekilde hayata karşı durmak, en büyük erdemdir. Lara Okur 11G Biz de bu projeyi bir adım ileri götürerek yazarımız Murat Gülsoy’a kitabıyla ilgili mektup yazmak istedik. Murat, Gördüklerimi mi yoksa hissettiklerini yazsam? Zaten asıl gördüğümüz hangisidir? Bir nesneyi bu biyolojik makineden içeri buyur etmek için eşyaya gerçekten ne kadar ihtiyacımız vardır? Bir ağacın yapraklarının rüzgârda savruluşunu duysan, ellerine değen yaprakların kaygan, gıcır gıcır yüzeyini hayal dolu damarlarını parmaklarınla yoklasan hissettiğin yine de bir ağaç değil midir? Rüzgârda sen de salınmaz mısın yapraklarla? Kök salmaz mısın toprağa? Senin de saçların toprak kokmaz mı? Kuzey cephelerine yosunlar misafir olmaz mı? Hissettiğini yine de bir ağaç değil midir? Peki, adeta ağaçlarla bir olan sen değil misin? Peki, gözlerin nerede? Şevval Naz Eryüksel 11G Sevgili Murat, Bir yazıya başlayacak cümleyi bulmakta her zaman zorluk yaşamışımdır. Bu resmi gördüğümde de uzun bir süre nasıl yazabilirim, diye düşündüm. Bende resmin neler çağrıştırdığını en güzel şekilde nasıl anlatabilirim diye... Resmin bana hissettirdikleri, ressamın çizerken hissettikleriyle muhtemelen alakasız şeyler. Bir insan kendini gizleyebilir; dünyanın en sıkıntılı, kendini kendinde saklayan insanı olabilir. Her ne kadar kendini gizlese de kendine dair bir şeyler yeşerir bahçesinde. Ve ne kadar kötü, karanlık olursa olsun hayatı, kendi içinde daima iyiliğe dair bir şeyler vardır. Ve bu kişiyi, bu iyiliği kıskananlar iyiliğin ortaya çıkmasını başarabildikleri kadar önlerler. Omuzları dik, gövdesinde iyilik taşıyan, kendi olan herkesin önünde biri vardır. Bu kişileri geçtiğindeyse önce kendisi aydınlanır insanın, sonra da aydınlanmış bu insan çevresini aydınlatır. Asıl başarı budur. Ada Arlıhan 11G

Sayfa 76

YAZIN


İç Yazı Başlığı

“Halbuki o yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğim zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi. Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipek mendil su gibi fışkırdı.” İpekli Mendil’den

Sait Faik’in “İpekli Mendil”i Sait Faik’ in İpekli Mendil adlı öyküsü sevdiğinin istediğini yerine getirmek için hırsızlık yapan bir gencin ölümünü anlatmaktadır. Öykünün ana düşüncesi “ İnsanlar sevdikleri için her şeyi göze alabilirler.” dir. Yazar serim bölümünde anlatıcı yer yer ilişkisini anlatıyor. Anlatıcının ipek fabrikasında çalıştığını ve o hikâyenin geçtiği akşam bekçilik yapacağını öğreniyoruz. Bu bilgi anlatıcının olay akşamı neden orada bulunduğunu anlamamızı sağlıyor. Düğüm bölümü anlatıcının bir ”patırtı” duyması ile başlıyor. Sesin sahibini yani hikâyenin ana kahramanlarından biri olan genci buluyor. Gencin sevdiği kız için ipekli mendil çalmaya çalıştığını öğreniyor. Genç hakkında öğrendiklerimiz tezi doğrudan destekliyor çünkü genç sevdiği için tehlikeli bir iş yapmayı göze alıyor, bu da insanların sevdikleri için yapabileceklerine bir örnek oluşturuyor. Düğüm bölümünün üç bölüme ayYIL:15 SAYI:15

Sayfa 77


İç Yazı Başlığı

eleştiri rıldığını söyleyebiliriz çünkü genç üç kere hırsızlık yapmaya çalışıyor ve hepsi farklı sonuçlanıyor. İlkinde anlatıcı çocukla empati kurduğu ve onu anladığı için onu çok hırpalamadan kaçmasına izin veriyor, çocuğun ikinci denemesi ise kapıcının ve anlatıcının onu cezalandırması ile sonuçlanıyor. Gencin ilk seferde akıllanmayıp ikinci defa hırsızlık yapmaya kalkışması sevdiği için yapılacakların durdurulamayacağını gösteriyor, bu da ana düşünceyi destekleyen yan düşüncelerden bir tanesi. Üçüncü çalma denemesi anlatıcı uyumaya çalışırken gencin onun odasına dalması ile gerçekleşiyor, bu bölümden de yine aynı yan düşünceye ulaşabiliriz, seven bir insan durdurulamaz. Çocuk mendili alıp aşağıya dut ağacının üstünden giderken yere düşüyor ve çözüm bölümü başlıyor. Bu bölümde çocuğun öldüğünü öğreniyoruz bu okuyucuyu sevginin gücü karşısında şaşırtıyor ve aynı zamanda üzüyor. Yazar hikâyenin son sözleri “Ya… İyi, halis ipekli mendiller böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.” ile ipekli mendili sevdikleri için her şeyi yapabilen insanlara benzetiyor ve onların ne kadar durdurulmaya çalışılsa da su gibi fışkırıp amaçlarına ulaşmak için devam edeceklerini söyleyerek ana düşünceyi destekliyor.

Başlığın öyküyle doğrudan bir ilişkisi var. Hikâyede bir gencin sevdiğini isteğini yerine getirmek için bir ipekli mendil almaya çalışması sonucu ölmesi anlatılıyor yani hikâyedeki gencin amacı ipekli mendil. Başlık bu nedenle ipekli mendil seçilmiş olabilir. Fakat hikâyenin sonunda genç, halis bir ipekli mendile benzetiliyor bu nedenle başlığın ipekli mendil olması sevdiği için ipekli mendil çalan genci de temsil ediyor olabilir. Başlıktaki anlam çokluğu okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor.

Anlatıcı 1. tekil kişi bakış açısına sahip ve hikâyenin ana kahramanlarından biri. Bu, anlatıcının düşüncelerini öğrenmemizi ve olaylara onun gözüyle görmemizi sağlıyor. Anlatıcın genç için kullandığı “kerata, çapkın, ufacık” gibi kelimeler onun sevecen bir insan olduğunu gösteriyor ayrıca yaptığı “Hani böyle şey âdeti değildi ama gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya, aşıklısı, sevdalısı, komşu kızı işte!” gibi iç konuşmalardan gencin ne hissettiğini anladığını yani onunla empati kurduğunu anlıyoruz.

Eser gece yarısı, sabaha karşı bir zamanda geçiyor. Bu fabrika sabaha göre daha boş olduğu için hırsızlık için uygun bir zaman bu nedenle zaman hikâye ile anlam bütünlüğü oluşturuyor. Hikâye Bursa’daki bir ipek fabrikasında geçiyor. Genç ipekli bir mendil çalmak istiyor bu nedenle bir ipek fabrikasına gelmesi yine hikâye ile anlam bütünlüğü oluşturuyor. İpek böcekleri dut ile beslendikleri için fabrikada dut ağaçları var ve genç de bunlardan birinin üstünden yere düşerek ölüyor. Mekân bu şekilde hikâyenin sonucunu etkilemiş oluyor.

Hikâyenin ana kahramanları anlatıcı ve gençtir. Genç, hikâyenin ipekli mendili yani avuç içinde sıkılıp durdurulmaya çalışılan ama avuç açılınca yine su gibi fışkırıp hırsızlık yapmaya çalışan sevdiği için her şeyi yapmaya hazır olandır. Yazarın ana düşüncesini açıklamak için genç bir karakter yaratmış. Bunun nedeni o yaştaki bir gencin ipekli mendil alacak parayı kendinden büyük birisine göre daha zor kazanması ve yazarın gençken duyguların daha yoğun yaşandığını düşünmesi olabilir. Ayrıca insanların gençken yaptıklarının sonuçlarını hesaba katmadan iş yaptıkları gerçeği de yazarın karakteri on beş yaşlarında bir genç seçmesine neden olduğu söylenebilir. Önceki paragrafta da bahsedildiği gibi anlatıcı sevecen bir adam gencin geçtiği yollardan geçmiş bu nedenle onu anlayabilmektedir. Anlatıcı eserde ipekli mendili avucunun içinde sıkan ele benzetilebilir. Çocuğun hırsızlık yapmasını engellemeye çalışmış ama onu serbest bıraktığı anda çocuk yine hırsızlık yapmaya çalışmıştır yani avuç açıldığı anda ipekli mendile benzetilen çocuk fışkırmıştır.

