Karakutu Edebiyat Dergisi / Sayı:8 / Yıl:2012

Page 1


KARAKUTU EDEBİYAT DERGİSİ 1. BASKI HAZİRAN 2012 YIL 8, SAYI 8 Sahibi: Terakki Vakfı adına haluk ARIĞ Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı ali KONBAL gülçin ERKMEN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri elife GENÇ emre ERGELEN hülya GÜLAÇ inci MERT leyla kaya VARDAN muhammet GÜNDOĞDU samiha ATAMAN ulviye TAYLAN yade çelik TORAMAN Yaratıcı Yazarlık Kulübü Öğrencileri Şiir Kulübü Öğrencileri Edebiyat Kulübü Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Baskı: Bilnet Matbaacılık, Biltur Basım Yayın ve Hizmet A.Ş. www.bilnet.net.tr Karakutu’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfı’na aittir. Karakutu para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi ve Fen lisesi öğrencilerinin “Edebiyat” dergisi


Merhaba, Savaş ; insanlık kusuru, yıkımların nedeni… Savaş, sorunları yok etme eylemi… Kötülüklerle uğraşmada mücadele simgesi sözcük… Olumlu ya da olumsuz kullanılsın, isim ya da fiil olsun insanlık var olduğundan beri var oluşun ve yok oluşun temelinde o var. Yüzyıllar boyunca eserlere ,filmlere, oyunlara her türlü anlamıyla konu olmuş sözcük savaş. Büyük şair ve yazarların dilinden savaş her şeyi noktalar gibi…. Edward Estlin Cummings : Gece gündüz sizi başkalarına benzemeye zorlayan bir dünyada kendiniz olarak kalabilmeyi başarmak, hayatın en zorlu savaşını vermek demektir. Kemal Sayar:Bir kelebeğin kanat çırpışının fırtınalar çıkardığı bir dünyada, tarihi kahramanların yaptığını sanmak ne büyük bir aptallık! Lao-tzu : Başkalarına karşı zafer kazanan kuvvetlidir,kendi nefsine karşı zafer kazanan ise kudretlidir. Pablo Neruda : Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız. Sadi : Öfkenin ateşi önce sahibini yakar, sonra kıvılcımı düşmana ya varır ya varmaz. Hayatın olduğu her yerde savaş vardır özetle. Saygılar. dilek ÖZÇELENGİR / Türk Dili ve EDEBİYATI Böl. Başk. 2


içindekiler önsöz ……. ben cellatım fransız şarabı kırmızı ay ötekiler … … kırmızı top … … özel bölüm savaş ve şiir yol ve deniz karanlık savaş ki …cenap insan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen kan gölü sevgilim … pusunun renklerim bir kadının savaşı tereddüt savaş kavramının anlamı ve zamanla değişimi farklı bir yoldan şiddete maruz kalmak bir aydın kalkışması olarak 121’in manifestosu tarihi değiştiren savaşlar dünya edebiyatından “savaş” seçkisi savaş edebiyatçı ve savaş savaş oyun mudur … oğlum bin muhteşem güneşin ikisi: meryem ben Leyla bir atın gözünden savaş: SAVAŞ ATI dediler savaş baba sokaktan hayat geçiyor

dilek ÖZÇELENGİR 2 bertolt BRECHT 4 beliz BEŞIŞIK 5 halil ibrahim GÖKAL 6-11 ilknur ÖZTÜRK 12 arthur KOESTLER 13 İlayda VEYİSOĞLU 14 irem nesli EREZ 15-16 edmund BURKE 17 VAUVENARGUE 18 SOMBAHAR 18-38 ilknur ÖZTÜRK 40-41 dilek ÖZÇELENGİR 41 emirhan ÇAKMAK 42-43 ŞAHABETTİN 44 merve TUĞTEPE 45 aylin AKGÜL 46 ömer ege AÇIK 47-54 edward estlin CUMMİNGS 55 erve ARDA 56 ulviye TAYLAN 57-61 batuhan YUNUSOĞLU 62 göktuğ ÖCALAN 63-65 bulut BAKIRCIOĞLU 66-67 andre BRETON 68-70 71 aslınur GÜLAÇ- eda PAKEL 72-90 canberk YILMAZ 91-92 cem KOÇ- can KOÇ 93-94 cem KOÇ- can KOÇ 95-96 NİZAMİ 96 beliz BEŞIŞIK 97 98 irem nesli EREZ 99 deniz rüya AYDIN 100-101 metin SEVEN 102-103 oğuz GENÇ 104 elife GENÇ- ali KONBAL 105-107 9. sınıflar 108-136 3


“ Bize öyle geliyor ki karşı çıkmak en iyisi Ve en küçük bir sevinçten bile vazgeçmemek Ve kovmak yeryüzünden acıyı yaratanları Ve sonunda yaşanır hale getirmek dünyayı.” bertolt BRECHT 4


ben cellatım Cihanda en taze kimlikler Kimliklerinin kenarıyla kesildiler şah damarlarından Beni gören de var göz yumrularımın altında yüzüm de var Maskemi bilen de var ‘’Defolun Zeki’i geri getirebilecek misiniz?’’ Çürümüş özgürlük pabucunda ayaklarını ısıtanlar Engerekler bile boynuzlarını çıkardılar Ben cellatım Mezarlığı paylaşmak istemeyeceğiniz adamlar için sizin paranızla ittim tabureyi Sallanan vücudunuza ibretlik bir masal yazdırırdım geceleri Masallar okutuldu Dağlarda sol sağ sol sağ Ben cellatım Karlar kollarımdaki damarlarda kesilir Ben kimseyle tanışmam onları öldürürüm Değer biçtikleri keskinlikte Törenlerine verdikleri hassasiyetle Ağıtçı kadının bahşişiyim ben ! Patronum ağıtçı kadındır ! beliz BEŞIŞIK / 11A

5


fransız şarabı kırmızı ay

A

y gecenin karanlığında dağılıyordu. Soğuk, bedenimizi delip geçen bir kurşundu. Önümüzde yatan binlerce genç ve hayalleri adeta yavaş yavaş buharlaşıyor, savaşın bütün acılarını içlerinde tutan bulutlara doğru yol alıyordu. Siperlerin ardında belki on belki on beş kişi kalmıştır. Yüreklerimizdeki yaraların kanları içimize akan gözyaşlarına karışıyordu. Peki, ben burada ne arıyordum? Fransa’nın hayat dolu sokaklarını bırakıp beni buraya, Osmanlı’nın kurak topraklarına taşıyan ne olmuştu?

Fransa’nın Osmanlının topraklarına göz diktiğini öğrendiğim zaman içimden bir parça kopmuştu. İstanbul’dan Fransa’ya eğitim görmeye giden o azınlık öğrenci grubuna katılmak için günlerce çalışmıştım. Her gece bunun hayallerini kurmuştum. Listenin elime geldiği ve ismimi gördüğüm zaman içimde doğan sevinç güneşini hatırlıyorum da gözlerim yaşarıyor şu anda. Sonrasında adeta film kopuyor aklımda... Fransa’ya yerleştikten bir sene sonra gelen savaş haberi benim vatanıma dönüşüm... Gerçek buydu işte. Belki de üzüntümü, sevincimi ikiye bölüp yarısını paylaştığım arkadaşlarımdan birinin gövdesini delmeye çalışıyordum bu soğuk metallerle. Cephenin içinde kafamı kaldırdım. Sağıma döndüğüm zaman sallanarak ağıt yakan ağaçları gördüm. Solumda ise kafalarını üzüntü içinde öne eğmiş çiçekler vardı. Mert, yanıma gelip “Ne yapıyorsun? Ölmek mi istiyorsun? Kafanı dağıtacak olan tek bir kurşun ve o da karşıdan gelmek üzere.” dedi. Ölüm mü? Ölüm bu kadar korkulacak bir şey miydi? Hayattaki en büyük ceza mıydı ölüm? Peki, elimizdeki kalemleri bırakıp silahlara sarılmamız neydi o zaman? Gelecek bu geceden daha da karanlıktı. Ahmet sol yanıma geldi. “Mehmet bunlar karşı taraftan bağırıyorlar. Ne diyorlar?” dedim. Ahmet ve Mert çocukluk arkadaşlarımdı. Bu iki kardeş arasındaki sıkı bağlılık, yıldızları gökyüzüne bağlayan ipler kadar güçlüydü. Ahmet “Ben ne bileyim? Adamlar Fransızca konuşuyorlar.” dedi. Ben sana kaç gündür ne öğretiyorum?” dedim. “Hadi konuşmayı kesin de dinleyin. “ dedi Mert. Dikkatle dinlemeye başladım. Ay ışığının uğultusu ile ölümüm çığlığı dışında bir şey yoktu. Sonra bir bağırma duydum, duymaz olaydım. Adamlar teslim olmamızı istiyordu ve gerçekten daha fazla dayanacak gücümüz yoktu. Cephelerde, askerlerin arasında gezen Azrail’in bana gelmesini diledim içimden. “Bizim teslim olmamızı istiyorlar.” dedim. Ahmet bağırarak “Asla!” dedi. Mert “Başka çaremiz yok.” diyerek yanıtladı onu. Bu sırada bizi dinlemekte olan öteki askerler silahlarını hazırlamaya başladılar. Ahmet “Vatanımızı kurtarmak için direniyoruz, gerekirse bu vatan için canımızı vereceğiz.” dedi. Herkes siperin en uç noktasına gelmiş, taarruza hazırdı. “Son taarruz!” dedi Ahmet. “Sonra bu toprak bize kucak açacak.” Ben de Mert’le kör karanlığa mermileri boşaltmaya başladım. “Ahmet’i yalnız bırakmamalıydım.” dedi Mert. Ben bu sırada gözümün gördüğü kadar Ahmet’i takip ediyordum. Bir anlığına zaman durdu sanki. Ay ışığının maviliğinde havada bir kuşun Ahmet’e doğru gidiyordu. Bulutlar ağlamaya başlamışlardı ki bir damla göz yaşı düştü gökten o kurşuna ve Mert’in gözünden yere. O kurşun Ahmet’in 6


saf yüreğine saplandı. “Hayır! Onu rahat bırak ölüm.” diye bağırdı Mert, kurşunun gümüşi rengi bayrak kırmızı kanda ilerlerken. Mert tam siperden atlayıp koşacaktı ki onu kolundan tutup çektim. Ölüm rüzgarındaki korkaklık dalgaları mıydı bunlar? Az önce ölmek isteyen bir adamın şimdi böylesine kaçışı neydi? Beynimin ve kalbimin bu gelgitleri bazen acı çektiriyordu bana. Şimdi iki kişi kalmıştık Osmanlı bayrağının altında. Karşıda kim bilir kaç asker vardı? Öylece bekliyor, birbirimize bakıyorduk. Adeta okyanus ortasında fırtınayı bekleyen iki gemiydik. Kaçamıyorduk; çünkü kanımızda bizi buraya bağlayan bir çekim vardı. Karşıdan gelen Fransız askerlerini gördüğümüzde Mert “Hakkını helal et Mehmet.” dedi. “Helal olsun. Sen de helal et.” dedim. Askerler silahlarını bize doğru kaldırmışlardı. İki komutan kendi aralarında tartışıyorlardı. Mert‘te de bende de korku denen şeyden bir parça yoktu; ancak dünya ile vedalaşmak zor geliyordu. Yoksa çoktan Fransızların üzerine atılmıştık. Yapılan konuşmalardan anladığım kadarıyla bizi üslerine götüreceklerdi. İki gün önce bir Türk grubu bir Fransız askerini esir almıştı. Bizimle onları takas etmek istiyorlardı. Üsleri buraya çok yakındı. Zaten biz de şehre daha da yaklaşmalarına izin vermemek için buraya bir cephe kurmuştuk. Ancak başarabildiğimiz tek iş acı sonu geciktirmek olmuştu. … Şimdi iki yanımda iki Fransız askeri, önümdeki Mert de aynı şekilde yürüyorduk. Mert, Ahmet’in ölümünün etkisinden çıkmış yüreği kavruluyordu, ölüm kurşun yarası gibiydi. Önce sıcaklığından fark edemiyor, sonra acıdan bin bir parça oluyordu. Mert şimdi o acının en dip noktasındaydı. Ağlayacaktı; ancak Fransızlara güçlü görünmek için engel oluyordu kendine. Üsse vardığımız zaman kum ağırlıklı bir maddeden yapılmış bina gördük. Bina savaş kadar renksiz ve soğuktu. Bizi bir odaya kapattılar. Odanın duvarları çatlamış, parçalar halinde kopmaktaydı. Küçük bir pencere vardı, gökyüzünü üç parçaya ayıran demir bölmeleriyle. Bakıldığı zaman küçük bir avlu görülüyordu. Camdaki demirlerin arasından geçen rüzgar yavaş yavaş yüzümüzü okşuyordu. Mert konuşmaya başladı. “ Ahmet ölmeyecek kadar gençti. Toprak ona kucak açmaya hazır değildi. O da kefen giymeye. Ahmet cesur bir şekilde ölüme koştu peki ben. Ben niye... “Biz burada olmasaydık onlar asla Fransız askerini alamazlardı. Yani takas için mutlaka birkaçımızı canlı tutacaklardı. Sadece o kişiler bizmişiz.” Bu sözleri hep korkakların ağzından duyardım. Şimdi bunları söylemek bana acı veriyor, yüreğimin limanından kopan bir gemi yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Mert devam etti, “Daha mezun olacaktı Ahmet, mühendis olacaktı. Hem sevdiğine ne demeli. Zeynep’le evleneceklerdi. Küçük bir ev yapacaktı Ahmet bizimkinin karşısına.” Artık acı ve üzüntü engellenemeyecek kadar yoğundu. Çoktan odanın havasına karışmış, her nefes aldığımızda yüreklerimize daha da doluyorlardı. Bir damla gözyaşı damladı Mert’in gözünden ve betona düştü. Küçük bir umut kalmıştı içimizde: Buradan kurtulmak.

7


Ertesi sabah güneş uyandırdı bizi. Bir garipti bu güneş. Her sabah yaptığı gibi umut yerleştirmiyordu yüreklerimize. Sadece yüzlerimizi aydınlatıyordu. Mert’in gözleri bulutluydu yine. Odanın kapısını iki Fransız askeri açtı. Tam Mert’in kolundan tutmuştu ki ben araya girip ne olduğunu sordum. Önce Fransızca konuşmama şaşırıp öylece kaldı sonra beni ilgilendirmeyeceğini söyledi. Bu sırada elleri boşta kalan Mert boş durmuyordu. Eğildi ayakkabısını temizlemeye başladı. Yani ben öyle düşündüm. Herhalde hala şoktan çıkmamıştı. Ben Fransızca konuşmaya devam ederken birden bir bıçak çıkarttı ayakkabıdan. Bıçağın gümüşi ucu askerin boynunu deşti. Ben de şaşkınlıktan doğan fırsatı kaçırmayıp diğer askeri yakaladım ve kollarını sıkı sıkı tuttum. Mert’in gözü dönmüştü. Hiç düşünmeden bıçağı benim tuttuğum askerin de boğazından geçirdi. Askerlerin ölü bedenlerini hemen odanın ortasına taşıdık. Üniformalarını hızla çıkartıp giydik. Şunu çok iyi biliyorduk: Eğer yarın sabah güneşin doğumunu görmek istiyorsak artık kaçmalıydık. “Ne yaptın Mert?” dedim. “Bizi takasta kullanacaklardı. Zaten Türklerin eline vereceklerdi.” Mert’in sakin, buz gibi tavrına daha da öfkelendim. “Ne yani yaşamak istemiyor musun? Şimdi bizi yakalarlarsa ikimizi de kurşuna dizerler”. Mert bana döndü. “Dün gece hiç uyumadım.” dedi. Şu anda ne yaptığımızın farkında değildi herhalde. Ben ölüm uykusundan bahsederken o dün geceyi anlatıyordu. “Kapının önünde iki asker konuşuyordu. Ben de onlara kulak verdim. Senin öğrettiğin Fransızca kadar anlamaya çalıştım.” Şimdi merak etmeye başlamıştım. “Bizim Türklerin yakaladığı Fransız askeri intihar etmiş. Yani Türkler öyle demişler. Tabii Fransızlar inanmamışlar. Türklerin o askeri öldürdüğünü düşünüyorlarmış. Karşılık olarak onlar da bizi öldüreceklerdi.” Sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Demek ben uyuyormuşum ölüm bize koşarken. … Üssün içindeki ince koridorda yürüyorduk. Kalbim heyecandan yerinden çıkacak gibiydi. Koridor da yürürken nedense hayat denen film geldi geçti önünden gözlerimin. Bazen neşeli bir şarkıydı, bazen de hüzünlü bir melodi. Sonra kapıda bekleyen askerin bize seslendiğini duydum. Zaten film de bitmişti. Ya koridor ya da hayat çok kısaydı. Askerin sorusu nedense bir an beni heyecanlandırdı. Oysaki sadece nereye gittiğimizi soruyordu. Dışarı bakıp düşman varsa bildireceğimizi söyledim. Fransızcamın hayatımı kurtaracağını hayal bile edememiştim oysaki. Mert üssün yanındaki ağaçlıkları gösterdi. “Ağaçlıklara doğru gidersek bizi bulamazlar. “Bunu söylemesiyle beraber kapıdaki asker bize doğru koşmaya başladı. Sanırım Osmanlıca bilmemiz onu şüphelendirmişti. Biz ormana doğru koşmaya başladık o da peşimizden koşuyor, “Durun!” diye bağırıyordu. Ağaçların arasından koşmaya başladığımız zaman özgürlük rüzgârını yüreğimde hissettim. Bir sure koştuktan sonar bir ev gördük. Artık daha fazla koşamazdık. Asker tam silahını kaldırmıştı ki ensemin dibinden bir kurşun geçti. Günlerdir kulağıma fısıldayan ölüm ilk defa bu kadar yaklaşıyordu. Hemen dönüp arkama baktım. Fransız kalbinin üzerinden vurulmuş, yerde öylece yatıyordu. Hayatımızı kurtaran bu adamı görmek için önüme baktım. 8


