Karakutu Edebiyat Dergisi / Sayı:11 / Yıl:2015

Page 1

EDEBİYAT DERGİSİ SAYI:11 YIL:2015

F A NT A S T İ K – I


KARAKUTU EDEBİYAT DERGİSİ 1. BASKI HAZİRAN 2015 YIL 11, SAYI 11 Sahibi: mehmet GÜNEŞ Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı ali KONBAL hüseyin USKAN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri elif ŞAHİN elife GENÇ emel KÖSE gamze COŞKUN gülçin ERKMEN gonca ÖZMEN hülya GÜLAÇ sevi ÖZIŞIK ulviye TAYLAN zahide GÖKTÜRK Yaratıcı Yazarlık Kulübü Öğrencileri Şiir Kulübü Öğrencileri Edebiyat Kulübü Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi-Tepeören Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Kapak Tasarım: barış KARABULUT Kapak Resmi: catherine CHAULOUX Karakutu’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfı’na aittir. Karakutu para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi, Terakki Lisesi-Tepeören ve Fen Lisesi Öğrencilerinin “Edebiyat” dergisi Baskı Bilnet Matbaacılık ve Ambalaj San. A.Ş. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi Esenşehir Mah. 1. Cad. No: 16 Ümraniye / İstanbul 444 44 03 KARAKUTU SAYI: 11

1


Değerli Okurlar, Hayal kurmayı seven, hayali arkadaşları olan, uzak diyarları özleyen biri misiniz? İşte sizin edebiyatınız fantastik edebiyat. İlk Yerdeniz Büyücüsü ile tanıştım ve en sevdiğim tür oldu birden. Devler, ejderhalar, büyücüler… Garip evler ve kıyafetler… Sizi yaşadığınız dünyadan uzaklaştıran, merak duygunuzu sürekli artıran, bilinmeyene sürükleyen, daima ulaşamayacağınız ya da emin olamadığınız gizemli dünyaların varlığını aktaran hikayeler… Mitolojik unsurları barındıran gerçek üstü ama bir o kadar da gerçek yaşantılar. En güzeli de okurken kendi eserinizi de yazmanız ve yaşamanız. Nedir fantastik edebiyat? Fantastik kurgu, fantastik edebiyatın neresindedir? En yalın anlamda doğaüstü, gerçekdışı unsurlar barındıran her eser fantastik diye ele alınabilir. Konusu ne olursa olsun bu anlamda yaklaştığımız her eserin bir fantastik eser olması bu anlamda mümkün. Aşk , macera, tarih vs. saydığımız türler barındırdığı doğaüstü öğelerle fantastik edebiyat çatısı altına girebilir ve aslına bakılırsa bu, birçok esere zenginlik ve okunurluk kazandırır; çünkü, aslında herkes hayallerle vardır. Biliriz ki bizi daima çeken bilinmezliklerle iç içe olanlar , gerçekdışı olanlardır. Gerçeklik günlük hayatta içimizi bu kadar acıtırken, bizi sorgularken bunun biraz ötesine geçmenin kötü olan bir tarafı olduğunu kim söyleyebilir ki zaten? Fantastik edebiyat , birçok kez diğer türleri de kendi içine alan, geniş bir yelpazeye sahip bir türdür. Gerçeklikle gerçeküstü arasındaki sınır gerçekten oldukça incedir. Gerçek diye bir şeyden tam anlamıyla bahsetmek zor.

İçinde kendi dünyalarınızı da bulacağınız okuma yolculuğunda iyi seyirler.

dilek ÖZÇELENGİR

2

KARAKUTU SAYI: 11


İçindekiler 19 yıllık bir dünya

ada DÖNDER

4

beyza DEDEOĞLU

6

geleneksel anlatımın fantastik dünyası masallarda anadolu insanının ortak tipi keleoğlan bilemiyorum

burcu KUBİLAY

10

blazonk

selin BABİLA

11

death note deniz

baran ASLAN

12

tanrıların savaşı - iberia

eren kutay BAHTİYAR

16

ölümün gözler önüne serdiği bir dünya:

fantastik sinema bir kız isteme merasimi

efe DEMOKAN

19

gülce BAYDAR

21

oldukça endişeliyim selin BABİLA

24

dede korkut hikayelerinde kahraman yaratma geleneği üzerinden abject kişi olarak tepegöz özüm özge ÇOLAK

25

ruh sömüren ve lutheria

eren kutay BAHTİYAR

28

te

selin BABİLA

32

sihirli orman defne NARŞAP fullmetal alchemist’te simyanın gücü

sevdiğim şeylerdeki ş

33

ulaş YÜCEL

35

selin BABİLA

44

-mışdım melike DEMİRBİLEK

45

shakespeare ve masallar melis MERİÇ

48

dosya: dönüşüm

54-81

uzun ihsan efendi’nin fantastik dünyası

yaratıcı yazarlık kulübü

82

şeftali kokulu göl

eda DEMİR

86

tarihsel fanteziden çağdaş fanteziye

yaratıcı yazarlık kulübü

89

KARAKUTU SAYI: 11

3


19 yıllık bir dünya: yu-gi-oh! Mangaları hepimiz duymuşuzdur. Mangalar Japon kökenli olan bir tür çizgi romandır. Japon formatı gereği tersten (sağdan sola) okunurlar ve oldukça başarılı olanları vardır. Bütün edebi eserler gibi mangaların da alt dalları vardır. Korku, aksiyon, okul hayatı bunlardan birkaçıdır. 19 yıl önce ise Kazuki Takahashi isimli bir adam bir korku mangası yazmak için eline kalemini alır ve temel teması olarak savaşmayı seçer. Diğer dövüş mangalarından ayrı olabilmek için ise ana karakterin kimseye vurmadığı bir manga çizmeye karar verir. Herkesin tahmin edebileceği gibi bu sınırlamayla birlikte mangayı yazmak daha zor olur. Tam o sırada Kazuki’nin aklına, çocukluğundan beri sevdiği bir şey gelir; oyunlar. Oyunları kullanarak bir manga çizmeye karar verir. Ana kahramanın ise bir kahramana dönüşmesini istediği için ana karakteri Yugi Mutou adında çelimsiz bir çocuk yapar. Ancak Yugi, Antik Mısır’dan kalan Millenium Puzzle’ını çözünce içinde ikinci bir benlik ortaya çıkar ve bu benlik arkadaşları tehlikedeyken ortaya çıkıp Yugi’yi bir kahraman yapar. Yugi’nin kahramana dönüşmesinin sebebi ise arkadaşlarını koruma dürtüsü ve adaleti sağlama isteğidir. Arkadaşları da Yugi’yi her an destekler ve birbirlerini kollarlar. Hatta Yugi, tanımadığı kişilere ve düşmanlarına bile yardım eli uzatırken okuyucu bundan bir ders çıkarabilir. Yugi burada öfkesine yenik düşmek yerine, düşmanlarına bir ders vermektedir. Manga, Yugi Mutou adında bir 10. Sınıf çocuğunun ve onun arkadaşlarının [Katsuya Jonouchi (Joey Wheeler), Anzu Mazaki (Tea Gardner), Hiroto Honda (Tristan Taylor), Mai Kujaku (Mai Valentine) ve Seto Kaiba] maceralarını anlatıyor. Manga aslında bu arkadaşların çeşitli oyunlar oynamasını anlatıyor ancak yalnızca iki kere gösterilmesi planlanan oyunun hayranlar tarafından çok beğenilmesi sonucu Kazuki tamamıyla bu oyunu anlatan bir manga yapmak zorunda kalıyor. Hatta bu manga daha sonra dizi yapılıyor ve 4 adet yan seri yapılıyor. Peki, bu oyunun adı ne? Oyunun adı aslında Kazuki’nin esinlendiği bir oyun olan ‘’Magic: The Gathering’’ ve yayımcı şirket olan ‘’Wizards of the Coast’’ isimlerinin birleşmesinden oluşan ‘’Magic & Wizards’’. Ancak bu oyunun adı dizide Duel Monsters (Düello Canavarları) olarak değiştiriliyor ve şu anda dünyanın dört tarafında ‘’Yu-Gi-Oh!’’ olarak oynanıyor. Oyunun oynanışı ise eskiye göre çok karmaşıklaştı. Hatta 2009’ta bir kâğıttan ibaret olan kural kitapçığı artık 50 sayfa oldu. Ancak buna rağmen ‘’Yu-Gi-Oh! çocuk oyunu yaaa!’’ gibi sığ düşüncelerin önüne geçilemiyor. Oyunun oynanışını temel 4

KARAKUTU SAYI: 11


olarak ele alacak olursak 3 tip kartla oynandığını söyleyerek başlayabiliriz. Canavar kartlarının saldırı ve savunma puanları var. Bazıları ise özel yeteneklerle size bir avantaj sunuyor. Büyü kartları oyuncuların canavarlarını geliştirirken, tuzak kartları ise rakibinizin stratejilerini çökertmenizde size büyük destek oluyor. Aynı gerçek yaşamdaki gibi plan yapmanız ve bu planınızı uygularken önüne çıkan engellere hazırlıklı olmanız gerekiyor. Bütün bunları yaparken rakibinizin tuzak kartlarından etkilenmemeniz gerekiyor. Böyle bir durumda ise oyuncunun durumu değerlendirip risk alması veya daha güvenli bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Oyunun temel amacı ise rakibinizin yaşam puanlarını 4000’den 0’a indirebilmek. Oyunu bu kadar ilginç kılan ise 8200 kart içinden her oyuncunun kendi destesini ve stratejilerini üretmesi. Farklı seviyelerde canavar kartları var. Yüksek seviye canavarları oynamak daha zor da olsa tüm destelerin amacı bu tür canavarlar oynamak. Canavarlar birbiriyle savaşırken ise güçsüz canavarın sahibi, iki canavarın saldırı puanları farkı kadar hasar alır. Örneğin; A oyuncusu: Dark Magician (Kara Büyücü, 2500 saldırı puanı) , B oyuncusu Blue-Eyes White Dragon (Mavi Gözlü Beyaz Ejderha, 3000 saldırı puanı). Bu iki canavar savaşırsa A oyuncusu 30002500=500 hasar alacaktır. Tabii bu hasarı artırıp azaltmak veya engellemek oyuncuların kartlarını ne kadar uygun oynadığına bağlı. Oyunun faydalarına değinmek gerekirse, kartların dili İngilizce olduğundan, oyuncuların İngilizce kelime bilgisini geliştiriyor. Bunun yanı sıra strateji kurma, kurulan stratejiyi uygulama ve zor kararlar verme konusunda da bireyi destekliyor. Hatta oyunun popüler olduğu ortamlarda kart takası da gerçekleştiğinden oyuncular kârlı bir şekilde ticaret yapmayı da öğrenmiş oluyor. Bence Yu-Gi-Oh! faydaları ve oynandığında verdiği keyif sayesinde popülerliğini uzun süre koruyacağa benziyor.

ada DÖNDER 9/C KARAKUTU SAYI: 11

5


geleneksel anlatının fantastik dünyası masallarda Anadolu insanının ortak tipi keloğlan Keloğlan’ın Türküsü Ben bir garip Keloğlanım Eşeğimin yok palanı Varım yoğum doğruluktur Hiç de sevmem ben yalanı Bir kocakarı anam var Birkaç tavuk bir de inek Her gün konar kel kafama Evsiz kalmış birkaç sinek Olmam kimseye kul köle Halkın kulağı diliyim Namertlere avuç açmam Sivri akıllı biriyim Keloğlanım budur özüm Haram malda yoktur gözüm Garip hakkını yiyene Elbet vardır bir çift sözüm Keloğlan masalları Türk halk edebiyatında gerek diliyle gerek kültürüyle oldukça önemli bir yer tutar. Masalların baş kahramanı, sevimliliğiyle toplum tarafından herkesçe bilinir ve sevilir. Her ülkenin kendine özgü bir “Keloğlan”ı vardır. Yalnızca Türk masallarında değil Arap ülkeleri, İran, Kafkasya, Orta Asya, Rus ve Batı Avrupa masallarında da farklı adlarla, görünüşlerle özünde bir Keloğlan karakteri karşımıza çıkar. Genellikle nesilden nesile aktarılan, çocuklara hitap eden, yer ve zaman kavramından ve gerçeklikten uzak, anonim masal türünde benzeri görülmemiş bir eserler dizisi Keloğlan’da yetişkinleri dahi içine çeken bir farklılık olduğu göz ardı edilemez. Tahir Alangu’nun “…halk masallarını okurken kendimizi masal dünyasında, Keloğlan masallarını okurken de kendimizi bu dünyada hissederiz.” diye ifade ettiği gibi özgün bir Keloğlan kültüründen söz edebiliriz. 6

KARAKUTU SAYI: 11


Rus Biçim Bilimci Vladimir Propp’un masalın temeline inen çalışması dikkate alındığında Keloğlan masalları dünya genelinde masal anlayışının keskin, değişmez biçim ve çizgilerine eşsiz bir örnek sayılabilir. Genel olarak masallarda sıradan, yoksul insanların mutlu sona ulaşması en sık karşımıza çıkan unsurlardan biridir. Keloğlan da, yaşlı annesiyle yaşayan, büyüklerine saygılı, yoksul bir delikanlıdır. Birçok masalda anlatılan şehzadelere, üstün nitelikli kimselere benzemez. Başlangıçta aptallığı ve unutkanlığı yüzünden yaptığı işi eline yüzüne bulaştıran biridir. Yoksulluğunu ve kimsesizliğini; kurnazlığı, yardımseverliği ya da cesaretiyle unutturur. Olayların gelişmesiyle mutluluğu elde eder. Bazı masallarda, yardım ettiği, iyiliği dokunan bir canlının doğaüstü yoldan desteği ile kellikten ya da başındaki dertlerden kurtulur. Burada kelliğe bir anlam yüklenmiş midir bilinmez fakat kel olma durumunun faydalanılan bir imge olduğu su götürmez bir gerçektir. Caillou gibi saçsız çizgi film kahramanlarının tüm çocukları temsil edici, özellikle de lösemiye dikkat çekici olduğunun düşünülmesi fakat işin aslının pek de öyle olmaması gibi. Her eserde olduğu gibi kendini ifade etme ihtiyacından doğan masallar, zamanla üstü kapalı biçimde sembollerle ifade işlevi kazansa da en nihayetinde yüce bir amaca hizmet verebileceğinin fark edilmesiyle o yönde evrildi. Çocuklara bilişsel zekâ, düşünce, kavrama yetenekleri aşılamak adına iyi-kötü mesajı içerikli masallar bugün her yerdeler. Masalların iletilerini kabul ettirme, emredercesine bir inanç aşılama kaygısı olmamasından, insana ve hatta doğrudan çocuklara iyi, doğru gibi ahlaki ve milli değerler aşılamaktan yararlandıkları söylenebilir. Keloğlan tiplemesi de aslında bilgisiz gibi görünen fakat insanlara birçok ders veren, zaman zaman halk felsefecisi olarak algılayabileceğimiz tutum ve davranışlar içinde bulunur. Bazı masallarda çeşitli nedenlerle kahraman başına işkembe ya da tüyleri ütülenmiş deri geçirerek Keloğlan kılığına girer. Bu sahte kellik masal bitiminde sona erer. Değneğinin ucunda takılı, omuzda taşınan bohçasından bahsedecek olursak sık sık yolculuğa çıktığını söylememiz doğru olur. Çoğunlukla da annesinden habersiz maceralar sonucu, yolculuk sırasında yalnızlığına ortak olan arkadaşlarıyla kahramanlıklara konu olup, evine; ara sıra sözünden çıksa da sonsuz sevgi duyduğu anasının yanına döner. Tahir Alangu’nun “ Keloğlan masallarında kurnazlık, hilekârlık, ataklık, beceriklilik iş görür araçlar haline gelmiş, toplumun her katından kötüler, köse değirmenciler kadar, padişahlar hatta devler bile onun karşısında yenik düşmeye başlamışlardır. Günde birkaç insanlık tayını olan korkunç devden halkı kurtaran, eskiden olduğu gibi artık prensler ve şehzadeler değil, Keloğlandır.” şeklinde ifade ettiği gibi Keloğlan bir halk kahramanıdır.

KARAKUTU SAYI: 11

7


Çoğu zaman padişahın başarılması imkânsız isteklerini, rakipleri yenerek yerine getirir ve padişahın kızıyla evlenir veya yoksul ama akıllı, güzel bir kız, yine böylesi yollarla şehzadeyle evlenip saraya gelin olabilir. Adeta masallar, kulluktan vezirliğe, sadrazamlığa ve padişah damatlığına; cariyelikten gözdeliğe yükselmiş kişilerin resmi tarih kitaplarında baş tarafı anlatılmayan hayat hikayelerini tamamlama işini üstüne almıştır. Engelleri aşıp muradına ermeyi başaran tiplerin böylesine net tasvirlerle canlandırılmış olmalarının bir nedeni de bu olsa gerek. Keloğlan’ın kaderi kötü kalpli, acımasız karakterler ve haksızlıklar karşısında kurnazca davranışlarıyla da değişebilir. Bu yönüyle Keloğlan tipi ve Keloğlan masalları halkın yoksulluktan kurtulma, varlıklı ve güçlü olma, kötülerden öç alma özlemlerini dile getirmektedir. Masalların, daha baştan değişimin mümkün olduğunun teminatını veren vazgeçilmez “Bir varmış, bir yokmuş” kalıbını sıralı öğütler takip eder. İyi kalpliliğin ödüllendirileceğini, saf ve günahsız kimselerin mutlaka iyilikle yollarının kesişeceğini müjdelercesine gözümüze sürekli bir ahlak anlayışı çarpar. Çocuk gelişimi açısından bu noktada hem olumlu hem olumsuz pek çok unsurdan söz edebiliriz. Karakter evrimi gizli bir “insanlar değişir” mesajı taşıyabilir, kahramanın başına gelen tetikleyici, belli bir olay, dönüm noktası olup, onun bir değişim geçirerek son halini almasında etkili olur. Bu değişim karakteristik olmaktan ziyade, gücü elinde bulundurmakla ilişkilidir. Zira Keloğlan güç ve zenginlik karşısında bile bükülmeden, bozulmadan kalarak annesine, sevdiğine yardım için yanıp tutuşan bir Anadolu insanının ahlaki üstünlük timsali olma görevi taşır. Diğer bir deyişle “Anadolu insanının büyük düşler kurabilen, ama en büyük ödülleri de elinin tersiyle itebilen, erdemli, sağduyulu, biraz saf, biraz romantik, fazlasıyla pratik zekâlı temsilcisi”dir Keloğlan. Masallarda folklor etkisi vardır; (folktale) yani halk en önemli kahramandır. Masalın kendine has bir dinlenme geleneği ve bununla beraber gelen kulaktan kulağa değişimi söz konusudur. Kısaca halka tutulan bir ayna, çocukları eğitmede bir araç halini alır. Keloğlan’da görüldüğü gibi vefalı, şirin ve her insan gibi hataları olan bir garip masum oğlanın başkahraman olduğu bu masallardan ne dersler çıkarılmaz ki? Kültürel kimliğimizde hayata dair hissedilenler, olması istenen, kurulan hayaller bariz şekilde yorumlanabilir. Herkesin sempati duyduğu, annesinden başka kimsesi olmayan sizden bizden bir insanın masallarda da kazanan taraf olması şaşılacak bir şey değil.

8

KARAKUTU SAYI: 11


“Tık değnek” (Keloğlan ve Sihirli Değnek) gibi, eline geçen olağanüstü durum ve varlıklardan gerektiğinde faydalanmaktan, ona karşı çıkanları zor durumda bırakmaktan çekinmeyen kahramanımız, belki de klasik kahramanlara benzemediğinden herkes tarafından benimseniyor. Kusursuz olmayışı onu daha da ilginç kılıyor. Sakarlıkları ve her olumsuzluğa rağmen pozitif ve alaycı tutumları bir döneme ait olmanın tam aksine zamansız, evrensel bir Keloğlan simgesi yaratıyor. Aklın; korkaklık, çelimsizlikten daha önemli olup iyilerin üstün geleceğini, şansın da iyi kalpli olandan yana olacağını kanıtlamaya yönelik bu sembolik anlatımda asıl şaşırtıcı olan Keloğlan’ın aynı zamanda tembellik yapıp, hileye, aldatmaya başvurmak ( Dev ile Keloğlan), intikam duygularıyla hareket etmek gibi insani özelliklere sahip olması. Yine tekdüzeleşmiş anlayışın dışında, kadere boyun eğmenin aksine sisteme karşı gelen, mazlumun yanında düşmanın karşısında duruşundan ödün vermeyen olgun bir genç olma özelliklerini de taşıyarak gönülleri fethediyor. Hazır cevap, iyimser, güleç ve gamsız oluşu dikkat çeken diğer yanları. Şüphesiz dramatik bir hayata sahip, zulüm görmüş fakat ezilmemiş, aynı zamanda mizah anlayışını kaybetmemiş, haklarını sonuna kadar savunan biri olarak Türk halkının hayalinde canlandığını tahmin etmek o kadar da zor değil. Kısacası Keloğlan masalları belli topraklar üzerinde yaşayan, ortak kültür birikimine sahip insan tiplerini inanç, üzüntü ve özlemleriyle bir araya getirerek yansıtıyor. Mutlu sonla içinizi ferahlatan bir nostaljinin ihtiyacını karşılamak için mükemmel bir adres Keloğlan masalları.

beyza DEDEOĞLU F 11

KARAKUTU SAYI: 11

9


bilemiyorum Bilemiyorum Kim olduğumu unuttum Özgür müyüm bilemiyorum Bazen bir okyanusta Bazen bir cam fanusta Dolanıyorum. Acıyorum geçen zamana Değerlendiremedim diyorum Neyi değerlendirdiğimi de Nereyi kaybettiğimi de Bilemiyorum. İnsanlarla tanışıyorum Hepsi gelip geçici Ben de gelip geçiciyim, Herkes kendine kalıcı. Ben bazen kendime kaldığımdan bile Emin olamıyorum. Yeni yerler görmek istiyorum Ama kendimi bir yere ait hissetmek istiyorum Oradan oraya dolaşırken Yolumu kaybediyorum Neydim, kimdim, hatırlamak zor Rüya içerisinde rüya, Geçmiş şimdi ayrı bir dünya. Nefes alıyorum, veriyorum. Bilemiyorum.

burcu KUBİLAY 10 IBT

10

KARAKUTU SAYI: 11


blazonk -Mesela sen karşı yönden gelen bir trensin. Aynı rayların üzerindeyiz. Ufuktan sana doğru tam yol gelen bir trenin içindeki makinist uyukluyor. Kafa kafaya çarpışıyorsunuz ve uyuklayan makinist yanıyor. +Ne anlatmaya çalıştığını anlamadım. -Yanan makinist benim lan. Bir trajedinin başkahramanı. Uyuklamamalıydım. Yaşayan şiirlerin şairleri hep aldatır. Kötü kadınlar sevilir, hep söylerim. Bana şiir yazmak isterler. Hatırlarım, Güzel şiir daha yazılmamıştır. Bu yüzdendir her güzel kadının körlüğü Ve ben de her güzel kadın gibi gider çirkin adamlara aşık olurum. Onlara yazdığım her aşk şiiri edebi bir intihardır. Ben sevdiğimle konuşursam aşk, Sevdiğim benimle konuşursa şizofrenidir. Sevdiğim dediğime bakma, ikinci defa tanışmayız. Meryem, Güzel kadın. Şiir yazabilmek için bileklerini kesmiş. Şiirleri beğenilmiş ama kesik izleri geçmemiş. Şu göğüsleri artık sızlatmayın. Neden çığlık atıyor? Bilmiyorum. Ezan okunmaya başladı Ve henüz yalan söylemedim. İnanmadın değil mi? İnanmamalısın. Şairler çok yalan söyler. Yazmayı bana babam öğretti. Bana bir şey olsun istedim. Şair ölümlerine isyan edeyim istedim. Tehlikeli sayılmam artık. Kötü şiirler yazabilirim. Allah’ım Şiirin güzelini arayanlar, Sana sarılmak isteyecektir. Rol gereği Sar yaralarımı.

selin BABİLA F 11 KARAKUTU SAYI: 11

11


ölümün gözler önüne serdiği bir dünya: death note Tsugumi Ohba’nın yazıp Takeshi Obata’nın çizdiği Death Note (Ölüm Defteri) ve animasyon uyarlaması, türünü en uygun biçimde temsil eden birer başyapıt. Elde ettiği doğaüstü güç karşısında tanrı olabileceği yanılgısına düşen bir gencin hikayesini anlatan eser, hem kurgusu hem de karakterleriyle uluslararası çapta bir fenomen haline gelmiş durumda. Death Note’un kahramanı - bazılarına göre anti-kahramanı - Light, dahi ve yetenekli bir lise öğrencisi. Ancak ona artık basit ve anlamsız gelen hayat karşısında dünyanın sıkıcı olduğunu düşünmekte. Onunla aynı görüşe sahip olan diğer bir karakter ise Ryuk, bir ölüm tanrısı (Shinigami). Daha uygun bir deyişle bir zebani. Death Note’un dünyası gerçekten farksız, sıradan bir dünyadır. Tek farkı ise insanlar dünyasının dışında bulunan cansız bir diyar daha olması. Ölüm tanrılarının diyarı, insanların ecelini belirleyerek kendi ömürlerini uzatan doğaüstü varlıkların yaşadığı bir yerdir. Ölümsüz hayatının durgunluğundan sıkılan Ryuk, bir gün insan ömürlerini sonlandırmakta kullandıkları ölüm defterini insanlar dünyasına bırakır. Bu defteri ise kahramanımız Light bulur. Kitapta yazan kurallara göre bu deftere adı yazılan insan belirtilen süre içinde ölür. Buna inanmayan Light, sıkıcı hayatından kurtulma umuduyla defteri kullanır ve sonuç çok şaşırtıcıdır. Ryuk’un istediği gerçekleşir ve defteri bulan Light çoktan planlarını yapmıştır. Yeni elde ettiği gücü kullanarak dünyada adaleti sağlayacak, yarattığı temiz dünyanın tanrısı olacaktır. Bunu korkusuzca ilan eden Light, suçluların isimlerini deftere yazarak toplumu “arındırmaya” başlar. Çok geçmeden mahkûmların teker teker hayatlarını yitirmesi bir sansasyona dönüşür ve halk bu durumu «Kira» adını verdikleri tanrısal bir varlık olarak kişileştirir. Light artık insanları yargılayıp cezalandıran Kira olmuştur ve tanrılık 12