Yazar hikâyede genellikle uzun birleşik veya bağlı cümleler kullanmıştır. Yazar serim bölümünde karşılıklı konuşma tekniğini kullanarak Bursalı halkın konuşma tarzını okuyucuya göstermiş ve kapıcının neden o akşam orada geç saate kadar olmayacağını öğrenmemizi sağlamıştır. Kapıcın kullandığı “Cambaza gitmiyor musun?” sözü ya-

Sayfa 78

YAZIN


İç Yazı Başlığı

zarın kullandığı bir halk söyleyişine örnektir ve sirk gösterisini izlemeyecek misin anlamına gelmektedir. Yazar “Ay, bu ne küçük hırsızdı böyle!” gibi ünlem cümleleri kullanarak anlatıcının şaşkınlık gibi duygularını okuyucuya aktarmış ve sonra anlatıcının yapacağı fabrikaya giren bir hırsızı bırakması gibi hareketleri neden yaptığını okuyucuya haklı çıkarmaya çalışmıştır. Anlatıcı hikâyeyi samimi bir dil kullanarak anlatmaktadır bunu kullandığı “çapkın, kerata” gibi sözcüklerden anlayabiliriz. Hikâye genellikle bir sohbet havasında okuyucuya aktarılmıştır ve yazarın kullandığı iç konuşma tekniği de bu sohbet havasını destekler niteliktedir.

“İnsanlar sevdikleri için her şeyi göze alabilirler.” Yazarın kullandığı iç konuşma tekniğine “Hani böyle şey âdeti değildi ama gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya, aşıklısı, sevdalısı, komşu kızı işte! “ sözü örnek gösterilebilir. Ayrıca yazar anlatıcının odasının nasıl göründüğünü anlatmak için betimleme tekniğini kullanmıştır. Bu sayede gencin odaya nereden girdiğini okuyucu anlamış oluyor. Genç odaya bir ağaca tırmanarak girdiğine göre oda yüksekte olmalı ve rüzgâr estiği için ağaca çıkması zor olmalıdır. Bu sevdiği için katlandığı zorluklara örnek gösterilebilir. Yazar odayı gencin göze aldığı zorlukları göstermek için betimlemiş olabilir.

Sevdiği için bir şey yapmak isteyen bir insanı durdurmak çok zordur, hedeflerine ulaşmak için neler yapacaklarını hayal etmek ise çok daha zor. İpekli mendil hikâyesinin tezi sevgi ile ilişkilidir. Sevgi evrensel bir kavramdır ve zaman başladığından beri var olduğuna inanılır bu nedenle bu hikâyenin tezinin doğruluğu her zaman geçerli olacaktır. İnsanlar sevdikleri için her şeyi göze alabilirler, ölümü bile… Ayça Aysoy 9G

dil n e li M k e p İ

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 79


İç Yazı Başlığı

eleştiri “Ulak”

Üzerine

“Ben deyim yüzyıl evvel, siz deyin şimdi. Daha dün gibi, zamanlardan bir zamanmış... Ben deyim bir köy, siz deyin işte bu köy. İşte yandaki, işte beriki... Köylerden bir köymüş bu. Bu memleketin bir yanı, bu memleketin kendisi... Sabah daha kimse uyanmazdan, bir yolcu düşmüş ta uzaktan bu köye... İbrahim’miş adı bu civanın. Bir köyden bir köye ulakmış, meğersem...” Geçmişteki töre, gelenek ve halk içindeki çatışmaları inceleyerek, günümüz dünyasına dolaylı yoldan öğütler veren “Ulak”, farkındalık amacı güdülmüş, başarılı bir Çağan Irmak filmidir. Başından sonuna, insanların düşünce yapılarının değişimi bu filmden pek çok ders çıkarabileceğimizin bir kanıtı… Tarihsel döneme bakacak olursak kardeşin kardeşi töre uğruna öldürmesi kadar araştırma ve sorgulamanın yoksun olduğu bir dönem; hem masalda hem de gerçek hayatta... Buradaki töreyi biraz açmak istiyorum. Evlilikle ilgili bir töre olduğu bilinmiyor ama eğitimle ilgili ciddi sıkıntılar var. Hem masaldaki hem de gerçek hayattaki halk, yıllarca okumamış ve bu nedenle cahiller. Cahilliklerini kabullenip yeni şeyler düşünmeye çalışacaklarına, hayatın sadece çalışıp para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünüyorlar. Yıllardır süren bu öğrenim yoksunlu çocuklarına da geçiyor. Aralarından Ömer bu durumu fark edip okumaya, bilimi öğrenmeye başlıyor. Babası bile onu desteklemezken azimle çalışıyor. İşte töreleri bu “Öğrenmeyeceksin kardeşim!” İnsanlar sadece başkalarının ne dediğine, töreye ve değiştirdikleri dinlerine göre hareket ediyorlar. “Kader...” deyip geçiştiriyorlar. Masalda da gerçekte de dinleri İslam. Masaldakiler onu da araştırıp sorgulamadıkları için, yanlış biliyorlar. Din onların üzerindeki en büyük güçlerden biri, bunu da kötüye kullananlar var. Duyduklarıyla yetinip susuyor, boyun eğiyorlar. Araştırmıyorlar, sorgulamıyorlar, öğrenmeye çalışmıyorlar. Üstüne üstlük bunların, dinlerine uygun olduğunu savunuyorlar. Bunu Mehmet’in kitabını kopyalamakta yardım eden beş güvenilir yazarın halka yap-

Sayfa 80

YAZIN


İç Yazı Başlığı

tığı konuşmadan anlayabiliyoruz. Masalın anlatıldığı zamana dönelim. Bir inanç grubunun olmadığını söylerdim ama bilime göre hareket eden, okuyan, merak eden, karşı çıkan bir azınlık var. Bir de bunların tam tersi anlattığım gibi öğrenmeye çabalamayan, araştırmayan ve bu gidişle daima boyun eğmeye mahkum olan bir çoğunluk var. Okuyan öğrenenleri kınıyor, arkalarından konuşuyorlar. Yapmaya çalıştıkları iyi işleri kötü tarafa çekiyor ve dışlıyorlar. Aynı Hekim Zekeriya’ya ve Ömer’e yaptıkları gibi… Çocukların üzerinde büyük bir yük var, çocuklar özgür değiller. Okumalarına, giyimlerine, yapacağı işlere, tüm hareketlerine baskıcı aileleri karar veriyor. Hikȃyenin geçtiği köy, çorak bir arazi üzerine kurulu olduğundan başlıca geçim kaynakları hayvancılık. Bu zor işi bazı çocuklara baskı ve şiddet yoluyla yaptırıyorlar. Hayvancılıkla uğraşmasalar da kimi kahvede çalışıyor, kimi küçücük elleriyle kuyudan su taşıyor, kimi evin en ağır işleriyle uğraşıyor. Melek, hastalığına rağmen evde tutulu çalışıyor annesiyle. Bir diğer acı örnek de Fatih’in yaşamı. Babası onu hep hor görüyor, dövüyor, küfrediyor ve Fatih zorla çalışıyor. Koca koyun sürüsüyle çocuk başına bayırlarda geçiyor günleri. Filmde hem masalda hem gerçek hayatta pek çok sorun dile getirilmiş. Temel sorunlara bakacak olursak başta belirttiğim gibi araştırma, sorgulama ve düşünme yoksunluğu. Bir diğeri ise korktukları kişilerin ya da güçlerin altında daima ezilmeleri. Karşı çıkamıyorlar çünkü küçük düşmekten korkuyorlar. Hakkını arayanlar kınanıyor, onlara kötü sıfatlar yakıştırılıyor. Meryem Hanım, kendi kızı olmasa da kötü işlerde çalıştırılan ve kaçmasın diye evde hapis hayatı yaşayan Havva’yı kurtarmak için çabalıyor. Sonunda acınmadan, haksız yere dövülüyor. Töreye bağlı hayat var. Herkesin yaşamı sınırlı. Herkes herkese de güvenemiyor bu yüzden. Dedikodu çok yaygın, insanlara kötü sıfat bulmakta üstlerine yok. Örnek olarak Hekim Zekeriya, hasta olan Melek için şifalı bir ot verir. Ama annesi köyde Zekeriya ile ilgili kötü ve yanlış söylentiler yüzünden “Deli bir adam! Nerden belli bu otun iyi olduğu?“ der ve bitkiyi kızına vermez. Melek çok zor iyileşir. Bir diğer örnek ise Ömer ile Emine’nin aşkı. Evlenmelerine mani olan tek şey Emine’nin adının kötüye çıkmış olması. Emine, birini severmiş eskiden, o adam gitmiş başkasıyla evlenmiş diye Emine’nin adı kirlenmiş, annesi babası bırakıp gitmiş. Kız da Meryem Hanım’ın evine sığınmış. Köy halkı bu durumda yine