Yani bir adam bekliyordum. Gözlerim beni yanıltıyor muydu; yoksa karşımda dikilen ve elindeki silahın kızgın ucundan dumanlar yükselen bir kadın mıydı? Mert çoktan yanına gitmiş elini sıkıyordu. Ben de koşarak yanlarına gittim. Elimi uzatıp “ Merhaba, ben Mehmet.” dedim. Genç kadın, “ Neşe” dedi elimi sıkarken. Neşe, orta boylarda, kahverengi saçlıydı. Rüzgârda dalgalanan saçları fırtınalı bir deniz gibiydi. Bir laleye benzeyen vücudu ve çok güzel bir yüzü vardı. Gözleri insanı kendine çekiyor, bir o kadar da korku salıyordu yüreğe; çünkü ikimize de avını izleyen bir kartal gibi bakıyordu. “Burada bekleyerek vatanı kurtaramazsınız.” dedi. Biz de Neşe’nin peşine takıldık ve yürümeye başladık. “Nereye?” diye sormuyorduk; çünkü bu genç kadının gözleri “Bana güvenin!” diyordu. Şunu çok iyi biliyordum ki gözler dudaklardan, dilden daha güvenilirdi. … Akşam tüm maviliği ile çökmüştü üzerimize ve ağaçların bu durumdan zevk aldıkları rüzgârla dans etmelerinden belliydi. Ben, Mert ve Neşe’nin arkasından yürürken iki günde ne kadar çok şey yaşadığımızı düşündüm. Ölüm sık sık kapımızı çalmıştı. Biz de Mert’le evde yokmuşuz gibi davranmıştır. Ahmet bizim kadar şanslı olamamıştı. Ya da biz Ahmet kadar cesur olamamıştık. Ölüm Ahmet’in kapısını kırmamıştı ki. Ahmet kapıyı açmıştı o gece Fransızlara doğru koşarak. O karşı siperlere koştukça aslında vatan da özgürlüğe koşmuştu. Ben bütün bunları düşünürken küçük bir insan topluluğu gördüm karşımda. Neşe’ye yaklaşıp bunların kim olduğunu sordum. O da bunların arkadaşları olduğunu, yarın gece Fransız üssünü havaya uçuracaklarını söyledi. Önce çok şaşırdım. “Nasıl? “ dedim. Bu halk direnişinde patlayıcı madde bulmak zor; hatta imkânsızdı. Neşe “Osmanlı bu hale gelince gizli silah depoları yaptı.” dedi. “Evet, onlarda silahtan başka bir şey yok.” dedim çokbilmişlikle. Neşe “O zaman bu elimdeki patlayıcı nereden çıktı?” dedi. Bir anlığına çok utandım. Gece iyiden iyiye çöküyordu ortadaki büyük alevden kopup ateş böceklerine dönüşürken küçük kıvılcımlar. Kafamı ateşe bakmaktan yorgun gözlerimi dinlendirmek için havaya kaldırdım. Dün gece yağmakta olan yağmur bu gece yerini yıldızlara bırakmıştı. Beş veya altı çadır vardı. Bunları Kızılay’dan aldıklarını anlamak için üzerlerindeki hilal işaretini görmek yeterliydi. Bu çadırların başta duranından bir adam çıktı. Gayet kültürlü bir adam gibi göründü gözüme. Az sonra konuşmaya başlayınca yanılmadığımı anladım.” Adım Bora” dedi. Büyük ihtimalle İstanbulluydu; çünkü Bora ismini Osmanlının geri kalanında bulmak çok zordu. Bu yüzdendir ki ateşin başında oturan diğer adamlar çok zorlanarak anladıkları bu isme şaşırmışlardı. Bora konuşmaya başladı.” Dostlarım bu gece konuşacaklarımız, yapacağımız planlar yarın gece aynen uygulanacak. Öncelikle şunu söylemem gerek: Vatanımızın bize ihtiyacı var ve yarın öleceksek onun bayrağı mezarımızın üzerinde dalgalansın diye öleceğiz. Çocuklarımız, torunlarımız bizim dilimizi öğrensin, bizim kültürümüzde büyüsünler diye öleceğiz.” Bu adamın ağzı gerçekten iyi laf yapıyor diye düşündüm. Bora devam etti. “Şimdi planımızı son kez gözden geçirelim. Hasan, Ali, Mahmut ve Kazım binanın sol 9


cephesini sarıp, bombaları yerleştirecekler. Sağ cephedeki işi Mehmet, İhsan, Bekir ve Latif yapacak. Neşe ve Hilal siz ağaçların arkasından kapıyı gözetleyeceksiniz. Şimdi işin en zor kısmı: Neşe kapıdaki nöbetçiyi indirdikten sonra biri üzerinde bombayla içeri koşacak.” Ağaçla üssün kapısının arasındaki mesafeyi düşününce Neşe’nin de ne kadar iyi silah kullandığını anladım. Bora ve diğerleri susmuştu. Sanki sessizliğinin sesini duydum ateş sesiyle beraber. “Evet” dedim. Meraklıydım ve gerisini duymak istiyordum. “Devamı yok.” dedi Bora. “Kim içeriye girecek?” dedim. “Kimse istemiyor girmek. Sorun da buydu ya. Herkes sen istersen tamam diyor; ama bence kimse yürekten hissetmiyor. Ben, yürekten hisseden; vatanı için ölmek isteyen birine vereceğim bu görevi.” Ben birden atıldım. Sebebini çözemeden “Ben yaparım.” dedim. Herkes dönmüş gözlerimin içinde yanan cesaret alevlerine bakıyor ve şaşırıyordu. Ben de şaşırdım aslında. Günlerdir Azrail ile boğuşuyordum. O kovaladıkça kaçıyordum; ancak şimdi durmuş onu bekliyordum. Bora “İşte bende böyle cesur birini arıyordum.” dedi. Çadırlarımıza dağıldık. Tabii ki ben çocukluk dostum Mert ile kalıyordum. Mert “Hayat ne garip! Dün Ahmet koptu bizden bugün ölüm peşimizden koştu. Yarın da sen…” bu cümleyi tamamlayamadı. Bu gece gene ay ışığının sesine gözyaşları damlıyordu. “Oraya gidince selam söyleyeceğim Ahmet’e.” dedim. Güldüm bu saçma espriye. Mert gülmedi ve gözleriyle veda edercesine baktı bana. Ertesi sabah kalktığım zaman Mert çadırda yoktu. Kafamı çadırdan çıkarttığım zaman herkesin elinde bir parça ekmek ve peynir gördüm. Hani doğum günü çocuğu olur da istediği her şeyi yapar ya işte ben de ölüm günü çocuğuydum herhalde. Yavaş yavaş Mert’in yanına yürüdüm. “Seni erkenden kaldırmak istemedik.” dedi Mert. Neden dedim içimden. Ölümü düşünmemek için mi? Bana da bir parça ekmekle peynir verdiler. Güneş tam tepemizdeydi. Yani bir öğlen vakti idi. Belki de bu dünyada tadacağım son tattı bu. Ekmeğimi yedikten sonra yürüyüşe çıkmak istedim. Mert hemen “Ben de geleyim.” dedi. Bunu istemiyordum. Neden bilmiyorum; ama istemiyordum. Mert’e teşekkür edip yürümeye başladım. Ağaçların kokusu ve yeşilin en doğal hali eşlik ediyordu bana. Birden aklıma çocukluğum geldi. İstanbul’da evimiz boğazın kenarında idi. Her sabah deniz manzarasına uyanmak ve sonra Mert ve Ahmet’le sokakta oyunlar oynamak. Okulda nasıl da oyunlar oynardı kâğıtla. Bazen birbirimize atardık da Osman Hoca çok kızardı bize. Sonraki yıllar çabucak geçmişti. Ben çok çalışmış Fransa’ya gitmiştim. Orada edebiyat okuyordum ki Belle ile tanıştım. Ne büyük bir aşkımız vardı. Herhalde hayat bir defter olsaydı baştan sona onun adıyla doldurmayı isterdim. O benim için güneşti, sonsuzluktu, hayattı. Topuzunu açtığında ince beline kadar uzanan siyah saçları vardı. Dokunduğum zaman adeta çarpılırdım. Kömür karası gözleri hayat ve umut doluydu. Çoğu zaman o denizi seyrederken ben onu seyrederdim. Bana huzur veren az şeylerin başında gelirdi o. O varsa ben de vardım. O yoksa ben de yoktum, hiçbir şey yoktu. Hayatın bizi ayırdığı o günü hatırladım. Gözlerim ve kalbimi yaşlar doldurdu. Ne kadar zor ayrılmıştık. “Elveda” demek ne zormuş meğer. Annem ve babamı bu dünyadan uğurlarken bu kadar acı çekmiş miydim? O veda anını hatırlıyorum da o son veda öpücüğü yırtıp geçmişti kalbimi, bedenimi, ruhumu. 10


Ben bütün bunları ince ince düşünürken akşam olmuştu dünyada, ben de. Yavaş yavaş kampa yürüdüm. Ormana dönüp “Elveda!” dedim. Kamp yerine geldiğim zaman herkes hazırdı. Ellerinde bombalar ve tüfeklerle. Bora yanıma gelip benim alacağım bombayı elime verdi. İki elimle sıkıca tutuyordum ölümü şimdi. Bora “Gece çökmek üzere, şimdi oraya gidelim ki az çok nereye yerleştireceğinize karar verin.” dedi. Mert’in yanına gidip “Hakkını helal et, kardeşim.” dedim. Mert “Tabii helal olsun.” dedi. Sen de helal et. “Helal olsun.” Sıkıca sarıldık birbirimize. İşte o zaman gerçekten bir kardeşim olduğunu hissettim. Üsse vardığımız zaman Neşe ve Hilal’in yanında durdum. Yapacağım iş basitti. Neşe kapıdaki askeri vurduğu zaman koşarak içeri girecek, sonra hemen elimdeki bombanın üzerindeki kesik kabloyu birleştirecektim. Hayat ne garipti. Dün koşarak kaçtığım yere bugün koşarak girecektim. Dün koşarak kaçtığım ölüme bugün koşarak kavuşacaktım. Gece çöktü. Herkes elinde bombayla sağa sola koştu. Neşe tüfeğini kaldırdı. Kalbim heyecandan çoktan ayrılmıştı vücudumdan. Bir tüfek sesiyle koşmaya başladım. Neşe o kadar iyi bir nişancıydı ki Fransız askerinin alnında bir delik açmıştı. Koşarak içeri girdim. Bombayı çıkarttım ki bir Fransız askeri gördüm. Yüzü adeta Belle’nin yüzüydü. Sonra iki kablonun ucunu birleştirdim. Son olarak Fransız şarabı kırmızı bir ay…

halil ibrahim GÖKAL / Hz A

11


ötekiler Fosfor bombalarıyla boyarlardı binaları Kırmızı tonlamalı ülkede Çocukların misketleri mermi kovanlarıydı o zamanlarda Oyun oynamak savaş suçuydu orada

Babalar yapardı fosfor boyalarını Komşu çocuklarının oyuncakları olacaklarını bilmeden Ter döker, acı çekerdi fosforlular Minik yavruların heybetli evlerini boyarken

Mecburdu babalar da çalışmaya Çocuklarına yeni oyuncaklar alabilmek için Utancını kenara bıraktığında dönerdi her biri eve Elinde fosforlu renklerle boyanmış, Top mermileriyle…

ilknur ÖZTÜRK / F10

Kahraman için asıl şeref yabancıları aç koyup sefalete düşürmek değil, devleti uğrunda açlığa da sefalete de katlanmaktır. Çevresine ölüm yaymaz, meydan okur. VAUVENARGUE(fransız yazar) 12


Yalnızca gelecek on yılı değil, on bin yılı mikroplarla ve bombalarla birlikte yaşamamız gerekecek. arthur KOESTLER (macar yazar)

13


Y

orgun bir takvimi vardı. Yaprakları kopmuş, sararmış. En umursamaz günlerinde bakardı yılın geçmek bilmeyen parçalarına. Çıkarttığı her yaprak kalbinden ve günlerden bir ağırlık alıyor, beklentilerini hafifletiyordu. Saydığı günlerde, anılarda kaybolmuştu ve beklemek… Hiç dinmeyen acılarına tuz basıyordu.

Gideli neredeyse bir yıl olacaktı. Yaprakların sıradan döngüsü bunu ona kanıtlar gibiydi. Bıraktığında yağmurlu bir eylül sabahıydı. Yağmurla beraber gitmişti bir hiç uğruna savaşmaya. Hiç bilmediği yerlerde, bilmediği insanlarla kan akıtmaya. İlk başlarda kabullenmesi zordu. O da biliyordu ki savaşa gitmek bir daha dönmemekti. Yine de bir umutla dönüşünü beklemeye koyuldu. Ne de olsa giderken ona bir yüzük vermişti, hayallerini koymuştu yanına. Fazla şeye gerek yoktu. Ne büyük bir zafere ne de paraya. Dönseydi yeterdi. Çok soğuk bir perşembeydi. Herkes gitgide aynılaşıyordu. Kaybetmeye alışmış gibilerdi. Hiç bilmedikleri bu topraklar teker teker hepsine mezar olmaya başlamıştı. Öldürmek bir refleks haline gelmişti; oysa biliyordu ki kendisi kimseye zarar veremezdi, saftı, savunmasızdı. Şimdi ise hayallerini ortaya koymuştu. Onu bekleyen biri vardı unuttuğu topraklarında. Kavurucu güneşin sıcaklığı alevlere karışıyordu. Aralarında adeta bir senfoni vardı. Artık ölüme karşı tepkisizdi. Her gün arkadaşlarının yüzlercesi ölüyordu. Eskiden korkardı. Şimdi ise sadece dua etmekle yetiniyordu. Giderken ona bir fotoğraf vermişti, en güzel günlerine ait bir fotoğraf. Hep saklamasını umuyordu. Saklıyordu da… … Beklemek her şeyden zordu. O artık birini değil hayallerini bekler hale gelmişti. Hayat çok yavaştı, ne zaman ona ait bir fotoğraf görse veya onun kokusunu duysa gözyaşlarına hakim olamıyordu. Biliyordu, hiç dönmeyecek olanı bekliyordu. Hayatına bir daha kimseyi sokamazdı, kimse ona onun gibi dokunamazdı. … Hiçbirine, hiçkimseye yakışmıyordu savaş. Ölüm olmamalıydı onları buluşturan. Silahlar değil… Belki de bir demet çiçek olmalıydı ellerinde. Şimdi ise o çiçekler mezar taşlarını süslüyordu. Durup düşündü. Sabahtan beri içini garip bir his kaplamıştı. Bu ölümün çiğ, karanlık yüzüydü. Saniyeler saatlere, saatler aylara dönüşmüştü. Kurşun sesleriyle her yer yankılanıyordu. Bilemezdi ki bir tanesi ona isabet edecek ve kalbini söküp yerinden alacaktı. Ölüm yavaş ve acısız oldu. Son bir kez gülümsedi güneşe, bulutlara, uzaklardaki yurduna, sevdiği kıza. Onu severek ölmenin gururunu yaşıyordu bedeni. Hepsi rahat olsunlardı, o bir hiç uğruna ölmüştü. Diğerleri gibi… Ve hissediyordu, hayat gözleri kapalıyken daha kolay olacaktı. Cennette bir yer açtı kendine. Her gün kapıda beklerdi onu. Ola ki gelir de bulamaz diye. Şimdi ise hep yanındaydı. Söz verdiği gibi… Yakınlarda bir yere gömdüler yorgun bedeninin kalıntılarını. Geriye o kağıt kesiğinden bozma acı kaldı. Gözyaşları kaldı, aşk kaldı. ilayda VEYİSOĞLU /10E 14


kırmızı bir top

B

arakanın kapısı güçlü ama üzgün bir tıklatmayla inledi. Yaşlı iniltisi içeride yankılanırken küçük bir elin dokunuşu tüm bu karamsar havayı dağıtmaya yetti. Minik ellerin kollarından tuttuğu kapı şimdi canlanmış, kapının arkasındakiyse acıyla da olsa gülümsemişti.

Özlem dolu sevimli gözlerin susadığı kişi işte tam orada kapının arkasındaydı. Onu görmüş olmanın verdiği sevinçle kollarını beline doladı ve kocaman ellerin okşaması için başını onun karnına gömdü. Onlar bu şekilde özlem giderirken genç bir kadın umut dolu bir haykırışla vardı bu mutlu tablonun yanına. Kocasından iyi bir haber duyma hayaliyle parlayan çökük gözleri onun elinde gördüğü kıpkırmızı bir topa takıldı. Bu bakışları fark etmemek olanaksızdı; oğluna sarılmayı bırakan baba, heyecanla bu yarı patlak kırmızı topu aldı ve ayrılırken belinden çözülen cılız kolların arasına bıraktı. -Bu topu senin için aldım, oğlum. Evet, şimdi döndüm; ama tekrar gitmem gerekecek. İşte tam da o zaman, beni özlersen alır bu topla oynarsın. Ben de senin top oynayışını bulutlardan duyar ve sana sevgilerimi yollarım, böylece hiç ayrı kalmayız. Olur mu? O meraklı gözler, şimdi biraz buğulanmıştı; ancak ilk oyuncağını alan bir çocuğun mutluluğunu hiçbir şey gölgeleyemezdi. Kocaman bir öpücük minicik dudaklardan sıyrılıp babanın yanaklarına konduruldu ve küçük çocuk incitmeye korkarak bu yarı patlak topu ellerine aldı. Yarı buruk bir sevinçle dışarıya attı kendini. Işımayan bir güneş nasılsa o da öyleydi işte, oyun oynamayı bilmeyen bir çocuk… İçerideyse ondan uzak; ama bir o kadar da yakın bir konuşma geçiyordu. -Biliyorum o da çok sevindi; ama o oyuncak bu akşam da aç yatmamız demek. -Ama görmedin mi nasıl da sevindi? O daha çok küçük, bari yokluğumda bununla avutsun kendini. -Bu sefer ne kadarlığına gidiyorsun? -Bu seferki farklı… -Nasıl farklı? -Bir daha asla dönemeyebilirim. Bu çatışma çok büyük olacak. -Peki, ne zaman gideceksin? -Bu gece ona fark ettirmeden çıkarım. *** Gecenin karanlığında yer yatağının yatan küçücük yüze vedalaşan dudakların öpücüğü kondu. Bir kelebeğin konuşu gibi, kısa ömürlü. Sonra kelebeğin kanat çırpışları yayıldı sahipsiz sokaklara. Kelebek sonu gözükmeyen karanlığa yol alırken arkasından zayıf ve duacı bir el sallanıyordu sadece… 15


*** Minik bakışlar canlandığında gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Ağlamaya hazır; ama bir o kadar da huzur vericiydi süzülüşleri. O an küçük çocuk için önemli olansa başucunda duran o yarı patlak kıpkırmızı toptu. Minik ellerine aldığı topla dışarıya koştu. Anlaşılan annesi yine ekmek kuyruğuna girmek için erkenden kalkmıştı. Zaten her sabah böyle olurdu bir yudumluk kuru ekmek için saatlerce bekler, çoğu zamansa eve eli boş dönerdi. Yokluğuna alıştığı babasıysa yine gitmiş yalnız bırakmıştı onları. Çocuk elindeki topu yere attı, boş horultuyla yere yapışan topun sesi bulutlara ulaşmadı. Bunun üzerine çocuk olanca gücünü topladı. Babasını şimdiden özlemişti ve bunu ona duyurmalıydı. O güçsüz ve zayıf bedenden beklenmeyecek bir güçle vurdu, top havalandı ve bulutların da üflemesiyle rüzgarda savruldu. Minik adımlar, koşuşturmaya dönüşürken top rüzgarda savrulmaya devam ediyordu. Derken yorulan hava yükünü bıraktı ve patlak topun yarattığı yankı boş arazide yayıldı. Sonunda durmuştu işte, artık o küçük eller tekrar buluşabilirdi tek hazinesiyle; ama ürken eller panikle geri çekildi. Bir kurşunun havayı yaran tıslamasına bir askerin haykırışları katıldı sahipsiz topraklarda. Göz açıp kapayıncaya kadar metalin soğukluğu askerin bedenine yayıldı. Kurşunun deldiği yerden çağıldayan kan üniformanın üzerinde sinsice yayılmaya başladı. Bu manzarayı seyreden diğer askerler de kıpırdandı ve şimdi de kurşun sesleri çağıldadı akan kan gibi. Ama… Ama bu sahneye tanık olan sadece askerler değildi. Minicik masum gözler de görmüştü yaşananları. İşte o anda koşmaya başlamıştı arkasında kan kırmızısı patlak bir topun ve akan gerçek kanın buğulu lekesini bırakarak… Tam da o anda bulutlar içerlerine attıkları gözyaşlarını özgür bıraktı bu kiri, bu suçu, bu günahı, bu acımasızlığı temizlemek umuduyla… irem nesli EREZ / Fen 10

16


17

Savaş, bulduğu ülkeyi bir daha bırakmaz. edmund BURKE (İngiliz Yazar)


18


19


20


21


22


23


24


25


26


27


28


29


30


31


32


33


34


35


36


37


38


39


yol ve deniz Bir bebeğin gülüşü kadar ışık vardı dünyada, Bir bebeğin isyanı kadar karmaşa Bulutlar huzura ermiş, dünyayı arşınlıyordu Barış damgalı güvercin zeytinlikleri mesken edinmişti yine Kanatları maviliklerin ufuk çizgisindeydi* (mavinin değdiği her yerdeydi….) (Ve hep kıvançla gülümserdi saf beyaz güvercin) …. Ve bir gün koca bir bozgun çıktı (bu) zeytinlikte, Yerçekimi ağaca sımsıkı bağlı zeytinlere ayaklandı yeniden Yer yarıldı, öfke kustu dünya zeytinliklere, Öfkesi ateş oldu toprağın zeytine Ay baskın geldi güneşe, engelledi yol almasını Dünya griye döndü, ayyuka çıktı Araf böyle bir günde Damgalı güvercinler keskin ufuktalar şimdi, Işığa en yakın olanlar, umut canlı onlar için Ateşe en yakınlar, ışık sakıncalı onlar için Beyaz güvercinler suskun, Yarı cehennem yarı cennetteler şimdi Toprak, hava suskun, Venüs akıllandı şimdi Damgalı beyaz güvercin, toprağa değdi Suya değdi, havaya değdi, yaşama değdi Başka bir bebekte kahkaha oldu defalarca Tüyleri papatyaların ilham kaynağı, saf kanı maviliklerde tuz şimdi Ve sular kadar muazzam, minik kalbi Yeni bir zeytin fidanında denizin tuzlu sularına hasret şimdi… her yol bir denize çıkardı her deniz ise bir yola tsunamiler olurdu narin kıyılarda dalgaların geride bıraktıkları ise koca denizin bile taşıyamadığı “ağır” deniz tuzu olurdu 40


Rüya insanlarıydı onlar, düşdeştiler Beyaz kanlı adamları düşlerken, savaşta Ödeştiler Barış dalgasız bir rüzgardır Masum bir güvercin kanadında Ölüm koynuna girdiğinde güvercinin Fırtınalar başlardı gökyüzünde ilknur ÖZTÜRK / F10

karanlık Üşüyorum Ve her yer dalga Acıyor tırnağımdan yüreğe giden… Derin ve sarsıcı ve boş titreşim **** Savaş sadece ülkeler arası olmaz a! dilek ÖZÇELENGİR / Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

41


savaş ki

S

avaş ki insanın sadece dünyaya gelerek sahip olduğu yani insanla birlikte doğduğu kabul edilen, insanın yaşama hakkını elinden alan çatışma silsilesidir. Tabii artık savaşlar hurra biz oraya saldıralım, toprak alalım şeklinde olmuyor, günümüz dünyasında savaşlar ekonomide, kültürel alanlarda ve siyasette oluyor; ama her nerede olursa olsun savaş hep yıkım hep huzursuzluk ve hep üzüntü getiriyor.

