Karakutu Edebiyat Dergisi / Sayı:12 / Yıl:2016

Page 1

EDEBİYAT DERGİSİ SAYI:12 YIL:2016

FA N T A S T İ K –I I



KARAKUTU EDEBİYAT DERGİSİ 1. BASKI HAZİRAN 2016 YIL 12, SAYI 12 Sahibi: mehmet GÜNEŞ Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı ali KONBAL Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri elif ŞAHİN elife GENÇ emel KÖSE gamze COŞKUN gülçin ERKMEN gonca ÖZMEN hülya GÜLAÇ hüseyin USKAN sevi ÖZIŞIK sıla AKDENİZ ulviye TAYLAN zahide GÖKTÜRK Yaratıcı Yazarlık Kulübü Öğrencileri Şiir Kulübü Öğrencileri Edebiyat Kulübü Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi- Tepeören Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Kapak Tasarım barış KARABULUT Karakutu’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfı’na aittir. Karakutu para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi ve Fen Lisesi öğrencilerinin “Edebiyat” dergisi Baskı Bilnet Matbaacılık ve Ambalaj San. A.Ş. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi Esenşehir Mah. 1. Cad. No: 16 Ümraniye / İstanbul 444 44 03

KARAKUTU SAYI: 12

1


2

KARAKUTU SAYI: 12


İçindekiler blazonk again

selin BABİLA

yaratılış efsanesi

sena ecem ALTUN

6

çığlık

burcu KUBİLAY

11

valgus

heper AKAR

20

son perde nazlıcan UZUNER

28

dünyayı kurtaran teklif

anday berk ULAŞ

33

sana oyun yasak

ateş yersu GÖK

36

bir peri masalı aforizması

eren kutay BAHTİYAR

37

40

kafesin şarkısı ceren NURAL

4

when I do count the clock that tells the time kompozisyon

terakki lisesi şiir kulübü burcu KUBİLAY

43 44

klasiğin de ötesinde

nazlı hilal KURTAŞ

45

kuşinska

deniz DELEN

60

efrasiyab’ın hikayelerinde fantastik karakterler üzerine

elif almıla KAYA – beril KISALAR

63

biri ambulans çağırsın

selin BABİLA

66

büyük istanbul’da küçük kaçak

ateş yersu GÖK

67

eski dostlar ve tsunami

eren kutay BAHTİYAR

75

max’ın hikayesi

zeynep naz ERHAN

78

gülenay BÖREKÇİ / EGOİST OKUR

83

vera, veronica kimlik bunalımı

selin BABİLA

87

kabus

neden fantastik edebiyat

idil OKATAN

89

birle ikinin hikayesi

selin KAROL

92

iki gözüm üzerinizde

ateş yersu GÖK

95

kefalet

batu kaan DİLAVER

96

KARAKUTU SAYI: 12

3


blazonk again Mutlu insanların çiçekli ev anahtarları olur, benim yok. İyi bir kadın olamadım. Ama kimsenin kadını da olmadım. Önceki hayatımda kelebekmişim. İçtiğim suda çocukluğumun tadı var. Bir kişi bile değilim annem yokken. O her göz yaşımda çiçek açtı benimle. Kalp diyorlar, değil. Bir adamdan çok fikre benzetiyorum seni. Şiddete ve kızıl kadınlara meylin. Ezbere biliniyorsun, haberin yok. Kızım olsa bunu asla anlatamayacağım. Herkes bir gün kendi çocuğundan hikayesini saklar. Ama inan, düşündüm sana gelmeyi. Duvarlar beni sevmezse sen seversin dedim. İnsan korktuğunda anne karnına geri dönmeli Buruk kalbimle uyumaya çalışıyorum. İçimdeki yaşam her an kalacak Ama duvarlarım çok yüksek. Sadece ben değil evlerim de üzgün. Saf hüzündür bu. Attığım dikişi ellerimle söküyorum. Ama iyi şeyler de olmuyor değil. Hiçbir yerinde yoksun güzelliklerin. Bugün saçlarımı keseceğim. Yeni düşmeyi öğrenen basit bir kadınım ben. Bana bırak bütün hastalıklı lafları.

4

KARAKUTU SAYI: 12


Anne de olabilirim çocuk da. Kalbim iki yaşında. Kırk yıllık günah çıkarıyor ellerim. Uçurumlu düşüncelerim var. Acıdan başka bir şey değilim. Hayal kurmaya henüz başlamış gibiyim. Dinlenip dinlenip düşüyorum, dizlerim çiçek gibi. Tüm bıçaklar körelmiş gibi bileklerinden kesiyorum kendimi.

Kanatlarım çıkmıyor ama kötü biri değilim. Kimse öldürdü diye ölmez. Yine de yaşayanlara aşk olsun. Seni barındıracak yerim yok benim. Parka gitmeye hazırlanırken yağmur başlıyor, Üşümüyorum.

selin BABİLA / 12 F

KARAKUTU SAYI: 12

5


yaratılış efsanesi kahramanlar: Hayat: Ana tanrıçadır. Her şeyi Kaos ile yaratmıştır. Kaos’u hapsetmesiyle evrenin ana tanrıçası olmuştur. Merhametli ve saftır. Canlılarını ve yarattıklarını sever. Kaos: Hayat’ın erkek kardeşi olan bu tanrı Hayat ile Evren’i yaratmıştır. Kardeşini önemsemesine rağmen kıskançlığa ve güç hırsına yenik düşmüştür ve Hayat’a karşı savaş açmıştır. Bunun sonunda kafese kapatılmıştır. Güneş: Kibirli bir tanrıdır. İlgi meraklısıdır. İlk yaratılan tanrılardan biridir. Ay ile sık sık tartışırlar. Ay: Sessiz ve alçakgönüllü bir tanrıçadır. Güneş ile sık sık kavga ederler. Toprak: Sert bir tanrıçadır. İnatçı bir kişiliğe sahiptir ve Hayat’ın koyduğu kurallara harfiyen uyar. Hava: Evreni pek umursamayan bir tanrıdır. Kafası rahattır ve dünya yansa hasırı yanmaz. Ateş: Kolay öfkelenen asi bir tanrıdır. Kendine yaratıcı ve hükümdar olarak Hayat yerine Kaos’u görür. Rekabetçidir ve Su ile sık sık tartışır. Su: Ağırbaşlı ve sakin bir tanrıçadır. Zor öfkelenmesine rağmen öfkelendiğinde tam bir yıkım olur. Bu yüzden diğer tanrılar onunla uğraşmamaya dikkat eder. Ateş kadar rekabetçidir. Bu sık sık Ateş ile Su arasında görülen kavgalara veya yarışmalara sebep olur. Ölüm: Bu tanrı bilge, tutarsız ve tarafsız bir tanrıdır. Diğer tanrılar tarafından pek sevilmez ve çoğunlukla dışlanır. İyilik ve kötülük arasındaki gri alanda durur. Uzun yıllar Kaos’un kölesi olduğundan özgürlüğe önem verir. Zaman: Evrenin düzeninden sorumlu tanrıçadır. Kaos eğer kafesten çıkarsa ilk Zaman’ı yok edecektir. Ölüm’ün işlerini kontrol ettiği için çoğunlukla Ölüm’le birliktelerdir. Doğa: Hayat’ın en yakın dostu ve sağ koludur. Merhametlidir fakat gerektiği zaman savaşmayı bilir. …. Başlangıçta iki kardeş vardı. Kaos ilk önce var olandı. Kaos ilk anlarında etrafındaki hiçliğe baktı ve sonsuza kadar yalnız kalacağından korktu. Fakat Hayat hiçlikte kardeşine katılınca korku yerini neşeye bıraktı. Birbirlerinden başka bir şeyleri olmayan iki kardeş hiçlikte yaşamaya başladılar. Yavaş yavaş ikisi de kendilerini tanımaya başladılar. Hayat ellerini uzun, kahverengi saçlarının arasından geçirdi.

6

KARAKUTU SAYI: 12


Bu sırada Kaos şaşkınlıkla kararmış ellerine baktı. Nasıl göründüklerini birbirlerine anlattılar. Hayat’a göre kardeşinin solgun ve siyaha yakın bir teni varmış. Simsiyah gözleri korkutucu bir ışıltıyla parıldıyormuş. Vücudunu sarmalayan siyah kumaş ona daha da korkutucu bir hava katıyormuş. Hayat ise ışıldayan açık kahverengi teni, yeşil uzun elbisesi ile Kaos’a güven veriyor, ister istemez gülümsemesini sağlıyormuş. İki kardeş birbirlerine sahip olsalar da hiçlik onları iyice sıkmaya başladı. Hiçlikte varlık olmaktan daraldılar. Bunun üzerine Hayat bir şey yapabilmek ve bu sıkıntıyı üstlerinden kaldırabilmek için kendileri haricinde varlıkların bulunduğu bir düşünce yarattı. Bu düşüncesini heyecanla abisine anlattı. Oluşabilecek çeşitli görünüşteki ve özellikteki varlıkları anlattı. Kaos kardeşini ilgiyle dinledi, o kadar çok heyecanlandı ki ellerini hızlıca birbirine vurdu. O anda ellerinin arasında göz kamaştırıcı yeni bir şey belirdi. Hayat ile Kaos şaşkınlıkla parlayan şeye bakmak istediler fakat parlak şey onlardan kaçtı. Kendilerinden başka bir şeyi gördükleri için heyecanlanan iki kardeş hemen şimdi bir çizgiye dönüşmüş olan parlak varlığı yakalamaya çalıştılar. Parlak çizgi sandıklarından çok daha hızlıydı fakat Kaos yaratıcılığın verdiği coşku ve güvenle çizginin önüne geçti ve onu bir kere daha ellerine hapsetti. Hayat hemen ona yetişip merakla Kaos’un ellerinde sıkışıp kalan varlığa baktı. Hayat varlığı tutmak istedi ve yavaşça ellerini açtı. Kaos varlığın kaçıp gitmesinde korktu ama yine de çizgiyi kardeşinin ellerine koydu. Parlak çizgi Hayat’ın ellerine değer değmez daha da parlamaya başladı, öyle bir parlaklığa ulaştı ki hiçlik artık hissedilmez oldu. Hayat parlak çizgiyi ışıldattıkça Kaos endişelenmeye başladı. Kardeşinin ellerini tuttu ve aydınlığa yardım etti. En sonunda ilk varlık dayanamadı ve içindeki her şeyi hiçliğin içine boşaltarak onu yok etti. Bu büyük patlamayla daha sonra Hayat’ın ‘Evren’ diyeceği şey yaratılmış oldu. Yaratma yeteneklerini keşfeden Hayat ve Kaos her şeyin oluştuğu aydınlığı hep yaşatmak için yıldızları yarattılar. Parıldayan yıldızlar karanlığı çekilebilir kıldılar. Hayat en parlak yıldızı yarattı ve adını ‘Güneş’ koydu. Kendi eserini izleyen Hayat Güneş’i en sıcak yıldız olarak yaratmasına rağmen onu soğuk ve cansız buldu. Yarattığından memnun kalmayan Hayat nefesini Güneş’e üfledi. Güneş bir anda sıcaklığı ve Hayat’ı hissetti. Işıkların arasında bir şey belirdi. Hayat merakla neye sebep olduğuna bakmak için yaklaştı. O anda sapsarı parıldayan eller ona tutundu. Hayat korkarak geri çekildi, şaşkınlıkla kendi ellerini inceleyen şeye baktı. Kardeşine benziyordu, fakat daha parlak ve sıcaktı. Sarı saçları lüle biçiminde omuzlarına dökülüyordu. Gözlerinin içinde Hayat’ın daha önce görmediği bir derinlik ve ısı vardı. Hayat ilk başta kendini bu gözlere bakmaktan alı koyamadı fakat çok fazla bakınca gözlerin onu ele geçirdiğini hissetti. Hemen başını çevirdi. ‘’Sen de kimsin?’’ dedi bu yeni varlığa. Hâla hayranlıkla karışık bir şaşkınlıkla kendini incelemekte olan varlık Hayat’ı yeni görmüş gibi ona baktı. ‘’Hatırlamıyor musun? Bana Güneş dedin.’’

KARAKUTU SAYI: 12

7


Hayat yarattığı Güneş’e kaçamak bakışlar atarken bir şeyler olduğunu hisseden Kaos yanlarına geldi. Parlak ışık yüzünden bir an etrafı karardı, daha önce hissetmediği sıcaklık onu titretti. Güneş’in etkisinden sıyrılınca Hayat’tan bir açıklama istedi. Hâlâ kendine bakan Güneş’i önemsemedi. Hayat ona heyecanla neler olduğunu, neler yapabildiğini anlattı. Kaos kardeşinin yapabildiklerinden etkilenmişti, fakat içinde yabancı bir duygu daha kabardı. Buna daha sonra ‘kıskançlık’ denilecekti. Kardeşi bu kadar etkileyici bir şey yaratabilmişti. Peki ya o? Hayat’a döndü. ‘’Fazla parlak, fazla sıcak.’’ dedi yavaşça. Hayat’ın gülümsemesi soldu, ‘’Onu yok etmemi mi istiyorsun?’’. Kaos başını salladı, ‘’Hayır ama yarattığımız bu yerde denge olmalı.’’ Kaos Güneş’ten uzaklaştı ve bu sıcaklığın tersini yaratmaya çalıştı. Uğraşlardan sonra önlerinde gri bir taş parçası belirdi. Kaos yarattığı taş parçasının Güneş gibi olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Hayat abisi için kaya parçasına nefesini üfledi ve yaratılana ‘Ay’ adını verdi. Hayat’ın nefesinin değmesiyle Ay’ın yüzeyinde yeni bir varlık belirdi. Uzun gri saçları beline kadar uzanıyordu. Ay kendini incelemeden önce etrafına bakınarak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Güneş’in aksine parıldamıyordu, adeta karanlıkta kaybolmuştu. Hayat bu varlığın kaybolmasını istemedi, hemen Güneş’in yanına gitti ve ondan ışığını vermesini rica etti. Güneş hayallerinden uyanarak Hayat’a baktı. ‘’Bu benim ışığım, kendimden bir parçayı veremem.’’ dedi sertçe. Hayat şaşırdı, ‘’Lütfen Güneş, Ay’ı karanlıkta bırakamayız. Yoksa yitip gider bu siyahlıkta.’’ Fakat Güneş kendinden bir parçanın verilmesine bir türlü razı olmadı. Kaos yardıma gelerek ‘’Hayat seni kendi nefesinden yarattı. Seni yarattığı gibi kolaylıkla seni hiçliğe atabilir. Şimdi hemen onun dediğini yap ve buraya denge getirmemize yardımcı ol.’’ dedi korkutucu sesiyle. Şimdi titreme sırası Güneş’teydi. Korkuyla ışığını Ay’a vermeye razı oldu. Ay ona verilen ışığı ellerinde tuttu. Kaya parçasıyla birlikte saçları ve yüzü bembeyaz bir ışıkla ışıldadı. Şimdi görülebilen gözleri Güneş’in gözlerinden çok daha farklıydı. Bu gözler Hayat’ı ısıtmıyor, aksine onu üşütüyor ve korkutuyordu. Arkasını dönmek istese de yapamadı, sanki esir alınmıştı. Fakat Ay’a baktıkça bir şeyler değişti. Ay’ın gülümsemesiyle Hayat’ın titremesi geçti. Ay’dan korkmadı, bakışlarını kaçırmaya çalışmadı; aksine doyasıya bakmak istedi Kaos’tan doğan ve Hayat’la can bulan bu varlığa. Kaos da eserlerinden ve oluşan dengeden memnun bir biçimde gülümsedi. Hayat hemen abisinin yanına geldi ‘’Şu yaptığımıza bak! Ne kadar da güzel, ne kadar da ışıl ışıl! O yaratılan donuk gezegenlerden çok daha iyi. Gel kardeşim, bak güçlerimiz birleştirdiğimizde neler oldu. El ele verelim ve muhteşem bir şey yaratalım. Şu ana kadar yaptığımız her şeyden daha iyi olsun bu. Bu gezegene türlü türlü sıcaklık ve ışık yerleştirelim. En güzel varlıklarımızı buraya koyalım. Süsleyip donatalım burayı.’’ Kaos bu fikre katıldı, kardeşinin elini tuttu. Evren’i yarattıkları an gibi ilk önce Hayat bir düşünce yarattı, Kaos ışığı. Düşünce ile ışık birleşti, ilk başta fokurdayan kahverengi bir top oluştu. Hayat ile Kaos var güçleriyle bu topu şekillendirdiler. En

8

KARAKUTU SAYI: 12


sonunda kahverengi topun fokurdaması geçti, basık bir küre şeklini aldı. Hayat bu gezegeni süslemek istedi. İlk önce saçının bir telini kopardı ve gezegene bıraktı. Tel akarak suyu oluşturdu. Su Tanrıçası gezegene adım atar atmaz istediği alanları kapladı, gezegenin çoğunu maviye boyadı. Sonra Hayat elbisesini silkeledi. Yere düşen parçalardan Toprak Tanrıça’sı doğdu ve suyun olmadığı yerlere serpildi. Hayat nefesini üfledi, nefesi bütün gezegeni kapladı. Böylece Hava Tanrısı yaratılmış oldu. Son olarak Hayat parmaklarını şaklattı, parmaklarının arasında Ateş Tanrısı belirdi. Ateş gezegene indi fakat yerleşecek yer bulamadı. Bir o yanda bir bu yanda dolaştı durdu, Hayat’a ona yer vermediği için kızdı. Hayat süslenen gezegene ‘Dünya’ adını verdi. Hayat gezegenini donattı fakat yine de bir şeyler eksik gibiydi. Gözlerini kapatıp elini ileriye uzattı. Ay, hatta Güneş bile bu olayı merakla izliyordu. Derin bir nefes aldı, elinde yeşil bir ışık küresi belirdi. Işık küresini eline alan Hayat gözlerini kapadı ve düşüncesini küreye aşıladı. Küre parıldadı ve kahverengi gezegene düştü. Hayat ve Kaos hemen ışıltının peşinden gittiler. Tam Güneş de merakına yenilip onları takip edecekti ki Ay bunun tehlikeli olacağını söyleyip onu durdurdu. Bu iş Güneş’in hoşuna gitmese de omuz silkip kendini izlemeye devam etti. Bu sırada Hayat ile Kaos düşen ışık küresinin oluşturduğu küçük kratere gelmişlerdi. Top ilk başta kıvranmaya başladı. Hayat neler olacağını merakla izlerken Kaos daha çok endişeliydi. Küre kıpırdanmayı kesti. Beyaz ve şeffaf yüzeyinde bir çatlak oluştu. Küre yine kıpırdanmaya başlayınca çatlak iyice büyüdü ve en sonunda küre ikiye ayrıldı. Kürenin içinden bir ip süzüldü. Hayat ipin cansız ve soğuk olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğradı. Fakat Kaos ipi işaret etti, “Bak! Hareket ediyor.’’ Hayal kırıklığı, yerini sevince bıraktı ve Hayat hemen hareketli varlığı eline aldı. Varlık sürünmeye çalıştı fakat sürekli Hayat’ın avucunun içine kayıp duydu. Hayat yaratılan ilk bağımsız canlıya baktı. Adını ‘Yılan’ koydu. Hayat yılanı kahverengi zemine geri bıraktı ve onun sürünmesini izledi. Yılan Hayat’ın yaratacağı binlerce canlıdan ilki olacaktı. Hayat her seferinde kendinden bir parçayı feda ederek çeşitli canlılar oluşturmaya devam etti. Kimi canlıya ayak verdi ki Toprak’ta yürüyebilsinler, kimine kanat verdi ki Hava’da uçabilsinler. Hayat her defasında farklı bir canlı yaratarak gezegeni can ve yaşamla doldurdu. Bu canlıları koruması için Doğa’yı yarattı. Doğa Hayat’ın emrinde bütün canlılara göz kulak oluyor, aynı zamanda gezegendeki Su, Toprak, Hava ve Ateş’i denetliyordu. Fakat Hayat’ın çok sevdiği bu canlıların yaratılışının bedeli ağır oldu. Her defasında kendini feda ederek gittikçe güçsüzleşti, önceden ışıldayan gülümsemesi soldu. Kaos yaratılan her yeni canlıya kardeşinin katili gözüyle bakmaya başladı. En sonunda Hayat’ı bu halde görmeye dayanamayan Kaos karşısına çıktı ve kaçtığı acı gerçeği Hayat’ın yüzüne çarptı. Hayat yorgunluğuna rağmen canlıları yok etmeyi reddetti. KARAKUTU SAYI: 12

9


Kaos başka bir öneride bulundu. Hayat’tan bir parçasını istedi. Hayat kardeşinin planını anlamasa da ona elinden özünü, parçasını verdi. Yeşil küreyi eline alan Kaos gözlerini kapadı ve kardeşini kurtarmak için bütün gücünü odakladı. Yeşil ışık siyaha döndü, Hayat evrende daha önce olmayan bir şeyi gördü. Karanlık içine işlemiş gibi titredi, Kaos bunu hissedip gözlerini açtı. O anda siyah ışık yer yer beyaza dönüştü. Kaos en sonunda küreyi yavaşça yere bıraktı ve yardım etmek için kardeşinin yanına koştu. Ayakta durmakta zorlanan Hayat’ı tuttuğu an küre ışıklarının arasında kayboldu. Işıklar dinince çömelmiş bir figür ortaya çıktı. Hayat kardeşine tutunarak doğruldu ve bu yeni varlığı inceledi. Bedeni siyah, bol bir cüppeyle örtülmüştü. Başı kapüşonla kapalıydı. Yerinden kalkmadı fakat başını iki yana çevirdi, sanki nerede olduğunu idrak etmeye çalışıyordu. Hayat onun nasıl bu kadar karanlık olabileceğini düşünüyordu ki varlık ayağa kalktı. Bu sırada sırtındaki iki bembeyaz kanat tüm görkemleriyle açıldı. Cüppesinin altından çıkan soluk tenli elleriyle kapüşonunu arkaya doğru attı ve yüzünü ortaya çıkardı. Etrafa şaşkınlıkla bakan simsiyah gözleri ve kanatlarının yanında biraz daha gri kalan saçları ortaya çıktı. Boğucu, karanlık gözleri ve şaşırtıcı biçimde Hayat’a huzur veren saçları, soluk teniyle bir tezat oluşturuyordu. Etrafını incelerken gözü Hayat ile Kaos’a takıldı. Bir şey söylemek için ağzını açtı ama sözleri kendi çığlığıyla kesildi. Kaos Hayat’ı bırakmış, elini varlığa doğru kaldırmıştı. ‘’Sana ‘Ölüm’ adını bahşediyorum.’’ dedi korkutucu sesiyle. Elinin havaya kalkmasıyla Ölüm’e doğru fırlayan siyah kalın zincirler Ölüm’ü olduğu kadar Hayat’ı da dehşete düşürmüştü. Ölüm çaresizce boğazına takılan tasmayı çıkarmaya çalıştı fakat Kaos’un elini daha da havaya kaldırmasıyla bir anda zincir parıldadı ve Ölüm’ün çığlığı daha da yükseldi. Parıldayan zincir, sarmaladığı boğazını ve kanatlarını yakıyordu. Kaos’un elini indirmesiyle Ölüm de yere yığıldı. Hayat kardeşinin karşısına geçti ‘’Ne yapıyorsun sen? Acı çekiyor görmüyor musun?’’. Kaos Ölüm’ünkinden daha siyah gözlerle Hayat’a baktı. ‘’Ona itaat etmeyi öğretiyorum.’’ dedi ve kardeşini bir kenara itti. Çaresizce kanatlarını çırpıp zincirlerinden kurtulmaya çalışan Ölüm’ün yanına gitti. Elini havaya kaldırmasıyla zincirler yine parıldadı ve Ölüm tekrar acı dolu bir çığlık kopardı. Başını ellerinin arasına aldı ve kanatlarıyla kendini sarmaladı, acının geçebileceğini umdu fakat onu yakan zincirler umudunu da yaktı. Kaos en sonunda elini indirdi. Yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. Nefret ettiği bütün canlıların acısını Ölüm’den çıkarıyordu. Kardeşini öldüren her bir varlık önünde diz çöküyordu sanki. ‘’Artık senin efendin benim. Sen benim kölemsin ve bana itaat edeceksin. Eğer etmezsen bu evrenin görmediği acıları hisseder ve bu evrenin duymadığı çığlıklar atarsın.’’ Ölüm kendini zorlayarak görüşünü bulanıklaştıran acıya rağmen başını kaldırarak Kaos’a baktı. ‘’Kölen olmam için mi yarattın beni? Acı çektirmek için mi?’’ Kaos cevap veremeden Hayat araya girdi. O da Ölüm gibi çömeldi. O sırada Ölüm’ün

10

KARAKUTU SAYI: 12


kendine doladığı kanatları fark etti. Kaos ile karşılaşmadan önce bembeyaz olan kanatlar şimdi yanmıştı. Hala ortaları beyazlığını korusa da uçları kömür karası olmuş ve alevin dumanı bazı yerlerini griye boyamıştı. Kardeşine döndü ‘’Onunla ne yapmayı planlıyorsun?’’. Sesi korkudan ve şaşkınlıktan titriyordu. Kaos’un elinde Ölüm’ü tutan zincir gibi parıldayan bir hançer belirdi. Ölüm’e ilerledi, hançeri ona uzatarak ‘’Bu silahı sana veriyorum. Artık senin görevin kardeşimden bir parçaya sahip olan her canlıdan ona ait olanı geri almaktır.’’ Yüzünde dehşetle ayağa kalkan kardeşine döndü ‘’Merak etme kardeşim, hemen değil. Canlıların yok olmayacak, sadece sana geri dönecekler böylece sen daha fazlasını yaratabileceksin. Sakın üzülme.’’ Hayat bunun tek çözüm olduğunu kabullenerek mecburen sesini çıkarmadı. Ölüm ona uzatılan hançeri almak zorunda kaldı. Kapüşonunu giyerek Kaos’un emirleri doğrultusunda yılanın canını aldı ve elinde yeşil bir küreyle geri döndü. Hayat ilk canlının eski haline döndüğünü görünce bir gözyaşı akıttı. Gözyaşını avuçlarına alarak onu küçük bir torba haline getirdi. Yeşil küreyi kendine katarken yılanın ruhunu ‘Arvandor’ adı verdiği torbasına koydu. Bu torbada yılanın ruhu sonsuza kadar kahverengi zeminde süründü. Ölüm canlıların canlarını alıyordu fakat Güneş ve Ay’a dokunmama emri almıştı. Güneş ve Ay Dünya’nın bekçileri olarak atanmışlardı. Sürekli çıkan kavgalarına, Güneş’in dikkatsizliğine ve Ay’ın zayıf ışığına rağmen şu ana kadar Dünya’da bir sorun çıkmamıştı. Bu sırada Ölüm Kaos tarafından belirlenen canlıların canını alıyor ve Hayat’ın yanına dönüyordu. Kapüşonunu hiç çıkarmıyor, hiç konuşmuyordu. Hayat ona acıyordu fakat en iyi çözümün bu olduğunu düşünüyor ve Kaos ile çatışmak istemiyordu. Kaos Evren’deki düzen ve dengeden memnundu. Fakat yine de içi rahat değildi. Kardeşi iyileşince canlılara olan öfkesinin ve nefretinin dineceğini sanmıştı fakat canlılar arttıkça içinde olan bu duygunun sandığından başka bir şey olduğunu anladı. Bu kıskançlıktı. İçindeki düşünceler onun huzurunu kaçırıyor, düzenden bile zevk alamamasına neden oluyordu. En sonunda içinde büyüyen bu duyguya teslim oldu. Kardeşinin yaptığı gibi odaklandı ve bir düşünce yarattı. Elinden ışıldayan bir küre çıktı, fakat kardeşininki gibi içini ısıtan bir yeşille ışıldamıyordu. Hayat’ın kürelerini görenler içinden iyi bir şey çıkacaklarını bilirlerdi. Yeşil parıltılar adeta görenlere de can aşılardı. Kaos’un küresi ise aksine evrenin görebileceği en derin siyahla ışıldıyordu. Ölüm’ün gözleri bile bu karanlığın yanında ‘huzurlu’ sıfatını alırdı. Kıskançlığın daha da kararttığı küre sonunda Kaos’un elinden fırladı ve zemine bir gülle gibi çarptı. Küre çatırdadı ve içinden bir yaratık çıktı. Kaos’un beklediği bu değildi. Kürenin içinden biçimsiz ağzından bir kapan gibi çıkan uzun ve sivri dişleri olan, boz ve hardal renkli tüyleri olan bir canavar çıkmıştı. Gözleri Kaos’un yaratığı olduğunu simgelercesine simsiyahtı. Uzun kahverengi kirpikleri ve zikzak şeklinde toprak rengi kalın kaşları vardı. Çubuk kadar ince ve çarpık bir KARAKUTU SAYI: 12

11


gövdenin üstünde ayağa kalkmaya çalıştı. Kaos’a bakarak kükredi ve ağzından bir yumak tüy çıktı. Kaos bu yaratığa iğrenerek baktı, onun yaratmak istediği bu değildi. Bu yaratıktan utanarak Ölüm’ü çağırdı. Ölüm hemen gelerek efendisinin önünde diz çöktü. Normalde başı öne eğik olurdu ama bu yaratığı görünce merakı yanan zincirlerin acısına ağır bastı, kendini tereddütlü bakışlar atmaktan alıkoyamadı. Kaos bir anda elini kaldırdı, Ölüm cezalandırılacağını düşünerek hemen başını öne eğdi ve kanatlarını kendine sardı. Beklediği acı ve yanma gelmeyince Kaos’a bakma cesaretini gösterdi. Efendisi elini ona acı vermek için değil, önünde duran tuhaf yaratığı göstermek için kaldırmıştı. ‘’Şu canavarı öldürmeni emrediyorum. Çabuk ol!’’. Ölüm hemen hançerini kemerinden çıkardı ve yaratığa doğru sessizce sokuldu. Eliyle yaratığın omzundan tutmasıyla çığlık atan ve yumak fırlatan yaratık sakinleşti. ‘’Merak etme.’’ Diye fısıldadı. ‘’İyi olacaksın.’’. Ölüm bu sözlere kendi de inanmasa yaratığı korkutmak istemiyordu. Hançerini kaldırdı, tam saplayacaktı ki durdu. Bunu gören Kaos sabırsızlanarak ‘’Neyi bekliyorsun?’’ dedi. Ölüm kafası karışmış bir şekilde yaratığı bıraktı. Diz çökerek efendisine döndü ‘’Canlıların canlarını ancak hançerimi kalplerine sapladığımda alabilirim. Fakat bu canlının bir kalbi yok. Onun canını alamam.’’ Kaos sinirlendi ve tekrar elini kaldırdı. Ölüm beklediği acının gelmesiyle yere yığıldı, yanan kanatlarını kendisine doladı. Kaos elini indirdi fakat Ölüm yerden doğrulmadı. Kaos öfkeyle yaratığı başından kavradı. Yaratık o huzurlu transtan uyanarak çığlık atmaya devam etti. Kaos bir elinden karanlık ateşler çıkardı ve o ateşlerden bir torba yarattı. Bu torbanın içine ayrı bir evren yarattı ve yaratığı ‘Naurpalurin’ adı verdiği torbasına hapsetti. Öfkesine yenik düşen Kaos Ölüm’ün adını haykırdı. Efendisinin öfkesini zincirlerinde hisseden Ölüm hemen diz çöktü. Kaos ona döndü. ‘’Bana bir şey getirmeni istiyorum. Canlılardan topladığın Hayat’ın özünü bana getireceksin. Bir canlınınki şimdilik yeter. Hayat’ın bundan haberi olmayacak.’’ dedi ellerini arkasında kavuşturarak. Ölüm kafasını kaldırma cesaretini gösterdi. ‘’Bunu neden istiyorsunuz? Canları Hayat’a götürmem gerekirdi, hem kardeşiniz özünün eksikliğini anlar, güçsüz düşer.’’ Kaos ona isyan eden Ölüm’e sinirlendi ve elini havaya kaldırmasıyla Ölüm yine acıyla diz çöktü. ‘’Dediğimi yapacaksın dedim! Küçük bir özün kardeşime etkisi olmaz. Eğer bir daha isyan edersen kanatlarını küle dönüştürürüm!’’ Ölüm Kaos’un gerçekten bunu yapabileceğini bildiğinden kafasını salladı. Acıyı göz ardı etmeye çalışırken boynundaki tasmayla Dünya’ya uçtu. Yürüyen bir canlının yanına sessizce sokuldu. Canlı onu hissedemeden Ölüm onu ince parmaklarıyla kavradı. Canlı bu dokunuşun etkisiyle ilk önce yalpaladı, Ölüm onu iki eliyle zemine yatırdı. ‘’Merak etme.’’ dedi güven veren bir fısıltıyla. ‘İyi olacaksın’ demeye, yalan söylemeye dili varmadı. Hançerini çıkarıp canlının kalbine sapladı. Canlı son bir inleme çıkardı ve cansız bedeni yere yığıldı, Ölüm canı alarak Kaos’un 12