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 81


İç Yazı Başlığı

eleştiri haksız. Adı kötüye çıkması gereken Emine’ye söz veren adam, Emine’nin hiçbir suçu yok. Melek Hanım’ı da suçluyorlar, hor görüyorlar, cadı diyorlar. Sadece çocuklar, Ömer, Zekeriya ve Emine biliyor onun ne kadar iyi ve yardımsever olduğunu. Film setine baktığımızda bizi geçmişe götürüyor. Giyimlerinde gördüğümüz şalvar, yemeni gibi dönemi yansıtan parçalar var. Binalar, tek katlı ve sade oluşuyla hikayenin geçtiği zamana uygun. Küçük detaylar düşünülmüş ve neredeyse kusursuz denilebilir. Konuşma dili eski; dolaylamalar, deyimler çok yaygın. Başından itibaren izleyiciyi içine alan, sürükleyici, gerçekçi ama bir yandan da mistik bir film. Köyde ne bir okul ne de bir hastane var. Tek görebildiğimiz bir kahvehane. Onun dışındaki tek kurum aile. Herhangi bir dernek, kuruluş, topluluğa da rastlanmıyor. Günümüzden farklı olarak sade bir hayatları var. Hastalara ne oluyor bilinmez. Köyün nüfusu çok az. Tam olarak geleneklerini de anlayamıyoruz çünkü düğün ya da herhangi bir tören filmde işlenmemiş. Ama şunu söyleyebilirim ki masallar ve efsaneler yaygın. Filmin kendisi bir masal gibi işlenmiş zaten. “De ki, evvel hepimiz kardeştik. Bütün kitaplar hepimiz için gelmedi mi? De ki, şimdi ne değişti? Ne oldu bize gayrı?” sözleriyle başlayan film daha ilk saniyeden merak uyandırıyor. Eski bir Türkçe kullanıldığı belli olan bu sözler, filmle ilgili ilk izlenimi oluştururken aynı zamanda günüz dünyasına da hitap ediyor. Ulak Masalı, her dinleyene farklı anlamlar ifade edebilecek bir masal. Ama bizi bir şekilde ortak paydada birleştiriyor. İlk bakışta sadece bir kurgu görüyoruz ama dikkatle izleyip özünü aradığımızda günümüze hitap ettiğini fark ediyoruz. “Özgürlük”, “eşitlik”, “değerlere sahip çıkma”, “öğrenmenin yüceliği” tezleri öne sürülmüş. “Yapan kadar, bilip de susan da günahkâr.” sözüyle olanların dışında kalmamamız isteniyor. Değerlerimizin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz şu günlerde içinde yatan pek çok mesajla ilham veriyor aslında Ulak. “İnsan sonunu bilmediği şeyden korkar.” sözü filmin pek çok yerinde işlenmiş ve bize cesur olmamız gerektiği, az da olsa, anlatılmaya çalışılmış. Filmin sonunda da görüyoruz ki sadece cesur olanlar kurtulabiliyor. Halkın, kültür ve değerlerine bağlılık ve aşırı derecede sahip çıkma özellikleriyle “muhafazakarlık” ideolojisi incelenmiş. Hem masaldaki hem gerçek hayattaki bireylerin bireysel özgürlük arayışı ve bunun için uğraşmalarıyla ise “ liberalizm” ideolojisi yansıtılmış. Filmdeki Ulak İbrahim karakteri, yapılması gerekenlerin bir kişiliğe bürünmüş hali gibi. Sessiz

Sayfa 82

YAZIN


İç Yazı Başlığı

kalmamamız ve birilerine “Dur!” dememiz gerektiği bu karakterle verilmiş. Filmdeki masal ve olaylar kimi zaman eleştirel, kimi zaman tarafsız bir bakış açısıyla aktarılmış. Tarihsel gerçekliğe uygun, çünkü kimsenin karşı çıkamadığı bir dönemden bahsediyoruz, bu nedenlerde en başlarda sanki biz de köyden biriymişiz gibi tarafsızca izliyoruz olan biteni, tıpkı diğerleri gibi susuyoruz. Olaylar tarafsız bir bakış açısıyla anlatıldığında her şeyi olduğu gibi izliyoruz ve bu sayede kişiler hakkında daha kolay yargılar edinebiliyoruz. Filmin sonlarına doğru masalı dinleyenlerin haklarını aramaya başlaması ve karşı çıkmasıyla daha eleştirel yaklaşıyoruz olaylara. Bu sayede de kimin haklı kimin haksız olduğuna doğru bir şekilde karar veriyoruz. Ana düşünceyi kendi ellerimizle buluyoruz. Bu eleştirel yaklaşım hepimizi tek yöne çekmiyor, aksine kendi içimize dönüp doğru olanı bulmamız sağlanıyor ki en doğrusu bu. Masalsı bir anlatım hakim filmde ama gerçek hayatları da görüyoruz. Aradaki farklar, günümüzün aksine dağlar kadar değil. Çünkü masal Zekeriya’nın kendi geçmişinden yola çıkarak kurgulanmış. Ruhların canlanması, konuşması gibi mistik olayları masal bölümümde içeren ama bir yandan gerçekliğinden şüphe duymadığımız anlatımlar var. Köyde hiç görmediğimizin aksine, masalda bir akşam ateş başında dans ediliyor. Bu bizi daha eski zamanda geçtiğine inandırıyor ama kıyafetlere ve binalara baktığımızda masalın anlatıldığı zamanda olduğunu düşünüyoruz. İşte burada bir çelişki var. Farklı bir açıdan bakacak olursak, masal hep başkalarının düşündüğüne göre izleyiciye aktarılmış. Masalı kendi kafasında canlandıranlar farklı farklı zamanlarda hayal etmiş olabilir. Çünkü masalın başında belli bir zaman verilmiyor. Bu sebeple, illa ki çelişkiler olacaktır, çünkü her biri ayrı düşünüyor. Kimi zaman kendimizi başkalarının düşüncelerinin arasında bulduğumuz, kimi zaman dışarıdan bir yabancı olarak kişileri tanıdığımız, sürükleyici ve bizi düşünmeye iten, geriye dönüp yaptıklarımızı bir süzgeçten geçirmemizi ve pasif bir izleyici olarak kalmamamızı sağlayan “Ulak”, kesinlikle izlenmesi gereken filmler arasındadır.

“Bir deli rüzgâr kalmış geriye... O da Ulak’ın adını fısıldamış,” Unutmayın... unutmayın!..” diye...” İlayda Albaş HazırlıkB

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 83


İç Yazı Başlığı

eleştiri Pia ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın ellerini bir tutsam ölsem böyle uzak uzak seslenmese ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmese otelleri bomboş bulmasam içlenip buzlu bir kadeh gibi buğulanıp buğulanıp durmasam ne olur sabaha karşı rıhtımda çocuklar pia'yı görseler bana haber salsalar bilsem içimi büsbütün yıldız basar bir hançer gibi çıkıp giderdim ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmese singapur yolunda demeseler bana bunu yapmasalar yorgunum üstelik parasızım pasaportsuzum ne olur sabaha karşı rıhtımda seslendiğini duysam pia'nın sırtında yoksul bir yağmurluk çocuk gözleri büyük büyük üşümüş ürpermiş soluk ellerini tutabilsem pia'nın ölsem eksiksiz ölürdüm Attila İlhan

Öğrencilerimizden Pia’ya Bakış Attila İlhan tarafından yazılan Pia şiiri, şairin ulaşmaya çalıştıkça kaçırdığı, yaklaştığını sanırken uzaklaştığı, her ulaştığını sandığında da aslında hep bir adım gerisinde kaldıklarını anlatır. Şiir, başlığını hemen her dize boyunca adı yinelenen ve bitmeyen arayışı anlatan “Pia” karakterinden alır. Şiirde gizemini ve kimliğini koruyan Pia belki bir aşık belki de şairin ete kemiğe büründürdüğü hayalleridir. İlhan’ın “çocuk gözleri büyük büyük” betimlemeleri, Pia’nın var oluşunu kesinleştirirken sürekli başka şehir yollarında olma durumu şairin çaresizliğini yineleyip ulaşılmazlık, aitlik duygularını okuyucuya hissettirir. İşte bu nedenle şiirdeki mekânları ele alış değer kazanır. “Ben şehre gittiğim vakit o başka bir şehre gitmese” dizeleri bitmek bilmeyen döngüyü ve kovalamacıyı vurgularken “Otelleri bomboş bulmasam” cümleleriyle “Pia” okuyucuya tanıtılır. Bir yere bağlılığı ya da belli bir düzeni yoktur Pia’nın. Otel odalarından rıhtıma uzanan mekan çeşitliliği aynı zamanda ardında kapanan kapıların aksine aramaktan vazgeçmeyen mutluluğun ve huzurun Pia’da saklı olduğuna inanan şairin umudunu ve mücadelesini yansıtır. Pia bir nevi şairin mutlu yeri, sığınağıdır ve şiir bu arayışta şairin oradan oraya savruluşunu samimi ve içten bir üslupla dile getirir. Ece Reşit 11C