Her savaşın ortak noktası bir yıkım getirmesidir. Bu yıkım savaşın bizzat başladığı andan çok önce başlar ve savaşın bitiminden çok sonraya kadar biyolojik, psikolojik, ekolojik yıkımlar olarak kendini yaşamın her alanında gösterir. İnsanlar için en yakınlarını kaybetmek, psikolojik olarak yaşadığı travmalar, duygusal çöküntüler hepsi yıkımdır. Çevre için tahribat, yine savaş döneminde kimyasal silahlarla sulanan topraklar hepsi yıkıma örnektir. Savaşlarda yaşanılan yıkımların en büyüğü ise ölümdür. Ölüm, insanın doğuştan sahip olduğu yaşam hakkının elinden alınmasıdır. Savaş döneminde yaşanılan ölümler için ise ölümün tanımı farklıdır. Savaş döneminde ve militarist öğretinin benimsendiği toplumlarda ise ölüm, aslında yaşam amacıdır, vatan için ölüm ise kişinin ulaştığı en üst makamdır. Savaş, ölümleri meşrulaştırmak, olağan karşılamaktır. En basitinden 2.Dünya Savaşı sonucu yaklaşık, sivil halkla beraber, 75 milyon kişinin öldüğü bunun 3 katı yaralı olduğunu da düşünürsek savaşların insan yaşamını hiçe saydığı görülebilir. Altını çizmemiz gereken noktalardan bir diğeri ise savaşın zararlarının savaş döneminde tam olarak algılanamamasıdır, algılanmış olsa bile insanların kitleler halinde kişilerin arkasında yürüyerek, bu zararları görmezlikten gelmeleri, çözümü savaşta aramalarıdır. Savaş döneminde her şey olağan karşılanır. Kişinin beslenmesi, uykusunun ve hijyeninin bozulması, 24 saat bir şey yememiş olması, 2-3 gün uykusuz kalmak hepsi savaş dönemlerinde olağan durumlardır. Bunlar kısa dönemde anlaşılmasa da uzun vadede insan psikolojisinde derin etkiler bırakarak, insanları kötü etkilemektedir. … Savaşın devletler açısından getirdiği olumsuzlukların başında ise devlet ekonomilerinin alt üst olması geliyor. Devlet ekonomisinin yeterli olmadığı yerlerde ise en başta ilaç sıkıntısı olmakla birlikte insanların çeşitli ihtiyaçları devlet tarafından karşılanamıyor, savaş döneminde olmasa bile sonrasında ölümler savaş döneminde olduğu kadar yaşanıyor, insanlar hastalıktan kırılıyorlar. Hastanelerin ve doktorların yetersizliği, savaşlarda kullanılan silahların kimyasal bileşenleri birçok hastalığa da davet çıkarıyor. Bunların en başında kanser geliyor. Örneğin savaşın izlerinin yavaş yavaş silinmeye çalışıldığı Irakta son birkaç yıldır 12-13 yaşında meme kanserine yakalanan çocukların sayısı giderek artıyor. Savaşın ve savaş artıklarının verdiği zarar yalnızca kanser türlerinin çoğalmasıyla sınırlı değil. Zira savaş sonrası doğan çocukların bağışıklık sistemi son derece zayıf olduğundan, buna bağlı hastalıklar da savaş mağduru çocuklarda bolca görülüyor. Hava, su ve yiyeceklerdeki atıklar anne karnından bebeğe geçip, anne ve babadaki pasif etkiyi aktif hale getirebiliyor. Yani anne ve babası sağlıklı olan bir 42


çocuk, savaşa maruz kalan bir anne babadan dünyaya geldiği için savaşın ağır yükünü çekmek zorunda kalabiliyor. Bu da bize savaşın adaletten yoksun olduğunu, sadece savaşı yaşayanların değil sonraki nesillerin bundan etkileyeceğini göstermektedir. Savaş, şiddeti meşrulaştırarak, vatan için dökülecek kanı kutsal addederek aslında bir nevi ölümü desteklemektedir, olağan karşılamaktadır. Her zaman yıkım, ölüm ve acı getirdiğini göz önüne aldığımızda savaşın savunulacak bir yanının kalmadığını açıkça anlamamız gerekir. emirhan ÇAKMAK / 11C

43


ll. Dünya Savaşı Minyatürleri

Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır. cenap ŞEHABETTİN (türk yazar) 44


İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen

H

iç hile yapmadıysanız, dul kadına eziyet etmediyseniz, yasak olan işlerden kaçtıysanız, boş gezmediyseniz; tapınaklardan ekmek çalmadıysanız, ölülerin yiyeceklerini almadıysanız, buğdayı tartarken hile yapmadıysanız, kutsal balık ve hayvanları avlamadıysanız; açlara ekmek, susuzlara su, çıplaklara giyecek verdiyseniz, yani tanık yokluğunda kendi kendinize tanıklık ettiyseniz insanlığın düşünemeyecek kadar yorgun düştüğü bu dar zaman diliminde, içinde bulunduğumuz bu iç savaşta bizimlesiniz. Birlikte düşünelim; çünkü grup halindeyken düşünceler, bir füzyon reaksiyonu gibi yayılır. Telaşlı koşuşturmaların arasında ideal bir yaşam elde etmek için gösterdiğimiz tüm çabanın ve mutluluğumuzun önündeki bu büyük engelden bahsedelim. İspanyolca “Guerra”, Almanca “Kreig”, İngilizce “War”, Fransızca “Guerre” ve Türkçe “Savaş”... Hangi dilde olursa olsun, bazı kavramlar istisnasız tüm insanlar için evrensel bir sorundur. Zifiri karanlıkta, siperde ölümü beklemek kadar çaresiz, bebekleri havaya atıp süngüye geçirmek kadar acımasız, taze kan kokularının arasında düşmanla çarpışmak kadar korkunç, son asker ölse de bitmeyecek kadar bakidir bu ruhsal savaş. İnsanın ruhsal tutsaklığıdır. Kendi kendimizle verdiğimiz iç savaş, cephede verilen savaştan zordur. İçimizde gizli bir kırbaçtır; olaylar, mekanlar ve kişiler üzerine düşündüğümüz şeyler değil; ama onlar yoluyla düşündüğümüz şeylerdir. Yüreğimizdeki gizli niyetleri saklamak için verilen bu iç savaş, kendi iradesinin iplerini sımsıkı tutmaya çalışan gevşek ve zayıf bir aklın bağımlılığıdır. Tanrı’ nın bize sağlamış olduğu ruhun kılıcıyla, kendi kendimizi öldürmekten başka bir şey değildir aslında. Ve verdiği sonsuz hasara karşın, kim olduğunuzu bilerek, maskesiz yaşamak için hiçbir zaman son bulmamalıdır. Bu savaş, bulduğu insanı asla bırakmamalıdır. Her şey söylenip yapıldıktan sonra, sizinle kalan ve sahip olduğunuz tek şey karakterinizdir çünkü. Yapılacabilecek tek şey, var olana inat hareket etmektir. Zincirlerini fark etmek için hareket etmektir. İçindeki patlama seslerinin kulak zarına yaptığı basınca dayanmak için hareket etmektir. Çünkü patlamayı duymazsak öldük demektir. Bize emanet bu vücutta taşıdığımız benliğimizin, ruhumuzla savaşı bitmiş demektir. Hareket et ve sakın geç kalma! Bütün var oluş, bu anda toplanmıştır. Sevdiğini söylemeye, özür dilemeye, davet etmeye, reddetmeye, yeniden başlamaya ve bitirmeye... Sakın geç kalma! Çünkü savaşta, bütün gecikmeler tehlikelidir. Ve denildiği gibi, sen hareket etmezsen acı üzerinde birikir. merve TUĞTEPE / 12FA

45


kan gölü Elleri kolları bağlı bir topluluk karşısında Tek yürek olup kenetlenmiş bir amaç uğruna Utanmadan, düşünmeden sonuçlarını Baş koymuş bir hırs yoluna Geriye kalan sadece gözyaşları Birkaç küçük çocuk Çaresiz Nefesleri donuk Çıkarabildikleri tek ses ‘’ Inga’’ Kan gölüne dönmüş sokak aralarında Tüm yaşananlardan sonra Tek bir söz bıraktılar dünyaya Kalın bir duvar misali tosladığımız adım başı Yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek... Hırstan, güçten alıkoymaya İktidar isteğinden kaskatı kesilmiş kalpleri yumuşatmaya ‘’Savaş’a Hayır’’ sloganları artık sadece basit mısralarda… aylin AKGÜL 11/B

46


Sevgilim,

D

üşünüyorum sevgilim. Seni ve geleceğini. Beni katamıyorum işin içine; çünkü ben bir hiçliğin tam ortasındayım. Farklı yönde onlarca rüzgâr uğulduyor kulaklarımda hepsi birbirinden hızlı ve ben olduğum yerde donup kalıyorum; çünkü en ufak hareket uçurabilir beni. Bu nedenle geleceğinde var olamayabilirim sevgilim. Fakat sen bu hiçliğin dışında sevinç dolu bir yaşam sürecek ve varlığın mutlak güzelliği içinde yaşlanacaksın.

Sevgiyi anlatmak bazen zorlu bir sınavdır, biliyorsun. Hele benim için. Sesim seni kucaklayamasa da bakışım bütün cömertliğiyle sarıp sarmaladı hep. Bunun için ne hissediyorsun? Seni seviyorum sevgilim, duydun işte. İçine çektiğin diri nefes, karşı çayırların yeşili, gözün gibi bakıp yetiştirdiğin çiçekler kadar bildiğin şeyi söyledim işte.O kadar seviyorum ki ne çevremde solan kırmızı güller ne de bir an bağırıp derin bir suskunluğa gömülen bülbüller azaltabiliyor sevgimi. Rüzgârın uğultusunda senin sesini, senin kokunu senin hayalini görüyorum ve bunlar beni hayatta tutuyor sevgilim. Açlık ve susuzluk, uykusuzluk ve yorgunluk, ıstırap ve kedere yalnız seninle katlanabiliyorum. Bir gün var olan bu hiçlik bir biçim aldığında buradan kurtulanlardan olabilir miyim bilmiyorum, her ne kadar en kadim güç arkamda olsa da. Fakat buradan kurtulanlar zihinlerinde asla buradan kurtulamazlar sevgilim. Onlar hayatları boyunca burada olacaklar kafalarının içinde. O yüzden pek de buradan kurtulmak istemiyorum. Kurtulursam ben olarak dönemeyeceğim yanına ve sen beklediğin beni bulamayacaksın bende ve ben çok sevdiğim seni her an üzeceğim belki. Sen benden kopamayacaksın, bırakmayacaksın beni her ne kadar gerekli olsa da; ama ben seni asla mutlu edemem bir daha bu hiçlikte kaybolmak benim için en doğrusu. Derin bir nefes alıyorum sevgilim. Senin kokun olarak duyumsadığım o kokunun gerçekte ne olduğunu gözümü açınca fark ediyorum: Sert metalin hastalıklı kokusu. Bu acıklı hastalar artık benim çok yakın arkadaşlarım. Her an onlarlayım. Bir an bırakmıyorum peşlerini bırakırsam sen yok olursun. Hiçliğin kontrolü bu metallerle sağlanıyor, canlarını dişlerine takıyorlar ki hiçlik yayılmasın, senin bahçene girmesin, güzel ağaçlarını bertaraf etmesin, soğuk rüzgarlar seni hasta edip yataklara düşürmesin, varlık tamamen hiçliğe düşmesin ve bu acı burada yaşanıp bitsin diye.

47


Niye gözlerinde bu kadar yanlış adam Çiziyor sancılı boyalarla resmimi Yaşamak o senin saçlarını Akşamlardan akşamlara alıp götüren sudur Yaşamak bir çocuğun oyuncaksız uykusudur Söndürerek umutların derin ışıklarını Ve düşünceler gömerek karanlığın ortasına Yoksul sesler örneği duvarlara çarparak Kendini çorak toprakta ölümlere adayarak Yaşamak sürüklemektir düşlerin tortusunu Gün sonrasında sohbetin en olmadık bir yerinde uzaklara bakarak söylerdin bu şiiri. Sonra, yaşamak, derdin sevgilim; “YAŞAMAK”. Gözlerin dolu dolu, iki badem yerleşmiş sanılırdı göz kapaklarının altına. Yüzünde öyle şaşkın, hayret dolu, anlamış bir ifade; ama neden hep hüzün de olurdu- benim sana çok yakıştırdığım- sevgilim bir volkandan fışkıran lavı andıran sevinç yerine “yaşamak” deyince? Derinlerinde bir yerlerinde biliyor muydun bugünkü “çorak”lığın içinde çoraklaşmaya yüz tutmuş yürekle çeliğin soğukluğuna başımı dayayıp yağ, metal, barut kokusunu senin kokun sanacağımı?

48


Sevgilim,

Y

ine en derin karanlığa uyandım bu sabah. En kalabalık sürünün içindeki yoğun yalnızlık hissi kaplıyor tüm benliğimi. Varlığımın en yok noktasında büyük bir belirsizlik içinde sürdürüyorum bu sefil yaşamımı. Senin hayalin burada o kadar büyük bir lüks ki… Issız bir çöldeki bir vaha, en mutsuz anındaki bir gülüş, en zor anındaki bir dost eli gibi hayalin. Rutubetli, soğuk, pis ve boş bir zindanda karanlığı delen bir ışık huzmesi senin hayalin.

Sesler… Sesler kulağımda. Sesler… Bağırıyor çığırıyor çınlıyor. Yakın daha yakın sanki içinden gibi, sanki senden gibi, sanki sen gibi. Sert, soğuk; demir demire çarpıyor deri deriye çarpıyor. Sesler. Kalbimin orta yerinden geliyor. Bu hiçliğin sebebi nedir, neden buradayım, neden buradayız? Bu çığlıklar, bu sesler, bu acı, bu keder neden? Hiç düşündün mü neden bu kadar soğuk ve ıssız, çirkin ve sessiz, kurak ve yalnız? Amacı nedir burada olmanın? Buradan çıkmaya neden çırpınıyoruz peki, nasıl olacak bu, peki ne olacak çıkınca? Hiçliğe bu kadar uzun süre kendini kaptıran insan yeniden varlığına dönebilir mi, nerede görülmüş bu? Unutmak mümkün olur mu gerçek dışılığın kanı donduran gerçekliğini? Seni unutmak nasıl mümkün değilse sevgilim, bu yoğun kötülüğe rağmen seninle de burayı unutmak mümkün değil. Üstüne üstlük burada yalnızım, bir başımayım. Acım da kederim de bana; ama orada sen varsın. Ne kadar biz olsak da ben kötü olacağım ve sen kötü olacaksın ve biz kötü olacağız ve biz yok olacağız ve sen yok olacaksın ve ben bu kez daha derin bir hiçliğe düşeceğim. Üzgünüm sevgilim, gerçekten! Seninle en fevkalade hayatı yaşamak isterim; fakat hiçlik ben’liği benden aldı, yerine kendini koydu. Bu kadar boşlukta ben sana yar olamam.

49


Sevgilim,

N

ihayet akşam oldu. Görmekle görmemek arasında gözlerim. Hiçbir şey net değil bu karanlıkta. Ne aydınlık ne karanlık. Bizim de siperlerdeki halimiz bu. Ne diri ne ölü. Aylardır bir siperin dar aralığına sıkışmış, her güne ölüm korkusuyla uyanıp namlusundan ölüm yağdıran bir insan ne kadar diri olabilir? İçim, bedenimden önce öldü sevgilim. Akılla ürettiğim hiçbir gerekçe bulantımı gideremiyor. Midemden yükselen safra; acı, kesif bir tatla genzimi yakıyor. Tam da bu sırada en olmayacak şey oluyor: Geniş salonda oturulacak tek eşya olan kanepeye kaselere doldurulmuş -üstüne ceviz, fındık, fıstık gibi evde bulduğumuz bütün çerezleri koyardık- dondurmalarımızla oturarak “ciddi” filmimizi izlemeden önce çocukluğumuzu kuşanıp ağzından ateşler çıkara çıkara uçan, çığlıklar atarak kaçışan insanları kovalayan; ok, kılıç ve kalkanıyla doğaüstü bir cesaretin albenisine herkesi kaptıran bir kahramana saldıran ejderhalı çizgi film izlemelerimizi hatırlıyorum. Bunu neden yapıyorum sevgilim, yaşama tutunmak için mi ölümle hesaplaşırken her gün? Cümlelerimi okumak sana acı verecek, biliyorum; ancak yazmazsam çıldırmaktan korkuyorum. Her gün aynı hiçliği ruhları bedenlerinden çekilmiş insanlarla paylaşmak, paylaşmak olmuyor nedense; oysa benzer bir kaderin çorbasına banıyoruz ekmeklerimizi.

50


Sevgilim,

S

ana anlattıklarımdan buranın sürekli karanlık olduğunu düşünebilirsin; fakat burada havayı aydınlatan şeyler de var: Patlamalar! O, gürlemeyi andıran çığlıklarla açığa çıkan renk cümbüşü insana havai fişek gibi geliyor bir süre sonra. Burada insan renklere o denli acıkıyor ki. Yeşili özledim sevgilim. Buradaki gibi donuk, ölü bir yeşil değil; bahçemizdeki meşe ağacının yaprakları gibi yeşil. Dolunaylı gecelerde biz gövdesine en yakın yere uzanmışken yaprağından ayın ışığını süzüp senin kır çiçeklerinin en güzeli yüzüne damlatan, ışık oyunlarıyla seni olduğundan da güzel gösteren -olduğundan diyorum; çünkü gülümsemenle hafifçe çarpılan dudağından hiç hoşlanmazsın- meşe ağacının yeşili.

Maviyi özledim sevgilim. Burada gökyüzü hiç mavi olmuyor. Sürekli bir fırtına bir tantana bir yağmur ve mavi kendini bu acelede kaybedip saklanmayı seçiyor bulutların ardına. Kırmızıyı özledim sevgilim. Kırmızı buranın rengi olsa da ben senin çilek rengi rujunun kırmızısını özledim. Hani ne zaman bir kutlama yapsak sürdüğün o muhteşem renk. Sarıyı özledim sevgilim. Güneş burada bir anı gibi artık geçmişten sönük sönük hatırlanan. O da bu kargaşada maviye yoldaş olup ancak gülle patlamalarında gösteriyor rengini. Moru özledim sevgilim. Turuncu ve pembeyi. Gökkuşağının herhangi bir rengini görme umuduyla sürekli gökyüzüne baksam da kara bulutlar kaplıyor düşlerimi. Siyahı hiç özlemedim sevgilim. Hem de hiç. Zaten kendini bir an olsun unutturmadı. Her an yanımızda, çevremizi kaplıyor, bizi birbirimizden koparıp hayallerimizden ayırıyor, yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi her an suratımıza bir tokat gibi çarpıyor; ama beni yenemeyecek sevgilim; çünkü ben beyazı da hiç özlemedim. Özlemedim, sen hep yanımdasın çünkü hayalimdesin. Bir an olsun bırakmadın beni. Kötülük ne derse desin korudun, her anımda beni koruyup kolladın. Beyazı özlemedim sevgilim. Senin bembeyaz tenini; sadelik, mutluluk ve güzellikle harmanlanmış yüzünü, iyilikle dolu kalbini düşlediğim her an beyazı gördüm yanımda. Beyazdan hiç ayrılmadım. Beyazı seviyorum sevgilim.

51


Sevgilim,

K

ulaklarım çınlıyor yine. Üç gündür aralıksız süren yağmurdan sonra balçık, çürümüş ot ve et kokusu arasında sürünerek ilerleme kaydetmeye çalıştık gün boyu. Sinekler gibi akın ediyor mermiler üzerimize. Biliyor musun, insan hiç alışamıyor buna sevgilim. Ölüm korkusu mu acaba alışmaya engel oluyor?

Kulaklarım çınlıyor yine. Onca top, tüfek, mermi sesinden sonra dinginleşen gecede bütün seslerin üstüne çıkıyor bu ses. Sanki günün bütün seslerini beynime kusuyor gece. Halbuki geceye yakışan müziktir. Derler ya ruhun gıdasıdır müzik. Burada bırak müziği ona benzeyen tatlı, en ufak bir sese can verir insan. Ne bir kuş cıvıltısı ne bir kedi mırıltısı. Yanımızdaki bir aslanın kükremesi bile en hoş melodi gelirdi burada; oysa ben her akşam senin güzel sesinden şarkılar dinleyerek uyuyan bir adamdım. Burada ise insan konuşmaya cesaret edemiyor; çünkü ağzını açarsan hiçlik ruhunu daha da kaplayabilir. Buradaki tek ses yıldırım hızıyla gelen mermilerin anlık uğultusu. Pek hoş bir harmoni olmadığını söyleyebilirim sevgilim. Hayalin de bana şarkı söylemiyor artık. Bazen mırıldanıyor yalnızca; fakat sesini arttırdığı an yoklukta kayboluyor; önce sesi sonra kendisi; oysa ben o büyülü ezgilerden şarkı dinlemek, kendimi sana kaptırıp biraz olsun rahatlamak istiyorum; fakat hiçlik bu kadarcık bir zevki bile çok görüyor bana. Üşüyorum sevgilim. Her geçen saniye olmayan ses gittikçe azalıyor. Hiçlik bizi iyice içine, iyice derine çekiyor. Bu kuru sessizlik insanı delirtiyor. İnsanlıktan yana güzel, umutlu bir ses duymayı o kadar özlüyor ki insan. Bir fısıltı; hatta en ufak bir mırıltı bile burada insanın içini ısıtmaya yetecekken çıkan tek ses insanı donduran çığlıklar, mermilerin uğursuz çınlaması ve fırtınanın uğultusu. Üşüyorum sevgilim. Üstelik beynimi kemiren bir çınlama var kulaklarımda. Ne olur bu akşam bana bir şarkı söyle. Söyle ki bir nebze ısınsın içim.