KARAKUTU SAYI: 12


yanına döndü. Kaos Ölüm’ün getirdiği canı gözlerinde tehlikeli bir pırıltıyla eline aldı. İşte bu onun daha iyi olmasını sağlayacaktı. Öyle güçlü ve görkemli bir canlı yaratacaktı ki Hayat’ın canlıları onun yanında hiçlik gibi kalacaktı. Kaos bu düşüncelerini yeşil küreye aşıladı ve kürenin kararmasını izledi. Ölüm de bir köşede korkarak olanları izliyordu. Kaos’un elindeki bu küre de bir gülle gibi zemine düştü ve çatırdadı. Ölüm içinden kendi yaratılışını anımsıyor, burada bir şeylerin yanlış olduğunu seziyordu. Kaos ise sabırsızlanıyor, bir yandan da kıskançlık ve öfkeyle titriyordu. En sonunda küre çatladı ve siyah ışığın ardından başka bir yaratık belirdi. Bu yaratık öncekinden daha iyiydi kuşkusuz, fakat yine de Ölüm’ü titretmişti. Kaos öfkeyle yaratığı havaya kaldırdı. Tombul bacakları ve kolları gövdesine orantısız bir biçimde yapışmıştı. Boynu yoktu, elips şeklinde kafası fazla soldaydı. Başının ortasında tek gözü vardı. Kafasının iki yanında ise ağızları salyalar akıtıyordu. Kaos umutsuzluk içinde yaratığını yere bıraktı ve başını ellerinin arasına aldı. ‘’Oysaki Ölüm’ü ben yarattım, neden bu sefer olmadı? Neden yapamıyorum, ne sorunum var?’’ Bu sırada Ölüm endişeli bir tavırla efendisine bakıyordu ancak efendisi ona yeniden seslendiğinde ayağa kalkabildi. Kaos ondan daha fazla can getirmesini emretti. Bu sefer olmamıştı belki ama Hayat da ilk denemesinde yapamamıştı. Belki biraz daha denerse, şu şeyi değiştirip şöyle yaparsa başarıya ulaşırdı. Kaos bu düşüncelerde kaybolmuşken Ölüm efendisine boyun eğdi ve istediği canları ona getirdi. Ölüm’ün aldığı her can Kaos’un başka bir başarısızlığına ve Naurpalurin’de gezen başka bir yaratığa dönüştü. Geri gelmeyen her can Hayat’ı güçsüz düşürdü ve içindeki kuşkuyu büyüttü Yoksa kardeşi ona ihanet mi etmişti? Canları nereye gidiyordu? En sonunda içindeki kuşkuya dayanamadı ve Ölüm’ü kendine çağırdı. Ölüm iki cephede kaldığını anladı. Kaos’a durumu haber vermekten başka çaresi yoktu. Kaos ilk başta sinirlendi fakat sonra Ölüm’ün gitmesine izin verdi. Hayat Ölüm’ü huzurunda görünce gülümsedi. O an Ölüm, Tanrıça’nın ne kadar yorgun olduğunu gördü. Huzurunda diz çöktü ve başını eğdi. Hayat elini Ölüm’ün çenesine koyarak başını kaldırdı. Ölüm ona yapılan bu merhametli dokunuş karşısında titredi, kanatlarını açtı. Hayat Ölüm’ün siyah gözlerine baktı ‘’Bana doğruyu söyle.’’ dedi yumuşak sesiyle. ‘’Canlarımı kime götürüyorsun?’’ bir anda sesi boğuklaştı, merhametin yerini zulüm; sıcaklığın yerini acı aldı. Ölüm kendini Hayat’ın elinden kurtardı ve geri çekildi. ‘’Kaos’a’’ dedi panik içinde. ‘’Benden canları ona götürmemi istiyor.’’ Hayat kaçan Ölüm’e doğru ilerledi ‘’Ne yapmak için? Kardeşim bana karşı ne planlıyor?’’ Ölüm bir yandan gerileyerek ‘’Bir canlı yaratmak istiyor. Seninkilerden çok daha güçlü ve görkemli bir canlı. Fakat yaratıkları çirkin ve korkunç oluyorlar. Bunun için senin özünden gittikçe daha çok istiyor.’’ Hayat durdu, ‘’Demek öyle. Ne cüretle beni geçmeye kalkışır? Eşit olduğumuzu birlik olduğumuzu sanmıştım. KARAKUTU SAYI: 12

13


Demek ki yanılmışım, demek ki o benim yoldaşım değil düşmanımmış.’’ Ölüm onun gözlerinde de Kaos’ta gördüğü öfke ve kıskançlığı gördü. Oradan kaçmak istedi ve kanatlarını çırptı. O sırada Hayat kolunu kaldırdı ve Ölüm’e durmasını emretti. Ölüm havada asılı kaldı. Hayat gözlerini kapadı. Ölüm sonun geldiğinden emin bir şekilde direnmeyi bırakmıştı fakat beklediği olmadı. Aslında son gelmişti ama gelen onun sonu değil, köleliğin sonuydu. Ölüm boynundaki ağırlığın düştüğünü hissetti. Çevresine baktığında siyah zincirlerin ondan ayrılmış olduğunu gördü. Yaratıldığı ilk an hariç hiç bu kadar hafif hissetmemişti. Hafiflemenin etkisiyle ilk başta sarsıldı fakat sonradan dengesini toparladı. Olanların bir aldatmaca olmasından korkarak Hayat’a baktı. Hayat’ın gözlerinde başka bir duygu vardı, daha önce görülmemiş. Hayat utanıyordu ‘’Kardeşimin seni köle yapmasına asla izin vermemeliydim. Tek çözümün bu olduğunu düşündüm ve senin acı çekmene izin verdim. Üzgünüm.’’ Ölüm Hayat’ın yanına indi. ‘’Benim acı çekmemi izledin. Neden şimdi?’’ Hayat bu soru karşısında arkasını döndü ‘’Çünkü artık kardeşime karşı çıkabiliyorum.’’ dedi ve elini kaldırdı. Doğa hemen yanında belirdi. ‘’Hazırlan.’’ dedi kısaca. Ölüm kafası karışmış bir şekilde Doğa’nın gitmesini izledi. Hayat ona döndü ‘’Gitmene ancak tek bir şartla izin veririm. Ortalıktan kaybolacaksın. Kimse seni bulamayacak, özellikle kardeşim.’’ Ölüm kafasını salladı. Hayat iç çekti ‘’Ve gitmeden önce senden son bir isteğim var Ölüm. Bana hançerini vereceksin. Bütün bunlar bittiğinde görevine döneceksin ve hançer senin olacak fakat şimdilik ona ihtiyacım var.’’ Ölüm itiraz etmeden hançeri Hayat’a teslim etti. Gitmeden önce ‘’Bunu yapmak zorunda değilsin. Savaşa girmek zorunda değilsin.’’ Hayat tekrar iç çekti ‘’Bana başka bir seçenek bırakmadı.’’ Ölüm bunun doğru olmadığını düşünüyordu fakat sesini çıkarmadı. Özgürlüğün baş döndürücü hissiyle birlikte kanatlarını açtı ve kimsenin onu bulamayacağı bir yere sığındı. … Artık savaş başlamıştı. Öyle büyük bir savaş oldu ki Güneş ışıldamayı kesti, Ay karanlıklara saklandı. Bazı gezegenler yok oldu, Hayat tarafından konulan adları bile hatırlanmadı sonraları. Kaos Naulpalurin’deki bütün canavarlarını serbest bıraktı ve Hayat’ın üstüne saldı. Hayat Dünya’ya güvendi. En güvenilir komutanı Doğa savaşı yönetti. Ölüm’ün hançeriyle Dünya’da yaşayan birçok canlının canı alındı, bu canlardan büyük bir ordu yaratıldı. Hayat ile Kaos, iki kardeş, iki yoldaş savaş alanında karşı karşıya geldi. Merhametler ve anılar bir kenara itildi. Ordular kıyasıya çarpıştı, Evren iki yaratıcısının çarpışmasıyla yok olma eşiğine geldi. Dünya’da ise şaşırtıcı bir ihanet yaşandı. Normalde kendi halinde gezinen Ateş bir anda büyük bir ormanı yakmaya kalkıştı. Canlılar dört bir yana kaçıştı. Meşgul olan Doğa bununla ilgilenme işini diğer Tanrı ve Tanrıçalara verdi. Su rakibini son bir kez yenmenin hazzı ve burukluğuyla saldırdı. Hava çıkan dumandan sinirlenerek 14

KARAKUTU SAYI: 12


esti ve gürledi. Toprak yıktı ve parçaladı. Ateş en sonunda yenildi ama bedeli ağır oldu. Toprak ve Su yerlerini tamamen değiştirdi. Çıkan karmaşadan Hava siyaha büründü. Canlıların birçoğu öldü, özlerini Toprak ve Hava el ele vererek topladılar ve sonuca bakmak için gelen Doğa’ya teslim ettiler. Ateş Hayat tarafından bizzat cezaya çarptırıldı. Sonradan öğrenildi ki o Kaos’un tarafındaymış. Ona yer vermeyen Hayat’a öfkesi onu bir hain yapmış, Kaos’un vaatlerine kanmış ve en iyi yaptığı şeyi yapmış: Yakıp yıkmış. Bir sonsuzluk süren ve bitmeyeceği düşünülen savaş nihayet bitti; zafer Hayat’ındı. Güneş tekrar hayran hayran kendisini izlemek için ışıldadı, Ay karanlığından çıktı. Hayat yenilmiş orduyu hemen Naurpalurin’e geri yolladı. Sonra kardeşinin karşısına dikildi. İkisi arasında tek kelime geçmedi, ikisi de yastaydı çünkü. İkisi de ölen kardeşleri için yas tutuyorlar, bir yabancıyla konuşmayı reddediyorlardı. Bir galip olarak Hayat yapması gerekeni yaptı ve Kaos’u Arvandor’da yarattığı bir kafesin içine koydu. Aslında Arvandor işleri bitmiş canlıların dinlenme ve keyif çatma yerleri olarak bilinir fakat Kaos için bu tam tersi olmuştu: Sonsuz bir acı çekme ve yalnızlığa terk edilme. Kendi kaosunda yaşıyordu o artık, düzenden mahrum bırakılmıştı. Ateş ise Dünya’nın derinliklerine, Su ve Toprak’ın altına hapsedildi. Fakat bu hapisten ara sıra dış dünyaya göz atmayı başaran Ateş ortaya çıktıkça onu yenen Hava, Su ve Toprak’a olabildiğince zarar vermeden geri dönmez oldu. Su’yun fikriyle firari Ateş’e ‘lav’ adı verildi ve önlenmesi için her şey yapıldı. Cezalandırmalardan sonra Hayat’ın diğer işi savaştan sonra bozulan düzeni tekrar geri getirmekti. Eskiden bu işlerden abisi sorumlu olduğundan yeni biri gerekiyordu. Ordusunun canları ona geri döndüğünden artık daha güçlüydü. Buna da güvenerek gözlerini kapadı ve elinden yeşil bir küre çıktı. Yeşil küreye iyice odaklandı ve ona düşüncesini aktardı. Küre gözleri kör edecek ve Güneş’i kıskandıracak şekilde ışıldadı. Sonra hafifçe yere kondu fakat orada fazla kalmayarak havalandı. Işıkların arasından küre yok oldu ve yerine bir figür belirdi. Işıklar dinince figür ayağa kalktı ve şaşkınlıkla etrafına bakmaya başladı. Üstünde biraz bol gelen, bütün vücudunu kaplayan koyu mavi bir elbise giymişti. Simsiyah ve düz saçları göğsüne kadar uzanıyordu. Gözleri elbisesinden daha açık bir maviyle parıldıyordu. Gözleri Hayat’a takıldı. Yavaşça ‘’Neredeyim ben?’’ dedi. Hayat gülümsedi. ‘’Evrendesin. Ben senin yaratıcınım ve adını ‘Zaman’ koyuyorum.’’ dedi. Ellerinde bir anların akışını gösteren bir anlar sayacı yarattı ve bunu Zaman’a verdi. ‘’Bu senin olacak, bu sayaçla evrenin düzenini ve işleyişini sen kontrol edeceksin. Emirlerini benden alacaksın ve kargaşa gördüğünde onu kendi düzenine geri getireceksin. Şimdi sana ilk görevini veriyorum. Evrenin bulunamayacak karanlık köşesinde gizlenmiş biri var. Kardeşimin eski kölesi ve artık senin yardımcın. Ona git ve savaşın sona erdiğini söyle. Ona artık senin için çalışacağını söyle ve onu buraya getir.’’ Zaman başını salladı. Gitmek üzereyken

KARAKUTU SAYI: 12

15


Hayat onu durdurdu ve elindeki hançeri ona verdi. ‘’Ona ait olanı ona geri ver.’’ dedi. Zaman bir elinde hançer, diğer elinde sayaçla gizemli varlığı aramaya gitti. Evrende düzenin tekrar başlaması için Zaman’ın sayacı çalıştırması gerekiyordu. Fakat o beklemeye karar verdi. İlk başta verilen görevi tamamlamalıydı. Uzun aramalardan sonra onu evrenin sonundaki unutulmuş, karanlık bir gezegende buldu. Zaman’ı gören Ölüm önce ürktü ve karanlığa iyice gizlendi. Zaman ‘’Benden korkma. Beni Hayat gönderdi. Sana ait olan bir şeyi getirdim.’’ dedi hançeri dikkatlice önüne bırakarak. Hançerini hisseden Ölüm karanlıktan çıktı ve yerdeki hançerini aldı. Ürkekçe kanatlarını açtı ve ‘’Sen kimsin?’’ diye sordu. Zaman gördüğü kanatlardan büyülenmişti. Hiç böyle bir beyazlığı görmemişti fakat kararmış ve grileşmiş uçları da gözünden kaçmamıştı. ‘’Ben Zaman’ım. Sana savaşın bittiğini söylemek için geldim. Kaos hapsedildi ve orduları sürüldü. Ben evrenin yeni düzen sağlayıcısıyım. Hayat’ın emirleri doğrultusunda artık benim sözüme uyacaksın.’’ Ölüm geri çekildi ‘’Hayır.’’ dedi sertçe. ‘’Hayat beni Kaos’un köleliğinden azat edip başkasının köleliğine mi veriyor? Ben artık özgürüm, kurtuldum zincirlerimden. Git buradan ve onlara Ölüm’ün bir daha tutsak olmayacağını söyle!’’ Zaman şaşırdı ve ne yapacağını bilemedi. ‘’Köle mi? Ah! hayır Ölüm, sen bir köle değilsin. Benim dediklerim doğrultusunda görevine devam etmek zorundasın ama bu senin özgür olmadığın anlamına gelmez. Sana söz veriyorum, özgürlüğünü elinden almayacağım. Senin efendin değil, ortağın olacağım.’’ dedi umutsuzca. Ölüm’e doğru ilerledi. Tam önünde durduğunda fark etti onun hiç yüzünü görmediğini. Siyah kapüşonu yüzünü sürekli gizlemişti. İçini dolduran meraka yenik düştü, ‘’İzin verir misin?’’ dedi yavaşça. Ne yapmaya çalıştığını anlayan Ölüm kafasını salladı. Zaman elleriyle Ölüm’ün kapüşonunu geriye attı ve Kaos’un hükmü boyunca gizli kalan yüzünü ortaya çıkardı. “İlk başta siyah gözlerinden korksa da genel olarak yüzünde açıklayamadığı bir huzur sezdi. Kırık beyaz saçları kanatları gibi kölelikten nasibini almış ve griye dönmeye başlamıştı. Ölüm de o zaman Zaman’ı ilk defa doğru düzgün görebildi. Gülümseyişindeki masumiyeti ve gözlerindeki kararlığı gördü. Derin bir nefes aldı, Zaman’ın ona gerçekten kölesi gibi davranmayacağı ne malumdu? ‘’Güven bana, lütfen.’’ Sözler Zaman’ın ağzından bir yalvarış gibi çıkmıştı. Ölüm kararını verdi ‘’Pekala, görevimi yaparken senin emirlerini uygulayacağım. Fakat bunun dışında özgürlüğümü benden alamazsın. Beni cezalandıramazsın.’’ Zaman başını sallayarak bütün bu koşulları kabul etti. Ölüm’ün soluk elini tuttu. Ölüm bundan tedirgin olarak ‘’Ancak can almak için bir canlıya dokunurum.’’ dedi. Zaman içine yayılan sıcaklıktan dolayı gülümsedi: ‘’Artık özgürsün, dokunduğun her şeyin canını almana gerek yok.’’ Ölüm’le birlikte Hayat’ın huzuruna gelen Zaman sayacını başlattı ve evrenin düzenini omuzlarının üstüne aldı. Artık Ay ve Güneş’in koruma zamanı, suyun ne zaman gelip gideceği, Dünya’nın ne zaman döneceği, bir canlının ne zaman öleceği onun 16

KARAKUTU SAYI: 12


kontrolündeydi. Ölüm hangi canlının süresinin dolduğunu öğrenmek için çoğunlukla Zaman’ın yanında olmaya başladı. Fakat Zaman sözünü tutarak onun özgürlüğüne hiç karışmadı. Ölüm artık Kaos için çalışmasa bile geçmişi diğer tanrı ve tanrıçalar tarafından unutulmadı. Ne zaman yanlarından geçse yanında sessizliği de laneti gibi taşıdı. Herkes ondan korktu ve uzak durdu. Bir tek Zaman ‘arkadaş’ olarak çağırdığı Ölüm’ün yanında kaldı. Ölüm önceleri ona soğuk ve güvenilmez davransa da sonraları Zaman’ın arkadaşlığından hoşlanmaya başladı. Böylelikle Zaman Kaos’un başarısız olduğu şeyi yaptı, hiç kimseye zarar vermeden evrene düzen getirdi. … Hayat savaşın kazanılmasını kutlamak istedi. Bunun için Dünya’ya indi ve Toprak, Su ve Hava’yı çağırdı. Muhteşem bir varlık yaratmaktı amacı. İlk önce topraktan bir parça alarak iki şekil oluşturmaya başladı. Sonra içlerine su katarak daha canlı bir görüntü kattı onlara. İçlerine hava üfleyerek ayakta durmalarını sağladı ve ruhlarına özgürlük verdi. Her şey tamamdı. Hayat ona son olarak kendinden bir parça vermek için gözlerini kapadı fakat tam o anda Ateş hapishanesinden lav olarak çıktı ve kendini varlıkların içine kattı. Hayat bunu fark etmeden varlıklara can verdi. Bu ikisine ‘İnsan’ dedi. Sonradan fark etti Ateş’in kurnazlığını. Bu melez yaratığı yok etmeyi düşündü fakat merakına yenik düştü. Ne yapacaklarını, ruhlarındaki Kaos’a yenik düşüp düşmeyeceklerini merak etti ve onları bırakmaya karar verdi. ‘’Eğer Hayat tarafları ağır basar da evrende düzeni koruyup yarattıklarımı gözetirlerse Ölüm onların canlarını Arvandor’a koyacak. Fakat eğer ki düzeni bozup Kaos’a yardım ederlerse, ruhları Naulpalurin’de sonsuza kadar lanetlenecek.’’ diye buyurdu. İnsanlar o günden sonra Dünya’da yaşamaya devam etti. Çoğunlukla iyilikle gidiyorlardı fakat bir gün Ateş’in oyununa kandılar. Ateş onlara güzel yemekler vaat etti. Karanlıkta ışık, soğukta sıcak vaat etti. Bu vaatlere kanan insanlar Ateş’i hapishanesinden serbest bıraktılar. Serbest kalan Ateş onlara vaat ettikleri her şeyi verdi. Ama bunun yanında binlercesini Ölüm’ün kucağına atan yangınlar, birbirlerini katletmelerine sebep olacak silahlar da verdi onlara. Bazı insanlar iyilik yapıp Hayat’ın aydınlığında kaldı. Bu insanlar Zaman’ın emrettiği saniyede Ölüm tarafından yumuşak bir dokunuşla karşılandı ve ruhu Arvandor’a taşındı. Diğer insanlar ise kötülüğün izinden gitti ve Kaos’u kafesinde memnun etti. İşte o insanlar Zaman’ın emriyle gelen Ölüm’ün en korkunç haliyle yüzleşti. Siyah gözlerinde kaybolduğunu hissederek canı bedeninden söküldü ve yaratıklarla acı çekmesi için Naulpalurin’e atıldı.

sena ecem ALTUN / 10 A

KARAKUTU SAYI: 12

17


çığlık kolay değil bir çığlığı içinde büyütmek, Gebe olmak böylesine duyarlı bir acıya. Kolay değil seni seven ve sevilen herkese dair
 tüm o pamuklu yünlü anıları,
 bir çorba gibi karıştırıp birbirine
 sonra akıtmak zihninden dışarı.
 kolay değil elbette ki, 
 tutarlı deliliğinin, mutlak suretinin
 seni sen yapan her şeffaf detayın
 bir gün bir kara toprak olacağını bilmek
 ve bunu bilerek yaşamak öylesine
öylesine ki, anlamsızlığında bile
gizli manalar bularak, küçük mutluluklar peşinde koşarak,
 sanki sonumuz olmayacakmış gibi,
 en azından öyleymiş gibi yaparak,
 üzüntülerin turşusunu 
 sevinçlerin çatısını kurmak kolay değil
 bir çığlık büyürken içimizde…
 öyle bir çığlıktır ki bu,
 biz onun gölgesinde ürkek bir kedi,
 bekliyoruz kapısının önünde,
 çığlığımız bizi içeri alacak mı diye.
 içimizde saklıyoruz onu,
 geceyi aydınlatan çiçeklerle sevdiğimiz
 o güzel insanlarla paylaşmak için
 çok fazla çirkin bu kırışık suratlı yaşlı çığlık,
 bu yüzdendir ki, sevdiğimiz insanlara masumiyet öyküleri anlatıyoruz
 masallar ninniler ve türküler söylüyoruz.
 18

KARAKUTU SAYI: 12


çünkü o mâlum çığlığı hep yalnızken, 
 güneş kadar parlak ve yalnızken
 ve etrafımızda insanlar dönüyorken öylesine
 sadece kendimizin duyabileceği patlamalar halinde,
 sadece kendimizle paylaşıyoruz çirkinliğimizi.
 üstünü örtüyoruz sonra birkaç parça yapay kar tanesiyle,
 tâ ki o çığlıktan başka hiçbir şey hissedemeyene kadar.
 o kırışık suratlı eski dostun çığlığı görene kadar her yerde.
 ve sadece onu duyana kadar, 
 sevmediğin halde dilinden düşmeyen şarkıları küçük bir not olarak düşerken kendine. duvardaki leke gibi bu çığlık,
 duvarda deli geceler gibi filizlenen bir leke,
 üzerine istediğin resmi as,
 istediğin kadar güzel günlerin,
 ışıklı yarınların tablolarını koy,
 istersen boydan boya boya kendi kanınla,
 çığlık hala senin gözkapaklarının altında
 ve sana gözünü kapaman kadar yakın,
 tıpkı sürekli unutmaya çalıştığın
 bahçende solup gitmiş çiçekler
 ve sise karışmış gençlik maceraların gibi

burcu KUBİLAY / 11 F

KARAKUTU SAYI: 12

19


boşlukta sallanan toplar Kimilerine göre hayatta kazanılması ve elde tutulması gereken en önemli şey güç ve paradır. Kuuvalgus’a göre aile olmazsa gücün ve paranın bir önemi yok. Önce aile sonra geriye kalan her şey. Gökyüzünü ele geçiren muazzam karanlık ve bu siyah perdenin arasından parlayan yıldızlar ve ay, Valgus’un odasını aydınlatıyordu. Yüzüne düşen ışık demeti Valgus’un uykusunu etkilemiyordu; aksine o, ay ve yıldızların ışığı altında daha rahat uyuyordu, isminden olsa gerek. Valgus üniversiteyi bitirdiğinde astronot olacaktı tıpkı babası gibi ve annesi. Rüyasında bile bunun hayalini kuruyordu. Yeni gezegenler keşfetmek ve boşlukta sallanan o koca topları isimlendirmek onun gelecek planlarının ötesinde yaratılış sebebiydi. Her gece istisnasız bunu düşünüyor ve bunun hayalini görüyordu rüyasında. Bu yüzden uyumak onun en sevdiği eylemlerdendi çünkü rüyasında uzayda annesinin yanında çok mutluydu. Gözlerini açtı, güneşin çoktan doğduğunu ve okula geç kalmak üzere olduğunu fark etti. Bu onun üniversitedeki son yılının son günüydü. Hemen hazırlandı ve babasının onun için hazırladığı iğne atsanız masaya düşmeyecek o ihtişamlı sofraya oturdu. Kahvaltısını yaptı babasıyla bugün ne yapacaklarını tartıştılar ve tam kapıdan çıkarken babası seslendi: ‘Okulda dikkatli ol, başına bela alma ve o simülatörlerde heyecanlanma çünkü sen daha iyilerinde çalıştın, başarabilirsin.’ Valgus sırıttı ve uzay okuluna doğru son model arabasıyla yola koyuldu. Bugün sınav olacaklar babasının bahsettiği o simülatörlerde. Alacağı puana göre de NASA’ya kabul edilecek ya da edilmeyecek. Babası astronot olduğu için birkaç kez onun eğitim aldığı yerlere gitmiş ve daha üst düzey makinelerde çalışmıştı. O yüzden içi rahattı. Okula vardığında arabasını park edip hangi bölümde sınav olacağını öğrenmek için listelere doğru ilerliyordu. Herkesin adı okulun duyuru panosuna asılan listelerde yazıyordu. Bu listelere göre sınav olacakları bölümlere gidiyorlardı. Valgus listelere bakıp kendi ilginç adını ararken herkesin ona baktığı gözlerinden kaçmadı B128 bölümünde sınav olacağını gördü ve tebessüm ederek bölüme doğru ilerledi. Valgus’un sahip olduğu dış görünüşe kendinizi kaptırmamak elinizde değildi. Onun o sivri çene yapısı, uzun boyu, kaslı vücudundan etkilenmemek zordu. Altını rendeleyip suyla karıştırarak saçlarını yıkıyor ve dünyada görülmemiş bir tarakla tarıyor onları bile sanılabilirdi, sahip olduğu o saçları nedeniyle. Okyanus mavisi gözlerindeki 20

KARAKUTU SAYI: 12


derinlik, kendisine bakanı içine çekiyordu. Yüzüne nazaran küçük ve yuvarlak bir buruna ve hatları belirgin bir surata sahipti. Başka ne isterdi ki hayattan. Eve gidip babasına sınavda birinci olduğunu söylemek için sabırsızlanıyordu. O sırada kız arkadaşı Valgus’a mesaj attı ve Valgus kızı arayıp son gününde sınavda birinci olduğunu ve arkadaşlarıyla geçirdiği anları uzun uzun anlattı. Evin önüne geldiğinde üzerlerinde NASA’nın amblemi bulunan birden fazla arabanın kapının önünde dizildiğini fark etti. Valgus telefonu özür dileyerek ve başka bir zaman kız arkadaşı ile sinemaya gideceğine dair söz vererek kapattı. Evin içinde takım elbise giymiş birden fazla adam salonda oturuyordu. Ana kapıdan geçildiğinde oturma odası hemen soldaydı. İçeriye girer girmez karşıda televizyon, sağdaki camın önünde iki tekli koltuk ve sehpa; solda ise uzun, üçlü bir koltuk ve televizyonun karşısında ikili bir koltuk bulunuyordu. Valgus içeri girdiğinde odada ürpertici bir sessizlik oluşmuştu. Tekli koltukların birinde babası oturuyordu. Babası kolasından bir yudum aldı ve sehpaya geri koydu. O kadar sessizdi ki ev koladan çıkan asitlerin çıkardığı o fısıltıya yakın ses Valgus’a o an gürültüden başka bir şey çağrıştırmıyordu. Bir anda üçlü koltuğun ortasında oturan takım elbiseli adam ayağa kalktı ve konuştu: ‘’Ne kadar da büyümüşsün sen? Duyduğuma göre sen de astronot olacakmışsın. Babanla gurur duyuyor olmalısın.’’ Valgus: ‘’Babamla gurur duyuyorum evet, yaptığı iş çok önemli ve büyük. Aynı zamanda astronot olmak istiyorum, yeni gezegenler keşfedeceğim ama en önemlisi sizin geri getirmeyi başaramadığınız annemin bitiremediği işi uzaya çıkarak ben bitireceğim. Belki bu şekilde ruhu rahat eder.’’ diye cevap verdi. Ardından oturma odasının köşesinde oturan babasına baktı ve büyük bir sinirle odasına çıktı. Valgus annesini çok küçükken kaybetti. Annesinin ölüp ölmediğini kimse bilmiyordu. Tek bildikleri şey uzun zamandır uzayda kayıp olmasıydı. Bu da onu nefes almayan birisi yaptı. Valgus’un babası ve annesi yaşanabilir başka bir gezegenin varlığından adları kadar emindi. Annesi o gezegende yaşlanmanın olmadığını ve yaşamak için hiçbir besin kaynağına ihtiyaç olmadığını savundu. En sonunda o gezegeni bulmak için gerekli bütün çalışmaları yaptı ve belgeleri yetkililere imzalattı, sonra da dünyanın atmosferinden çıkıp uzayın uçsuz bucaksız karanlığına gömüldü. Valgus için aile her şey demekti hele ki annesi. Onun kalbi iki parçaydı. Yarısı annesi, yarısı babası. Kalbinin yarısını simsiyah bir tülün içinde kaybetti ve anlaşılan o ki diğer yarısını da NASA ondan alacaktı. Öfkesini anlayamıyordu. Sinirlenmesine bir anlam veremiyordu, bu babasının mesleğiydi, gayet normaldi uzaya çıkacak olması ama Valgus annesini orada kaybetti. Aynı şeyin babasına da olmasını kaldıramazdı. Delirmişcesine çığlık attı. Odanın sağında bulunan masasındaki kalemleri, defterleri hatta kendi yaptığı uzay KARAKUTU SAYI: 12

21


mekiği maketini bir nefesle yere fırlattı. Sonra açık olan pencereye yöneldi ve kafasını dar penceresinden çıkartıp yıldızlara baktı. Gözlerinden akan damlalar bir anda kızgın bir şelaleye dönüştü. Kendi içinde çatışıyordu. Bir yandan annesini aldığı için uzaydan nefret ediyordu bir yandan ise astronot olmak istiyordu. Ağzından kelime dahi çıkamıyordu, sadece bu çelişkinin onda yarattığı üzüntüyü ve acıyı hıçkırıklarla ağlayarak içinden atmaya çalışıyordu. Babası takım elbiseli adamlara kapıya kadar eşlik ettikten birkaç saniye sonra Valgus’un odasına girdi ve karşılaştığı manzaraya dehşet verici gözlerle baktı. Oğlunun yanına gitti, ona sarıldı ve ağzından şu sözler birer inci tanesi gibi döküldü: ‘Oğlum biliyorum bu senin için çok zor. Annen kaybolduğunda sana uzaya çıkmayacağıma söz vermiştim ama bu adamların bana söylediği görev annenin, uğruna kaybolduğu görev. Senin yapmana gerek yok, ben yapacağım. Annenin ruhunu ben huzura kavuşturacağım.‘’Oğlunu yerden kaldırıp yatağa oturttu ve kapının yanına fırlamış olan sandalyeyi yatağın başına çekip konuşmaya devam etti.’’ Annen ile mavi bir gezegen keşfetmiştik, bu gezegende yaşamak daha kolay olacaktı. Bu gezegen dışarıdan bakıldığında senin gözlerin gibi buz mavisi oğlum. Gezegenin üç uydusu var; bunlar bizim ailemizi temsil ediyor oğlum. Üçümüzün de tek bir amaç uğruna dönüp durduğumuzu gösteriyor. O da birlikte olmak. Annen o gezegeni bulmak için gitti ve başarısız oldu. Onunla gitmek için elimden geleni yaptım ama seni yalnız bırakmama izin vermedi ve kendisi gitti. Şimdi ise onun bir hiç uğruna ölmediğini göstermem gerek kendime, sana ve annene. En yakın üç arkadaşın burada seninle kalabilir. Benim annenin peşinden gitmem ve başladığımız görevi bitirmem gerek. Yarın sabah son kahvaltımızı yapacağız, kendine dikkat etmelisin. Okuldaki sınavda birinci olduğuna dair hiçbir şüphem yok, o yüzden sormuyorum bile. Şimdi dinlen biraz, yarın vedalaşacağız.’ dedi ve odadan çıkarken Valgus seslendi: ‘’Ne kadar? ‘’ ‘‘Ne ne kadar? ‘’ ‘Kaç yıl?’ dedi. Babası ise ona ‘’ İyi geceler ! ’’ deyip kapıyı kapattı. Valgus huzursuzdu lakin babasına güveniyordu. Nihayetinde gelmiş geçmiş en iyi astronot ödülünü almıştı ve uzay kıyafeti beyaz değil maviydi. Ona seçme şansı verdiler o da maviyi seçti çünkü eşinin de çocuğunun da gözleri maviydi. Bu nedenle en sevdiği renk maviydi. Ertesi sabah kahvaltı masasında birkaç dilim ekmek, iki tabak ve iki bardak vardı. Tabakların içinde dipleri yanmış iki omlet vardı, bardaklar ise yarılarına kadar portakal suyuyla doldurulmuş bir vaziyetteydi. Babasıyla karşılıklı oturan Valgus yemeğini doğru düzgün yiyemedi bile, portakal suyundan içeceği anda duraksadı ve bardağa baktı. Eline aldığı bardak yarısına kadar dolu normal bir bardaktı. Herkesin gördüğü buydu ama Valgus o anda bardağın dolu ve boş kısımlarına odaklandı. Annesi varken bardağın tamamen dolu olduğunu hatırladı hafızasını zorlayarak. Şimdi ise yarısı 22