Sayfa 84

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Şiirde bir karanlıktan aydınlığa çıkma arzusu, bilinmeyenden bilinene erişme arzusu sevgilinin sabaha karşı görülme isteğiyle aynı paralelliktedir. Hep bir yerden bir yere giden sevgili muhtemelen bir istasyon veya bir limanda görülecektir. Çocukların Pia’yı görmesi aslında bir hayaldir. Bahar Şahin 11A Şair şiirinde Pia’nın şiir öznesinden kaçışını mekânlarla somutlaştırmıştır. Oteller bir evin sıcaklığına sahip değildir, her yıl onlarca misafir ağırlamasına rağmen onlarla hiçbir duygusal bağ kurmaz; soğuk ve mesafelidir. Ömer Orhun 11A Pia’nın saf, çocuksu, iri iri gözleriyle ürpermiş ve hayat yorgunu bir şekilde özneye ulaşıp onunla olması hayali, buluşma yeri olan rıhtımda gerçekleşmiştir. Nil Sena Gülabi 11B Şiir kişisinin artık aramaktan yorulduğunu anladığımız “Singapur yolunda demeseler / bana bunu yapmasalar yorgunum /üstelik parasızım, pasaportsuzum” dizeleri şiirin kilit noktalarıdır. Pamuk Dilşad 11B Kimse sevilen kişinin kim olduğunu bilmez çünkü önemli olan sevilen kişinin kim olduğu değil o kişinin ne pahasına sevildiğidir. Mehmet Ulaş Vural 11C “Pia” ulaşılmaz, uçsuz bucaksız diyarlara erişebilen biridir. Itır Mısra 11C Attila İlhan’ın gittiği her mekânda gözleri Pia’yı aramaktadır. Emre Özel 11G Singapur şair için -pasaportun olmadığını düşünürsek- Pia’nın gittiği ama onun gidemeyeceği imkânsızlıklar şehridir. Yaren Dicle Soysal 11G

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 85


söyleşi Erdal Tosun ile Keyifli Bir Sohbet Sena Eraslan: Merhaba Erdal Bey, öncelikle bizimle bu söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. İlk sorumuzla başlayalım isterseniz. Özellikle son dönemde Türk sinemasının Yeşilçam yıllarındaki hızına eriştiği görülüyor. Bizleri sevindiren, çoğu yapımda sizin gibi işini inanarak yapan oyuncuları görmek, onların her defasında farklı bir kimliğe bürünebilme becerilerini izlemek. Türk sinemasındaki bu hızı, olumlu ve olumsuz açıdan değerlendirecek olsanız neler söylersiniz? Erdal Tosun: Günümüzde çekilen film sayısı çoğalan sinema salonlarının talebini karşılamaktadır. Fakat film sayısı sürekli arttığı ve bu filmlere yetecek kadar kalifiye eleman olmadığı için çoğu film baştan savma çekilmektedir. Pek çok film yapımcısı bir piyango ödülünün peşine düşer gibi film yapmanın peşine düşüyorlar. Film endüstrisinde yer alan insanlar biraz daha iyi şartlara kavuşurken filmlerin kalitesi azalıyor. Ama yeteri kadar film yapılmazsa da endüstrideki bir sürü eleman işsiz kalıyor, çalışanlar da hak ettikleri parayı alamıyor. İşte size bir kısır döngü! Sena Eraslan: Uzun yıllar “Bir Demet Tiyatro”da birden çok karakteSayfa 86

ri canlandırdığınızı biliyoruz. Çekimler sırasında yaşadığınız zorluklar nelerdi? Role fiziksel olarak hazırlanmanın yanı sına ruhsal olarak hazırlanmanın zorluklarını da yaşadınız mı? Erdal Tosun: Ben oynadığım tiplerle ilk kez karşılaştığımda onlarla bir iletişim kurar, onların benimle konuşmasını sağlar, sonra da yarattığım bu ilişkinin peşine düşerim. O yüzden, çektiğim sıkıntıyı sadece ilk karşılaştığımda yaşarım. Onları konuşturana kadar… Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir.

Sena Eraslan: Bir oyuncunun hiçbir zaman kendini sahnede “Ben oldum.” diye yorumlamadığı söylenir. Siz bu bakımdan yaptığınız işlerin ardından veya yeni bir projenin içine girerken kendinize güveninizi nasıl tamamlıyorsunuz, oyunculuğunuzu seyirciye beğendirememe korkunuz var mı? Erdal Tosun: Yapıp bitirdiğim işlerde değil, yaparken seyrederken bile kendime güvenim tam değildir zaten. Ama aldığım eğitime, edindiğim bilgi ve görgüye güvenirim doğrusu.

Her karakterle standart bir ilişki yaşayamayız. Kimisi çok derine gömülüdür, kimisi başımızın üstünde yer alan bir karikatür balonu gibi bizimle birlikte dolaşmaktadır zaten. Hep uygun bir yol buluruz. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Sena Eraslan: Hakkınızda araştırma yaparken Devlet Tiyatrolarında “Mezopotamya Üçlemesi”nde rol aldığınızı öğrendik. Bizler de 10. sınıf öğrencileri olarak bu sene Murathan Mungan’ın bu üçlemesinden Mahmut ile Yezida’yı okuyoruz. Merak ettiğimiz soru şu: Bir okur ya da bir oyuncu olarak metni yorumlama biçimleriniz farklı mı? Erdal Tosun: Bir okur olarak bir metni okuma sürecinde sessizliğe ihtiyaç duyarken bir oyuncu olarak aynı metni yüksek sesle okuma ihtiyacı duyarız. Oyuncu sessizliğin içinden nüanslarıyla sesler çıkarır ortaya. Mezopotamya Üçlemesi’ne gelince bu metin, benim dünyamda özel olarak ilişki kurduğum bir metindir. Mahmut ile Yezida insana sevgi üzerine, inanç üzerine çok keskin sözler söyleyen ama bunu çok kıymetli bir Türkçe ile yapan özel bir oyundur. Sena Eraslan: Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Sena Eraslan 10F

YAZIN


mektup

Mektubunuz var

“Mektup yaz, alışkanlıkların tazelensin” Şeyh Galip Avusturalyalı yönetmen Adam Elliot'un 2009’da çektiği ve animasyon sinemasının en önemli eserlerinden biri olan Mary ve Max, sekiz yaşında yalnız bir kız çocuğu ile kırk dört yaşında bir adam arasında mektuplarla gelişen bir dostluk hikâyesi. Avustralya'nın kenar mahallerinden birinde yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip Mary, postaneye gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberini karıştırır ve Manhattan'daki dairesinde yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan, asosyal ve obez Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup yazar. Max’in Mary’nin mektubuna karşılık vermesi ile gelişen olaylarla, hayatın acı-tatlı gerçekleri sevimli ve dokunaklı bir biçimde beyaz perdeye yansıtılır. Biz de Hazırlık sınıflarında Mary ve Max filmini izledikten sonra, duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak için filmdeki karakterlere ve yönetmene mektup yazmak istedik. En eski edebiyat türlerinden olan ve günümüzde neredeyse unutulan mektup türüne bir nefes de biz verelim dedik. Mektup yazdık, içimiz açıldı. Gonca Özmen