KARAKUTU SAYI: 11


yolunda azimli bir şekilde ilerler. Ancak yaşananlar sadece başlangıçtır çünkü Light defterin sırlarını keşfettikçe ve karşısına yeni düşmanlar çıktıkça hikâye ilerleyecek ve insan ruhunun çirkin yüzünü gözler önüne seren unutulmaz bir maceraya dönüşecektir. Death Note’un bir psikolojik gerilim ve fantastik polisiye olduğunu söyleyebiliriz ancak bu etiketlere sığmayacak kadar zengin bir içeriğe sahiptir. Hikayeyi iki şekilde ele almak mümkündür. Birincisi, doğaüstü öğelerden yardım alan bir polisiye hikayesi olarak. Bu, eserin yüzeysel ve basit kısmıdır ancak söz konusu yüzeysel parça bile okunmaya ve izlenmeye değer bir yapıt oluşturur. İkinci kısım ise Death Note’u asıl özel yapan derin, düşündürücü mesajlar bütünüdür. Eser insan egosunun, kibrinin ve arzularının nelere yol açabilecek kadar tehlikeli olduğunu gösterir. Ana kahraman Light, macerasına dünyayı kendi değerlerine göre temizlediğine inanan bir genç olarak başlar. Eline geçen güç sonucunda Light’ın içine düştüğü tanrı yanılgısı hikâyenin en öne çıkan sorunlarından biridir. Light, halka ilahi adaleti bahşettiğine inanır ve kendi ahlaki ölçütlerini asla sorgulamaz. İşte eserin en önemli soruları burada kendilerini gösterir. İlahi adalet, insan eliyle sağlanabilir mi, yoksa tanrıya mı mahsustur? İnsan tanrı kılığına bürünüp başkasının günahlarını yargılayabilir mi? İyilik ve kötülük kime göre belirlenen yargılardır? İşte Death Note bu cevaplanması güç sorulara yanıt ararken bizi tüyler ürpertici ve büyüleyici bir hikâyenin içine sürükler. Dahiyane akıl oyunları ve derin stratejilerin çevrelediği zengin özüyle hem merak hem düşünce içinde bırakır. Bu çok yönlü başyapıttan siz neler çıkaracaksınız?…. Death Note, sembolizm ve göndermeler ile belirli inançlardan yararlanarak görsellik ve etkileyiciliğini artırıyor. Bunlardan en öne çıkanları Light’ın çarmıha gerilmiş İsa duruşu ve Cennet / Cehennem temasının işlenmesi. Ölüm Defterinin kurallarına göre defteri kullanan bir insan ne cennete ne cehenneme gidebilir, ruhu sonsuza dek Mu’da, yani hiçlikte kalır. Defteri kullanan kişiyi ödül ve cezadan çok farklı bir son bekler, yok oluş. Light’ın hem çizgi roman hem de KARAKUTU SAYI: 11

13


animasyonda bolca çarmıha geriliymiş gibi durması, onun tanrılaşma hayali ve bu yolda feda ettiklerini yansıtan anlamlı bir semboldür. İncil’den birçok imge taşıyan eser, Şintoizm›den aldığı Shinigami öğesini de güzelce işleyerek hikâyeye yerleştirir. Light’ın sapkın adalet anlayışını bence en güzel açıklayan hikâyedeki şu söz: “Eğer Kira’yı yakalarsak, o kötüdür. Eğer kazanır ve dünyaya hükmederse, o adalettir.” Yazar bu sözle Kira ve polis arasındaki çekişmeli mücadeleyi de güzelce dile getirmiştir. Light’a göre suç ve kötülük özdeş kavramlardır. Yasaları çiğneyip suç işleyen insan kötü insandır ve ölümle cezalandırılmalıdır. Aslında çok tartışmaya konu olan ve farklı anlamlara gelen suçluluk ile kötülük kavramları bu şekilde birleştirilir. Kira’nın sisteminde ayrımlara gerek yoktur, yasa yasadır ve her suçu ölüm takip eder. Tam burada Kira kendisiyle çelişir ve bir ikilik doğar. Suç kötülük ise göz kırpmadan katliam yapan Light da kötü değil midir? Hayranların kahraman ve anti-kahraman ikilemine düşmesinin sebebi de bu çelişkidir. Light; kendini, yargıladığı suçlulardan ayrı tutar, kendini insanüstü bir varlık olarak gördüğü için o kötü olamaz. Gerçekleştirdiği kıyım ise sadece hayalindeki temiz dünya uğuruna feda edilmiş hayatlardır. Yani kötülük yasalara göre tanımlanırken, iyilik onun ideallerine göre tanımlanır. Light tanrıdır, yaptığı her şeyde haklıdır ve her şeye rağmen iyidir. İyi ve kötü ikiliği böyle bir yargıya indirgenir. Aslında burada dahice bir karakter gelişimi söz konusudur. Hikâyede görülür ki iyilik ve huzur adına yola çıkan Light o sınırsız egosuna yenilerek yok etmeye çalıştığı kötülüğün daha beteri haline gelir. Başta öldürme sebebi sadece dünyayı temizlemek iken olaylar ilerledikçe kendi paçasını kurtarmak ve hatta Kira olarak otoritesini güçlendirmek için öldürmeye başlar. İlham verici bir kahraman olarak başlayan Light, hikâyenin sonunda korkunç bir canavara dönüşmüştür. Onu bu kadar etkileyici bir karakter yapan bu dönüşümdür. 14

KARAKUTU SAYI: 11


Söz ettiğim otorite meselesinden de bahsedelim biraz. Light’ın sistematik cinayetlerinin halka yansıyıp Kira sansasyonunu oluşturmasıyla kahramanımızın Tanrı olma serüveni resmen başlar. Başta insanlar içten içe Kira’yı destekler, onun adaletin kılıcı olduğuna inanırlar. Tabii ki ahlaklı ve düzgün görünümlerini korumak için bunu açıkça beyan etmezler. Daha önce bahsettiğim insan ruhunun çirkin yüzünü gözler önüne serme öğesi burada da etkilidir. Mahkûmlar teker teker ölürken halk kılını kıpırdatmaz, çünkü hayatları kimsenin umurunda değildir. Yavaşça değişim geçirip asıl amacından sapan Light ile paralel olarak Kira’nın duruşu da değişir. Başta Kira’yı kahramanlaştıran halk ondan korkmaya başlar. Kira artık insanların kalplerine korku salarak hüküm süren bir tiran olmuştur. Onun korkusuyla insanlar suç işlemekten kaçınır. Bir bakıma Light suç oranını düşürerek “iyilik” yapmış olur ancak kendi işlediği suçlar yanında bu bir hiçtir. Burada belirtilmeli ki asıl önemli olan insanın kendi vicdanı sayesinde suçtan kaçınmasıdır, başkasının korkusuyla değil. İşte bu süreç sonucunda Light belki de gerçekten Tanrı mertebesine yaklaşmıştır; ancak Kira’nın adaletli değil, acımasız ve öfkeli bir şeytan olduğunu söylemek daha doğrudur. İstediği güce erişen bu günahkâr Tanrı’nın ne kadar hüküm süreceğini hikâye gösterecektir. Eserde en az Light kadar, belki ondan daha da etkileyici bir diğer karakter ise L’dir. L, Kira cinayetlerini çözmeye çalışan teşkilatın başındaki dahi dedektiftir. İlk görünüşte L dâhilik ve çılgınlık arasındaki ince çizginin tam üstünde durur. Sıradan bir insan değildir ve ilginç alışkanlıkları vardır. Aşırı miktarda tatlı ve şeker tüketmek, sandalyede bacaklarını toplayarak oturmak ve çıplak ayakla gezmek bunlardan birkaçıdır. L hikâyede Light’ın önüne çıkan en büyük engeldir ve Kira’yı durdurmak için her şeyi göze almıştır. Yeni dönem eserlerinde çokça karşılaştığımız eksantrik dahi kalıbına tam uyar. İlgisiz tavrı ve komiklikleriyle hikâyeye renk katsa da gerçekte korkulması gereken bir rakiptir. Death Note ile o kadar bütünleşmiştir ki bazı hayranlar Light’ı asıl kötü belleyip L’i gerçek kahraman olarak görürler. Hikâyenin büyük çoğunluğunu Light ve L arasındaki stratejik karşılaşma oluşturur. İki dâhinin birbirini yenmek uğruna kurdukları tuzaklar, komplolar ve akıl oyunları hem diğer karakterleri hem de bizi şaşkına çevirir. İnanılmaz taktikler ile herkesi mest ederken kendi soğukkanlılıklarını korurlar. L ve Light’ın mücadelesi kesinlikle çerez niyetine okunacak / izlenecek bir serüven değildir, bir anlık dikkatsizlik bile oynadıkları ölümcül satrancı anlama şansınızı ortadan kaldırabilir. Hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu; kimin gerçek adaleti temsil ettiğini seçmek size kalmış. Dikkatli olun, ölüm en beklemediğiniz anda karşınıza çıkabilir.

deniz baran ASLAN F 11 KARAKUTU SAYI: 11

15


tanrıların savaşı - iberia Başlangıçta yerle gök, aydınlıkla karanlık birdi. Her şey ezeli ve ebedi bir boşluktan ibaretti. Sonra iki tanrı belirdi dünya üzerinde. Ve saygıdeğer Leya, ışığa ve umuda can verdi, yorulmaksızın sıra dışı bir hırsla savaştı yaşam ve ahenk için. Bergelius ise kendini karanlığa adadı tam tersine. Gücümü hiç kimseyle paylaşmak zorunda değilim dedi, kibirli ve kuşkulu. Birbirleriyle düşmanca yaşadılar ikisi de. Ama sonunda Leya’nın kaybettiği ve Bergelius tarafından zindana atıldığı korkunç bir savaş kapıyı çaldı bir gün. Bergelius, Leya’yı yenmiş olmanın rahatlığı içerisinde, mistik bir karanlıklar dünyası kurdu, soğuk ve kasvetli. Tutsak ama umutlu tanrıça Leya, düşmanının dışarıda yaratmakta olduğu esere bakabilmek için doğaüstü yeteneklerini kullandı. Ve gördü ki, onu saran dünya henüz boş ve şekilsizdi. Kendi gücüyle aydınlık ve karanlık arasında karşılıklı bir etkileşim yarattı. Bu olguya daha sonraları gece ve gündüz denecekti. Aynı zamanda yaşamın temel yapıtaşlarını; toprak, su, hava ve ateşi yarattı. Dünyayı kıtalar, bitki örtüleri, türlü türlü su ve kara canlılarıyla süsledi. Bu kıtalardan birine Andaron adını koydu (İberia). Ve kendi eserini korumak elinden gelmediğinden, 8 muhafız tanrısı yaratıp dünyayı korumak üzere yolladı. Bergelius, bunu ancak Leya’nın yaratması bittiğinde fark edebildi. Kendi dikkatsizliğine kızarak, en sadık adamlarından Parakelius’a Leya’nın yarattığı her şeyi en kısa sürede yok etme emri verdi. Parakelius ve adamları, bu cennet gibi dünyaya doğru yola koyuldular. Kasvetli bir sis bulutu şehrin üzerinden korku ve dehşet yayarak yükseldi. Parakelius şeytani fikirleriyle Andaron sakinlerinin aklını çelip Karanlıklar Hükümdarına geçmelerini sağlamaya çalıştı. Bu dakikadan sonra barış giderek artan, bitmek bilmeyen bir nefrete dönüştü. Sekiz muhafız tanrı, kötüyü yok edip Andaron’u kurtarabilmek için büyük bir su taşkını gönderdiler. Bu dev su kütlesi, dünyadaki hayatın neredeyse hepsini silip süpürdü. Hayatta kalabilen çok azı İberia›nın doğu kıyısında bulunan Barato Ada’sına sığındılar. Kötünün oyununa gelmiş olan yaradılışlara burada özgürlük verildi ve bazıları korkunç ucubelere çevrildiler. Söylentilere göre; bu korkunç dönüşümlerin sebebi Parakelius’un gücü ve adamlarıydı. Adadaki yaratıklar, savaşçı Rahu kabilesinin askerlerini oluşturdular. Kraliçe Blid Blonead, yeni bir ulus kurup, kıtanın adını da İberia olarak değiştirdi. İlk yıllar, pek çoğunu gönülsüz çiftçiler olmaktan alıkoyamayan bir hayatta kalma mücadelesiyle geçti. Yeni tarlalar ekip biçmek ancak kıt kanaat mümkündü. Yıpratılmış kuru topraklara ekin vermek ağır geliyordu. Üstüne üstük bir de, kendince yaşam mücadelesi veren vahşi hayvanlar da yerli halkın baş belasıydı. Bu koşullar altında gündelik yaşam oldukça yorucu bir hal aldı ama bu zor şartlarda bile halk, eskilerin kendilerine aktardıkları dövüş tekniklerini, canavarlara karşı gelebilmek için, geliştirdi. 16

KARAKUTU SAYI: 11


Zaman su gibi aktı ve insanlar gelişim konusunda giderek daha çok beceri kazandılar ve bu sayede canavarların üstesinden gelip, düşmanlarının büyük bir bölümünü kendilerinden uzak bölgelerde yaşamaya zorladılar. Böylece nüfus hızlı bir şekilde arttı, büyük köyler kuruldu ve terkedilmiş bölgelerde yerleşimler filizlendi. Kraliçe Blid Blonead, köyler aralıksız saldırılara maruz kaldığından, ihtiyar heyetiyle uzun uzun konuşup köylere sınır hattı çekilmesi kararı aldı. Böylelikle İberia’nın ilk ülkelerinin temelleri atılmış oldu. Büyük savaşlara meydan olan İberia›nın merkez ülkeleri Ardir, Tibered ve Tarat daha o zamandan ün kazanmaya başlamışlardı. Birinci Ardir Muharebesi’nde, kötünün hizmetkarları Rahular bir kez daha ülkenin içlerine sızıp, neredeyse ülkede taş üstünde taş bırakmadılar. Bir kez daha, bir tarafta dünyanın tek hakimi olmak isteyen karanlık güç, diğer tarafta ise yüzyıllardır yaşam için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan, kendisini geliştirebilen ve öyle de yapması gereken aydınlığın gücü arasında iyi ve kötü üzerine yeni bir savaş patlak verdi. Başlangıçta savaşta üstünlük sağlayan olmadı ve taraflar tekrar savaşmaya başlamadan önce kısa süreli bir ateşkes yaptılar. Daha önceki savaşlardan bitkin düşen Ardir, savaşı kaybetti. Savaştan sonra aralarında Arian Horus adında yürekli bir kahramanın olduğu sağ kalanlar, civar ülkelere sığındılar. Kahramanca dövüşüp, zayıflara yardım eden Arian Horus böylece şan ve şöhret ünvanlarını da haketmişti. İkinci büyük muharebe Tarat Muharebesi’ydi ve Arian Horus komutasındaki İberia kuvvetleri büyük bir zafere imza attı. Rahular, taktikleri boşa çıkarılmış ve liderleri dize getirilmiş olduğu halde saldırılarına devam etti. İberialıların başarıyla koruyabildikleri kraliçenin kalesi üzerine, gerek kale etrafında gerekse içerisinde sayısızca vahşi kavgalar oldu. Son saldırı da savuşturulduktan sonra kraliçe ile bu arada kahramanlaşan Arion Horus iz bırakmaksızın ortadan kayboldular. Halk dehşet içerisinde kalakalmış, Kraliçe Blid Blonead ve Arian Horus adeta yer yarılmış da bir daha dönmemek üzere içine girmişlerdi. Kraliyet ailesinden kimse kalmadığı için, krallık yaklaşık olarak birbirine eş büyüklükte dört parçaya bölündü ve kraliçenin güvenini kazanmış dört adamı; Neban Maha, Ruard Lopesa, Edgar Seher ve Uma Plutak tarafından yönetilmeye başlandı. Daha fazla toprak ve etki alanı için bitmez tükenmez bir hırsa kapılan bu dörtlü, zamanla kendilerini şiddetli bir ork mücadelesinin içinde buldu. Bu zorbalık yönetimlerinden bezmiş olan halkları giderek mutsuzlaştı. Edgar Seher, çok geçmeden bu merhametsiz yönetimlerle arasına mesafe koyup, İberia›nın güneyinde kutsal bir şehir kurdu. Bu, kutsal mekan Gor denilen şehrin başlangıcıydı. Armin önderliğindeki halk, haksız bulduğu iktidara karşı bir isyana kalktı, ayaklandı.. İktidara bağlı kuvvetler dört koldan ilerleyip, isyancıları şehrin merkezine KARAKUTU SAYI: 11

17


sıkıştırdı. Tam altı ay aralıksız süren savaşların ardından, savaşın had safhasına ve aynı zamanda sona ulaştığı, son büyük savaşta, dışarıdan bağlantısı kesilmiş 20000 isyancı tek bir gecede öldürüldü… Gördükleri vahşet karşısında dehşete düşen Uma Plutak ve Armin oradan kaçtılar. Bunun üzerine Ruard Lopesa, İberia›yı yeniden bölmenin yolunu tuttu. Doğudaki büyük kısmı Derion’u kendisine bağladı, batıdaki Valorian’ı da Neban Maha’ya verdi. Ruard Lopesa; gözünde halkının önemi olmayan, tek derdi iktidar koltuğu olan korkunç bir hükümdardı. Diğer taraftan Neban Maha ise; halkın ihtiyaçlarına odaklanıp, onlara yanıt vermek isteyen bir hükümdardı. Ama Ruard Lopesa’ya karşı sürekli tetikte olma fikri O’na rahat vermezdi. Her ikisi de kendisine İmparator diye seslenilmesini buyurdu ve birbirlerinden gittikçe uzaklaştılar. Akabinde pek çok irili ufaklı savaşlar oldu aralarında. Gor, bu çatışkılara mesafeli durup, tarafsız kaldı. İki krallık arasında durmadan devam eden uzlaşmazlıklar bir gün büyük bir savaşın patlak vermesine sebebiyet verdi. Ruard, Valorian’a vergilerin tahsilatı için bir heyet gönderdi. Bu küstahlık karşısında hayrete düşen ve normal şartlarda çok barışçıl bir hükümdar olan Neban Maha’nın yanıtı çok net oldu: bütün heyetin kellesini aldı. Bunun üzerine Ruard Lopesa, Valorian’a karşı yapacağı savaşın hazırlıkları ve finansı için kendi ülkesindeki vergileri arttırdı. Kısa bir süre sonra da Derion, Valorian’a savaş ilan etti. Derion kuvvetleri başarıyla Valorian’ın başkentine saldırıya geçmiş olsalar da, Valorian askerlerinin üzerine varını yoğunu ortaya koydukları kaleleri, almaları kısmet olmadı. Pek çok çatışmadan sonra, iki taraf ta güçlerinin aşağı yukarı aynı olduğunu anlayınca, tekrar ateşkes ilan edildi. Savaş sırasında Gor’un Derion’a yardım ettiğinden şüphelenen Naban Maha kuzeyde bir öç kampanyasına başladı. Ama çok şükür halk, kendisini zamanında güvene almayı başardı. Her şey tekrar normale döndüğünde Gor, birbirlerine düşman diğer iki krallığı kendi tarafsızlığına ikna etmek için, kendi ordusunu kurdu. Derion ve Valorian arasında her iki taraftan hiç bir şekilde ticaret veya takas yapılmayacak şekilde bir sınır hattı çekildi. Gor, ikisinin de ticaret yaptığı tek ortağa dönüştü. Derion ile Valorian arasındaki sınır, iki sene bile dayanmadan çöktü ve ikinci büyük savaş başladı. Savaşlar kafa kafaya gidiyordu. Gor, her iki ülkeye de aynı miktarda yiyecek ve silah temin etti ve kararlı bir şekilde hiç bir savaşa bulaşmadan, her ikisine eşit mesafede durdu. Her iki tarafta tekrar silahlanmak için yeni bir ateşkes ilan etti. Valorian’da yiyecek, doğal ürünler ile demir ürünleri ticareti yapılırken, Derion daha ziyade büyü silahları ve büyülü iksirler üzerinde yoğunlaştı. Bu hassas denge durumu birkaç sene sürdü ama yine de, savaşın her an tekrar başlayabileceğini işaret eden çatlaklar her zaman baş gösterdi.

eren kutay BAHTİYAR 9A / Terakki Lisesi-Tepeören 18

KARAKUTU SAYI: 11


fantastik sinema Fantastik sinemanın günümüzde vizyonda epeyce yer kapladığını bilmeyenimiz yoktur. Peki fantastik sinema nedir ve neden günümüzde bu kadar popüler olmuştur? Gelin bu sorulara cevap bulalım. Fantastik, 18. Yüzyıl Fransa’da ortaya çıkan ve buradan tüm dünyaya yayılan bir edebiyat türüdür. Kelime anlamı, hayal gücüyle yaratılan ve gerçekliği dışarıda bırakan genel bir olgular bütünüdür. Tarih boyunca sayısız fantastik eser yazılmıştır. Bu eserler, genellikle efsane türlerine örnek gösterilebilir. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde bilimsel gelişmelerin ışığında, bilim kurgu ve fantastik türünün iç içe geçtiği görülmektedir ve bunun baş örnekleri çizgi romanlardır. Gelin şimdi fantastik sinema örneklerine başlayalım. Önemle belirtilmelidir ki fantastik sinemanın altın çağını başlatan iki yazardan söz etmemek imkânsızdır. J.J.R Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi üçlemesi ve J.K Rowling’in yedi kitaplık Harry Potter serisi hayranları sinemaya çekmişti. Bu filmler önceki başarısız fantastik sinema filmlerinden çok farklıydı, kullanılan özel film efektleri yaratılan soyut düşünceleri adeta canlandırıp seyirciye bulunduğu zaman ve mekanı unutturuyordu. Bu filmler seyircide inanılmaz bir fantastik sinema açlığı doğurdu, bunu fark eden sinema endüstrisi yıllardır köşede kalmış fantastik eserleri birer birer sinemaya geçirmeye başladılar. Nede olsa Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi filmleri ayrı ayrı 800 milyon dolar hasılat yapmayı başarmıştı. Sinema devleri ilk olarak çizgi romanları sinemaya uyarlamaya çalıştılar ve bunun ilk örneğini Örümcek Adam filmi ile gerçekleştirdiklerinde beklentilerinin fazlasıyla karşılandığını gördüler, film bir dünya fenomeni hayaline gelmişti. Bunun ardından sayısız süper kahraman filmi yapıldı ve aynı miktardan seyirciyi sahneye çekmeyi başardı. Gelişen görsel efektlerden fantastik korsan türü de nasibini aldı. Karayip Korsanları adlı ilk filme olan ilgi aynı serinin diğer iki filminde de etkisini sürdürdü.

KARAKUTU SAYI: 11

19


Ne var ki senaryolar gün geçtikçe tükeniyordu, buna önlem olarak sinemacılar en büyük silahlarından birini daha ortaya koydu, eski zaman masalları.2012 yılında vizyona giren Rupert Sanders’ın yönettiği başrolünü ünlü aktrisler Kristen Stewart ve Charlize Teron’un paylaştığı Pamuk Prenses ve Avcı filmi üzerinde küçük değiştirmelerle sinemaya uyarlanan masal filmlerine örnek gösterilebilir. Bilim kurgunun fantastik sinemayla kaynaşmasından söz etmiştik, şimdi ise bilim kurgunun fantastik sinemadaki yerinden söz etmek doğru olacaktır. İnsanlar olarak teknoloji açısından geliştikçe hep daha uç teknolojilerin hayalini kurduk ve bu hayalleri fantastik sinemaya dökmesek yazık olurdu. Nitekim bu hayalleri sinemaya yansıtmak hiç de zor olmadı; E.T, Yıldız Savaşları, Geleceğe Dönüş gibi bilim kurgu fantastik filmleri başarıyı yakaladı. Son olarak bu türlerin içinden biri beklenen patlayıcı etkiyi gösterdi. 2014 yapımı Christopher Nolan’ın yönettiği “Yıldızlararası” adlı film 663 milyon dolar hasılatı ile eşi benzeri görülmemiş bir bilim kurgu başarı yaşattı. Tüm bunların yanında tek bir soru geriye kalıyor: “Fantastik sinemanın saltanatı daha nereye kadar sürecek?”. Objektif kadrajdan bakmak gerekirse, süper kahramanlar, masalla, efsaneler ve korsanlar fantastik sinema için ömürlerini tamamlamak üzereler çünkü bu konularda yapılan sayısız film artık seyircinin ilgi ve heyecanını kaybetmesine neden oldu. Ne var ki gelişen teknoloji sayesinde Bilim kurgu filmlerinin de gelişerek fantastik sinemayı zirvelerde tutmaya devam etmesi kuvvetle muhtemel gözüküyor. Anlaşılan o ki her ne konusuyla olursa olsun fantastik filmler uzunca bir süre daha Hollywood’un baş tacı olacak gibi gözüküyor.

efe DEMOKAN 10F

20

KARAKUTU SAYI: 11


bir kız isteme merasimi Bu öykü bundan çok uzun zaman önce, uzak diyarların birinde geçiyor. Bu diyar o kadar uzaklardaydı ki kimse tam nerede olduğundan emin değil. Burada sihir günlük yaşamın bir parçasıydı. Sokaklarda her boydan her yaştan her türden varlık görmek mümkündü. Devinden cücesine, satirinden soylu faresine, köylüsünden büyücüsüne kadar herkes hayata kaptırırdı kendini. Herkes ona yetişmekle meşguldü. Şehir her ne kadar zengin bir çeşitliliğe sahip olsa da bu özelliğiyle öne çıkmazdı. Şehri asıl özel kılan kadınlarıydı. Buralı kadınlar o kadar güzeldi ki ünleri yedi âleme yayılmıştı. Karanlığı utandıracak saçları, ateşten daha kızıl dudakları, en az bir incinin beyazı kadar beyaz olan tenleri ve dillere destan yetenekleriyle bir erkeğin isteyebileceği her şey bu kadınlarda vardı. Durum böyle olunca da genç kızların kapıları çeşitli diyarlardan gelme adamlardan geçilmezdi. Tek bir sorun vardı. Sorun da değil aslında, ayrıntı. Buralılar geleneklerine çok düşkündüler. Yerli ya da yabancı fark etmez, evlenirken mesela bu adetler yapılmak zorundaydı. Şimdi siz “E, bunda ne sorun var ki?” diyeceksiniz, biliyorum. Ama bu adetler öyle sıradan adetlerden değildi. Adamı bezdirecek türdendiler. Anlayacağınız öyle her yiğidin harcı değildiler. Ne var ki bu, talipleri korkutmuyordu. Onlar güzellik için her şeye razıydılar. Bu taliplerden biri de Arel isimli bir delikanlıydı. Onu ilk kez pazarda görmüştü. Doğma büyüme buralıydı ama hiç bu kadar güzelini görmemişti. O deniz gözleri gördüğü ilk andan beri sürekli hayallere dalıp gidiyordu. Babası da bu durumun farkındaydı. Sevgilinin hayali oğlunun işini yapmasını engelliyor, oğlu durmandan babasının kafasının etini yiyordu. Babası kendi çektiği bu zorluklardan usanmıştı. Bu yüzden bir gece kızı istemeye karar verdi. Karar vermişti de bu iş o kadar kolay değildi. İlk önce çirkin cadıya gitmeliydi. Bu cadı koskoca ülkedeki tek çirkin kadındı. Öyle çirkindi ki kimse yüzüne gün boyu bakamazdı. Hiçbir büyü, hiçbir iksir işe yaramamıştı onda. Tanrı onu çirkinlikle lanetlemişti. Ama sihriyle de ödüllendirmişti. Ondan iyisi hiçbir yerde yoktu. İnsanların içini okur, kimin kiminle uyuştuğunu bulur, gerekirse küçük bir sihirle aşık ederdi onları birbirlerine. Hiçbir evlilik onun rızası olmadan olmazdı. Perilerin uçuştuğu, açık sarı gökyüzünün boy gösterdiği güzel bir bahar sabahı işte bu kadını görmeye gitti yaşlı baba. Çirkin cadı taştan yapılma tek katlı bir evde yaşıyordu. O kadar altın kazanmasına rağmen ev gösterişten uzak hatta korkutucuydu. Periler buraya uğramıyor, gökyüzü olabildiğince kaçıyordu buradan. Sanki dünyadaki tüm güzellikler kadından uzaklaşıyordu. Yaşlı adam gıcırtılı KARAKUTU SAYI: 11