KARAKUTU SAYI: 12


boştu, bardağa dolu tarafından bakmayı denedi, neticede hâlâ yarısı doluydu. Aniden Valgus’un elinden kayan bardak yere düştü ama ne hikmetse bardak kırılmadı. Babası ona iyi olup olmadığını sorduğunda iyi olduğunu söyledi. Babası buzdolabına portakal suyu kalmış mı diye bakmaya gittiğinde Valgus boş olan bardağı masaya koydu ve şimdi bardağın tamamen boş olduğunu gördü. Babası ise ‘ Üzgünüm evlat evde hiç portakal suyu kalmamış, istersen benimkini içebilirsin.’ dedi. Valgus bardağın boş kalmasından dolayı tuhaf hissetse de fırlatma için heyecanlı olduğunu belirtti ve babasıyla evi terk ettiler. Babası arabada yanına aldığı şeyleri kafasından geçiriyor ve unuttuğu bir şeyin olup olmadığını düşünüyordu. Valgus gene o sırada aynı soruyu sordu : ‘‘Kaç yıl? ‘’ ‘’En az iki yıl’’ dedi. Araba bu konuşmadan sonra sessizleşti. Bu kısa cümle 180 km hızla giden aracı zamanda durdurup büyük bir boşluk bıraktı sanki. Valgus yiten seslerin duran görüntülerin arasında büyük kalp acısıyla babasının cümlesini tekrarlıyordu titreyen dudakları arasında. Bu sırada babası Valgus’un nasıl üzüldüğünü fark etti. Aklını oğluna veren adam ona nasıl yardım edebileceğini, bu sessizliği nasıl ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Bu sırada alnında toplanan ter damlacıkları sayesinde arabanın sıcak olduğunu fark etti ve camı açtı. Bunlar Valgus’un babasının kafasından geçerken sapağı kaçırdığını fark etti ve ileriden geri döndü. Derin bir nefes çekti ve ‘’ İhtiyacın olan her şeyi evde kasada bıraktığım paradan alabilirsin. Sana fazlasıyla yeteceğinden şüphem yok. Akıllı ve idareli harcamanı tavsiye ederim orada toplam 500.000$ bıraktım. Zaten seneye astronot olma yolunda ilerlemek için başka bir NASA’ya geçeceksin, orada para pek işine yaramaz. Kendine dikkat et oğlum, sakın delice işlere kalkışma ve gerçeğin ne olduğunu asla unutma.’’ diyerek sessizliği yok etti. … Yeni bir gezegenin keşfi için yapılan ikinci roketin kalkmasından on saniye önce bütün dünya nefesini tutmuş ve ekranların başındaki yerlerini almıştı. Binlerce insan ilk başta sahip oldukları heyecanı sessizlikle dile getirdiler, geri sayımı dinlediler: 109-8-7-6-5-4-3-2-1 kalkışı izlediler. Ancak kalkış bittikten sonra alınlardan akan terler durmuş, tüm dünyanın içinde boğulduğu sessizlik ortadan bir anda kalmıştı. Herkes bağırıyor ve çığlık atıyordu çünkü roket başarılı bir şekilde kalkmıştı. Ardından yavaş yavaş heyecan ve heves ortadan kalktı ve insanlar günlük hayatlarına geri döndüler. O on saniye en çok Valgus için zordu, o rokette Valgus’un hayatındaki en önemli insan olan ve kendisine rol model seçtiği babası vardı. Babası yaptığı işin eriydi, NASA’da önemli bir yere sahipti bu yüzden böylesine önemli bir göreve de o gönderildi. Şimdi ise iki yıl bekleyecekti onu. Belki de daha fazla. … KARAKUTU SAYI: 12

23


Aradan iki yıl geçti. Bu süre zarfında Valgus ve en yakın üç arkadaşı ve kız arkadaşı astronot olmayı başarmışlardı. Ama onlar da en son iki yıl önce gönderilen roketin geri gelmesini bekliyorlardı yeni bir görev için. Protokol böyleydi, bir önceki gelmeden gidemezlerdi.’ Annemin bulunduğu mekik gelmedi, şimdi ise galiba sıra babamınkinde.’ diye düşündü Valgus. Aylar geçti ama ses seda yoktu hatta mekikle olan bağlantıyı da kaybetmişlerdi. Akılların almadığı şey sahip oldukları ışık hızından hızlı gidebilme teknolojisi ile bu iş çok kısa sürmeliydi, bilinmeyen ise ilk ve ikinci filoya ne olduğuydu. Bunun cevabını Valgus bulacaktı. Annesi gibi uzaya çıkacak ve böylesine büyük ve görünüşe bakılacak olursa zor bir görevi almak için elinden geleni yapacaktı. Belgeler çıkardı, sınavlara girdi, hayatında görmediği makinelerde çalıştı ve sonunda kendi ekibiyle annesinin ve babasının peşinden gidebilme hakkı kazandı. Tabi bunların hepsi bir süreçti, aradan bir yıl daha geçmişti. Zaman kavramı ne kadar da garip diye düşündü Valgus. Bir zamanlar annesi vardı sonra ‘’puf ‘’ annesi yoktu. Babasıyla güzel bir hayat geçiriyordu sonra o da kayıplara karıştı. Ama şimdi babasını bulmaya gidiyordu, annesi ve babasının bulmayı başaramadığı o gezegene gidecekti yolda bir yerde babasının gemisine rastlamayı umuyordu. Tabi hiçbir şey Valgus’un beklediği gibi olmamıştı bu hayatta. NASA daha yirmibir yaşında olan beş çocuğun böylesine tehlikeli bir göreve gitmesini reddetti, Valgus imzalattığı belgeleri öne sürerek karşı çıksa da NASA’dan ‘’ hayır ‘’ cevabını aldı. En sonunda başka bir gezegene gidebileceklerini ve orada deneyler yapıp geri gelebileceklerini öğrendiler. Bu az da olsa bir umuttu Valgus için çünkü onun aklında başka planlar vardı. NASA’nın yeni uzay keşif ekibi Valgus ve dört yakın arkadaşıyla oluşturulmuştu. NASA’nın elinde hazır beklettiği son roketlerin bu fırlatmada kullanılacak olması çoğu kişiyi rahatsız etmişti. ‘‘keşif yapacakları gezegen’’ insanlık için faydalı bir şeyler bulunmasını hedefleyen bilim adamlarından oluşan üç kişilik bir ekip de filoya katıldı ve bu sekiz kişinin uzay macerasına atılmalarına son on saniyeleri kaldı. Nihayet kalkış başlamıştı. O sırada Valgus rokete odaklanmak yerine gene kendi içinde çelişmeye başladı. Uzay onun için ne ifade ediyor, haberi yoktu. Kocaman karanlık bir boşluk mu? Hayır. Uzay onun ailesini almıştı. Uzayın ne sonu ne de başı var, o kadar büyük ki ona kızamıyordu bile. Uzaya hiçbir şey yapamazdı. Çaresizce dünya atmosferini terk etti babasını bulma umuduyla ve uzayda yeni gezegene giden rotayı açtı Valgus, derin düşünceler içerisindeydi. Valgus gözlerini, masumiyete bürünmüş Dünya’dan alamıyordu. İnsanoğlunun ona yaradan tarafından verilen bütün imkanları nasıl kullandığına baktı. ‘’Savaşların Gezegeni ’’ adını verdi dünyaya. İnsanların birbirini umursamayıp para ve güç için her şeyi kenara koydukları alçak bir gezegendi Dünya. Nasıl oluyor da bu kadar muazzam ve mükemmel görünüyordu? Sonra cevabını buldu: Dünya da Valgus gibiydi, çaresizce olanları seyrediyor ve elinden bir şey gelmiyordu. İnsanlar birbirini

24

KARAKUTU SAYI: 12


öldürüyor ve dünyaya zarar veriyordu. Dünya bütün olumsuzluklara rağmen hala gülebiliyor ve yılmadan usanmadan bağlı olduğu, aşık olduğu güneşin etrafında zaman kavramını önemsemeden dönebiliyordu. Aynısını Valgus da yapabilirdi. Bağlı olduğu ailesinin bir parçasına ulaşabilmek için derin bir nefes çekti ve ağzından şu sözler çıktı: ‘’ Tanrım, bana yardım et! ’’ Kendisi bile inanamadı ağzından böyle bir cümle çıkmasına çünkü Valgus Estonya’da doğdu ve herhangi bir dine mensup değil ancak bütün insanların içinde bulunduğu gezegeni dışarıdan bu şekilde görmek onu biraz daha dine itmişti belli ki. Belki de uzayda babasını bulmak uğruna sarılabileceği son şeydi din Valgus için. Umutsuzca dev gezegene baktı ve insanlığın nereye gittiğini sorguladı uzun uzun. Uzaya baktı ve kendini dünyada bir böceğe dönüşmüş gibi hissetti. Uzay ona oyun oynuyordu, uzay büyük ve güçlüydü. İçinde milyonlarca sır vardı ve Valgus bunların altında bir hamam böceği gibi eziliyordu. Bütün bu olumsuz şeyleri düşünürken kafayı yemek üzereydi, bunun yerine uzayın tadını çıkarmaya karar verdi. Camdan dışarı bakarken kendi gözlerinin yansımasının içinde kaybolmuş bir vaziyetteydi Valgus. Bu durumda farkına bile varmadı ama dünya çoktan köşesine çekilmiş ve koca sahnede sadece gri bir top vardı. Ay o an bütün güzelliğini üstüne takındı, saçlarını taradı ve en güzel kıyafetlerini giydi. Makyajını tamamlayıp şöyle güzel bir de parfüm sıktı ve gelen mekiğe aşk dolu bir bakış attı. Valgus ne yapacağını şaşırdı bu eşsiz güzelliğin karşısında. Heyecandan eli ayağına dolaştı, o da Ay’a kendi gülücüklerini yolladı. O an ne Dünya ne uzay vardı. Sadece Ay ve Valgus baş başa birbirine baktılar. Ay’ın aydınlık kısmı geride kalmıştı, ama Valgus hala gözlerini ondan alamıyordu. Çocukluktan beri ışığının altında derin derin uykulara daldığı Ay işte oradaydı. Gözlerini kapayıp tekrar açtı ve Ay hâlâ karşısındaydı. Bunun bir rüya olmadığını anladı ve “Tekrar görüşeceğiz.” diyerek kontrol odasına yöneldi. Kontrol odasına girdiğinde takım arkadaşlarından özür dileyerek planını anlattı. Ay ve Dünya onun başını döndürmeseydi bu planı dünyaya daha yakın bir yerde anlatacaktı. Valgus NASA’nın ona söylediği yere değil, babasının gittiği gezegene gidecekti. Onunla gelmek istemeyenlere bir uyarı yaptı, dünyaya geri gidip kaçış kapsülleriyle gezegene inebileceklerini anlattı ama hiç kimse Valgus’u yarı yolda bırakmadı. Bilgisayarın veri tabanından bir önceki uçuşun rotasını çıkardılar ve rotayı değiştirdiler. Dünya’dan mesajlar geliyordu: ‘’ Ne yapıyorsunuz siz? ‘’ Valgus iletişim sistemini kapattı ve ışık hızına geçti. Macera onlar için yeni başlıyordu. Işık hızı sayesinde binlerce yılda gelebilecekleri bu gezegene dakikalar içinde geldiler, gezegen dışarıdan bakıldığında tıpkı babasının tasviri gibi buz mavisiydi. Gezegene iniş yapmayı deneyecekleri sırada gezegenin yerçekiminin mekiği aşırı güçle çekmeye başladığını fark ettiler ve kontrollü bir şekilde ters güç uygulayarak gezegene iniş yaptılar. Gezegen akıl almaz bir şekilde Dünya’ya benzemesine rağmen sanki daha iyi bir yerdi. Güzelliğini koruyordu. Ekip ikişerli gruplara ayrılarak yaşam belirtisi aramaya çalıştılar. Aradan onların saatine göre bir gün geçmişti ama orada KARAKUTU SAYI: 12

25


Güneş II diye adlandırdıkları ışık ve ısı kaynağı altmış kere batmıştı bile. Daha sonra ileride bir kamp gördü Valgus, hayretler içerisinde koşarak oraya ilerledi. Kampın ortasına daldığında mavi uzay kıyafetli birini gördü, arkası dönük ufka bakıyordu. Koşarak babasının yanına gitti ve ona arkadan sarıldı ama birden mavi kıyafetli kadın kafasını çevirince Valgus’un gözlerinin içindeki bütün buzullar eridi. Tıpkı fotoğraflardaki gibiydi Valgus’un annesi. Şaşkınlık ve mutlulukla annesini kolları arasında daha bir sıktı. Onca senenin birikimi, anlatmak istediği hayalleri ona nasıl anlatacağını düşünüyordu heyecanla. Bu düşünceler ağır geldi ki sadece ağlıyordu ve uzaya teşekkür ediyordu içinden. Sonra dikkatini annesinin takmış olduğu ay kolyesi çekti. Annesi ise ‘’ Benim ay suratlı oğlum, seni düşünmeden bir günümü bile geçiremezdim.’’ dedi. Annesiyle o gezegende yaklaşık bir yıl, dünya saatine göre ise altı gün vakit geçirdier. O sırada annesi ona gezegenin yerçekimi kuvvetine karşı koyamadığını ve gezegene nasıl çakıldığını ve yalnız başına geçirdiği onca yılı anlattı. Aynı şeyler babasının da başına gelmişti. Ama ikisi de hayattaydı önemli olan da bu. Annesi ona, babasının da burada olduğunu, keşif için yedi günlüğüne çıktığını söyledi ( dünya saatine göre). Bir anne ve bir oğul, yedinci günün başında yine mavi kıyafetli bir astronot ve bir de baba. Aile tamamlanmıştı. Valgus’un arkadaşları da kampı bulmuşlardı nihayetinde. Onca zaman geçmesine rağmen kimse acıkmamıştı bunun gezegenin atmosferinden kaynaklandığını varsaydılar. Annesi de yaşlanmamıştı; Valgus’un yani annesinin hipotezi doğruydu. Atmosferdeki nitranyum oranının fazla olmasıydı bunun sebebi. Böylesine mutlu bir son için Valgus tekrar teşekkür etti evrene ve mekiğin başına giderek bu gezegeni ailesi ile birlikte terk edip dünyanın yolunu tuttu. Yaklaşık dört yılını harcasa da babasını da, inanılmaz bir şekilde annesini de buldu. Dünya’ya gidebilmek için son gerekli şey ışık hızına geçmekti. Geçtiklerinde ise içinde bulundukları tünel her geçen saniye daha da aydınlandı. Daha da aydınlandı ve işte o sıra Valgus’un bütün bir bedeninin içine ruhu yerleşti, damarlarında kurumakta olan kan, kalbin normal bir şekilde kanı pompalamasıyla tekrar akmaya başladı. Ve birdenbire bütün ciğerleri oksijen ile doldu ve aniden gözlerini açtı Valgus. Bir hastane odasındaydı. Sağında bir sürü cihaz, solunda bir sürü cihaz. Karşısında bir masa ve duvara asılmış televizyon. Masanın üstünde bazı dergiler vardı. Birkaç tane de solmuş çiçek. Yatağın solunda iki tane tekli koltuk vardı. Koltukların hemen arkasında ise cam ve dışarıda sallanan aynı gri top. Odanın kapısı sağdaydı ve odanın içerisinde anlam veremediği bir koku vardı. Sanki duvarların arasından sızıyor ve direkt olarak Valgus’un burnunu hedefliyor, ona saldırıyor. Valgus kapının önünden gelen iki adam arasındanki konuşmayı şöyle duydu. Yeni atanmış Başhekim: ‘İçerideki hastanın durumu nedir doktor bey detaylı bilgi verir misiniz? Kimdir bu çocuk, kimindir, neredendir?’ Doktor : ‘Hastanın adı Valgus başhekimim. Estonya’da doğmuş. Adı Estonya dilinde

26

KARAKUTU SAYI: 12


ay ışığı, ışık anlamına geliyor. Daha bebekken annesi tarafından terk edilmiş. Şu an babası ile yaşıyor. Babasının maddi durumu iyi, kendisi başarılı bir mimar bu yüzden son dört yıldır çocuk cihazlara bağlı bir şekilde yaşıyor. Bitkisel hayatta, babası hâlâ bir umudun olduğunu düşünüyor ama bilim bu görüşte değil. Bundan dört yıl önce okulda arkadaşları Valgus’la kilosu yüzünden dalga geçiyorlar ve çocuk bunun üzerine spor yapmaya başlıyor. Bir gün koşu esnasında ayağı takılıp yere düşüyor ve kafasını sert bir zemine vuruyor. Beyin felci geçiriyor ve o günden beri burada bizim yanımızda. Babası düzenli olarak ziyaret eder, başka da kimse gelmez.’ Valgus duyduklarına inanamadı. Dört yıldır bu odada olduğunu duymuştu az önce. Daha sonra pencereden dışarı aya baktı ama bulutlar ayı kapatmıştı. Çaresizce odaya bakınıyorken bir anda kapı açıldı ve içeri bir kadın girdi. Girer girmez Valgus’un baş ucuna geldi ve alnına bir öpücük kondurdu. Valgus gözlerini araladı ama gördüğü tek şey kadının boynu ve taktığı ay şeklindeki kolyesiydi. Kadın itirafına şöyle başladı. ‘Benim ay suratlım, merak etme ben yanındayım, baban yanında, biz yanındayız. Biliyor musun insanın hayatında sahip olduğu en değerli şey ailesidir. Ve biz insanlar bazen başlarımızı büyük belalara sokarız. Ben de başımı büyük bir belaya soktum. Bir anne gibi de aklıma ilk ailemi korumak geldi. Yanınızda olsaydım size zarar verecektim; ben de kaçmayı, sizden uzaklaşmayı ve sizi ne pahasına olursa olsun korumayı seçtim. Umarım beni affedersin, gözlerini açtığında çok farklı bir dünya seni bekliyor olacak. Yeniden bir aile olacağız, bir bütün tek bir amacın etrafında döneceğiz el ele. Kahverengi gözlerini görmeyi özledim sırma gibi kumral saçlarını taramayı. Uyandığında birlikte spora gideceğiz. Bu kİlolardan birlikte kurtulacağız ama en önemlisi sonsuza kadar, hep birlikte olacağız. Hiç kimse bir daha ayıramayacak bizi, farklı dünyalara dahi gönderseler, seni bulacağım ama buna gerek kalmayacak çünkü biz hep birlikte olacağız. Seni çok seviyorum, tekrar yanına geleceğim.’ Kadın konuşmasının ardından odayı terk etti. Valgus gözlerini açtığında iki kelime söyledi. Bunlar onun annesinin ve babasının isimleriydi. Raha ve Kuasa. Evet garip isimlerden oluşan bir aile ama birbirini seven ve birbirini tamamlayan bir aile. Ancak üçü bir aradayken mutlu olabilen bir aile. Valgus şimdi pencereden dışarı baktı ve ay bütün ihtişamıyla gülümsüyordu, artık gökyüzünde bulut yoktu aksine ayın yanında parlayan bir sürü yıldız vardı. Valgus aya gülümsedi ve teşekkür etti. Yeniden bir aile olacaklarını biliyordu, gözlerini kapadı ve kendini ışık hızından çıkmış bir vaziyette ailesiyle birlikte dünya’ya bakarken buldu. Artık hiçbir şey Valgus’un hayallerini yıkamayacaktı çünkü o büyüdüğünde boşlukta sallanan toplar keşfedecek ve onlara annesinin ve babasının isimlerini verecekti.

heper AKAR / 10 A

KARAKUTU SAYI: 12

27


son perde Andrey Ivanov, bir yanında asil eşi diğer yanında yüz hatları ona çok benzeyen sevimli oğlu Louis ile St. Petersburg’un en büyük tiyatro salonlarından birinin protokol koltuğunda oturuyordu. Karşısındaki ihtişamlı sahnede göz alıcı kostümler ve dekor küçük oğlunu Shakespeare’in abartılı dilinden daha çok etkilemişti. Romeo kollarını iki yana açmış, kalabalık seyirciye sesleniyordu: - Ey gözler, son kez bakın! Ey kollar son kez kucaklayın! Ve siz, ey dudaklar, nefes kapıları, Hakka uygun bir öpüşle mühürleyin açgözlülüğümle yaptığım bu süresiz anlaşmayı! Gel acı ilaç, gel ey tatsız kılavuz! Ey umutsuz kaptan, deniz tutmuş şu yorgun tekneyi yalçın kayalara bindiriver artık! Sevgilimin şerefine! Elindeki ufak cam şişedeki sıvıyı içtiğinde acı yüzüne dalga dalga yayıldı ve son sözlerini söyledi: - Ey doğru sözlü eczacı! Gerçekten çabuk etkiliyor ilaçların. İşte ölüyorum, bir öpücükle... Kendini tiyatro sahnesinin ahşap zemini üstüne bırakan Romeo salonu titretircesine alkışlandı. Oyuncular yüzlerine takındıkları maskeleri çıkartıp selam vermek için öne gelirken Romeo hala ahşap zeminde kıpırtısız uzanıyordu. Salonda bir gerilim oldu. Oyuncular Romeo’ya şaşırmış bir biçimde bakarken alkışların yerini şaşırma nidaları aldı ve Juliet eteklerini savurarak Romeo’ya doğru koştu, yanına çöktü ve eliyle genç adamın nefesini yokladı. Genç kadının gözbebekleri büyüdü ve Romeo’nun gerçekten cansız bedenine bakakaldı. Seyircilerin çoğu salonu panikle terk ederken Andrey Ivanov oturduğu kırmızı süvet koltukta kıpırdandı ve ince kaşlarını çatmış eşine döndü: -Vivien, sen Louis’i de alıp eve dön lütfen. Ben de ortalığa bir göz atacağım. Asil Vivien, buğday tarlası gibi sarışın oğlunu alıp çıkışa doğru yöneldiğinde Andrey Ivanov koltuğundan kalktı ve kapanan tiyatro perdesinin arkasına geçti. Geniş etekli tiyatrocu kızlar korkuyla bakışıyor ve birbirlerine sarılıyordu. Juliet ise hala Romeo’nun başında oturuyordu. Andrey Ivanov genç kadının yanına gitti ve onu kaldırmak için elini uzattı: -Genç bayan, ben St. Petersburg askeri güvenlik teşkilatına bağlı olarak çalışan dedektif Andrey Ivanov, memnun oldum. Sizinle biraz konuşmak istiyorum bir sakıncası yoksa. Genç oyuncu gözlerini yerde cansız yatan adamdan ayırmadan ayağa kalktı ve yavaş adımlarla Andrey Ivanov’u kulise götürdü. Boş bir odaya girip kendini sandalyeye 28

KARAKUTU SAYI: 12


atan genç kadın ilk defa konuştu: -Adım Nasya, Bay Ivanov. -Memnun oldum. Size bu hazin ölümle ilgili birkaç soru soracağım. Öncelikle, genç adamın adı neydi? -Pietro. -Merhum Pietro’nun ölümü hakkında bir bilginiz ya da tahmininiz var mı? Gördüğünüz üzere silahla ya da boğularak ölmedi. Etkisini sonradan gösteren bir şey yüzünden oldu. Yediği yemekler gibi... -Yediğimiz yemekler aynı kazanda pişer ve paylaşırız. Pietro’yu öldüren şey sadece ona değil hepimize tesir etmeliydi. -Peki, bir düşmanı var mıydı? -Bilemiyorum Bay Ivanov. Gerçekten bilemiyorum. Pietro’nun çok yakın arkadaşları var, onlara sorun lütfen. -Kim olduğunu söyler misiniz? -Aloysha onun çok yakın dostudur. Kuliste olsa gerek. Nasya telaşlı ve afallamış bir biçimde eteklerini gıcırdayan zemine sürterek uzaklaştı. Andrey ise sora sora Aloysha’yı buldu: -Aloysha? -Buyrun benim. Siz kimsiniz? -Ben Andrey Ivanov, dedektifim. Pietro’nun ölümü ile ilgili herkese sorular sormakla yükümlüyüm. Müsaitseniz konuşmalıyız. -Tabii, buyrun. Genç adamın gözleri ıslaktı, ağlamıştı. Merhum Pietro onun çok yakın bir dostu olmalıydı. -Pietro’nun ölümü hakkında bir bilginiz ya da tahmininiz var mı? -Yok. Zaten hangi insan onu zehirleyebilir? O çok iyi biriydi, cömert ve yardımseverdi. Ayrıca çok da iyi bir oyuncuydu. Neden böyle oldu, bir fikrim yok. -Bir düşmanı var mıydı? Ya da ona zarar verebilecek biri? -Düşmanı denemez ancak... Alain onu pek sevmezdi. Çok dağınık biri olduğundan ve onu yorduğundan yakınıp dururdu. Alain, kulisi temizleyip toparlayan bir adam. Orta yaşlı, zayıf, hafif kamburu var. Onu her yerde bulabilirsiniz, adını seslenmeniz yeterli. -Teşekküler Aloysha. Ivanov karışık kulis koridorunda ilerledi. Yanından geçenler fısır fısır Pietro’yu konuşuyordu. Ivanov tam Alain’i görmüştü ki bir kız onu omzundan tuttu: -Bay Ivanov, askerler geldi. Sizi bekliyorlarmış Pietro’nun naaşını almak için. -Geliyorum. KARAKUTU SAYI: 12

29


Kız koşarak uzaklaştığından dedektif kızı takip ederek tekrardan yukarıya, sahneye çıktı. Beş tane asker sahnede dikiliyor, Ivanov’dan gelecek emri bekliyordu. -Cesedi alın ve araştırmam bitene kadar gömmeyin, buzhanede saklayın. Adamın yarası beresi varsa dokunmamaya özen gösterin. Askerler yerde yatan soğuk bedene uzandığında dedektif durdu ve tiyatro sahnesindeki postallı, silahlı askerlere baktı. Bir oyun olsaydı bile izlemezdi bu adamları burada. Sonra oyuncuların da yavaş yavaş terk ettiği koridorlarda Alain’i aradı. Aloysha’nın da tarif ettiği gibi onu kamburundan tanıdı. Adam depodaki kıyafetleri düzeltmekle meşguldü: -Alain siz misiniz? -Buyrun benim. -Ben dedektif Andrey Ivanov. Pietro’nun ölümü ile ilgili birkaç soru sormam gerek. -Ah zavallı Pietro, çok da gençti. Buyrun Bay Ivanov. -Bildiğim kadarıyla Pietro’nun ve diğer tüm oyuncuların kulisini siz düzenliyormuşsunuz ve anahtarlar yalnızca sizde varmış. Yani Pietro’yu etkileyecek bir hata olsaydı büyük ihtimalle görürdünüz öyle değil mi? -İnanın ki Bay Ivanov ne ima ettiğiniz şeyi yaptım ne de yapılmasına göz yumdum. Pietro’nun beni yorması onu, bir genci öldürmem anlamına gelmez. Benim işim bu. yirmi yıldır bu kulislerde yorulmakla yükümlüyüm. -Peki, onun eşyalarına ya da odasına sizden başka ulaşabilecek biri var mıydı? -Tiyatro müdürü ve benim dışımda kimse anahtarlara ulaşamaz bayım. Ancak bu, benim gencecik bir adama zarar vereceğim anlamına gelmez. Bir kuşun dahi ekmeğine göz koymamış Alain, bir insanın canını asla yakmaz. -Üzgünüm Alain ancak olay çözümlenene kadar seni St. Petersburg güvenlik teşkilatında misafir edeceğiz. Benimle gel. Dedektif, Alain’i önüne aldı ve ilerledi. Yaşlı Alain’i kapıda bekleyen askerlere teslim ettikten sonra müdür Henri Loven’in odasına çıktı. Loven, al yanaklı, tepesi açık, takımının düğmelerini zorlayacak kadar tombul bir adamdı. İnce kaşları açık alnında bir çizgi gibi duruyordu. -Merhaba Bay Loven. Ben dedektif Andrey Ivanov. -Hoşgeldiniz Bay Ivanov. Sizi hoş bir oyunda misafir etmek isterdim ancak olanlara tanık olduğunuz için üzgünüm. -Üzülmeniz gereken şey benim bunları görmüş olmam değil Bay Loven, Pietro’nun ölmüş olması. Sizi rahatsız etmemin sebebi şüpheli olarak gördüğüm Alain’i birkaç günlüğüne güvenlik teşkilatına götüreceğimi bildirmekti. -Hain bunak! O Alain’de bir şeyler olduğunu biliyordum dedektif. O yaşlı pisliği bir daha getirmeseniz de olur! Burada katillere yer yok.

30

KARAKUTU SAYI: 12


-Sakin olun Bay Loven. Bu sadece bir ihtimal. Pietro’nun odasına ulaşabilecek iki kişiden biri olduğu için onu götürüyordum. Diğeri de sizmişsiniz ancak beni yanlış anlamayın. -Tabii ki dedektif, yanlış anlamıyorum. Zaten bir tiyatro müdürünün basit bir oyuncuyla muhattap olması fikri bile saçma. Ivanov başıyla selam verdi ve rüküşçe döşenmiş ahşap odadan çıktı. Henri Loven, cahil ve korkak bir embesilin tekiydi. Ona para kazandıran, patlayana kadar yemesini sağlayan sanatçılara ‘basit bir oyuncu’ diyecek kadar da kültürsüzdü. Andrey Ivanov tiyatro binasından çıktı ve karanlık yolda evine doğru yürümeye başladı. *** Pietro’nun öldürülmesi ile ilgili soruşturma sürüyordu ve bu süreç tiyatrodaki oyuncuları oldukça kötü etkilemekteydi. Herkes birbirine şüpheyle bakıyor, kimse kimsenin uzattığı bardaktan su içmiyordu. Tiyatro müdürü Henri Loven sırf oyun aksamasın ve değirmeninin suyu dönsün diye Pietro’nun yerine Romeo’yu canlandırması için Marko’yu göreve getirdi. Bunu öğrenen Andrey Ivanov, Marko’yla konuşmak üzere tiyatroya gitti ve kulisteki ufak odalardan birinde onu karşısına aldı. Kısaca kendisini tanıttıktan sonra haftalardır süren davadaki belki son tanığı sorgulamaya başladı: -Marko, lafı uzatmadan söyleyeceğim. Bildiğin veya şüphelendiğin ne varsa bana anlat. -Bildiğiniz üzere yalnızca iki hafta önce yani cinayetten bir hafta sonra bu sahnede göreve getirildim bu yüzden sizi sonuca ulaştıracak şeyler söylemem ne yazık ki imkansız. -Söyleyeceklerin bu kadar mı, emin misin? Genç adam ciddiyetle başını salladığında Andrey Ivanov duvarı yumruklamak istedi ancak yıllardır yaptığı bu iş ona soğukkanlı olmayı pekala öğretmişti. Marko oturduğu sandalyeden kalktığında bir saat önce içtiği vodkaların tesiriyle sendeledi ve makyaj masasına çarptı. Masanın üstündeki birkaç parça eşya yere düştüğünde gülümsedi ve odadan çıktı. Masanın üstünde çarpmanın etkisiyle hala dönen cisme odaklanan Ivanov, masaya yaklaşınca onun oyun için kullanılan ufak bir şişe olduğunu gördü. Romeo kendini zehirleyerek öldürmek için içine su doldurduğu bu küçük tüpü kullanıyor olmalıydı. Andrey Ivanov ufak saydam şişeyi eline alıp zihnindeki dehlizlere daldı.

-Pietro’nun ölümü hakkında bir bilginiz ya da tahmininiz var mı? -Yok. Zaten hangi insan onu zehirleyebilir? O çok iyi biriydi, cömert ve yardımseverdi. Ayrıca çok da iyi bir oyuncuydu. Neden böyle oldu, bir fikrim yok. Aloysha’nın sorgu sırasındaki sözleri kulaklarında çınladığında oyuncağına kavuşmuş bir çocuk edasıyla gülümsedi ve kulisten hızlı adımlarla çıktı. Aloysha, istemeden de olsa ağzından çok önemli bir şeyi kaçırmıştı. Pietro’nun nasıl öldürüldüğünü bilen tek

KARAKUTU SAYI: 12

31


kişiydi bu da onu büyük bir şüpheli yapıyordu. Dedektif, akşam olduğunda yanında askerlerle beraber tekrar tiyatroya geldi ve bir saat sonraki oyun için hazırlanan oyuncuların kulisine daldı. Korkuyla ve şüpheyle bakan gözlerin baskısı altında ilerledi ve Aloysha’nın odasına ne yazık ki kapıyı çalmadan girdi. Gömleğinin düğmelerini ilikleyen genç adam şaşkınlıkla konuştu: -Bay Ivanov, hoşgeldiniz. Bir gelişme mi var? -Var Aloysha. Biraz konuşalım mı? -Tabii. Ancak hızlı olsak iyi olur, bildiğiniz üzere oyuna yetişmeliyim. Andrey Ivanov hızlıca odaya göz attı ve makyaj masasındaki kilitli çekmecenin anahtarını istedi. -Dedektif, size saygım sonsuz ancak özel eşyalarımı karıştırmanızdan pek hoşnut olmayacağımı bilmenizi isterim. -Anahtarlar, Aloysha. Genç oyuncu titreyen ellerini askıdaki paltosunun cebine soktu ve anahtarları çaresizlikle Andrey Ivanov’a uzattı. Kilit çekmeceyi açmadı. Dedektif her şüpheli hareketin Aloysha’yı katil olma olgusuna götürdüğünün farkındaydı ve çekmeceye bir tekme attı. Ahşaptan yapılmış çekmece yere düştüğünde içindeki ufak şişe ve yanındaki kutuda bulunan zehir oldukça net bir şekilde görünüyordu. Aloysha kendini sandalyeye attı ve ağlamaya başladı: -Onu kıskandım. Romeo’yu oynama hayaliyle yanıp tutuşurken rolün Pietro’ya verilmesini ve onun da bu rolü muazzam bir şekilde oynamasını kıskandım. Beni seven, bana saygı duyan bir adamı öldürdüm. Ancak onun ortadan kalkması hiçbir işe yaramadı. Romeo’yu oynamak için gönüllü olduğumu bildirmek üzere Müdür Loven’e gittiğimde bir tokat daha yedim, rolün Marko’ya verildiğini öğrendim. Çıldırmamak elde mi dedektif? Aloysha hem gülüyor hem de ağlıyordu. Genç adamı saran bu dengesiz ruh hali çaresizliğin yaratacağı son noktaydı. Ivanov soğukkanlılıkla konuştu: -Yeni Romeo oldu diye Marko’yu da öldürecek miydin? -İnanır mısınız dedektif, düşünmedim değil. Andrey Ivanov kapıda bekleyen askerlere seslendi ve histerik kahkahalarla askerlerin arasından uzaklaşan Alyosha’ya yılgın bir ifadeyle baktı.

nazlıcan UZUNER / HZ A Terakki Lisesi- Tepeören

32

KARAKUTU SAYI: 12


dünyayı kurtaran teklif Chris, 21.yüzyılın ortalarında fakir bir aile çocuğu olarak doğmuş, henüz on beş yaşında olmasına rağmen hayatın acımasız yüzüyle karşılaşmış ve haksız yere suçlanmıştı. Haksız suçlanmayı içine sindiremeyen Chris ani bir kararla evini terk ederek yeni bir hayata atılmıştı. Belirsizlik ve evinde tek başına yaşaması hayata bakış açısını tamamen değiştirmişti. İçini kin ve nefret kaplamış, iyilik duyguları kör olmuştu. Hayatı yaşamaktan ziyade intikam ve nefret üzerine kurulmuştu. Kendisine haksızlık yapanlardan intikam almaya yemin etmişti. O günden sonra çevresiyle ilişkisini kesmiş ve asosyal yaşamaya başlamıştı. Kimseye güvenmeden tek başına yaptığı birçok deney başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Başarısızlıkları onu yıldırmamış aksine içindeki kin ve nefret onu daha da durdurulamaz yapmıştı. Sonunda başarıya ulaşmış ve “Poison”u hayata geçirmişti. Ortaya çıkan bu yaratık içindeki duyguların dışa vurumuydu adeta. Acımasız ve korkusuzdu. Poison birçok şeyin bir araya gelmesinden oluştuğu için tehlikeli ve “zehir” gibiydi. İnsanları yavaş yavaş ve ayırt etmeden yok ediyordu. Chris’in dünyaya verdiği zarar zor olsa da yaşının küçük olmasından yararlanılarak durdurulabilmişti. Yapılan yargılama sonunda hakim onlara müebbet hapis cezası verdi. Dünyanın birbirinden uzak iki noktasına hapsedilerek birbirlerini etkilemelerine engel olunmuştu. … O günlerde uzaydaki en büyük suç çetesi gezegenleri ele geçirmeye başlamış ve sıra dünyaya gelmişti. İlk saldırı küçük olmuş ve dünya saldırıların devamının geleceğini anlamıştı. Saldırılara engel olmak için dünya devlet adamları kongreler, gizli toplantılar, üçlü-beşli görüşmeler düzenleseler de saldırılara engel olup dünyayı kurtarmanın tek yolunun doğaüstü güçleri kullanmak olduğuna karar verdiler. Farklı özellikler taşıyan varlıklar yaratan bilim insanlarını bir araya topladılar. Yapılan son kongrenin başından sonuna kadar doğru canavarı bulmak için birçok tartışma geçse de en prestijli bilim insanlarından birisi şiddetli bir biçimde Chris ve Poison’a karşı çıktı. Onları serbest bırakmanın ciddi sorunlar doğurabileceğini savundu. Başka şansları olmadığından çoğunluğun kararı ile en güçlü ikili olan Chris ve Poison günün galibiydi ve Chris’e sıkı bir teklif yapıldı: Dünyayı kurtarmasına karşılık özgür olmak. Önceden yaptıklarından dolayı pişman olan ve geçen otuz beş yılda canavarını nasıl daha iyi kullanacağını anlayan Chris teklifi kabul etmişti. Tek bir şartı vardı: Beş kişilik, ölüm korkusu olmayan bir ordu ve birer metal elektronik zırh. Bunu kabul eden yönetim metal vücutları ve beş kişilik orduyu zaman kaybetmeden Chris’in emrine vermişti.