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 87


İç Yazı Başlığı

mektup 8 Şubat 2015, Pazar Can Dostum, Bu aralar çok film izlemekteyim. Sana son olarak izlediğim ve çok değişik bulduğum bir filmi anlatmak istiyorum. Filmin adı, Mary ve Max. Filmin yönetmeni Adam Elliot. Bu aile filminin, etkileyici sonu ve filmden çıkarılan dersler bir yana konunun gerçek olması çok etkileyici. Filmi izlerken mektup yazan karakterlerin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anlamak ve filmin içine girebilmek için kendimi onların ve dış karakterlerin yerine koymam gerekti. Bir animasyon filmi olmasına rağmen, filmin içine girmek ve gerçekliğini fark etmek hiç sorun olmadı. İlgimi en çok çeken şey, küçükler için yaratılmış o tozpembe dünya oldu. Mesela Mary, bebeklerin nereden geldiklerini sorunca annesinin ona babalar bebekleri bira bardaklarının altında buluyor demesi buna bir örnek olarak gösterilebilir. Aynı şekilde, annesinin içtiği alkollü içkiyi, yetişkinlerin sürekli denemesi gereken bir çay olduğunu anlatışı da buna bir örnek teşkil edebilir. Max, normal insanlar gibi değil. Bunu filmde de birkaç yerde vurgulamakta. Fazla tepki veren ve aşırı duygusal bir yapısı var. Normal insanları anlamakta çok güçlük çekiyor. Ceza varken yere çöp atan insanlara aşırı sinirleniyor. Filmde aynı zamanda birçok kez sinir krizi de geçiriyor. Geçmişle ilgili kötü anıları olduğundan geçmişten korkuyor. Aşk ve sevgiyi hayatında yaşayamadığı için bu iki terim ona belirli bir anlam ifade etmemekte. Hayatının sınırları var ve bu sınırları geçmiyor. Tıpkı bir robot gibi bütün hayatı. Mary, Max ile bazı yönlerden aynı gibi. Mary de hayatını sınırları içinde yaşamakta. Fakat hayalleri çizginin çok ötesinde. Arkadaşı için kendi kariyerini yakması çok etkileyiciydi. Max ve Mary’nin arkadaşlık ilişkisi çok dikkât çekici. Birbirlerini sadece fotoğrafla ve yazıyla tanıyıp bu kadar samimi olabilmeleri gerçekten çok zor. Gerçek bir olaydan ilham alınan ne kadar da anlamlı bir film olsa da gençler tarafından filmin anlam ve öneminin anlaşılacağını sanmıyorum. Özellikle yetişkin insanların bu filmden öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum fakat dikkatli izlenirse, gençlerin de içinden birçok madde çıkaracaklarına inanıyorum. Filmi izlerken, özellikle mektup yazma sahnelerinde karakterlerin yerine kendini koymanı öneriyorum. Bu filmi izlemeni şiddetle tavsiye ediyorum. Yorumlarını bekliyorum… Baran Başimi HazırlıkB 06.02.2015, New York Sevgili Damian, Uzun zamandır görüşmüyoruz. Nasılsın? Hayatın nasıl gidiyor? Mutlu musun? Ben hem mutluyum hem üzgün, ne hissettiğimi anlayamıyorum. Bir bebeğim oldu. Onunla birlikte mektup arkadaşımın Max’in yanına geldik geldiğimizde Max’i ölmüştü. Hayatımdaki en değer verdiklerimi teker teker kaybettim ama en azından geçen geldiğimizde Max’i bir kere görüştüm, onu görmüş olmak beni çok mutlu etti. Max bütün mektuplarımızı saklayıp duvarına asmış, bu beni çok etkiledi. Bir süredir Max’in evinde kalıyoruz. Hatırlıyor musun, sen mektup arkadaşının yanına gitmeden önce Max bana kızıp daktilosunun bir parçasını yollamıştı onu da yerine yerleştirdim. Max obez biriydi, sevimli birine benziyordu, onunla zaman geçirmek ve eğlenmek çok isterdim. Sana bir şey itiraf etmem gerekiyor. Max benim en iyi ve tek arkadaşımdı. Küçükken hep benimle dalga geçilirdi bu yüzden hiç arkadaşım yoktu, yani Max benim tek arkadaşım. Max’in bana bir süre mektup yazmamasının sebebi onun küçüklüğünü hatırlatmammış, yani eskileri hatırlayıp panik atak geçiriyormuş bunu da doktorundan öğrendim. Max’in hiç arkadaşı olmamış benim dışımda ve birine aşık da olamamış. Küçükken seni seviyordum, ona sormuştum aşk nedir diye bana cevap verememişti, aylar boyu cevap yazmamıştı. Meğerse bu mektubumdan sonra hastaneye yatırılmış sürekli düzenli olarak doktora gidiyormuş. Kendimi çok suçlu hissediyorum, keşke bu zamanlarda tek ve en iyi arkadaşımın yanında olsaydım ve onunla zaman geçirebilseydim. Ben Max’i çok kırdım, üzdüm kendimi çok suçlu hissediyorum ama Max her şeye rağmen yine de bana mektup yazdı. Damian arkadaşlarının değerini bil. Belki beni affedersin ve arkadaş olarak kalırız demiştin ya! Ben seninle arkadaş olarak kalmayı isterim, sen de istersen. Senden bir isteğim olacak, lütfen mektup arkadaşının ve diğer arkadaşlarını sakın üzüp incitme çünkü gerçek dostluklar kapkaranlık bir gecede geceni aydınlatan yıldızlar gibidirler. Gerçek dostlar seni asla yarı yolda bırakmazlar, onları ne kadar kırarsan kır, onlar her zaman yanında olurlar. Bu nedenle arkadaşlarının ve dostlarının değeri bil. Mary Daisy Dinkle İzel Timur HazırlıkD Sayfa 88

YAZIN


İç Yazı Başlığı

08.02.2015, Pazar Sevgili Max Jerry Horovitz, Sana söylemek istediğim o kadar çok şey var ki hangisinden başlasam bilemiyorum. Hayatımda hiç Amerikalı bir arkadaşım olmamıştı, oraları bana biraz olsa da tanıtır mısın? Benim yaşadığım yerlerdeki insanlar çok ama çok düşüncesiz, bu yüzden büyüyünce buralardan kaçmak, insanların olmadığı bir yerde yaşamak istiyorum. Çoğu insan bana asık suratlı der çünkü insanların sorularına cevap vermeden önce uzun bir süre düşünürüm ve bunu yaparken de suratım hep asıktır. Eskiden ben de çok düşüncesizdim ama yaşadığım birçok olaydan sonra bu tavrımın önüne geçtim. Peki ya sen, hiç kötü bir davranışının önüne geçtin mi, onu hayatından sonsuza dek çıkardın mı? Hayatımda hep mutlu olmak isterdim fakat bunun çok da mümkün olamayacağını anladım ve bu düşüncemden vazgeçtim. İnsanların davranışlarını ve problemlerini izlemeyi severim, onlara çözüm aramayı ve yardım etmeyi de ama ailem bana sürekli kendi hayatıma odaklanmam gerektiğini söylüyor. Kendimle barışık biriyimdir ama insanların beni eleştirmelerine dayanamam. Bu özelliğimin birçok kez önüne geçmeye çalıştım fakat olmadı, yapamadım. Boş konuşan insanları sevmem; suskun insanlar ise bana daima gizemli görünür... Ortaokulda ben de gizemli bir kişilik yaratmaya çalıştım fakat samimiyetim yüzünden bu çok da mümkün olmadı... Şu anki lise hayatımda ise aydın bir insan, düşünceye aç biri olmak istiyorum çünkü insanların yaşının öğrenmede bir rolü olmadığına inanıyorum... Hayatında hiç aşk ve kaygıların arasında kaldın mı? Şu anda bu duygular arasında seçim yapmak zorundayım ve ne yapacağımı bilemiyorum. Seçim yapma konusunda çok iyi değilim, bir şeyi asla tek seferde seçemem. Bu arada ismini söyleyemediğim bir hastanede, ergen psikiyatrist olan Dr. Nurşin Hanım ile her ay düzenli olarak bir saat sorunlarımı ve sıkıntılarımı konuşup onlara çözüm arıyoruz. Küçükken, psikiyatri bölümüne akıl hastalarının gittiğini sanırdım, fakat gördüm ki psikiyatri hastaları sadece akıl hastalarından veya kusurları bulunan kişilerden oluşmuyor. İnsanlara suçluymuş gibi bakmaktan zevk alırım, neden bilmiyorum ama baktıktan sonraki tepkileri hoşuma gidiyor. Benim de ruhsal açıdan sağlıklı bir insan olmadığım ortada, fakat diğer insanlardan farklı bir özellik taşıyorum. Bu özellik şu ki insanlar sadece kafasıyla hareket eder, fakat ben vücudum ile beraber bir bütün halde hareket ederim. Bu cümleyi internette gördüm ve hayatıma sokmaya çalıştım. İlk okuduğumda bir şey anlamayabilirsin, başta ben de anlamamıştım, fakat bir gün jeton deliğini buluncaya kadar... Hayatın bir sınav olduğunu düşünüyorum ve bu sınavdan geçemeyenlerden olmak istemiyorum. Ailem hayat sınavında başarılı olabilmem için çok çabalamam gerektiğini söylüyor. Çocukluğumdan beri arkadaşlarıma üstün zekalı olduğumu ve zeka seviyemin onlardan kat kat üstün olduğunu söylemişimdir, fakat bunu duyan arkadaşlarım bana sürekli notların kadar konuş derlerdi. Bence notların bir önemi yok; önemli olan, bana verilen bilgileri hayatımda kullanmam...