52


Sevgilim,

I

şık nerde? O kıvılcım, o yaşam kaynağı, o ısıl coşku nereye kayboldu? Gözüme batıyor bu karanlık diken gibi. Işığa hasret kaldı gözlerim. Göz kapaklarım artık üstlerini kaplayan toz tabakasını hafifçe ittirerek açıldığında kör bir karanlıkla burun buruna gelmek insanı ne kadar yoruyor bilemezsin. Eklemleri kireçlenmiş bir ihtiyarın yerinden doğruluşu gibi güçlükle ve yavaş, sancılı. Seni sırtıma alıp sahilde yürüdüğümüz o gecelerde senin o sinirli gülüşünü görmek için zayıflamanı söylerdim ya, aslında anlıyorum ki sen değilmişsin bana ağır gelen, sevgimizin büyüklüğüymüş. Kıvançla, gururla, hayranlık ve hayretle baktığım; coşkuyla ve en çok da titreyerek korkuyla, sakınarak zarar görecek diye. Burada, bu hiçliğin ortasında, bir tutam sevgiye can verilecek noktada ve bu sevgiye can verecek tonla adamın arasında karanlığın ağırlığı kaplıyor üstümü. Benden önce gözkapaklarım yaşlandı burada. Hani aylarca yağlamamı istediğin mutfak kapısı var ya işte onun çıkardığı seslere benzer sesler çıkıyor açıldıkları zaman. Acının, hüznün ve yokluğun ağırlığı o kadar örttü ki üstümüzü, o kadar yaşlandırdı ki bu gencecik kalplerimizi, biz yaşlandık, bu gözler yaşlandı sevgilim. Bazen öyle karanlık günler geliyor ki senin hayalin bile aydınlatamıyor günümü, yüzüme bir gülümseme yerleştirecek kadar enerji veremiyor bana, karanlık yutuyor hepsini. O kadar aç bir canavar ki ne yese doymuyor, ruhun en ince kırıntısına kadar yemeden terk etmiyor insanı.

Yoruldum sevgilim. Görememekten, duyamamaktan, hissedememekten, acıdan, kederden, hiçlikten. Bu gözler kapanacak gibi geliyor bana. Öyle bir kapanacak ki bir daha hiç açılmamacasına. Bir umut var mı sevgilim? Her karanlıkta aydınlığa çıkmayı başaran sen, söyle bir umut var mı? Umarım vardır; çünkü yoksa aşkın bir ölüyü aydınlatacak neredeyse sevgilim.

53


sevgilim,

Z

aman burada geçmek bilmiyor. Her gün birbirinin aynı karanlık, yalnızlık ve hiçlikle dolu. Acı ve keder var olan tek his. Düşünmek insanın tek sığınağı, tek silahı. Yorgunluk ve bitkinlik kapladı tüm vücudumu ve ben tükendim artık sevgilim. Ne yürüyecek ne konuşacak ne nefes alacak halim kaldı. Bazı günler senin hayalini bile kuramıyorum; gözümü açmak istemediğim anlar çok oluyor, ağzıma tek lokma koyamıyorum ve en acısı düşünemiyorum. Düşünemiyorum sevgilim. Ne çilek kokusunu, ne ağaç yeşilini, ne ışığın berraklığını, ne de seni. Ne senin teninin kokusunu, ne gözünün rengini… ne sevgimizin sıcaklığını hissediyorum. Ölüm ruhumu kendine çekiyor sevgilim. Ölüden bir farkım kalmadı; Oysa bir ilaç, bir büyü gibi beni ayakta tutuyordun sen.

Sevgilim seni çok seviyorum. Bu zorluklar arasında hiçlik ve ölümün tüm saldırılarına karşın -artık karşı koyacak gücüm kalmasa da- nefes almak ciğerlerimi kor gibi yaksa da bir an bile azalmıyor sana sevgim. Ama aşk bile artık beni koruyamıyor. Yoruldum sevgilim. Çok yoruldum. Efsanevi aşıklara benzedim; onlardan bir farkla: Mecnun çölleri aşmışsa, Ferhat dağları delmişse ne olur? Onlar varlığı yok etmişler. Ben senin için yokluktan varlık oluşturmaya çalışıyorum. Ben senin için Tanrı’yla yarışıyorum. Sahi, nedir aşk sevgilim? Uğruna varlığı yok etmek midir, yoksa dünyayı yoktan var etmek midir? Bedenine ulaşmak mı daha zor, yoksa ruhuna gerçekten dokunabilmek mi? Aşık olmak mı önemli aşkı vücuda sokabilmek mi? Artık geriye elimde kalan tek şey aşk sevgilim. Benimki de nankörlük işte aşkı da sorguluyorum bir yerden sonra. Hiçliğin acımasızlığı insanı bir şeyler yapmaya itiyor; fakat gücü kalmayan insan bir şey yapayım derken yok olup hiçliğe karışıyor. Ben de aşkı sorguluyorum sevgilim. Buradan sağ çıksam dahi bu sorgu öldürecek beni. Hiçlik bana karşı olan savaşını her koşulda kazanacak. Ama gerçekten nedir aşk sevgilim? Işıksız, renksiz, sessiz, hiçliğin orta yerinde bir noktada sadece onu düşünebilmek midir? Acıdan gözünü açamazken, açlıktan organların birbirine saldırırken hayalinde onun gülüşünü, kokusunu mu görmektir? Aşkın aşk olması için insan kendini feda mı etmeli sevgilim? Ben ettim sevgilim. Ben senin için aşkımız için kendimi feda ettim. Her şeyimi verdim sonuna kadar savaştım. Belki yenildim ama ne zaman şansım vardı ki zaten. Hangimiz ne zaman yenebiliyoruz hayat savaşını hiçbir kayıp vermeden. Hangimiz sonuna kadar mutlu yaşayabiliyoruz ki aşkı kaybetmeden. Ben aşkı kaybetmedim sevgilim. Ama hayatımı kaybediyorum. Artık sonuna geldim. Ne olur ne biter bilmiyorum; ama buradan çıksam dahi eski halime dönebilir miyim, ışığı tekrar görebilir miyim, tekrar koku alabilir miyim bilmiyorum. En önemlisi ruhumdaki boşlukları ve yaraları doldurabilir miyim sevginle? Yine seninle olabilir miyim ve sen yine eskisi gibi sevebilir misin beni ve her şey dönebilir mi normale? Bilmiyorum sevgilim. Bildiğim tek şey var, o da seni hep sevdiğim. Seni seviyorum. 54


Gece gündüz sizi başkalarına benzemeye zorlayan bir dünyada kendiniz olarak kalabilmeyi başarmak, hayatın en zorlu savaşını vermek demektir. edward estlin CUMMİNGS (amerikalı şair) 55


pusunun renkleri

Y

aşanmışlıklar; kimselere anlatınca mı güçlendirir insanı, ummadığından duyunca mı? Şüphesiz beyaz bir kağıdı siyahla doldurunca…

Dile kolay anlatılan yaşanmış tüm savaşlar, dünya tarihini oluşturur. Liderler, ordular ve dirhem dirhem akan kanlar başroldedir tabii ki. Sonu olmayan mızraklar, mermiler kuş misali uçuşurken havada, barışın getirileceğine inanılır. Başlı başına bir ironidir barış için savaşmak. Oysa savaş, refah mı vaat eder sonunda? Sırtımızı dayadığımız umut, her zaman arka çıkmaz savaşlarda. Masum, düşman, genç, yaşlı tanımaz ve anlatılmaz; zira renksizdir savaş, tarafsız. Ne karanlıktır, ne ışık. Kan ve silah eşlik etmez sadece. Nereye gitse, sel olur akar yaşlar; bir o kadar renksiz, tarifsiz. Zaman, vicdan tanımaz ikisi de. Çok konuştu mu gözyaşı, çığlık da girince araya, bir bakmışsın ebediyen susmuş, bir daha akmamak üzere. Kimse seçemez ne zaman geleceğini dünyaya. Kimisi savaş için doğar, kimisi yaşamak için savaşır. İnsanlık unutmuş olsa da, barış her daim kucak açmış bekler bizi. Her şeye rağmen yaşlanmak ister insan; görmek, okumak, yaşamak ister. Bir gün elbet bulutlara karışacağını bile bile tatmak ister. Siyah islerden, kan kırmızısından ziyade, tüm renkleri taşımak ister. Peki ya silahlar ne ister kelebek ömrü hayattan? merve ARDA / 10E

56


… bir kadının savaşı

S

avaşın pencerelerinden yalnızca İstanbul’u, Ankara’yı görmekle kalmıyor bir kadının ruhunun derinliklerini görüyoruz. Gözlemlerini birikimiyle buluşturan hatıralara başlarken Sadi Şirazi’nin dizeleriyle buluşturuyor okurlarını bu kadın: Baykuş Nevbet çalar Efresiyab tâkında Örümcek perdedardır Kayser’in sarayında … ve anlatıyor bu kadın: İstanbul’da

…..hatıralar İstiklal savaşını hazırlayan zihniyetin, başka başka yönlerde lehte ve aleyhte olan bütün fertlerin, en fazla, bir ruh tahlilinden ibarettir. Gerçi başlıca vakıaları da içine alınmışsa da bu hatıralar asıl, bir memleketin, üç yıl sonunda İzmir’e nasıl önüne geçilmez bir sel gibi beraberce aktığını gösterir. … …mücadeleyi hazırlayan hâdiseler: 30 Ekim 1918’den 19 Mayıs 1919’a kadar …. Bebek’ten gelirken İtilaf kuvvetlerinin Boğaziçi’ndeki donanmalarının önünden geçerdik. Beni bu manzara o kadar sarstı ve belki de bunu yüzümden belli etmiş olacağım ki yanımdaki, eli işten katılaşmış bir kadın, elimi tutup “Bu da geçer.” dedi. İzmir’in işgali ve … 15 Mayıs 1919’dan 16 Mart 1920’ye kadar … … ben konuşurum dediğim zaman herkes çok sevindi ve ilk miting yerinin Fatih olmasına karar verildi. … parlayan gözler, söyleteceğini insana ilham ediyordu… kalbim o kadar atıyordu ki yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kalabalığı görünce bana sükunet geldi… o an benim için unutulmaz bir tecrübedir. Ben Burgaz Adasındaki evimi sattıktan sonra çocuklarımı Robert College’e yatılı olmak üzere koydum…artık para hususunda endişem kalmamıştı…. işte bu aralık Kemalettin Sami ile Anadolu’ya kaçmak meselesini konuştum… … Anadolu’ya sığınma… 16 Mart 1920’den sonra 2 Nisan 1920’ye kadar… Boğaziçi, harp gemilerinin ışıklarıyla pırıl pırıl. Toplar kıyılara çevrilmiş… bahriyeliler aşağı yukarı dolaşıyor. Sular beyaz köpüklü. Ben dışarıda oturdum… Sultantepesi’ne, oraya giden küçük ve dar yokuştan çıktık… nihayet en yüksekte olan tekkeye vardık… orada Anadolu’ya gitmek isteyen dört tane daha mebus vardı… … beni öküz arabasına bindirdiler. arabanın üstünde üç tane saman çuvalı vardı. Öküzlere yakın en yakın olanının üstüne oturdum. … öküz bile olsa canlı bir mahluka yakın olmak istiyordum. ortalıkta hiç ışık yoktu ve kimse konuşmuyordu. …Araba birdenbire yana sarktı ve durdu. bir ses: “Yolu kaybettik. Kuyunun önündeyiz. Hiçbiriniz yerinizden kımıldamayın… Ölüm sessizliği içinde bir avuç atlı. Her an attan düşebilirim. Hayır insan vücudu dediğimiz şu et ve kemik külçesine yenilmeyecektim. ... Nisanın ikinci günü akşamı, alaca karanlıkta Ankara’ya yaklaşıyorduk. 57


… ve bu kadın İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan hatıralarda Ankara’ya geçişte bu kez Bektaşi nefesiyle buluşturuyor okurlarını: Ankara’da Gitti Mecnûn hâne-i dehri bana ısmarladı Bir harâb evdir kalır dîvâneden dîvâneye Ankara, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele… … Trenin kapısı açılınca Mustafa Kemal Paşa yaklaştı. Bana merdivenlerden inerken yardım etti. Bu elin çevik hareketi ve kudreti, bana Mehmet Çavuş’la milli mücadelenin, yolda arkadaşlık etmiş olduğum şahsiyetlerini hatırlattı. Fakat bu kudretli el şekil itibarıyla ötekilerden bambaşkaydı. … “Safa geldiniz, Hanımefendi”den sonra hatırımı sordu. …Ankaralı kadınlar beni görmeye geldiler. Ankara çok bölgeciydi ve az istisna ile İstanbullulara “Yabancılar” derlerdi. Ben onlara çok minnettarım; çünkü ilk gününden itibaren beni bağırlarına bastılar. …Ankara’ya geldiğimin beşinci günü büyük sofaya açılan dar ve uzun odalardan birini bana ayırdı. İngilizce gazetelerin siyasete kaçan kısımlarını tercüme eder, Mustafa Kemal Paşa’nın katibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflar arasından Anadolu Ajansı veya Hâkimiyeti Milliye gazetesi için lazım olan parçaları keser, bundan başka Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlardım. …yemekten sonra büyük odada toplanılır ve iş konuşulurdu. 1920 yılının Nisan ayının başında durum kötüleşmişti. … …Kalaba köyü ve hayvan dostlarım… …yazı masamı yattığım odaya geçirerek hatıralarımı İngilizce olarak yazmaya başladım. … öğleden sonraları ata binmeyi öğreniyordum. yine bugünlerde mini mini bir köpek yavrusu getirdiler bana. Ankara sokaklarında bulmuşlar… Adını Cin koydum. … konuşmak hariç bütün hayatımıza katılırdı. .. Cin’in ölümünden sonra bir hayli akşamlar büyük bir üzüntü içinde onu arıyor, ata bile binmek istemiyordum. Türk’ün ateşle imtihanında mücadeleci, güçlü bir kadın olarak yerini alıyor, bu kadın. …başı bozukların sonu Ve yeni ordu… … başı bozuk kuvvetlerin durumu daha da karıştı. Birçokları yeni orduya geçti. … Mayısta Yunan taarruzu yakın görünüyordu… … ilk görünüş… 2 Haziran 1921’de bir hastabakıcı üniformasıyla Eskişehir İstasyonundan Hilali Ahmer hastanesine yürüdüm. ... zihnim hastabakıcının büyüğü ile meşguldü. Derhal onu Anadolu’ya ait romanımın kahramanı yapmaya karar verdim. Ertesi gün koğuştan çıkarken sofanın sedyelerle dolu olduğunu gördüm. Kımıldanacak yer kalmamıştı. ... Herkes susmuştu. … Tren düdüğünü çaldı. Karanlıkta harekete başlayınca Anadolu’nun bir başka perdesinin kapanmış olduğunu hissettim.

58


… cepheye nasıl katıldım… 16 Ağustos’ta Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çekerek gönüllü olmak istediğimi yazdım. Beni Garp Cephesi’ne tayin eden bir cevap aldım. … 18/8/37 Başkomutan Mustafa Kemal …Sakarya Anadolu’nun çorak topraklarını istila eden insan selinin bir parçası. Sessiz, sarı bir boşluk. Tek ses arada bir kulağımıza gelen at nallarından ibaret… Garnizon kumandanı: “Edib kızı Halide, karargâh erlerinden” diye adımı, yaşımı tesbit etti… Bütün gece çalışılıp gündüzleri yatıldığını söyledikten sonra ayrıldı. … … Başında bulunduğum Tetkiki Mezalim şubesinde Yakup Kadri, Yusuf Akçura, bir mülazım, bir de fotoğrafçı hizmete memur edilmişlerdi. Mülazımla fotoğrafçı en uzak yerlere kadar giderek resim çeker, bana harap edilmiş köyler hakkında bilgi verirlerdi. Birkaç gün sonra tetkike katılmam gerektiğini hissettim… Hiçbir Katolik papazı, insanın içindeki ebedi ve vahşi hayvan hakkında bu kadar içten itiraflar dinlememiştir. Onbaşı Halide 12 Eylül 1921’den Ağustos 1922’ye kadar…. Şimdi Onbaşı Halide’yi herhangi bir yabancı gibi önüme alarak onu tahlil etmeye çalışacağım. Acaba bu kadar insan kaybına ve bu kadar fecaate tahammül edebilecek kuvveti nereden bulmuştu? Herhalde son dakikaya kadar yani Anadolu topraklarından bu korkulu rüya geçinceye kadar sabretmeye karar vermiş bir ruh hali taşıyordu. Bu ruh haleti en basit neferden ta İsmet Paşa’ya kadar açıktı. Birbirimizin gözlerinin içine baktığımız zaman bu ışıksız bakışların ardında geleceğe inanan bir kuvvet vardı. Ateşle imtihandan sonra gayeye varış… .. Erzurum’dan İzmir’e kadar kanlarını akıtarak yürüyen halk, köylüler, kadınlar, erkekler ve çocuklar nihayet memleketi bu zafere eriştiriyorlardı. … Öğle vakti zeytin dallarıyla süslenmiş beş otomobille İzmir’e hareket ettik. Askerler yanda yürüyorlardı. Ben yürüyen askerlerle beraber olmadığıma hayıflanıyordum…binlerce ağızdan “Yaşa!” sesleri yükseliyordu. Epilogda Halide Edip… Henry W. Nevinson’un şu sözlerini alıyorum: ”Hürriyet denilen şey, biliyoruz ki, tıpkı aşk gibi her gün yeniden kazanılması gereken bir şeydir. Nasıl her gün aşk istersek ve aşkı kaybedersek, hürriyeti de öyle ister ve kaybederiz. Hürriyet kavgası hiç bir zaman bitmez, alanı hiç bir zaman sükûn bulmaz.” Romanlarında o kadın… Türk’ün Ateşle İmtihanı’ndan yapılan yukarıdaki alıntılardan yola çıkan alımlayıcıyı Anadolu’ya taşıyan güçlü, kararlı ve cesur kalem Raik’in Annesi, Seviye Talip, Handan, 59


Mev’ud Hüküm; Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye ve Sinekli Bakkal romanlarıyla kendi savaşının izleriyle buluşturuyor. Raik’in Annesi‘nde çocuğuna milli kültürü en sıhhatli terbiye sistemi olarak gördüğü İngiliz terbiyesiyle birlikte vererek sağlam ve sıhhatli bir çocuk yetiştiren annenin bedbaht evliliği üzerinde durur. Seviye Talip‘te aşk ahlakı yüzünden toplum ahlakına başkaldıran bir kadın göze çarpar. Seviye Talip‘te Raik’in Annesi’nin devamı olan Macide vardır. Seviye, tamamen Batı ölçülerine göre yetiştirilmiş, müstesna bir musiki kabiliyeti ve sese sahip çarpıcı bir şahsiyettir. Seviye Talip‘teki tipler Handan‘da devam eder ve zenginleşir. Çarpıcı bir şahsiyeti olan Handan’ın yetiştirilmesini anlatır. Handan da tıpkı yazarı gibi birçok öğretmenden çeşitli dersler almıştır. Hem Doğu hem Batı kültürüyle beslenmiş olmasına rağmen, onda asıl hakim olan Batı kültürüdür. Neriman, aldığı Doğu ve Batı -ki bu başlıca İngiliz kültürüdür- kültürüne rağmen, mütevazı bir kadın ve annedir. Mev’ud Hüküm, yazarın toplum hayatını yansıtan ilk romanlarındandır. Romanın asli kahramanı Kasım Şinasi, Almanya’da yetişmiştir; doktordur, vatanı için üzerine düşeni yapar. Fakir halka hizmet eder ve savaşa katılır. … bu kadın, yalnız bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu’da düşmana karşı savaşan biri olarak çıkar karşımıza… Milli Mücadele döneminin iki romanı, Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye, vatanını kurtarmaya çalışan insanların hikâyesidir. Ateşten Gömlek romanının sembol kadını Ayşe, Batı kültürünü de almış olmakla beraber, milli benliğine sahip, bir çiftlikte yaşayan kadındır. O, ızdırabın canlı bir temsilcisidir. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinde çocuğunu ve kocasını kaybetmiştir. Milli duygunun, Peyami gibi silik, milli duygulardan uzak hariciyecisini Milli Mücadele’ye katılacak kadar canlandırması manalıdır. Doğu ile Batı değil, İstanbul ile Anadolu halkı kaynaşır. Vurun Kahpeye romanı ise kötü olan iki Doğulu tipin düşmanla birleşerek vatan hainliğine kadar gidişini işler. Bu romanda İstanbullu öğretmen Aliye, çeteci Tosun Bey milli kurtuluş için çalışan iki idealisttir. II. Abdülhamid dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal’ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unun Aksaray semtinde, Sineklibakkal sokağında geçer. İdeal Türk kadının Doğu kültürünün aynı zamanda Batı ile tanışmış ılımlı kişiliğini; akla dayanan Batı felsefesinin birer temsilcisi olduğunu topluma göstermek istemiştir. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Rabia, yazarın romanda kendisi yerinde gösterdiği ve “İdeal Türk kadını nasıl olmalı?” sorusunun cevabı olan kişidir ve yazar devrimden değil evrimden yanadır. 60