KARAKUTU SAYI: 12

33


Chris hapse girdikten tam yirmi beş yıl sonra yani 2100’ de gün ışığını tekrar görmüş ve birçok şeyin değiştiğini fark etmişti. Artık hayat çok daha farklıydı. Mimari, şehir planı, ulaşım araçları, elektronik eşyalar, insanların dış görünüşleri ve yapıları değişmişti. İnsanların göğüs kafesinde şeffaf bir yapı bulunmaktaydı. Bu şeffaf yapının içinde ise birer mekanizma. Oksijen yetmezliği yüzünden bu mekanizmaları yaptıklarını öğrenmişti Chris. “Keşke ben çocukken de hayat böyle olsaydı, belki her şey çok farklı olurdu” diye içinden geçirdi. Nihayet beklenen buluşma Poison’un hapsedildiği yerden çıkarılmasıyla gerçekleşiyordu. Kısa bir sessizlik… Aniden Chris “Beni hatırladın mı?” diyerek derin sessizliği bozdu. Poison ne kadar tehlikeli olsa bile Chris hiç düşünmeden ona sarıldı. Poison da dost canlısı bir biçimde karşılık vermişti. “Seni özledim dostum!” diyerek sözlerine devam etti Chris. … Düşman uzay gemisinin yeri belirlendikten sonra Chris ve küçük ordusunun gemisi, yeni keşfedilen bir gezegen olan “Galaton” gezegeninin yakınlarındaydı. Üst düzey yetkililerin açıklamalarına göre Chris “Millenium Falcon” adlı bir uzay gemisi ile yola çıkacağını öğrenince çok şaşırdı. Bu geminin eskiden Star Wars filminde kullanılan gemi olduğunu, sadece biraz geliştirdiklerini ifade ettiler. Chris, Poison ve beş kişilik ordu Millenium Falcon’a binip suç çetesini durdurmak için yola çıktıklarında küçük ordusuyla tanışmak için yanlarına gitti. İlk olarak “Sam” ile tanıştı. Sam; uzun boylu, beyaz tenli Amerikan asıllı bir askerdi. Ona ilk baktığında kendisine güvenebileceğini anlamıştı. İkinci olarak “William” ile tanıştı. William; orta boylu, Sam gibi beyaz tenli Amerikan asıllı bir albaydı. Üçüncü kişi “Robert” tı. Robert; uzun boylu, siyahi, Amerikan asıllı bir asker ve William’ın en iyi arkadaşıydı. Tanışılacak dördüncü kişi “Clay”dı. Clay; kısa boylu, sarışın, beyaz tenli Alman asıllı eski bir savaş kahramanıydı. Beşinci ve son olarak “Glen” ile tanıştı. Glen; orta boylu, beyaz tenli İngiliz asıllı bir sivildi. Ancak savaşın kazanılmasında büyük bir yardımı dokunmuştu. Ordusuyla tanışan Chris oldukça tatmin olmuş ve onlara: “Çok memnun oldum. Ben Chris. Bu da canavarımız Poison. Dünyanın bize ihtiyacı var. Az önce merkezden birkaç önemli bilgi aldım. Düşmanımızın adı “Bonecrusher”. Uzaydaki en büyük suç çetesinin lideri. Uzaydaki birçok gezegeni ele geçirdi. Sıra dünyamıza geldi. Eğer biz de başarısız olursak ne yazık ki dünyamızın sonu gelebilir. Tanrı hepimizi korusun.” dedi. Sam elini kaldırdı: “Komutanım, Poison’u bize anlatır mısınız?” diye sordu. Chris: “Öncelikle ben sizin komutanınız değilim. Biz birer dostuz bu saatten sonra. Poison’a gelirsek onu yirmi beş yıl önce yaratmıştım. Ona bu ismi vermemin sebebi, birçok şeyden oluşup tehlikeli olmasıydı. Kafası elmastandır. Sağ kolu ateştendir; ateşlere hükmetmesini sağlar. Sol kolu bitkidendir; tahta, toprak ve bitkilere hükmetmesini sağlar. Sağ bacağındaki su sayesinde suya hükmeder. Sol bacağındaki ayakkabı

34

KARAKUTU SAYI: 12


sayesinde dokunduğu şeyleri emer ve göğsündeki metal alandan düşmanlarına yüksek hızla fırlatır. Gövdesindeki robot vücudu, gövdesine gelebilecek hasarları önler ve ayrıca elektrik ile çalışan eşyaları kolayca kullanmasına yardımcı olur. Tek bir zayıf noktası vardır: Göğsündeki boşluk.” diyerek sorulan soruya cevap verdi. “Size bir ipucum var dostlarım. Düşmanlarımız kopya. Tek bir zayıf noktasını bulursak hepsini kolaylıkla yok edebiliriz.” diyerek açıklamasını sürdürdü. O sırada düşmanın uzay gemisini fark ettiler, ona epey yaklaşmışlardı. “Herkes çabuk zırhını giysin! Dünyayı kurtarma vakti! Beni takip edin.” dedi Chris. Birlikte Millenium Falcon’dan atladılar. Chris: “Sam, William ve Robert ayrılın. Düşmanın zayıf noktalarını öğrenin! Clay ve Glen siz bizimle gelin.” O sırıda William bağırdı, “Zayıf noktaları boyunları. Oraya ateş edin!” dedi. William’ı dinleyerek boyunlarına doğru ateş ettiler. Kopyalar birer birer yok olmaya başlamıştı. Ancak Glen bir şey fark etti. Kopyaları yok etseler bile sayıları azalmak yerine gittikçe artıyordu. Bunu Chris’e söyledi. Chris Sam’e: “Kopyaları yok ediyoruz ancak sayıları azalmıyor. İçeride bir yerde kopya odası olmalı. Biz Poison ile onu ve Bonecrusher’ı bulmaya ve yok etmeye gidiyoruz. Clay ve Glen size katılacak. Onlarla birlikte savaşmaya devam edin. Bonecrusher’ı yok edersek kopyaları yok ederiz!” diye seslendi. Bunun üzerine Clay ve Glen onlara katıldı. Poison ve Chris ayrılarak düşman uzay gemisini dolaşmaya başladılar. Bu sırada Poison gizli bir oda fark etti. Bu odaya girdiklerinde kopya makinesini buldular. Bunun üzerine Chris Poisan’a, “Tebrikler Poison. Bu oda kopya odası olmalı.” dedi. Poison kafasını sallayarak cevap verdi. Kopya makinesine dört patlayıcı yerleştirip makineyi patlattılar. Odadan çıkarken Bonecrusher’ın komuta merkezini hızlıca bulmayı umuyorlardı. Aynı zamanda Sam ve diğerleri çatışmaya devam etmekteydi. Chris ve Poison birkaç kopya geldiğini görüp saklandılar. Chris, “Onları takip edelim. Bonecrusher’ın odasına gidiyor olmalılar!” dedi. Bunun üzerine sessizce kopyaları takip etmeye başladılar. Kopyalar bir odaya girdi. Odanın Bonecrusher’ın odası olduğunu anlayan Chris ve Poison içeri girmek için hazırlandı. Chris, “Hazır mısın Poison? Dünyanın kaderi artık bize bağlı!”dedi. Poison yine başıyla işaret vererek hazır olduğunu bildirdi. Chris zırhını savaş moduna alınca odaya girdiler. Bonecrusher’ın aslında bir robot olduğunu görünce bir süre şaşkın kaldılar. Ancak ilk toparlanan Cris oldu ve durumun güçlüğünün farkına vardı. “Bu robotun diğer kopyalardan farklı olarak zihni vardır.” diye kendi kendine konuşurken Bonecrusher onlara, “Ben de sizi bekliyordum.” dedi kopyalarını geri çekerek. Odada sadece Chris, Poison ve Bonecrusher kalmıştı. Chris Poison’a “Hadi başlayalım!” diye seslendi. Ancak Bonecrusher hızlı davranıp ani bir atakla Chris’te ciddi bir yara açtı. Buna sinirlenen Poison, Bonecrusher’ın üzerine atladı. Chris düştüğü yerden kalkmaya çalıştı ancak kol ve bacağındaki kırık ve kalbinin hemen yanından geçen tehlikeli bir mermi yüzünden bunu başaramadı. Poison ve Bonecrusher kıyasıya bir mücadeleye girdiler.

KARAKUTU SAYI: 12

35


Bu mücadeleden Poison galip çıktı. Kopyaların yok olduğunu gören Sam ve diğerleri Chris ve Poison’un başardığını anladılar. O sırada uzaktan iki canlının geldiğini fark ettiler. “Bunlar Chris ve Poison!” dedi Robert. Glen, Chris’in yaralı olduğunu görüp hemen yardımına koştu. Diğerleriyle onu omuzlayıp Millenium Falcon’a götürdüler. Chris’i iyileşme makinesine koyduklarında kan kaybı ve acı nedeniyle Chris bitkinliğin sınırına ulaşmak üzereydi. Chris’in küçük ordusu heyecan ve sabırsızlıkla sonucu bekliyorlardı. Kısa süre sonra iyileşme makinesi sayesinde yaraları iyileşmeye başlayan Chris yatırıldığı kabinde kıpırdamış hatta Poison’a sorulursa küçük bir jesti bile fark edilmişti. Bir saat bekledikten sonra makineden iyileşmiş bir şekilde çıkan Chris yorgun ama yüzünde gülümsemeyle dostlarına ve Poison’a sarılmıştı. “Başardık! Artık kendi gezegenimize dönme vakti!” dedi. Chris, Millenium Falcon’un rotasını Dünya’ya dönmek üzere ayarlama komutunu verdi.

anday berk ULAŞ / HZ A Terakki Lisesi- Tepeören

sana oyun yasak Var mısın yok musun Saklambaç mısın, düzenbaz mı? Ee, artık safını belirle Kimsen nesin Unutma ama biz varız! Şakalarına da ihtiyaç duymayız!

36

KARAKUTU SAYI: 12

ateş yersu GÖK / 10 C


bir peri masalı aforizması Peri masalı mı? Ne kadar da klişe! İçeriği baştan belli sonuçta. İşte ne var bu masalda? Uzak bir yerlerin ücra bir köşesinde bir ülke vardır, prenses vardır, saçlar hep uzundur, pamuk şeker kadar pembe bir elbise vardır üzerinizde. Hep mutlu biter, kâbussuzdur. Gerçek olamayacak kadar güzel hayatlar betimlenir hep en sevimli harflerle. Bu masallarda hep bir ejderha vardır hani, en sonunda kaybeder hep. Peki bu yüzündeki masumiyeti kaybetmiş ejderha prensese âşık olursa ne olur? Olabilir mi? Kötülerin ağlamaya hakkı var mıdır? Yoksa ağlamak yalnızca iyiler için mi sesli yapılabilen bir eylemdir? Ağlamak, sosyalist* bir eylem midir yoksa? Peki, Komünist* olabilir mi? Yok, o da değil, sonuçta ne acılar var, bizimkisi yanında hafif kalır. Kapitalist? Eee, parayla da alınmıyor bu meret! Haaaa, işte şimdi çözdüm gibi. Sanırım ağlamak, ideolojilere inanmıyor. klişe dedikten sonra, böyle başlamamak olmazdı. Bir varmış, bir yokmuş. Sonra yine var gibiymiş de, bir bakmışsın yokmuş. Aslında bu, hiiiiiç olmamış… Bu kadar kararsızlık yeter. Sen de bir karar ver artık ama! Değil mi? Günlerden bir gün, ejderha halkın yaşadığı Patagonya’da, yani hayaller ülkesinde, bir yaşlı ejderha yaşarmış. Bu ejderha her ne kadar alev püskürse de kendisini yaşadığı yere ait hisseder, kılıçlar üzerine çevrilmediği takdirde asla çevresine zarar vermezmiş. Bu ejderhanın yaşadığı bir mağara varmış. Dünyanın ennnn derin mağarası. Halkın yaşadığı alandan daha yüksekte, aziz ve keşişlerin ziyaret edeceği türden bir mağaraymış bu. Ejderha, mağaradan çok nadir çıktığı için asosyal takılsa da bir araya gelindiğinde kendilerine kurt sürüsü diye hitap eden arkadaşları varmış. Onlar da, bir varmııııış, bir yokmuş. Kimisi o konuştuğunda onu dinlemez*, kimisi derin özenti hayal dünyasından çıkmazmış*. Kanında gezen dehşet sıcaklığa rağmen pek soğukkanlı olan ejderha, bazen kendisini küçük bir kediden daha değersiz, bazense kıyılarına ferahlatan bir dalga çarpmış gibi hissedermiş. Ejderhaydı, alevdi dediysem de çok takılmayın, kıyıya çarpan dalga ejderhanın karagün dostudur. Yaşadığı çalkantılı, vurdulu kırdılı süreçlerden bir şekilde geçmeyi başaran ejderha siyah kanatlarının artık eskisi kadar güçlü olmadığından dert yanar, bu yüzden eskisi kadar yükseklerde uçmaya yüreği dayanmazmış. Cesaretini topladığı ilk ve tek yüksek uçuşunda gökyüzünün 7. Katmanında bir prensese rastlamış. Çirkin bir ejderha ile bir prensesin güzelliklerini karşılaştıracak özgüveni olmasa da, geceleri mağarasında kurduğu prensese kavuşmak hayali, onu ayakta tutarmış.

KARAKUTU SAYI: 12

37


Bir kez yakından görebilmiş olsa da ejderhanın tasvirine göre prenses kırmızı uzun saçları olan, karbeyaz tenli ve perileri andıran narin, nadir bir güzellikteymiş. Bir saniye için göz göze gelmişler, ejderhanın kolu kanadı titremiş. Ejderha durağan yaşamından kurtulmaya çabalıyormuş. Verdiği bir röportajda, yaşadığı bir olayı şöyle anlatmış: “Patagonya’da ılık bir gece. Havaya ağaçların baygın kokusu yayılmış. Ateşin başında etrafta anlaşabildiğim tek canlıyla, safkan bir atla oturmuşuz ancak ikimiz de tek çift laf etmiyoruz. Şahlanacakmış da etrafına zarar vermekten korkuyormuş gibi ürkek ve parlament mavisi gecenin ışıkları beyaz yelesinde yansırken endamlı bir at. Sessizliği bölüp konuşmaya cüret ederek ona prensesi anlatmaya çalışacağım ama onun işleri başından aşkın. Sanırım bu loş geceyi sessizliğe bağışlayacağız. Her neyse ben kalkıyorum. Şimdi gidip tüm bunları unutmaya çalışacağım. Gitmek sadece bir eylem, unutmak kocaman bir devrim biliyorum ama şu an yıkacak bir düzenim yok, varlığımda meçhulüm. Diyebileceklerim şimdilik bu kadar.” Ertesi gün olduğunda, ejderha hazırlık yapmaya başladı. 11. Yılın 364. gününe uyanmıştı. Ağzındaki is kokusundan kurtulmak için mağarasını terk etti. Patagonya’da ejderlerin ihtiyaçlarını karşıladığı akarsuyun şehir merkezine uzak yatağına doğru kanat çırptı. Gördükleri karşısında üzülse de elinden bir şey gelmiyordu. Halk ejderhayı dışlamış, onun yaşadığı alanla şehir merkezi arasına gökdelenler inşa etmiş ve gökdelenlerin arasına Çin Seddi’ne benzeyen duvarlar çekmişlerdi. Yaşadığı ıstırap* onu yiyip bitiriyordu. Mağarasına doğru havalandığında kafasında sineye çekilmek fikri vardı. Biraz yükseldiğinde, depolanmış ince bir şeyler gördü. Mızrağa benziyordu ancak o çok üstelemedi. Duvar inşaatında kullanmak için çubuk depoladıklarını düşündü. Öyle düşünmek istedi en azından. Aklıyla yüreği arasında çaresiz kalsa da derin mağarasına gidip yeni yılı ve doğum gününü beklemek dışında yapabileceği bir şey yoktu. Gece saat tam 23.55’te sevinç çığlıkları ilişti kulağına. Heyecanlandı çünkü bu yıl 12. Yıl, yani Ejderha Yılı’ydı. Bu yıl, onun yılıydı. Mağarasından çıkarken kendisine prensesi tekrar göreceğine ve yükseklik ne olursa olsun gözlerini asla kapatmayacağına dair söz verdi. Arşa çıkıncaya kadar çabalayacak, pes etmeyecekti. Saat tam 23.59’du. Prensesin yaşadığı kalenin etrafını turladı ve kademeli olarak hızını azalttı. Durabileceğini fark ettiğindeyse çatıya kondu. Prensese seslendi, defalarca seslendi. Cevap alamıyor, gücüyse giderek azalıyordu. Oysaki geçen sefer prensesle göz göze gelmişti. “Prenses duysaydı bana kesinlikle cevap verirdi.” diye düşündü. Ona zarar verdiklerini sandı. Olamaz! Prensesi öldürdüler! Prensesi onlar öldürdü! Onu sevdiğimi biliyorlardı. Diye acı içinde haykırdı. Gözünü kan bürümüş ejder, kendi kişiliğinin aksine saldırgan bir 38

KARAKUTU SAYI: 12


forma geçti. Rotasını şehir merkezine çevirdi. Gidip etrafı yakıp kül etmek fikri vardı aklında. Saat 12.00’de şehrin üzerinde uçmaya başladı. Yılbaşı etkinlikleri sahneleniyor, onu dışlayanlar ve daha da önemlisi prensesi öldürenler yılbaşını pandomimle kutluyordu. Şehirdeki şenlik havası iyiden iyiye mayalanmıştı. Bu durum onun kanına dokundu. Kendisini daha fazla tutamayan ejderha duvarlara ateş yağdırmaya başlayınca dikkatler ona çevrildi. Halkın gözlerindeki korkuyu görmek için dikkatli bakmak gerekmiyordu bile. Ejderha yere ayaklarını bastığı an onu hayretler içine düşürecek bir şey yaşandı. Uzaktan net göremediği ancak önceden yüzünü görmüş olduğu azılı düşmanları, ejder avcıları, o ince ve kor gibi yanan mızraklarla üzerine koşuyorlardı. İşin daha da kötü kısmı, üzerine koşanların ejderha mı insan mı olduğunu net ayırt edemiyordu. Bir an ejderhalığını kaybettiğini düşündü. Zaten iki ihtimal vardı: Ya o artık ejderha değildi ya da tüm ejderhalar avcı insanlara dönüşmüştü. Her yer kanatları gibi siyah ve mat olmaya başladı. Gözleri kapandığında mızraklar kanatlarına saplanmaya devam ediyordu. Ölmeden önce işittiği son cümle -ki bu cümleyi ona söyleyen prensesti- bir aforizmaydı. Bir peri masalının daha sonuna geldik…

eren kutay BAHTİYAR / 10 A Terakki Lisesi- Tepeören

KARAKUTU SAYI: 12

39


kafesin şarkısı “Kralın hizmetkârları, askerleri, hizmetçileri ve vekilleri vardır. Ya bu Anti-Kral’ın hizmetkârları nerede?” “Kafalarımızın içinde oğul. Kafalarımızın içinde. Hain olan nefsimiz. “Yaşamak istiyorum, ben yaşayayım da isterse dünya yansın!” diye bağıran nefsimiz. Karanlıkta bulunan, içimizdeki hain ruh, elmanın içindeki kurt gibi. Hepimize hitap ediyor…”

Kitabı kapattı ve keçeleşmiş saçlarla dolu kafasını sarı lekelerle kaplanmış beyaz duvara yasladı. Gri sıvaların aralarından gördüğü tavandan beyaz boya parçaları, kar taneleri gibi düşüyordu. Gözlerini kar tanelerine dikti. Ona özel kar tanelerine. Taş zeminin kar taneleri ile kaplandığını hayal etti. Hemen yanındaki demir parmaklıkların buzlarla sarıldığını… Hayal ettikçe gerçekleşti. Gerçekleştikçe gözleri kamaştı. Kamaştıkça kıstı gözlerini. Gözlerini kıstıkça uykusu geldi. Ve sonunda gözlerini kapatarak dipsiz bir çukura düştü. Başı yumuşak zemine değdiği anda açtı gözlerini. Gökyüzünün kristalden yüzeyi belirdi gözlerinin önünde. Bulutlar, kristal yüzeyin üzerine pastelle çizilmiş gibi soluklardı. Kız ellerini tozlu zemin üzerinde gezdirdi. Ensesini gıdıklayan parçalarıyla toprak üzerinde yatıyordu. Bunu fark etmesiyle her yanı ağrıyan bedenini kalkmaya zorladı. Yüzünü yalayan rüzgârı hissetti kalktığında. Kulağına bir şeyler fısıldayan dedikoducu rüzgâr. Etrafta gezdirdi gözlerini. Bir dağın en soğuk yerindeki çam ağacının yaprağından yapılmış bir kapı ve kapının etrafına dolanmış, kan tohumundan ekilmiş, ateş suyuyla sulanmış güller. Güller vernikle boyanmış gibi parlıyorlardı. Kız kapıya yaklaştıkça, yüzüne bir soğuk çarptı yeşil kapıdan gelen. Biraz daha ilerledi ve vernikli güllerin sıcaklığı yanaklarını yakmaya başladı. Dayandı kız, karlar arasında yaşıyormuş gibi. Dayandı, alevlerin arasında doğmuş gibi. Sonra kuru buzdan yapılmış kapı kolunu tuttu ve kapıyı açtı. Açtığı ilk saniye yüzüne sahra çölünden gelmiş bir rüzgâr çarptı. Bu rüzgâr fısıldamıyordu kızın kulağına çünkü hiçbir şey yaşamazdı çöllerde. Sadece çarpıp gitti rüzgâr. Giderken de ardından kapattı kapıyı. Kız durdu rüzgâr giderken. Hiçbir şey yapmadı ve bakakaldı gördüklerine. Bir çayıra açılmıştı kapı, bir eve değil. Rengârenk çiçeklerle doluydu çayır. Bir çocuğun resim defterinde duran resim gibiydi çiçekler. Saf ve renkli... Siyah veya beyaz kirletmemişti resmi, renklerle dolmuştu çayır. Kristal gök aynıydı yine. Yine pastelden bulutlar vardı göklerde. Kız kafasını diğer

40

KARAKUTU SAYI: 12


tarafa çevirdi. Orada da bir ev vardı. Penceresinden baktı kız. Evin içindekiler mutfakta yemek yiyorlardı. Aile olmalıydı onlar. Çünkü gülüyorlardı, çünkü mutlulardı. Kız gülümsedi ve evle çiçekler arasındaki patikada yürümeye başladı. Patika tozluydu. Arada kumlar giriyordu ayakkabılarına. Yürürken etrafına bakıyordu. Kuşlar uçuyordu çiçekler arasından. Martılar, kırlangıçlar, serçeler… Rengârenk papağanlar, uçarken gülüyorlardı. Birkaç kere çiçekler arasında süzüldükten sonra kristal göğe uçtu. Bir kırlangıçlar kaldı yanında siyah beyaz renkleriyle. Biraz daha ilerledi kız. İlerledikçe yer yer sararıyordu çimenler. Yine de solmamıştı çiçekler. Hala bir çocuk kadar güçlü, her yeri sarmış kuraklığa karşı direniyorlardı. Bir süre sonra ileride birkaç kiraz ağacı gördü kız. Çimenler arasındaki saf çiçekler gibi, ağaçların çiçekleri de kuraklığa inat capcanlıydılar. Ağacın dallarından salkım salkım dökülen çiçekler, bir güneş gibi parlıyordu. Kiraz ağaçları arasından giderken bir gülümseme belirdi kızın yüzünde. Dallara konmuş bülbüller, bir siren1 gibi şarkılarını söylüyorlardı. Kız ise şarkılardan büyülenmiş bir denizci gibi kayboldu ağaçlar arasında. Bir süre dinledi bülbüllerin şarkılarını. Birkaç kiraz ağacı arasında sanki binlerceymiş gibi kayboldu. Sonra sustu kuşlar. Uzaklardan gelen soğukla, uçtu daha sıcak yerlere. Rüzgâr yoktu bu yerlerde o yüzden bir daha hiç duymadı kız bülbüllerin güzel şarkılarını. Şarkılar tamamen sustuğunda, kız dalgın halinden sıyrıldı ve daha dikkatli bakmaya başladı etrafına. Yüzündeki gülümsemeyi elindeki en kuvvetli silgiyle sildi. Gözlerindeki parıltıyı elindeki en koyu kalemle kararttı. Bu güzellikler silgi ve kalem tozuna karıştı. Her parça, güzellikleri yansıtan bir aynanın kırığı oldu. Kırıklar gelen soğuk havayla bülbüllerin uçtuğu gibi uzaklara uçtu. Uçarken keskin kırıklar, kiraz çiçeklerine çarptı, yırttı, parçaladı. Sonunda çiçekler tozpembe bir hayal oldu, kırıklarla uzaklara uçtu ve yok oldu. Kız, dalları çıplak ağaçları geride bıraktı ve patikada ilerlemeye devam etti. Artık çimenlerin tamamı sararmıştı. Çimenler arasındaki toprak da kuraklıktan kum olmuş sahra çölünden gelen suskun rüzgârla etrafta uçuyordu. Çiçekler bile pes etmişti artık kuraklığa karşı. Direnmenin verdiği yorgunlukla yüzleri sararmış, kuraklığın yüceliği karşısında boyunları bükülmüştü. Tozlu hava yüzünden arada gözleri sulanıyordu kızın. Yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Hava biraz yatıştığında kız bir açıklık gördü yirmi tilkinin birbiriyle oynadığı. Onları gördüğü anda gözyaşlarını sildi yüzünden. Tam tilkilere yaklaşıp onlarla oynayacakken bir kaya gördü patikanın diğer tarafında. Tiklilere yaklaşmadan önce kayanın arkasına saklanıp onları izlemeye başladı. Böylece onların vahşi olup olmadıklarını bilecekti. Tilkilerin bazıları oynamıyordu. Kenarda oturmuş oyun oynayanları izliyordu. Onlar farklıydı. Kızıl kürkleri griyle karışmış gibiydi. Oyun oynayan tiklilerin kürkleri ise kan kızılıydı ve yeşil kapının etrafını sarmış vernikli güller gibi parlıyorlardı. Sonra bir rüzgâr esti. Sahra çölünün rüzgârı değildi. Dedikoducu rüzgârdı bu, vernikli tiklilerin fısıltılarını taşıyan. Kız bir süre daha izledikten sonra yaklaşmaya başladı vernikli tiklilere. Kız gelince yanlarına, vernikli tilkiler oynamayı bıraktı ve kendilerini sevdirmeye başladı. Yaklaşınca gri-kızıl kürklü tiklilerin de yanına geleceğini sanmıştı kız. Merak ediyordu çünkü onları. Ama gelmediler yine de. Üzüldü ama unuttu onların varlığını gözlerini kamaştıran vernikle. Uzun 1 Yunan mitolojisinden bir yaratık. Sesleriyle denizcileri büyüleyerek kayalara çarpmalarına neden olurlar. KARAKUTU SAYI: 12

41


bir süre oynadı tilkilerle. Ama gülmedi yine de. Bir gün, güneş bulutlarla karardığında, bir siyahlık parladı açıklık ardında. Onu fark etmeyen vernikli tilkiler arasından ayrılıp siyahlığa doğru ilerledi. Simsiyah bir evdi bu siyahlık. Sarı çimenler arasında, tek katlı dikiliyordu. Penceresiz olan bu evi merak etti kız. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Ev tek odalıydı ve loş odayı, siyah bir ışık aydınlatıyordu. Boş odada, dizlerini kendine çekip siyah duvara yaslanmış, oturan bir kız duruyordu. Kızın omuzlarına gelen kahverengi saçları, loş ışıkta siyah gibi duruyordu. Burnundan aşağı kaymış siyah gözlükleri, esmer yüzünü gölgeliyordu. Düz bir ifadeyle karşıya bakıyordu. Kızın içeriye girmiş olmasına karşın ne yüzündeki ifadeyi değiştirmiş ne de kafasını kıza çevirmişti. Kız, yerde oturan gözlüklü kızın yanına yaklaştı. Kafasını göremediği bir yere çarptığında fark etti gözlüklü kızın etrafını sarmış cam duvarı. Kız cam duvarın hemen arkasına, gözlüklü kızın tam karşısına oturdu. İşte o zaman başını kaldırdı ve düz ifadesini değiştirmeden karşısındaki kıza bakmaya başladı. Bir süre öylece baktılar birbirlerine düz ifadeleriyle. Sonunda bir “Merhaba” duyuldu cam duvarın dışındaki kızdan. Ama cevap vermedi diğer kız. Önceki gibi sadece baktı. “Adın ne?” diye sordu bu sefer kız. Sonra yerdeki bir fotoğraf dikkatini çekti daha önce görmediği. Fotoğrafta, bir evin içindekiler mutfakta yemek yiyorlardı. Aile olmalıydı onlar çünkü gülüyorlardı. Ama mutlu değillerdi. Kız gözlerini fotoğraftan çekti. Cam duvarlar arasındaki kız ona bakıyordu. “Binnur” sözcükleri döküldü kızın ağzından. Anlamamış gibi başını eğdi özgür olan. “Adım Binnur” dedi özgür olmayan tekrar. Adı Binnur olmayan kalktı ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. İşte tam o sırada hapsolduğu cam duvara yapıştı Binnur ve bağırdı “Gidemezsin!” diye. Gözlüklerinin ardındaki kahverengi gözleri kocaman açılmıştı. Kız geriye döndü. “Neden?” diye sordu Binnur’un bağıran sesinin aksine sakin sesiyle. “Çünkü… Çünkü gidemezsin işte! Buradan kimse çıkamaz!” Kız dondu. Hareket etmeden, gözünü kırpmadan sadece, öylece Binnur’a baktı. Kız bakarken dışarıdan martı sesleri geliyordu. Acıyla çığlık atıyorlardı onu uyarmaya çalışırken. “Gitmek istiyorum!” dedi kız. “Sen bana engel olamazsın!” Sonra martıların çığlıkları arasından birkaç tilkinin sesi duyuldu. Sonra de siyah kapının altındaki aralıktan bir pati göründü, gri-kızıl renkli. Kız bağırmak, yardım çağırmak istedi. Ama “Eğer buradan çıkarsan onlara zarar veririm!” sözleri engel oldu ona. Binnur delirmiş gibi gözlerini açmış, ellerini cama dayamış, kıza bakıyordu. “Onlara zarar veririm ve bu sen dışarı çıktığın için olur!” diye bağırdı. Kız bir adım uzaklaştı kapıdan. Korkak gözlerle bakıyordu kapıya. Binnur’sa yüzünde soğuk bir gülümsemeyle kıza bakıyordu. Sonra kız bir anda hatırladı Binnur’un tutsak olduğunu. Zarar veremezdi o kimseye. Sonra, belki de uzun zamandan beri ilk defa gerçekten gülümsedi. Bu sefer cam duvarlar arasındaki kızın bağırışlarını umursamadan çıktı dışarı. Ve ardından kapıyı kapattı. Uzun siyah saçları olan beyaz önlüklü kadın, yavaş adımlarla demir parmaklıkların önünden, beyaz duvarların arasından geçiyordu. Hemen yanında hafif silinmiş bir şekilde “Ceylan Akal” yazan parmaklıkların önünde durdu. Demir parmaklıklar ardında, dizlerini kendine çekip beyaz duvara yaslanmış, oturan bir kız duruyordu. 42

KARAKUTU SAYI: 12


Kızın omuzlarına gelen kahverengi saçları, loş ışıkta siyah gibi duruyordu. Burnundan aşağı kaymış siyah gözlükleri, esmer yüzünü gölgeliyordu. Düz bir ifadeyle karşıya bakıyordu. Kadının parmaklıklar önünde durmasına karşın ne yüzündeki ifadeyi değiştirmiş ne de kafasını kadına çevirmişti. Kadın bir süre kızı izledikten sonra döndü ve tekrar yavaş adımlarla ilerledi. Ayakkabıların çıkardığı tak tak sesleri sönerken kızın yüzünde yavaşça bir gülümseme belirdi.

ceren NURAL / 10 A Terakki Lisesi- Tepeören

“When I do count the clock that tells the time” Issız sokaklarında zamanı kovalayan Thames  Londra’yı baştanbaşa gezen bir hayalet  Leydi Macbeth’in, Juliet’in, Olivia’nın sözleri  Islıkla karışan çığlıklar saraya ulaşırken  Anlar, sadece anlar çağlar ötesinden seslenir  Mahzenlereyse nedense hep susmak kalır  Sarmaşıkların buluştuğu köprüde asılı Hain ölümlerin maskeleri Acımasız talihin fırlattığı taşlar ve oklar Kalplere bırakmış izlerini El değmemiş günahsız ruhların Sonelerin arkasına saklanmış Romeo Perde kapanmışçasına suskun, boş Esrarengiz sözlerin zamansızlığı Aşkına Bir Yaz Gecesi Rüyası Rast gelirse eğer bil ki Engebesiz değildir aşkın yolu

terakki lisesi şiir kulubü

KARAKUTU SAYI: 12

43


kompozisyon Önce bir fidan,
 Sonra, yavaşça, sinsice, gizlice
 Büyüyen, kollarını açan, köklerini salan,
 Yıllarca, on yıllarca, asırlarca
 Orada. Ve hiç kıpırdamadan.
 Ağaç. Önce bir parça,
 Sonra, hızlıca, apaçık, sere serpe,
 Bütünleşen, makineleşen, tekerlenen,
 Her gün, her saat, her zaman
 Başka yerlere. Ve hiç yerinde saymadan.
 Araba. Sâde tesadüfler yeterli değil,
 Bu anlamı günden güne derinleşen karşılaşmaya,
 Bir gün araba,
 Çarpar ağaca. 
 Ve yüzyıllık serüven son bulur.
 Ağacın yapraklarının uluntusunda. O yapraklar ki, fısıldar arabanın Ölgün ve yorgun aynalarına
“ Tamam, bundan sonra sen de işte tam burada duracaksın.” Ve araba kalır orada, Doğasına aykırı, riyakâr ve isyankâr,
 Başka yere gidemez.
 Ağaç kara köklerini,
 Görünmez bir ağ gibi atmıştır sanki üzerine. Senin doğanda da var işte böyle,
 Araba olmak.
 Bense kök salmışım,
 Bu duygularımın rengine ve bu şehre,
 Sevgilim, seni ben
 Durduruyor
Muyum?

burcu KUBİLAY / 11F 44

KARAKUTU SAYI: 12


KARAKUTU SAYI: 12

45


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, hemen hemen bütün çocukların bildiği birkaç masal karakterinin bulunduğu bir masal varmış. Yedi Cüceler bir gün ormanda üzgün üzgün dolaşıyorlarmış çünkü Pamuk Prenses’in bu ormandan gitmesi onları çok üzüyormuş. Pamuk Prenses ise gerçek aşkını bulduğu için bu ormandan mutlu bir şekilde gitmiş.