Kişisel Not: Bana en kısa sürede yazmayı unutma. Kişisel Kişisel Not: Eğer bana yazarsan çok mutlu olurum ve sana yaşadığım yeri temsil eden bazı şeyleri gönderebilirim. Sevgiler… Berk Hakan Yılmaz HazırlıkD

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 89


İç Yazı Başlığı

mektup 08.02.2015 Sevgili Mary Daisy Dinkle,

Amcamın ölümünden sonra evinde mektuplardan oluşan bir duvar buldum. Hepsini senin gönderdiğini biliyorum. Ben de amcamın en yakın arkadaşına bir mektup yazmak istedim. Kendine güvensiz, korkak ve çok utangaç bir çocuğum. Amcam Max da öyleydi. Şimdi anlıyorum da arkadaş olmak için biraz cesur, kendine güvenen biri olman lazımmış. Amcama gönderdiğin gözyaşları, hâlâ bir küçük şişenin içinde. O şişeyi her zaman küçük bir masanın üstünde, şık bir örtünün üstünde sakladığını sana söylemem gerektiğini düşünüyorum. Amcam öldükten bir süre sonra çikolatalı sandviç artık her yerde satılmaya başlamıştı. Ben amcam kadar o sandviçlere düşkün değilim. Bir mektubunda sana çikolatalı sandviçlerinden gönderdiğini gördüm. Bence tadı sandviçten çok, kokmuş bir balığa benziyor. Herkesin damak tadı farklı, diye bir söz var. Ben buna inanmıyorum çünkü eski okulumdan bir arkadaşım ben ne yersem yiyordu ve hiçbir zaman benim sevdiğimi sevmemezlik yapmamıştı. Yeni okulumda arkadaşlarım çok cana yakın ama benim hâlâ bir arkadaşım yok. Amcam, bir yeğeni olduğunu herkesten saklamıştır. Bunun onun adına kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Ben ise balıkları seven bir çocuğum. Zevklerimiz sadece balıkta birleşiyor amcamla. Amcam balıkları sevmeye benim sayemde başlamıştı. Ona balıkları sevdireyim derken artık kendim tiksinmeye başlıyordum. Yaklaşık iki sene önce doğum gününde ona bir kavanoz ve balık aldım. Benden başka kimsesi olmadığı için hediyemi çok beğendi. Balığını birlikte seçmiştik. O gün belki de en mutlu günüydü. Balığı aldıktan kısa bir süre sonra balık ölmüştü ama artık amcam balıkları seviyordu ve balık öldüğünde yenisini almaya giderdi. Amcam sakin biriydi. Bir gün bir kuş tarafından saldırıya uğramıştı. Sigara içmeyi sevmezdi. Bir keresinde Belediye Başkan’ına bir mektup yolladı ve yerlere atılan çöplerin cezasını artırmak için elinden geleni yaptı. Amcam, dünyadaki en sevdiğim kişiydi. O bana bir arkadaş, anne ve baba gibiydi. Dipnot: Yeni mektup arkadaşın olabilir miyim? Dipnot: Amcamın en sevdiği koleksiyonuna iyi bak.

Amcasının Yeğeni John Horowitz Baran Güngör HazırlıkD

Sayfa 90

YAZIN


İç Yazı Başlığı

05.02.2015 Sevgili Mary, Size bu mektubu yazmaya karar vermem, çok uzun sürmedi doğrusu. Bu mektubu size yazmamım sebebi, hatta sebepleri var. İlki Max ile olan, kıtaları aşan, bütün zorluklara rağmen sürdürdüğünüz dostluk. İkincisi ikinizin de çok zor, sıkıntılı (psikolojik ve sosyal açıdan) bir yaşamınızın olması. Öncelikle bize bu müthiş dostluğunuzu gösterdiğiniz için size çok teşekkür ederim. Filminizdeki her karakterin, her olayın başka bir psikolojik olayın çözümlenmesinde çok büyük payı olduğunu gördüm. Bu arada, filmi “Stop Motion” yöntemi ile çeken Adam Elliot’tan bahsetmemek haksızlık olur. Grafikleri her ne kadar tatmin edici olmasa da bize her şeyin grafik olmadığını, kurgunun da grafik kadar önemli, hatta daha önemli olduğunu gösterdiğini ve hikâyenizi daha çarpıcı hale getirdiğini düşünüyorum. Gelelim ikinize... Önce seninle başlamak istiyorum. Mary... İlgisiz ve yoksul bir anne babanın asosyal kızı olarak büyüdün. Şüphesiz o zamanlar senin için çok zor geçmiştir. Çünkü annen aynı zamanda bir alkolikti. Baban desem zamanını evinizin dışında, kendi küçük kulübesinde ölü kuşları doldurarak geçiriyordu. Fakat sen bütün bu olumsuzluklara rağmen mutlu olmayı, yüzündeki o tebessümü ne olursa olsun bozmamayı başarabilmiştin. Ancak her insan gibi senin de bir dosta, can yoldaşına ihtiyacın olduğunu anlamıştın. Bu sebepten dolayı sen de bir gün postanede bir mektup arkadaşı edinmek için postanede New York adres rehberinde Max’i buldun şans eseri. Tabii ki sen Max’i benden daha çok biliyorsundur muhtemelen fakat bende kendi gözlemlerimi seninle paylaşmak isterim. Max, Manhattan'daki dairesinde yalnız yaşayan, ruhsal problemlerinden bir türlü kurtulmayı başaramayan, asosyal, kırk dört yaşında, obez bir adam. Aslında bana göre onunla anlaşmanızın en önemli sebebi onun da bir bakıma yalnız olması. Çünkü o da her insan gibi kendisinin de bir arkadaşa, bir dosta ihtiyacı olduğunun farkına vardı. İkiniz arasındaki dostluktan da biraz bahsetmek istiyorum. En başa dönmek istiyorum, daha mektuplaşmaya başlamadığnız zamanlara. Sen ve annen, bir gün postaneye uğramıştınız ve evcil tavuğu dışında hiçbir arkadaşı olmayan sen, şans eseri New York adres rehberini görüp bu rehberden Max’in ismini bulduktan sonra ona mektup yazdın ve postaladın. Max de sana mektup yazmaya başladı ve bu sayede arkadaşlığınız iyice pekişmiş oldu. Sen ve Max’in kendinize bile yardım edemez iken bir anda birbirinize birçok öneride bulunup birbirinizin hayatını çok kolaylaştırdığızı, adeta birbirinize özgüven depoladığınızı gördüm ve bu, çok hoşuma gitti doğrusu. Her geçen gün artan ve güçlenen dostluğunuz, özellikle seni hayata karşı daha güçlü kıldı ve özgüvenin arttı . İkinizin dostluğu, her geçen gün artıyordu, derken senin Max’in psikolojik sorunları hakkında bir kitap çıkartıp bunu Max’e göndermen, ikiniz arasındaki müthiş arkadaşlığın yolunu adeta balta ile kesmiş oldu. Bu kötü durum, senin tüm çabalarına rağmen Max’in seni affetmemesiyle sakız gibi uzadı ve bu durum, seni çok kötü durumlara sürükledi ama eninde sonunda Max’in seni affetmesi ile tüm olay çözülmüş, aranızdaki buzlar erimiş oldu.