21


kapıyı açtı ve içinden bir dua okuyarak içeri adımını attı. İçerisi beklediğinden daha karanlıktı. Çürük peynir kokuyordu. Yerler yapış yapıştı. Titiz biri olan baba içindeki temizleme isteğini zar zor bastırdı ve cadıya seslendi. Seslenmesiyle birlikte cadının arkasında belirmesi bir oldu. “ Otur şöyle yaşlı adam. Anlat bakalım, oğlun kimi istiyor?” dedi ve yerdeki siyah mindere oturdu. Kadın evi gibi siyahlar içindeydi. Gümüş saçıyla açık kırmızı teni kadına renk veren tek şeydi. Yaşlı baba ürkekçe yere oturdu. Cadı çoktan işine başlamış bir kap suya malzemeler ekliyordu. Bir yandan da fısıldıyordu. Nefesi kuvvetliydi. Kadının ağzından çıkan her kelimeyi yaşlı adam da teninde hissediyordu. Bu his okşamıyordu ama. Tam tersine irkiltiyordu onu. Yaşlı adam kendini cadıyı izlemeye o kadar çok kaptırmıştı ki soruyu cevaplamadığının farkına bile varmadı. Adamın kendine gelmesi için cadı parmaklarını şıklattı. Adam gözlerinin kırpıştırdı ve soruyu cevapladı. “Hatice Sultan’ın kızını beğenmiş. Hani şu savaştan sonra dul kalan kadının kızı.” Kadın sinsice gülümsedi. İnce, yara dolu dudaklarının arasından sivri dişleri gözüktü. Dişlerin arasından da yılan dili. “Oğlunun bir eşyasını getirdin mi?” Yaşlı adam telaşla yırtık ceplerini karıştırdı ve deri kolyeyi tasın yanına koydu. Kadın aniden kalktı ve duvarın kenarındaki saç dolu tüplerden birini aldı. Sonra deri kolyeyle tüpün içindeki saçı tasın içindeki sıvıya ekledi. Eklemesiyle sıvının fokurdaması bir oldu. Sıvı coştukça cadı da coşuyordu. Siyah göz bebekleri gitmişti. Gözleri artık bembeyazdı. Kadın titriyordu, hayır sarsılıyordu. Yaşlı adam kaçmamak için kendini zor tuttu. Bir ömür gibi uzun hissedilen saniyeler sonra kadın durdu. Tasın içinden kırmızı kalp şeklindeki duman yükseldi ve pencereden dışarı çıktı aşıkları bulmaya. Kadın başladı konuşmaya. “Git oğluna haber ver. Dulun kızı da onu istiyor. Yollarındaki tüm engelleri kaldırdım. Birlikte bir elmayı tamamlıyorlar. Benden izni aldınız.” Baba bu habere çok sevindi. “Çok teşekkür ederim. Gerçekten de denildiğiniz kadar varmışsınız!” Cadı “ Sözle değil altınla teşekkür et Âdemoğlu.” dedi. Altın dolu keseyi masaya koyduktan sonra evi terk etti adam. Hem cadıdan ve o kasvetli evden kurtulduğu için hem de oğlunun dertlerini çözdüğü için çok mutluydu. Hızlıca dükkâna doğru gitti. Dükkâna vardığında oğlu yine hayal âleminde geziyordu. Hemen ona iyi haberleri verdi. Çocuk öyle çok sevindi ki yerinde duramıyor havalara uçuyordu. Babasını belki binlerce kez öptükten sonra sinirli devin hamamına doğru yola koyuldular. Kızın ailesinin talibi beğenmesi çok önemliydi. Talipler bu yüzden tüm kirlerinden –hem bedeni hem ruhi- arınmalıydılar. Aynı zamanda bir rahip olan dev bunu çok iyi beceriyordu. İşinde çok hırslı olan bu dev başka hiçbir hamamın açılmasına da izin vermiyordu. O öfkesi yok muydu onun! Herkes karşısında tir tir titrerdi. Şanslarına –belki de cadının sayesinde- dev o gün iyi günündeydi. En azından kapıdan içeri girdiklerinde onları kirlilikleriyle utandırmadı. Dev pek fazla bir şey söylemeden sanki daha önceden her şeyi biliyormuş gibi sorgulamadan müstakbel 22

KARAKUTU SAYI: 11


damadı sıcak odaya aldı. Yaşlı adam saatlerce dışarda oğlunu bekledi. İçeride ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Dev mesleğinin sırları hakkında çok dikkatliydi. Talipler bir şey söylemezdi arıtma hakkında. Zaten pek söyleyecek durumda da olmazlardı. Sonunda oğlu dışarı çıktı. Yaşlı adam gözlerine inanamadı. Babası olmasına rağmen o bile ilk gördüğünde tereddüt etmişti oğlundan. Kambur esmer delikanlı gitmiş, yerine özgüvenli bir adam gelmişti. Yaşlı adam yanağında bir damla ıslaklık fark etti sonradan. Karısı öldüğünden beri ağlayabileceğini hiç sanmıyordu oysaki. Hatice Sultan’ın evine doğru yürürken yol üzerinde bir dükkândan ateş çikolatası ve zülfüarus adlı yerel bir çiçek aldılar. Kızın çiçek ve tatlıyı beğenmesi önemliydi. Eğer beğenmezse tüm bu uğraşlar boşuna olurdu. Babası bu konuda oğlunun hislerine güvenmiş ve karışmamıştı ona. Gün batımına doğru eve vardılar. Evin şehirdeki diğer evlerden bir farkı yoktu. Oldukça sıradandı. Kapı zilini çaldılar ve sonunda içeri girdiler. Evde bir gerginlik havası mevcuttu. Havadan sudan konuşma faslı bitince genç adam çiçekle çikolatayı kıza verdi. Kız uzun uzun inceledi hediyeleri. Zaman geçtikçe baba daha da çok geriliyordu. Bir ara kızın kasten beklettiğini düşündü. Sonra hemen bu düşünceyi aklından sildi. Daha ilk günden onun hakkında böyle düşünemezdi. Güzeldi ve terbiyeli gözüküyordu. Şimdilik bu ona yeterdi. İşkence gibi bir sürenin ardından kız beğendiğini belli etti ve kız isteme seremonisi başladı. Yaşlı adam boğazını temizledi ve söze girdi. “Efendim, gereken tüm adetler yerine getirilmiştir. Bu iki genç birbirini beğenmiş, bir karar vermişler. Bize de onları desteklemek düşer. Tüm tanrıların huzurunda delikanlı oğlumun güzeller güzeli kızınızı mutlu edeceğine söz veriyor ve kızınızı oğluma istiyorum.” Yaşlı adam hiç uzatmak derdinde değildi. Olabildiğince çabuk eve gitmek istiyordu. Yemek saati çoktan geçmişti. Hatice Sultan da adamın bu isteğini anladı ve lafı uzatmadan kızını vermeye razı oldu. İki gencin kanları ateş ışığı ve müzik eşliğinde birbirine karıştırıldı ve böylece ayin tamamlanmış oldu. Eve dönüş yolunda delikanlı sevgilinin güzelliğini düşünüyor, kesik eline bakıp bakıp gülümsüyordu. Babası ise masrafları ve daha bir ton yapılması gereken düğün adetlerini düşünüyor, düşündükçe de evlendirme kararını çaresizce sorguluyordu.

gülce BAYDAR 10 A

KARAKUTU SAYI: 11

23


oldukça endişeliyim Beni büyürken kimse mutsuz etmemişti ama yine de herkesten nefret ediyordum. Nefsi müdafaa bile değildi yaptıklarım, düşüncelerim. Başımı büyük belalara sokmadığım zamanlarda kimse ölümümü arzulamamıştı. Hayatımdaki tek gerçek nefsi müdafaa intihardı. Bedenime ve hayatıma saldıran aklımdaki düşünceleri yok etmekti. Hayatımı benim dışımda kimse mahvetmemişti. Ve ben o intikamın peşindeydim. Beynimi öldürmenin peşinde. (daktilo tuşlarıyla kendini asan kadın) Güzel kadınlar hala ayakta ve iyi birer şiir bekliyor. Ağlama yaşları tutmazsa Kısa saçlı şiirlerin önce şairlerini öldürmek gerek. Şiirden anlayan adamlar Pek de kutsal olmayan kitaplar gibi. Olağan dışı bir trajedi. Kötülüklerin başı, sonu ve özeti.. Hiçbirine aşık olmadım sizi temin ederim. Şairler aldatıcıdır. Sakallarındaki kuşlar ölür. Gözünle görsen bile inanamazsın, inandırmazlar. Pencereden dışarı baktığımda birden çok tanrı gördüm. Hepsini babam sandım. Kendi Allah’ı olan kadınların ölümünü birkaç kadın birden hissederdi. On yedi yaşımda ölmek istedim. On sekizimde şiir çarptı. Dünya aslında düzdü. Evimden uzağa gitmek isteseydim düşebilirdim.

selin BABİLA 11F 24

KARAKUTU SAYI: 11


dede korkut hikayelerinde kahraman yaratma geleneği üzerinden abject kişi olarak tepegöz Kökeni uzun yıllar önceye dayanan destanlar ve mitolojik efsaneler, yüzeysel olarak değiştiler ve günümüze fantastik- bilimkurgu eserleri olarak geldiler. Değişen kültür, dil ve yaşam tarzları bu dönüşümün ana nedenleridir. Farklı dönemler, yazarların içinde bulundukları toplumların hayata bakış açısı, iyi ve kötü kahramanların özelliklerinin değişmesini gerektirirken, eserler ve karakterler derinlemesine incelendiğinde kahramanların oluşturdukları tiplemelerin köklerinin aynı olduğu görülüyor. Yıllar boyunca yazarlar, iki farklı ve zıt kimliğin, ‘’ evrensel insan tipi ‘’ ile ‘’ toplumsal çürümüşlük ve bireysel yozlaşmanın temsilcisinin’’ çatışmasını sağlayarak, gönderme yaptıkları insan olma ve onun olmazsa olmazlarını oluşturan asaleti, gücü ve bilgeliği, bunların bütünselliğini ana tema almış ve anlatmanın yapısal kurgusunu da böyle işlemişlerdir. İyi kahramanlar hep toplumun refahı için çalışmış, barışı sağlamış ve güçlerini iyilik için kullanmışlardır. Kahramanın savaştığı karakterlerin dünyayı ele geçirmek isteyen uzaylılar ya da köylülerin koyunlarını yiyen, insanları kaçıran tek gözlü bir dev olması asıl amacı değiştirmemiştir. Kötü kahramanlar ise eserlerde çoğu zaman abjekt kişi olarak yer almıştır. ‘’Abjekt ‘’ sözcüğü Türkçeye ‘’adilik’’ ya da ‘’ aşağılık, iğrençlik’’ olarak çevrilebilir. Abject kavramının oluşmasını sağlayan bilimkurgunun bir alt kategorisi olarak sayılan biopunk ise biyolojiyi temel alan bir gelecek öne sürerek gen ve organ değişimlerini örnek alır. Abject öğeler her dönemde insanların karşısına çıkan, psikolojik olarak kabullenemediğimiz, dışlanmış, rahatsız edici, aykırı ve tiksinme duygusu uyandıran öğelerdir. Günümüz fantastik eserlerinde sıkça kullanılan belirli bir varlığa benzemeyen yaratık tiplemesinin ya ağzından salya akar, ya topraktan çıkmış kurtçuklardan meydana gelmiştir ya da kanla beslenir. Kan, salya, idrar gibi hem gerçek hem sembolik anlamda bedenden atılmak istenen, sevilmeyen maddeleri görmek ilkel duygularımızı tetikler ve düzen, toplum ve kültür algısına ait olmayana, bu algıları bozana karşı bir korku meydana getirir. Bu nedenle abjekt öğeleri veya kişileri kullanmak her dönemde, bilerek ya da bilmeyerek kötü karakterleri oluşturmada yazarların en çok kullandığı yöntemlerden olmuştur. Günümüz eserlerinden ‘’Frankenstein’’ iyi bir biopunk örneğidir, Victor Frankenstein’ ın farklı mezarlardan aldığı ceset parçaları ile oluşturduğu canlı abjekt bir kişi çürümekKARAKUTU SAYI: 11

25


tedir ve kültüre, alışılmışa karşı, tiksindirici bir tutum sergiler. Canavar bütünlükten yoksundur, fırtınalı bir gecede yıldırımların verdiği enerji sayesinde hayat bulur ki fırtına ve kargaşa da korkuya sebep veren abject öğelerdendir. Geçmişe baktığımızdaysa destanlarda kötü huylu devler göze çarpar. Bunlar, insandan daha aşağı bir düzeyde ve azalmış bilinçte yaratıklar olarak değerlendirilebileceği gibi, insana hem benzeyen hem de benzemeyen yönleri ile kaosu temsil ederler. Türk destanlarında yarı insan yarı hayvan, çirkin, çok başlı, ifrit, toplumdan uzak yaşayan, tek gözlü, merhametsiz, insan yiyen varlıklar olarak öne çıkan devlerin özelliklerinin hepsi abjecttir. Üzerinde en çok durulan abjekt destan kahramanı Tepegöz’dür diyebiliriz. Tepegözün, dünyaya gelişinin bir çobanla peri kızının birlikteliğinden doğması ve evlilik dışı olması nedeniyle toplum tarafından kutlu aile yapısının bozulmasının sonucu olarak görülmesi, yozlaşmanın ürünü olması, onu emziren tüm kadınların kanını emerek onları öldürmesi, birlikte oynadığı çocukların kulaklarını ve burunlarını yemesi ve sonuç olarak dışlanması onun abject kişiliğini yansıtır. abject kişi olarak tepegöz’ün kurguya katkısı

“Doğumuyla başlayan garipliği, onun

‘öteki’ olacağının işaretidir adeta.”

Abject kişi olarak Tepegöz’ün kurguya katkısı bununla sınırlı kalmaz. Bildik toplumsal düzenin sürmesi, ahlak ilkelerinin aktarımı, lider ihtiyacının duyurulması gibi toplumsal belleğin hatırlatılmasını sağlar. Keza Tepegöz olağanüstü bir olan peri anne ve bir insanoğlundan olma gayri meşru varlığıyla düzen dışı ilişkinin ürünü ve düzene tehdit unsurudur. Bu nedenle de fiziksel olarak çirkin, davranış olarak da acımasızdır ki böylelikle öteki olması kaçınılmaz hale gelir. Tepegöz’ün hikayede öteki olacağına ilk işaret kendisini sarmalayan kabuğun korku ve merak duygularıyla tekmelenmesidir. Kaldı ki bu şiddet gösterisi hikaye boyunca güçler dengesinin Tepegöz lehine -peri annenin büyülü yüzüğüyle de dış etkilerden korunması sayesinde- dönünceye kadar sürer. Bu dengenin değişmesinden itibaren de Tepegöz’ün acımasız davranış ve istekleri toplumu tehdit edercesine artar. Tam da bu noktada bir “lider kahraman” ihtiyacını doğurur kurgu: Basat. Dede Korkut Hikayeleri’nin genelinde görülen hatta kendinden önceki destanlarda da karşılaşılan kahraman yaratma -ya da olma denebilir- geleneğinin yansımasıdır Basat bir bakıma. Toplumu, düzeni, bireyi tehdit eden kötü bir varlık, savaş… gibi durumlar karşısında “tehlikeyi, kötülüğü savuşturacak mert, korkusuz, iyi savaşçı, fedakar; sözüne güvenilir, değerlere bağlı ve saygılı” bir kahraman portresi toplumca istenen, beklenen; biraz ileri gidersek dikte edilen bir kahraman portresidir. Tabii ki yaşam biçimi ve coğrafya, gelenekler, gözlemler 26

KARAKUTU SAYI: 11


bu portrenin oluşmasında yadsınamaz öneme sahiptir. İşte bu noktada yok edilmesi gereken bir tehlike olarak Tepegöz, Basat’ın beklenen kahraman olmasına aracılık eder. Tepegöz ve Basat’ın mücadelesinde yenilmezlik sırrını da açıklamaktan geri durmaz Tepegöz. Mücadeleyi bir oyuna çevirir adeta. Bir bakıma Basat’ı sınama yoludur da bu oyun. Kaldı ki bir an önce sonuca ulaşmak isteyen meraklı, mazlumun yanında olan okuyucuyu daha da heyecanlandırır ve onun bütün desteğini -beklendiği gibi- Basat’a yükler kurgu. Dede Korkut Hikayeleri’in geneline bakıldığında da sürprizsiz bu olası destek okuyucuyu hikayeden düşürmediği gibi hikayeleri kurgu tutarlılığı açısından da geleneksel bakışla güçlü kılar. Sonuç Niyetine: Aslında Tepegöz, sadece Türk destanlarında karşımıza çıkan bir tipleme değildir. Yunan mitolojisinde de karşımıza çıkar ve Homeros’un Odysseia’sındaki ‘’Polifem’’ i ile karşılaştırılır. Çeşitli halkların destanlarında benzer tipolojik gelişmelerin olduğunu göstermek isteyen araştırmacılar, Yunanların bu karakteri doğudan aldığı tezini öne sürer. Tepegöz biopunk kavramı altında incelendiğindeyse ne kadar yese de doymayan bir bünyeye sahip olması, daha önemlisiyse tek gözünün olması biyolojik gen ve organ değişimlerini örneklediğini ortaya koyar. Hikayenin iyi ve Tepegözü aklı ve mantığıyla gücünü birleştirerek öldüren kahramanı Basat, destanlarda kahraman yaratma geleneğinin ‘’ akıl, fizik olarak kat kat güçlü olanı dahi yenmeye yeter’’ mesajını iletir. Evrenin bilinci insan ile yaratığın çatışmasında zafer, bilge insanın olmuştur. Dönem toplumlarının yaşayış tarzlarının getirisi olan farklı ilgi alanları abject kişilerin ve onlarla baş eden iyi kahramanların özelliklerini belirler. Destanlarda iyi kahramanlar normal insanlardan kat kat daha güçlü, daha mert, daha akıllıdır ve toplumu yönetme, koruma vasıflarına sahiptir. Bunun nedeni dönem insanının anlayışına göre en çok istenilen, aranan ve yüce görülen özelliklerin bunlar olmasıdır. Bugünse elimize herhangi bir fantastik- bilimkurgu kitabı aldığımızda, iyi kahramanın süper güçleri olduğunu, akıl okuyabildiğini, uçabildiğini, görünmez olduğunu ya da uzaylılarla, yeni türlerle ya da değişik yaratıklarla baş edebilecek kadar zeki, onları yok edip dünyada barışı ve huzuru sağlayan insanlar olduğunu görürüz. Sonuç olarak, insanın hayal gücü her dönemde benzer denilebilecek şekillerde fantastik eserler yazmıştır. Bu eserlerin başkahramanlarının abjekt bir fantastik yaratık ve onu yenen akıllı ve güçlü insan biçiminde bir kahraman olduğu ise doğru bir genellemedir.

özüm özge ÇOLAK F10 KARAKUTU SAYI: 11

27


ruh sömüren ve lutheria Herkes yaşadığını düşünür. Oysaki çoğunun yaşadığı nefes almaktan ibarettir, ayrıca herkes ölümü tadar, ancak bazılarına küçük bir yardım gerek. (3. Orta Dünya düzeni, Kan Fedaileri Çağı, Kurşunbacak) Çok gerçekçi bir kişiliği olan Kurşunbacak yalnız takılmaktan hoşlanır ve sömürdüğü ruhlara büyü yapmayı severdi. Ülkesi olan Raun’un savaş üssünde kendisine ayrılmış büyük bir odası vardı ve orada halka büyü öğretir, ayinler yapardı. Çirkin bir dış görüşü olsa da Kurşunbacak hiç umursamıyordu. Gözlerinin altında tarihi bilinmeyen derin çizgiler vardı. İnsanların ellerindeki çizgiler, sanki onun yüzündeydi… Topladığı ruhlar yüzüğünün içine hapsolurdu. 4. Kabile savaşı bekleniyordu ve soğuk savaş süreciydi. Savaş üssünün en doğusundaki ayin odasında yalnız başına araştırmalar yapmaktaydı. Tozla kaplı evinin içinde kokulu karanlık hâkimdi ve zümrüt rengi alevlerle yanan doğaüstü bakışlara sahipti Kurşun bacak. Kıyametin Habercisi sessiz nöbetini tutuyordu. Zıvanadan çıkmış bir güç onun ruhunu besliyordu. Onlarca yıl önce, Raun’dan gelen gizemli bir kabile büyücüsü vardı. Son kabile savaşının ardından Kurşunbacak, eski büyüleri kullanmakta ve acı çeken ruhları sömürüp toplamakta bir numaraydı. Gerçekleştirdiği ayinlerde başkanlık yapıyor ve kapıları kilitliyordu. O’na göre acı çekmemiş bir ruh hayatı anlayamazdı. Felsefesini anlamayanlara kendinizi kendi halinize bırakın, zaman size anlatır derdi. Ayin odalarının ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Kapı tarih devirleri boyunca yalnızca bir kez çıplak gözle açık görüldü ve o esnada yalnızca sessizlik yankılandı. Raun, son kabile savaşında ordusuna çağrı yaptı ve tanrılardan yardım istedi fakat umduğunu bulamadı. Raun halkı da ölü ruhları büyüyle çağırarak Kurşunbacak’tan orduyu oluşturmasını istediler. Ruhları çağıramayacağını, bunun tüm diyarı yok edebilecek derecede hiddetli olduğunu söylese de halkın baskısı Kurşunbacak’ı çaresiz bırakmıştı. Ruhları çağırmaya kalkıştı fakat ilk seferde başarısız oldu. İkinci denemesi de başarısız olunca Raun halkı onu düşmana teslim etmeye karar verdi ve ona ihanet etti. Bu duruma üzülen ve Raun’a bir nevi âşık olan Kurşunbacak kutsal bir and zehri içti. İnsanlarla ilişkisini kesen Kurşunbacak ayin odasından çıkmıyor ve kargalar üzerinde deneyler yapıyordu. Bu deneyler kargaları ehlileştirmeye yönelikti. Doğal bir yeteneği olduğunu fark etti Kurşunbacak. Kargaları kendisine benzetiyor ve yakın buluyordu. Raun halkına haklı bir kızgınlığı bulunan Kurşunbacak bir deney esnasında kargalara savaş eğitimi verebileceğini düşündü ve evren adına bir saatli bomba kurmuş oldu. Eğittiği 28

KARAKUTU SAYI: 11


kargaları Raun halkının üzerine saldı ve görenleri dehşete düşürdü. Tüm halkı katleden Kurşunbacak kendisine cellat demeye başlamıştı. Ne zaman bir karayel esse akla ilk onun ismi gelir, herkes güvenli bir mekânda inzivaya çekilirdi. Kadere inanmazdı Kurşunbacak. Başına gelenlerden Raun halkını sorumlu tuttu. Raun halkının yaşadığı bilinen son üyesi onunla ilgili “Kargalarla konuşuyor, onlara emir veriyordu ve bir tırpanı vardı’’ diyordu. Raun halkının katliamı üzerine uzun süredir düşmanları olan Yeşil Ordu’ya katıldı. Büyücülük meziyetlerini geliştirebileceği, ona büyük olanaklar sağlayan Yeşil Ordu içerisindeyken kargalara sürü halinde saldırmayı öğretmişti. Bu kadar büyük bir bilgi ve deneyime nasıl sahip olduğunu kimse bilmese de Yeşil Ordu’nun her vatandaşı tarafından saygı görüyor, bu durum da onun egosunu tatmin ediyordu. Yeşil Ordu’da bir eğitim kampı açmaya karar verdi. Edindiği deneyimleri yazdığı bir kitap vardı. Ayrıca bu kitaba özlü sözlerini de yazıyordu. Kendisini diğerlerinden üstün görmeye başlamıştı Kurşunbacak. Bu durum onun adına pek iyi sonuçlanmayacaktı. Ruh toplayıcılığı ve ruhları hapsetme gibi işlere girişen Kurşunbacak, zamanla hüküm dağıtmaya başladı. Hırsı gitgide büyümeye başlayan Kurşunbacak, fazla ileri gitmeye başladı. Ordunun başına geçmesi gerektiğini yüce konseyde iddia etti kendisini desteklemeyenlere eziyet edeceğini söyledi. Tırpanını öylesine sert yere vurdu ki tırpan çat diye ikiye yarıldı. Kendisine karşı çıkanları, karga sürüleriyle tehdit etti. Kısa sürede orduya emirler vermeye başladı. Bu esarete daha fazla dayanamayan halk, balta girmemiş ormanlardaki bilgelerden yardım istemeye karar verdi. Bilgeler yardım edebileceklerini söylediler ve halka çeşitli öğütler verdiler. ‘’Korkularınızı kendinize saklayın, cesaretinizi tek yumruk olup paylaşın.’’ gibi öğütler verilse de halk Kurşunbacak’ın zulmünden hala korkuyordu. Kurşunbacak ise kendisinin yerine geçecek öğrencisini seçmeye çalışıyordu. Onlara bir görev verdi ve dedi ki: Görüyorsunuz Yeşil Ordu’da bana karşı çıkanlar var. Her kim onlardan elli tanesinin kellesini asil kargaların da yardımıyla ilk alır gelirse, o benim yerime geçmeye hak kazanacak. Bunu duyan öğrenciler bir an önce harekete geçtiler ve atlarını Şaha kaldırdılar. Hiç beklemeden yola çıktılar. Görevin verilişi üzerinden bir gün geçmişti ki öğrencilerinden birisi –Kurşunbacak ona sadakat adını vermişti- elinde kellelerle saraya geldi. Bu durum karşısında şok olan Kurşunbacak ne yapacağını bilemedi çünkü bu duruma inanamadı. O günden itibaren tüm bildiklerini Sadakat’e aktarmaya ve ona kutsal bir varlık gözüyle bakmaya başladı. Diğer cephede ise Raun halkı zor olacağını bilse de kaleleri yeniden inşa etmeye, surları yeniden çekmeye ve özgürlüğü için son kez savaşmaya karar verdi. HaKARAKUTU SAYI: 11