Yedi Cüceler de “Ne bu acele?” diye sormuş. “Üvey annemin evinden kaçtım.” demiş Külkedisi. Yedi Cüceler bu cevaba şaşırmış. “İnsan neden annesinin evinden kaçar ki? Ne güzel yemeğin yapılıyor, temizliğin yapılıyor, şefkat de veriliyor.” demiş şaşkın. “Senin dediklerinin hepsini ben yapıyordum; şefkat kısmı hariç.” Babam öldükten sonra üvey annem ve kız kardeşlerim beni hizmetçi gibi kullanmaya başladılar. Ben de dayanamayıp kaçtım. Yoksa ben deli miyim, öyle bir evden niye kaçayım ki?

46

KARAKUTU SAYI: 12


O sıralarda aynı ormanda Külkedisi üvey annesinin evinden kaçıyormuş. Üvey annesinin ona hizmetçi gibi davranmasından bıkmış. Külkedisi’nin altın renginde saçları varmış, çok güzelmiş, ortalama bir insan boyundaymış ve pamuk beyazında da ten rengi varmış. Külkedisi kimsenin onu takip etmediğinden emin olmak için arkasına bakarak koşuyormuş. Önüne bakmadığı için Yedi Cüceler’e çarpmış. Herkes aynı anda çığlık atmış. “Aaaaa...”

Bir ses duymuşlar ve hepsi bu sesten ürktükleri için koca bir ağacın arkasına saklanmışlar. Fısıldayarak “Sizin isimleriniz ne?” demiş Külkedisi. Öfkeli “Simdi hiç sırası değil.” demiş. Duydukları sesin şiddeti gittikçe artıyormuş ve bu ses onları çok korkutuyormuş. Birdenbire arkalarına saklandıkları ağaçtan adeta patlarcasına bir ses çıkmış. Çirkin bir canavar ağacı yıkmış. Yedi Cüceler ve Külkedisi çığlık atmış.

KARAKUTU SAYI: 12

47


“Korkmayın size zarar vermem. “ demiş canavar. “Benim adım Çirkin. Aslında ben de bir insanım fakat lanetli olduğum için böyle bir canavarın vücudundayım. Siz de kendinizi tanıtın. Haydi korkmayın.” Canavar ormandaki en uzun ağaçların boyunda, kahverengi tüylü, mavi gözlü, kocaman ayaklı ve uzun dişliydi. En sonunda aralarından biri kendini tanıtma cesaretini buldu.

Uykucu esneyerek “Ben Uykucu. Çok uyurum,bu yüzden adım Uykucu.”. “Ben Şaşkın. Her şeye çok şaşırdığım için bana Şaşkın diyorlar.” “Ben Neşeli. Yedi Cücelerin arasında en neşeli ben olduğum için adım neşeli.” “Bana öfkeli diyorlar ama ben öfkeli DEĞİLİİİİMMM!” “Ben Utangaç. Ba-bana biraz ut- ut- utangaç olduğum için Utangaç di- di- diyorlar.” Yedi Cüceler kendilerini tanıtmayı tamamlamışlar.”

48

KARAKUTU SAYI: 12


rlar.”

“Ben Bilgin, aralarındaki en yaşlı ve bilge cüce benim ve altı cücenin de lideriyim. Biz Yedi Cüceler her gün, gün doğumundan batımına dek madeni derinlemesine kazıp toprağın altından elmas gibi mücevherler çıkarırız. “Ben Ha-Ha-Ha Haaaapppşu.... Ben Hapşırık. Aralarında en çok hapşıran benim ve bu yüzden adım Hapşırık.”

“Sıra sende Külkedisi.” demiş Neşeli. “Neşeli’den de duyduğun gibi benim adım Külkedisi. Babambirkaç yıl önce öldü. Annem ve kız kardeşlerimle yaşıyordum fakat onların bana olan davranışları yüzünden evden kaçtım ve ben de senin sayende Yedi Cüceler’le tanıştım.” demiş Külkedisi.

KARAKUTU SAYI: 12

49


“Çok iyi kişilere benziyorsunuz sizi evimde ağırlamak isterim. Korkmayın sizi evimde pişirip yemek gibi bir planım yok. Sadece hava kararıyor ve evim ormanın biraz ilerisinde. Ne dersiniz?” diye sormuş Çirkin. Bilgin “Ne dersiniz cüceler?” demiş. Hep bir ağızdan “Olur.” diye cevap vermiş cüceler. “Külkedisi senin için bir sakıncası var mı?”| diye devam ettirmiş Çirkin.

Eve girdiklerinde yedi cüceler Çirkin’in yaşadığı sarayın ne kadar büyük ve ihtişamlı bir yer olduğunu görünce şaşakalmışlar. Çünkü onların yaşadığı kulübeye göre çok büyükmüş. Saray kapısı altındanmış. Evin içerisindeki avizeler ise elmastan, koridorları süsleyen aynaların kenarları ise pırlanta taşlardanmış. Çirkin, Külkedisi ve Yedi Cüceler büyük salona geçmiş ve büyük fincanlardan çaylarını içiyorlarmış

50

KARAKUTU SAYI: 12


“Yok! Tam tersine ben de bu geceyi geçirecek bir barınak arıyordum.” diye cevap vermiş Külkedisi. “Hadi o zaman geç olmadan yola koyulalım.” demiş Çirkin. Yola koyulmuşlar. Akşamın ağırlığı kocaman ağaçların arasına düşmeye başlamış. Yollarını dolunay ışığı aydınlatıyormuş. Bazen sisli yerlerden geçiyorlarmış ve bu onları korkutuyormuş. Kurt sesleri eşliğinde yollarına devam ederken Külkedisi yorulduğunu söylemiş. Hava karardığı için Çirkin ara veremeyeceklerini ve az kaldığını dile getirmiş.

Uykucu ise şöminenin karşısında her zamanki gibi uyuyormuş. O sırada Bilgin, “Lanetinden kurtulmak ister misin Çirkin ?” diye sormuş.”Elbette isterim ama nasıl ?” demiş Çirkin. “Benim eski bir dostum var. Adı Nasrettin Hoca. Kendisi çok zeki, bilgili ve dünya çapında dahiliğiyle ün salmış, aynı zamanda çok alçak gönüllü, cana yakın, şakacı ve yardımsever bir insan. Bence ona danışmakta fayda var. Ben bu lanetine bir çözüm bulacağımıza inanıyorum.” demiş Bilgin.

KARAKUTU SAYI: 12

51


“Peki ona nasıl ulaşabiliriz?” diye sormuş Çirkin. “Bir kalem ve kağıt yeterli. Mektup yazarız. Nasrettin Hoca en kısa zamanda cevabını gönderir.” demiş Bilgin. Çirkin kalem kağıdı getirmiş. Bilgin, “Ben yazı yazmayı bilmiyorum.” demiş, “Benim de ellerim yazı için fazla büyük.” diye bildirmiş Çirkin. “Ben yazabilirim, yazı yazmayı biliyorum.” diye araya girmiş Külkedisi. Herkes birden şaşırmış çünkü o dönemlerde bir kadının yazı yazmayı bilmesi çok yaygın değilmiş. Hemen kağıdı kalemi Külkedisi’nin önüne koymuşlar.

“Yaz kızım.” demiş Bilgin. Sevgili Nasrettin Hoca, Ben eski dostun Bilgin. Bir arkadaşımın şu ana kadar kimsenin bozamadığı bir laneti var. Bu konuda yardımının dokunacağına inanarak sana mektup yazıp en kısa zamanda gelmek istediğimizi bildirmek istedim. En yakın zamanda görüşmek isteriz. Sevgiler Bilgin...

52

KARAKUTU SAYI: 12


“Fakat ben ne yazacağımı bilmiyorum; siz söyleyin, ben yazayım.” Her kafadan ayrı bir ses çıkıyormuş fakat Külkedisi hiçbir şey anlamıyormuş. Bu kafa karıştırıcı gürültüye gittikçe sinirlenen Külkedisi’nin yüzü öfkeden adeta domatese dönmüş. Bu duruma tek sinirlenen o değilmiş. Buna dayanamayan Öfkeli bağırarak ortalığı susturmuş. “Yeter artık! Bilgin içimizde en bilgili kişi olduğu için o söylesin değil mi?” diyerek noktayı koymuş. Külkedisinin inci gibi bir yazısı varmış.

O gece mektubu göndermişler. Çirkin, Yedi Cüceler’e büyük, ihtişamlı bir oda vermiş. Külkedisi’ne ise şirin, tam bir hanımefendi odası vermiş. Duvarları pembe, altın kaplamalı süslerden oluşuyormuş. Kocaman kapılı güzel bir balkon varmış. Balkonun kapısının kenarlarını mis kokulu yasemin çiçekleri sarmış. Ertesi sabah hep birlikte uyanmışlar ve kahvaltıdan sonra bahçede yürüyüş yapmaya çıkmışlar. Tam o sırada Çirkin’in muhafızlarından biri mektubun geldiğini bildirmiş. Bunu duyan herkes koşarak mektubun başına oturmuş. Yine tek okuma bilen Külkedisi olduğu için mektubu o okumuş. Mektupta aynen şöyle yazıyormuş:

KARAKUTU SAYI: 12

53


“ En kısa zamanda gelmenizi beklerim...”

Kartonu devirdikleri an önlerinde küçük sevimli bir kulübe belirmiş. Burası Nasrettin Hoca’nın eviymiş. Bilgin kapıyı tıklatmış. “Tık tık tık” Kapı açılmış ve tatlı, kısa boylu, kıvırcık sakallı, yelekli ve kafasında takkesi olan bir dede kapıyı açmış. “Oooo, hoş geldiniz Bilginciğim! Buyrun, içeri girin.” demiş fakat onlar dışarda durmayı tercih etmişler. Çünkü Çirkin’in boyu kapı için fazla uzunmuş. “Söyleyin bakalım probleminizi.” demiş Nasrettin Hoca.

54

KARAKUTU SAYI: 12


Yola koyulmuşlar. Yollar engebeli ve çok taşlıymış. Birçok köyü ve kasabayı geçmişler. Yürüdükçe yürümüşler. İnanılmaz ama yol bitmiş. Bunu gören Çirkin ve Külkedisi çok şaşırmış. Yol bitti. Şimdi ne yapacağız.” demiş Çirkin. “Ümidini asla kaybetme.” demiş Bilgin. Yedi Cüceler hep birlikte yolu itmişler. Çirkin ve Külkedisi gözlerine inanamamış çünkü biten yol aslında kartonmuş ve bunu sadece birkaç kişi bilirmiş. “Ben uzun yıllar önce bir cadı tarafından lanetlendim ve lanetli olduğum için böyle bir canavarın vücudundayım. Lütfen benim bu problemime bir çözüm bul Hoca.” “Buna problem denemez; bunun çözümü kolay, asıl problem nedir? Niçin geldiniz, onu anlatın bakayım.” “Ne?” diye şaşkınlıkla belirtmiş Çirkin. “Bunun nesi problem değil? Zaten bizim tek problemimiz bu.” diye devam ettirmiş Çirkin.”

KARAKUTU SAYI: 12

55


“Bak evladım! Anlattığına göre sen lanetlenmişsin. Lanet neyle yapılır? Büyüyle. Eee, biz de büyüye karşı büyü kullanacağız yavrum.Şimdi asıl problem bu ise benim oğlum gibi sevdiğim bir çocuk var. Adı Keloğlan. Sağ olsun her dediğimi yapar. Şu anda içeride dinleniyor. Benim sana yapacağım büyünün malzemelerini o bulur çünkü o bu diyarın her köşesini avucunun içi gibi bilir. Uyandıralım da soralım neredeymiş bu malzemeler. Ben gidip çağırayım.” demiş Nasrettin Hoca.

İlk olarak dev bir mağaraya gitmişler. Bu mağaranın içinde bir göl varmış ve bu gölün kıyısında bir sandal varmış. Bu sandala binmişler ve biraz ilerledikten sonra Keloğlan garip sesler çıkarmaya başlamış. Sesler anlaşılmayan şeylermiş çünkü sesler şöyle şeylermiş: “Tatama bulasın cala kaburatata.” Bu seslerin ardından su titreşmeye başlamış. Gölden kafasını bir erkek çocuğu çıkartmış fakat bu çocuğun omuzlarından aşağısı bir canavarmış.

56

KARAKUTU SAYI: 12


Bir iki dakika sonra içerden kel, uzun boylu bir çocuk çıkmış. “Merhabalar, Nasrettin Hoca sorununuzu anlattı. Size yardım edebilirim. Fakat bazı yerler tehlikeli ve yanıma birkaç kişi almam gerekiyor. Ayrıca bu malzemelerin gün batımından önce yetişmesi gerekiyormuş. Kim gelmek ister?” demiş Keloğlan. Külkedisi ve Neşeli gönüllü olmuş. Birlikte yola koyulmuşlar. Bulunması gereken malzemeler şunlarmış: gölet canavarı kuyruğu, yeni doğmuş bebek saçı, bir tüp sıvı şeker ve bir mavi kelebek. Onlar yola koyulmuşken diğerleri de ellerinde olan malzemelerle iksire başlamışlar.

Çocuğun yüzü çok güzelmiş fakat vücudu yeşil, yapışkan dev sıvılarla kaplıymış. Keloğlan durumu anlatmış fakat çocuk bunu kabul etmemiş, bir tek şart koşmuş. Külkedisini saçlarının kulağına kadar olan kısmını istiyormuş. Külkedisi ilk başta kabul etmemiş fakat Keloğlan ve Neşeli onu ikna etmişler. Parçaları aldıktan sonra ikinci yere gitmişler. Keloğlan yeni doğmuş bebek saçı için kuzeninin yanına gitmiş bu en kolay görevmiş çünkü kuzeni yeni doğum yapmış. Oradan küçük bir tutam aldıktan sonra yola devam etmişler.

KARAKUTU SAYI: 12

57


Sıvı şekerin bulunması zor olduğu için ilk olarak mavi kelebek bulmaya gitmişler. Neşeli, kelebek yakalamayı çok severmiş ve bu yüzden kelebeklerin yuvasını çok iyi bilirmiş. Bu seferlik gidecekleri yere Neşeli’nin liderliği altında gitmişler. Orada rengarenk, aklınıza gelebilecek her türlü kelebek varmış. Sandıkları kadar kolay olmamış bu iş. Mavi bir kelebek yakalayabilmek için her şeyi yapmışlar ve dört saat sonra ancak yakalayabilmişler.

Bu iksir sadece iki gün sonra içilebilirmiş, bu yüzden tek çare beklemekmiş. Herkes başından geçenleri anlatmış. İlk olarak Külkedisi anlatmış çünkü herkes Külkedisinin saçına ne olduğunu çok merak ediyormuş. Böyle oyalanarak zaman geçmiş ve iksiri içme vakti gelmiş. “Çok heyecanlıyım Nasrettin Hoca. Eğer bu iksir işe yararsa ne istersen iste benden. “ demiş Çirkin. “Her şey karşılıklı değildir evladım; bu yüzden ben bir şey istemem.” demiş Hoca. Bu sözün karşısında Çirkin biraz utanmış ama sonra buna gerek kalmadığını çünkü Nasrettin Hoca’nın bu lafı onu utandırmak için söylemediğini anlamış. Daha fazla sabredemeyen Çirkin İksiri kafasına dikmiş ve beklemiş, beklemiş, beklemiş. Ama iksir işe yaramamış. Ağlamaya başlamış.

58

KARAKUTU SAYI: 12


Listedeki nerdeyse bütün her şey bitmiş. Sıvı şeker bulmak için bütün pastaneleri gezmişler fakat hiçbirinde yokmuş. En sonunda dinlenmek için oturduklarında bir teyze gömüşler ve seyyar tezgahında bir şeyler satıyormuş. Külkedisi çok yorulduğu için bir şişe su almak istemiş ve teyzenin yanına gitmiş. Teyze tüplerin içinde bir şeyler satıyormuş. Bir de ne görsün? Sıvı şeker. Hemen satın almışlar ve eve dönmek için yola koyulmuşlar. Gün batımına çok az kalmış. Bu yüzden hemen koşmaya başlamışlar. Zaten iksirin bir kısmı hazır hazır olduğu için malzemeleri hemen kazanın içine atmışlar.

Adeta bir çocuk gibi kendini yere atmış ve ağlamaya başlamış, yerde tepiniyormuş. O tepindikçe yer sallanıyormuş. Bir süre sonra tepinmesi kesilivermiş, ağlaması durmuş. Kafasını kaldırıp ellerine bakmış. Ellerinde eldiven, üzerinde de kıyafet varmış. Bu kıyafetler onun lanetlendiği günde giydiği son insan kıyafetleriymiş. Artık insana dönüşmüş ve insana döndüğünü anlar anlamaz sevinçten zıplamaya başlamış. Herkese tek tek sarılmış ve Nasrettin Hoca’ya binlerce kez teşekkür etmiş. Kırk gün kırk gece boyunca eğlence yapmışlar. Her zaman dost kalmışlar.

KARAKUTU SAYI: 12

59


kuşinska Diken gibi tırnaklarını geçirdiği ahşap tünekte özgürlük düşünden, zalim sahibi Patrick’in dükkana girişiyle uyandı Kuşinska. Kafesin metal soğukluğu iliklerine kadar işledi yine. Kafesin her teli bir şiş olup etini delip geçti. Son günlerde Patrick’in sözleri de öyle. “Sahip olduğum her şeyi verebileceğim özgürlük benden ne kadar da uzakta.” diye ümitsizce aklından geçirdi Kuşinska… Ne didişmeler, ne mücadelelerden sonra bu caninin elinden kurtulamayacağını anlamış, aylarca bir kurtarıcı beklemiş, bu umudu da sonunda tükenmişti. Parlak güneşin en kuytu köşelere bile sızdığı bir günün sabahında Kuşinska ve sahibinin yaşadığı küçük, eski, döküntü eve üzerinde şık ve pahalı görünümlü kıyafetler bulunan bir kadın gelmişti. Sesindeki sevgi dolu parıltı kadını olduğundan daha da yüceltti gözlerinde Kuşinska ve Patrick’in. Ne ev sahibi Patrick ne de Kuşinska bu kadının neden geldiğini, böyle asil, şık bir kadının Patrick’in döküntü evinde ne işi olduğunu anlamışlardı. En sonunda kadın konuşmaya başlamış ve eğer Patrick Kuşinska’yı ona verirse Patrick’e çok büyük miktarda vereceğini söylemişti. Her ikisi de kadına bakarken bir süre onun ne söylediğini duymadan kalakalmışlar nihayetinde önce Patrick ayılmış cazip teklifin etkisiyle çarpık yüzüne adi bir gülümseme yapıştırmıştı. Teklif edilen para miktarını duyunca Patrick bir an silkinmiş, üzerindeki tutukluğun paranın şaşkınlığıyla değil de Kuşinska’dan ayrılıktan kaynaklandığı izlenimi uyandırmak istemişti. Kuşinska’dan bu şekilde kurtulacağını hiç hayal etmemiş, onu telef etmek bir yana bu durumdan bir zengin olarak ayrılmayı başarmıştı. Kadının teklifini kabul etmiş ve Kuşinska’yı Beatrice adındaki bu zengin görünümlü kadına vermişti. Kuşinska olan olayların şokunu hala atlatamamıştı. Neden daha önce hiç görmediği Beatrice adındaki kadın çok büyük bir para teklifiyle onu satın almıştı ki? Kuşinska’nın diğer kuşlardan farkı neydi? O da sıradan bir kanarya kuşuydu. Bu sorular kafasında dönüp durmaktaydı. Sonunda gerekli cesareti toplamış ve Beatrice’e bu soruları yöneltmişti. Beatrice bir süre sessiz kalmış ve sonra da başlamıştı yavaş yavaş anlatmaya. Söze kendisini tanıtmayla başlamıştı. Şehrin en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Zaten Kuşinska Beatrice’in zengin olduğunu onu getirdiği evden ve giysilerinden anlamıştı. Ev, ev değil tam bir saray gibiydi. Sonunda asıl konuya geldi, Beatrice yavaş yavaş Kuşinska’nın ona yönelttiği sorulara cevap vermeye başladı. Tam o sırada konuştukları odaya dört erkek çocuğu girdi. Bunlar Beatrice’in çocuklarıydı. Dördü de sarışın, mavi gözlü ve uzun boyluydu. Annelerine akşamki partiye katılıp katılamayacaklarını sordular. Anneleri katılabileceklerini söyledikten sonra dördü de odada duran beyaz kuşu (Kuşinska’yı) fark etmeden odadan çıktılar. Oğulları odadan çıktıktan sonra Beatrice konuşmaya devam etti. Dört oğlu olduğunu ve onlar gibi sıradan olmayan bir kız çocuğa sahip olmak 60

KARAKUTU SAYI: 12


istediğini söyledi. Kuşinska Beatrice’e şaşkınlıkla bakmaktaydı. Bunların Kuşinska’yla ne ilgisi vardı ki? Beatrice, işte o kızım olacak kişinin sen olmasını istiyorum, dedi Kuşinka’nın şimdiye kadar gördüğü en güzel kanarya kuşu olduğunu ekleyerek. Bir kuş nasıl onun kızı olabilir ki, diye geçirdi Kuşinska içinden. Beatrice konuşmaya devam etti Kuşinska’nın tüm özelliklerinin onun çocuğu-kızı- olmasına uygun olduğunu söyleyerek. Beatrice: “Tüyler bembeyaz, gözler ve gaga kırmızı. Daha ne olsun ki. Tabi senin benim kızım olman için yapmamız gereken bazı zorlu işler var.” Kuşinska: “Ne gibi?” (Kuşinska bu soruyu titrek, korkak bir sesle sormuştu.) Beatrice: “Bu anlatacaklarım seni biraz korkutabilir ama inan bana.” Kuşinska: “Ne yapacaksınız ki bana?” Beatrice: “Seni bir insana çevireceğim. Ama bunun için seni öldürüp kanını çekmem sonra da kanını on beş gün boyunca özel bir sıvıda bekletmem gerekiyor. On beşinci günün sonunda kanını sana iade ettiğimde bir insan, güzel bir kız olarak tekrar Dünya’ya geleceksin.” Kuşinska Beatrice’in bu anlattıklarından çok korkmuş, bir delinin eline düştüğünü düşünmüş ve bu evden nasıl kurtulabileceğini düşünmeye başlamıştı. Kuşinska bir katilin eline düştüğünü düşünerek eski sahibini, tüm özgürlüklerini kısıtlamış olmasına rağmen, aramıştı. Hayatı boyunca zaten yeteri kadar özgürlüğü kısıtlanmıştı, şimdi de canından olacağını düşünmekteydi. Aradan biraz zaman geçti ve Kuşinska stres içinde, özgürlüğü kısıtlanmış olarak yaşamaktansa Beatrice’in teklifini kabul etti. Beatrice buna çok şaşırdı çünkü Kuşinska’nın tepkilerinden teklifini kabul etmeyeceğini düşünmüştü. Bu Beatrice için büyük bir sürpriz olmuştu. Hemen işe koyuldu. Kısa bir süre sonra yanlarına değişik görünümlü bir adam geldi ve Kuşinska’ya yaklaştı. Adamın elinde büyük, siyah, deri bir çanta vardı. Kuşinska dikkatli gözlerle adamın elindeki çantaya baktı. Adam elindeki çantayı açtı, çantanın içinde bir sürü kesici alet, tüp, yara bandı ve çok büyük bir fanus vardı. Adam, Kuşinska’ya iyice yaklaştı. Elinde kesici bir alet vardı. Sonrası Kuşinska için gevşeme, bulanıklaşan ve birbirine geçen şekillerden ibaretti ta ki ciğerlerini acıtan ilk uyanıştaki nefese kadar. Adam bu sırada Kuşinska’nın kalbini yerinden özenle çıkarmış, bedeniyle birlikte korunması için fanusa hazırladığı özel sıvıya yerleştirmiş, son olarak Beatrice’in üç saç telini ekleyip bütün işlemlerin normal yürüdüğü kanısına ulaşınca işin en kritik yanı bekleme olan sürece zamanı başlatmıştı. Beatrice günlerce fanusun önünde bekledi ve değişimleri gözlemledi. Tam bir hafta olmuştu ama beklediği hareketliliği göremiyordu. Gittikçe şüphelenmeye başlamıştı. İşlem zincirinde bir aksaklık olabilir miydi? Oysa Kuşinska’ya onu bir insan olarak dünyaya getirmek için söz vermişti ve Kuşinska da Beatrice’e inanmıştı. Eğer formül KARAKUTU SAYI: 12

61


tutmazsa, on beşinci günün sonunda Kuşinska insan olarak hayata dönmezse Beatrice boşu boşuna Kuşinska’yı canından etmiş olacak ve ona olan sözünü tutmamış sayılacağı gibi en büyük hayalini ve umudunu kaybetmiş olacaktı. On dördüncü günün akşamında Beatrice yine fanusun başında beklemekteydi ve fanusta hala önemli bir hareketlilik yoktu. Beatrice’in üzüntüsü gün geçtikçe artmış uykusuz geçirdiği geceler yüzündeki güvenli, güçlü ışığı silmiş, ona belli belirsiz bir keder vermişti. On dördüncü gün saat tam on bir buçukta Beatrice uyuyakaldı ve derin bir uykuya daldı. Sabah uyandığında etrafında cam kırıkları vardı. Hemen ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Cam fanus yerinde değildi. Yerdeki cam kırıklarından fanusun kırıldığını anladı ama yerde ne fanusun içinde olan kalp ne de Kuşinska’nın bedeni vardı. Hızla yan odaya yani Kuşinska için hazırlattığı odaya baktı. Odada Kuşinska için hazırlattığı yatakta on yaşlarında güzel mi güzel bir kız yatıyordu. Kızın kafasının üstünde saçına takılı bir taç gibi ama çıkmayan Kuşinska’nın kuş halinin bedeni duruyordu. Kızın göğüs kafesi bölgesi bir kuş kafesi şeklindeydi. Beatrice’inki gibi kumral, uzun saçları vardı. Yüzü de Beatrice’in gençlik hallerine benziyordu. Bu kız Kuşinska’ydı. Beatrice o kadar sevinmiş o kadar mutlu olmuştu ki yerinde duramıyordu. Kızını uyurken izliyor ve uyandığında neler olacağını merak ediyordu. Birkaç saat sonra Kuşinska uyandı. Kuş bedeninden, insan bedenine geçmek çok farklı gelmişti Kuşinska’ya. Kuşinska tam iki yıl annesi Beatrice’in yanında okuma-yazma öğrenip yetişti. Bir sürü eğitim aldıktan sonra dünya çapında gezilere çıkmaya başladı. Dünyanın büyüleyici güzelliklerinin yanında insanoğlunun vahşetini, zulmünü gördükçe kederlendi ancak bunu değiştirmenin bir yolunu bulmak gerektiğini gün geçtikçe kendine kabul ettirdi. Cesaretini toplar toplamaz da özgürlüğü kısıtlanmış tüm hayvanları ve insanları kurtarmaya başladı. Artık bu Kuşinska’nın en büyük görevi olmuştu. Kuşinska bir tür özgürlük elçisiydi. Aynı zamanda annesi Beatrice, Kuşinska’ya müthiş olağanüstü bir güç vermişti. Artık Kuşinska özgürlüğü kısıtlanmış kişilerin, canlıların sesini çok uzaklardan duyabiliyor ve özgürlüğü kısıtlanmış kişinin yanına saniyesinde ışınlanabiliyordu. Yıllar geçtikçe Kuşinska işinde daha başarılı olmaya başladı. Gittikçe özgürlüğü kısıtlanmış olan insan ve hayvanların sayısı azalmaya başladı çünkü artık özgürlüğü kısıtlanmış her canlının bir Kuşinska’sı vardı!

deniz DELEN / 9 G

62

KARAKUTU SAYI: 12


efrasiyab’ın hikâyelerinde fantastik karakterler üzerine Efrasiyab’ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar’ın roman kurgusu içinde, hikâye anlatma geleneğine yaslanan ve bir ana hikâye içine yerleştirilmiş farklı konulardaki hikâyelerden oluşan eseridir. Romanın çatısını oluşturan ana hikâye, Ölüm ve Cezzar Dede arasında oynanan bir hikâye anlatma oyununa dayanır. Karşılıklı olarak hikâyeler anlatılırken Ölüm, aslında başka bir karakter olan Uzun İhsan’ın peşine düşer. Mahalle mahalle dolaşılırken, mekanlar değişir, hikayelerin konusu değişir ama Ölüm’ün amacı değişmez. Kitap, ana hikâyeye bağlı olarak kurgulanan sekiz hikâyeyle birlikte kalabalık bir kişi kadrosuna, fantastik olaylar ve karakterler açısından da güçlü bir alt yapıya sahiptir. Destanlardan, masallara, halk hikayelerinden modern dünyanın çizgi film ve sinema yapıtlarına kadar geniş bir arka planda düşünülerek oluşturulmuş bu anlatının pek çok karakteri fantastiktir ve bu karakterler dikkatli bir okuyucuya hiç de yabancı gelmez. Ölüm’ün insan görünümünde yeryüzüne inmesi, Cezzar Dede’yle oynadığı oyun, Doğu kökenli iki eski anlatıya göndermedir. Binbir Gece Masalları’nda Şehrazat’ın Şehriyar’a anlatarak her gece ömrünü uzattığı masaldaki gibi Cezzar Dede de her anlattığı hikâye ile bir saatlik ömür kazanır. Ölüm ile Cezzar Dede’nin düellosu da Dede Korkut Hikâyeleri’nde Deli Dumrul ile Azrail’in karşılaşmasına benzer. Azrail’e kafa tutan Deli Dumrul’un hikayesi insan- melek mücadelesinin ilk örneklerindendir. İhsan Oktay Anar’ın Ölüm karakteri de Azrail’in farklı bir isimlendirmesidir. Kitabın başındaki “Kabadayı” karakterinin de Deli Dumrul’un günümüze uyarlanmış bir örneği olduğu görülür. Tam bir külhanbeyi olan kabadayı, Ölüm’ün kim olduğunu anlayınca ondan korkar ve canını vermek istemez. Beraber bir oyuna tutuşurlar. Kitaba adını veren Efrasiyab, efsanevi Turan kahramanıdır. Kâşgarlı Mahmud tarafından 1072 - 1074 yılları arasında yazılan Divânu Lügati’t-Türk adlı eserde Efrasiyab’ın Alp Er Tunga adlı efsanevî karakter ile aynı kişi olduğu belirtilmiştir. Anar, kitapta sadece adı geçen ve Cezzar Dede’nin torunlarına anlattığı masalın kahramanı olan bu karakter, gizemini kitap boyunca korur. Torunlar, masal boyunca Efrasiyab’ın hazinesinin sırrını merak ederler. Anar, Doğu mistisizmi ve anlatı geleneği kadar Batı’ya dair fantastik karakterleri de romanın kurgusuna yerleştirmiştir. Bunlardan biri kurt adam, diğeri de Kont Drakula’dır. Kont Drakula “Güneşli Günler” hikâyesindeki “Kont” adıyla karşımıza çıkan müdürdür. “Porfiria” hastalığından dolayı güneşe çıkamayan, lâmba ışıklarından bile saklanan müdür, görünüşü ve kıyafetleri ile öğrencileri ürkütmektedir. Simsiyah giyinmekte hatta siyah eldivenler takmaktadır. Öğrenciler bu kıyafetinden dolayı ondan “Kont” olarak söz etmektedirler. Kont’un geçirdiği bir kaza sonucu kaybetKARAKUTU SAYI: 12