Bize her insanın kendine göre bir dost bulabildiğini ve herkesin bir dosta ihtiyacı olduğunu gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim. Umarım bana geri dönersin ve seninle de “Max ile Mary” kadar sıkı dost olabiliriz. En iyi dileklerimle… Emir Canatay HazırlıkC

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 91


İç Yazı Başlığı

mektup 07 Şubat 2015 Sevgili Mary, Max ile aranda geçmiş olan hikâyenin filmini seyrettim. Film, animasyon türünde olduğu için görüntüler her ne kadar absürt olsa da aslında yaşadıklarınızın ve aktarılmak istenenin ne kadar derin bir anlamı olduğunu fark ettim. Bana sorarsan aranızdaki bağ, çoğu insanın sahip olmadığı ve olamayacağı bir arkadaşlık ilişkisi... Çünkü insanların her gün birbirlerini ötekileştirdikleri birçok farklılık, ikiniz arasında da var olmasına rağmen bunların hiçbirinin aslında bir önem taşımadığını kanıtlayan ayrıcalıklı bir ilişkiniz vardı. İkinizin de gerçekten kendinize değer verecek bir arkadaşa ihtiyacınız vardı. Max ile kurduğunuz mektup arkadaşlığı, bana çok şey öğretti. Hayatta attığımız adımlarda arkadaşlarımızın çok büyük payı var. Max’in sana verdiği cesaret, seninle dalga geçen arkadaşların karşısında boyun eğmeyip kendine güven duymanı sağladı. Filmi seyrederken ben de kendi hayatımı düşündüm. Ailem, arkadaşlarım, hayatta attığım adımlar ve aldığım kararlar... Benim çok iyi bir ailem ve birçok arkadaşım var. Senden daha şanslıyım diyebilirim. Fakat hiçbir arkadaşımla aramdaki bağın, sen ve Max’in arasındaki gibi olduğunu düşünmüyorum. Hiç bir araya gelmemiş, hiç konuşmamış olmanıza rağmen tüm sırlarınızı ve duygularınızı birbirinize yazmanız ve birbirinize bu kadar güvenmeniz beni en çok etkileyen noktaydı. Arkadaşlığınız aslında size de çok şey öğretti. Düşünsene, eğer hayatına Max girmeseydi herhangi bir şey için para biriktirecek miydin? Ya da hayata dair herhangi bir amacın olacak mıydı? Üstelik Max ile tanışmadan önceki Mary ile tanıştıktan sonraki Mary arasındaki farkı hissedebiliyor musun? Bu, senin için uzun bir dönemdi. Fakat doksan dakikaya sığdırılmış bir film içerisinde, senin ne kadar değiştiğini çok net görebildim. Bu değişimin en büyük sebebi, Max’in sana vermiş olduğu “Önce Kendini Sev!” mesajıydı. Max’in bu mesajı göndermesindeki neden de senin yaptığın hata ve sonrasında bundan pişmanlık duyarak Max’ten dilediğin özürdü. Belki de verdiğiniz en önemli mesaj da buydu... Herkesin hataları, farklılıkları ve yanlış tercihleri olabilir. Önemli olan, kendini ve etrafındaki insanları kusurları ile oldukları gibi kabullenebilmektir! Hayata ayak uydurabilmenin ve başarılı olmanın şifresi de bu sanırım. Sizi tanımak, benim için çok farklı bir deneyim oldu. Artık Max maalesef yok ama eğer kabul edersen ben de senin mektup arkadaşın olmak ve seninle attığım hayat adımlarımı paylaşmak isterim. Ben, Max kadar sürprizlerle dolu mektuplar gönderebilir miyim bilmiyorum, ama deneyeceğime söz veririm. Sevgiler ... Emir Şengün HazırlıkC

Sayfa 92

YAZIN



İç Yazı Başlığı

mektup

9 Şubat 2015, İstanbul Sayın Adam Elliot, Mektuba başlarken, hem yazıp hem de yönettiğiniz Mary ve Max filminizden dolayı sizi kutlamak isterim. Sizin orada nasıl derler bilmiyorum ama Türkiye’de sizin gibi değerli yapıtlara imza atan kişilere ‘aklınıza ve ellerinize sağlık’ derler. Siz de kimsiniz demeden kendimi tanıtmak isterim. Benim adım Tibet Sancaklı. 15 yaşındayım. İstanbul’da Şişli Terakki Lisesi Hazırlık sınıfında okuyan bir öğrenciyim. Sizinle tanışmamız; Türkçe dersimizde öğretmenimizin, “Mary ve Max adlı animasyon filmini izleyeceğiz” demesiyle oldu. Sınıftaki arkadaşlarımın aklından yine mi animasyon filmi diye geçirdiğine eminim. Meğer filminiz animasyon ötesi güzellikte bir filmmiş. Bu mektubu yazabilmek için filminizi evde bir kez daha izledim. İnternetten filmin detaylarını araştırdım ve okumakta olduğunuz bu mektubu yazdım. Size filmin hoşlandığım yanlarından bahsetmek istiyorum. Filmin daha önce izlemediğim Stop Motion tekniğinde yapmış olmanız, filmin konusuna büyük katkı sağlamış. Kimi zaman güldüren, kimi zaman hüzünlendiren hikâyenin kurgusuna da en uygun yöntem bu olmuş sanırım. Konusuna gelince, hemen hemen hepimizin ucundan kıyısından yaşadığı dünyanın gerçekliğini yansıtmış. Okuduğum bir yerde hikâyenin konusunun gerçekten yaşandığı yazıyordu. Gerçekten doğru mu? Yoksa sizin yaşam öykünüz mü? Günümüzde bu tarz filmler bulmak çok zor. Zaten bu filmin aldığı ödüller film başarısını ortaya koymakta. Maalesef Türkiye’de bırakın bu tekniği animasyon filmi çekme yetkinliğine sahip değiliz. Ses efektleri de etkileyici. Örneğin arka plan sesleri, fragman tanıtım ve giriş jeneriğindeki müzik bence oldukça başarılı. Karakterlerden Max’i seslendiren kişinin yakın zamanda kaybettiğimiz Philip Seymour Hoffman olduğunu öğrenince duygulandım. Ne kadar da yakışmış. Filmin karakterleri çok uyumlu. Mary’nin küçük, saf ve meraklı olup alkolik bir anne ve ilgisiz bir baba ile yaşaması; Max’in ise sıkıntılı ve asosyal olması, herhangi bir aile çevresinde büyümemesi işleri daha da ilgi çekici yapıyor. Sizinle merak ettiğim bir konuyu da paylaşmak istiyorum. Avustralya’nın renkli New York’un siyah beyaz olmasının bir nedeni var mı? Bu karakterlerin ruh halleriyle ilişkili olabilir mi? Belki de orada benim atladığım bir detay var. Zaten filmde o kadar çok detay var ki kaçırmamak mümkün değil. Ayrıca karakterlerin kendi ağzından konuşması, daha iyi bir anlatım şekli olur muydu diye de düşünmedim değil. Bilmiyorum, siz ne dersiniz? Mektubumun sonuna geldiğim bu son satırda Mary ve Max’in son dönemde izlediğim en güzel filmlerden biri olduğunu, bir kez daha belirtmek isterim. Umarım yazdığım bu mektup ile vaktinizi almamışımdır. Yeni filmlerinizi, dört gözle bekliyor olacağım. İyi günler dilerim. Saygılarımla… Tibet Sancaklı HazırlıkB

Sayfa 94

YAZIN


İç Yazı Başlığı

21.02.2015 Bayan Mira, Bu mektubu yazmamdaki neden farklı insanların düşünme şekillerini, yaşam tarzlarını ya da yaşam tarzlarından etkilenen düşünceleri ve psikolojilerini merak etmemdir. Kendim hakkında fazla söyleyecek söz bulamıyorum doğrusu. Bence tek bilmeniz gereken; benim on beş yaşında, Filiz adında bir kız çocuğu olduğumdur. Belki şu anda kendimi anlatma şeklime şaşırmışsınızdır ama bunun nedeni de felsefi düşüncelere katılmamdır. Psikolojiye ve düşüncelere olan merakım da 'Mary ve Max' adlı animasyon filmini izledikten sonra ortaya çıkmıştır. Bu animasyon filmi, yine küçük bir kız çocuğunun kendinden yaşça büyük, kırk dört yaşındaki bir adamla mektuplaşmasını ve aralarında oluşan arkadaşlığı anlatıyor. Başta ikisinin de hiç arkadaşı olmadığı için hayatlarına renk katmak adına cevaplıyorlar birbirlerini ama sonra onlar için mutluluk haline geliyor bu olay. Hatta Mary, bir mektubunda Max'e kırmızı, yuvarlak bir pelüş gönderiyor. Max de dahil olmak üzere her yer ve her şey gri iken pelüşün kırmızı oluşu Max'in hayatının renklendiğini, değiştiğini ve daha mutlu bir yaşam sürdüğünü simgeliyor. Mary'nin daha önce hiç görmediği bir adamla, fiziksel özelliklerine veya yaşına önem vermeksizin arkadaşlık kurmaya çalışması, mektubunun cevaplanmasını merakla ve sabırla beklemesi; benim bu filmi sevmemin başlıca nedenlerindendir. İnsanların fiziksel özelliklere, iç güzellikten daha çok önem vermelerini cahilce bulurum. Filmdeki saflık ve heyecanla kendime 'Benim neden saf duygularla konuşabileceğim bir mektup arkadaşım olmasın?' diye sordum ve şu anda bu mektubu yazmaya yönelten da aynı duygulardır. En içten dileklerimle… Filiz Yücel HazırlıkD