Bireysel savaşında ve milli mücadele sürecinde çok güçlü, bir o kadar da zor bir kadının inandığı doğrular için sonuna kadar nasıl direnip geri adım atmadığını ve kadının rolünü öne çıkarmak konusunda cesur olduğunu görmekteyiz. Seviye Talip‘te Raik’in Annesi’nin devamı olan Macide, bir başka romanda Handan, Ateşten Gömlek romanının sembol kadını Ayşe, Vurun Kahpeye romanı İstanbullu öğretmen Aliye ile Halide Edip Adıvar, ayna tutmaktadır o yıllara. Aynı kadın, milli mücadeleye katılıp onbaşı rütbesi alacak kadar eylemcidir de... ulviye TAYLAN / Türk Dili Edebiyatı Öğretmeni

I. Halide Edip ADIVAR

II. Halide Edip ADIVAR

61


tereddüt Elimde şemsiyemle hüzünlü ve efkarlı yola atmıştım kendimi. Hava soğuktu, içime kapanmıştım ve kendime yağmuru açıklamaya çalışıyordum. Acaba yağmur; bilimsel bir olay mı, Tanrı’nın bir isteği mi? Havada asılı kalan renkler bütünlüğü mü, içime düşen bir tereddüt mü? Gündüz mü, gece mi? Eskiden var mıydı? Yoksa küçük utangaç bir çocuk muydu? Tepedeki gökdelene mi daha yakın, yoksa içimdeki hüzne mi? Bir duygu mu, yoksa bir katil mi? Ak mı kara mı? Göldeki sudan mı doğuyor, yoksa iç gözyaşlarım mı onu ölümüne terk ediyor? Her yağmur damlası yere düşünce ölmüyor mu? Ayağım kaymıştı ve çamura saplanmıştım. Dilenci acaba benim peşimden mi koşuyordu? Peki, acaba gerçekten yağmur damlaları var mı? Yoksa bunlar gökyüzünün ölüme terk ettiği küçük, yaşlı bebekler mi? Acaba yağmur bir rüya mı, yoksa kabullenemediğimiz gerçeklik mi? Yağan yağmur beni esir almıştı ve sanki beni ele geçirmeye çalışıyordu. Dilenci acaba benim peşimden mi koşuyordu? Peki, gökyüzü hiç üzülmüyor mu? Güç bu kadar acımasız yapabiliyor mu kutsal göğü bile? Bunlara katlanamayan güneş bu acı ve utanmayla bulutların arkasına mı saklanıyor? Peki, yağmurun oluşum, hazırlanış ve bitiş süreçleri boyunca gördüğümüz bu acımasızlık, katliam, hüzün içimizi doldurmuşken ben bir hiç miyim, yoksa bu vefakar ve anılardan mahrum küçük kardeşlerimden olabilecek miyim? Dilenci acaba benim peşimden mi koşuyordu? Ama benim ayağım çamurluydu, olmamalıydı, olamazdı. Şimdi boğaz kenarına gelmiştim ve denizin kokusunun, ufkunu yeni masallarla genişletmek isteyen; ama eve hapsolmuş bir çocuktan hiçbir farkı yoktu. Yağmur bu arada durdu ve güneş o tanrısal yüzünü tüm denize açtı. Peki, geri kalanlar ne olacaktı? Ayağım kaymıştı ve çamura saplanmıştım. batuhan YUNUSOĞLU / F10

62


savaş kavramının anlamı ve zamanla değişimi

H

angi zamanda hangi mekânda hangi boyutta olursa olsun iki canlının olduğu yerde istisnasız olarak her zaman söz edilebilecek tek bir kavram vardır. Rekabet. Rekabetin uygulamaya geçmiş ileri boyutu (hali) ise savaştır. Peki, nedir bu savaş tam olarak? Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek silahlı mücadeleye girmesi mi? (TDK Güncel Sözlükten) Bu kadar basit midir savaş? Hadi bir cümle değil de bir sayfa olsun tanımı. Savaşı anlatmaya yeter mi? Bence savaş tanımlanabilecek bir kavram değildir. Belirli bir zamanda gerçekleşmez. Savaş tüm zamanlara yaygındır. O kadar farklı çeşidi vardır ki. Eline silahı alan da savaşır slogan atan da. Ama bu yazıda savaş kelimesini, en genel anlamı olan devletlerarası siyasi ve fiziksel çatışma olarak değerlendireceğim.

Peki, neden savaşır insanlar? Para, güç, toprak, özgürlük… Paranın güç olduğu, topraktan üstünde yaşayanın değil onu kontrol edenin yararlandığı, özgürlüğün sadece güçlüler için geçerli olduğu günümüz dünyasında aslında bütün aynı değil midir? Ama mademki bu kadar derin bir konu bu, biraz da somut örnekler verelim. Geçmişe bakalım. Yerleşik hayattan önce avcılık ve toplayıcılıkla beslenirdi insanlar. Peki, kim hangi bölgede avlanacaktı? Hangi meyveleri kim toplayacaktı. Bunun için elbette rekabet olmuştur. Bu durum binlerce yıl devam etti. Daha sonra ortaya çıkan yerleşik hayat ve beraberinde gelişen tarım ve hayvancılıkta önemli olan yegâne şey topraktı. Toprağa kim sahipse o zengindi, o güçlüydü. Günümüzdeki zengin ve yönetimde etkili sınıf da ta o günlerden şekillenmeye başlamıştı. Güçlüler kendi devletlerini kurdular ve güçlerine güç katmak için başka devletlerle savaştılar. Toprak için sayısız savaşlar yapıldı. Bu bir süre böyle devam etti. Ama artık değişim hızlanmış, bir ivme kazanmıştı. Bir önceki değişim sürecinden çok daha hızlı bir şekilde sanayileşme başladı. Ulaşım kolaylaştı. Günümüzde inanılmaz boyutlara gelen küreselleşmenin temeli kazılmaya başladı. Artık güç toprak merkezli değil ürün ve ticaret merkezli hale geldi. Fabrikalarda topluca üretilen ürünler başka devletlerde satılmaya başladı. Yeterince sanayileşemeyen ülkeler ekonomilerinin kontrolünü kaybetti. En güçlü ekonomiye sahip ülkeler en güçlü ülkeler haline geldiler. Tabi bütün bu üretim için hammadde gerekliydi. İşte yeni savaşlar bu uğurda yapıldı. Savaş sonu artık yenilen tarafın toprağını almaya gerek yoktu. Sadece kaynaklarının alınması yeterliydi. İşte bu sistem sömürgecilik olarak tanıdığımız sistemdi. Aslında bu anlayış günümüzde devam etmektedir; ama günümüzde savaş kavramı eski anlamını yitirmeye başlamıştır. Teknolojiyle beraber o da gelişmiş, evrimleşmiştir. 2.Dünya savaşının bitimiyle son 200 yüzyılda sürekli değişen Avrupa’nın hatları yerine oturdu. Güç odağının Avrupa’da sürekli el değiştirdiği dönemler de sona erdi. Savaşlar sırasında sağladığı maddi desteklerle Amerika ekonomisini son derece güçlendirdi ve savaşlardaki müttefiklerini de yanına çekerek çok kuvvetli bir birlik kurdu. Amerika’nın liderlik ettiği bu birlik rakipsiz kalmadı. 1.Dünya Savaşı’nın ortasında rejim değişikliğine giden Rusya’nın yeni sosyalist yapısı zamanla yerini komünist bir rejime bıraktı. Kapitalizmin en büyük simgesi ve lideri olan Amerika ile aralarında rekabetin olması kaçınılmazdı. 63


Böylece dünya kutuplaşmış oldu. Bir yanda kapitalist Amerika ve onun liderlik ettiği ülkeler (NATO) ve bir yanda komünist Rusya (O zamanki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ve onun liderlik ettiği ülkeler (Varşova Paktı). Bunda sonra ise Soğuk Savaş Dönemi adını verdiğimiz dönem başladı. Bu dönem Amerika ve Rusya’nın birçok alanda yarışması ile geçti. 20. yüzyılın sonlarına doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılması ve yine rejim değişikliğine gitmesi sonucu dünyanın bu kutuplu yapısı sona erdi. Günümüzdeki savaş anlayışının doğumu ise 20. yüzyılın ortalarından başlamıştır. 1950’lerde 30 sene içinde çok büyük iki savaş geçirmiş, savaştan bıkmış bir dünya vardı. Hele ki 2.Dünya Savaşı’nın son derece kanlı ve yıkıcı bir şekilde bitmesi, savaşa katılan ya da katılmayan her ülkenin halkını derinden etkiledi. Bunun üzerine artık insanların ölmemesi için savaş yapılmamasını sağlayacak teşkilatlar kuruldu. Ne ironiktir ki bu örgütlerin başına yine savaşları kazanan ülkeler geçti; ama sonuçta, artık savaş ilan etmek isteyen bir ülke dünyanın kalanı tarafından dışlanacak ve kınanacaktı. Savaşları kazanmış olan ülkeler için bu bir sorundu çünkü. Ekonomilerinin gelişimi ve güçlerinin artması için hala bir hammadde ihtiyacı söz konusuydu. Halklarına çizdikleri barış yanlısı imajı bozmak istemeyen ülkeler, hem bu imajlarını sürdürecek hem de ihtiyaç duydukları hammaddeyi elde etmelerini sağlayacak bir yol buldular. Çiçek dağıtır gibi “özgürlük ve kalkınma” dağıtacaklardı. Sanayi devrimini tam olarak gerçekleştirememiş, modernleşememiş ülkelere “yardım” etmeye karar verdiler. İşte bu sisteme de mandacılık dediler. Kalkınma vaatleriyle ekonomisini devraldıkları devletleri sömürmeye başladılar. Her şey kitaba uygundu. Savaş mı vardı? Hayır. Sömürgecilik mi vardı? Hayır. Aksine o devlete bir yarar sağlıyorlardı. Ama ne ilginçtir ki bu barışı ve gelişimi sağlama çabaları daha çok “düzensizlik”e ve savaşa sebep oldu. Manda altına alınan ülkelerin halkı çaresiz kaldı. Politikacılarının yapabileceği bir şey zaten yoktu. Halk tarafından birçok örgüt kuruldu, bu yasal temellere dayandırılan üstü kapalı işgallere karşı. Ama her türlü politik ve sosyal çözümler gelişmiş devletlerin güçlü siyaseti ve basını tarafından kolaylıkla etkisiz bırakıldı. Bu durumda halkın içinden bir direncin çıkması kaçınılmazdı. Ekonomisi yağmalanan halk çözümü silahlanmada buldu. Bu noktada tabii ki şiddeti desteklememek lazım; ama bu durum bence bir milletin kendini kurtarma çabasından başka bir şey değildir. Ancak zekice davranan gelişmiş ülkeler kendi aleyhlerinde yapılan her türlü harekete “terör” damgasını o kadar güzel vurdular ki bütün dünya bu az gelişmiş ülkeleri ve vatandaşlarını düşman olarak görmeye başladı. İşler bir türlü çözülemeyen, karmakarışık; ama her haliyle gelişmiş ülkelerin işine yarayan bir durum aldı. Çok da tesadüfidir ki kaynağı şüpheli de olsa terörist gruplara dayandırılan üst üste büyük çaplı terörist olaylar gerçekleşti. 11 Eylül bütün dünya çapında her gün gerçekleşen olayların bir simgesi haline geldi. Bu noktadan sonra gelişmiş ülkelerin imaj derdi de kalmadı. Zira sömürdükleri ülkeler her gün bombaların patladığı, uçak seslerinin bitmediği, terörist grupların kol gezdiği birer savaş alanıydı. Barış vaatleriyle gelen devletlerin sebep oldukları bu durum sömürme işleminin devamı için bir bahane haline getirildi. 64


Mandacılık çok kullanılan bir teknik olmakla beraber tek yol değildi. Gelişmiş ülkeler tarafından çok büyük kaynaklı küresel bankalar kuruldu. Her ülkeye sanayileşme yolunda gereken paralar sağlandı. Hatta gerekenden fazlası da sağlandı. Ama bunların hepsi borç verilen ülkelerin bu borcu geri ödeyemeyebileceği bilincinde planlandı. Bu durumda zaten ekonomik olarak dışa bağımlı olan bu az gelişmiş ülkeler bir de dışa borçlu hale gelecekti. Bu ise ileride yapacakları anlaşmalarda ve hareketler de borçlu ülkelerin itiraz edememesini sağlamaya yönelikti. Aynı zamanda gerektiğinde para yoluyla tehdit edilerek her türlü iş birliğinin sağlanacağının garantisi alınmış olacaktı. Bütün bu olayların gelişiminde göze çarpan bir kavram vardı ki o da “küreselleşme.” Aslında ilk başta ilgisiz gibi görünen bu kavram, bu modern savaş senaryolarının gerçekleşmesinde çok kritik bir rol oynadı. Küreselleşme; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılarından küresel bütünleşmenin ve gelişmenin artması şeklinde tanımlanabilirdi. Önemli özelliklerinden birisi de dünyanın birbirine bağlanması ve mesafenin önemsiz bir nicelik haline gelmesiydi. Bu durum bilgi aktarımında hiç görülmemiş hızları da beraberinde getirdi. Dünya’nın herhangi bir yerinde herhangi bir zamanda olan bir olayın, dünyanın öbür ucuna anında ulaşması, kültürel farklılıkların ortadan kalkmaya başlamasına ve baskın devletlerinin kendi kültürlerini daha çok yaymasına neden oldu. Küreselleşme aynı zamanda az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler için “açık pazar” haline gelmesinde de rol oynadı. Böylece birçok ülke mandacılığa gerek kalmadan da sömürüldü. Peki, küreselleşme neden özellikle 21.yüzyıldan itibaren bu kadar gelişti? Tabi ki ilk verilebilecek cevap teknolojinin gelişimidir. Artık iletişimin akıllara gelmeyecek kadar farklı yöntemleri vardır ve mesafe ve zaman kavramları birer engel olmaktan çıkmıştır. Birbiriyle bu kadar kolay iletişim kurabilen bir dünyanın etkileşime geçmesi kaçınılmazdır. Bir diğer neden ise iki kutuplu dünya düzenin çökmesidir. Rakipsiz kalan kapitalizm doğduğu batıya sığamamış bütün dünyaya yayılmıştır. Böyle bir ortamda küresel şirketlerin yayılması durdurulamamış ve yerel işletmeler başarısız olmuştur. Bu da ülkelerin yerel ekonomilerine zarar vermiştir ve onları dışa bağımlı hale getirmiştir. Böyle bir sistemde zengin ve küresel şirketler dünya ekonomisini kolaylıkla yönlendirmişlerdir. Dolayısıyla ülkeler arası ilişkilerde en az politikacılar kadar önemli roller oynamışlardır. Savaş kavramının zamanla değişimi işte böyledir. Amacı her zaman güç ve güce ulaştıracak şeyler olmuştur. Yöntemleri ise zamana göre değişmiştir. Bu kavram adeta zamanın koşullarına uyum sağlamaktadır. Tamamen fiziksel olarak başlamış ve psikolojik ve ekonomik bir boyut kazanmıştır. Ancak günümüzde öyle bir hale gelmiştir ki ülkeler savaşa girdiğini bile fark etmeden yenilmektedir. Küreselleşmenin yadsınamaz etkisi sayesinde tüm dünya kültürü gelişmiş ülke şirketleri tarafından belirlenmektedir. Bu yüzden süreç bir kez başladı mı geri dönüşü çok zordur. Ama hızla gelişen dünyada kesin olan tek bir şey vardır: Tek değişmeyen şey değişimin kendisidir. göktuğ ÖCALAN / F11

65


farklı bir yoldan şiddete maruz kalmak

M

edyanın yanı sıra oyunların da insan psikolojisi üzerinde etkileri olduğu uzmanlar tarafından önceden saptanmıştır. Son 30 yılda, video oyunları insanların boş vakitlerini değerlendirme konusunda büyük değişikliklere yol açtı. Eskiden boş vakitlerinde dışarı çıkıp top oynayan çocuklar artık evlerinde bireysel olarak televizyonları karşısında, birlikte internet üzerinden bunu yapabilir hale geldiler. İlk çıkan video oyunları, bir iki basit geometrik şekilden oluşmaktayken gelişen teknoloji ile oyunların hem grafiksel hem de yapay zeka alanında neredeyse gerçekle aynı düzeye gelmesi bu oyunları oyuncular için vazgeçilmez hale getirebiliyor. Liste başını ise silah yoluyla öldürüm… şiddet içerikli oyunlar alıyor. Uzmanlara göre şiddet oyunların gerçeğe bu denli yakın olmasının artı yönlerinin yanı sıra eksi yönleri de çok. Günümüzde şiddet artık çoğumuz için sıradan bir olay haline gelmiştir. Çoğumuzun dikkatini çekmiştir, televizyon izlerken bir cinayet veya katliam haberiyle karşı karşıya kaldığımızda tepkisiz kalabiliyoruz; fakat geçmiş nesillere bakarsanız (ör. Anneniz, anneanneniz vs. ) bazı olaylar karşısında gözyaşlarını bile tutamayabilirler. Bugünün duyarsızlığının başlıca nedeni medyadaki şiddet ve buna benzer içerikli bilgisayar oyunlarıdır. Çevremizde yaşanan şiddetin sürekli gözler önünde olması, artık bizleri şiddet karşısında duyarsızlaştırmaya zorlamıştır. Bilgisayar oyunları ile yetişen nesillerin de bu şiddetin içerisinde yer aldığını (ayrıca dünya nüfusunun çoğunun oynadığını) düşünürsek duyarsız kesimin ne denli boyutlara ulaştığını tahmin edebilirsiniz. Öyle ki bu kitle, gün içinde yaşanan kötü bir olay yaşansa ve ertesi gün bu olay oyuna dönüştürülebilse. Hiç tepki gösterilmiyor demek istemezdim; ama nasıl söylesem, ağır olacak biraz, kötü bir olay yaşansa ve ertesi günü bu insanların beklediği oyun satışa sunulsa şüphesiz konuşacak başka konuya ihtiyaç duymazdı diye düşünüyorum; çünkü bu oyunların insanlarda iletişim bozukluğu, sosyal gelişimi engelleme, düşünme becerilerini kısıtlama gibi sayısız etkileri var. Psychological Science Dergisi’nde yayınlanan bir habere göre uzmanların çoğu oyunların zararlı etkilerinin fazla olduğu görüşünde birleşiyor. (Aşağıda: yasaklanmış bir oyun olan manhunt2 den bir kare ) Öte yandan bazı uzmanlar bu tür oyunları bireyin olumlu ve olumsuz davranışları daha iyi görmesini sağlayacağını ve bireyi pozitif yönde etkileyeceğini savunmaktadır. Birey günlük yaşantısındaki stres etkilerini bu tür oyunlarda rahatlıkla atabilir diye düşünmektedirler. ‘’Bir futbol maçına gidip tezahürat yapmanın verdiği zevk gibi ‘’ benzetmesini yapmıştır Harvard Medya Okulu’ndan Lawrence Kunter. Ayrıca insan psikolojisinin oyunun zararlı etkilerini

66


eleyebilecek seviyede olduğunu belirtmiştir. Kendisi ‘’Bu kadar şeyden sonra, milyonlarca yetişkin ve çocuk bu oyunları oynamakta; fakat dünya hala anarşi ve kaosun etkisinde değildir.’’ demiştir. Fikrimi belirtecek olursam, şiddet oyunlarının bizleri şiddete karşı duyarsızlaştırdığını birçok şekilde görebileceğimizi söyleyebilirim. Bana sorarsanız fazla vakit harcanmadıktan ve aradaki farkı algılayabilecek kadar zeki olduktan sonra bu tür oyunların kişi üzerinde olumsuz bir etki yaratmayacağını söyleyebilirim. Her şeyde olduğu gibi bu tür oyunların da fazlası zararlı olacaktır. bulut BAKIRCIOĞLU 11-C

Bir kelebeğin kanat çırpışının fırtınalar çıkardığı bir dünyada, tarihi kahramanların yaptığını sanmak ne büyük bir aptallık! kemal SAYAR (türk yazar) 67


bir aydın kalkışması olarak 121’in Manifestosu

F

ransa’da çok önemli bir hareket gelişmektedir. Öyle ki Cezayir Savaşı’nda gelinen bu dönüm noktasının, bizleri bundan altı sene evvel başlayan gerginliğin derinliğini görmeye -ve de unutmamaya- yönlendirmesi gereken bir zamanda, Fransız ve dünya kamuoyunun bu hareket ile ilgili daha iyi bilgilendirilmesi büyük önem taşımaktadır.