63


tiği kanı öğrencilerden Bora Mete’nin kanını emerek geri kazanması ve canlanan bir resimde güneş ışıklarına maruz kalarak vücudunda açılan yaralar neticesi kan kaybından ölmesi asırlardır süregelen Drakula karakterini işaret eder. Kont Drakula’nın etnik kökeni Macar olup Transilvanya’da yaşamaktadır. Ulah prensi III. Vlad’dan esinlenerek yaratılmıştır. Bir roman kahramanı olarak yaratılsa da, daha sonradan beyaz perdede çok kullanılan korku karakterlerinden birine dönüşmüştür. Kitapta anlatılan ikinci hikâye olan Bidaz’ın Laneti, doğrudan Kral Midas’ın efsanesine dayanır. Bu hikâye anlatılırken devlerden, hazinelerden bahsedilir ve bir masal atmosferi yaratılır. Okuyucu her açıdan fantastik bir anlatının içinde olduğunu iyice hisseder. “Bir Hac Ziyareti” adını taşıyan üçüncü hikayede karşımıza çıkan “kurt oğlan” da, gözlerinde daima vahşi bir parıltı olan tipik bir kurt adam portresidir. Zira kurt oğlanın insanlara saldırdığı ve hac yolculuğu esnasında karşılaşılan kurtlarla kardeşlik bağı kurduğu görülmektedir. Kurt adam, korku filmlerinin de vazgeçilmez bir unsurudur. Kitabın en uzun hikayesi olan, “Dünya Tarihi” adlı hikâyesinde doğu kaynaklı inanışlar ağır basar. Hikâyenin baş kahramanı Aptülzeyyat’ın rüyasına giren Ak Sakallı Dede Salih, “ışığı ve gökleri, toprağı, ay ile güneşi ve yıldızları, onların içinde ve üzerinde olanları, en önemlisi insanoğlunu görebilmektedir. Ak Sakallı Dede ve rüyalara girmesi geçmişten günümüze Türk kültürünün hemen her coğrafyasında anlatılan hikâyelerde, masallarda sıkça yer alır. Dini bir yönü de olan karakter, Hızır olarak da bilinen efsanevi kişidir. Ölümsüzlük suyunu içtiği için ölüp yeniden dirilebilir. Havada dolaşır, su üstünde yürür. Kılıktan kılığa girebilir. İnsanlara göründüğünde kendini tanıtmadığı müddetçe kimse onun gerçek kimliğini bilemez. İnsanları sınavdan geçirir, bazen bir derviş, bazen bir yoksul kılığına bürünür. Aynı hikâyede dini anlatıların vazgeçilmezi şeytana da göndermeler vardır. Hem “Şarap ve Ekmek” hem de “Dünya Tarihi” öykülerinde isim verilmeden ipuçları yoluyla insanı yoldan çıkaran kişi olarak tasvir edilir. Romanın son hikayesi olan Gökten Gelen Çocuk’ ta beyaz perdeden bir fantastik karakter seçilmiştir. Hikayede Amerika’da bir çizgi kahraman olarak yaratılmış Superman mizahi bir şekilde yeniden kurgulanmıştır. Ana karakter Gülerk Kent, gece vakti bir leylek tarafından getirilmiş, beş yaşlarında şişman ve gürbüz bir çocuktur. Dünyada yaptıkları ve dünyaya gelişi tamamen Süpermen’i hatırlatır. Hatta filmdeki adıyla gazete muhabiri Clark Kent, eserde Gülerk Kent olmuştur. Birbirleriyle bağlantılı hikâyelerle oluşturulmuş romandaki diğer bir fantastik şahıs ise Ölüm’ün ablası Uyku’dur. Herhangi bir özelliği verilmeden sadece kadın olduğuna değinilen Uyku’nun, ölümün kardeşi olması birbirlerini çağrıştıran ve uykunun

64

KARAKUTU SAYI: 12


ölümün bir sonucu olduğu bağlantılarını akıllara getirir. Uyku ve Ölüm’ün kardeşliği Mevlana’nın Mesnevisi’ne bir göndermedir. Uykunun ölümle kardeş olduğunu, “Uyku ölümün kardeşidir. O kardeş bu kardeşten belli olur ”şeklinde dile getiren Mevlânâ’ya göre, uyuyup uyanmamız, ölüm ile ölümden sonra dirilmeye tanıklık etmektedir. Eser boyunca yarattığı kurguyla geçmişten günümüze bir köprü kuran Anar, hikaye anlatma geleneği ile fantastik karakterleri başarıyla harmanlar. Masal, halk hikayesi, destan gibi türlerle modern dünyanın sinema algısını eserinde birleştirir ve okuyucu zengin bir kültürel mirasın içinde gezdirir. Anar, daha önce yazdığı eserlerine de gönderme yaparak “rüya-uyku- ölüm” üçgeninde fantastik kurgusunu noktalar. “Mühür kırılır; Ölüm, gülümser.”

elif almıla KAYA – beril KISALAR / 10 E

Kaynakça http://tr.wikipedia.org/wiki/Efrasiyab (25/05/2015) http://tr.wikipedia.org/wiki/Kont_Drakula (25/05/2015) http://tr.wikipedia.org/wiki/Hızır ( 02/06/2015) http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/TERCÜMAN-Çilem-EFRÂSİYÂB’IN-HİKÂYELERİ’NDE-FANTASTİK-ÖGELER.pdf (20/05/2015) İhsan Oktay Anar, Efrasiyab’ın Hikayeleri, İletişim yayınları, 27.baskı, 2013. Ergin Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi Yayınları, 2000. R. YAZOĞLU-T. İMAMOĞLU: “Mevlânâ Düşüncesinde Bir Ölümsüzlük Tecrübesi Olarak İrâdî ve Doğal Ölüm”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007.

KARAKUTU SAYI: 12

65


biri ambulans çağırsın Hayatımın güzel kadını ölmüş, Hasta değildi ki. Annem aramış, yerine geçmek istemiş. -Kanatların çok güzel, sen yine de evinde uç. Aramızda kalsın demiş, şiirini yazmış.

On altı yaşıma erken gelmişim. Seni bulamıyorum. Niye yoksun acaba? Bugün de kanamadım diye sol omzumu öpüyorum. Acıyor mu, acıyor, acır.

Ama şimdi korkmuyorum. Şimdi sen beni inandırdın. Bugün git, gece yine gel. Bir daha, bir daha diyorum. Yarım kalan şiirini tamamla.

Gülüyorum, kadınlara has bir gülüş. Bir şeylerin provası yapılıyor sanki. Ben çirkinim evet sen de çirkinsin. Beklemeyelim sonunu. Şu göğüsleri n’olur sızlatma Bir de karanlıkta bak onlara. Annem ol, sevdiğim ol benim. Canım acırsa özrünü de dilerim.

selin BABİLA / 12F

66

KARAKUTU SAYI: 12


büyük istanbul’da küçük kaçak Oyuncular : Rüzgar: Baş karakter Banu : Rüzgar’ın hoşlandığı kız Uğur Bey: Banu’nun babası Mira Hanım : Banu’nun annesi Ahmet Bey: Rüzgar’ın babası Leyla Hanım: Rüzgar’ın annesi SAHNE 1: (Karakterler: Rüzgar, Leyla Hanım. Rüzgar’ın üzerinde bir yelek, altında pantolon bulunmakta. Leyla Hanım kırmızı bir etek ve üzerine şık, dekolte bir bluz giymiştir. Mekan: Önü ağaçlarla çevrili balkon. Hava hafif sisli. Rüzgar’ın gölgesi bulutların altında kalan sislerin içinde.) (Evin balkonunda kendi kendine konuşurken) Rüzgar: Ah, şu başımda üşüşen kara bulutlar, ışıkları sönen geleceğim Ne zaman beni aldatmaktan vazgeçecek şu gökyüzü Büyüleyiciliği kaplar mı gerçek yüzünü… (Annesi girer) Leyla Hanım: Yine mi balkon, yine mi tek başına? Ne zaman bitecek bu saklambaç? bırak artık saklanmayı. Rüzgar: Beni ben yapan bu balkon, konuştuğumda beni dinleyen, akan gözyaşımı kurutan, bir tek o var. Ne sen ne de başkası… Leyla Hanım: Bilirim; bazen insanın kendini gölgeye çekmesi gerekir. Bu zamanlarda o dört duvardan bir an olsun sıyrılmak, bedava havayı solumak çok tatlı gelir. Bunu yaşayan ilk kişi sen değilsin, son kişi de olmayacaksın. Söyle şimdi oğlum, nedir seni bizden böyle koparan, günler boyu balkona hapseden? Rüzgar: Benim dertlerim var, açsam beni de aşacak Dile getirmesi zor, yüreğime dağılması kolay Duvardaki yansıma, benim gölgem olsa gerek Nereye gitsem peşimde, balkonla arama duvar örüyor bir nebze Farz et yağmur yağıyor şurada Sen de şemsiyeni açıyorsun sinmiş gölgeye Bense ıslansın, su gibi saydam olsun istiyorum Büyü olmayınca, salıncak tutunamıyor iplerine

KARAKUTU SAYI: 12

67


Leyla Hanım: Hayal etmek, yaşamaktan daha tatlı senin için. Madem ben senin önünde başka bir engelim, o zaman kaldırmayı da bilirim. (Yüzündeki kırışıklıklar bir anda canlanıp, kızgınlıkla sahneden çıkar) Rüzgar: Gene kaldık baş başa, bir de tabi bu taklitçiyle (gölgeyle). Arada sert rüzgarlar esse dahi, Güneşin saçtığı ışık melteme dönüştürüyor; Eninde sonunda azgın rüzgarı… SAHNE 2: (Banu, Uğur Bey, Mira Hanım) (Kostümler: Mira Hanım kendince hafif bir kıyafet, kızı Banu ise çok şık olmasa da gençliğine can katacak renkli bir kıyafet giyer.) Mira Hanım şöyle bir aynasına bakıp, geçen yılları düşünür. Kızında gördüğü kendi gençliğini anımsar ve yaşlılığına hayıflanır. Bu esnada aynada kızının yansımasını görür. Ve konuşmaya başlar.) Mira Hanım: Yıllar beni aşındırırken, önümdeki mücevher yeşeriyor Ben, acımasız zamana dert yanarken O, en büyüleyici günlerine göz kırpıyor Gel güzel kızım, gel Gör anneni bir kez daha, tamamen solmadan önce Banu: Güller, suyunu vermediğinde küser canlıya Küstü mü, üzerinde bir tek dikenleri kalır Sevinç çığlıklarının uçuştuğu bir evde, en gözde gül neden soluversin yok yere? Mira Hanım: Güzel kızım benim, tek kızım. Eğer şu kırışık surat, senin gözünde bir gül ise, bil ki ona suyunu veren önümde. Kimler geliyor öyle! (Uğur Bey girer) Uğur Bey: Demek önümde duran iki kraliçe, bugün misafirim olmuş. Kraliçe dediğinin yanına bir de kral gerekse, Gönlüm sizin hizmetinizde. Mira Hanım: İlk mucizem, yıllar boyu beni taşıyan, sevgisini bir an olsun benden esirgememiş sen ; bu dünyada kimselere nasip olamayacak bir eşsin. Banu: Bazen insanın ağzından kelimeler çıkamıyor, Güzelliğin ihtişamına karşı. Mira: Benden sana bir ders kızım; Her başarılı kadının arkasında, güçlü bir adam vardır. Ben babanla varım, sen de senden desteğini bir an olsun esirgemeyecek olan bir erkekle olmalısın. Sakın ola, yabancı denizden atılan bir oltaya yem olma. Uğur Bey: Güzel karım benim, ağzından çıkan kelimeler gençlik mektuplarımı andırı68

KARAKUTU SAYI: 12


yor; o yazarken kalbin yerinden oynadığı, dünyaların insana dar geldiği yazıları. Nasıl bir serüvendir, bizi bugünlere sürükleyen… SAHNE 3: (Ahmet Bey, Leyla Hanım, Rüzgar) (Rüzgar sabah yatağından “son zamanlardaki halinden ödün vermeyen” bir duyguyla kalkar. Yaşama dair “varoluş” düşünceleri ve konuşmaları ile güne başlar. Üzerinde yine önceki güne benzer sade bir kıyafet vardır. Ahmet Bey klasik bir işadamı görünümdedir. Yaşama dair fazla bir sorgulaması yoktur, yaşadığı hayattan memnundur. Leyla Hanım oğlunun problemleri konusunda üzgün ve dertlidir. Bu bağlamda konuşmaya başlarlar.) Ahmet Bey: Bu çocuğun ruhsal durumu canıma tak edip duruyor Kaç gündür yatakta kapımıza yansıyan ışık taneleri görüyorum Yatarken de parlıyor, uyurken de… Leyla Hanım: İnsan istiyor, Bir konuşsa keşke Okusa tanrıların erişemediği soneleri Lakin boşuna; açık vermemeye özenmiş bedeni Kılıç keskin olsa dahi, Mermere saplanmıyor hançeri… Ahmet Bey: Belki kara sevdadır tutulduğu Gençlik ateşiyle yoğruldu mu Hamuru tutar İşlenir cömert bedenine Leyla Hanım: Zannetmem, öyle olmasını tercih etsem de Çünkü o yaşta kara sevda; Eninde sonunda döner boş sevdaya (Rüzgar girer) Günaydın oğlum, umarım iyisindir bugün dünden daha. Rüzgar: Ne zaman kötü oldum, ne zaman iyi Siz bilirsiniz benim ruh halimi Benden daha iyi… Ahmet: Böyle imalı konuşman, ne bize yarar ne de sana Sadece gereksiz bir mesafe giriyor aramıza, Bu tavırlarınla Rüzgar: Anlıyorum ne demek istediğini,

KARAKUTU SAYI: 12

69


Bilmiyorum kalbimin ne hissettiğini Büyük bir arayış benimkisi Zifiri karanlıkta, sonu gelmeyen tünel Çıkamıyorum aydınlığa Ruhum ebediyen tutsak olmuş Sonbahara… ( Telefon çalar) Rüzgar: İşte kilise çanları çalıyor Sesleniyor ‘’Gelin yanıma’’ Mesafe değil Birleşmeyi arzuluyor rahip ! (Baba telefonu açıp çıkar) SAHNE 4: (Banu, Uğur Bey, Mira Hanım) (Ailede partiye hazırlık yapılmaktadır. Koşuşturmalar içinde olaylar şekillenir. Organizasyonda Uğur Bey başı çekerken, Mira Hanım kızına öğütler vermektedir. Banu ise heyecanla geceyi beklemektedir.) Uğur Bey: Farklı yerlerden değerli dostlarımı ve ailelerini çağırdım bu akşamki partimize Hepsi biliyor, bu akşam kadehler filizlenmiş çiçeğimize… Banu: Babacığım, her gün ruhumu bu sözlerle okşaman, bana verdiğin değer, depreştiriyor gün geçtikçe sana olan sevgimi. Mira Hanım: Sözler bir yana Yakışıklılar de heyecanlanıyor Genç kızımızı kanatlandırmaya Banu: Nasıl anne, anlamadım? Mira Hanım: Bir sürü genç şeref verecek bugünkü soframıza Gördükleri zaman seni, Kırmızı şarap da çözemeyecek dillerini Uğur Bey: Kızım için erken bu sözler Görmeden hakikati Medet ummamak lazım Gözle görülmez gelecekten Mira Hanım: Artık yeterince olgunluğa erdi (Kendi içinden) Banu: Çizmektense kaderimi Bir de bana sorsalar 70

KARAKUTU SAYI: 12


Boyasam kaldırımları En sevdiğim renklere… SAHNE 5: (Rüzgar, Leyla Hanım, Ahmet Bey) Ahmet Bey: Az önceki telefon, çok değerli bir arkadaşımdan geldi. Uğur, kızına adamış olduğu partisine, bizleri de davet etmeyi layık görmüş. Parti akşam saat sekiz gibi başlayıp, sabaha kadar sürecek. Reddedeceğinizi zannetmiyorum. Leyla Hanım: Tabi ki onur duyarız bu partiye katılmaktan. Rüzgar: Siz gidin, eğlenin keyfinizce. Beni düşünmeyin, Takılırım kendimce. Ahmet Bey: İtirazım var bu düşünceye. Birçok yaşıtın, olgun gençler de katılacak geceye. Biraz kaynaşırsan onlarla, çıkarsın buhranından Olsa da bir günlüğüne Rüzgar: Kim söylemiş buhran kötüdür diye Belki de doğrudur Bir şeylerin farkına varmaktansa Ruhunu notalara bırakmak… Leyla Hanım: Bu derin sözlerden kaçın bugünlük Bizim için gel partiye Yarın dönersin gene Dümensiz gemine Rüzgar: Sizin içinse, yani beni var eden Gelirim partiye Asaletim olsun bugün, sizinle… KORO Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz Ay yerini aldı mı güneşin; Başlayacak büyük şenlik Ağıtlar unutulacak Sevinç türküleri geceyi aydınlatırken İki genci bir araya getirecek yıldızlar Deniz üzerindeki yakamoz ile Sofralara renk katacak Bu akşam İstanbul’da gece sonsuzluğa karışacak…

KARAKUTU SAYI: 12

71


SAHNE 6: BÜYÜK ŞENLİK Parti Zamanı (Banu, Uğur Bey, Leyla Hanım, Rüzgar, Mira Hanım, Konuklar, Ahmet Bey) (Rüzgar çok şık bir takım elbiseyle partiye katılır. Leyla Hanım fazlasıyla süslüdür. Ahmet Bey ise klasik bir takım elbise giymiştir. Banu, yani gecenin “mücevheri”, günün en güzeli, aynı zamanda en ”özel”’idir. Elbisesindeki güller, arınmış dikenleriyle Banu’nun “reşitliğini” ilan eder. Mira Hanım partiye uygun şık bir kıyafet seçmiştir. Uğur Bey de gösterişli bir takım elbise ile partide yerini alır.) (Uğur Bey ev sahibi olarak misafirleri ağırlama görevini üstlenir.) Uğur Bey: Hoş geldiniz dostlar, bugün kızımızın mezuniyetinin şerefi adına buluştuk, hepinize tekrardan teşekkür ederim. Ahmet Bey: Gelin kardeşimin yanına gidelim, sizleri onunla ve değerli ailesiyle tanıştırayım. (Uğur Bey’le buluşurlar) Uğur Bey: Yegane dostum benim, ne büyük iyilik yaptın da geldin buralara. Aileni de getirmişsin, hoş geldiniz hepiniz. Gelin de tanışın hazinemle. (Eşini göstererek) İşte değerli eşim, gel de tanış dostumun ailesiyle Mira Hanım: Hoş geldiniz, gelmekle bizi ne mutlu ettiniz! Bugün sizleri buraya getiren meleğimi de çağırayım. (Banu’yu çağırır. Şık kıyafeti ve öz güzelliği eşliğinde partideki herkesin gözlerini üzerinde toplayan Banu, annesinin yanına gider.) Gel kızım, bak kimler gelmiş partine. (Rüzgar Banu’yu gördükten sonra içinden) Rüzgar: Şu an önümde duran genç kız Sanki doğmuş şairlere meydan okumak için Kara gözlü anasından nasibini almamış Boyanmış turkuaza Güzelliği ait uzak diyarlara… Banu: Hepiniz hoş geldiniz, çok teşekkür ederim ailemin benim için vermiş olduğu yemeğe katıldığınız için. (Herkesle el sıkışır, en son Rüzgar’la el sıkışırken) Merhaba, sizi duymuştum. Siz şu, balkonda oturup, durmadan şiir yazan mısınız? Rüzgar: Kendimden dahi sakladığım bir şeyi bilmeniz, şaşırttı beni. Banu: Doğrusu pek anlamadım dediğinizi Rüzgar: Yazdığım şiirlere geri dönüp bakmam, buruşturup atarım kelimeleri Banu: İnsan neden kendi inşa ettiği şeyi yıkar ki? 72

KARAKUTU SAYI: 12


Rüzgar: Altyapısı sağlam değilse, kendi kendini yıkar Zafer elden kaçmışsa Mağlubiyeti kabullenmek daha akıllıca Banu: Kendinize haksızlık ediyorsunuz Rüzgar: En azından değer biçmiyorum Mira Hanım: Gençler hemen de nasıl kaynaştı, Ama biraz ara verin, sıra gelsin diğer konuklarınıza Banu: Memnun oldum tanıştığımıza Rüzgar: Ben de (İçinden) Bana gözlerini kırptı Düne kadar penceresinden dışarı bakmayan ben Sanki şu an pencerenin hedefindeyim Yabancılaşmanın meyvesini yediğim bu günlerde Ne gerek vardı kavuşmaya tekrar bedene Kopmaya hazırken bu dünyadan… Leyla Hanım: Oğlum gene neler düşünüyorsun içinden, gel de oturalım bize ayrılan sıraya. Rüzgar: Geçelim yerimize Seyredelim gecenin işleyişini Bakalım gün doğmadan neler bekliyor bizleri… Ahmet Bey: Uğur’un kızıyla kanlarınız uyuştu herhalde ? Rüzgar: Uyuştu, bir hayli cana yakın Leyla Hanım: Artık kendi mezuniyet gecesinde onu dansa kaldırırsın Rüzgar: O narin elleri belime değdiğinde Üşürüm Bir tek bakışı Dondururken kalbimi Sen söyle ; Nasıl nefes alırım ? Leyla Hanım: Bu an tarihe geçti, konuştu nihayet romantik kişiliğin. (Gülerek) Ahmet Bey: İşte bir tek varlık, unutturuveriyor sana sancını (İçeriye birkaç genç ve üniversiteli kız girer) Ama acele et, kaptırma seninkini Rüzgar: Bu bir yarış değil Yarışsa eğer

KARAKUTU SAYI: 12

73


Kulvardan çıkarırım atımı Sürerim uzak dağlara Leyla Hanım: Ne kadar da korkaksın, sendeki alçakgönüllülük falan değil, besbelli korku. Yüreksiz erkekten nasıl adam olur? (Leyla Hanım’a meydan okuyan bir ifadeyle) Rüzgar: Yürek adamlıksa Dönsün erkekliğim kadına Sende de yürek var ya ! Bırak korkum kalsın bana İnsanım sonuçta… Ahmet Bey: Bunlar gereksiz tartışmalar, gene her şey Rüzgar’da son bulacaktır. (Öfkeyle Ahmet Bey’e dönerek) Leyla Hanım: Hep aynı şeyleri söylüyorsun: ‘’Her şey onda biter’’ Nedense üzüntüsü bana kalıyor Ahmet Bey: Bak, benim de sinir sistemim çalışır. Ama bugün onu dinlendirmeye geldim. Sen de öyle yap, yarın istersen gel ve dilediğin gibi kemir bedenimi. Leyla Hanım: İyi öyle olsun, her zamanki gibi.

ateş yersu GÖK / 10 C

74

KARAKUTU SAYI: 12


eski dostlar ve tsunami Kimimiz Anadolu’ya dağıldı, kimimiz dünyaya açıldı. Kimimiz, ani ve acı bir sürprizle ahiret yolculuğuna erken çıkarak hepimizi şaşırttı. Dünya bu ya, telaşı-kargaşası derken koşuşturmaya daldık. Birbirimizden haber bile alamaz olduk. “Kimimiz doğuda, kimimiz batıda, kimimiz kuzeyde, kimimiz güneyde; kimimiz ahirette, kimimiz dünyada olsak da yine birbirimizle beraberiz.” dedik, hiç unutmadık birbirimizi, hiç ihanet etmedik paylaştığımız yüce hakikate... Evet, bugün benim doğum günüm, aile çevresi, yakınlar, dostlar, ‘’pek gizli’’ sevdalar, eski dostlar, penguenler, sazlar ve sözler. ‘’Be Allah’ın sersem kulu; şeytan bunun neresinde?’’ Her yılın aksine bu yıl bir kutlama falan yapmadım. Günahlarını almayayım, annemle babam çok ısrar ettiler. Ben kutlamak istemedim. Gereksiz ve yapmacık bir telaş. Sonra yok şu kişiyi unuttum, şu kardeşimin şu an durumu yok, zorluk çıkarmayayım, şurada yapsam en değer verdiğim şu kardeşim gelemez falan… Hiiiç gerek yok böyle atraksiyonlara! Sonra bize yakışmaz, patavatsızlık etmiş oluruz. Zaten Fırat da İzmir’e gitmiş, ondan da ses seda yok. Sadede gelecek olursak mevzu ne kutlama yapmak, ne hediye ne de başka bir şey. Tüm bunları dün gece yatakta düşünürken aklımda tek bir cümle vardı: Dev dalgalar bizi farklı kıyılara sürüklese de “Dostlar beni hatırlasın…” Akıl hastanesindeki iğrenç süreç sona erdi. Hakkımda çıkışta verdikleri kâğıda göre eğitimim tamamlandı. Çıkışımı yapıyorum. Gideceğim hiçbir yer yok. Tekrar kelepçelenmek istiyorum da bana kim kelepçe taksın? Yirmi beş yıldır yanımda tuttuğum çantamı omuzladım. İçini kontrol ettiğimde her şey tamam görünüyordu ama şu an pusulamı bulamıyorum. Sanırım onu kaybettim. Tüm vurdumduymazlığımla birlikte pusulamı kaybettim ve damladım yollara. Sokağın ortasında insan boyutunda taşları olan bir satranç var. Tek eli olan bir baterist beyaz taşların arkasında duruyor. Ona eşlik edeceğim. Hmm, Sicilya açılışı! Bobby Fischer’ın kayıp torunu vesselam. Tam oyunu kaybediyorum, gökyüzünden amaçsız bir elma kafama serbest düşüyor. Artık elma ve ben bir takımız. Düşündürücü bir takım. Özellikle de günbatımlarında. Sarkastik arkadaşımla yollarda yürürken fark ettim. Elmalar bile değişmiş. Bu bayağı karpuz olmuş. Güzel rüyalarımdaki gibi Vegas’ta değiliz bu arada. Ortadoğu’dayız. Batıyoruz. Ama ışık saçamadan batıyoruz. Bize o hak tanınmadı. Bu düpedüz haksızlık. Tsunaminin çarpsa da zarar veremeyeceği raddede Asya kalitesinde ama tsunami gelince camdan aşağı atlayacak Türk matraklığında hissediyorum şu an. Diyorum ki bu kez horozlar ötsün ve periler beklesin. İmkansız duyumları gelse de çevreden, zamanı gelince siz olacaksınız bizi seyreden. Hem de envai seviyelerden… KARAKUTU SAYI: 12

75


Ortadoğu diyorduk, 1 Mayıs 71’de buralarda olmak varmış. Yirmi beş yıldır içerde olunca elimizden bir şey gelmiyor tabii. Elmaya da sordum o da bana katılıyor. İnanın ki katılıyor. Yani kesin katılıyordur. Ben acıktım. Şu halimi sorup derdimi dinlemekten aciz elmayla daha fazla kafa bozamayacağım açıkçası. Bunu yesem dipsiz kuyu misali haldeki midemi tatmin eder mi ki? Denemeden bilemem sanıyorum… Geçen yıl bu akıl hastanesi mutlu bir yerdi. Sessiz ve sakindi. En çok muhtaç olduğumuz şey buradaydı. Huzurdan bahsediyorum. Şimdiyse bize ışık tutan o yıldızlar kayıyor. Endamınız yeter dediysem de küstürdüm yıldızlarımı. Daha fazla işim yok orada. Ben de ayrılmaya kalksam, ne kadar prim yapabilirim? Kafamda klişe sorular. Bu paragraf gökkuşağına gebe. Elmayı yedikten sonra bir rehavet çökmüş üzerime. Dalmış gitmişim. Önümdeki ağacın yanında selvi boylu bir adam duruyor. Elma topluyor dallardan. Seslensem de duymuyor beni. Ayağa kalkıp deniyorum bir de şansımı. Kimsin seeeeeeen? - Bekle geleceğim. Tanışacağız ve muhtemelen bir daha ayrılmayacağız. - Ama ben yalnız kalmak istiyorum? - Beraber yalnız kalacağız. Güzel bir sınava başlıyoruz. - Ben gidiyorum. - Güldürme beni, nereye? Bu adam iyice sinirimi bozmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp kafasına kürekle vurmak istiyordum ki ona zarar verip suçlu olmaktan, daha ziyade yine sesimle baş başa kalmaktan korktum. - Beni soruyordun. Ben yalnızlığım. Aslında hep yanındaydım. Bundan böyle de yanında olacağım. Zihnindeki en küçük zerre bile benimle dolup taşacak. Seni, ben dahil, kimse hatırlamayacak. Bundan beş yıl sonra ismin garabet olacak. Bana güvenebilirsin. - Senden korkmuyorum. Seni yöneten benken nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorsun, anlamak güç. Beni delirteceksin. Neden buradasın ve neden benimlesin? Güveneceğim son insansın. O simsiyah kıyafetlerin içinde kamufle olabileceğini mi sanıyorsun? - Kaderden kaçamazsın azizim. Bu yolu sen seçtin. Yemyeşil bakir ormanın ücra bir köşesinde benimle kalmak senin tercihindi. Etrafına zarar veren sendin. - Kader mi? Pehhh! Tanrının öldüğü mabetteyiz. Şeytan serbest kalmışken ne kaderinden bahsediyorsun?