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 95


İç Yazı Başlığı

mektup Ecdadıma, Birkaç adım ötede, tepede, ta en tepede dalgalanan ay ve yıldıza bakarken bir kan damlası misali gözümden yaşlar süzülüyor. Ardından kulağımda yankılanıyor top, tüfek sesleri ve Çanakkale türküsünün birkaç dizesi: ‘Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni / Off, gençliğim eyvah!’ Topa tutulan Türk siperlerinde vatan uğruna seve seve verilmiş her canın yere düşüşünü hissediyorum. İsimlerini bilmediğim ay yıldızına sarılmış çoğu bıyıkları yeni terlemiş askerlerin kanlarının son damlasına kadar direnişini, dinmek bilmeyen yağmuru, düşmanı kandırmak için soba borularından yapılan topları, sessizliğin hakimiyetinde ilerleyen gemiyi, gecenin mahmur karanlığında bırakılan mayınları, bir avuç üzümle yapılmış hoşaf eşliğinde karşılanan günü, bir devrin batışıyla doğacak umudun ışığını görüyorum. Vatan kalbinin attığı yerde orta yaşlı bir doktorun, bedeni paramparça olmuş, kanlar içindeki gencecik askerin baba deyişiyle oğlunu tanıyıp bastırdığı haykırışını, istiklal uğruna zorlu bir namus yolunda can veren Mehmed’in annesinin ‘Vatan sağ olsun!’ ağıtlarını duyuyorum. Yanında öleni görüp birkaç dakikaya kadar öleceğini bilerek koşan, ‘Bu, vatan görevini yerine getirirken gönüllü olanlar bir adım öne!’ komutunda diğerlerinin ardında kalmayan sizlere minnettardır bu vatan. Soğuk bir esintinin üzerimi süpürmesiyle 18 Mart 1915’ten 22 Aralık 1914’e Allahuekber dağlarına geçiyor, kardeşimin anlattığı dondurucu soğuğu anımsıyorum. Şimdi bakarken dalgalanan aya yıldıza göz yaşlarım buz kesiyor. İçimi yakarken dışımı donduruyor. Kan donduran rüzgârlar ardında sis içinde tek görülebilen şey beyaza bürünmüş etraf. Defterin yeni Açılmış bir sayfası gibi bomboş, mezar olacağı anlaşılan kar gibi bembeyaz. Altta bir çarıkla donan ayaklar, sırtta bir yazlıkla buz tutan eller, aç ve susuz. Bedenlerini ele geçirmek istermişçesine doksan bin canı ağır ağır bir uyku bastırıyor, nefesleri buhar oluyor. Bedenini tamamen acımasız kışa teslim etmeden Mehmed, uğruna canını verdiği bayrağını son bir kez kara saplıyor. Bir gecede birer kahramana dönüşen çocukların bu savaştaki düşmanı kar oluyordu. Taş kesilip tek tek yere düşenlere dönüp bakmayarak buz tutmuş naaşlar arasında yürümeye çalışanlar, hiç sonlanmayacak upuzun bir uykuya istemsizce teslim oluyorlardı. Çıkmayan avazlarla bu beyaz ölüm, insanın içini ürperterek ardında sadece gözü yaşlı, kalbi buz kesmiş anneler ve binlerce kefensiz şehit bıraktı. Ben kim miyim? Ben, taşıyım, toprağıyım bu vatanın. Ben vatan uğruna düşen her bir bedenin, akan her bir damla kanın, terin, emeğin karıştığı yerim. Uğruma döktüğünüz kanlar boşa akıtılmış değil... Size minnettarım… Saygılarımla… Vatan Toprağı Yaren Dicle Soysal 11G

Sayfa 96

YAZIN


İç Yazı Başlığı

Amcam' a Ben de böyle ölmek isterdim, senin gibi. Saat sabah beş suları… Elimde kristalinden bir viski bardağı… İnce ince yudumlar boğazımı yakıyor. Aklımda ödenmesi gereken borçlar… Okutmam gereken üç çocuk... Tanrı’ya edilmiş binlerce dua ve alınmamış binlere yanıt... Ama yine de içinde ateşi hiç sönmeyen hayata bağlılığın ve umudun alevi… Sabah saat beş suları... Tek kişilik koltukta, derin düşünceler içinde ben, ölen sen, öldüren de sen… Ufak bir pıhtı, tıkıyor bir anda. Acısız, saliselik, keskin bir ölüm… Ne duyan var, ne gören, ne de yardım isteyen… Ben de senin gibi ölmek isterdim, rahatsız etmeden kimseyi. Yavaştan kalkalım, hesabı. Kalkan ben, kalmak isteyen sen… Kurtulan sen, ama arkanda iki yıl ağlamaktan altına kaçıran kız kardeşin, güçlü olmak zorunda kalan erkek kardeşin, öldüğün söylenmeyen baban, ölümünü umursamayan annen, ailen... Yıllar geçti üstünden ama hâlâ anılıyorsun. Hani ağıtlarla, dualarla, feryat figanlarla değil anılarla, sessizlikle, babamın bizden gizlediği gözyaşlarıyla bir de sorularımıza cevaben söylediği yalanlarla… Ama artık öğrendim. Soru sormamayı öğrendim. Her yıl 6 Aralık günü on yedi yıldır olması gerektiği gibi soru sormayıp odamda oturmam gerektiğini öğrendim. Fotoğraflarına bakıp “Sen kimdin?” demeyi ezberledim. Seni hiç görmemiş olsam da, seni tanımayı öğrendim. Sabah saat beş suları… 1997 yılının 6 Aralık günü viskisini yudumlarken hayata son kez gülümseyen sen, 2014 yılının 6 Aralık günü sabah saat beş sularında sana hitaben bu satırları yazan ben... Yiğithan Bilge 10E

YIL:15 SAYI:15

Sayfa 97


İç Yazı Başlığı

haber GÖLE YAS: BIR BELGESEL FILM, KURUMAKTA OLAN BIR GÖLÜ KURTARABILIR MI? Türkiye’nin yedinci büyük gölü olan ve 14 Ramsar alanı (koruma altına alınan su alanları) arasında yer alan Burdur Gölü kuruyor. Gölün son otuz yılda suyunun üçte birini kaybettiği bildiriliyor.

“Doğduğum göl kuruyor!” Suya sevdalı onlarca gönüllü… “Bir belgesel film, kurumakta olan bir gölü kurtarabilir mi?” sorusuyla yola çıkan Burdurlu bir yönetmen Mehmet Şafak Türkel… Yıllardır uzak kaldığı eski bir dostunu, kurumakta olan Burdur Gölü’nü kurtarmak için sanatçı dostlarıyla göle geri dönen yönetmen Mehmet Şafak Türkel’in çektiği belgesel film Göle Yas TRT Belgesel Yarışması’nda finale kaldı. Film 15 yıl önce sinema okumak için Burdur’dan ayrılan yönetmenin 15 yıl sonra doğduğu gölü kurtarmak, sularında büyüdüğü kırgın dostunun kurumasını önlemek için dostlarıyla verdiği 15 aylık mücadeleyi anlatıyor. 27 Eylül 2014’te proje kapsamında gerçekleşen Su Orucu kampanyası büyük ses getirmiş ve tüm Türkiye’den büyük destek görmüştü. Filmin ilk gösterimi 10 Mayıs Pazar Saat 15.00 ‘te Harbiye TRT Radyo Evi’nde yapıldı. Gösterimin başında Gonca Özmen’in göl için yazdığı iki şiir, Turgay Erdener’in bestesiyle sanatçılar Selva Erdener, Dilek Türkan, Görkem Ezgi Yıldırım ve İbrahim Yazıcı tarafından seslendirildi. Gonca Özmen’in şiirinden Turgay Erdener’in bestelediği bu güzel parçaları Selva Erdener’in sesinden dinleyebilirsiniz.

Sayfa 98

YAZIN



kulüp çalışmalarımızdan...


Terakki Vakfı Okulları

YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2015, SAYI 15

Şiir: Mavi Hırka İkileminde

Öykü İnceleme: Kukla Kayıp Gecikmiş Borç

Söyleşi: Erdal Tosun

Edebi Eleştiri: “Aralık” Üzerine Kırmızı Pazartesi

Dosya: İstanbul’da Bir Merhamet Haftası Mektubunuz Var


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.