Gün geçtikçe daha fazla sayıda Fransız vatandaşı, savaşa katılmayı reddettiği ya da Cezayirli direnişçilere yardım ettiği gerekçesi ile kanuni kovuşturmaya tabi tutuluyor, tutuklanıyor ve mahkum ediliyor. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Cezayirli direnişçilerin davası bir yandan düşmanlarınca çarpıtıldığından, öte yandan ise vazifesi onları savunmak olan kimselerce sulandırıldığından ötürü, çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Her şeye rağmen, mevcut otoriteye karşı gösterilen bu muhalif tavrın saygıdeğer olduğunu söylemek tek başına yeterli değildir. Sadece onurları değil, hakikate dair sahip oldukları fikirleri de saldırıya uğramış olan bu insanların itirazları, dile getirilmelerine sebep olan mevcut koşulların dahi ötesinde bir öneme sahiptir; öyle ki netice ne olursa olsun, anlaşılması gerekir. Gerek diplomatik gerekse askeri yollara başvurularak verilen bu mücadelenin Cezayirliler açısından muğlak bir tarafı yoktur. Bu bir ulusal bağımsızlık savaşıdır. Peki ama, bu mücadelenin doğası Fransız halkı için nedir? Bu meşru bir savaş değildir. Fransa’nın toprak bütünlüğü asla tehdit edilmemiştir. Dahası, bu savaş, kendilerini Fransız olarak görmeyen ve tam da bu sebep ile mücadele eden insanlara karşı verilmektedir. Bunun bir nevi fetih ya da ırkçı bir tutum ile pekiştirilmiş emperyalist bir savaş olduğu söylemek, bu savaşın maksadını meşrulaştırmak için yeterli değildir. Zira her savaşta bunlara rastlamak mümkündür; Cezayir Savaşı’ndaki muğlak durum mevcudiyetini sürdürmektedir.

68


Esasında Devlet, görevin kötüye kullanımına yol açan ve “polis eylemi” adını verdiği bir karar doğrultusunda, ilk aşamada her yaştan vatandaşını baskı altındaki bir kesime karşı harekete geçirmiştir; oysa bu kesim bağımsız bir toplum olarak tanınmayı talep ettiğinden, yalnızca haysiyetini müdafaa etmek adına ayaklanmıştır. Ne bir işgal, ne bir ulusal müdafaa, ne de bir iç savaş olma niteliği taşıyan Cezayir Savaşı adım adım ordunun idaresi altına girmekle kalmamış, aynı zamanda toplumsal bir ayaklanmaya müsaade etmeyecek bir kast haline gelmiştir ki, sivil irade bile, sömürgeci imparatorluklar devrinin geride kaldığını kabul ederek, böyle bir ayaklanmaya müsamaha göstermeye hazır görünmektedir. Bugün, bu kanunsuz ve anlamsız çatışmanın sürmesindeki yegane sebep ordunun iradesidir. Bir takım üst düzey ordu mensuplarının siyasi amaçları neticesinde, ordu zaman zaman sert ve alelade bir üslup ile kanunsuz davranmış, millet iradesince kendisine tevdi edilen vazifeye ihanet etmiştir. Fransız ordusu, vatandaşlarını bu aşağılık ve fitneci faaliyete ortak olmaya mecbur ederek, onları tehlikeye atmakta ve yanlışa sürüklemektedir. Fransız militarizminin, Hitler rejiminin yıkımından on beş sene sonra, Avrupa’da işkenceyi yeniden tesis etmeyi başardığını yinelememize gerek var mıdır? İşte bu şartlar altında birçok Fransız vatandaşı geleneksel değer ve vazifelerinin ne anlama geldiği hakkında şüpheye düşmüştür. Şayet birtakım koşullar altında utanç duyulacak bir teslimiyet halini alıyor ise vatandaşlık ödevleri nedir? “Vatana ihanet”in cesurca, hakikate duyulan saygıdan kaynaklandığı anlarda, hizmet etmeyi reddetmenin kutsal bir vazife olduğu durumlar yok mudur? Ve ne zaman ki ordu, ırkçı veya ideolojik üstünlük sağlamak adına kendisinden faydalanan iradelerce kullanılarak, açıkça ya da gizli bir biçimde demokratik kurumların karşısında yer alırsa, orduya karşı duruş almak her zamankinden farklı bir anlam kazanmaz mı? Bu ahlaki ikilem, savaşın başladığı günden beri vicdanları meşgul etmektedir. Bu çatışma hali devam ettikçe, Cezayirli direnişçilere yardım ve koruma sağlamanın yanı sıra, orduya itaatsizlik veya ordudan firar gibi birtakım ahlaki seçimlerin daha sıklıkla yapılması fazlasıyla olağandır. Siyasi partilerin nüfuz alanı dışında, onlardan yardım alınmaksızın; hatta onların itirazlarına rağmen, yeni toplumsal hareketler gelişmektedir. Mevcut düzenin dışında ve dışarıdan herhangi bir etki olmaksızın gelişen iradî bir hareket neticesinde, yeni bir direniş doğmuştur; öyle ki bir çeşit durgunluk, doktrinel bir içe kapanıklık ya da milli ve ahlaki birtakım önyargılar sonucunda, siyasi partiler ile meydanın sağduyulu hareket etmemek konusunda uzlaşmaya vardığı bir anda, bu direniş mevcut duruma ilişkin farklı eylem biçimleri geliştirmekte, çeşitli mücadele yolları aramaktadır. Aşağıda imzası bulunan bizler, artık şahsi birtakım hareketler olarak görülmesi imkansız olan bu gelişmeler karşısında her birimizin bir duruş sergilemesi gerektiği düşüncesinden yola çıkarak, her nerede olursak olalım ya da maksadımız her ne olursa olsun, müdahaleyi kendimize bir hak biliriz. Maksadımız, bu denli ciddi meseleler karşısında kendi başlarına karar vermek mecburiyetinde olan kimselere tavsiyede bulunmak değil, aksine onları yargılayanlardan kelime ve değerlerin belirsizliğinden kendilerini sakınmalarını dilemektir. Bu sebeplerden ötürü beyan ederiz ki:

69


Bizler, Cezayirlilere karşı silahlanmayı reddetme hakkına saygı duyar ve bu hakkı meşru bir hak olarak kabul ederiz. Bizler, Fransız halkı adı altında baskıya uğrayan Cezayirlilere yardım ve koruma sağlamayı bir borç bilen Fransız vatandaşlarının bu davranışına saygı duyar ve bunu, meşru bir davranış olarak kabul ederiz. Sömürge düzenini yıkmak adına kararlı bir şekilde katkıda bulunan Cezayir halkının davası, bütün özgür insanların davasıdır. Arthur Adamov, Robert Antelme, Georges Auclair, Jean Baby, Hélène Balfet, Marc Barbut, Robert Barrat, Simone de Beauvoir, Jean-Louis Bedouin, Marc Beigbeder, Robert Benayoun, Maurice Blanchot, Roger Blin, Arsène Bonnefous-Murat, Geneviève Bonnefoi, Raymond Borde, Jean-Louis Bory, Jacques-Laurent Bost, Pierre Boulez, Vincent Bounoure, André Breton, Guy Cabanel, Georges Condominas, Alain Cuny, Dr Jean Dalsace, Jean Czarnecki, Adrien Dax, Hubert Damisch, Bernard Dort, Jean Douassot, Simone Dreyfus, Marguerite Duras, Yves Ellouet, Dominique Eluard, Charles Estienne, Louis-René des Forêts, Dr Théodore Fraenkel, André Frénaud, Jacques Gernet, Louis Gernet, Edouard Glissant, Anne Guérin, Daniel Guérin, Jacques Howlett, Edouard Jaguer, Pierre Jaouen, Gérard Jarlot, Robert Jaulin, Alain Joubert, Henri Krea, Robert Lagarde, Monique Lange, Claude Lanzmann, Robert Lapoujade, Henri Lefebvre, Gérard Legrand, Michel Leiris, Paul Lévy, Jérôme Lindon, Eric Losfeld, Robert Louzon, Olivier de Magny, Florence Malraux, André Mandouze, Maud Mannoni, Jean Martin, Renée Marcel-Martinet, Jean-Daniel Martinet, Andrée MartyCapgras, Dionys Mascolo, François Maspero, André Masson, Pierre de Massot, JeanJacques Mayoux, Jehan Mayoux, Théodore Monod, Marie Moscovici, Georges Mounin, Maurice Nadeau, Georges Navel, Claude Ollier, Hélène Parmelin, José Pierre, Marcel Péju, André Pieyre de Mandiargues, Edouard Pignon, Bernard Pingaud, Maurice Pons, J.-B. Pontalis, Jean Pouillon, Denise René, Alain Resnais, Jean-François Revel, Paul Revel, Alain Robbe-Grillet, Christiane Rochefort, Jacques-Francis Rolland, Alfred Rosner, Gilbert Rouget, Claude Roy, Marc Saint-Saëns, Nathalie Sarraute, Jean-Paul Sartre, Renée Saurel, Claude Sautet, Jean Schuster, Robert Scipion, Louis Seguin, Geneviève Serreau, Simone Signoret, Jean-Claude Silbermann, Claude Simon, René de Solier, D. de la Souchère, Jean Thiercelin, Dr René Tzanck, Vercors, Jean-Pierre Vernant, Pierre Vidal-Naquet, J.-P. Vielfaure, Claude Viseux, Ylipe, René Zazzo.

andré Breton (1896 – 1966) fransız yazar, şair ve gerçeküstücü kuramcı ingilizceden çeviren çeviren: okan TOMBUL / american university washington dc

70


tarihi değiştiren savaşlar

T

arihin Kaydettiği İlk Meydan Savaşı: Kadeş Efsanevi Truva Savaşı Yenilenler Kadar Yenenleri de Yıpratan Pelopones Savaşı Müslümanların İlk Zaferi: Bedir Savaşı Bizans'a Suriye'yi Kaybettiren Yermük Savaşı Türklerle Arapları Çinlilere Karşı Birleştiren Talas Savaşı İspanya'nın Müslümanlar Tarafından Fethi İslam Ordularını Batı Avrupa'dan Çıkaran Tur ve Puvatya Savaşı Selçuklu Devleti'nin Temeli Atılıyor: Dandanakan Savaşı Anadolu'nun Kapısını Türklere Açan Zafer: Malazgirt Meydan Savaşı Bir Doğu-Batı Mücadelesi: Haçlı Seferleri Anadolu Selçuklu Devleti'nin Sonunu Hazırlayan, Türk Beylikleri'nin Ortaya Çıkışına Neden Olan: Kösedağ Savaşı İngilizlerin Denizlerde Hakimiyet Aramaya Başlamasına Yol Açan Süreç: Yüz Yıl Savaşları Osmanlı Fetihlerini Kesintiye Uğratan Timur İstilası: Ankara Savaşı Roma İmparatorluğu'na Son Noktayı Fatih Sultan Mehmet Koydu: İstanbul'un Fethi Osmanlı'nın Güney'e Açılan Kapısı: Mısır Seferi ve Mercidabık- Ridaniye Savaşları Osmanlı'nın En Büyük İmha Savaşı: Mohaç Meydan Muharebesi Psikolojik Üstünlüğü Osmanlıdan Batıya Geçiren İnebahtı Deniz Savaşı Yeni Bir Avrupa Doğuran Hesaplaşma: Otuz Yıl Savaşları Türklerin Orta Avrupadaki İlerleyişinin Son Sınırı: II. Viyana Kuşatması Napolyon'u Yenilir Kılan Savaş: Rusya Seferi İngiltere'yi Süper Güç Yapan Waterloo Savaşı Köleliği Kaldıran ve Modern Amerika'nın Temellerini Atan Mücadele: Amerikan İç Savaşı 20. Yüzyıl Güç İlişkileri Kuruluyor: Rus-Japon Savaşı I. Dünya Savaşı'na Giden Yol ve Çanakkale Savaşı Yeni Bir Ulus, Yeni Bir Ülke: Türk Kurtuluş Savaşı Açgözlü Hitler'in Aşil Topuğu: Stalingrad Savaşı Avrupadaki Nazi Savaş Makinesini Susturan Operasyon: Normandiya Çıkarması Atom Bombaları Bir Savaşı Bitirdi, Daha Büyüğünü Başlattı: Hiroşima ve Nagazaki'de Başlayan Atom Çağı Bitmeyen Savaş: 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı Soğuk Savaş'ın İlk Sıcak Çatışması: Kore Savaşı Sovyet Emperyalizminin Son Durağı: Afganistan'ın İşgali Son Savaşların Arası: I. Körfez Savaşı

71


DÜNYA EDEBİYATINDAN “SAVAŞ” SEÇKİSİ

Ş

afakta Verilmiş Sözüm Vardı, en iyi otobiyografik romanlardan biridir. 2. dünya savaşı yıllarında küçük bir çocukla, ona delicesine bağlı olan annesinin öyküsüdür. Annesi oğluna karşı o denli sevgisiyle donanmıştır ki, hayat daha çocukluğunun şafağında, küçük çocuğa, bazı şeyler üzerine yemin ettirecek ve belki ilerleyen zamanlarda bu yemini tutamadığını görecektir. Sonunda hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyden tat almayan bir adam durumuna geliverecektir belki. Belki bir yandan eli kolu bağlanacak, öte yandan büyük bir vicdan azabına kapılacaktır. Sonra sokağa atılmış bir köpek yavrusu gibi, gidip annesinin mezarına kapanacaktır belki. “Bir daha yapmayacağım, bir daha asla yapmayacağım, kesinlikle bir daha yapmayacağım…” diyecektir belki kimbilir? Aslında Romain Gary yazılarında “Annesinin anlattığı masallara bunca yılın ardından bağlı kalabilmiş, yeryüzündeki az bulunur insanlardan biri herhalde benim.’ der. Sonra gerçeği anlar. Bu gencecik özlemin yalnızca ona, annesine yönelik olmadığını anlar düşündükçe… Uğrunda yemin ettiği, gerçekleştirmek için söz verdiği şey, sevdiği tek bir kadının talihini değil, tüm bir insanlığın alın yazısını değiştirmeye çalışmaktır aslında. “Onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktır.” der.

72


İ

spanyol asıllı Fransız yazarı Jorge Semprun, Franco döneminin en azgın günlerinde, 1960 yılında, görevli olarak gizlice gittiği İspanya’da, hem de doğduğu kent olan Madrit’te saklandığı bir evde, ilk romanı Büyük Yolculuk’u yazdığında otuz sekiz yaşındaydı. Fransa’da sürgündeki İspanyol Komünist Partisinin merkez yönetim kurulu üyesiydi. Kendisini dünyanın en büyük romancılarından biri yapacak olan Büyük Yolculuk’u ancak partisinden atıldıktan sorna, 1963 yılında yayımlattı. Kitap, bütün dünyada büyük olay oldu. Bir anda on iki dile birden çevrildi. Semprun, bu romanında, yirmi yaşlarının yaşamöyküsünü büyük bir ustalıkla anlatır. Daha çocuk yaşta katıldığı Fransız direniş hareketinde silah ve patlayıcı madde uzmanı olarak çalışırken, Gestapo tarafından tutuklanıp ünlü Buchenwald Nazi Toplama Kampına sürülmüştü. Orada görüp yaşadıkları, yıllar sonra Büyük Yolculuk’un konusunu oluşturacaktı. Kitabın sonunda Nedim Gürsel’in Jorge Semprun’la Büyük Yolculuk üzerine yaptığı uzun söyleşiyi de bulacaksınız.

73


T

oplumcu gerçekçi akımın büyük ustalarından Dimitr Dimov`un yazdığı Tütün adlı bu dev romanda anlatılanlar, tütün dünyasının, Sarı Dünya`nın kişileri arasında geçer. Tütün yapraklarının işlediği atölyelerin tozlu, acı havasında çalışan, benizleri solmuş, ciğerleri çürümüş kalabalık bir insan topluluğu ve onların karşısında sömürgen bir avuç işbirlikçi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlar roman ve savaş sonuna kadar toplumun on yıllık dünyasını destanlaştırır. Dimov, bu romanını 1951 yılında yayımlayınca büyük tepkilerle karşılaşmıştı. Bu tepkiler, romanın yapısından geliyordu. Romanda anlatılan kişilerin hepsi de capcanlı, yaşayan kişilerdi. Dimitr Dimov, inandığı bir gerçeği roman boyunca dirençle ve büyük bir sanatçı kişiliğiyle dile getiriyordu. İnsanlar ne toptan kötü, ne de kusursuz kimselerdir. “İnsanlar iyi ya da kötü olarak doğmaz, içinde yaşadıkları toplum düzeni onları iyi ya da kötü yapar.” diyordu.

Toplumcu Gerçekçi” roman anlayışının, ilkel ve katı kurallarına böylece karşı çıkışı önce büyük tepkiler yarattıysa da, sonunda Dimov, bu

74


T

hemos Kornaros, Yunanistan´ın en önemli yazarlarından biridir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, halkının Alman faşizminden ve İngiliz emperyalizminden çektiği acıları büyük bir ustalıkla romanlarına yansıtmıştır. Kornaros, Fırtına Çocukları adlı romanında İngiliz emperyalizmine karşı çıkan Yunan yurtseverlerinin serüvenini anlatıyor.

75


M

ermiler vınlayarak kıl payı farkla yanından, üzerinden geçiyordu. Arkasında camlar şangırdıyor, ahşap binalar parçalanıp birbirinden ayrılıyor, evin birinde bir kadın haykırıyor, çevresinde sıva topakları ile kalas parçaları uçuşuyordu... Yattığı yerde kaldı, bir an için bütün yaşantısı döndü dolaştı gözlerinin önünde. Sözü edilemeyecek tekdüze acılar ve sağılamalarla dolu bir kaleydoskop. Bir mermi gelip bir, samanlığın çatısındaki kalasa çarptı, büyük bina saman balyalarıyla birlikte Greck’ in üzerine yıkıldığı sırada o hala ağlıyordu.’’ Heinrich Böll, Ademoğlu Nerdeydin adlı kitabında, bizi insanoğlunun karşılaşabileceği en büyük acıyla yüz yüze bırakıyor. Savaşın acımasızlığı altında ezilen, yitip giden genç insanlar, küçücük umut kırıntılarına tutunanlar, onca olumsuzluğun içinde yeşeren küçük sevdalar ve ölüm, hep ölüm.

76


Ç

ağdaş İtalyan edebiyatının en önde ustalarından biri olan Ignazio Silone, dünyaca ünlü bu romanında İtalya’da doğduğu ve 20 yıl içinde yaşadığı yoksul bir köyün toplu yaşamını yansıtmaktadır. Şiirli ve güçlü bir üslupla anlatılan bu köy, yeryüzündeki on binlerce benzerinin yaşamını da dile getirmektedir. Köyde görüntüler değiştiği halde yaşamlarının düzeyi hep aynı kalmış olan ve başka türlü olabileceğine de akılları ermeyen köylülerin acı serüveni aynı acılıkta bir dille canlandırılır bu kitapta.

77


K

aputt, Avrupa’nın savaş yıllarındaki manzarasını anlatırken okuyucusuna acı ve neşeyi bir arada yaşatan bir kitaptır. Kitabın kahramanları arasında savaş sadece ikinci derecede bir rol oynar. Aslında, bu öykünün içinde savaş bir bahaneden, bir vesileden ibarettir; ama kaçınamadığımız vesileler alınyazısından başka bir şey olmadığına göre, savaş da bu kitapta bir alınyazısı rolü oynuyor demektir. Diyebiliriz ki savaş bu kitabın kahramanlarından biri değildir; daha ziyade bir seyirci rolündedir: bir manzaranın seyirci olduğu anlamda, bir seyircidir savaş.’

78


E

rich Maria Remarque çağdaş Alman ediplerinin en ünlüsüdür. Onun böylesine büyük ilgi toplamasının başlıca nedeni, bütün eserlerinde insanı günlük durumları, sıkıntı ve felaketleri, sevgileri ve yardım duygularıyla ele almasıdır. Üslübu yapmacıksız ve zorlamasızdır. En güç konuları, en çapraşık ruh hallerini ve duyguları büyük bir sadelikle anlatır. İlk bakışta bütün konularını politika, mücadele eden, seven, ölen insanlar, her zaman rastladığınız sıradan kişilerdendir. Hayat Kıvılcımı’nın kişileri, dikenli teller arkasında ve insanlık için yüz kızartıcı şartlar altında yaşarlar. Yaşamaktan çok ölürler. Türlü işkencelerle öldürülürler. Buna rağmen yaşama gücünü, insan sevgisini yitirmemişlerdir. Hayat Kıvılcımı’nın kişilerinden Bucher ile Ruh Holland’ın aşkı, yeryüzünde bir roman edebiyatı bulunduğu günden bugüne anlatılan aşklardan hiçbirine benzemez; onların sevişmesi, ölüm dirim savaşı yaparken bile içlerinde hayat kıvılcımı kalabilmişlerin aşkıdır. Hayat Kıvılcımı için ,bütün dünyada yazılmış olanlar, diye özetleyebiliriz.