76

KARAKUTU SAYI: 12


Düşünceler başımdan aşkın. Bense yorgun ve karamsarım. Bu hızla gittiğimde ve kafayı yediğimde yine yalnız olacağım. Ama umurumda değil. Tek isteğim vardı. Dostlar beni hatırlasın, derdim. Artık ondan da vazgeçtim. Şu koskoca çeşmenin içinden yalnızca bir bardak su istiyorum. Sizden bu aptal sınavı vermeniz bekleniyor ama sınavın öncesiyle veya sonrasıyla ilgili bir bilgi verilmeyecek. Süre bittiğinde, kayan yıldızlardan birine binip gidebilirsiniz. Buyrun, kapı hemen beyninizin oralarda…

eren kutay BAHTİYAR / 10 A Terakki Lisesi- Tepeören

KARAKUTU SAYI: 12

77


max’ın hikayesi Bir zamanlar Almanya’nın Berlin eyaletinde yaşayan sıradan bir çocuktu Max. Gür ve siyah saçları onu diğer çocuklardan ayıran en büyük özellikti. Çoğu arkadaşı sarışındı ve bu onun moralini çok bozuyordu. Max, diğer çocuklardan farklı bir çocuk olduğunu düşünüyordu bu sebepten ötürü. Hiç arkadaşının olmayışını da bu sebebe bağlıyordu. Bir ara saçlarını bile boyamıştı onlara benzemek için. Annesi de ona bunun geçerli bir çözüm olmadığını ve insanların birbirinden farklı fiziksel özelliklere sahip olabileceğini söylemişti. Max annesinin bu görüşüne katılıyordu lakin arkadaşlarının onu böyle kabul etmeyeceğini düşünüyordu. Max bir İngiliz’di. Almanya’ya babasının işi nedeniyle taşınmak durumunda kalmışlardı. Evleri iki katlı, küçük bir bahçesi olan sevimli bir evdi. Evin bahçesine çeşitli baitkiler ekilmişti. Bu bitkileri sulamaksa Max’ın göreviydi. Max, her gün bahçeye çıkar ve bitkilerle ilgilenirdi. En çok bitkilerin yapraklarındaki kırmızı, siyah benekli böcekleri severdi. Babası ona bu böceklerin uğur böcekleri olduğunu söylemişti. Bu böceklerin görevi yaprak bitlerini yemektir diye de eklemişti. Max, evin en üst katındaki küçük, tahta duvarları olan çatı katında kalıyordu. Odasına her girişinde gıcırdayan o tahta sesleri ona huzur veriyordu. Tıpkı bir ağaç ev gibi. Hep bir ağaç evde yaşamayı istemişti. Odasını bir ağaç evmiş gibi hayal ediyordu. Hayal gücü geniş olan bir çocuktu. Hayaller aleminde yaşıyordu da denebilir. Hayali arkadaşları vardı. Bir de hayali kedisi. Kedisiyle arkadaşları çok iyi anlaştığı zaman çok kıskanırdı. Kedisini arkadaşlarından çok fazla sever ve ona değer verirdi. Hayali bile olsa arkadaşlar gelip geçiciydi onun için. İnsanlardan dost olmazdı çünkü insanlar çıkarcı ve yalancı yaratıklardı. İnsanlar aynı zamanda bencil ve ayrımcılık yapan canlılardı onun için. Bazen kendi kendine şöyle diyordu: ‘Ben bir insan olamam. Ben onların taşıdığı kötü duyguları barındırmıyorum. Hem benim saç rengim de onlardan farklı. O zaman ben neyim? on yaşına kadar bu soru hep aklını kurcalamıştı. On yaşına basacağı doğum gününden sonra da bunu düşünmek için vakti olmayacaktı. MAX’IN 10.YAŞ GÜNÜ 23 Kasım’dı. O gün Max on yaşına basıyordu. Birkaç arkadaşı ve ailesi katılmıştı doğum gününe. Her ne kadar arkadaşlarının gelmesini istemese de annesi karşı çıkmıştı. Artık Max kendini onlardan üstün görüyordu. Gür siyah saçlarıyla, upuzun boyuyla ve o tatlı gamzesiyle onlardan yakışıklı olduğunu hissediyordu. Pastasını üflediğinde saat öğleden sonra dörde geliyordu. Arkadaşlarıyla yaklaşık bir saat daha geçirmişti ve artık herkes evlerine dağılmaya başlamıştı. Yavaş yavaş arkadaşlıklar kurmaya başlasa da düşüncesinde değişen hiçbir şey yoktu Max’ın. O ,yalnız başına daha mutlu olduğuna inanıyordu. Bütün arkadaşları Max’ın evinden ayrıldıktan sonra Max, bitkileri sulaması gerektiğini hatırladı ve uğur böceklerini de görme umuduyla bahçeye çıkmıştı. Bitkileri sularken gözüne bir kağıt parçası çarpmıştı. Kağıt par78

KARAKUTU SAYI: 12


çasını eline alınca bunun bir mektup zarfı olduğunu gördü ve kime gönderildiğini merak etmişti. Rengarenk bir zarftı bu. Gökkuşağı gibi büyüleyiciydi. Zarfın üstünde Max’ın adı yazıyordu. Zarfı açtığında içinden kocaman, uğur böceği şeklinde bir kağıt çıkmıştı. Harfler sırayla kırmızı ve siyahla yazılmıştı. Max heyecanına yenilip hemen kağıtta yazılanları okumaya başlamıştı: Sevgili Max, Öncelikle doğum gününü en içten dileklerimizle kutluyoruz. Biz senin her gün bahçeyi suladığında ilgini çeken uğur böcekleriyiz. İlk başta sana garip gelecektir fakat biz de tıpkı siz insanlar gibi bir yaşama sahiptik. Bundan çok uzun zaman önce, tropik adaların birinde mutlu mesut yaşıyorduk. Adamızın adı Alarum’dı. Alarum adası küçük bir adaydı fakat birçok bitki çeşidini barındırıyordu. Biz yaprak bitlerini yiyerek beslediğimiz için adamızı çok seviyorduk. Günlerden bir gün adamıza bize benzeyen ama renkleri bizden farklı olan uğur böcekleri geldi. Onların renkleri mavi ve yeşildi. Bize yollarını kaybettiklerini ve gidecekleri yerin şu an soğuk olduğunu bu yüzden burada kalıp kalamıyacaklarını sordular. Biz de hem onları tanımak hem de çok yorulmuş gözüktükleri için onları adamızda ağırlamaya karar verdik.... Gün geçtikçe bizi küçümsemeye başladılar. Kendilerini bizden üstün görmeye, bizi kınamaya başladılar. Biz de artık onları adamızda istemediğimizi söyledik. Onlar ise bu adadan gitmeyeceklerini söylediklerinde hepimiz çok sinirlenmiştik. Artık adadaki kaynaklar da tükeniyordu. Onlarla birlikte bu adada yaşayamayacağımızı düşünmeye başladık ve yanımıza biraz yaprak biti aldıktan sonra kırmızı-siyah uğur böcekleri olarak yola koyulduk. İlk olarak Anadolu’ya gitmeye karar verdik. Orada da ihtiyacımız olan besinleri karşılayabiliyorduk. Derken yavaş yavaş çoğalmaya başlayıp birbirimizden koptuk. Her birimiz dünyanın farklı yerlerine göç etmek zorunda kaldık. Artık adamıza geri dönmek ve hep birlikte yaşamak istiyoruz. Bu isteğimizi gerçekleştirmenin sadece bir yolu var: Umuğ adasının bilgesini bulmak. Umuğ adasında kelebekler yaşarlardı ve bizce hala yaşamaya devam ediyorlar. Eski bir rivayete göre, Umuğ adasındaki bilge bütün dertlerin veya sorunların üstesinden gelecek çözümleri biliyormuş. Biz de uğur böcekler olarak son birkaç yıldır bu konuyla ilgili araştırmalar yapıyoruz. Her ne kadar Umuğ adasına giden yolları bilsek de bizim gücümüz o kadar yolu uçmaya yetmez. Bu yüzden bize yardım edebilecek birini arıyorduk ve sanırız o kişiyi bulduk. Sensin. Bize yardım etmek ister misin? Adamıza geri kavuşmak istiyoruz. Bunu bir kaç kere denedik fakat mavi-yeşil uğur böcekleri Aral büyücüyle anlaşıp adayı koruma altına almışlar. Aral büyücü dünyanın en korkutucu büyücüsüdür. Simsiyah, yıkık dökük bir şatoda yaşar. Şatonun duvarları gri, kalın tuğlalardan oluştuğu için o şatoyu hiçbir hayvan veya insan yok edemez. Yardımına çok ihtiyacımız var. Sevgilerle... Uğur böcekleri

KARAKUTU SAYI: 12

79


Max şaşkın bakışlarıyla mektuba bakmayı sürdürüyordu. Her ne kadar hayal dünyası geniş olsa bile uğur böceklerinin veya herhangi bir hayvanın konuştuğuna inanmıyordu. Hem uğur böceklerinin elleri yoktu ki. O zaman nasıl yazı yazabilirler? Eğer yazabiliyorlarsa sihir mi yapabiliyorlar? Yoksa bir arkadaşı Max’ı mı kandırıyor? Bu soruların cevaplarını bulmak için tek bir yol var diye düşündü Max içinden... MAX VE UĞUR BÖCEKLERİNİN MACERALARI BAŞLIYOR Bunları düşündükten hemen sonra mektubu bulduğu yere baktı Max. Birdenbire küçük, sevimli bir kutu belirdi. Max kutuyu açtığında bir parfüm şişesiyle karşılaştı. Kutunun içinde ‘Bu sihirli bir parfümdür Max. Bu parfüm sayesinde sen de bizler gibi uçabileceksin. Kendini hazır hissedince parfümü sık. Yavaş yavaş yukarıya doğru çıkmaya başlayacaksın. O sırada biz de senin yanına gelerek yolculuğu başlatacağız. Eğlenceli bir yolculuk olduğunu söyleyemeyiz ama sen olmadan adamıza geri dönemeyiz.’ yazıyordu. Max hiç vakit kaybetmeden parfümü sıktı ve birkaç saniye sonra yukarıya doğru yükselmeye başladı. Yükseldikçe korkusu artıyor, başı dönüyor, merak ve şaşkınlıkla başına gelen ve gelecek şeyleri düşünüyordu. Tam o sırada bir sürü uğur böceği Max’ın yanında belirdi ve ona ‘gidelim’ dediler. Max, zaman ilerledikçe daha da yükseldi gökyüzüne doğru. Bulutların arasından geçmek onu rahatlatmıştı az da olsa. Max’a göre bulutlar beyaz pamuk şekerlerdi. Yenemeyen beyaz pamuk şekerler. Max bunları düşünürken yanına diğer uğur böceklerinden daha büyük, daha şişman bir uğur böceği geldi. Kendisini tanıttı ilk olarak: -Merhaba Max, ben kırmızı-siyah uğur böceklerinin lideriyim. Çünkü en yaşlıları benim bu grupta. Sana biraz Umuğ adasından bahsetmek istiyorum: Umuğ adası görebileceğin en güzel adalardan biridir. Bu adada kelebekler yaşar ve burada yaşayan kelebekler sessizlikten hoşlanır. Sessiz ortam onlara huzur verir. Bu yüzden adaya vardığımızda ses çıkartmamamız gerekiyor çünkü onlar en ufak bir gürültüde korkup strese giriyorlar ve bu onların ölümüne bile yol açabilir. Bu konuda seni uyarmak istedim. İkinci olarak, biz senin dediklerini anlayamayız fakat senin düşüncelerini okuyabiliriz ve son olarak Umuğ adasındaki bilgeyle senin görüşmeni istiyoruz çünkü o insanları çok sever. Max, uğur böceğinin dediği şeyleri dikkatle dinledikten sonra iç sesiyle: -Adada çok dikkatli olacağıma emin olabilirsin ve adanıza kavuşmanız için elimden geleni yapacağım. Bir süre sonra yavaş yavaş alçalmaya başladı uğur böcekleri. Bunu gören Max ne olduğunu anlamadı çünkü liderin söylediğine göre Umuğ adasına ulaşabilmeleri için uzun bir süre uçmaları gerekiyordu. İçinden ‘Neden alçaldınız?’ diye geçirdi ve uğur böcekleri gücümüz ancak bu kadar uçmaya yetiyor dediler. Max onlara sırtına konmalarını söyledi ve bu sayede onlar da biraz dinlenmiş oldular. Üzücü ve yorucu bir uçuşun ardından nihayet ada göründü. Yemyeşil bir adaydı burası. Alçaldıkça gördüler doğanın bütün güzelliklerini. Şelaleler, çayırlar, ağaçlar, çiçekler ve en güzeli parıl 80

KARAKUTU SAYI: 12


parıl parlayan bir güneş. Max adaya hayran olmuştu. Adanın güzelliklerine dalarken birdenbire dengesini kaybetti ve yere hızla iniş yapmaya başladı. Yere çakılmasına saniyeler kala kendini toparladı ve yere düzgün bir şekilde inmeyi başardı. Ardından uğur böcekleriyle birlikte bilgeyi aramaya başladılar. Ses çıkarmamaya özen gösterdiler ve hiçbir kelebeği rahatsız etmeden bilgenin yanına ulaşmayı başardılar. Max bilgeye uğur böceklerinin başından geçen olayları tek tek anlattı ve ondan yardım istedi. Bilge ona şöyle yanıt verdi: -İnsanları birbirinden ayıran en büyük şey onların düşünceleridir. Fiziksel olarak ayrılmaz insanlar. Bu sadece sizin beyinlerinizin size oynadığı ufak bir oyundur. Bir arada yaşayamıyorsunuz bir türlü. Lider olsa da birçok lider olsa da bu hep böyle. Bir o kadar da bencilsiniz. Hayvanları ve bitkileri birer canlı olarak görmüyorsunuz. Uğur böceklerinin sorununun çözümünü biliyorsun. Her ne kadar buna inanmak istemesen de biliyorsun. Bazı şeylere sabretmek gerekir. Her ne olursa olsun savaşmak ve her ne olursa olsun haklıyı savunmak... Bu sözcüklerin ardından bilge öldü. Bilge bir kaplumbağaydı ve artık ölme zamanı gelmişti. Bu olay Max’ı çok etkilemişti ve hemen buradan ayrılmak istiyordu. Uğur böceklerine olan biten her şeyi iç sesiyle aktardı ve Aral büyücünün şatosuna doğru yol alamaya başladılar. Şatoya geldiklerinde Max, ilk olarak kapıyı çaldı. Upuzun boylu, korkutucu bir adamla karşılaştı. Adama; -Af edersiniz, ben Aral büyücüyü arıyorum. Adamın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi ve hayatında hiç kimsenin ona bu kadar kibar davrandığını görmediğini hatırladı ve konuşmaya başladı: -Aral büyücü benim. Neden arıyorsun beni? Max adamın soğuk konuşmasına aldırmadan devam etti: -Sizinle Alarum adası hakkında konuşmak istiyorum. Max, uğur böceklerinin yaşadıkları şeyleri düzgün bir biçimde açıkladı Aral büyücüye. Aral büyücü Max’ın konuşma tarzından çok etkilenmişti. Hiç kimse ona bu kadar saygılı ve içten davranmamıştı bu zamana kadar ve Max: -Adayı korumayı bırakırsanız mavi-yeşil uğur böcekleri ile konuşup kırmızı-siyah uğur böcekleriyle yaşamaları için onları ikna edebilirim. Aral büyücü bu fikri hiç düşünmeden kabul etti ve ada korumasını kaldırdı. Fakat bir problem vardı: Kırmızı-siyah uğur böcekleri diğer uğur böcekleriyle yaşamak istemiyorlardı. Tartışmalarla dolu bir yolculuktan sonra Alarum adasına ulaştılar. Ada artık eski güzelliğinden yoksundu uğur böceklerine göre. Birkaç uğur böceği adalarının bu halini görünce ağlamışlardı bile. Max hemen lider mavi yeşil uğur böceğini aramaya başladı ve buldu. Ona:

KARAKUTU SAYI: 12

81


-Öncelikle merhabalar. Buraya kırmızı-siyah uğur böcekleriyle olan probleminizi çözmeye geldim. Sizler birer uğur böceğisiniz. Çoğu şeyiniz aynı; uçabilirsiniz, yaprak bitleriyle beslenirsiniz. Sadece fiziksel özellikleriniz farklı diye düştüğünüz şu duruma bir bakın. Kendinizi bir şeylerden üstün kılmak için bahane arıyorsunuz sadece. Unutmayın ki sizi siz yapan şey davranışlarınız ve düşüncelerinizdir. Fiziksel özellikleri kullanarak ayrım yapmanız çok yanlış. Bu söylediğim cümleyi Umuğ adasının bilgesiyle konuşmamdan sonra anladım. Max bunları söylerken tüm uğur böcekleri içeriye girmişlerdi ve her şeyi duymuşlardı. Bu sözlerden sonra hepsi bir arada yaşamak istediler ve kelebekler de bir süre sonra buna dahil oldu. Max gözlerini açtığı zaman kendini bahçede çimlerin üzerinde yatarken buldu. Bu bir rüya mıydı, bilinmez ama Max’ın hayatında köklü değişiklikler olmasını sağlamıştı. Bu gerçeği herkesten saklamış fakat bu olayı da herkese anlatmak istemişti aynı zamanda. Max altmış dört yaşında vefat etti. Mezarını her ziyaret ettiğimde çevresinde uğur böceklerini görürüm hep. Bunun bir tesadüf mü yoksa gerçek mi olduğunu da düşünürüm her gittiğimde...

zeynep naz ERHAN / HZ C

82

KARAKUTU SAYI: 12


Yazarlara, yayıncılara sorduk: “Neden fantastik edebiyat?” Gülenay Börekçi, Habertürk barış MÜSTECAPLIOĞLU (yazar) “Tarih hayal gücünün yarattığı devrimlerle dolu” Hayal gücü ve yaratıcılık, bir toplumda yalnızca tek bir alanda gelişmez. Gençlerine dünyaya farklı açılardan bakma, olmayanı hayal etme, bilindik yolların dışına çıkma becerisi kazandıran toplumlarda, bunun yansımaları birçok alanda görülür. Çok uzun zamandır sanatta ve oyunlarda hayal gücünü en zengin kullanan milletler Amerikalılar ve Japonlar. Süper kahramanlar hep Amerika’dan çıkıyor, son dönemde en etkileyici hayalet filmlerini Japonların çekmesi gibi. “Anime” ve “manga” ile çizgi film ve çizgi romanda Japonlar çığır açarken, romanlarda ve filmlerde uzaylılar daima Amerika’ya inmeye devam ediyorlar. Aynı toplumlardan teknolojide ve iş hayatında da çok yaratıcı çalışmalara imza atan insanların çıkması bir tesadüf değil. Facebook’u bir Amerikalı akıl ediyor, insan gibi hareket edebilen robotları gerçek dünyaya taşımayı ise bir Japon gerçekleştiriyor. Geçmişten örnek verirsek, Edison’un aynı bilgiye ve deneme imkânına sahip olduğu halde buna kalkışmayan insanlardan en büyük farkı, ampulü hayal edebilmesi, karanlık bir sokağa baktığı zaman onu hayalinde ışıl ışıl görebilmesiydi. Yoksa yüzlerce başarısız denemeden sonra nasıl devam etme gücü bulabilirdi? Çoğu zaman, bir insana onu başarıya götürecek azmi veren gördüğü bu hayalin güzelliğidir. O hayal öylesine büyüleyicidir ki, uğrunda her türlü mücadeleye, fedakârlığa ve uykusuz geçen gecelere değecektir. Kurulan hayalleri sistematik bir şekilde çalışarak gerçeğe dönüştürme, ayrı bir beceri elbette ve birçok faktörle desteklenmeli, ama bir hayali gerçekleştirmeden önce, onu hayal edebilmek gerekir. Peki hayal gücü ve yaratıcılığı gelişmiş bir toplum, sadece ekonomik ya da bilimsel açıdan mı başarılı olur? Hayır, bu yetenekler sosyal hayattan siyasi hayata, her konuda toplumun bakış açısını zenginleştiriyor, yeni fikirler ve oluşumların ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Büyük siyasi liderlerin de hayal güçleri geniştir, sivil toplum önderlerinin de, çünkü filiz vermesini sağladıkları toplumsal değişimleri önce hayallerinde görebilir, bu hayalin onlarda yarattığı coşku ile cesaret bulurlar. Gandhi gözlerini kapadığında özgür bir Hindistan göremeseydi, içine doğduğu toplum düzenini değişmez, katı bir gerçek olarak kabul etseydi, Gandhi olabilir miydi? Muhtemelen bu hayalini ilk dile getirdiğinde çevresindekiler onu aklı havada bir hayalperest olarak gördüler. Ama Martin Luther King’in dediği gibi, gerçekten inanarak “Benim bir hayalim var!” diyebilmek, insana büyük güç veren bir motivasyon kaynağı. Tarih bu güç sayesinde yaşanan devrimlerle, değişimlerle dolu.

KARAKUTU SAYI: 12

83


Yaratıcılığa önem veren ve hayal kurmayı çocukluk olarak görmeyen toplumlarda, yazma yeteneği olan gençler, hayallerini yazdıkları kitaplara nakşederler, çizme yeteneği olanlar çizgilerine. Bilimle uğraşmayı seçenler var olan teorilerin ötesine geçmeyi düşler, iş hayatına girenler yeni iş alanları yaratmayı… İdealist insanlar ise mevcut düzenin yanlışlarını düzeltmeyi, daha güzel bir dünya kurmayı hayal ederler. Toplumlar bir bütündür, genç nesilleri hangi yeteneklerle donatırlarsa, o nesiller bu yetenekleri el attıkları her işte kullanırlar. Bu yüzden gençlerimizin yaratıcılığının gelişmesi, toplumun hayal kurmayı öğrenmesi, sadece fantastik roman yazarlarının ya da diğer sanatçıların kendi özel ilgi alanlarında sınırlı kalan bir derdi değil. Başka ülkelerde yapılanları taklit etmekle yetinmeyen, değişime açık, daha da önemlisi değişimi tetikleyen bir toplum olmak isteyen her milletin üzerine düşmesi gereken bir konu bu. altay ÖKTEM (şair, yazar) “Fantastik ve bilimkurgu Türkiye’de edebiyatın üvey evladı” “Fantastik; Türkiye’de edebiyatın, sanatın üvey evladı. Bilim kurgu daha da üvey. Hayal kurmaktan, bilimden, ütopyadan ürken bir toplumda bu doğal aslında. Gerçekçi olmak; gerçeği olduğu gibi kabullenmek, gerçeğe boyun eğmek anlamına geliyor. Oysa hayal kurmaya başladığımız anda gerçeği şekillendirmeye başlarız. Toplum olarak bu potansiyele fazlasıyla sahibiz ama belli olmasın diye sürekli içimize atıyoruz. Silkinip üstümüzdeki ölü toprağını atmaya karar verdik. Fantazyayla, bilimkurguyla, korkuyla iç içe olanlar bir araya gelirlerse gerçekliği sarsarlar, diye bir hayal kurduk, Fabisad’la o hayalin içine adım attık. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” hakan BIÇAKÇI (yazar) “Gerçeği daha iyi kavramak için gerçeklikten kopmak gerekir bazen” “Fantastik yaklaşımlar gerekli. Hem edebiyatta hem sinemada hem müzikte… Hazır kalıpların, aynı muhabbetlerin, tutan formüllerin dışında zihni hazırlıksız yakalayacak tekinsiz anlatıların eksikliği ortada. Gazeteleri, haberleri takip ederek gerçeğe bir yere kadar vakıf oluruz. Gerçeği daha iyi kavramak için gerçeklikten kopmak gerekir bazen. Ayrıca yaşadığımız ortam da her geçen gün daha fantastik bir hal alıyor. Dün akşam eve dönerken kafasında fesle dilim ananas satan bir adam gördüm mesela.” yiğit değer BENGİ (yazar, editör, çevirmen) “Fabisad, spekülatif kurmacayı yeraltından çıkarmak için kuruldu” “FABİSAD’ı ülkemizin spekülatif kurmaca türleri dediğimiz bilimkurgu, fantastik ve korku türlerinde eser veren yazar, çevirmen, sinemacı, çizgi romancı ve editörleri kurdu. Bu türler ülkemizde alternatif ya da “yeraltı” edebiyatı muamelesi görse de

84

KARAKUTU SAYI: 12


dünyada hem ciddi edebiyatçılar yetiştirmiş hem de önemli ölçüde hayran kitlesine sahip, çok farklı mecralara yayılmış, çok güçlü türlerdir. Bu hale geirken de dernekler, ödül organizasyonları ve dergilerle desteklenmiş. İşte biz de bu tarz faaliyetleri gerçekleştirecek, türlerin emekçilerini bir araya getirecek, ustalarını onurlandıracak hatta dünyada bu türe ait uluslararası festival ve fuarlarda ülkemizi temsil edecek bir dernek kurmak istedik. Böyle bir derneğin gerekliliğini bu türlerde emek veren batılı meslektaşlarımız da dillendirerek bir süredir bizi cesaretlendiriyordu. Bundan sonra bu türlerin severleri yerli yapıtları, yazarları ve etkinlikleri toplu halde takip edebilecekler. Ayrıca derneğimizin başka görevleri de olacak. mesela, bu türlerin çok önemli hatta klasikleşmeye aday eserlerinin, yayınevlerince türün yeterince ciddiye alınmaması nedeniyle kötü çevirilerle basılmasının de önüne geçmek için çalışacak. Zira tıpkı Yaşar Kemal’in dediği gibi nasıl Azra Erhat’ın İlyada ve Odesseia çevirileri bir nesle edebiyat dili olduysa bu türün de önemli eserlerinin iyi çevirilmesinin bizim edebiyatımıza katkıda bulunacağını düşünüyorum. Umarım hiçbir zaman gerek kalmaz ama derneğimizin bir başka ödevi de olası yeni bir satanist avı vakası benzeri ön yargılara karşı sanatçıları ve türün itibarını korumak ve doğru tanıtılmasını sağlamak olabilir.” ahmet ÖZ (yayıncı) “Eskinin elitist ve hiyerarşik geleneği sorgulanmalı” “Modern edebiyatımızın fantastik olanı aşağılamasıyla, sağcısı solcusuyla tüm modernleşme tarihimizin aktörlerinin yıllar boyu Osmanlıyı ve geçmişi reddi arasında bir ilişki var mıdır? Bu soruyu geleceğin araştırmacılarına havale edip bir noktanın altını çizerek FABİSAD’ın kuruluşuna ilişkin düşüncelerimi kayda geçirmek isterim. Geçmişi, batılı anlamda rasyonalleşme, bilimsel araştırma ve sanayi toplumu deneyimlerinden uzak tüm toplumlarda ulus-devlet kurma süreci benzer bir deneyime yol açmıştır yazık ki. Geçmişi inkar! Geçmişin edebi biçimlerini ret ve aşağılama. Edebiyatın politik el konuluşunun doğal bir sonucudur bu. Bugün artık miadını dolduran bu yaklaşım edebi biçimlerin özgürleşmesi olarak nitelenebilir mi ya da demokratikleşmesi? Umarım… En azından FABİSAD dolayısıyla bu elitist ve hiyerarşik geleneğin sorgulanmaya ve eleştirilmeye başlandığı söylenebilir. Şimdiye dek üvey evlat muamelesi gören fantastik edebiyat kendi yetkinliğini kanıtlamaya ayırdığı muazzam miktarda enerjiyi artık münhasıran iyi eserler vermeye harcayabilir. Bu da tüm edebiyatseverler için sevindirici bir gelişme olsa gerek.”

KARAKUTU SAYI: 12

85


doğu YÜCEL (gazeteci, yazar) “Köhne inançların kırılmasında hayal gücünün rolü büyük olacak” “Hayal gücünün özgürleştirdiğine gerçekten inanıyorum. Modern insanı köle haline getiren ne varsa hayal gücü onun karşısında durur. Günümüz dünyasına baktığımızda bize prangaları takan iş dünyası karşısında da tek kaçış yolumuz hayal kurmak değil midir? Tarih boyunca insanoğlunun kurmaca ihtiyacını güce sahip olmak için suistimal eden inanç simsarları karşısındaki en büyük güç de hayal gücü olmuştur. Tam bu noktada ülkemizin içinde bulunduğu durum için hayal gücünün önemi daha da artmaktadır. Köhne inançların kırılmasında hayal gücü hep kritik rol oynamıştır. Martin Luther King’in köleliğin kaldırılmasına neden olan yolu açan konuşması boşuna “Bir hayalim var” diye başlamaz.” aycan aşkım SAROĞLU (gazeteci, yazar) “Gerçek devrimler için hayal gücü gerekir” Anadolu gibi mistisizmin ve doğaüstünün binlerce yıldır öyküsünün sürdüğü bir toprağın çocuklarından en sıkı fantastik öyküleri beklemek gayet “gerçekçi” olsa gerek. İstanbul’un eski semtlerinin ara sokaklarını ya da ahı gitmiş vahı kalmış olsa da Kapalıçarşı’yı şöyle bir dolaşmak bile her köşe başında gizemli bir hikaye bulmak demek. Ne olursa olsun, hava-su-toprak enerjisi besliyor buradaki insanları, içlerindeki ateş de eklenince şahane fantastik serüvenler okumamamız için bir neden yok. Çocukluğumdan beri masallarla büyümüş biri olarak ne kadar şanslı olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum, hayal gücünün olmadığı bir toplum dönüşüm ümidini de yitirmiş demektir, gerçek devrimler için hayal gücü gerekir. Bu anlamda FABİSAD’ın kuruluşu muhteşem bir başlangıç oldu. Aralarında olmaktan mutluyum. İnanıyorum ki bu derneğin oluşturduğu sinerjiyle dünya edebiyatına harika fantazyalar akıtmak mümkün olacak. Aslında bütün bir insanlık tarihi bile metaforlar üzerinden anlatıldığında çok daha iyi anlaşılabilir çünkü metaforlar, arketipler, fantazyalar bilince değil bilinçaltına seslenirler ve bilinçaltı bizi gizlice yöneten bir gerçekliktir… Ve her fantastik, gerilim ya da korku hikayesi o karanlık denizden, bilinçaltından bir imgeyi alır ve gün ışığına çıkarır ve dönüştürür. O yüzden fantazya asla bitmez… kaynakça: EGOİST OKUR

86

KARAKUTU SAYI: 12


vera, veronica kimlik bunalımı “İşte diyordum.Belki bir değil, iki kişiyiz.Ama ikimiz de aynı cinsiyetteniz.Mutlak güç hala çoğalmamızı istemiyor.” Hakan Günday Veronica Ölmek İstiyor -Öl Veronica. *kardeşlerden birinin ölümü Anneliği hiç de kutsal bulmuyorum. Annelerim hep öldü babalarım yalan söyledi diye. Ben hepsinin hüznüyle büyüdüm. Bankta uyuyordum, atlasam ölmezdim. Dilek ağacı bulursam kendimi asacağım. Çok acıyorum. Bu yara bitirecekmiş beni. Ama heyecanım var hala. Ümitsiz adamları severim. Daha önce hiç duymadığım dualar ederler. Beni sevemedikleri hüznüm. Onlarda bana ait bir şeyler var. Ben kötüyüm ama şiirlerim değil. Kendime sarılıyorum der gibi hepsinde ölmen, Tanrı’nın sana yazdığı katı kural. Zor zamanları anımsamak gibiyim. Toprağın altına girmeliyim. Sen mutlu olduğun kaldırımda yürü.

KARAKUTU SAYI: 12

87


Öldüresim geliyor seni. Yaptığın hataları sayacağım Bana da yazıklar olsun. Anlıyorum sesimden kurtulmuşsun. Etinle, kemiğinle masal kahramanısın. Güzelsin oldukça, kızımsın da. Madem ki güzelsin, bul beni karnında. Sana zarar vermeyeceğim. Kıymetimi bilmemişsin bu çok iyi. Bu gece yazacak şiirim yok Bu beni ürpertiyor. Göğsünde bir şeyler yazıyor Ve ben okuma bilmiyorum. Sevmiyorum seni, nolur karşıma çıkma. Seni görmezden gelemeyecek kadar zor buldum. Ölmen lazım, duramazsın burada. Lütfen kayıtlara böyle geçsin Bozuk bu tabanca.

Bildiğim tüm kötü şeylersin. Gerçek anlamın daha güzeldi. Durup dururken babam gitti, Ben de hastalandım işte. Beni kaç kez dövdüler, babamdır demedim. Adı yok, sırtı var. Artık eve dönemem.

selin BABİLA 12 F

88

KARAKUTU SAYI: 12


kabus

Asırlar önce her işe gücü yeten genç bir adam yaşarmış. Tek derdi bir türlü uyuyamamasıymış. Bir gün bir büyücüye gitmiş. Büyücü ‘’brugmansia’’ bitkisini kullanarak bir iksir hazırlamış. Genç adam iksiri içer içmez uykuya dalmış, bir daha da uyanamamış. Bir zaman sonra sıkılmış kendi rüyalarından. Başka insanların rüyalarında gezinmeye başlamış. İnsanlar bu adama sonraları ‘’Kabus’’ adını takmış.