29


ber tez sürede Kurşunbacak’ın kulağına gitti. Herhangi bir hazırlığa ihtiyaç duymuyordu Kurşunbacak çünkü artık bir sağ kolu, ikinci bir beyni vardı. Kargalara hükmetme gücünü kullanırsa hiç zorlanmayacağı fikrindeydi. Toparlanma sürecini yaşamakta olan Raun halkı zorlansa da bir kral seçti ve kraldan bir ordu kurmasını istedi. Kral az sayıdaki vatandaştan eli silah tutan herkesi orduya dâhil etse de çok güçsüz kalacaklarını biliyordu. Hele de karşılarında Kurşunbacak olunca. Son çare olarak halk, İkinci Orta Dünya düzeninde öldürülmüş ve bilgeler sığınağında kilitli olduğu efsanelerde bahsedilen yüce varlıktan, tek gözlü Hidra Ejderi’nden medet umuyordu. Ordu yüz bin kişiye ulaşınca, Raun kralı savaş kararı aldı çünkü başka çareleri yoktu. Kral istikameti belirledi ve orduya emir verdi. “Ölmeden dönen olursa ben öldüreceğim. Her ne pahasına olursa olsun Raun kurtulacak, Kurşunbacak düşecek. Arş’a çıkacağız. Onurlu atalarımızın kanı yerde kalmayacak.” Bunun üzerine galeyana gelen ve heyecanlanan halk güvenli bir tepeye konumlandı ve sisli savaş meydanını izlemeye başladı. Kurşunbacak, Sadakat ile birlikte karga ordusunu da yanına alarak savaş alanına geldi. Orduyu görünce gülmekten kendini alamayan Kurşunbacak moral olarak çok daha üstündü. Raun kralını savaş meydanına çağırdı ve ona “Şu anda korktuğunuzu hissedebiliyorum. Ancak şuan korkuyorsanız henüz kargaların hiddetini hissetmemişsiniz demektir.’’ dedi ve ona savaştan çekilmelerini söyledi. Her halükarda kazanacaklarını düşünüyordu ve alaylı tavırlar sergiliyordu. Bilgelerin yanında büyümüş olan kral kendisini her açıdan geliştirmiş bir insandı ve Kurşunbacak’a yanıt verdi: “Ah Kurşunbacak ah! Seninle beyinlerimiz savaşsın isterdim fakat görüyorum ki sen silahsızsın. Elinden geleni ardına koyma. Canımız vatana feda olsun.’’ Kurşunbacak’ın kanı dondu. Birkaç saniye yerinde kıpırdamadı. Hiçbir şey söylemeden sırtını krala döndü ve kargalara ‘’SALDIRIN !’’ emri verdi. Raun halkı tepeden savaşı izliyor, Hidra Ejder’inden yardım bekliyordu. Beklediklerinin aksine kargalar orduyu dağıtıp geçti. Kral elinde sancağı tutuyor ve meydanda kargalara hükmeden Kurşunbacak’ın kendinden emin bakışlarını izliyordu. Halk umudunu yitirdi. Kralın da yapabileceği bir şey kalmadı. Kurşunbacak krala ‘’ Kral bozuntusu! Ruhunu sömüreceğim anı uzun süredir bekliyorum. VE İŞTE ŞİMDİ O AN GELDİ. Sen de halkın da buna mecbursunuz. Siz bunun için yaratıldınız. Ben ise Hükmetmek için. HAHAHA. Kral elinde kılıcıyla meydana çıktı. Ruhunu teslim etmek için Kurşunbacak’ın 30

KARAKUTU SAYI: 11


önünde eğildi. Halkın gözleri yaşlı fakat elden gelen hiçbir şey yoktu. Ta ki o ses duyulana dek. Bir anda, hiç kimsenin beklemediği bir anda Sadakat çığlık atmaya başladı. Gözleri karardı ve gözlerinden kan akmaya başladı. Yaptıklarının bedelini ödüyordu. Sadakat’in bedeni tamamen kırmızı olana dek her yerden kanlar fışkırmaya başladı. Ne oluyordu? Kimse anlamamıştı. BİR ANDA DESTANLARA, EFSANELERE KONU OLAN HİDRA EJDERİ SADAKAT’İN ÜZERİNE İNDİ. KURŞUNBACAK’IN YÜZÜĞÜNDE TOPLADIĞI RUHLARIN SESİ DUYULDU. KİMSE BUNUN NE OLDUĞUNU BİLMİYORDU. ACI ÇEKMİŞ, SÖMÜRÜLMÜŞ NE KADAR RUH VARSA ORTAYA ÇIKTI. KRAL KILICINI HAVAYA KALDIRDI. RAUN İÇİN! ADALET İÇİN! TÜM RUHLARI İÇİN! DİYE KÜKREDİ. KILICINI KURŞUNBACAK’IN TAM KALBİNE SAPLADI FAKAT KURŞUNBACAK ÖLMEDİ. ARDINDAN KRAL DESTANSI EJDERİ HATIRLADI. EJDERİN HASSAS NOKTASINI HATIRLAMAYA ÇALIŞIYORDU. VE HATIRLADI! GÖZDÜ, KESİNLİKLE GÖZ OLMALIYDI. KILICINI ŞAHA KALKAN BİR AT MİSALİ HAVAYA KALDIRDI VE KURŞUNBACAK’IN GÖZLERİNE DENK GELECEK ŞEKİLDE SAVURDU. BU HAMLE KURŞUNBACAK’IN HAYAT ÇİZGİSİNİ TAMAMLAYAN HAMLE OLDU. KURŞUNBACAK İÇTİĞİ ANDI HATIRLADI VE RAUN! DİYE BAĞIRDI. KRAL ÜLKEDE BAYRAM İLAN ETTİ. RAUN HALKI EJDERHA DESTANLARINDA HER ZAMAN KUTSAL BİR YERE SAHİP OLDU. KAYBOLMUŞ VE DEHŞETE DÜŞMÜŞ RUHLAR HUZURA ERDİ. RAUN’UN ADI ÜLKEYİ KURTARAN KRAL’IN ADIYLA DEĞİŞTİRİLDİ. YENİ ADIYLA LUTHERİA SONSUZA DEK HUZURLA YAŞADI.

eren kutay BAHTİYAR 9A / Terakki Lisesi-Tepeören

KARAKUTU SAYI: 11

31


te Bir şair gördüm. Allah’ım onu sen sandım. Bağışlamayı dilerim. Hep birini bekliyormuş gibi bakardı. Yaralı halde kaçtım elinden, cinayeti yarım kaldı. Ölen babasıyla konuşurken siz diyordu. Şiir yazdığını da hiç duymadım. Zaten duysam, anlatamazdım. Gerçekler kötüdür, ağlasam ayıp mıdır? -Ağlama, ben hep intihara meyilliydim sevgilim. Şairler çok yalan söyler. Kravat taktıysan da gömleğin kanlı. Biraz giyinik olsan bu kadar sevemezdim. Ben sana muhteşem bir masal yazayım. Hiç iyi biri değilim diye geçireyim içimden. Korkma, bana henüz kimse aşık olmadı. Bu kaçıncı mezarın bilmiyorum. Allah’ım inancımı şiirlerimden koru. Bir sevgilim vardı. Kimdi diye sorarım birine. O bana kendi adını söyler. Sen neredesin, nerede annen?

selin BABİLA F 11

32

KARAKUTU SAYI: 11


sihirli orman ‘’Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Grimm kardeşlerin masal kahramanları karanlık bir ormanda karşılaşmış ve müzik, macera ve sihirle dolu bir yolculuk başlamış…’’ James Lapine’in 1987 yılında yazdığı kitaptan beyazperdeye, Chicago ve Nine müzikallerinden de aşina olduğumuz ünlü yönetmen Rob Marshall tarafından uyarlanan film için en güzel başlangıç bu olsa gerek çünkü masalları harmanlayan ve onlarla dalga geçen bu film gerçekten de çocuklar kadar büyükleri de içine çekip sihirli ormanda büyülü bir yolculuğa çıkaracak. Konu dört ana hikâye etrafında ilerliyor aslında. İlki Sindrella yani Külkedisi(Kendrick), meşhur ayakkabısı ve beyaz atlı prensinden (Pine) oluşuyor. Bu hikâyenin filmdeki farklılığıysa Külkedisi’nin gerçek hayata ve günümüz koşullarına daha çok benzer oluşu. Filmdeki Külkedisi zengin fakir hayatı sorgulayan özgür ve kendi ayakları üzerinde durmayı arzulayan bir kız. Prensin üç gece süren balosundan her gece yarısı büyüsü bozulduğu için değil, kendi rızasıyla kaçıyor ve son gece de ayakkabısını prensi sınamak için bırakıyor. Prens ise tek yönlü bir karakter ve filmin sonunda Külkedisi’yle kavgaları sırasında da ‘’Ben büyüleyici olmak için yetiştirildim, samimi olmak için değil.’’ diyerek tüm masal kitaplarındaki beyaz atlı prensleri de tiye alıyor. İkinci hikâye ise masumiyetin kaybını konu alan Kırmızı Başlıklı Kız(Crawford) ve hain Kurt (Depp). Kırmızının Kurt’u takip etmesinin nedeni büyümeye de başlaması ve annesinin sözünden çıkmasının ona verdiği heyecan ve özgürlük duygusu fakat hikâyenin sonunda yaptığı şeyin yanlış olduğunu ‘’En güzel çiçek en uzak yoldan geçer. ’sözü ve ‘’I Know Things Now’’ şarkısıyla kabul ediyor. Üçüncü hikâye de büyümek ve dünyayı görmek isteyen güzelleri güzeli Rapunzel (MacKenzie Mauzy), kardeşi olan Külkedisinin prensiyle romantik kovalamacalarını anlatan ve filmin en komik şarkısı olan ‘’Agony’’yi söyleyen şapşal ama beyaz atlı prensi (Magnussen) ve tabii ki 3 Oscar’lı oyuncu Meryl Streep’in canlandırdığı ve prensesin annesi olan kindar Cadı. Buradaki Cadı her zamanki şeytani kötü özellikleri olan biri değil aksine kızını çok seven onu korumaya çalışan, güzelliğini geri almak isteyen ve fedakârlıklar da yapabilen iyi ve kötü arasında sıkışmış bir karakter. Son hikâye de Jack ve fasulye sırığı. Annesi her ne kadar onu sakınsa da büyümeye çalışan Jack’i genç aktör Huttlestone canlandırmakta ve özellikle de ‘’Giants in the Sky’’daki başarısıyla herkesi kendine hayran bırakmış durumda. KARAKUTU SAYI: 11

33


Bütün bu hikâyeler tek bir çift sayesinde bağlanıyor: fırıncı(Corden) ve karısı(Blunt). Çocuk sahip olabilmeleri için Jack’in süt kadar beyaz ineğini, Rapunzel’in mısır kadar sarı saçlarını, Kırmızı Başlıklı Kız’ın kan kadar kırmızı başlığını ve Külkedisi’nin altın kadar saf ayakkabısını Cadı’ya vermek zorundalar. Fırıncı hikâyenin ana kahramanı olsa da hiç karhramanca olmayan şeyler de yapıyor. Sonunda da karısına olan ihtiyacını ve onsuz yapamayacağını anlıyor. Yani bildiğiniz tüm masalları unutun ya da tam tersi bildiğiniz tüm masalları alın ve karıştırın işte o zaman bu filmin konusunu elde edebilirsiniz ama iş o kadar da kolay değil tabii ki. Hikâyenin sonunda her şeyin birbirine nasıl bağlandığına siz de şaşırıp kalıyorsunuz açıkçası. Zaten herkesin dileği gerçek olur olmaz da ‘’sonsuza dek mutlu yaşadılar.’’ bile diyemeden hikâyenin çok daha karanlık ve korkutucu olan ikinci kısmı başlıyor ve masal dünyasının aşırı iyimserliği bir kez daha eleştirilmiş olunuyor. Kesilen ayak parmakları, kör edilen insanlar ve ölümle film normal masallardan bir kez daha bu sefer şiddet yönüyle ayrılıyor. Filmdeki ana mekân orman ve ormanın sihirli bir gücü var. Bilgisayar efektleriyle yarı animasyon hissi verilen filmdeki karanlık orman ise yine bu efektlerle gökyüzünden gelen ilahi bir ışıkla aydınlatılıyor. Bu şekilde orman hikâyeye görsel bir derinlik veriyor. Filmin yarısından fazlası müzikal şeklinde geçiyor. Her ne kadar Stephen Sondheim’ın tekerleme gibi şarkı sözleriyle buluşan kompozisyonları oyuncuları zorlasa da Streep bu işin altından ‘’Last Midnight’’ şarkısındaki duygusal doruk noktasını vermedeki başarısıyla kalkabilmiş aynı zamanda her ne kadar her performans birbirinden iyi olsa da Emily Blunt’ın karizması ve her sahneye getirdiği hava seyirciyi etkiliyor. Johnny Depp ise ‘’Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi’’ filmindeki müzikal başarısını bu filmdeki ‘’Hello, Little Girl’’ şarkısındaki performansıyla devam ettirmişe benziyor. Her ne kadar filmin çok küçük bir kısmında olsa da Kurt’u ondan daha gerçekçi oynayabilecek bir aktör düşünülemez. Kırmızı Başlıklı Kız karakterini canlandıran genç aktris Crawford ise karakterinin geleneksel kalıbından çıkararak klişe karaktere daha muzip bir hava katmış. Sonuç olarak yardımlaşma ve işbirliği mesajı veren ve seyirciye dileklerinin gerçekleşebileceğini fakat diledikleri şeye dikkat etmeleri gerektiğini öğütleyen bu filmi izleyerek sihirli bir dünyada keyifle dolaşabilir ve büyülü bu ortamda çocukluğunuza dönüp kaybolabilirsiniz.

defne NARŞAP F11 34

KARAKUTU SAYI: 11


fullmetal alchemist’te simyanın gücü Manga (Japonca: ), Japonların çizgi roman için kullandıkları sözcük olup anime çizim sanatı ile çizilir ve sağdan sola doğru okunur. Çizimler animeye göre daha abartılıdır. Manga kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770’li yıllara dayanmaktadır. 19. yüzyıl boyunca kelime özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan ağaç bloklarını, özellikle de Hokusai Katsushika’nın 1819’da yayınlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için kendisinin çizdiği taslak, çizim ve karikatürlerini adlandırmakta kullanılmıştır. Hokusai çizdiği taslakları iki Çince karakterin “man” (kaygısız, ilgisiz) ve “ga” (resim) birleşiminden oluşan “manga” kelimesiyle tanımlamıştır. Fullmetal Alchemist, 20. yüzyılın başlarında, alternatif bir dünyada, Amestris isimli bir ülkede geçen fantastik bir mangadır. Bu alternatif dünyada abartılmış bir simya bilimi ağırlıklı olarak kullanılmaktadır ve gerçek hayatta görülmeyen, ayrı fantastik bir olgudan bahsedilmektedir. Gerçek hayat simyacılarının daha düşük metalleri altına dönüştürme teşebbüsleri vardı. Dizinin kurgusal dünyasında, simya, dönüşüm çemberleri kullanılarak bir maddeyi başka bir maddeye dönüştürme bilimidir; gerçek-dünya bilimi temel alınarak ve sihir de eklenerek oluşturulan bu simyanın kullanımı sınırsızdır. Yetenekli simyacılar, State Alchemist (Devlet Simyacısı) olup Amestris askeri düzeninin Devlet Simyacıları’na katılabilmek için sınava başvurabilirler. Terminoloji: Simya Simya basitçe üç adımlı bir metoddur. Bu adımlar, analiz (maddenin dönüştürülebilmesi için maddenin yapısını ve özelliklerini anlamak), yıkım/parçalama (maddeyi temel bileşenlerine ayırmak) ve yeniden yapım(maddeyi başka bir şekilde veya özellikte tekrar oluşturmak). Simyasal gücün kökeninin çoğu KARAKUTU SAYI: 11

35


simyacı tarafından tektonik tabakanın hareketleri olduğuna inanılır. Özetle, modern kimyanın tepkime ortamı oluşmaksızın gerçekleştirilen hali şeklindedir. Simyanın kapısı: (“Gerçeğin Kapısı” veya sadece “Kapı” da denir): Kapı, bütün simyasal gücün kaynağıdır. Mangada ve ikinci animede, Kapı’yı gören bir simyacı, bu deneyim sırasında kazandığı bilgiyle herhangi bir çember olmadan simyayı icra edebilir. İlk animede denir ki simya için enerji çağrılışının her seferinde Kapı ileri doğru savrulur, herkesin içinde bir Kapı vardır ve Kapı’ya ulaşmak için gerekli olan tek şey nasıl yapacağın bilgisidir. Ayrıca denir ki vücut, akıl ve ruh arasında Kapı diğer bir deyişle ölüm denen ince bir bağ vardır. İlk animenin ileri sürdüğü üzere bir bebeğin vücudu, aklı ve ruhu arasında ince bir bağ vardır bu nedenle bebek kullanarak Kapı’yı çağırmak kolaydır. İlk animede kapı Rodin’in heykeli “Cehennemin Kapısı”na benzer fakat mangada ve ikinci animede daha çok Kabbala’nın Hayat Ağacı’nı andıran bir dikili taşa benzer. Gerçek : Her simyacının nihai amacı. İlk animede sadece Ed’in Kapı’da ne bulduğu tanımlayan bir bakış açısıdır. Mangada ve ikinci animede, Kapı’da varolan her şeye gücü yeten tanrı benzeri bir varlık olarak gösterilir (Eşit Takas kanununu uygulatan da odur). İçi wa Zen, Zen wa İçi: Bir Bütündür, Bütün Birdir): Simyanın özünü anlatmanın üstü örtülü bir şekli olan bu tümce Izumi Curtis tarafından, Elric kardeşlerin, simya öğretmeye değip değmeyeceklerini sınamak için kullanılır. Buna göre, eğer bir kimse ölürse, dünyayı maddi olarak etkilenmeyecektir. İnsan vücudunu oluşturan temel elementler, öldükten sonra vücudun çürümesiyle doğaya geri döner. Bu elementler, sırayla, bitkilere besin sağlar; bitkiler, herbivorların yiyeceği olur; karnivorlar da daha sonra herbivorlarla beslenir. Bu yaşam döngüsüdür ve tüm döngüyü düşününce bir insanın ölümü önemsizdir. Bununla beraber, bireysel ölümler olmadan döngü sağlanamaz; sonuç olarak bireyler bir bütün olarak döngünün devamı için önem36

KARAKUTU SAYI: 11


lidir. Yaşam döngüsü asla tersine çevrilemez. Yeni şeyler üretmek için bunu anlamak ve hayatın döngüsü ile uyumlu çalışmak simyayının aslıdır. Diğer bir değişle, Elricler’in kelimelere koyduğu şekliyle, “İçi wa ore, zen wa sekai” (“Bir, benim; bütün, dünya.”) Automail: Metalden yapılan ve vücuttaki sinirlere direkt bağlama yoluyla monte edilen bir çeşit protez Eşit Takas kanunu: (Touka Kouka) simyacıların, simyanın temeli olarak düşündükleri kural hatta dünyanın temel kanunu: bir şey elde etmek için eşit değerde başka bir şeyi kaybetmek. Serinin temalarından biri de Eşit Takas’ı bir felsefe olarak incelemektir. Eşit Takas’ın bir doğa kanunu mu yoksa yanlış bir ideoloji mi olduğu araştırılır. Felsefe taşı bu kanunu göz ardı eder. Felsefe taşı: Sahibine, Eşit Takas prensibini tamamen saf dışı bırakma izni veren efsanevi taştır. Tüm getirileriyle beraber, bir Felsefe Taşı oluşturmak için hammaddenin harcanması gerekmektedir ve bunun için gerekli olan hammadde de insan hayatıdır. Homunculus: Homunculuslar, Baba’dan doğmuş çekirdek olarak bir Felsefe Taşı taşıyan insan görünümlü yaratıklardır. Babalarına mutlak itaat içindedirler ve kendilerini insan evriminin bir sonraki aşaması olarak görürler. Serinin kötü karakterleridir. Dönüştüme Çemberleri: Simyasal tepkimelerde katalizör görevi görür ve herhangi bir dönüştürme için gereklidir; bununla beraber, bazı simyacılar, Edward Elric gibi, çembere ihtiyaç duymadan dönüştürme yapabilirler. Çember, enerjinin sabit akışını simgeler; desenler, dönüştürme işleminin ne gibi etkileri olacağına karar verir. Bir çember; yere çizilebilir, bir giysi parçasının üzerine işlenebilir veya simyacı kendi üzerine dövme şeklinde bile yaptırabilir. Dönüştürme çemberleri, tebeşirden kana, izi çıkan herhangi bir maddeyle çizilebilir.

KARAKUTU SAYI: 11

37


Edward Elric: Gelmiş geçmiş en genç devlet simyacısı unvanını almıştır, annesini hayata döndürmeye çalışırken kendi sol bacağını ve sağ kolunu kaybetmiştir. Bu uzuvların yokluğunu Winr tarafından yapılan Auto-mail’larla kapatmıştır. Kardeşiyle birlikte eski vücutlarına dönebilmek için “felsefe taşı” denilen ve simyadaki eşit takas kuralını yok sayan bir efsanevi taşı aramaktadırlar. Edward aslında inatçı ve insani duyguları fazla gelişmiş, çok sevecen bir karakterdir. Kardeşiyle arada bir tartışsa da birbirlerini çok sevmektedirler. Edward boyu konusunda çok hassastır. Ona kısa denilmesi bir anda öfkelenmesine neden olur. Alphonse Elric Annelerini hayata geri döndürmeye çalışırken vücudunu kaybetmiş bir çocuktur. Abisi Edward Elric tarafından ruhu, metal bir zırha sabitlenmiştir. Van Hohenheim ( köle 23 ) Elric kardeşlerin babasıdır, kardeşler daha küçükken evi terk etmiştir. Teknik olarak kendi başına bir felsefe taşı olduğundan çok uzun süre yaşayabilmiştir. Özellikle Edward, annesinin ölümünden onu sorumlu tutar. Winry: Edward ve Alphonse Elric’in en iyi arkadaşıdır ve seyahatlerinde sık sık onlara eşlik eder. Bir auto-mail teknisyenidir ve Ed’in auto-mailleri onun tarafından yapılır. Anne ve babası İşbal’de doktorluk yapmak için ayrılmışlardır ve orada kendi hastalarından biri olan Scar tarafından öldürülürler. Scar: Bir İşballidir. İşbal katliamları sırasında simya çalışan abisi onu hayatta tutabilmek için ona kolunu vermiştir. Bu kol sayesinden belli bir aşamaya kadar simya yapabilmektedir. Simyacılardan, Özellikle devlet simyacılarından, her şeyi yaratan tanrıya (İşbala’ya) bir küfür olarak gördüğü simyayı kullandıkları için nefret eder. Izumi Curtis: Elrik kardeşlerin hocasıdır. Kendisi de aynı öğrencileri gibi -ölü doğan bebeğini hayata döndürebilmek için- insan dönüşümü denemiş, bu deneme sonunda iç organlarından bazılarını kaybetmiştir.

38

KARAKUTU SAYI: 11


Roy Mustang: İşbal’de gerçekleştirdiği katliam nedeniyle adı İşbal canavarı olarak da yayılmıştır. Maes Hughesın en üstü ve en yakın dostudur. Ateş Simyacısı unvanını taşıyan yetenekli bir Devlet Simyacısı›dır ve Amestris›in gelecek lideri olabilmek için hırsla çabalamaktadır. Manganın çoğunluk kısmı boyunca Albay rütbesi ile adı geçmiştir. 29-30 yaşlarındandır. Maes Hughes: Mustang’ın en iyi arkadaşıdır. Çok sevecen hatta biraz fazla sevecendir, karısı ve kızına fazla takıntılıdır ve her fırsatta onlardan bahseder. Ölümü, bana göre serinin en üzücü anlarından biri sayılabilir. HOMUNKULUSLAR: Baba: Tüm homunkulusları yaratan ve ilk olarak köle 23 ( Hohenheim) tarafından salınan ata homunkulus sayılabilir. Amacı kusursuz, mükemmel varlık olmaktır. Bu nedenle yedi duygusundan kendini arındırmıştır ( aynı zamanda İncildeki yedi ana günah ). Kusursuz varlık çerçevesinde birkaç yüzyıllık planın asıl amacı tanrıyı içine almak, bir bakıma tanrı üstü varlık olmaktır. King Bradley ( Wrath): Amestris’in başına geçmesi için özel yetiştirilmiş bir homunkulus’tur. Düşmanın hamlelerini tahmin edebilmesini sağlayan gözü sayesinde dövüşte yenilmez sayılır. Pride( Selim Bradley): “Baba” Tarafından ilk yaratılan homunkulus’tur. King Bradley’in oğlu rolündedir. Lust: Mustang tarafından ölümüne yakılmıştır, diğer bir homunkulus olan Glutony’in en sevdiği homunkulustur. Gluttony: Kilolu bir vücuda sahiptir. Homunkulusların en safı sayılır . Lust’u taparcasına sever ve dediği her şeyi yapar.