79


A

vrupa’da 2. Dünya Savaşı’nın son günüyle başlayan Kül ve Elmas, sonraki birkaç gün boyunca küçük bir Polonya kentinde üç adamın izini sürer: Komünist Parti Bölge Sekreteri Szczuka, gönülsüz Direniş tetikçisi Michael ve bir Nazi işbirlikçisi olan Kossecki. Kossecki, en nefret edilen emir erlerinden biri olduğu toplama kampı geçmişini unutup çalışkan bir yargıç ve aile babası olduğu eski yaşamına geri dönmek ister. Büyük oğlu, artık Polonyalı Komünistlerle mücadele halinde olan Direnişe katılmıştır, küçük oğluysa anarşist bir örgüte katılmıs ve bir cinayetin suç ortağı olmuştur. Szczuka, kamplarda ölmüş olduğu neredeyse kesin olan karısının yasını sessizce tutarken açgözlü bir belediye meclisine adalet ve haysiyet telkin etme göreviyle karşı karşıyadır. Michael’in Direniş hücresi ona Szczuka’yı öldürme emri vermiştir. Ancak şehirdeki otelde garson olan Kristina’ya aşık olduktan sonra öldürmeye devam edebilecek midir? Jerzy Andrzejewsky kurtuluş sonrasında kaosa sürüklenen, ahlaki olarak afallamış ve ekonomik açıdan mahvolmuş Polonya’nın canlı, sinematik bir portresini çiziyor.”

80


E

ski Yunan’da, şair Homeros’un yazdığı varsayılan büyük bir destandır. Bir başka Homeros destanı olan Odeysseia ile birlikte, Batı edebiyatının en eski örneği ve tüm zamanların en güzel şiirlerinden sayılır.

Hem İlyada hem de Oysseisa, Truva Savaşı ve bu savaşta yer alan insanlarla ilgili söylenceleri dile getiren, koşukla yazılmış destanlardır. Tarihçiler Yunanistantandaki Akhalar ile Batı Anadolu’da yaşamış olan Truvalılar arasındaki bu savaşın yaklaşık İ.Ö. 1199’da geçtiği görüşündedir. Akhalar’ın Truva’yı kuşatmalarının ise10 yıl sürdüğü sanılmaktadır. Bu konuda o kadar çok öykü ve söylence vardır ki hangisinin gerçek hangisinin uydurma olduğunu bilme olanağı yoktur. Yunanca’da Truva’nın bir adının da İlios olmasından dolayı Homeros’un destanı İlyada adını aldı. Homeros, yaşadığı dönemde herkesin bu öyküyü bildiğini düşünerek, Truva kuşatmasını baştan sona anlatmaz ;savaşın 10.yılında sadece dört gün içinde geçen olayları anlatır .Savaş neredeyse bitmek üzeredir. Truva efsanesinin bu bölümü “ Aşil’in Öfkesi ” olarak bilinir.

81


E

ser, yaklaşık 20 yıl gibi geniş bir zaman dilimine yayılmış, 600 civarında yan karakter. 10 kadar da ana karakter içermektedir. Annebabalar, çocuklar, kardeşler, arkadaşlar, sevgililer, hizmetçiler, köylüler, ve soylular ve daha niceleri bu romanda bir arada canlandırılmış., son derece mükemmel bir biçimde canlandırılmışlardır. Bir insanın hayatı boyunca hissedebileceği bütün duygular en saf sevgiden şehvete, acıdan mutluluğa, dostluktan düşmanlığa, korkaklıktan cesarete, kıskançlıktan özveriye, vatan sevgisinden kişisel çıkarlara, ölüm korkusundan doğum sevincine kadar, bir arada anlatılmış. Bu roman, hem de tarihe insancıl bir bakıştır. Bir milletin (çöküp) dibe vurup, (halkın özveri ve emekleriyle) halk yumruğuyla tekrar (kurtuluşu) şahlanması, tarihinin en riskli (kritik) zamanını (anını) yaşayan bütün bir halkın hikayesidir.

82


H

emingway’in en güzel romanlarından biridir. İspanya iç savaşının anlatıldığı roman, 1940’larda yazılmıştır. Böyle olmasına karşın, hâlâ birçok ülkede çevirisi yayımlanmakta, hâlâ en çok okunan kitaplar arasında yer almaktadır. Bu ilginin nedeni, bir serüven romanı oluşundan ya da Hemingway’in o kendine özgü anlatış biçiminde aranabilir. Ancak şöyle bir saptama da yapılabilir: ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR›da Hemingway, ülkü birliği etmiş insanların inançlı kavgası yanında, romantizmi de etkileyici bir öğe olarak kullanmıştır. En güç koşullarda, ölümle yüz yüzeyken bile sevgi, umut, korku bütün canlılığıyla yaşanır romanda. Ortak amaç doğrultusunda, bir toplumsal kavga için, ayrı ulustan bilinçli insanların öyküsüdür ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR. Sayfa Sayısı: 496

83


S

ilahlara Veda’da sıcak savaşın ortasında iki genç insan hem kendi sevgi dolu dünyalarında, hem de savaşın her şeyi yerle bir eden acımasız dünyasında yaşarlar. Hemingway, romanda olağanüstü gözlemleri ve yazım tekniğiyle başarının doruğuna ulaşır, ününe ün katar. Başka savaş romanları da yazan Hemingway, yazarken yalnız savaşı anlatmakla kalmaz, kendi dünya görüşü doğrultusunda savaşın insan yaşamına olan tüm olumsuz etkilerini de vurgular.

84


B

atı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanıyla, savaş konulu edebiyatın başyapıtlarından birini imzalayan Erich Maria Remarque (1898-1970), çağdaş bireylerin en fazla okuduğu yazarlar arasına girmiştir.Savaş, faşizm ve vahşeti alabildiğine yalın, alçakgönüllü ve ilk elden tanıklıkla, insanın kanını donduracak gerçeklikteki bir biçemle işleyen bu romanı, çağlar boyunca yankılanacak olan, “Savaş vahşetine ve faşizme hayır!” diyen bir manifesto gibi de okuyabilirsiniz

85


U

MUT, bir roman olarak, İspanya Savaşı’nı bütünüyle yansıtan önemli bir belge olmak niteliğiyle kalmıyor. Ayrıca, mutluluk umuduyla, insanların bu umudu gerçekleştirmek için denedikleri araçların geçerliliği ve tutarlılığını tartışıyor.

86


P

aris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga´dan oluşan nehir roman, 20.yüzyılın en hareketli dönemini tüm tarafları ve çeşitli yönleriyle tasvir eden dev bir eserdir.

Üçlemenin elinizdeki cildi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa´nın ortasından başlayarak Moskova´ya kadar uzanan nazi dehşeti sırasındaki ölüm kalım mücadelesini anlatıyor. Bir yandan olağan bir biçimde sürüp giden günlük yaşam, bir yandan kan ve barut kokuları arasında dişe diş süren bir kavga. Ehrenburg, Fırtına´da, büyük bir coğrafyanın panoramasını çıkararak yüzyılın en sancılı yıllarını belgeliyor. Karar vermenin ölüm kalım sorunu olduğu o yıllarda, adım adım Sovyetler Birliği´nin içlerine doğru ilerleyen Nazi güçlerine karşı verilen mücadele, karşı sınıflarda da çözülmeler yaratarak gelişirken diplomasinin incelikleri ile savaşın hoyratlığı arasındaki mesafe de kısalıyor. Ehrenburg, savaşın küçük ayrıntıları kadar cephe gerisindeki politik manevraları da bir tarihçi titizliği ve yazarın ustalığıyla aktarıyor. Fırtına, küçük ayrıntılarla anlamlandırılabilen büyük kapışmanın romanı. Yüzyılın en büyük romanlarından sayılan ve sayısız dilde basılarak milyonlarca insan tarafından beğeniyle okunan bir klasik.

87


V

e Durgun Akardı Don bir Kazak ailesi ekseninde Don bölgesini ve savaşın, devrimin ve iç savaşın bölgeye yansıyışını, çok yönlü, derinlemesine ama sade bir şekilde dile getirir. Eserin birinci cildinde Don Kazakları’nın Çar dönemindeki yaşam koşulları, gelenekleri görenekleriyle anlatılır. İkinci cilt, Birinci Dünya Savaşı yılları ve 1917 Ekim Devrimi’ne ayrılmıştır. Üçüncü ve dördüncü ciltlerde Don Kazakları’nın ayaklanmaları, Don bölgesinde kurulan bağımsız cumhuriyetler, İç Savaş ve Avrupa’nın bu İç Savaştaki rolü irdelenir. Canlı bir belgesel ve çağdaş bir destan sergiler Şolohov. Bozkır çiçekleri kadar canlı ve birbirine benzemez insanlarıyla, yaşanmışlığın sahiciliği ve olağanüstü anlatımıyla Ve Durgun Akardı Don, bütün zamanların en önemli romanlarındandır.

88


K

itapta iki ayrı hikaye vardır. İlki bir aşk hikayesidir. Aşkı uğruna töreleri çiğneyen bir kadının hikayesi anlatılmaktır. İkinci hikayede ise savaştan dolayı köy ahalisinin çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır. Ayrıca hikayenin kahramanının yaşadığı bir aşktan da bahsetmektedir.

89


1

942 Aralık’ı, Manstein’in Panzerleri, Stalingrad önlerinde sıkışıp kalan Nazi ordularını kurtarmak için Cephe´ye sokulmaya çalışırlar. Hedefle aralarında buzlarla kaplı bir ırmaktan başka bir şey yok. Ve Sovyet Ordusu, düşman tanklarını bu son doğal engele varmadan durdurmak için harekete geçiyor. Sıcak Kar, yalnızca bir savaş romanı değil, “savaşan insanı” konu alan üstün bir yapıttır...

Savaş yolundan geçmiş, bireylerinin çoğu savaş sırasında yitip gitmiş bir kuşaktanım ben.. Yaşıtlarım Stalingrad’da, Kursk dolaylarında, Zeyelovski tepelerinde öldüler. Kardeşim savaşın son günlerinde Berlin önlerinde öldürüldü. Savaşı yazmaya başlayışım, belki de cephe dönüşü, tozlu siperlerde, savaşın geçtiği uçsuz bucaksız tarlalarda yatıp kalmış olanlara, daha doğrusu kuşağıma karşı bir borçluluk duymamdandı. Savaşı insan yaşamının en büyük sarsıntısı, halkların geçirdiği benzersiz bir sınav olarak görürüm. Bu yüzden savaşın yazarlarca her zaman işleneceğine inanıyorum; hele makineli tüfek takırtılarını tepelerinde, yitirdiklerinin acısını yüreklerinde duymuş olanlarca

aslınur GÜLAÇ eda PAKEL 10-E

90


savaş

S

ene 1993 o yıllarda Doğu çalkanıp duruyordu. Her gün bir ana evladını gözyaşları içinde toprağa veriyordu. Anaların feryatları hiç dinmezdi. O zamanlarda bizim yaşıtlarımız uzaktan kumandalı arabalarla oynarken, bebeklerinin saçını tararken, bizler boş mermi kovanlarını toplardık. Ya da kuzularımızı, koyunlarımızı, ineklerimizi otlatmaya götürürdük. Onlar otlaya dursun biz ağaçlara tırmanır dut ağaçlarının, incir ağaçlarının ya da karpuz dolu, üzüm dolu tarlalarda koşar karnımızı doyururduk. Doğu’da çocuk olmak hem zor hem de güzel bir duygu. Analar hem annelik yapardı hem de babalık yapardı çoğu zaman. Babalar işsizlikten dolayı İstanbul, Ankara, Adana, Kıbrıs gibi yerlere gider inşaata çalışırlardı. Çoğu zaman 6 ay eve gelmedikleri olurdu. Çocuğuna ekmek parası bulmak için ağır yüklerde çalışır gurbet ellerde ezilir dururdu. İşte İstanbul’a babam gene gitti. - Ne zaman döneceksin babacığım. - Merak etme oğlum en yakın zamanda döneceğim. Hem sana çikolatalar alacağım döndüğüm. Yeni elbiseler, oyuncaklar. - Baba bana bisiklet alır mısın? Ben bisiklet istiyorum. - Tamam, oğlum döndüğümde bisikletin hazır olacak. Hadi şimdi babaya bir öpücük ver. - Mucuk mucuk.

Aradan aylar geçti. Babam bize elbiseler yollamış. Annem yarın sabahtan merkeze gidip otobüsle babamın bize yolladığı elbiseleri alacak. Ne güzel bir duygudur. Artık yeni elbiseler giyip arkadaşlarıma hava atabileceğim. Gece uyku girmedi gözüme. Sevinçten olsa gerek. Sabah annem uyandırdı. Ağabeyimle birlikte hayvanlarımızı otlatmaya gidecektik. Annemde merkeze gidip elbiselerimizi alacaktı. Kahvaltımızı yapar yapmaz hemen yola koyulduk. Zaten çok da hayvanımız yoktu. Bir inek bir de eşeğimiz vardı. Ağabeyimle eşeğe binip yavaş yavaş otlatmaya götürdük. Annem gelirken sobayı yakmak için birkaç çalı çırpı getirmemizi istemişti. Güneş yavaştan tepelerin arkasına saklanmaya başlamıştı. Biz de çalı çırpımızı topluyorduk. “Abi haydi eve gidelim yeter bu kadar. Dur birkaç tane daha toplayım gideriz.” derken bir silah sesi geldi. Sağımıza baktık askeri araçlar geliyordu ve durdular. Daha ne olduğunu anlamadan silahlar peş peşe patladı. Yine çatışma ve bu sefer çatışmanın tam ortasında kalmıştık. Yere yattık sürüne sürüne ateş çemberinden kaçmaya çalışıyorduk. Teröristler pusu kurmuştu anlaşılan. Gelen asker konvoyunun yolunu kesmişlerdi. Derken bir

91


minibüs göründü uzaktan. Mehmetçik çatışmadan dolayı minibüsü geri çevirdi. Minibüste bir kadın bırakın beni ben köye gitmek zorundayım, diye haykırıyordu. Evet, bu benim anamdı. Beni dokuz ay karnında taşıyan anam. Ama askerler izin vermiyorlardı. Bizim orada olduğumuzu biliyordu. Ağlıyordu çaresizce. - Lütfen bırakın gideyim, çocuklarım orada, ben arkadan dolanır giderim. - Kadın kafayı mı sıyırdın senide vuracaklar geri dön. Yarın sabah dönersin köyüne. Zor bela annemi ikna ettiler. Zavallı anam bizim için canını bile vermeye hazırdı. Biz de otuz dakika süren çatışma ortamında adeta başımızın üzerinde arı gibi mermiler vızıldıyordu. En sonunda çemberden çıkmıştık. Ama bu sefer köye nasıl gidecektik. İki yol vardı. Biri köye kestirme giden yol. Diğeri de uzadıkça uzayan bir yol. Kestirmeden gidemezdik teröristlere yakındı bizi vurabilirlerdi. Uzun yolu tercih ettik. Karanlık basmıştı ayın ışığıyla önümüzü görmeye çalışıyorduk. Gece vakti doğuda köyden uzakta olmak çok tehlikeliydi. Bunun kurdu var, çakalı var, yılanı var, akrebi var. Ama başka çaremiz yoktu mecbur; uzun yolu seçtik. En nihayetinde köyümüze varmıştık. Köy baya karışık ve her zamankinden daha telaşlıydı. Bizim köye geldiğimizi gören köylüler karşılamaya gelmişlerdi. Hepsi de kadındı erkekler çocuklarını bulmak için aramaya çıkmıştı. Kadınlarda eli kolu bağlı haber bekliyorlardı çocuklarından. Herkes kendi çocuğunu soruyordu gördünüz mü diye. Eve geldiğimizde iki ablam çaresizce oturup ağlıyorlardı. Annem merkezde, İstanbul da onlarda çaresizce ağlıyordular. Bizi gördüklerinde bu sefer sevinçten ağlamaya başladılar. O akşam boğazımızdan bir lokma bile geçmedi. Geceleri sıcaktan dolayı damda yatardı herkes. Biz de yatağımıza yatarken hep yıldızları seyrederdik. Ama bu sefer yıldızları değil de gökyüzünde silahların ışıltısını seyrediyorduk. Kim bilir bu sefer hangi ana ağlayacak, hangi eve ateş düşecek, hangi kardeş kardeşi vuracak. Hele ki bir evladı askerde bir evladı dağda olan analar ne yapacaktı. İki kardeş birbirini vuracaktı. Hangisi ölse olan yine analara oluyordu. Düşünceler içinde öylece yatıvermişim. Sabah annem ilk arabayla köye gelmiş. İlk işi bizi yanağımızdan öpmek olmuş. İçi rahatlamıştı, yaşıyorduk, bir anne için en güzel duygu olmalı. Ama o elbiseleri hiç giymek gelmedi içimde. Sabah erkenden köylüler yaralarını sarmaya çalışıyordu. Hastanelerden taburcu olanlar, vurulan köylüler. Yedi yaşında bir çocuğun hayatı boyunca unutamayacağı şeylerdi. Ne diye bu kavga, bu silahlar niye, kim verdi elimize bu silahları, kim düşürdü kardeşi kardeşe, bu gözyaşları niye, neden kimse bunlara dur demiyordu? Sanırım yıllar geçse de bu sorular hep yanıtsız kalacaktı. Ve öyle de kaldı. Doğu’da çocuk olmak işte böyle bir şey olmalı. Televizyonla geç tanıştık, kovboy filmleri oynardı ateş ettiklerinde kenara çekilirdik. Kurşunlar bize gelmesin diye.

canberk YILMAZ / 10D

92


edebiyatçı ve savaş

Ç

ocukluğum çok çeşitli ve ilginç anılarla doludur. Bu anılardan çoğunu ne yazık ki unuttum. Fakat öyle anılar var ki mühür gibi işlenmiş aklıma. İşte bu anılar benim karakterimin şekillenmesinde yardımcı olmuş, beni şu anda gördüğünüz tanıdığınız insan haline getirmiş.

Çok iyi hatırladığım bir anı var ki o da ailemizde gerçekleşen bayram ziyaretleridir. Sabah erkenden kalkılır, bavullar toplanır veya akşamdan toplanan bavullar arabaya konulur, anneannemlerin evine gidilirdi. Eve varıldığında hala sabahtır ve evde bir koşuşturma zaten başlamış olurdu. Herkes olta şamandırası gibi bir bu yana bir öteki yana gidip gelirdi. Anneannem bir yandan daha akşamdan şerbetini döktüğü baklava tepsisini dolaptan çıkarır, annem evdeki bütün koltukların tekrar tekrar altını üstüne getirir ve onları düzeltirdi. İşte bu heyecandan ve bayramın getirdiği cıvıl cıvıl havadan çok zevk alırdım. Misafirler sırasıyla ağırlanır. Önce şişeleri yeni açılmış kolonyalar misafirlerin ellerine boşaltılır, sonra orta şekerli kahveler ile aile sohbeti başlardı. Sohbetin yarısında çocuklar çağrılır ve ben de diğerlerine katılırdım. Bütün çocuklar sırayla dizilir ve saat yönünde amcaların teyzelerin elleri öpülüp başa konulduktan sonra beklenti ile ellerimizi açardık. Boş ellerimize bir miktar harçlık iliştirilir ve biz de saat yönünde el öpmeye para almaya devam ederdik. Bir süre sonra misafirler gider ve limon kolonyası kokusuna daha fazla dayanamayıp biz de dışarı çıkardık. Bayramın diğer günlerinde gelen ziyaretçilere bayramın iadesi yapılırdı. Bana en ilginç geleni ve aklımda kalanı ailenin en yaşlılarına yapılan ziyaretler olmuştur. Anneannemlerin sokağının üstünde eski bir evde dedemin annesi yaşardı hala da yaşar. Çok kalın bir bastonu vardır ve her yere bastonla gittiğinden biz de ona “bastonlu babaanne” deriz. Babaannenin evine el öpmeye gider ve orada bir müddet otururduk. O da bize hep masal anlatırdı. Masalın yanında yaşadıklarından bahseder, geçmişinden taşıdıklarını bizlerle paylaşırdı. Büyük bir merakla babaannenin çocukluğunu dinlerdim. Balkan Savaşı’nı ve 1. Dünya Savaşı’nı onun ağzından ve onun bakış açısından çok kere dinlemişimdir. Her anlatışında hem kendisi hem de bizler o günleri yaşar, duygulanırdık. Her seferinde tekrar tekrar yaşardım adeta onun yaşadıklarını ve hissettiği acıları. … Edebiyat topluma bağlı sosyolojik ve toplumsal bir daldır. Edebiyatçı toplumdan soyutlanamaz ve kendisini toplumdan soyutlayan edebiyatçı da başarısız olur. Edebiyatçı toplumdan etkilendiği için sosyal ve kültürel olaylar ve insanların yaşadıkları dönemler, edebi eserlerde sıklıkla görürüz. Savaşlar her toplum; hatta tüm cihan için bir dönüm noktasıdır. İşte Balkan savaşı, Birinci Dünya Savaşı gibi savaşlarda toplumun haklı davasını savunur edebiyatçı. Onların acılarına ortak olur.