Beynimin yaşıtlarımdan ‘’daha aktif’’ olduğu fark edildiğinde yedi yaşındaydım. Anasınıfı ve birinci sınıf benim için düşük seviyeli kalıyordu. Bu yüzden evde özel öğretmenden ders almaya başlamıştım. O zamanlar, aktif beynime bir de atamadığım enerji eklendiği için uyuyamadığımı söylemişlerdi. Uykusuzluğumun davranışlarımı etkilemeye başladığını düşünen annem, bunu doktorumla çok defa paylaştı. Doktor pek önemsemiyordu ama nihayetinde annem zafere ulaştı, doktor daha önce adını duymadığım bir ilaç yazdı. Eczaneden çıkarken ilaç kutusunu incelemeye başladım. Düz, mavi bir kutuydu. Siyah, kalın harflerle ilacın adı yazıyordu: Surmibanga. Masallardan fırlamış gibi duruyordu. Saat sekiz civarı haplardan birini yuttum. Yaklaşık iki saat sonra annem cesaretlendirici olduğunu düşündüğü şeyler söyleyip beni yatağa gönderdi. Hangi insan uyumak için özgüvene ihtiyaç duyardı? Belki ilaçtan belki de annemin verdiği güvenden, başımı yastığa koyduğum anda uyudum. İlk rüyamı da o gece gördüm. Kurumuş ağaçların olduğu karanlık bir ormandaydım. Şaşırtıcı olan bilinçaltımın böyle ürkütücü olması değil, burada benden başka birinin daha olmasıydı. O da simsiyah duruyordu. Yalnızca parlayan gri gözlerini görebiliyordum. Sanki orada yokmuşum gibi tam arkama bakıyordu. Sonra kurtları duydum. Arkamdan yaklaşıyorlardı. Üstümden zıpladıklarında kanatlarını gördüm. Siyahlı adam onlara doğru hızla koştu. Yere düşen kurt kafaları gördüğüm son şeydi. KARAKUTU SAYI: 12

89


Annem telefonla konuşuyordu: ‘’Evet evet, ilk defa bu kadar uzun süre kesintisiz uyuyor. Hapların bu kadar kuvvetli olduğunu düşünmemiştim…’’ Sesinden ne kadar mutlu olduğu anlaşılıyordu. O günden sonraki iki hafta boyunca hiç yapmadığım bir şey yaparak uyuyormuş taklidi yaptım. Ailem de doktorum da mutluydu. İlaçları düzenli olarak kullandığımı sanıyorlardı ve şimdiden gelecek planlarına başlamışlardı. Korkak biri değilimdir ancak o gözleri tekrar görme düşüncesi titrememe sebep oluyordu. Yine de bir ay boyunca bir dakika bile uyuyamamış olmak beni Surmibanga’ya muhtaç bırakmıştı. Aynı ormanın aynı noktasında, aynı adamın karşısındaydım. Bu sefer direk bana bakıyordu. ‘’Kendi isteğiyle buraya gelen ikinci kişisin.’’ Durdu. ‘’İlki benim.’’ Geriye dönüp hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Uzun süre yürümeye devam ettik. Bu süre boyunca sadece adının Kabus olduğunu söyledi. Benimle ilgili hiçbir şey sormadı, ben de anlatmadım. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre sonra bodur bir ağacı gösterdi. Birlikte ağacın kovuğundan içeri girdik. İçerisi çok büyüktü ama yalnızca yaşlı bir adam vardı. Kabus, adama beni gösterdi: ‘’Getirdim.’’ Adam beni incelemeye başladı. Yanıma geldi; kollarıma, kafama ve karnıma dokundu. ‘’O daha bir çocuk. Bundan emin misin?’’ Yaşlı adamın bakışları sinsi, sesi ise acır gibiydi. Yaşlı adam bir kötülük yapmaya çalışırsa Kabus’a sığınabileceğimi düşündüm. Kabus ise bu saçma hayalimi yıkan buz gibi bir sesle cevapladı: ‘’İnsanlara acıyamayacak kadar uzun süredir buradayım. Bundan sonra ne olduğu umrumda değil.’’ Sonra bana doğru döndü. ‘’Yandaki kovuğa gidip dinlenebilirsin. Biz de seni uyandıracak bir şeyler düşüneceğiz.’’ Rüyalar çok garip yerlerdir, söylenen her şeye inanırsınız. En yakındaki ağacın kovuğunda boş boş dolaştıktan sonra geri döndüm. Kovuğun girişinde durup yaşlı adam ve Kabus’u dinlemeye başladım. ‘’Bu suyu sen içeceksin, diğerini de o. Sakın karıştırma. Bunu içince onun bedeninde uyanacaksın. Kovuğun içindeki büyü enerjisi ters etki yaratabilir o yüzden dışarı çıkın. Eğer bir şeyleri karıştırırsan o çocuk muhtemelen uyanır ama senin akıbetini bilemem. Bu üçüncü deneyişimiz. Öncekiler kadar şanslı olmayabilirsin.’’ Yaşlı adamın sesi sabırsız geliyordu. ‘’Hiçbir zaman şanslı olmak istemedim zaten.’’ Kabus’un sesi ise rahatsız ediciydi. Kovuğa girdiğimde ikisi de gayet sakin gözüküyordu. Kabus dirseğimden tutup beni dışarı çıkardı. Yaşlı adam arkamızdan el sallıyordu. Kabus’un elinde iki bardak vardı. Birindeki su çok berrak, diğerindekiyse pis duruyordu. Pis olanı bana uzattı. Bir terslik vardı. Yaşlı adamın sözlerinden Kabus’un buradan kurtulmak istediği anlaşılıyordu, ben bu yolda bir araçtım. Bir şeyler oluyordu. 90

KARAKUTU SAYI: 12


Kabus’un bana uzattığı pis su dolu bardağı parmaklarımın arasında hissizce çevirirken bir karaltı şeklinde kanatlı kurtların geldiğini fark ettim. Kabus, bardağını bırakıp kurtlara atıldı. Ben de bardaklarımızı değiştirdim. Kabus işini bitirip döndü. Gözleriyle bardağımı işaret etti: ‘’İç.’’ Buradan kurtulacak olmanın rahatlığıyla tek yudumda bitirdim suyu. Kabus da aynısını yapmıştı. Bardağını yere koyduktan sonra suratıma baktı. ‘’Neden sana hiçbir soru sormadım biliyor musun? Çünkü senin zihnindeyim. Seninle ilgili her şeyi seni ilk gördüğümden beri biliyorum.’’ Zeki olduğumu sanıyordum. Oysa Kabus ayaklarından başlayıp yok olana kadar hiçbir şey anlamamıştım. En son bedensiz kafası kaldı havada, gri gözleri benim mavi gözlerime dönüştü; uzun, siyah saçları kısalıp sarardı. Sağ gözünün altındaki pençe izleri benim sivilce izlerime dönüştü. Sonra da yok oldu. Bense öylece kalakalmıştım. Yaşlı adam omzuma dokundu. ‘’Ne kadar zeki olursan ol, asırlardır türlü türlü zihinleri gezip görmüş biriyle baş edemezsin. Uyandığında yapacağı ilk şey kendini öldürmek olacak. Eşit sayılırsınız.’’ Sırıttı. ‘’Ayrıca şu an tek derdin o olmamalı. Biraz dinlen, uzun bir yolculuğa çıkacaksın.’’

idil OKATAN / HZ B Terakki Lisesi- Tepeören

KARAKUTU SAYI: 12

91


bir’le iki’nin hikâyesi Şu anda içinde bulunduğumuz zamanın yaklaşık yüz yıl ilerisinde, faklı bir coğrafyada, farklı insanlarla, aynı yönetim şeklinde saygın ama hilekâr, iyi görünümlü ama kötü bir başkan; yanına iki korumasını almış, büyük bir güvenle devlet binasına doğru yürüyordu. Kendine güveni tamdı, yere sağlam basıyordu. Çünkü biliyordu ki bu evrendeki her şeyi gözü kapalı halledebilecek güce sahipti. Binanın önüne gelince durdu. Birinci yardımcısını, yani beyaz renkli robotu yanına çağırarak onunla gelmesini söyledi. Siyah olan ise binanın önünde bekleyecekti. Yavaş adımlarla merdivenleri çıkarken içinde bulunduğu o büyük tarihi bina sarsıldı ve kendisi ne olduğunu anlamadan çevik, beyaz bir şey üzerine atıldı. Gerisi bulanıktı. İnsanlar bağırıyor, çığlık atıyor, ağlıyordu ve o anda anladı: Suikasta uğramıştı.

Bu olay basında şok etkisi yaratmıştı. Günlerce bu olay konuşuldu. Halk hem korkuyor hem de merak ediyordu. Kimin suçuydu bu? Bunu kim yapmıştı? Kim engelleyememişti? Toplum bunu bilmiyordu ve asla öğrenemeyecekti. Halk her zaman bilmesi gereken kadarını bilirdi.

Başkanın sağlığı gittikçe düzeliyordu. Bütün yük, bir köşeye sinmiş ve utançla bekleyen İki’nin üstüne atılmıştı. O dikkatsizdi. Tembeldi. Hatta haindi. Herkesin düşüncesi bu yöndeydi. Ama ülkenin zeki ve bir o kadar da çıkarcı bir başkanı vardı. İki’yi boşa harcayamazdı. Ona, görevinde devam etmesini söylediğinde İki büyük bir minnet ve saygıyla kafasını eğdi, mahcup bir şekilde boyun büktü. Pürüzsüz sesiyle başkanın düşüncelerine “Artık sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım.” diye fısıldadı. İki’nin kabul edilmesinden sonra, başkanın nasıl böyle bir karara vardığı tartışıldı. Bunun nedeni birkaç gün sonra anlaşıldı: Başkan sahtekârdı. Ülkeler arası kaçakçılık yapıyordu. Kendisi hastanedeyken, delil aramaya giden birkaç polis ve dedektif, sahte belgeleri bulmuşlardı.

Bu durum karşısında ayaklanan halk, gün gün devlet binasının kapısına dayanıyordu. Ülke, büyük bir karışıklık içindeydi ve iç savaş olması an meselesiydi. Bilim adamları, siyasetçiler ve haber spikerleri neredeyse her akşam toplanıp bu olay üzerine fikir yürütüyor, tartışıyor hatta kimi zaman canlı yayında kavgalar ediyorlardı. Durum böyle olunca herkes İki’nin affedilme sebebini anlamıştı. Başkan korunmayı talep ediyordu ve bunun için elinden geleni yapacaktı.

92

KARAKUTU SAYI: 12


İki robot, bu olay karşısında derinden etkilenmişti. İkisi de bu olayı reddediyordu. Uğruna kendilerini feda etmekten onur duyacakları kişinin böyle biri olması olanaksızdı. Bir sabah, başkan mutlu bir haber almış olmalıydı ki günlerdir içinde bulunduğu sisli, soğuk ruh halinden çıkmış hatta dudaklarının kenarı gülümsüyor olarak nitelendirilebilecek biçimde kıvrılmıştı. Robotları yanına çağırıp komşu ülkenin başkanı ile olan görüşmeden kısaca bahsetti. İkisinin de bu görüşmeye gitmelerini istiyordu ve yanlarında Koloni başkanının teslim edeceği birini getireceklerini ilave etti. Gittikleri görüşmeden, Koloni başkanının kendinden emin ve biraz da aşağılayıcı bakışlarını taşıyan genç bir kadınla döndüler. Sonradan Başkan’ın Koloni başkanıyla yaptığı anlaşmayı öğrendiler. Çözüm, hafıza silici bir makine yapmaktı ve uygun bir ücrette anlaşmışlardı. Genç kadın, geldiği günden itibaren büyük bir titizlikle çalışmaya başladı. Haftalar birbirini kovaladı. Makine gittikçe daha görkemli hale gelirken ülke gittikçe kötüleşmekteydi. Çünkü inandığınız ve güvendiğiniz bir insanı aslında tanımadığınızın farkına varmak, beraberinde bütün yıkıntıları ve felaketleri getirir. Bu nedenle makinenin bittiğini duymak, Başkan’ı ve durdurulamaz iki yardımcısını tarifsiz bir sevince boğmuştu. Nihayet o görkemli makine Başkan’ın odasına getirildi. Gerçekten göz alıcıydı. Başkan, kendini makineye o kadar kaptırmıştı ki saygınlık ve statüye o kadar önem veriyordu ki düğmeye çabucak bastı. Basar basmaz o grimsi makine büyüdü, büyüdü, büyüdü. Onun büyümesini dehşetle izlediler. Önce kolları ve bacakları ortaya çıktı. Sonra yüzü oluştu, kıpkırmızı iki göz belirdi. Bıçaktan farksız olan bembeyaz dişleri sivrildi. Gözlerini kırpıştırdı. Karşısında Başkan’ı görünce kükredi ve pençeyi andıran elini ona doğru savurdu. İki’nin müdahalesiyle kıl payı kurtuldu Başkan. Suikast, sahte belgeler, robot… Hepsi Koloni’nin başının altından çıkmıştı. Kükreme sesini duyan askerler odayı kuşattılar. Bir, Başkan’ı almaları için işaret verdi ve hızla uzaklaşmaları gerektiğini düşüncelerine fısıldadı. Robot, o sırada kolunu duvara savurmuş ve duvarı paramparça etmişti. Bir ve İki, robotu dışarı çıkarmak için birkaç el ateş ettiler ve kendileri de dışarı çıktılar. Robot, birbiri ardına hamleler yapıyor, kükrüyor ve koşuyordu. Bu yolun sonunda uçurum olduğunu bilen iki koruma, devasa robotu oraya yönlendirmek için koşuyordu. Alınan birkaç kilometrenin sonunda uçuruma ulaştılar. Arada ateş ediyorlar, ışınlar gönderiyorlar ve saldırı hamleleri yapıyorlardı. Çok kısa bir süreliğine Koloni ülkesinin güzeller güzeli başkanı, devasa robotun karnında belirdi. Görüntü cızırtılı ve çok hafifti. “İnsanın inandığı şeylerin yok olmasını ve hissettirdiği duyguları bilirim. Bana güvenin. Başkan’ı ne kadar tanıdığınızı sanıyorsunuz?”

KARAKUTU SAYI: 12

93


Senden fazla. Kadın, buna gülerek cevap verdi. “Onun yaptıklarından ne kadar haberdarsınız? Sizinle bir şey konuşuyor mu?”

Biz onun korumalarıyız, askerleri değil. Buna hafif bir şaşkınlık kahkahasıyla karşılık veren kadın, büyük bir özgüvenle sözlerine devam etti. Bir yandan da iki robotun birbiri ardına ateş etmelerini ve tereddütlü surat ifadelerini izliyordu. “Onun yaptığı söylenilen her şey gerçek. Her şey.” Kısa bir an durdu. “Siz yalan söylenince anlamıyor muydunuz? İki robot bakıştı. Kadın haklıydı. Anlıyorlardı. Bu işte yalan yoktu. Basındaki bütün o korkunç katliamlar, çıkarcılıklar, kaçakçılıklar… Hepsi gerçekti. Başkan’a öylesine bağlanmışlardı ki neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamamışlardı. Onun yalan söyleyip söylemediğini kontrol dahi etmemişlerdi. Bir, kaşlarını çattı. İki’yse hala savaşıyordu.

Yine de onu koruyacağız, dedi İki. Bir yandan da büyük robota tekmeler atıyordu. Bir’in tepki vermediğini fark edince soru işaretleriyle ona döndü. Bir, hiçbir şey yapmıyordu. Dev robot da saldırılarını seyrekleştirmişti. “Koruyacağız, değil mi?” Bir, yavaşça başını iki yana salladı. “Görevimiz onu korumak değil İki, görevimiz ülkeyi koruyanı korumak.” İki’nin dehşetle bakan gözleri altında konuşmasına devam etti. “Robotu yok edelim.” Bu cümlenin ardından robot kontrolden çıkmış gibi ateş etmeye ve zıplamaya başladı. İki koruma, bir taşın arkasına siper almak zorunda kaldılar. İki, Bir’le göz göze gelince bütün o suçlamalar ve ikinci plana atılma olayları aklına geldi. Başkan’a asıl sadık olan oydu, Bir değil. Tüm övgüleri alan Bir’di, o değil. Bir an gözleri karardı ve ne yaptığının farkında olmadan takım arkadaşına ateş etti. Göğsüne aldığı darbeyle geriye savrulan Bir, bilincini yitirdi. Büyük robotun ilgisini çeken bilinçsiz beden, kendini savunamazdı. Büyük robot zorlukla nişan aldı. O da atılan mermilerden dolayı halsiz düşmüştü. Uçurumun kıyısına yaklaştı. Tam o an, İki’nin yaptığı her şeyin yüzüne tokat gibi indiği bir andı. Hırsı ve kıskançlığının esiri olmuş, ülkeyi büyük tehlikeye atmış ve onu anlayan tek kişinin ölümüne sebep olmuştu. Boğazı düğümlendi, nefes alamadı. Bir’in kıpırdandığını fark etmeseydi, ne halde olacağını kimse bilemezdi. Fakat daha sonra ona nişan almış robotu gördü ve düşünmeden Bir’in önüne atladı. Havadayken ardı ardına ateş etti. Onun ateşleri büyük robotun yalpalayarak uçu-

94

KARAKUTU SAYI: 12


rumdan düşmesine neden olurken, büyük robotun ateşi onu tam kalbinden vurdu ve ne olduğunu anlayamadan beyaz bir ışık tüm benliğini ele geçirdi. … Ülkenin toparlanması altı ay sürdü. Yeni bir başkan seçilmişti. Zarar gören binalar onarılmıştı ve Bir, her zamanki gibi görevinin başındaydı. Bir farkla: Artık bir yanı eksikti ve bu kez ülkeyi koruyan kişiyi koruyordu.

selin KAROL / HZ B Terakki Lisesi- Tepeören

iki gözüm sizin üzerinizde Bi bak etrafa, bi bak Bul da suçluyu, ipliğini pazara çıkar Çıkardın ya, bak bir daha İki gözün 22 kişiye bedel

Dört nala ata binip kaçsa da engin dağlara Bi koşuda yakalayıverirsin melez atı ‘’Kaynak 1’i açalım, lütfen herkes kaynak 1’e baksın!’’ ‘’4. Soruya bakalım’’ Son olarak da kendimize

ateş yersu GÖK / 10 C

KARAKUTU SAYI: 12

95


kefalet “ Neydi o cümle? Heh, ne yaparsan yap asla kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir adamla savaşma.” Soğuk ve zifiri karanlığın geceyi kuşattığı bir gün, kahramanımız Jack Hobbs evde her zaman izlediği televizyon programını dört gözle beklerken içeriden annesi seslendi: “Jack, odana git ve üstünü değiştir. Hava ayaz mı ayaz, bizim oğlan üstsüz geziyor resmen!” On sekiz yaşında olmasına rağmen anne babasının -çoğunlukla annesinin- her işine karışmasına dayanamıyordu. Uflaya puflaya merdivenleri basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktı. Üstüne rastgele bir tişört geçirdi. … Aşağıdan duyduğu tepinme misali sesler Jack’i şüphelendirdi, annesinin “Jack!” diye çığlıklar atmasıyla şüphesi gerçekleşti. Ebeveyn odasında asılı duran antika tüfeği alıp merdivenlere akın etti adeta. Manzara korkunçtu. Ev talan edilmiş, lambalar kırık dökük, kitaplar yırtılmış, Televizyon olması gereken yerde duvarda kocaman bir saat işareti var. Sinirle dolup taşan Jack savaş narası biçimi boğuk bir çığlık atarak evden çıktı. Siyahlar içinde birkaç adamı anne babasını sürüklerken gördü, silahı nasıl doğrultacağını bilmemesine rağmen üstlerine doğru tutup rastgele ateş saçtı. Adamların ikisinin yere düştüğünü görür gibi oldu ama emin değildi. Son gücüyle “Anne, baba!” diyerek o tarafa koştu, kavuştuğu şey hiçlik oldu. Kaybolmuşlardı. Sokak ortasına oturdu, parçalanmış, hastalıklı bir ruhun başlangıcıydı belki bu. Jack Hobbs’un ruhu yavaş yavaş kendi bedenini terk ediyor, yerini körelmiş bir varlığa, bir Karındeşen’e bırakıyordu. Sokağa çıktı Jack, son bir edayla. Yırttı gökyüzünü çığlığı, hakaret yağdırdı semaya. Damarlarında kan yerine daha koyu, daha yoğun bir şey hissediyordu artık: bir nefret, bir öldürme arzusu, vahşet. Sokakta tek tük yanan lambanın altında gördüğü silüet onu ufak da olsa tüm bu korkunç duygulardan arındırmıştı. Gri pelerini ve yüzünün görülebilen tek kısmı olan beyaz bıyıklarıyla oldukça ilginç bir tipe benziyordu. Jack ayağa kalktı, hiddetle yanına yürüdü, adamın karanlık yüzüne birkaç saniye boyunca baktı ve konuşmaya başladı: “Bu saate bu sokakta ne işin var ihtiyar? “İhtiyar mı? Sakin ol genç adam. Neler yaşandığını gördüm. O alçak adamların ebeveynlerini kaçırdıklarını da. Hepsini yolda anlatacağım. Ama şunu bilmelisin, sen seçilmiş kişisin.” “Klişe lafların sıkıcı, sen de öylesin.” “Eh, bu bazıları için kaçınılmaz oluyor. Sinirli bir adamsın ve öyle büyüyeceksin. Al, sana dizginlemen için bir şans.” 96

KARAKUTU SAYI: 12


Bir çift eldiven. Jack’in avuçlarına sokuşturduğu şey bundan ibaretti. Kahrolası bir eldiven. Sahi ne işe yarayacaktı ki bu? Jack eldiveni biraz incelemeye koyulduğunda eldivenin üstünde yeşil bölmeler olduğunu ve eldivenin çok sert bir malzemeden yapıldığını fark etti. İhtiyar gülümsedi ve tekrar konuştu: “O bir eldivenden çok daha fazlası. Eline geçir ve mucizeleri izle. Şimdi o lambaya yumruk at.” Lambaya? Bildiğimiz sokak lambası? Elini kırmasını mı istiyordu bu adam? Eline eldivenleri geçirdi ve derin bir nefes aldı. Ve lambaya yumruk attı. Lambaya! Sonuç şaşırtıcı biçimde inanılmazdı. Büyük bir gümbürtü ile üzerine düşen lamba, aklını karmaşıklığa sürüklemişti. Tam düşerken elleri ile lambayı tutmaya çalıştı… Ve tuttu. O ağır sokak lambasını tuttu. Haydaaa! Neler oluyordu? Jack şaşkınlıkla yüzünü yaşlı adama döndüğünde adam hafifçe öksürdü ve dedi ki: “Kısa sayılamayacak bir yolculuk bizi bekliyor, Hobbs. Evine son bir kez göz at, eşyalarını topla ve yanıma gel.” Jackson boyun eğdi ve evine gitti. Yıkık dökük salondan bir iki çizgi roman, yukarı kattan küçük bir bıçak ve baba yadigârı silah, sevdiği birkaç tişörtü alıp çantasına sıkıştırdı, ışıkları kapatıp anahtarı olmayan kapıyı sertçe çarptı, yaşlı adama doğru yürüdü ve: “Hadi yola çıkalım, umarım romatizmaların yol boyunca sakin kalmayı başarır.” Dere tepe düz gittiler zırvalıklarına hiç girmeden belirtelim: Hiç havalı olmayan bir şekilde taksiye binip ücra bir barın hiç bilinmeyen alt katına gittiler. Tünele açılan uzun bir yolla karşılaştılar. Cam kırıkları ve bira kokuyordu. “Stone Cold Steve Austin’i hissediyor gibiyim.” dedi Jack. Yaşlı adam “Ne?” diye bağırdı. Jack sesini yükselterek “Stone Cold buradan geçmiş gibi!” dedi. Yaşlı adam yine: “Ne?” diye bağırınca Jack daha fazla uzatmamaya karar verdi. Yolun sonuna geldiler ve iki farklı kapıyla karşılaştılar. Birisi kurumuş kanla ve yosunla kaplanmış, paslı, çizik ve silah darbeleriyle dolu yamuk yumuk bir kapı; diğeri ise demir, cilalı, elmasa benzeyen taşlarla bezenmiş bir kapıydı. Adam Jack’i karşısına aldı ve konuşmaya başladı. “Her adamın bir gün kalbi atar, o son nabzıdır. Ciğerleri son bir kez solur havayı, o onun son nefesidir. Ama bu adam hayatta yaptıkları ile insanları yaşamdan daha derin şeylere inandırabilirse eğer, onun yaptıkları destan yazıcıları ve hikâyeciler tarafından ölümsüzleştirilebilir. Ben sadece bir hikâyeciyim. Sen ise hikâyeyi değiştirebilecek kişisin. Baban birkaç yıl önce yer altında kimsenin bilmediği bir yerleşim yarattı. Tanıdığı iyi ama zor durumda olan insanları oranın varlıklıları yaptı, orayı geliştirdi, yeni bir yaşam kurdu. Ne yazık ki artık orası bir kaos ortamı. Sen bu düzeni geri getireceksin, er ya da geç. Babanın intikamını ancak böyle alabilirsin. Ama seçim yapmalısın: adalet, monarşi, hâkimiyet, düzen mi; sefalet, anarşi, dominyon, vahşet mi? İmparatorun fendine mi sahip olacaksın, katilin derdine mi?

KARAKUTU SAYI: 12

97


imparatorun fendi Jack uzun süre düşündü. Babasının intikamını almak istiyorsa bunu adaletli, düzgün bir şekilde yapmalıydı. Yok etmek değil, elemek zorundaydı. Yoksa bu onu o ebeveyn katillerinden farklı yapmazdı. Kararlı bir yüz ifadesi takındı ve “Hobbs ailesinin ihtişamı adına, mavi kapıyı seçiyorum.” dedi. Yaşlı adam memnun bir ifadeyle başını salladı ve ona inişin sert geçeceğini söyleyerek bir gözlük verdi. Gözlüğü takan Jack kapıyı açtı, kapsül biçiminde bir koltuğun içine girdi. İşaretini verdikten sonra yaşlı adamın bir çarkı çevirdiğini gördü. Kapsül hızla aşağı düşerken Jack hayatını tamamen değiştirmek üzere olduğunun farkına varacaktı. Sert bir inişti. Gerçekten sert. Kırılan camın kapsüllerinden yara almadan çıkması bile başlı başına bir mucizeydi. Birkaç hafif morarma ve kesiği vardı tabii çünkü teknik olarak, çakılmıştı. Üstünü silkeledi ve karşısındaki puslu şehrin çehresine direk bakabilmek için yavaşça ayağa kalktı. Hayatında bu kadar kirli bir hava soluduğunu hatırlamıyordu ve inanın inanılmaz derecede çürümüş yerleri ziyaret ettiği olmuştu. “Yukarı dünyadakiler böyle bir yeri görmedikleri için çok şanslı. Bu metropolitan yapıdaki devasa çöp yığını, fabrikalar tarafından kuşatılmış, büyük binaların yanındaki derme çatma kulübelerin dengesizliği tarafından işgal edilmişti. “Babamın şehir planlamacılığında bu kadar kötü batacağını kim bilebilirdi?” dedi ve sarkastik denilebilecek bir kahkaha attı. Böyle kahkahalar hoşuna giderdi. Stresini böyle atardı. Şehrin içine henüz yürümeye başlamıştı ki dijital bir sesle irkildi: “Evlat? Evlat orada mısın? Tanrı aşkına, eldivenine bak seni eblek!” Eldiven ses de mi çıkarıyordu? “İhtiyar? Sen misin?” “Tabii ki benim. Dinle, buradaki düzene giden yol, katillerin, kanunsuzların, soysuzların ve akıl hastası, savaş suçlusu, hastalıklı bir ordu komutanının elinden geçiyor. Önüne geçen, sana engel olan bu insanları temizlemen için sana bir adam lazım. Bu eldiven senin her şeyin, haritasından telsizine kadar her şeyi mevcut. Sana bir barın adresini vereceğim, orada bir adam seni bekliyor. Ama önce barı kontrol altına alman lazım. Bunu nasıl yapacağın sana kalmış, ama şahsen o eldivenlerle bir alıştırma yapmanın iyi olacağını düşünüyorum.” “Alıştırma mı? Yani…” “Evet, aynen öyle Jack” Ohohohoh! Jack sonunda biraz eğlenebileceğini hissetmişti. Şehir merkezine çok da yakın bir bar değildi, yine ücra sayılabilecek bir yerdeydi. “Nereden geldik, nereye gidiyoruz.” diye iç geçirdi ve hemen yola koyuldu. İlk gözlemlerin zamanı. Jack gördüğü kadarıyla bu yerde kimsenin kimseye güvenmediğini, herkesin birbirine yabancı ve soğuk olduğunu ama kimsenin de birbirinin hayatına karışmadığını söyleyebilirdi. Ki bu onun hoşuna gitmişti çünkü bu bohem yaşamı ileride çok çılgın biçimlerde değiştirebileceğine inanıyordu. Evet, belki daha gençti ama bir politikacının kurnazlığı, bir bilim adamının beyni ve bir devrimcinin fikir yapısı onda can bulmuştu. Bu günden sonra attığı hiçbir adımın ayak izlerinin raporunu çıkartmayacaktı. Hatta ezecekti, ayağını bastığı yerde eğrelti otu bile bitmeyecekti. Gülleri dikmeye ise sonradan başlayacaktı. Pembe neonlu tabela, “Bir 98

KARAKUTU SAYI: 12


Bardaklık Fanteziniz” sloganı, kabare sanatçısı maketleri daha içeri girmeden orada ne ile karşılaşabileceği hakkında fikir sahibi olmasına yetmişti. “Ew.” dedi ve nefesini alarak içeri girdi. Hafif bir jazz müziği kenarda orta yaşlarında bir kadının sarhoş kahkahaları ile bozgun yiyordu. Yayık ağızlı adamlar, gevşek kadınlar, tabakhaneye b** yetiştirmeye çalışan garip garsonlar ve o adam. Düzgün ve cilalı motorcu ceketi, yansıtıcı görevi gören gözlükleri- Tanrım, adam barın içinde güneş gözlüğü takıyorve yüzündeki ciddi ifade burada bulunmaktan hoşlanmadığını açığa çıkarıyordu. Hobbs barmenin olduğu bölmeye gitti. Adam ona saçma sayılabilecek bir mutlulukla ne içeceğini sorunca, bira dökülüverdi ağzından. Bira! İşler kirlileşecekti. Birasını alıp sakin adımlarla adamın bulunduğu masaya ilerledi. Yavaşça oturdu ve adamı yaklaşık iki dakika boyunca süzdü. Gariptir ki adamın gözlükleri yüzünden kendisine bakıp bakmadığı bile anlaşılmıyordu. Adam esnedi, bildiğin esnedi yahu! Jack gözlerini yuvarladı ve sonunda kuru bir öksürük ile konuştu: “ Jack. Jack Hobbs” Adam – Oh be, gözlüğünü çıkardı sonunda! - Jack’e şüpheci bir bakış attı ve “Emannuel. Emannuel Toriq hizmetinizde efendim. Yalnız söylemem gerek Hobbs, bu çekingenlikle işimiz zor.” dedi. Aksiyon filmlerinde başkaraktere yardımcı olan, teknik işlerde bilirkişi gibi tavır takınıyordu sanki, sakinliğini hiç bozmamıştı. Telefonu çaldı ve ağırbaşlılıkla açtı, Usta adında birinden talimat alır gibi her söylediği şeyden sonra başını sallıyordu. Telefonu kapatıp Jack ile konuşmaya başladı: “ Bak şimdi. Bu iğrenç, rezalet, amaçsız çöplük ne yazık ki bizim karargâhımız olacak. İnanması güç biliyorum ama buranın çok sağlam bir altyapısı var. Burayı kökünden değiştireceğiz. Şimdi iki seçeneğimiz var. Bu insanları yok edebilirsin, bu seni gelecekte tanık olacağın olaylara karşı daha dirençli yapabilir ya da bu evi ele geçiririz. Herkese haddini bildirir, buraya bir daha gelmemelerini sağlarız. Hangisi, ne diyorsun? İmparatorun fendi. Davranışlar, düşünce biçimi, bir adamı bunlar belirler. Jack bunu unutmayacaktı, parolası bu olmalıydı. İnsanlara bir mesaj iletmeliydi, orası kesin ancak aynı zamanda bu mesajı algılayacak kadar uzun da yaşamalarını sağlamalıydı. Net bir “Ele geçirelim.” cevabı Toriq’in yüzünde çok az olsa da bir memnunluk ifadesi yarattı. Ama eski patates suratına geri döndü ve “ O zaman o birayı içmeyi hemen bırak. Çünkü ihtiyacımız olacak. Şimdi o birayı alıyorsun ve şu masadaki adamın yüzünde patlatıyorsun. O adam buranın başıdır. Ona Gambit derler. Karizmatik bir ad, kaba bir ayyaş. Hiç sevmem. Ondan sonra yandaşlarını yere sermek kolay. Hadi onu hallet. Ha, hala güvensizlik sorunu yaşıyorsan barmen ve kokteyllerinin bu konuda söyleyecek bir iki sözü olabilir.” Jack doğruldu ve iksir gibi görünen içeceklere göz attı. İhtişamlı Göz Alıcılık, Epik Coşkunluk, Sonsuz Pompa! İlahi Çılgınlık… İşine bu yarayabilirdi. Barmenden bir tane rica etti. Barmen yine gereksiz bir samimiyetle: “Lütfen, bana Dante de.” Jack iğrenir gibi bir bakış attı. Dante ve İlahi Çılgınlık... Bir dakika, İlahi Komedya’ydı onun ismi yahu! Edebiyat, kafasını karıştırıyordu. Dağın

KARAKUTU SAYI: 12

99


eteğinde bir pars vardı, çok çevik ve çok atik bir pars, postunu kaplayan benekleri ile. Toriq’in yanına döndü. Jack eldivenini aktive etti, eder etmez damarlarında yükselen adrenaline bıraktı kendini ve İlahi Çılgınlık’ı tek dikişte içti. Toriq ona “1500?” diye sorduğunda “1499” diye cevapladı ve adamın yanına gitti. Siyah atlet giymiş, göğüs kılları atletinden fışkıran, kaba sakallı, puro içen pis bir tipti. Jack yanına gitti, gayet sevimli bir tip takındı, oradaki herkes gibi yayık şekilde gülümsedi, bir süre başlarında dikildi, sonra komik bir anda onlarla birlikte kalabalığı yaran bir kahkaha attı. “Wow dostlarım, bu çok komikti. Ahahahah, neredeyse ölüyordum canım! Her neyse, bu saygın beyefendiye söylemem gereken bir şey var. Ayağa kalkabilir misiniz? Gambit ona pis pis baktı ve yavaşça ayağa kalktı. Boş bıraktığı koltuğa hemen kurulan Jack bacak bacak üstüne attı ve konuşmaya başladı: “Hey dostum, rızan olursa bu bira şişesini kafanda kırabilir miyim?” “Ha?” dedi kaba adam. “DİYORUM Kİ, BU BİRA ŞİŞESİNİ KAFANDA KIRABİLİR MİYİM?” Kaba adam hiddetli bir şekilde böğürdü ve “Aklını alırım velet! Lafına dikkat et!” dedi. Jack gülümsedi ve “Bu kalbimi kırdı. Ancak akılsız bir adamın aklını alamazsınız. Alsanız da farkına varmaz. Tonla beton, hiçbir yürek işe yaramaz. Çünkü ben iki kişilikliyim ikisi de canavar!” dedi ve birayı adamın yüzüne yapıştırdı. Toriq’e bir saniye bakma fırsatı oldu, Toriq bara bir sis bombası atınca oturduğu masayı devirip dövüşe hazırlandı. Eldivenleri ona sonsuz bir güç ve cesaret veriyor gibiydi. “Yakalayın onları!” sesi gelince barmenin arkasına geçip Toriq ile siper aldı. Birbirleri ile göz göze geldiler ve harekete geçtiler. Jack gardını aldı, bumm pat... Önüne gelen ilk adamı rahatça devirdi. Bir diğeri ona karşı saldırıya geçmişken yumruğunu boşa aldı ve göğüs boşluğuna çok sert bir kroşe ile nefesini kesti. Aparkatı bir diğerinin yüzünde patladı. Toriq zor durumdaydı ve Jack bunu fark edince ona yardıma koştu. Dövüştüğü adamı ensesinden tuttuğu gibi camdan aşağı fırlattı. Bu sırada Toriq bir diğer adamı içki şişesi ile sersemletti. Tam iş bitti diye düşünürken Gambit ayaklandı ve Jack’i kucakladığı gibi barın tuvaletine götürdü. Kafasını tam pisuara sokmak üzereyken Jack kasığına dirseği geçirdi. Birbiri ardına gelen yumruklar Gambit’in suratını kaşımadı bile. Jack’i aldığı gibi tuvaletin parkesine attı. Uff. Jack klozete doğru eğildi, Gambit kötü bir kahkaha atıp Jack’in üstüne çökmek üzereydi ki, Jack klozetin kapağını eline geçirip Gambit’in suratında parçaladı. Derbeder vaziyette Bara geri döndüğünde Toriq işi çoktan halletmiş, onu bekliyordu. “Gelmen iyi oldu, ben de çöpleri temizliyordum. Harekete geçmeden önce duş alman lazım Jack, kötü kokuyorsun.”

batu kaan DİLAVER / 10 A Terakki Lisesi- Tepeören

100

KARAKUTU SAYI: 12



EDEBİYAT DERGİSİ SAYI:12 YIL:2016

FA N T A S T İ K –I I


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.