KARAKUTU SAYI: 11

39


Envy: Şekil değiştirme yeteneğine sahiptir. Maes Hughesi öldüren homunkulustur. Genel olarak homunkulusları insanlardan üstün görür, insanların duygularını acınası bulur. Sloth: Kaslı ve büyük bir vucuda sahiptir. Adının da anlamı tembel olduğundan ne kadar çok çalışsa da her işe yorucu sıfatını takar. Ona göre yaşamak ya da ölmek bile yorucudur. Greed: Adından da anlaşılabileceği gibi aç gözlüdür ve dünyadaki her şeyi ister . Onu yaratan babasına karşı çıkar ve ölümsüz olmanın yollarını arar. Riza Hawkeye: Mustang’ın astı ve eski bir dostudur. İşbal’de keskin nişancılık yapmıştır ve bu onun ustalık alanıdır. Alex Lois Armstrong: Çok neşeli ve duygusal biridir. Normal bir insandan çok daha cüsselidir ve kaslarıyla övünür. Devlet simyacısı ünvanı vardır. Edward ve Alphonse Elric, Amestris ülkesinin Resembool köyünde yaşamaktadırlar. Babaları Hohenheim, yetenekli bir simyacıdır. Edward çok küçükken ve Aphonse daha bebekken evden ayrılmıştır. Yıllar sonra anneleri Trisha Elric’i ölümcül bir hastalıkta kaybetmişlerdir. Annelerinin ölümünden sonra, onlara simya öğretecek bir Sensei (öğretmen) buluncaya kadar Winry ve onun babaannesiyle yaşarlar. Eğitimlerini tamamladıktan sonra, babalarının notları arasında buldukları dönüşüm çemberi ile annelerini yeniden canlandırma isteği içinde eve dönerler. Bununla beraber, bu girişim başarısız olur. Biçimsiz et ve kemik yığınıyla sonuçlanır bu olay Edward’ın sol bacağına, Alphonse’un da tüm vücuduna mal olur. Kardeşini kurtarmak için ümitsiz bir çabayla Edward, sağ kolunu kurban eder ve kardeşinin ruhunu bir zırha mühürler. Bundan sonra, Edward’ın sol bacağı ve sağ kolunun yerine Automail, bir çeşit gelişmiş protez uzuv, takılır. Aslen Japonca’da “Fullmetal” tabiri inatçı birini tanımlamak için kullanılır. Seride, küçük karakterler tarafından, “Fullmetal” ismi Ed’in automail kolu ve bacağına veya Al’in zırhı için kullanılır. Altıncı mangada ortaya çıkar ki; bir simyacı Devlet Simyacısı olduğu zaman ona özel bir isim veriliyordur ve Ed’in ki de onu Fullmetal Alchemist (Metal Simyacı) yapan Fullmetal’dir. 40

KARAKUTU SAYI: 11


Bir şey yaratmak için, o yaratılacak şeyin bütün malzemelerinin mekanda bulunması gerekmektedir. Buna eşit takas (equivalent trade veya Japoncasi ‘touka kouka’) denilmekte. Örneğin, eğer ki 1 gramlık bir elmas yaratılacaksa, yaklaşık 100 gramlık bir kömür parçası gerekmekte, bozulmuş bir televizyonu tamir etmek için, televizyonun bozuk parçalarının hepsinin orada bulunması gerekmekte vs. ya da en azından bu, ana karakterlerimizin “simyanın gerçekleri” olarak kabul ettikleri “eşit takas kanunu” idi bir zamanlar. Seride, her ne kadar bütün elementler orada olsa bile bir insan vücudu yapmak halen bir tabu olarak görülmektedir. İnsan vücudu yapıldığı zaman içine bir ruh koymak için çok büyük bir fedakarlıkta bulunulması veya en basitinden vücudun kendisini yaratabilmek için çok büyük zorluklara katlanılması gerekmektedir. Bunu yasak yapan şey ise, insanın “tanrı” rolünü oynamasını engellemek olarak özetlenebilir. Burada da felsefe taşı adı verilen bir nesne olaya dahil olmaktadır. Bu öyle bir nesnedir ki, “eşit takas kanunu”nu hiçe sayıp rahatlıkla insan yaratabilmeyi veya en azından bir vücuda ruh koyabilmeyi mümkün kılmaktadır. Kahramanlarımız ise 14 ve 15 yaşlarında iki kardeştir. Bunlar, ölen annelerini canlandırmaya çalıştıkları gün, “bir şeyi yaratmak için bir başka şeyi yok etmek gerekir.” kanunu nedeniyle büyük bir travma geçirirler. Yaşça büyük olan kahKARAKUTU SAYI: 11

41


ramanımız bunu yaparken bacağını, kardeşi ise bütün vücudunu kaybetmiştir. Ancak ruhu da kaybolmasın diye abisi, kolunu da feda ederek onun ruhunu, şans eseri odada bulunan antika bir zırha hapsedebilmiştir. Böylece biri mekanik aksamı olan, automail adı verilen vücut parçaları ile hayatını devam ettirmek zorunda kalmış, diğeri de içi boş bir zırh olarak etrafta dolaşmaya başlamıştır. Amaçları, kaybolan vücutlarını bir gün geri alabilmektir. Bunu yapmanın tek yolunun ise “philosophers stone” denen nesneden geçtiğini bildiklerinden, onu aramaya koyulurlar. Hikaye, bu iki kahramanın seyahatlerini ve karşılaştıkları, yaşadıkları dünyada yaşanan trajedileri, simya’nın büyüsünü ve insan olmanın değerini anlatır. 51 bölüm boyunca kahramanlarla birlikte okuyucu da hep yeni bir şeyle karşılaşır, hikaye genişledikçe genişler. Seride, pek çok sanat yapıtında olduğu gibi “iyi-kötü çatışması” üzerinden ilerleyen kurgu, okuyucuya kahramanların süreçte artan algılarıyla edindikleri değerleri sorgulama şansı sunar. Serideki iyi kötü çatışması genel olarak, homunkulusları yaratan “ Baba “ ile onu engellemeye çalışan simyacılar arasında diyebiliriz. Çatışmanın nedeni, Baba’nın kusursuz varlık olma isteği. Kusursuz olabilmek için yedi duygusundan vazgeçip homunkulusları yaratır. Fakat asıl hedefi muazzam bir ruh enerjisi kullanarak tanrı ile bir olmak. Bu yolda ihtiyaç duyduğu ruh enerjisini elde edebilmek için yüzyıllar boyunca Amestris ülkesi etrafına bir dönüşüm çemberi çizer. Çember içerisindeki Amestris halkının enerjisini kullanarak tanrının güçlerini elde etmesi için gerekli olan “kapıyı” açar. Bunun yanında kapıyı açabilmek için önceden gerçeği görmüş, bir şey feda ederek simyanın kapısını açan beş kişiye ihtiyaç duymaktadır. Bu beş kişi: Elric Kardeşler, Izumi Curtis, Hohenheim ve homunkulusların zoruyla kapıyı açan Roy Mustang. Seride karakterler ilerleyen süreçte sürekli yeni dersler alıp hayat hakkında yeni şeyler öğreniyor. Yazar bunu gösterebilmek için çok uğraşmış. Örnek olarak Elric kardeşlerin bir bebeğin doğumuna şahit olmaları, chimeraya dönüştürülen kızı kurtaramamaları gösterilebilir. Bebeğin doğumunu gördükten sonra simyayla yaratamadıkları insanın oluşumu, kardeşleri büyüler ve insan dönüşümünün imkânsızlığına daha da inanırlar. O kadar güçlü olmalarına rağmen küçük bir çocuğu kurtaramamaları kardeşlere sadece insan olduklarını, simya yapabilmelerine rağmen bir çocuğu bile kurtaramayan aciz insanlar olduklarını hissettirir.

42

KARAKUTU SAYI: 11


Elric Kardeşlerin seri boyunca yaşadıkları benzer iç sorgulamala okurun da değerler üzerine düşünmesini sağlar. Affetmek, sadakat, dostluk gibi değerlerin önemli yer tuttuğunu görür okuyucu seride: Winry’nin ailesini öldüren Scar’ı affetmesi, seride çok önemli bir nokta olarak verilmiş, ki öyle , Scar’ı affettikten sonra ilişkileri dostluğa kadar gider hatta birlikte çalışırlar. Elric Kardeşlerin kendi aralarında ve Winry ile olan dostlukları, birbirlerine yardım etme istekleri çok açık verilmiş. Özellikle Winry, bu tarz serilerde olduğu gibi, başkarakterlere, Elric Kardeşlere destek verme ihtiyacı duyar, bu nedenle yardım edebilmek için elinden geleni yapar. Seride iki tür simyadan bahsedilmektedir: Doğu ve Batı simyası. Batı simyası Amestris’te daha çok askeri amaçlar için kullanılırken , Doğu simyası daha çok tedavi , iyileştirme için kullanılır. Simyayı hem Doğu hem de Batı’ya öğreten kişi seriye göre Van Hohenheim’dir.

ulaş YÜCEL F9

Kaynakça: http://tr.wikipedia.org/wiki/Fullmetal_Alchemist Manga: Fullmetal_Alchemist

KARAKUTU SAYI: 11

43


sevdiğim şeylerdeki ş En yukarıdan aşağı düşüyorum ve yeri öpmeme çok az kaldı. İnsanlığımı, ahlakımı, dünyayı çok uzun zaman önce kaybettim. Hissediyorum. Şimdi sıra anılarımda ve hayallerimde. Kafatasımın içini süsleyen bütün bildiklerimde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç olmadan yazmalıyım. (ölü doğmuş olanı hayata bağlamak) Ş. Ancak söz vermeyi bilmeyen bir Tanrı’ya inanabilirim. Ürkütücü bir varoluştan sonra bu ne tür bir yıkım? Karanlık taraftayım ve bunu sorun etmiyorum. Ölmek temizliktir. Ve annem, Tanrı’nın ve babamın iyiliği için buna cennet demelidir. Sana inanmadan önceki Tanrım, hala babamdır. Ben ancak kendi bileklerini kesen bir Tanrı olabilirdim. Sense insanları başka kutsal kitaplara teşvik ederdin. Ve bu, adil bir paylaşım olabilirdi. En az senin gibiyim, en çok yine senin gibi. Seni yazamam, şiir zannederler. Şiir anlatabilirim, yazmasını hatırlamıyorum. Duyman lazım, bağıramam. Bir adam gördüm. Sağ eli kalem tutmuyor, saklamaya çalışıyordu. Benim de sağ kolum felç oldu. Ne diyeyim, güzel şiirdi. -Bu şarkıyı biliyor musunuz küçük hanım? +Bu şarkıyı kalbi olan herkes bilir.

selin BABİLA F 11 44

KARAKUTU SAYI: 11


-mışdım Kimliğine yabancı, etiketsiz beden. Turist ruhlar, Kararsız şekiller. Eskiden uzak, Sanmakla dolu hareketler. Bilinmeyen dilin kuklası, Yansıma dudaklar. Ciddiyetin terk ettiği çocukluk, Kalabalıkta yalnız mutluluk. Anıları iştahla bekleyen açgözlü zaman. Zamanın akışını sessizce izleyen “-mışdım” lar.

XY Menzilsiz bakışlar, Utanç gölgeleri. Kıskançlık figürleri, Umutsuz adımlar. Düz dalgalarla kaybolmuş duygular. Kırmızıya gizlenmiş mutluluklar, Kıvırcık dengesizlik. Güvensizlik yolunda kaçışlar, Yanlış anlaşılmalar. Hayata eşlik eden Reddedilme kafiyesi. Yalnız dudaklar, Etiketsiz aşklar.

KARAKUTU SAYI: 11

45


X Buzlu cam berraklığında hayat, Daktilonun rutin sesinde dans eden insanlar, Sahte kahkahaların doldurduğu kumbaralar. Gerçekliği unutan aynalar. Susturulmuş çığlıklar arasında, Varlığını inkar eden bir damla umut. Ve, Eriyen masumiyetin terk ettiği mutluluk.

VII İmkansızlığın imkanlı kıldığı aşkla yürüyen, Kalbinin mantığını kelepçelediği, İkiz adımlar. İkinci şans durağının bekçisi, Kızıl boya kokulu, Delinmiş maske. Pişmanlık denizi turunda, Güverteden akan, İki yastık. Kararsız bir pusula ardında, Gölgeleri karartacak, Beyaz pelerin.

46

KARAKUTU SAYI: 11


VI Yelkovanla akrep olduğunda kukla, Kimsenin iplerin ötesini göremediği bir dünyada. Ateş böceklerinin dansıyla gülümseyen güneş, Bataklığın dibine ulaştığında. Matarasından akan gözyaşı, Açlığını doyuramadığında. İşte o zamandır, Kontrol etmeyi inanç edinen insanın, Titrek zamanı keşfi.

V Hayatın suskunluğuna meydan okurcasına dökülen, Hüzün boyalı gözyaşları. Bıktığı hayata dur diyen birinin kaleminden akan, Son kelimeler.

Boşlukla döşeli hayatında gökkuşağı parçası arayan, Kalbine taş surlar çekerek incinmeyeceğini sanan, Meydan okuyan bakışlar. Gerçeğin yosunlu duvarında nöbet tuttuğu geceleri unutan, Sahtekarlık damarı tıkanmaya yüz tutmuş, Telaş maskesi. İstediği gibi şekil verdiği perdelerin gölgesinde dans eden, Göz kırpmasıyla irkilen, Gözlük camlarının tozlu kenarlarına görünen, İnsanlık damlası.

melike DEMİRBİLEK F 11 KARAKUTU SAYI: 11

47


shakespeare ve masallar Shakespeare yazdıklarıyla yaşadığı dönemden bugüne kadar her kesimden insanın beğenisini kazanmış evrensel bir yazardır. İngiliz yazarlarının en büyüğü olarak görülmekle birlikte dünyaca ünlü piyesleriyle tiyatro tarihine de damgasını vurmuştur. Shakespeare’in bu kadar beğenilmiş olmasının nedeni aslında basit bir stratejide gizlidir. O, yaşadığı dönemdeki halkı etkilemek için oyunlarını yazarken masallardan yararlanmıştır. Masallardaki, insanları içine çeken olağanüstü öğeleri kullanarak her kesimden halkın beğenisini kazanmıştır. Masallar günümüzde çocukları oyalamak için kullanılan kaynaklar olsalar da başlangıçta insanların ilgisini çekerek onlara ders verme amacıyla yazılmaktaydılar. İşte Shakespeare de masallardaki büyüleyiciliği oyunlarındaki duygusallıkla birleştirerek dünya sanat tarihine adını kazımıştır. Günümüzde masallar çocuklar için yazılırlar ve geçmişten gelen masallar da çocuklar için derlenirler. Masallar çocukları oyalamakla birlikte, onlara okuma zevki kazandırır ve ders verir. Bu dersler genellikle ahlaklı, erdemli, dürüst, çalışkan ve iyi kalpli olmak üzerinedir. Çocuklar masallardaki etkileyici konular ve kahramanlarla hayal güçlerini geliştirirler. Günümüzde masallar sadece çocuklar için olsa da ortaya çıkışları ilk çağlara dayanmakta ve yetişkinler için oluşturulmaktaydılar. Dünya tarihinde ilk masal bir Hint masalı olan Beydeba’nın ‘Kelile ve Dimne’sidir. Avrupa da ise masallar Fransız fabl yazarı La Fontaine, Alman edebiyatında Grimm Kardeşler ve Danimarka’lı yazar Anderson ile ün kazanmıştır. Masalların ortaya çıktıkları dönemde insanları eğlendirecek teknolojik aletler yoktur bu nedenle insanlar vakit geçirmek ve eğlenmek için birbirlerine ilgi çekici şeyler anlatmışlardır, bu en sonunda bu peri masalı adını almıştır çünkü bu hikâyelerin çoğu gerçekten uzak diyarlarda yaşayan periler, cinler, devler hakkındadır. Oxford üniversitesinden İngiliz bilim adamı Robert Burton, bir kitabında masalların işlevini şöyle anlatır; ‘Kart, satranç gibi oyunlarla; müzik ve dansla; şakalarla ve tekerlemelerle; en önemlisi de maceracı şövalyeler, krallar, kraliçeler, âşıklar, lortlar, leydiler, devler, cüceler, hırsızlar, hilekârlar, cadılar, periler ve cinlerle ilgili masallarla oyalanırdık.’ (Burton, (1990 [1621]). Masallar ait oldukları dönemde daha çok yetişkinler için hem bir eğlence kaynağı hem de yaşamdan dersler içeren öğretici olayların anlatımıdır. Öyle ki günümüzde popüler olan çoğu masalın orijinal halleri çocuklara anlatılamayacak kadar karanlık ve ürkütücüdür. Bunun sebebi de insanlara ahlak kurallarını, neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini, neyin doğru neyin yanlış olduğunu çarpıcı bir şekilde öğretmektir. Teknolojinin olmadığı yani sinema ve televizyonun halkı eğit48

KARAKUTU SAYI: 11


mekte kullanılamadığı dönemlerde masallar bu şekilde oldukça etkili olmuştur. Örneğin aslında çok masum gözüken ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalı öğütlenen bir dersle ilgilidir. Bu masalın orijinal hali Charles Perrault tarafından yazılmış fakat sonra Grimm Kardeşler tarafından çocuklar için düzenlenmiştir. Gerçek masalın sonunda Kırmızı Başlıklı Kız ve büyükannesi kurt tarafından yenir ve kurtulamazlar. Masalın ilk hali şu şekilde sonlanır:

Küçük Kırmızı Başlıklı Kız kıyafetlerini çıkarmış ve yatağa, büyükannesinin yanına girmiş. Büyükannesinin geceliğiyle olan görüntüsüne çok şaşırmış ve sormuş: ‘Büyükanne! Ne kadar büyük kolların var.’ ‘Sana daha iyi sarılabilmek için, tatlım.’ ‘Büyükanne, ne kadar büyük bacakların var!’ ‘Daha iyi koşabilmek için, çocuğum.’ ‘Büyükanne, ne kadar büyük kulakların var!’ ‘Seni daha iyi duyabilmek için, çocuğum.’ ‘Büyükanne, ne kadar büyük gözlerin var!’ ‘Seni daha iyi görebilmek için, çocuğum.’ ‘Büyükanne, ne kadar büyük dişlerin var!’ ‘Seni daha iyi yiyebilmek için.’ Ve bu sözlerle kötü kurt Kırmızı Başlıklı Kız’a saldırmış ve onu yemiş. (Perrault, 1697) Masalın sonunda Charles Perrault bir de çıkarılacak dersi eklemiştir: ’Çocuklar, özellikle iyi terbiye görmüş küçük hanımlar, asla yabancılarla konuşmamalıdır. Eğer bunu yaparlarsa, kurda güzel bir akşam yemeği sağlamış olurlar. ‘Kurt’ diyorum fakat aslında birçok değişik şekilde kurt var. Yakışıklı, kibar, sessiz, alçakgönüllü, rahat ve tatlı olan kurtlar da var ve bu kurtlar genç kadınların evde veya sokakta peşlerinde koştururlar. Ve maalesef bu centilmen olan kurtlar, içlerinde en tehlikeli olanlarıdır.’ (Perrault, 1697) Charles Perrault bu masalı genç bayanları ve onların ailelerini çarpıcı bir örnekle uyararak onlara ders vermek amacıyla yazmıştır. Günümüzde popüler olan daha birçok masalın da orijinal hali Kırmızı Başlıklı Kız masalından daha az vahşi değildir. Örneğin Külkedisi masalı üvey kız kardeşlerin parmakları, cam ayakkabıya KARAKUTU SAYI: 11

49


sığmadığı için kesilerek, Uyuyan Güzel masalı eline lanetli diken batan prensesin hiç uyanmayacağı için ailesi tarafından ormanda terk edilmesiyle sonlanır. Fakat masallar ne kadar ürkütücü olsa da insanların ilgisini çekmeyi, büyüleyici ve sıra dışı olaylara sahne olmasıyla başarmıştır. İnsanlar için inanmakta güçlük çektikleri periler, cinler ve devlerle ilgili olayları, mutlu sonlarla dolu aşk masallarını, savaşçı şövalyelerin yaşadıklarını dinlemek oldukça keyifli olmuştur. ‘Çünkü masalların başlıca amacı, bilinçaltımızda olan korkuları ve tutkuları ortaya çıkartmaktır. Gerçek olmayan karakterler ve olaylar bilinçaltımızdaki duygusal karmaşalarımızı güvenli bir ortamda dışa vurarak gerçek dünyaya rahatlamış olarak dönmemizi sağlar.’ İşte Shakespeare de tam bu noktada masallardaki olağanüstü fakat aslında basit ve anlaşılır olan olayları kendi oyunlarındaki duygularla birleştirmiş ve ortaya en ünlü piyesleri çıkmıştır. Shakespeare döneminde tiyatro batılı ülkelerin başlıca eğlence kaynaklarından biridir. En üst zümredeki soylulardan, en alttaki köylülere kadar herkesin buluştukları tek yer tiyatro salonları olmuştur. Özellikle de Shakespeare oyunları halkın her kesimi tarafından oldukça beğenilmiştir ve bu beğeni günümüze kadar devam etmiştir. Fakat Shakespeare’in bu kadar beğenilmesinin nedeni oyunlarındaki derin düşünceler veya karmaşık sorunlar değildir. Shakespeare oyunlarını hem halktan eğitimsiz birinin hem de eğitimli bir burjuvanın sevebileceği şekilde yazmıştır. Olağanüstü kahramanlar, olaylar ve ders çıkarılacak durumlarla piyesleriyle masalları anımsatmış, izleyicilerinin ilgisini çekmek adına masalların özelliklerinden yararlanmıştır. Elliot Engel bu durumu şöyle açıklar; ‘Shakespeare, piyeslerinin her birinin başlangıç sahnelerinin izleyicilere şu üç şeyden birini vaat ettiğini söyler: Doğaüstü yaratıklar, şiddet ve gençliğin cinselliği. Shakespeare toprakçıların1 zevklerini okşayacak bir şeyi hemen ortaya sürmezse onların beğenilerini kazanamayacağını biliyordu.’ (Engel) Shakespeare’in en ünlü oyunlarından olan Macbeth’in üç korkunç cadıyla başlaması da buna örnektir. Shakespeare, genellikle masallarda yer alan cadıların ürkütücülüğüyle oyunun ilk sahnesinde izleyicilerinin dikkatini çekmeyi amaçlamıştır. Shakespeare’in en ünlü piyesi Romeo ve Juliet’te de korodan sonra sahneye kılıç ve kalkanlarla Capulet ailesinin iki uşağı girer. Bu sayede de şiddet unsuru izleyicilere vaat edilmiş olur. Aynı şekilde Fırtına oyunu da denizde geçen korkunç bir fırtınayla başlar. Shakespeare’in kendine özgü dili de oyunlarının başlangıç soneleriyle izleyicilerin dikkatini çeker. Örneğin Romeo ve Juliet piyesinin başında çıkan koro hem ahengiyle hem de iki genç arasındaki aşkın imkânsızlığını anlatmasıyla izleyicileri oyuna çeker:

1 Toprakçı: Halkın en alt kesiminden olan cahil köylüler. 50

KARAKUTU SAYI: 11


‘Koro: Sahnemizi açtığımız bu güzel Verona’da Soylulukta birbirine denk iki aile Eski bir düşmanlıktan gelen yeni bir kavgada; Yurttaş kanı yurttaş elini lekeler burada. İşte ölümcül döllerinden bu iki ailenin Doğar yıldızları sönük iki talihsiz sevgili, Yürek parçalayan acı yazgılarıyla bu iki genç Ölümleriyle toprağa gömer büyüklerin kinini…’ (Shakespeare, 1594) Masallarda da durum farklı değildir. Genellikle masallar da okuyucunun ilgisini çekecek ahenkli tekerlemelerle başlar; ‘Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde…’. Shakespeare’in günümüzde ancak üniversitede konu uzmanlarıyla incelenebilen trajedilerinde de masal etkileri görülebilmektedir. Örneğin Kral Lear piyesinde kralın üç kızı vardır ve Engel Elliot bu üç kız kardeşin kişiliklerinin nasıl olduğunu küçük bir çocuk yardımıyla anlaşılabileceğini öne sürer. Küçük çocuğa hangi kız kardeşin kötü hangisinin iyi kalpli olduğunu sorarsanız kuşkusuz en küçük kardeşin iyi en büyüğünün ise kötü olduğunu söyleyecektir. Birlikte Kral Lear’ı izlemeye gittiğiniz sekiz yaşındaki çocuk masalları bilir. Bir masalın kahramanları arasında üç çocuk varsa bunlardan büyük olan ikisinin kötü, en küçüğünün ise iyi niyetli olduğunu da bilir. Külkedisi’nde de başka masallarda da durum aynıdır: Üç çocuktan büyük olan ikisi ya aptal ya da kötü niyetli ( ya da ikisi birden) olur, en küçüğü ise akıllı ve iyi yüreklidir. Shakespeare okuması yazması olmayan insanlara izleyecekleri piyesin çok iyi bildikleri masallardaki motifler üzerine kurulmuş olduğunu söylüyordu.’ (Engel) .Shakespeare trajedileri de aslında oldukça basittir. Başlangıçta üst zümrede olan birinin düşüşü anlatılmaktadır. Engel Elliot’un Shakespeare incelemesinde bu trajedilerinin kaynağının Humpty Dumpty masalı olduğu öne sürülür. Duvarda oturan bir yumurtanın yere düşüp kırılması anlatılan bu masal herkes için en anlaşılır trajedi örneğidir. Bir yumurta eğer bir duvarın üstündeyse oradan düşeceği tahmin edilmesi zor bir şey değildir. Romeo ve Juliet trajedisinde de Romeo seçebileceği birçok genç kız arasından düşman ailenin kızına âşık olarak talihsiz sonunu hazırlamış olur. Shakespeare, piyeslerinin çoğunda olağanüstü kahramanlar yer almaktadır. Genellikle masal öğeleri olan periler, cinler, cadılar Shakespeare oyunlarının da vazgeçilmez öğelerindendir. Bu en çok da ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ oyununda görüKARAKUTU SAYI: 11

51


lür. Oyun, Hermia ve Lysander adında iki sevgilinin kavuşamayıp kaçışlarını anlatır. Ormanın derinliklerinde geçen kaçış yolculukları ve peşlerine takılan diğer kahramanlar masallardaki maceralı yolculukları andırmaktadır. Oyunda olaylar karmaşık aşk ilişkileri üzerinedir. Hermia’nın babası Egeus, kızının Lysander ile evlenmesini uygun bulmayarak onu Demetrius ile evlendirmiştir. Atina dükü Thesus da bunu uygun bulmuştur. Fakat Hermia’nın en yakın arkadaşı Helena da Demetrius’a âşıktır. Bu nedenle Helena, Hermia ve Lysander’ın kaçışlarını, Demetrius’un gözüne girmek için ona söyler. Böylece Hermia ve Lysander ormana kaçtıklarında, Demetrius da peşlerinden, Helena’da onun peşinden gider. Fakat tam bu sırada ormanda periler kralı Oberon ve periler kraliçesi Titania kavga etmektedirler. Oberon büyülü bir çiçeği Titania’nın gözüne sürer böylece Titania uyandığında gördüğü ilk kişiye âşık olacaktır. Aynı çiçeği Helena’ya eziyet eden Demetrius’un da gözüne sürmek ister ve bu iş için yardımcısı Puck’ı görevlendirir. Puck sakar, yaramaz bir peridir ve bu büyülü çiçeği yanlışlıkla Lysander’a sürünce her şey karışır. Bir Yaz Gecesi Rüyası piyesi periler ve büyülerle ilgili olağanüstü olaylarla izleyicilere hayal ve gerçeğin ayırt edilemediği bir yolculuğu anlatır. Bu nedenle de izleyicilere bir masalın tiyatro sahnesine taşınmış hali gibi gelmektedir. Oyun Puck’ın şu repliğiyle biter;

‘Biz gölgeler, kusur işlediysek eğer, Şöyle düşünün ve bizi hoşgörün: Bu hayaller görünürken sahnemizde, Siz de biraz kestirdiniz yerinizde.’ (Shakespeare, 1600) Masalların özelliklerinden hayal ürünü olmalarının yanında olay örgüsü içinde geçen tesadüfler de oldukça önemlidir. Jack ve Fasulye Sırığı adlı masalda, Jack’in ineğini tesadüfen sihirli fasulyeler karşılığında satması masallara özgü bir tesadüf örneğidir. Shakespeare’in Kış Masalı adlı piyesinde de tesadüfler oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Sicilya kralı Leontes oldukça kuruntulu biridir ve karısı olan kraliçe Hermonie’nin onu Bohemya kralı Polixenes ile aldattığını sanar ve doğan kızı Perdita’yı bu nedenle uzak bir ülkeye bıraktırır. Fakat tesadüfen Perdita’nın daha bebekken bırakıldığı ve büyüdüğü ülke Bohemya’dır ve yine tesadüfen Bohemya prensi ,(Kral Polixenes’in oğlu) Perdita’ya aşık olur. Shakespeare’in daha birçok piyesinde, bunun gibi olay örgüsünü derinden etkileyen tesadüfler yer almaktadır.

52

KARAKUTU SAYI: 11


Masalların en önemli özelliklerinden bir diğeri de mutlu sonla bitmeleridir. Masalların çoğu âşıkların kavuşarak sonsuza dek mutlu yaşamaları, hakkı yenilenlerin haklarını elde etmeleri, kötülerin cezalandırılmaları ile biter ve okuyucu bu sayede içi rahatlamış bir şekilde ilahi adalete inanır. Shakespeare’in birçok piyesi mutsuz bir sonla hatta ölümle bitmesine rağmen Kış Masalı, On İkinci Gece ve Yeter ki Sonu İyi Bitsin piyesleri gibi daha birçok piyes iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği şekilde biter. Yeter ki Sonu İyi Bitsin piyesinde başkahraman Helena bütün oyun boyunca sonunun iyi bitmesi için uğraşır ve çözülemeyecek gibi gözüken pek çok problemi çözerek sonun mutlu olmasını sağlar. Shakespeare 400 yıldır piyes ve soneleriyle dünyaca tanınmış, okur ve izleyicileriyle duygusal bir bağ kurmuş en büyük yazarlardandır. Kendine özgü üslubu ve konuları ele alış biçimi onu ölümsüz bir sanatçı haline getirmiştir. Klasik masallardan yararlanarak her kesimden insanla oyunları aracılığıyla iletişim kurmayı başarmış, aslında masallar kadar anlaşılabilir olan olay örgüsünü duygusallıkla birleştirmiş izleyicileri oyunlarına hayran bırakmıştır.

melis MERİÇ 11 A

Kaynakça Behind The Happily-Ever-After:Shakespeare’s Use of Fairy Tales and All’s Well Ends Well. Rawnsley, Ciara. 2013. University of Western Australia : Firenze University Press, 2013. Burton, Robert. (1990 [1621]. The Anatomy of Melancholy. Oxford : N.K. Kiessling,T.C. Faulkner and R.R.L Blair,Oxford,Clarendon Press, (1990 [1621]. Engel, Elliot. William Shakespeare. Oscar Nasıl Wilde Oldu? http://bykitap.blogspot.com.tr/2013/01/bir-yaz-gecesi-ruyas.html. http://www.sorubak.com/blog/masal-turunun-tarihi-gelisimi.html. Perrault, Charles. 1697. Little Red Riding Hood. Histoires ou contes du temps passé, avec des moralités: Contes de ma mère l’Oye. Paris : yazarı bilinmiyor, 1697. Shakespeare, William. 1600. Bir Yaz Gecesi Rüyası. İngiltere : yazarı bilinmiyor, 1600. —. 1594. Romeo&Juliet. Ingiltere : yazarı bilinmiyor, 1594.

KARAKUTU SAYI: 11

53


54

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

55


56

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

57


58

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

59


60

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

61


62

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

63


64

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

65


66

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

67


68

KARAKUTU SAYI: 11


KARAKUTU SAYI: 11

69


70

KARAKUTU SAYI: 11


dönüşüm Franz Kafka’nın ‘’Die Verwandlung’’ adlı öyküsü ‘’Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” cümlesiyle başlar ve birçok tartışmaya sebep olur. Elbette ki bu tartışmalar kitabı yalnızca bir kitap olmaktan çıkarıp kitaptan da öte, üzerinde kafa yorulması gereken bir konuya dönüştürür. Öykünün yarattığı tartışmalardan biri öykünün adıdır. Almancadan ‘Değişim’ ve ‘Dönüşüm’ olarak çevrilen bu öykünün bence asıl adı ‘’Dönüşüm’’ olmalıdır. Bunun nedeni ise başkahraman Gregor Samsa’nın bir sabah uyanıp kendini değişmiş olarak değil tamamen başka bir türe dönüşmüş olarak bulmasıdır. O insansı özelliklerini yitirmiştir. İşte bu noktada ise ikinci tartışma sorusu sorulabilir: Böcekleşmek ve insani özelliklerini kaybetmek bir işkence midir yoksa bir kurtuluş mu? Öykü ilk okunduğunda, Gregor işinden atıldığı ve herkesi kendinden uzaklaştırdığı için böcekleşmek bir işkence gibi görünebilir. Ancak öykünün derinlerine inildikçe bunun bir işkenceden çok insanları makineleştiren, çıkarcı ve bencil hale getiren kapitalizmden bir kurtuluş olduğu anlaşılabilir. Gregor ailesini destekleyebilmek ve kız kardeşinin eğitimine katkı sağlamak için çalışmak zorundadır ve bu nedenle aileden başka kimse çalışmaz. Fakat Gregor ‘’kurtulduğunda’’ ailesindeki herkes çalışmaya itilmiştir. Aslında bu öykü tüm bunların yanı sıra insan davranışları üzerine çok tutarlı gözlemler içeriyor. Örneğin Gregor’un kız kardeşi hem kız olduğu, hem de ailenin en küçüğü olduğu için itiliyor. Ancak Gregor’un ‘’dönüşümünden’’ sonra onun odasına girebilen tek kişi olduğu için aile içinde sözü geçmeye başlıyor ve Gregor ile ilgili konularda ona sorulmadan hareket edilmiyor. Gregor’un patronu ise para kazanmasında rolü olan binlerce kişiden biri gelmedi diye Gregor’un evine geliyor ancak Gregor’un halini görünce hiçbir şey demeden kaçıyor. Bana sorulursa bu uzun öykü, Küçük Prens, Martı Jonathan Livingston veya Mavi Tüy gibi çok sığ ve yüzeysel bir şekilde okunabilirken üzerinde düşünülürse okuyucuyu hayatı boyunca etkileyebilecek, güçlü bir eser. Franz Kafka ise bu güçlü eserin arkasında güçlü kalemi ve derin imgeleriyle bizi bir düşünce ve duygu seline davet ediyor.

ada DÖNDER 9C

KARAKUTU SAYI: 11

71


franz kafka - dönüşüm Franz Kafka’nın kapitalist sistemi anlatan romanı Dönüşüm birçok farklı açıdan, birçok farklı anlamda yorumlanabilir. Kafka’nın özel hayatından belirgin izler taşıyan uzun öyküde yazarın yaşadığı ortamdaki ana yönlerin hepsi – otoritenin baskısı gibi – öyküde karakter, olay veya objelerle simgelenmiştir. Dönüşüm, yazıldığı zamana özgü bazı nitelikler taşısa da her insanın hayatında kolayca yer bulabilecek sorunlar işlendiği için her nesle hitap edebilen zamansız bir eserdir. Dönüşüm’ün yalın anlatımı Kafka’nın roman değil öykü yazmak istediğini bir kez daha belirtmiştir. Öyküdeki olaylar ve simgeledikleri toplumsal sorunların yeterince açık olması yazarın mesajının okuyucuya net ve derin bir şekilde ulaştığını garantilemiştir. Neredeyse her karakter ve olay Kafka’nın hayatındaki önemli yönleri simgeler : babanın otoriter tutumu, annenin tükenmeyen şefkat ve merhameti, kız kardeşine olan sevgisi gibi. Yazarın hayatında babası her zaman ana güç, otorite olmuştur ve zaten fiziksel olarak zayıf ve güçsüz olan Kafka, babasının baskıları altında daha da fazla ezilmiştir. Üç kız kardeşini de toplama kamplarında kaybeden yazarın hayatında genel olarak her zaman kendi isteklerine ters düşen bir baskı mevcuttur, ayrıca yazar hayatını çok kısıtlı bir alanda – sadece bir meydanı saran sokaklarda – geçirmiştir ve bu bunaltıcı faktörlerin altında yazarın bunalım ve benzer hisleri yaşaması doğaldır. Öyküde bunun dışında ülkedeki kapitalist sistemin nasıl insanı tutsak ettiğine değinilir: kahraman Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini böcek olarak bulsa da kafasındaki en önemli sorun işe geç kaldığı ve patronunu kızdırmadan nasıl yetişeceğidir. Gregor Samsa aslında kapitalist bir dünyada yaşayan tipik insanın genellemesidir; işten-eve evden-işe bunaltıcı bir hayatı vardır ancak bu sistemden kurtulamaz, çarkların arasında tıkanıp kalmıştır ve bir şekilde ülke ona çalışmanın onun temel vazifesi olduğunu ve ülkenin ekonomik iyiliğinin kendi isteklerinden daha önemli olduğu düşüncesini benimsetmiştir. Buna karşı duranlar, sistemden dışarı çıkanlar bir “böcek” gibi ezilip kenara itilirler. Hikâyede neden Gregor’un böcek olduğu hiçbir zaman açıklanmaz ancak belki de ne kadar işi ve ailesini geçindirmek temel prensibi olsa da içinde tüm bunlardan sıyrılıp insanca bir hayat yaşama isteği vardı. Bu da hikâyede arzuladığı hayatı temsil eden kadın tablosuna bağlılığını açıklar. Annesi ve Grete’in odasını temizlerken bu tabloyu da almalarına şiddetle karşı çıkması, içinde yaşadığı toplumun asıl hayalini kurduğu yaşamı elinden almaya çalışmasına ve karşı çıkınca da Gregor’un çok sevdiği Grete’in ona bakış açısının değişmesi gibi hayatında önemli şeyleri kaybedeceğine bir imge olabilir.

72

KARAKUTU SAYI: 11


Grete aslında hikâyede Gregor kadar üzerinde konuşulacak bir karakterdir. Kitabın adı Dönüşüm’dür ve bunun en belirgin örneği Gregor’un böcekleşmesi olduğundan çoğu okur başlığı bununla bağdaştırır ancak Gregor kitaba zaten böcek olarak başlamıştır ve belki de asıl dönüşüm diğer karakterlerdedir. Gregor böcek olma durumundan dolayı işe gidemeyince aile zor duruma düşmüştür, bunun üzerine her birey kendine göre bir iş bulmuş ve ayrıca Gregor’un yanındaki odayı da üç adama kiraya vermişlerdir. Bu yeni düzen her aile bireyini bir şekilde değiştirmiştir: Baba her zamankinden daha yorgun oluyordur ve bunu belli etmemeye çalışarak yaşlılığı reddetmiştir, anne bitik ve solgun görünümdedir ve bu durumda daha dinç ve güçlü olan Grete’in sözü geçmeye başlamıştır evde. Öyle ki bu olayın Gregor açısından iyiliği tartışılabilir çünkü hikâyenin başında Gregor’un en sevdiği ve merhamet gösterdiği insan olan Grete annesinin bayılmasından sonra Gregor’a yardım etmeyi kesmiş ve ona böcekmiş gibi davranmaya başlamıştır. Artık içinde insanlık kaldığına inanmamaktadır ve hikâyenin sonunda da herkes için daha iyi olacağını söyleyerek Gregor’un ölmesinin en doğru şey olacağını söyleyen odur. Bunu söylerken de Gregor’un onları düşünseydi şu ana kadar evden gidip ölmüş olacağını söyleyip Gregor’u suçlamıştır. Grete ve ailenin geri kalanının Gregor’a verdikleri değer giderek azalsa da Gregor’un onlara olan sevgisi hiç değişmemiştir. Bu da Franz Kafka’nın gerçek ailesinin tüm baskılarına ve ona çektirdikleri zorluklara rağmen eksilmeyen sevgisinin simgeleştirilmiş hali olabilir. En nihayetinde kitaptaki asıl değişimin Gregor’un böceğe dönmesi değil, Grete’in şefkatli tutumunun bir anda acımasız bir hal alması olduğunu söylemek yanlış değildir. Dönüşüm’de hem yazıldığı sanayi döneminden hem de Kafka’nın kişisel hayatından derin ve belirgin izler görürüz ve anlarız ki ikisinde olan olaylar Kafka’nın hayatının temellerini oluşturmuştur. Dönüşüm, “modern dünyada” insan kalmak isteyen ancak kapitalist sistemin istekleri altında ezilen ve bir anlamda çarktan atılan, “devre dışı bırakılan” bireyin yazısıdır. Bu öykünün esinlendiği dünyada, Kafka’nın dünyasında, iki seçeneğiniz vardır: Ya devletin sizi tek tipleştirmesine izin verip sürüye katılırsınız ya da yere düşürülüp sürünün altında ezilirsiniz.

lara YENER 9C

KARAKUTU SAYI: 11

73


dönüşüm eser inceleme Bu kitapta Gregor Samsa’nın basitçe böceğe dönüşümü anlatılmıştır.Kitaba doğrudan bir giriş yapılmıştır. Gregor Samsa aniden bir sabah böcek olarak uyanmıştır. Vücudunun böceğe dönüşümü gerçekleşirken Gregor zihinsel olarak insani düşüncelerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Benim bu kitapta asıl ilgimi çeken şeylerden biri Gregor’un uyandığı sabah böceğe dönüştüğünü garipsememesi hatta işe gitmeyi bile düşünmesi. Ben bunu Gregor’un insan vücudundayken zaten böcekleşmiş, monoton bir yaşamı olmasına bağlıyorum. Gregor böcek olarak uyanmadan önce sevmediği bir işte ailesi için bir bakıma zorunlu olarak çalışmaktaydı. Hayatında çalışmaktan başka yapacağı hiçbir şey yoktu. Bir böcek olarak uyanmak işte bu nedenle onu bu kadar şaşırtmadı. Ne kadar ironik olsa da aslında Gregor’un böceğe dönüşümü onu zaten böcek zihniyetinde yaşadığı hayatından bir bakıma kurtardı. Sevmediği işine gitmek zorunda kalmadı. Bu, durmaksızın hareket eden ve ekonomik olarak güçsüz bireyleri içine alan çarkın bir parçası olmaktan kurtardı. Şu ana kadar ne kadar Gregor Samsa’dan bahsetmiş olsam da kitapta sadece Gregor’un dönüştüğünü söyleyemem. Gregor’un sevgili, iyi kalpli, yardımsever kardeşi Grete de aslında büyük bir dönüşüm yaşamıştır. İlk başlarda annenin ve babanın korkudan Gregor’un odasına giremediği zamanlarda muhtemelen o böceğin hala eski abisi olduğuna inanarak girebilen, abisine yemek getiren, odasını temizleyen Grete belli bir süre sonra evde otorite kazanmış ve abisinin infazını isteyecek duruma gelmiştir. Kısacası bu kitapta sadece Gregor Samsa dönüşüm geçirmemiştir. Gregor ile birlikte ailesi de büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Bu süreçte ailenin Gregor’a olan duyguları ne kadar değişse de Gregor öldüğü ana kadar ailesine hep sevgi dolu yaklaşmıştır. Babasının attığı elmanın Gregor’un kabuğuna saplanmasından tutun istenen infazına kadar birçok şeyden yola çıkarak yazar Franz Kafka’nın aile ilişkileri ve kendi hayatına bakışı ile ilgili birçok bilgiye sahip olabiliriz. Ben kitabı çok sevdim.Gerçekten okuyucuyu görünenin altını kazmaya zorluyor. İnsanı sadece sözlere değil sözlerin altında yatan anlama bakmaya yöneltiyor.

74

KARAKUTU SAYI: 11

milen irem AYDEMİR 9C


dönüşüm Franz Kafka tarafından yazılmış bir dünya klasiği olan Dönüşüm 20. yüzyılın toplum yapısını, sosyo-ekonomik durumunu ve hayat koşullarını sade ama bir o kadar da derin anlatımıyla okuyucuların gözleri önüne serip onları etkilemeyi başarmıştır. Kafka kitabın ana karakteri Gregor Samsa’nın başına gelen talihsizlikleri, acı ve trajedilerle dolu yaşamını bir uzun öykü örneği ile okuyucuya aktarmıştır. Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini yatakta dev bir böceğe dönüşmüş halde bulur. İlk önce gözlerine inanamaz ama kısa bir süre içerisinde bu acı gerçeği kabul etmek zorunda kalır. Bir süre sonra Gregor’un o sabah işe gitmediğini fark eden diğer aile fertleri büyük bir endişeye kapılırlar ve onu odasından dışarı çıkarmaya çalışırlar. Gregor ilk başta odasından dışarı çıkmakta direnir ama en sonunda ailesinin ve patronunun ısrarlarına daha fazla dayanamaz. Sonunda dışarı çıkarak herkesi şok edecek ve bir o kadar da korkutacak görüntüsüyle baş başa bırakır. Öykünün başında Gregor’un, odasının kapısını gece yatmadan önce içerden kitleme gibi bir alışkanlığı vardı. Bu alışkanlığını uzun iş seyahatlerine çıktığı zamanlarda kendini güvende hissetmek ve korumak için edinmişti. Bir insanın kendini en güvende hissedeceği ve her durumda sığınmak isteyeceği yer eviyken bir alışkanlık olsa dahi kapısını kilitlemesi aynı çatı altında yaşayan bireyler arasında bir güvensizlik ortamı olduğunu göstermektedir. Hikayenin ilerleyen kısımlarında ise kapı dışarıdan kilitlenmeye başlamıştır. Daha önceden Gregor’u içeride güvende hissettiren bu durum tam tersine dönmüş ve onu bir tutsak haline getirmiştir. Bu kısımda yazar sanayileşmenin ve makineleşmenin getirdiği kontrolcülüğü ele almıştır. Kilidi açacak anahtar kimin elindeyse kontrolda onun elindedir Yani paraya ve lüks hayata açılan kapının ardındakilerden faydalanmak isteyenler anahtarın sahibine itaat etmek zorundadırlar. Kitaptaki diğer önemli bir nokta ise Gregor’un asla vazgeçemediği odasının duvarında asılı olan kürk mantolu kadının fotoğrafıdır. Grete odayı temizlerken o çok sevdiği ve onu hala insan hissettiren çalışma masasını götürürken bile ses çıkarmazken o küçücük fotoğrafı korumak uğruna annesinin onu görmesini umursamadan saklandığı yerden çıkmayı göze almıştır. Kafka bu kısımda insanın elinde olan her şeyi kaybetmeye göz yumsa da hayallerine sımsıkı sarılı olduğunu vurgulanmıştır. Gregor için o fotoğraf da yaşamak istediği hayatı simgeliyordu ve ona bir umut ışığı oluyordu.

KARAKUTU SAYI: 11

75


Kitap boyunca Gregor hariç bütün karakterlerin birbirlerine davranışlarında değişimler meydana gelmiştir. Ailesi Gregor’a ne kadar kötü davransa da Gregor’un onlara olan sevgisi hiç azalmamıştır. En büyük değişimi ise Grete yaşamıştır. Gregor’un yokluğunda evin tüm kontrolünü ele geçirmiş ve kimsenin yaptıklarına karışmasına izin vermemiştir. Abisi onu sanat okuluna ne olursa olsun göndereceğini söylemek için babasından korkmadan odasından çıkıp salona girmeyi göze almışken Grete Gregor’u yanıltmış, onu hayata bağlayan kapının anahtarıyken aslında ölüm fermanını imzalatacak olan kaleme dönüşmüştür. İşte bu kısımda asıl dönüşümü Grete’in geçirdiğini anlıyoruz. Görüntü olarak hala insanken ruhsal olarak sadece kendini düşünen, bencil bir canavara dönüşmüştür. Gregor’un ölümünden sonra ailenin kendi arasında konuşup yokluğundan aslında çok etkilenmeyeceklerine karar vermeleri ise insanlığın ve sevginin tamamen öldüğünü göstermektedir. Anne ve baba Gregor’un ölümünden sonra Grete’e daha başka gözle bakıp onun büyüyüp güzelleştiğini fark etmeleri ise Samsa ailesi için Grete’in yeni para kaynakları olacağının habercisi olmuştur. Bu kitap bende insanların her geçen gün kendilerinden bir parça kaybedip, insanlıktan uzaklaştıklarını adeta birer böceğe dönüştükleri izlenimi bırakmıştır. Geliştirdiğimiz her makineyle birlikte ‘satın al, tüket ve yenisini al’ döngüsü içerisinde sıkışıp kalmışızdır. Bir çılgınlık haline gelen bu durum yüzünden mantıklı düşünme ve sorgulama yetimizi kaybetmişizdir. Kapitalizme hiç karşı çıkma hakkı olmayan adeta ona hizmet etmek için yaşayan hizmetçilere dönüşmüşüzdür. Charlie Chaplin’in yazdığı ve oynadığı Modern Zamanlar filmi ise bu romanla birçok noktadan aynı konuya değinmiştir. Filmin başındaki koyun sürüsü ve Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesi insanların düşünme yeteneği ve söz hakkı olmayan, sadece kendilerine verilen emirleri sorgusuz sualsiz yerine getiren canlılara dönüştüğünü kısaca insanların tek tipleştiğini göstermektedir. Charlie Chaplin’in canlandırdığı işçinin en sonunda delirip polisler tarafından kovalanmasına rağmen o telaşla bile fabrikaya giriş çıkış saatini belirtmek için biletini işaretlemesiyle, kitapta Gregor’un böceğe dönüşmesinden çok işe geç kalma korkusuyla panik yapması zaman kavramının insanlarda ne kadar büyük bir korkuya sebep olduğunu vurgulamıştır. İki karakter de kapitalizmin getirdiği ağır yükler altında diğer tüm yoksul ve alt sınıflardakilerle birlikte zengin ve burjuva sınıfındakiler tarafından adeta bir ‘böcek’ gibi ezilmişler, görünmez olmuşlardır. Herkes varlıklarının farkında olmuş ama yollarına çıkmadıkça onları umursamamışlar, kendilerini gösterdikleri ve göze batmaya başladıklarında ise onları yok etmişlerdir. Böylece karakterlerin temsil ettiği kişiler modern zamanların modern köleleri olmuşlardır.

naz TUNÇ 9A 76

KARAKUTU SAYI: 11


dönüşüm Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı uzun öyküsü ilk başta mantığa aykırı gelse de özünde kapitalizmi ince bir dille eleştiren ve insanlığın acınılası kayıplarını gözler önüne seren bir kitaptır. Kitap Gregor Samsa’nın bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini böcek olarak bulmasıyla başlar. Kitabı okumadan önce böcekleşmenin aşama aşama olacağını sanmıştım. Kafka beni yanıltarak fiziksel dönüşümü anında gerçekleştirmiş fakat kahramanımızın insancıl zihnini ölüm anına dek dönüşümden korumayı başarmıştır. Franz Kafka’da dikkatimi çeken Gregor Samsa ile benzerlikleri oldu. Kafka’nın babası da Gregor’un babası gibi otoriter ve baskıcı. İkisinin de anneleri hayatlarındaki şefkati ve sevgiyi temsil ediyor ve her ikisi de kapitalist sistemin tutsağı olmuşlar. Bana göre Kafka bu kitapta bir nevi onu boğan bu rejimden kaçış hayalini anlatıyor. Ama bu hayali, peşinden gelecek ağır sonuçlar nedeniyle gerçekleşemiyor. Romanda birçok ayrı kavram ve konuya değinilmiş ancak bu konulardan beni en çok etkileyen şey dönüşümdü fakat yazar burada bize bir oyun oynamış. Okuyucudan gerçek dönüşümü saklamış. Birçok okuyucu asıl dönüşümün ana karakterimizin bir böceğe dönüşmesi zannedebilir ama bana göre asıl dönüşümü Gregor değil, ailesi geçirmiştir. Gregor’u yakından incelerseniz sadece fiziksel olarak dönüştüğünü gözlemleyebilirsiniz. Roman boyunca ailesine olan sevgisi ve sadakati değişmemiş olan Gregor zihnen insan kalmıştır fakat aile üyeleri için tam tersi bir durum söz konusudur. Gregor’un kız kardeşi Grete ilk başlarda merhametli ve düşünceli olmasına rağmen ilerleyen bölümlerde sanatçı ve değişken yapısı nedeniyle merhametsiz, iki yüzlü ve otorite sahibi olan birine dönüştü. Babası ise ailenin bütün yükünü oğluna yüklemekle kalmayıp Gregor’a böcek muamelesi yapıyordu. Her ne kadar Gregor’a olan tutumlarını değiştirmemiş olsa da Gregor artık işe gidemediğinden onun yerine babası çalışmaya başlamıştır. Aralarında en az değişen ise Gregor’un annesi olmuştur. Annesi, roman boyunca Gregor’u. fiziksel dönüşümü nedeniyle bariz bir tiksinti duymasına karşın oğluna her zaman merhamet ve sevgiyle yaklaşmıştır. Her ne kadar Gregor’un ölümü üzerine diğer aile üyeleri kadar rahatlamış olsa da yine de Gregor’u korumak istemiştir. Annede görülen en büyük dönüşüm onun da diğer aile üyeleri gibi bir işe girerek kapitalist düzenin kölesi olmasıdır.

KARAKUTU SAYI: 11

77


Romanda işlenen bir diğer konu ise insanın kendine ve topluma yabancılaşmasıdır. Gregor yıllarca sevmediği bir işte çalışmış, buna rağmen istediği hayata kavuşamamış, kız kardeşini de müzik okuluna gönderememiştir. Bu kadar yıl çalıştıktan sonra sistem onu benliğini bırakmaya ve tek işi çalışmak olan duygusuz bir makineye dönüşmeye zorlamıştı. Bundan kaçmak isteyen Gregor sistemden kurtulmuş fakat bedelini toplumdan dışlanarak ödemiştir. Bu durum bana üzücü geliyor çünkü Gregor sadece hayallerini yaşamak istemişti ama işçi sınıfından olduğu için hayatını ve benliğini ondan daha zenginlerin hayalleri ve refahları için harcamak zorunda bırakıldı. Kapitalist sistem sayesinde belki bazı insanlar çok para kazandı ama bu süreçte insanlıktan da çok şey kaybedildi. Bu sistem herkese parmaklıklar taktı. Bütün insanoğlunu tutsak etti. Franz Kafka’nın dediği gibi:”Herkes beraberinde taşıdığı parlaklığın ardında yaşıyor.” Kimilerinin özgürlüğü parayla kısıtlanır, kimininki zamanla. Gregor, zaman ve para parmaklıklarının ardında yaşıyordu. Gregor’un bütün hayatı saatin tik taklarıyla belirlenmiş, tek amacı para kazanmak olan bir döngüden ibaretti. Bu yaşamdan kim kaçmak istemez ki? Gregor denedi ve çareyi dönüşümde buldu. Ama bedelini ağır ödedi.

sena ecem ALTUN 9C

78

KARAKUTU SAYI: 11


dönüşüm Dönüşüm, Gregor Samsa’nın yatağında bir böcek olarak uyanmasıyla başlar. Gregor Samsa bu dönüşümü oldukça sakin karşılar. Kitapta olaylar sonuçtan nedene doğrudur. Dönüşümün nedeni rutin hayattan, makineleşmeden kurtulma isteğidir. Belki de dönüşüm kapitalist dünyadan kurtulma, özgürleşme sorumluluklardan kurtulmak için tek çözümdür. Samsa’nın dönüşümü kendisinin olduğu kadar ailesinin hayatın da değiştirir. Onu görmeye katlanamayan ailesi Samsa’yı odasına kapatır. Her zaman içten kilitlenen odası artık dışardan kilitlenerek özgürlüğü kısıtlamış olur. Bu ayrıca otoriteye uymayanların parmaklıkların arkasında yaşamak zorunda olduğunun da göstergesidir. Samsa’nın kız kardeşi onun ihtiyaçlarını karşılar çünkü onun odasına girmeye cesaret edebilen tek kişi odur ve bu onun zamanla evdeki otoritesini de artırır. Gregor çalışırken yaşlı, dayanıksız gibi davranan babası kendine bir iş bulur ve eski halinden bir iz kalmaz. Baba Gregor’a en sert davranan aile bireyidir, herhangi bir hatasında onu incitmekten kaçınmaz ve Gregor babasının davranışlarını, eleştirilerini içselleştirir ve bu kitabın yazarı Franz Kafka’da da aynıdır. Sinirli, otoriter bir babası olan Franz Kafka bunu kitabını yazarken de kullanmıştır. Zamanla Grete de kardeşinin odasına gelmemeye, ihtiyaçlarını karşılamamaya başlar. Grete’nin dönüşümü Samsa’nın odasındaki kürklü kadın tablosunu kız kardeşinin götürmek istemesiyle başlar. Samsa için o tablo hayalleri, yaşamak istediği hayatı temsil eder ve dönüşmesine rağmen hala umutları vardır, bu yüzden tabloyu götürmelerine izin vermez. Gregor’un, kız kardeşinin otoritesine uymamasıyla kız kardeşiyle arası eskisi gibi olamaz. Gitgide Gregor’un çaresizliği artar ölüme yaklaşır. Grete ve babası da artık onun ölmesi gerektiğine karar verir fakat annenin Gregor’a olan şefkati, Grete ve babası kadar çabuk tükenmez. Gregor’un infazı fikri Grete’den çıkar ve Grete aileyi örgütleyen kişi olur, bunu çözmesini ailesi yine Gregor’dan bekler. Sonunda Gregor ölür, ölümü bir insandan farksız olur. Dönüşümünden önce birbirlerine bağlı olan aile, Gregor’un ölümü karşısında sevindiklerini göstermeseler de tam anlamıyla üzülüyor değiller. Aile büyük bir yükten kurtulmuş gibi geleceğe dair plan yapmaya başlar ne var ki bu büyük yük aslında dönüşümünden önce onları besleyen, geçindiren aile bireylerinden başkası değildir. Samsa belki hayatın getirdiği sorumluluklardan, rutinden, makineleşmeden kurtulmak için dönüşüm geçirmiştir fakat yaşam otoriteye uymayanları infaza sürükler.

sera KUZUCAN 9C KARAKUTU SAYI: 11

79


dikkat çekmemek hayatta kalmak demektir Dönüşmek, değişmek, yabancılaşmak, ötekileşmek ve farklı olduğun için toplum tarafından dışlanmak. Kafka’nın yaşarken yayımlanan nadir kitaplarından olan ‘’Dönüşüm’’ özet olarak bu kavramları anlatıyor. Daha ilk cümlesinden etkilendiğim bu başyapıt beklediğimin çok üst seviyesindeydi. Üstüne günlerce, haftalarca konuşulacak ve düşünülecek bir konusu, mesajı var. Öyle ki haftalarca sınıfta işlediğimiz bu uzun öyküyle ilgili hala söyleyecek sözüm, sorgulayacak sorum var. Her bölüm, her düşünüldüğünde farklı bir alam kazanıyor, her okunduğunda altında yatan anlamlar ortaya çıkıyor. Benim çok etkilendiğim ve kitabı heyecanla okumamı sağlayan işte o ilk cümle: ‘’ Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu.’’ Sayfalar ilerledikçe bu cümle gibi beni etkileyen cümleler buldum. Kitap ne kadar etkili başladıysa bu etki kat kat artarak devam etti. İlk bölümde Gregor’un korkusu anlatılıyor. Ancak bu korku Gregor’un böceğe dönmüş olmasından değil işe geç kalmasından kaynaklanıyor. Gregor bu olağanüstü durumunu bile göz ardı edebilecek kadar kendine yabancılaşmıştır. Kitapta her ne kadar Gregor’un bir ‘’böceğe’’ dönüştüğü belirtilse de orijinal kelime olan ‘’ungeziefer’’ kelimesinin anlamı kurban edilmeye uygun olmayan kirli hayvandır. Kafka bir mektubunda kapakta böcek resmi olmamasını istemiştir. Bu Kafka’nın Gregor’un dönüştüğü yaratığın ne olduğu hakkında bilgi vermemek istediğini gösterir. Ancak bana göre de toplumun dışladığı, hiç saydığı ve ezdiği bir birey en iyi böcek metaforuyla anlatılabilir. Örneğin, Gregor’un konuşmasının bir böcek vızıltısı olarak duyulup anlaşılmaması aslında Gregor’un insanken de iletişim kuramadığını ailesi tarafından dinlenmediğini gösterir. Kitabı okumadan önce ne bu kadar büyük bir eser ne de bu kadar iyi bir yazarla karşı karşıya olduğumun farkındaydım. Kitabı okurken kendimi Gregor’un yerine koymaya çalıştım ve toplumdan, insanoğlundan tiksindim. Daha doğrusu farklıyı dışlayan, güçsüzü ezen toplumdan tiksindim. Özellikle kitabın sonunda Gregor’un ‘’intihar’’ etmesi, toplum yüzünden canına kıyması beni çok düşündürmüştü. Çünkü sistem o kadar kuvvetliydi ki farklı olana, öteki olana yaşama imkanı sunmamıştı. Gregor’un bir böceğe dönüşmesi her ne kadar olumsuz bir olay olsa da belki de onun süper egodan ve otoritenin hâkimiyetinden kurtulmasının tek yoluydu. Zorla ve istemeyerek yaptığı işten, eve geldiğinde sözlerinin önemsenmediği, Gregor’u değersiz bulan baba otoritesinden kurtulmanın tek yoluydu. Gregor böceğe dönüştüğü zaman aslında çalışmayan baba çalışmaya başlamıştır. Bir anlamda Gregor babasının çalışmasına neden olmuştur. 80

KARAKUTU SAYI: 11


Romanın diğer karakterlerinden bahsetmek gerekirse astımı olduğu belirtilen anne sadece babanın söz sahibi olduğu ailede ikinci planda kalma rolünü oynamaktadır. Grete ise bana kalırsa kitaba adını veren karakterdir. Başta Gregor’a yardım ederken ve ona üzülürken eserin sonunda dönüşüme uğramış, değişmiş ve Gregor’un Samsa ailesiyle daha fazla kalamayacağını söyleyen ilk kişi olmuştur. Gregor bunun üzerine ölmeyi seçmiştir. Bana göre Dönüşüm insanı okurken düşündüren, metaforların olağanüstü yerinde ve güzel kullanıldığı, birden fazla kez okunmak istenecek bir eser. Ben bu eseri okuduktan, Kafka ile ilgili bilgiler edindikten sonra, en son olarak da ‘’Modern Zamanlar’’ filmi ile ilişkilendirerek sonra kitabı ve vermek istediği mesajı anladığıma inanıyorum. Herkesin kesinlikle okuması gerektiğine inanıyorum. Hayata ve topluma karşı bakış açınızı değiştirecek, çoğu olayda aklınıza gelecek, başkalarıyla tartıştıkça tekrar okuma ve yeni anlamlar katma isteği yaratacak bir başyapıt.

serena UZUNOĞLU 9C

KARAKUTU SAYI: 11

81


uzun ihsan efendi’nin fantastik dünyası Karanlığın, yılankavi sokakların, demkeşlerin, paranın hüküm sürdüğü Galata’nın, karın deşip boğaz kesen, husye burup göz çıkartan hikâyelerin, zagon üzerine öttürenlerin, bahtsızların, yolcuların, rüya görenlerin, maceracıların şehrindeyiz. Uzun İhsan Efendi’nin yedi iklimde, dört bucakta, yeraltında ve yerüstünde gezinen dünya atlasında… İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası romanı; özellikle işlediği konular, kullandığı dil, fantastik öğeleri ve olağanüstü anlatımıyla farklı bir roman arayanların gözdesi oldu. İhsan Oktay Anar, klasik edebiyatçıların aksine, gerçek dünyayı olduğu gibi yansıtmaktansa, kendine kelimelerini koyabileceği yeni bir dünya kurgular. Puslu Kıtalar Atlası da, hepimizin bildiği Konstantiniye’de geçer. Bu romanında anlattığı Konstantiniye’yi herkes bilir, ama herkes tanıyamaz. Çünkü bu şehir Uzun İhsan Efendi’nin düşüdür. Bir yazar, rüyalarını kurmaca içinde de kullanabilir. Okur hiçbir zaman bunun kurmaca mı, rüya mı olduğunu anlayamayacaktır. Örneğin; İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanında kahramanların gördükleri rüyalar, eserin atmosferinde ve kurgusunda önemli bir yere sahiptir İhsan Oktay Anar’ın eserlerindeki olağanüstü olaylar, her şeyin mümkün olduğu büyülü atmosfer dikkat çekicidir. Bu gibi fantastik unsurlar onun eserlerini özgün kılan niteliklerdendir. Aynı zamanda bu durum, onun sanat anlayışını da ortaya koymaktadır; zira yazar eserlerini realist bir bakış açısı ile kaleme almamıştır. Aksine o, gerçekliğin sorunsallaştığı, taklidin ve gerçeküstünün ön plana geçtiği fantastik eserler ortaya koymuştur. Hulki Aktunç, Puslu Kıtalar Atlası’na yazdığı önsözde şöyle der, “Tarihsel roman mıdır, Anar’ın yapıtları? Hayır, romanlardır. Tarihsel olandan 82

KARAKUTU SAYI: 11


yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.” Sözgelimi İzmir›de oturan mahzun ve şaşkın adam mı?(Anar, 2012, s.237) İhsan Oktay Anar’ın, iç içe geçmiş helezonik bir olay örgüsüne sahip olan romanı Puslu Kıtalar Atlası’nda, tarihi malzeme kullanılarak masal dünyasına has bir atmosfer içinde başkişi Bünyamin’ in arayışları ve bu arayışlar uğruna sürüklendiği macera konu edilir. Bilmek ve şahit olmayı en büyük mutluluk, macerayı da ibadet olarak gören Uzun İhsan Efendi, oğlu Bünyamin’in İstanbul’u terk ederek yeni bir maceraya yönelmesine izin verir. Uzun İhsan Efendi, dünyayı rüyalarıyla keşfetmeye çalışırken, oğlunun dünyanın binbir haline şahitlik etmesini ister. Babadan oğula bırakılan düşünsel emanet, arayış izleğinin tarihselliğine de işaret eder. Nitekim Bünyamin’in roman boyunca yaşadığı maceranın bütün aşamaları, babasının düşlerinden ibaret olacaktır. Yolculuğa nereden başlayacağını bilemeyen Bünyamin için, usta bir tünel kazıcı olan Vardapet’in yaptığı lağımcılık teklifi, kahramanın beklediği maceraya çağrıdır. Bünyamin’e bu serüvende refakat eden ve yol gösteren tek şey, babasının yazdığı Dünya Atlası’dır:

“Kitabı oğluna uzatarak, Atlasımı sana emanet ediyorum‟ dedi. Daima yanında taşı ve atıldığın bu macerada yolunu kaybedecek olursan bu düş atlasının sayfalarını karıştırabilirsin. Fakat kendini sakın kaptırma. Adına Dünya dediğimiz kitabı oku.” (Anar, 2012, s.55) Romanın çıkarımı olarak da değerlendirebileceğimiz bu tavsiyeler, tehlikelerle örülü bir serüvene atılan Bünyamin’in arayışlarının yöneldiği istikameti de ortaya koyar. Bünyamin, dünya kitabını okumanın kendisini keşfetmek anlamına geldiğini ve bu keşfin de bir ibadet kadar kutsal bir amaç taşıdığını idrak eder: KARAKUTU SAYI: 11

83


“Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kur’an’ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şehadetlerini yazmalı ve bunu başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.” (Anar, 2012, s.91) Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmanı istemiyorum. Git ve benim göremediklerim gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek (Anar, 2012, s. 55) Puslu Kıtalar Atlası “… sanatsal düzlemde oynanan bir oyun…” gibidir. Hikaye içinde hikaye etme Binbir Gece Masalları’ndan alışık olduğumuz bir anlatış şeklidir. Yazar bu eserinde bunu çok mükemmel bir üslupla gerçekleştirmiştir. Esere şekil olarak bakacak olursak, roman Osmanlı’nın yaşayış tarzını yansıtan o dönemin çeşitli özelliklerini veren bir kapak tasarımıyla karşımıza çıkmaktadır. (Çokluk, 2009, s.30) Oğlunu rüyasında oluşturmuş Uzun İhsan Efendi’yi Bünyamin’in ağzından kendini sorgularken buluyoruz.

“Sen gerçekten benim babam mısın, peki annem kim, sen kimsin, ben kimim, be evin geçimi nasıl sağlanıyor, pazara giderken bana verdiğin akçeleri nere84

KARAKUTU SAYI: 11


den buluyorsun, günlerce yemeden içmeden nasıl yaşıyorsun, kimsin sen?”(Anar, 2012, s.47) Puslu Kıtalar Atlası romanı kişi ve yer isimlerinden kahramanlarına yaşattığı serüvenlere kadar büyülü bir gerçeklikle kurgulanır. Arap İhsan, Alibaz, Hınzıryedi, Zülfiyar, Kübelik, Efrasiyab, Ebrehe, Utarid, Alemsattı Hattakay, Vardapet, Binbereket, Rendekar gibi kişiler, Binbir Gece masallarında olduğu gibi iç içe geçmiş olaylarla, Bünyamin’in serüveninin duraklarını oluştururlar. Bünyamin kendisine yapılan serüvene çağrıyı kabul ederek, varoluşunu anlamlandırma yolunda önemli bir eşiği geçmiş olur. Romanda sık sık Rene Descartes’ın dönüştürülmüş ismi olan Rendekar’ın ağzından aktarılan “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, Uzun İhsan Efendi ve Bünyamin’in kendi içlerinde yaptığı felsefi sorgulamaların temelini oluşturur. Masalın alegorik dilini çözümleyebilen okuyucu için, Puslu Kıtalar Atlası, şaşırtıcı kurgusunun arkasında derin hakikatlere göndermede bulunan bir romandır. Romanın bir de kardeşi oldu. Puslu Kıtalar Atlası, bu defa İlban Ertem’in masalsı çizgileriyle çizgi roman olarak karşımızda. Beş yıl süren, kolay anlatılamayacak tutkulu bir çalışma ile ortaya romanın bire bir çizgi dünyasına aktarılmış hali en az roman kadar etkili olmuş. Bu dünyaya bir de İlban Ertem’in çizgileriyle bakmanızı öneririm. Kaynakça: Anar, İ.O, (2012), “Puslu Kıtalar Atlası”, İletişim Yayınevi, 47. Basım, İstanbul. Çokluk, N. (2009), “İhsan Oktay Anar ve Romanları Üzerine Bir İnceleme”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Ertem, İlban,(2015), “Puslu Kıtalar Atlası(Çizgi roman)”, İletişim Yayınları, İstanbul

yaratıcı yazarlık kulübü KARAKUTU SAYI: 11

85


şeftali kokulu göl Uzak diyarların birinde kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, şeftali kokusunun dolup sindiği, yüksek tepelerin ortasında ağustos böceklerinin yaşadığı yemyeşil bir kasaba varmış. Bu kasabanın az ilerisinde sayısız şeftali ağaçlarıyla çevrili masmavi bir göl yer alırmış. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yere düşer, gölün kıyılarını süslermiş. Sıcak günlerde kızgın güneşte, işsiz ağustos böcekleri takım takım köyden iner, yere düşmüş büyük olgun şeftaliler arasından göle ulaşır, gölde yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlarmış. Akşamüzerleri ise hükümet memuru olan ağustos böcekleri rakılarını mezelerini alıp göl kenarına gider; geç saatlere kadar şeftali ile anason kokusunun eşliğiyle birlikte orada eğlenirlermiş. Yer yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, sazlar çalınır, türküler söylenir hatta diğer kasabadan dansöz uğur böcekleri bile getirilirmiş... Bu gölün eğlentisi ta uzak diyarlara bile ün salmış... Burası Şeftali Kokulu Göl’müş. Burada yaşayan ağustos böceklerinin ömrü sazla, sözle, güle oynaya tatlı geçermiş. Bu keyif düşkünü memur ağustos böcekleri ise işlere dokunmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, köye havuzlar açtırıp türkü barlar kurdururlarmış. Yazı kışı düşünmeden yaşar, elde avuçtaki erzak ne varsa sadece tüketmeyi bilirlermiş. Aslında çoğu köyün hoş görmediği, başından savdığı kimselermiş. Yükselme ümidi ve geleceği düşünmedikleri için resmi işlere önem vermezler, anın tadını çıkarır, zevklerine bakarlarmış. Sıcak, ağır bir yaz günü öğle vakti kasabaya memurları denetlemek ve sorgulamak için Müfettiş Karınca gelmiş. Karınca, hükümet binasına geldiğinde iş saati memurların teker teker işe ara verip binayı boşaltmasına çok şaşırmış... Binadaki herkes birbirine selamlar vererek, şakalar yaparak “Geliyorsun değilmi sen de Şeftali Göl’üne? “ diyerek uzaklaşıp gidiyorlarmış. Kendi kendine “ Bu ne uyuşukluk, bu ne rahatlık, bu ne sorumsuzluk? “ diye sorular soruyor ama cevabını bulamıyormuş. Karınca Bey, yaz kış demeden çalışmayı seven, idealist, dik başlı ve kuru zevkli bir karıncaymış. İşi konusunda kendinden ödün vermeyen ka86

KARAKUTU SAYI: 11


rınca, öğle vakti binada tanık olduğu çalışma disiplininden sonra kasaba üzerinde bir otorite kurmayı amaçlamış, etrafındakileri dize getirmeyi görev edinmiş. Fakat karınca ilk günden ümitsizliğe kapılmış. Binada çalışan ağustos böceklerinden biri ona, bu kasabada işlerin az olduğunu, teftiş edilecek bir durumun olmadığını bu yüzden rahatına bakmasını söylemiş. Önüne gelen şeftali kokulu gölün büyüleyici eğlencesinden bahsediyormuş. Karınca şaşkına dönmüş. Memur ağustos böceğinin: “ Arzu buyurursanız göle gidelim, biz arabaları hazırladık, eğleniriz! “ teklifini sert bir yüzle reddetmiş. Binada tek başına kalmış, ilk izleniminden dolayı teftiş raporuna yazacak tek bir iyi düşünce dahi yokmuş aklında. Hava kararmış... Karınca kendine ayrılan eve doğru ilerliyormuş. Kasabanın iç mahalleleri sessiz ve durgunmuş. Yolda giderken birkaç yaşlı ağustos böceğinden başka kimseye rast gelmemiş. Onlar da karıncaya acayip bir gözle bu saatte herkes göl kenarındayken neden buralarda dolaştığına şaşar gibi bakmışlar... Evine varan karınca, günün verdiği şoku atlatamamış bir durumda erkenden yatmış... Aradan birkaç saat geçmiş ki karınca şen seslerle uyanmış, doğru pencereye koşmuş uykulu gözlerle. Bir de ne görsün? Ağustos böceklerinin elindeki mumlar tüm sokağı aydınlatıyor, çaldıkları sazlar tüm kasabada yankılanıyormuş; hükümet binasında öğlen gördüğü çalışanlar yarı keyifli şakalaşa gülüşe geçiyormuş... Müfettiş Karınca öfkelenmiş. Zevk için yaşayan, boş gezen bu ağustos böcekleri bir denizdeki dalga gibi karıncanın sabır çizgisine kadar yükseliyormuş. Ertesi günden başlayarak daha ciddi ve kararlı görünmek, dünya yansa umurları olmayacak bu ağustos böceklerine daha sert, daha kaba davranmak niyetiyle yüreği öfkeli, tekrar uyumuş... Günler geçmiş, köyde değişen hiçbir şey olmamış. Karınca, ağustos böceklerinden hiçbir geri dönüş alamayacağını fark etmiş. Hükümet binası yine sinek avlıyor, kasabanın iç mahalleleri iğne atsan sesi duyulacak kadar boşmuş. Bir gün bir memur, karıncaya göle gelmesi için ısrar etmiş. Hatırını kırarsa güceneceğini, evine onu erken bırakacaklarını dile getirmiş. Karınca önce mırın kırın etmiş daha sonra ayıp olmasın diye teklifini kabul etmiş “Pekâlâ” demiş. Karınca köyde kimsesizlikten boğulmuş, akşamleyin bir iki saat kasaba halkı ile eğlenmenin işini ihmal etmesine neden olmayacağını düşünmüş... Akşam olmuş... Arabayla gitmeyi bekleyen karınca ortada araç görmeyince şaşırmış. Memur: “Buyrun, bu yoldan devam edelim “ diyerek yürümeye başlamışlar grup halinde. Karınca, memura dönerek ”Öğlen sizi arabayla bu yoldan giderken görmüştüm. Niye şimdi yürüyoruz.” diye sormuş. Memur: “Yere düşen olgunlaşmış şeftaliler zamanla eziliyor ve yolu kayganlaştırıyor. Akşam karanlığında kazaya sebep olur diye kullanmıyoruz araçları Müfettiş Bey.“ demiş. Sazlar eşliğinde

KARAKUTU SAYI: 11

87


güle oynaya gölün yolu tutulmuş. Göle yaklaştıkça duyulan şeftali kokusu müfettişin sinirlerini gevşetmiş. Göle vardıklarında söylenen türküler karıncanın kanını kaynatmış, karınca diğer köyden getirilen dansöz uğur böceklerine tuhaf, istekli bir gözle bakıyormuş. Mezeler, meyveler, içkiler çıkmış meydana. Sofralar kurulmuş, sohbetler edilmiş. Memur, karıncaya pembeye yakın renkte şeftali rakısını “Nasıl bulacaksınız bakalım? “ diyerek ikram etmiş. Karınca içmiş; bu, biraz buruk ama baygın kokulu, değişik tatlı hoş bir içkiymiş. Mangallar yakılmış, şeftali ile cızbız köftenin kokusu karışmış, biberler köze atılmış, bardaklar tokuşturulmuş... Ta geç vakit eve dönmüşler. Müfettişi, yarı keyifli, evine kadar getirmişler. Müfettiş üstünü başını değiştirmeden hemen uyumuş. Her gecekine benzemeyen bu uyku, tüm vücudunu dinlendirecek kadar tatlı olan bu uyku, karıncanın çok hoşuna gitmiş... Gün aydınlanmış, müfettiş sanki üstündeki iş sorumluluğunu dün gecede bırakmış gibi kendini hafif hissederek hükümet binasına gitmiş. Binaya girdiğinde herkes kasabaya yeni yapılan türkü barın açılışından söz ediyormuş. Memur ağustos böceği, Müfettiş Karınca’nın yanına giderek “ Türkü barda bugün ben saz çalacağım, sizi de orada görmeyi çok isteriz.” demiş. Müfettiş önce gitmek istememiş. Fakat bu boş kasabada bir başına tüm gün nasıl geçecek? düşüncesi aklından geçmiş ve gitmeye karar vermiş. Türkü bara gittiğinde ağustos böcekleri karaoke yapıyorlarmış. Aklında karaoke yapmak yokmuş karıncanın, bir süre köşeye oturup bir başına seyretmiş sahneyi fakat bakmış ki bu hiç de fena bir iş değilmiş. Memur, karıncaya mikrofonu uzatmış. Karınca, çekingen ve istemsiz tavırla mikrofonu alıp şarkı söylemeye başlamış... Müfettiş Karınca, şimdi hemen her eğlenceye gidiyormuş. Aslında çalışmaya, kendisini dinlemeye vakti kalmıyormuş. Karınca eğlencelere katıldıkça zamanla alışkınlarını değiştirmiş. Artık şeftali rakısız sofraya oturmuyor, göl kenarına uğramadığı gün olmuyormuş. Bir gün memur, şeftali kokulu gölün kenarında yaprağın üzerinde bacak bacağa atmış saz çalan Müfettiş Karıncaya “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz Müfettiş Bey ?” diye sormuş. Karınca: “Gel keyfim gel!” diye söyleniyormuş...

eda DEMİR 12-F

88

KARAKUTU SAYI: 11


tarihsel fanteziden çağdaş fanteziye Daha önce pek çok kez fantastiğin alt türleri hakkında konuşuldu, pek çok yazar bu alt türlerden bahsetti ancak ülkemizde bu alt türler hakkında akademik örnek teşkil edecek bir makale yazılmadı. Biz de Yaratıcı Yazarlık Kulübü olarak ülkemizdeki bu boşluğu doldurabilecek bir çalışma olan Kayra Küpçü’nün Gölge adlı e-derginin 66. Sayısında yer alan “Fantastik Kurgunun Alt Türleri” adlı makalesinden çeşitli bölümleri sizlerle paylaşmak istedik. Bu makale ülkemizde fantastik kurgunun alt türlerini inceleyen ve belirleyen bir çalışma olma özelliği ile bir ilktir. Şimdi fantastik kurgunun alt türlerinden bahsedelim. Genellikle, fantastik bir eser gördüğümüzde çoğumuz fantastik der geçeriz fakat fantastik eserler de kendi içlerinde alt türlere ayrılırlar. Mesela Robert E. Howard’ın Conan’ı ile Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları eserine basitçe aynı demek doğru olmaz. Alt türler, bu tür makaleleri yazan her kişiye göre değişiklik gösterebilir. Ayrıca bir eser sadece tek bir alt türe de ait olmaz. Bazı eserler birkaç alt tür altında yer alabilmektedir. Fantastik; Edebiyat ve Söz Sanatları Sözlüğü’ne göre, “Gerçeğin ve olanağının dışında olarak hayalin serbest işlemesi ve böylece meydana getirilen eser,” anlamına gelmektedir. Yani fantastik; hayal gücüne dayalı, gerçekte var olmayan konuların işlendiği eserler olarak ele alınmalıdır. Alfabetik olarak alt türler aşağıdaki gibidir: Alternatif Tarihsel Fantezi (Alternate History): Bu alt türlerde genel olarak bilim kurgusal öğelere değinilir. Örneğin 1800 sonları Avrupa’sında geçen, hem büyücü KARAKUTU SAYI: 11

89


lerin hem de o dönemin tarihsel öğelerinin bulunduğu eserler bu tür altında yer alır. Hatta 1. Dünya Savaşı’nda uçaklarla savaşan ejderhalar gibi bir fikir de bu türü anlatmak için iyi bir örnektir. Kısacası bilinen tarihe alternatif olarak fantastik öğeler ile süslenmiş bir alternatif geçmiş demek doğru olabilir ancak bunu tarihsel fantezi ile karıştırmamak lazım. Alternatif tarihsel fantezide coğrafya ve tarihler tamamen çarpıtılıp değişiklik gösterebilir. Randall Garrett’ın “Lord Darcy” serisi ve Göktuğ Canbaba’nın “Tılsım-ı Kudret” romanı bu türe örnek olarak gösterilebilir. Antropomorfik Fantezi (Anthropomorphic Fantasy): Antropomorfik alt tür, kahramanların konuşan ve insan gibi hayatları olan hayvanlar olduğu fantastik kurgu türüdür. Hayvanların yaşadığı şehirler ve toplumlar görülebilir. Bazen de hayvanların, insanlara karşı mücadelesi anlatılır ama sonuç olarak kahramanlar hep hayvanlardır. Bu tür eserlerde aslında toplumsal göndermeler ve metaforlar yapılmaktadır. Türün en başarılı ve en iyi örneği, Richard Adams’ın yazdığı “Watership Tepesi” (Watership Down) isimli kitaptır. “Mouse Guard” isimli FRP oyun sistemi ve çizgi roman serisi ve “Maus” çizgi romanı da bu alt türe iyi örneklerdir. Bangs Fantezisi (Bangsian Fantasy): Bu alt tür, ismini, 1862-1922 yılları arasında yaşamış Amerikalı yazar John Kendrick Bangs’ten almıştır. Bu türde genellikle ölümden sonra gidilecek yerler, öbür dünya, cennet-cehennem gibi olgular ele alınmaktadır. Kısaca, yaşam sonrası (afterlife) kurguları diyebiliriz. Çoğunlukla Araf, Yeraltı gibi yerler tarafsız olarak ele alınırken Cennet, Nirvana gibi yerler iyiliği, Cehennem, Erebus, Gehenna gibi yerler de kötülüğü simgeler. Bu yerler arasındaki savaşların ele alınması dışında bu bölgelere giden birinin maceraları da ele alınabilir. Bu türe en iyi örnekleri, Dante’nin “İlahi Komedya” kitabı ile ülkemizde Halka Dünya eseri ile bilinen Larry Niven’ın “Inferno” adlı eseridir.

90

KARAKUTU SAYI: 11


Bilimsel Fantezi (Science Fantasy): Bilimsel fantezi, fantastik türler arasında en çok tartışılanlardan birisi olabilir. Bu türdeki eserler çoğu zaman bilim kurgu olarak da nitelendirilebilir. Bilimsel fantezide, bilimsel gerçeklikler ve kurgusal bilim ile fantezi iç içe geçmiş durumdadır. Bir yanda uzay araçları, uzay yolculuğu, lazer silahları varken diğer yanda büyüler, var olmayan yaratıklar görülebilir. Evreni ele geçirmeye çalışan büyücüler, savaşçı prensesler gibi öğelere de sıkça rastlanır. Alacakaranlık Kuşağı televizyon programı ile tanınan Rob Serling’in bu alt tür ile ilgili değişik bir ayrımı vardır; “Bilimsel Fantezi, imkansızı kabul edilebilir kılarken; bilim kurgu inanılması zor olanı mümkün kılar,” der. Bu alt türe verilebilecek en güzel örnek ise çokça tartışılan Star Wars (Yıldız Savaşları) serisidir. Star Wars serisinde galaksiyi ele geçirmeye çalışan, büyü yerine Güç kullanan karanlık taraf, kılıç (ışın kılıcı) kullanan şövalyeler, uzay yolculuğu gibi öğeler hep iç içedir. Bu nedenle bilimkurgu severler Star Wars için fantastik der, fantastik severler bilim kurgu der, Star Wars severler ise hikâyenin tadını çıkarır. Ayrıca bilim kurguya daha yakın olmakla birlikte, yine bu tür altında yer alan Frank Herbert’ın “Dune” eseri ve Robert Silverberg’in “Gece Kanatları” kitabı ile Jules Verne’in “Denizler Altında 20.000 Fersah” eseri örnek gösterilebilir. Bana göre bilimsel fantezi, hem bilim kurgunun hem de fantastik kurgunun alt türü olarak tanımlanmalıdır. Bilimsel fantezi, ayrıca iki alt türü de barındırır.

Kılıç ve Gezegen Fantezisi (Sword and Planet Fantasy): Bu kurguda çoğunlukla modern bir gezegenden ilkel bir gezegene giden bir yolcunun hikâyesi anlatılır. Uzay mekiği ve elinde tabancası ile indiği, Mars gibi bilinen bir gezegende ilkel yaratıklarla karşılaşması ve onlarla savaşması en yaygın konulardan biridir. Ayrıca bu gelişmiş türün, solucan deliğinden geçerek farklı bir boyuttaki veya uzak bir galaksideki ilkel bir yaşamın içerisinde kendisini bul KARAKUTU SAYI: 11

91


ması ile de sıkça karşılaşılır. Buna, yakın zamanda filmi de çekilen “John Carter” güzel bir örnektir. Ayrıca eski bir çizgi film olan “Kara Yıldız” (Blackstar) da iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Yok Olan Dünya Fantezisi (Dying Earth Fiction): Bu tür, zaman olarak uzak bir gelecekte geçer. Dünyamız teknolojik savaşlar, açlık, hammaddelerin tükenişi gibi tehlikeler yüzünden yok olma noktasına gelmiştir. Ayrıca Güneş’in enerjisinin azalmaya başlaması, kozmik olaylar nedeniyle dünyadaki ve evrendeki fizik kanunlarının değişikliğe uğraması gibi olaylar da görülür. Bunun sonucunda ortaya çıkan değişik ırklar ve yaratıklara karşı savaşılması gibi dünyanın yok olmasına engel olacak bir grup kahraman kurgusu da çokça karşılaşılan öykülerdir. Jack Wance’ın “Ölen Dünya” (Dying Earth) kitabı ve Gene Wolfe’nin “Yeni Güneş’in Kitabı” (The Book of the New Sun) serisi bu alt türe güzel örneklerdir. Çağdaş Fantezi (Contemporary Fantasy): Çağdaş fantezi, adından da anlaşıldığı gibi yazıldığı dönem ile aynı çağda ve dönemde geçen; genellikle günümüzde yaşanan kurgulardır. Günümüzdeki normal yaşantıdan tek farkı; toplumun pek farkında olmadığı, sadece az kişinin bildiği fantastik olayların yaşamın içinde olmasıdır. Fantastik öğelerin hemen hepsi bu türde yer alabilir. Bu türde en çok görülen örnek, son zamanlarda sıkça yayınlanan vampir kurgularında görülür. Akşam yolda yürürken yanınızdan geçen kişi aslında bir vampir olabilir ancak insanların çoğu, vampirleri sadece hikâyeden ibaret sanırlar. Eğer fantastik öğeler herkes tarafından bilinen tipler ise; halktan bir kişi yolda yürürken yanından geçen kurt adamı normal karşılıyorsa ve bu ırkın varlığı o ortamda normalse bu tür, alternatif tarihsel fantezi olur. Çağdaş fantezide fantastik öğeler yaşamın içinde yer alırlar ancak bilinen gündelik yaşamın normal parçası değildirler. Bu duruma verilebilecek en güzel örneklerden biri Mike Mignola tarafından yaratılan çizgi roman serisi “Hellboy”dur. Ayrıca “Vampir Avcısı Buffy” de güzel bir örnektir, hatta Stephanie Meyer’in “Alacakaranlık” (Twilight) serisi de örnek gösterilebilir. Bu tür de iki alt türü barındırır. 92

KARAKUTU SAYI: 11


Şehir Fantezisi (Urban Fantasy): Şehir fantezisinde hikâyeler genelde kalabalık şehirlerde geçer. Paris’in en işlek caddesinde bir avcının bir vampiri kovalaması gibi bir kurgu buna örnek verilebilir. Bu türde de Neil Gaiman’ın “Yokyer” (Neverwhere) kitabı Londra’nın merkezinde geçen iyi bir örnektir. Jim Butcher’ın Dresden serisinin ilk kitabı “Fırtına Büyücüsü” (Storm Front) ve yerli eserlerden Doğu Yücel’in “Varolmayanlar” kitabı bu türdeki başarılı örneklerdir. Elfpunk: Elfpunk türünde ise; folklorik, mitolojik ve söylence edebiyatındaki karakterleri hayatın içinde görürüz. Örneğin, bir ayakkabı ustasının atölyesinde ayakkabı yapan minik elfler (burada elf, yüksek fantezi türündeki gibi bir ırk değil, cin olarak söylenmektedir) veya Belgrad ormanında, ağaçların üzerinde gözlerden uzak yaşayan bir peri topluluğu gibi kurgular örnek olarak verilebilir. Emma Bull’un 1987’de yazdığı “Meşelerin Savaşı” (War of the Oaks) kitabı ve Johann Ludwig Tieck’in yazdığı “Elfler” isimli hikâye, yazıldığı dönem göz önüne alındığında bu folklorik alt türe iyi birer örnektir. Düşük Fantezi (Low Fantasy): İsim biraz garip duruyor ama ileride “Yüksek Fantezi” ismini gördüğünüzde anlam kazanacaktır. Bu alt türü çok net bir şekilde açıklamak zor ancak kısaca şu şekilde özetlenebilir; düşük fantezi (low fantasy) büyünün ve fantastik yaratıkların hâkim olduğu bir dünyadan çok, gerçekçi bir dünyanın ve yaşamın konu alındığı fantastik alt türü tanımlar. Genellikle insanlar dışında çok fazla ırk görmeyiz ancak fantastik öğelerin yer almadığı bir durum olsa, tür olarak fantastik olmazdı. Belki bir örnek daha açıklayıcı olacaktır. “Conan” eserinde, insanların hüküm sürdüğü, Orta Çağ dönemine yakın bir kültürün yaşandığı bir yapı görürüz. Kılıçlar, mızraklar ve oklar temel silahlardır fakat büyü de çok yaygın olarak görünmese de vardır. Ayrıca –sürekli olmasa da- fantastik yaratıklar da karşımıza çıkar. Bu türü ayırt etmenin bir başka yolu daha vardır. Düşük fantezi eserlerde iyi ve kötü net olarak ayrılmayabilir. Yani iyinin kötüye karşı savaşının konu alındığı eserler çoğunlukla yüksek fantezi türüne ait eserlerdir. Conan, Kılıç ve Büyü Fantezisi içinde de yer alan bir kurgudur. Bunun dışında Eoin Colfer’in yazdığı “Artemis Fowl” serisi örnek olarak ele alınabilir.

KARAKUTU SAYI: 11

93


Erotik Fantezi (Erotic Fantasy): Hem erotik hem de fantezinin aynı anda kullanılması, pek çok kişinin aklına seks fantezileri getirmiş olabilir ama öyle değil maalesef. Fantastik bir evrende, fantastik yaratıkların olduğu bir yaşamda geçen bir alt türdür ancak anlatılan öykülerde cinsellik ön plandadır. İblisler ile insanlar arasında yaşanan bir savaşın sonunda iblis lordunun, rehin aldığı tüm kadınlara tecavüz etmesi ve bu sahnelerin en ince detaylara kadar anlatılması gibi şeyler bu alt türde çokça görülebilen örneklerden biridir. Farklı fantastik ırklar ve türlerle ilişkiler yaygındır. Hikâyelerde cinsel ilişkiler, cinsel öğeler sıkça ve detaylı şekilde tasvir edilir. Gençlik Fantezisi (Juvenile Fantasy): Bu alt tür, daha çok fantastik kurguda gençlik edebiyatı olarak yer almıştır. Baktığımızda tür olarak ‘fantastik’ yazar ancak alt başlık olarak “Gençler İçin” (Young Adult) ibaresi yer alır. Aslında bu da, fantastik kurgunun bir alt türüdür. Gençlik fantezisinde (Juvenile fantasy) kahramanlar genel olarak çocuk veya yaşça daha genç kişilerdir. Fakat asıl amaç gençlerin kahraman olduğu kurgular yaratmaktan ziyade gençlere ve çocuklara cesaret aşılayan, onlara yol gösteren, öğretici öğeler de içeren kurgular yaratmaktır. Bu tür eserlerde arkadaşlığın önemi, dostluğun gücü, yardımlaşmanın önemi, cesaret, özgüven gibi öğeler hikâyenin önemli yerlerinde vurgulanır. Bu alt türe en güzel örnekler, J.K. Rowling’in yazdığı “Harry Potter” serisi, C.S. Lewis’in yazdığı “Narnia Günlükleri” serisidir. Frank Baum’un kült kitabı “Oz Büyücüsü” de bu türe örnek gösterilebilir. Kahramanlık Fantezisi (Heroic Fantasy): Kahramanlık fantezisi alt türü, tek bir ana karakter üzerine yoğunlaşır. Bu alt türde ana kahraman, çok büyük güçlere sahip bir kötüyü yenmek zorunda değildir. Özellikle bu kurgularda bir görev söz konusudur ve çoğunlukla büyülü eşyalar da taşıyan kahramanımız bu görevi tamamlamak için uğraşır. Bu yolculukta zaman zaman ona bazı kişiler yardım 94

KARAKUTU SAYI: 11


edebilir. Bir “Kılıç ve Büyü Fantezisi” kadar epik hikâyeler olmak zorunda değildir ancak görevin sonunda ana karakterimiz kahramanca bir yolculuk ve hareket sonrasında görevi tamamlar. Karanlık Fantezi (Dark Fantasy): Genellikle korku öğeleri ile süslenmiş bir alt türdür. Karanlık fantezi, fantastik bir evrende geçebildiği gibi günümüzde veya alternatif tarihte de geçebilir. Doğaüstü karanlık güçler, vampirler, mezardan çıkan canlılar, cinler ve hayal gücündeki karanlık düşünceler ve öğeler bu alt türde hikâyenin ana parçası olarak karşımıza çıkar. Karanlık fantezi öğeleri, pek çok yerde karşımıza çıkıp diğer alt türlerle sıkça kesişir. H.P. Lovecraft’ın “Cthulhu’nun Çağrısı” ve diğer Cthulhu öyküleri, “Berserk” manga serisi ve “Ravenloft” romanları serisi ve Anne Rice’ın vampir kitapları da bu alt türe örnek olarak gösterilebilir. Kılıç ve Büyü Fantezisi (Sword and Sorcery): Kılıç ve büyü, fantastik türler arasında en çok karşılaşılan alt türlerden biridir. Adından da anlaşılacağı gibi kahramanın kılıç ve büyü kullanarak savaştığı, aksiyon ve dövüşlerin hikâyede sıkça yer aldığı alt türdür. Kılıç burada dönemin silahlarının genel adını temsil ederken (balta, mızrak gibi), büyü ise mistik büyüler ve gizemi (iksirler, büyülü eşyalar gibi) temsil etmektedir. Bu alt türde ana karakterler genelde ellerinde kılıç ile maceralara koşan kişilerdir. Kılıç ve büyü alt türünde, genel olarak dünyayı etkileyen bir güce karşı verilen savaştan çok kahramanın içsel kavgası, güç arayışı ve kişisel meselesi ön plandadır. Kılıç ve büyü denince akla ilk olarak Robert E. Howard’ın Conan karakteri gelir. Alt türün ismi de zaten Conan’dan sonra ortaya çıkmıştır. “Red Sonja” hikayesi, Michael Moorcock’un “Elric Destanı” kitapları da örnek gösterilebilir. Komik Fantezi (Comic Fantasy): Adından da anlaşılacağı gibi, fantastik öğeler kullanılarak eğlenceli ve komik hikâyelerin anlatıldığı alt türdür. Anlatımlarda metaforlar ve esprili göndermelere sıkça rastlanır. Kurgu ise epik olmaktan ziyade günlük, eğlenceli maceraları konu alır. Bunun dışında, Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) serisi ile dalga geçen, “Bored of the Rings” veya Hobbit ile dalga geçen “Wobbit” gibi kitaplar da bu alt türe dâhildir. Türün en güzel örneklerinden birisi de Terry Pratchett tarafından yazılmış Diskdünya serisi kitaplarından “Büyünün Rengi” (The Colour of Magic) ve “Mort” kitaplarıdır.

KARAKUTU SAYI: 11

95


Mitolojik Fantezi (Mythic Fiction): Mitolojik öğelerin, gerçek hayat ile harmanlandığı alt türdür. Mitolojik tanrıların yeryüzüne inip insanlar arasında dolaştıkları, mitolojik yaratıkların günlük hayatta bulundukları bir anlatımdır. Mesela Zeus’un Yunan Mitolojisi anlatımlarında İda Dağı’na inmesi mitoloji iken, aynı Zeus’un bu sefer günümüz Balıkesir dolaylarındaki İda Dağı’ndaki altın arama projesini durdurmak için gelmesi mitolojik fantezi olacaktır. Bu alt tür, “Çağdaş Fantezi” ile birbirine çok yakındır. Neil Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları” (American Gods) ve “Anansi Boys” kitapları ve Guillermo Del Toro’nun yazıp yönettiği “Pan’ın Labirenti” (Pan’s Labyrinth) filmi, bu alt türü güzel şekilde yansıtır. Yine Neil Gaiman’ın yazdığı “Sandman” çizgi roman serisinde de bu alt türe ait birçok örnek görmek mümkündür. Mitolojik fantezinin, Mythpunk olarak nitelendirilen bir de alt başlığı vardır; Mythpunk: Mythpunk, mitolojik fanteziden açıkça ayırt edilebilir bir özelliğe sahip değildir. Bu türün ismini, ilk olarak yazar Catherynne M. Valente kullanmıştır. Mitolojik ve folklorik öğelerin günlük yaşamda kullanılmasının yanında, tamamen bu öğeler ile yaratılmış evrenleri ve hikâyeleri de konu alır. Genellikle kadın yazarlar bu türde örnekler vermiştir. Yine Catherynne M. Valente’nin yazdığı “Gece Bahçesinde” (In the Night Garden) isimli kitap bu türün en net örneklerindendir. Peri Masalı Fantezisi (Fairytale Fantasy): Masalsı hikâyelerin anlatıldığı, perilerin, devlerin ve folklorik karakterlerin yer aldığı alt türdür. Grimm Kardeşler’in masalları bu alt türü en iyi örnekleyen kurgulardır. Avrupa halk hikâyelerinde sıkça duyulan troller, devler, periler, cinler gibi fantastik yaratıklar bu türün ana karakterlerini oluşturur. Ayrıca masallarda yer alan karakterlerin günlük hayatta kullanılması da bu alt türe girer. Mesela DC Comics – Vertigo tarafından yayınlanan “Fables” çizgi romanı ve pek çok kişi tarafından izlenen “Once Upon A Time” dizisi, iyi birer örnek olarak gösterilir. Elfpunk türüne örnek verdiğim, Johann Ludwig Tieck’in yazdığı “Elfler” kitabı da bu alt türde yer alır. 96

KARAKUTU SAYI: 11


Romantik Fantezi (Romantic Fantasy): Duygusal davranışların, aşkın, sevginin öne çıktığı fantastik türdür. Fantastik bir dünyanın veya maceranın yanında aşk da hikâyenin önemli bir parçasıdır. Bu tür eserlerde, aşkı uğruna savaşan kadın kahramanlar ve kadın savaşçıların yanı sıra intikam veya aşkını kurtarmak/korumak için savaşan erkek kahramanlar da bu hikâyelerde büyük oranda yer alır. Mercedes Lackey’nin yazdığı “Kraliçe’nin Okları” (Arrows of the Queen) kitabı ile Tamora Pierce’ın yazdığı “Vahşi Büyü” (Wild Magic) kitabı bu alt türe iyi örneklerdir. Süper Kahraman Fantezisi (Superhero Fantasy): Bu alt tür, Amerika’da yaygınlaşan süper kahraman çizgi roman kültüründen sonra ortaya çıkmıştır. Hatta romanların bazıları, bilinen süper kahramanların hikâyeleridir. Özel kostümler giymiş, süper güçleri olan karakterlerin hikâyelerinin anlatıldığı, iyiliğin kötülüğe karşı savaşının konu alındığı alt türdür. George R.R. Martin’in editörlüğünü yaptığı “Vahşi Kartlar” (Wild Cards) serisi, C.J. Cherryh’nin yazdığı Süpermen romanı “Lois & Clark”, Ejderha Mızrağı serisinden tanıdığımız yazar Tracy Hickman’ın yazdığı “Wayne of Gotham” romanı bu türe örnek verilebilir. Tarihsel Fantezi (Historical Fantasy): Çok aşikâr olduğu üzere günümüze göre tarihsel bir dönemin ele alındığı veya tarihsel bir dönemden/ çağdan esinlenilen fantastik kurgulardır. Zaten tarihsel fantezi iki ayrı türde ele alınır. Biri doğrudan dünya tarihinin bir bölümünü ele alan fantastik tür, diğeri de tarihsel bir dönemin fantastik değişikliklerle çarpıtıldığı türdür. Bunların her ikisi de tarihsel fantezi içerisindedir. Son zamanlarda hem dizisi hem kitapları ile adından sıkça söz ettiren, George R.R. Martin’in yazdığı “Buz ve Ateşin Şarkısı” serisi, tarihsel fantezi alt türüne iyi bir örnektir. Ayrıca C.J. Cherryh’nin “Rus Öyküleri” (The Russian Stories) isimli serisi de günümüz Rusya’sında geçen tarihsel fantastik örneğidir. Naomi Novik’in yazmış olduğu “Temeraire Serisi”, İhsan Oktay Anar’ın yazdığı “Puslu Kıtalar Atlası”, “Amat” kitapları başarılı örneklerdir. Tarihsel fantezinin alt başlıkları da vardır; KARAKUTU SAYI: 11

97


Arthur Fantezisi (Arthurian Fantasy): İngiliz kültüründen etkilenmiş olan, Kral Arthur’un Camelot’u yönettiği, büyücü Merlin’in büyüleriyle krallığı koruduğu, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin adaleti sağladığı, Excalibur efsanelerinin anlatıldığı, Morgan le Fay, Gölün Hanımı (Lady of the Lake) gibi isimlerin geçtiği hikâyelerdir. Bu türe pek çok örnek vardır. Marion Zimmer Bradley’nin yazdığı “Avalon’un Sisleri” (Mists of Avalon) kitabı, başrollerinde Sean Connery ve Richard Gere’ın oynadığı “İlk Şövalye” (First Knight) filmi, “Merlin” televizyon dizisi gibi öyküler bu türe en iyi örneklerdir. Kelt Fantezisi (Celtic Fantasy): Britanya adası, Fransa, İspanya ve Batı Avrupa dolaylarında yer alan Kelt kültürünü ele alan tarihsel kurgudur. Doğanın gücünün ele alındığı, ormanların kutsal sayıldığı, druidlerin doğal büyülerinin yer aldığı tarihsel efsanelerdir. Teresa Edgerton tarafından yazılan “Yeşil Aslan” (Green Lion) üçlemesi, bu alt tür için iyi bir örnektir. Orta Çağ Fantezisi (Medieval Fantasy): Tam olarak bilinen orta çağ dönemine yakın bir dönemi konu alan eserlerdir. Şatoların, krallıkların, derebeyliklerin, şövalyelerin ve krallıklar arasında gerçekleşen büyük savaşların konu alındığı bir türdür. Zaman zaman, bu alt türe unicorn, goblin gibi fantastik yaratıkların, büyü gibi fantastik olayların da eklendiği görülür. Birthright FRP sistemi bu dönemi güzel yansıtan bir oyundur. Guy Kavriel Kay’ın yazdığı, Sarantin Mozaik serisinin Bizans’ta geçen ilk kitabı “Sarantium’a Yolculuk” (Sailing to Sarantium) kitabı da bu türe örnektir. Steampunk: Aynı zamanda bilimkurgunun da alt türü olarak kabul edilen, bazı zamanlarda da tek başına bir tür olarak gösterilen bu alt tür; Viktoryen dönemde geçen, buharlı makinelerin ve mekanik teknoloji ile birlikte büyünün de yer aldığı tarihsel bir alt türdür. Bir elinde çakmaklı tabancası, diğer elinde büyü malzemeleri olan kahramanlar bu türün sıkça görülen karakterleridir. Büyünün ve teknolojinin başarıyla harmanlandığı eserler olarak karşımıza çıkar. “Arcanum” isimli bilgisayar oyunu, bunu en iyi ele alan eser örneklerindendir. Scott Westerfeld’in yazdığı “Leviathan” isimli kitapta da steampunk öğeleri bolca kullanılmıştır. Tarihsel Yüksek Fantezi (Historical High Fantasy): Bu alt kültür türünde, genellikle orta çağ ele alınır ancak diğer dönemler de işlenebilir. Mesela 13. yüzyılda İngiltere Kralı’nın korumalığını yapan ogrelar, kra98

KARAKUTU SAYI: 11


liyet okçu birliğinin en iyi nişancıları olan elfler veya İngiltere adına yaptıkları muhteşem savaş aletleri ile düşmanları ezip geçen cüceler bu alt türe örnek gösterilebilir. Bilinen tarihsel öykülere fantastik yaratıklar eklemek, bu türde görülebilen bir yöntemdir. Tarih Öncesi Fantezisi (Prehistoric Fantasy): İlkel kabilelerin, mağaralarda yaşayan insanların veya dinozorların yer aldığı fantastik alt türdür. Kama-dişli kaplanlar, tüylü mamutlar ve benzer ilkel yaratıklar hikâyelerde geçer. Bu türün en popüler örnekleri arasında Jean M. Auel’in yazdığı “Yeryüzü Çocukları” serisi, Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle’ın yazdığı, filmi de çekilen “Kayıp Dünya” (The Lost World) yer alır. Uzakdoğu Fantezisi (Wuxia): İmparatorluk dönemi Çin topraklarında geçen, Uzakdoğu kültüründeki fantastik öğelerle bezeli öyküler görülür. Abartılı Kung-fu dövüşleri, bölgeye ait silahlar ve kıyafetler ile süslenmiştir. Wuxia ismi, kahramanlık ve onur anlamına gelen felsefedeki “xia” sözcüğü ile Uzakdoğu dövüş sanatlarını tasvir eden “wu” sözcüğünden türemiştir. Xia felsefesini takip eden kılıç ustalarına “xiake” (onurlu konuk) adı verilir. Bu kültür, Japonya’da samuray, İngiltere’de şövalye, Amerika’da da silahşor olarak tasvir edilir. Bu türdeki en iyi örnek, Ang Lee’nin yönettiği “Kaplan ve Ejderha” (Crouching Tiger, Hidden Dragon) filmidir. Toplumsal Fantezi (Fantasy of Manners): Toplumsal fantezide, dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü büyücüye veya şeytani yaratıklara karşı bir savaş yoktur. Bu alt türde, genellikle toplumsal sınıflar arası savaş ele alınır. Fantasy of manners terimi, ilk olarak 1991 yılında bilimkurgu eleştirmeni Donald G. Keller’ın The New York Review of Science Fiction dergisinde yazdığı “The Manner of Fantasy” makalesinde kullanılmıştır. Genel olarak Alexander Dumas’nın “Üç Silahşorler” kitabındaki kurgudan esinlenilmiştir ancak bu alt türde fantastik yaratıklar vardır. Örnek olarak, kendilerine zulüm eden şeytani yaratıklara başkaldıran gnomlar örnek gösterilebilir. Steven Brust’un “Vlad Taltos” serisi bu alt türün örneklerindendir.

KARAKUTU SAYI: 11

99


Yüksek Fantezi (High Fantasy): Yüksek fantezi (high fantasy) alt türü, fantastik kurgu eserlerinde çokça kullanılan türdür. Fantezi okurları da bu alt türün ismini sıkça duyarlar. Bu alt tür, epik fantezi olarak da kullanılır. Sıklıkla iyi ile kötü arasındaki savaşı, fantastik yaratıklar ve fantastik diyarlar kullanarak anlatır. Günümüze, toplumumuza veya tarihimize çok fazla gönderme yapabilir, çeşitli önerme ve metaforlar kullanır. Yaşanan olaylar genellikle tüm toplumları ve diyarı etkiler. Bu olaylar sadece bir kahramanın kişisel meselesi değil tüm toplumun ve canlıların meselesi olacak boyutta yaşanır. Yüzüklerin Efendisi, Narnia Günlükleri, Zaman Çarkı, Ejderha Mızrağı gibi en çok okunan seriler bu alt türe aittir. Ülkemizde yer alan fantastik eserlerin çoğu da bu alt tür altında yer alır. Umarım fantazyanın ne kadar detaylı bir tür olduğunu kısaca da olsa açıklayabilmişimdir. Bu yazının gelecek nesillere de faydalı olması dileklerimle…

kaynak: kayra KÜPÇÜ, gölge e-dergi 66. sayı

100

KARAKUTU SAYI: 11


EDEBİYAT DERGİSİ SAYI:11 YIL:2015

F A NT A S T İ K – I


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.