93


Yıllardan 1912 ve Trablusgarp savaşından bitap düşmüş Türk milleti yeni bir cephede savaşmak için hazırlanıyor. Yüzyıllardır yan yana çalışan süngü savuran Rumlar ile Türkler birbirlerine düşman olmuşlar. Selanik’te yaşayan benim babaannem gibi aileler tehdit altında baskı altıda kalmışlar. Babaannemin babası tekrar atların ayağına nal çakmaya başlamış ve umulmaz bir güçle topluma askerlere yardım etmeye çalışmış. Annesi ise diğer kadınlarla öküzlerini almış mermi teçhizat götürmeye yollara düşmüş. Öküzü olmayanlar kağnıları sırtlanmışlar. Birinci Dünya savaşında bana anlatılanlara bakarsak o sırada yaşananlar bütün dünyayı ne kadar etkilemiş ise Osmanlıyı ve Türk toplumunu da o denli etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı tarihin önemli dönüm noktalarından biridir. Cepheler nerden gelip nereye gittiklerini bilmeyen gençlerle doludur. Ülkelerin ticari emelleri elde etme doğrultusunda diğer milletleri manipüle etmesi sonucu ortaya çıkan savaş dayanılmaz bir acı kaynağı olmuştur. Türk halkının yurdu savunma isteği savaşı görmüş her edebiyatçının kalbinde derin yaralar bırakmıştır. Savaşlar toplumlar için bir dönüm noktasıdır. Savaş düşman aileleri bile bir araya getirir, tek bir amaç uğruna yurt savunmasında birlikte mücadeleyi mecbur kılar. Fakat savaşların bir aydınlık bir karanlık yüzü mevcuttur. İşte karanlık yüzü toplumları birbirinden uzaklaştırması, ülkeyi sefalet ve kriz için sokması; fakat en acısı ise sevenleri aileleri birbirinden ayırması ve çocukları öksüz bırakmasıdır. Edebiyatçı da bir tarihçi titizliği ile bu olayları ve ailelerin kalp ağrılarını açıklar. Bu acılardan yoğrulmuş yüreği ile edebiyatını oluşturur. İşte bu nedenle edebiyatçı toplumdan etkilenir. Karanlıkta yanan bir mum gibi topluma ışık verir ve dünyanın karanlık yüzünü aydınlatmaya ve topluma yön vermeye çalışır bu sorumluluğundan da asla vazgeçmeyecektir. cem KOÇ ve can KOÇ / F 11

94


savaş oyun mudur?

Y

az tatilinin ilk günü ve ben aylardır içinde olduğum sınav, ödev ve ders yükünü üstümden atmak ve biraz da kafamdaki düşünceleri dağıtmak için, arkadaşlarımın ısrarlı tavsiyeleriyle aldığım savaş oyununu oynuyorum. Oyun açılıyor ve başlıyor. Bir taraftan oyunu oynarken, bir taraftan düşünmeye başlıyorum. Kafam dağılacağına iyice karışıyor. Gerçek olmayan bu savaş oyununda bile bu denli tüylerim ürperiyor ve bu denli heyecan ve korku karışık duygulara bürünüyorsam geçmişte -ve hatta günümüzdeinsanlar ve özellikle benim kadar ya da benden yaşça küçük savaşan insanların hissedebileceği duyguları düşünüyorum. Kafamdan türlü türlü savaşlar, mücadeleler geçiyor. Kimilerinin nedeni sadece “böl”, “parçala” ve “yok et” nihayetinde de “sömür ve yönet”; kiminin ise nedeni kurtulma ve istiklale yönelik. Ancak hepsinin sonucu ve süreci aynı: ÖLÜM, YIKIM ve ACI. Aklıma ilk gelen savaş, Birinci Dünya Savaşı oluyor. Düşünüyorum, bu kadar çok ülke yöneticisinin birbirine nefret duyduğunu, aralarında belki de hiçbir nefret olmayan asker topluluklarını düşünüyorum. Pek çoğu neden orada olduklarının bile farkında değiller. Onlar sadece söyleneni yapmak zorunda olan topluluk insanları. Birinci Dünya Savaşı’na pek çok ülke katılmış olmasına rağmen, sadece iki grubun olması beni hep şaşırtmıştır. Neden bilmem ama herhalde bu kadar nefret ve anlaşmazlığın olduğu bir zamanda bile anlaşan devletler varmış ki sadece iki grup oluşmuş. Mantığım beni başka bir yere daha sürüklüyor ve soruyorum kendime: Madem az da olsa ülkeler birbiri ile anlaşabiliyorlardı da neden hepsi bir arada anlaşamadılar? Cevabım hazır: EKONOMİ. Tarihte her dönemde, her yerde ekonomi söz konusu olunca hiçbir zaman mutlak bir anlaşma ortamı görülmemiştir. Bu, günümüzde de böyledir. Ancak günümüzde sözde daha modern yollarla bu anlaşmazlıklar gideriliyor diye düşünüyorum.

Bir anda oyunda olduğumu fark ediyorum ve oyuna devam etmek istiyorum; ancak savaş düşünceleri beni bırakmıyor, o anda oyunda Nazi bayrağını görüyorum. Oyuna devam edeyim derken kafam bu sefer de İkinci Dünya Savaşı’na takılıyor. Hemen hatırlıyorum sebeplerini, sonuçlarını. Gerçi sonuçlar zaten tüm savaşlar için aynı. Hepsi daha fazla kayıp, acı ve üzüntü ile bitiyor. O zaman niçin insanlar sonunu bildikleri bir işe girsinler ki? Buna da cevabım hazır: ÇARESİZLİK. Özellikle Hitler ve Musollini Birinci Dünya Savaşı sonunda ağır darbe aldıkları ve istediklerini alamadıklarından dolayı İkinci Dünya Savaşına sebep olmaları ve dünyaya daha büyük acı ve üzüntü getirmeleri gibi düşünceler beni alıp götürüyor. Yine uyanıyorum bu düşüncelerden ve oyuna dönüyorum; ama bu sırada da Credence Clearwater’ in ‘’Fortunate Son’’ adlı şarkısı çalmaya başlıyor oyunda. Ben de bir anda kendimi Vietnam savaşını düşünmekte buluyorum… Dediğim gibi zaman geçtikçe her şey daha modernleşiyor ve artık savaşlar bile modernleşiyor. “Demokrasi ve adalet” barış için savaşa dönüyor. İşte Vietnam savaşının tam bu anlamda barış ve adalet için bir savaş olduğunu hatırlıyorum.

95


İnsanlık tarihi bu denli savaşlar dolayısıyla bu denli acı ve yıkımla dolu ancak hala insanlık ayakta kalmayı becerebilmiş; ancak fark ediyorum ki bu savaşlar insanlıkta derin yaralar açmış. Edebiyat, toplumu ve bir düşünüş tarzını yansıtan bir ayna gibi olduğundan bunun en iyi örneği olarak dönemin edebiyatlarındaki değişiklik aklıma geliyor. Hatırlıyorum ki Birinci Dünya, İkinci Dünya ve Vietnam Savaşı gibi aklıma gelen savaşların hepsinde edebiyatlar bir şekilde savaşa yönelmiş. Bu yönelme bazı edebiyatlarda savaşı güzelleştirmek ödüllendirmek amacıyla olmuşken bazı edebiyatlarda ise savaşa karşı çıkmak ve insanlığı insan olmaya davet etmek için ortaya çıkmış. Aklımda bu düşünceler uçuşurken oyuna dönüyorum tekrar ve bir mermiyle yere yığılıyorum elimde olmaksızın irkilmiş, tüylerim diken diken, bir an gözlerim şaşkınlık ve korkuyla donakalmış. Savaş ve ölüm böyle bir şey demek ki. Ve oyun bitiyor. cem KOÇ ve can KOÇ / F 11

“Yeryüzünde iki kuvvet var: kılıç ve zekâ. Çok zaman kılıç, zekâ ile mağlup edilmiştir.” NİZAMİ (azeri şair) 96


Oğlum… Üzerini kirletmişsin hem de en sevdiğin pantolon bu Hani baban getirmişti askıda; yeşil, üzerinde ucuz naylon kokusu Sırtına vurarak kulağına fısıldamıştı “Kara sineklerin sesleri çok duyulur” Ne kaynattımsa da çıkaramadım şu rutubet kokusunu duvarlarından Kekik, nane, karanfil… Yastığın altında Zeynep’in resmi Kardeşim buldu da getirdi, tebessümle saçları açılmış, yine düşmek üzere tokası… Kardeşinin burnu akıyor hiç durmadan, yüzünde tuzlu çocuk kokusu Botların çamura bulanmış Yağmurlu havalar Topraksa temizi yakalamaya hazır… Zeynep elinde resminle geldi bugün Çerçevesi siyah… Karanfil topraktakini yüceltmeye hazır Kardeşin Elif cüzü bitirdi Birileri geldi bugün kapının arkasında Ahşap kapıya… ellerim bitkin Kirletmişsin çünkü üstünü, kırmızı da hiç çıkar mı? Oğlum… Kıyafetlerini getirdiler bugün, uzanamadı ellerim Ahşap -gıcırtısı bitmez- kapıya. Sen kendin getirmeden yıkamasam olur mu? Sussa komşular Bağırış çağırışa meraklı bunaklar Kardeşinse her boka ağlar Açmasam kapıyı da Sen kendin getirsen de yıkasam olur mu? beliz BEŞIŞIK / 11A

97


bin muhteşem güneş’ten ikisi…

B

ir bebek hayal edin, dünyaya henüz gözlerini açmış olsun. Diğerlerinden farksız bir masumiyet olsun ceplerinde ve alnında başka birinin el yazısıyla yazılmış kaderi. Kim onu dışlayabilir ki? Hangi vicdan onun kapladığı bu küçücük alanı çok görebilir ki? Eğer görüyorsa kimin parlak fikri o taktığınız kocaman gözlükler? Söyleyin bana, söyleyin ki hayatımı ve hayatları cehenneme çevireni bulup hesap sorabileyim…

Adım Meryem benim. Aslında adımı bilmenize gerek yok, çünkü bilmenizi gerektirmeyecek kadar uzak ve dışlanmışım ben. Yasak bir ilişkinin istenmeyen meyvesi, günahların çizelgesiyim size göre. Ama aslında ben de sizler gibi bir insanım işte. Annem ve babamın suçları olmasa ben de sizden biriyim. Kocaman aç gözlerinizi diktiğiniz topraklarda doğmamış olsam ben de sizden biriyim. Peki, bunları ben istedim mi? İstedim mi sanıyorsunuz değersiz görülen bir “kız” çocuk olmak, sara hastası bir annenin dışlanan kızı olmak, kendimi sizler gibi insan görüp öz babama kanmak, annemi dar ağacında ölü bulmak, babam yaşında bir adamla zorla evlendirilmek, sevgi açlığımla bebek sahibi olmak istemek, çocuklarımın karnımda ölümünü hissetmek, yokluk içinde evi idare etmek, beni döven bir adama tahammül etmek, kızım yaşındaki bir kızı kocamın ikinci karısı olarak görmek, o ve onun çocukları için kocamı öldürmek ve bu vicdan azabıyla teslim olmak? İstemedim, gerçekten istemedim. Ama siz… Sizse topraklarımı almak, insanlarımızı öldürmek, eşlerimizi, babalarımızı, amcalarımızı katletmek, çocuklarımıza işkence etmek, kadınlarımızı taciz etmek ve bizleri kanımızla besleyip gözyaşlarımızla suladığımız topraklara gömmek istediniz. 98


Yapmak istediniz, yaptınız da zaten… Sizlerin değersiz gördüğü ben istemeyerek bana ve masum canlara zarar veren bir insanın hayatına kıydım ve cezasını hayatımla ödedim. Siz mükemmel ve her şeye sahipler sizse isteyerek binlerce masum cana kıydınız, arkanızda binlerce acılı feryat bıraktınız. Peki, şimdi bakın gözlerimin içine siz insansanız ben neyim, biz insansak siz nesiniz? Boynumdaki ip kolye değil, ölümüm. Onu boynuma sevdiğimin iyi niyetli elleri değil, düzenin kirli pençeleri taktı. Suçlularca suçlu ilan edildim ben. Peki, tamam kabul ediyorum ben acımasız bir cana kıydım; ama siz binlerce masum cana kıydınız. Ben kanlı bulutların ardına sakladığınız sessiz bir güneş. Ama sessizliğimi bozdum ben de. Silahlarınızın, bombalarınızın korkunç sesleri daha fazla boğamayacak kardeşlik şarkımı, çocuklarımı kurşun seslerinizle uyutamayacaksınız artık. Ben bir muhteşem güneş. Sizlerin göremediğini sanıp kocaman gözlükler taktığı gerçekleri göstermek, o kanlı gözlükleri kırmak için varım. Ben yaşama hakkı olan bir insan, bir güneşim. irem nesli EREZ / F10

99


ben, leyla. Ben, melekleri kıskandıracak güzellikteki Leyla. Ben, uçsuz bucaksız masmavi acıları barındıran gözleri olan Leyla. Ben, bin muhteşem güneşin sapsarı umutlarını gösteren saçları olan Leyla. Ben, ailesi Taliban ve Ruslar arasındaki savaş nedeniyle Afganistan’da enkaz alarak öldürülmüş Leyla. Ben, bacağı takma ama yüreği, aşkı herkesten daha gerçek olan Tarık’a sevdalanmış Leyla. Ben, bu şeriatın katı kuralları içinde çocukluk aşkımdan ayrılmak zorunda kalmış ama ondan evlilik dışı hamile kalmış çaresiz Leyla. Ben, Tarık’ımın öldürüldüğünün söylenmesiyle Raşit’le evlenmek zorunda bırakılmış Leyla. Ben, başta nefret ettiğim ama sonra çektiklerini öğrenince tek dostum haline gelen Meryem co‘nun tek dostu Leyla. Ben, Meryem’in üzerine getirilmiş kuma Leyla. Ben, Raşit’ten çektiğim eziyete bir son vermek isteyen, hakkını aramak isteyen ama kadınların bir HİÇ olduğu iki üç kadının bir erkeğe denk olduğu Afganistan’daki Leyla. Ben, Leyla. Ben, bu savaş döneminde evlilik dışı çocuğunu korumaya çalışan, aşkına kavuşamayan, bu cahillikler ülkesinde Taliban’a karşı çıkmaya çalışan Leyla. Ben, Raşit’ten eziyet çeken ve Meryem sayesinde Raşit’ten kurtulmuş Leyla. Ben, Meryemco gibi bir dostu, tek dostu şeriat uğuruna, doğruyu yapmasına rağmen kaybeden Leyla. Ben, kızıma Meryem adını vererek onun dışlanmış; ama onurlu ruhunu yaşatmaya çalışan Leyla. Ben, Leyla. Ben, savaş uğuruna ailemi kaybetmiş Leyla. Ben, savaş uğuruna istemediğim adamla evlendirilmiş Leyla. Ben, savaş uğuruna tek dostum Meryem’i kaybetmiş Leyla. Ben, savaş uğuruna sevdiğimin sakat kaldığı Leyla. Ben, savaş uğuruna beni kaybetmiş Leyla. 100


Ben, Afganistan’daki değeri bilinmeyen, BİN MUHTEŞEM Güneş’ten sadece biri olan Leyla. Ben, Leyla. Ben, savaş mağduru Leyla. Sen? Evet, sen. Savaşın “s”sini bile bilmeyen, çekilen acılardan habersiz insanlar yargılayan, tanımadan tanımlayan sen. Sen, kadınları bir HİÇmişçesine kullanan, onları değersiz kılan savaşçıları yargılamaktan korkan sen. Sen, savaş yanlısı: “Bu kentin ne çatısını aydınlatan ayları sayabilirsin, Ne de duvarların gerisinde gizlenen bin muhteşem güneşi.”

deniz rüya AYDIN / F10

101


bir atın gözünden savaş: SAVAŞ ATI

S

avaş Atı filmi Steven Speilberg in diğer yaptığı filmler gibi bol aksiyonlu çatışmalı bir film değil. Filmde bir atın gözünden savaşa tanık oluyoruz. Oldukça güçlü ve güzel bir at olan Joey ve onu eğiten Albert isimli genç arasındaki dostluk bağını konu alıyor film. İkili, savaş nedeniyle ayrılmak zorunda kalır ve Albert atını bulmak için zorlu bir mücadeleye girişir.

Filmdeki Joey isimli at kesinlikle Oscar’ı hak ediyor. Gerçekten atın hal ve hareketleri seyirciyi kendisine hayran bırakıyor. Özellikle Joey’nin Albert’a kavuştuğu anlarda onu öpmesi seyirciyi kendilerinden alıyor. Joey sadık at rolünü daha iyi oynayamazdı sanırım. Fransız kızın dedesinin (Emily) onu satın aldığı sahnede Joey’nin kaçıp yine Albert’a gitmesi, kışlada Albert’ in onu çağırmak için kullandığı baykuş sesine tepki gösterip Albert’i tanıması bile bir atın ne kadar zeki olabildiğini gösteriyor bize. Sadece bunlarla kalmıyor Joey’nin Albert’a bakış sekli, ona değer verdiğini her sahnede izleyiciye sezdiriyor. Bunun, filmin insan üzerindeki etkisinden mi yoksa atın gerçekten Albert’a o bakışları atmasından mı kaynaklandığını bilemiyorum. Spielberg, Savaş Atı ile bir canlının diğerine ne kadar bağlı ve sadık olabileceğini anlatıyor bize. Film portakal rengi gün batımı önünde yılların acısı ve ayrılığı ardından sonunda bir araya gelmenin sevincini yaşayan siluetlerle son buluyor ki bu da bağlılık duygusunu iyice ön plana çıkarıyor. Film bu duygulara odaklı olduğunda Spielberg şiddet içeren sahnelerden uzak duruyor. Bu da filme masumane bir hava katıyor diyebiliriz. Film içinde farklı hikayeler; yani farklı kısa filmler barındırıyor. Kardeş olan iki Alman askerin hikayesi bence en acıklısı. Büyük olan ağabey kışlada atları eğitmek için kalırken kardeşinin cepheye gitmek zorunda kalışı izleyiciye bir ”vah vah” çektiriyor; ama yazarlar bu öyküyü daha da acıklı yapabilmek için kardeşlerin beraber atlara atlayıp kaçmalarını ve daha sonrasında yakalanıp idam edilmelerini savaşın acımasızlığını ve kardeş sevgisinin ne kadar güçlü olabileceğini sembolize etmekte kullanmış. Hasta olan; ama ata binmek isteyen Fransız bir kızın hikayesi ise sadece bir hayvana duyulan sevgiyi değil bir dedenin torununa duyduğu sevgiyi ön plana çıkarıyor. Dede, torunu için atları gizliyor; ama daha sonra askerlerin yeniden gelmeleri sonunda yakalanıyor ve atlarına el konuluyor. Bu sadece hikayenin ilerleyebilmesi için yapılmış olsa da seyircide göze batan bir etki bir etkisi olduğunu da belirtmek zorundayım. İngiliz bir subayın, satın aldığı atı sahibine -yapabilirse- geri getireceği sözü bence bu hikayelerden en etkileyicisi. Savaşa rağmen insanların ahlaki değerlerini koruyabilmelerini, birbirlerine değer vermelerini sahneye yansıtmak böyle bir film için bence bir zorunluluktu ve yönetmen bunu gayet başarılı bir biçimde yapmış. Albert denen bir gencin atına duyduğu sonsuz sevgi ve sadakat, onu bulmak uğruna ölümü göze alması da filmin ana olayı. Albert’in yetiştirdiği attan vazgeçmemesi 102


takdire şayan bir şey; ama filmin basından beri yeniden beraber olacaklarını söylemek mümkündü. Biraz bayağı olsa da kendini izleten bir hikaye. Birden fazla hikayenin oluşu için senaryo yazarlarını ayrıca tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum. Kadro açısından ele alındığında Albert ana karakter olsa da yardımcı karakterlerde onun kadar önemli bir yer sahibi ve hepsi rollerini gerektiği kadar iyi bir biçimde oynamışlar. Savaş Atı’nda başroldeki Jeremy Irvin, ilk filmi olmasına rağmen oldukça başarılıydı. Film ne kadar başarılı olsa da bazı sahneleri başka filmlerde ve yapıtlarda da görmüştük. Yine de dediğim gibi oldukça başarılı bir yapıt. Onları savaş ayırdı. Mücadeleler sınadı. Sevgi birleştirdi. metin SEVEN / 10-B

103


dediler Savaş, bulduğu ülkeyi bir daha bırakmaz. edmund BURKE (İngiliz Yazar) Önemli değil kaç kez yenildiğin, önemli olan kaç yenilgiden sonra yeniden doğrulabildiğin. can DÜNDAR (Türk Yazar- Gazeteci) Münakaşada zafer mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. cemil Meriç (Türk Yazar) Mücadele, büyüyüp gelişmenin yasasıdır. george wilhelm friedrich HEGEL:(Alman Filozof) Gerçek düşmandan sonsuz bir cesaret akar içinize. franz KAFKA (Çek Yazar) Hayat, zafer ve felaketle tanışmak ve bu iki sahtekâra da eşit davranmaktır. rudyard KİPLİNG (İngiliz şair- yazar) Daima kendi yararını gözönünde tutmaya çalışan kimse pek çabuk düşman kazanır. KONFÜÇYÜS ( Çinli filozof) Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez. la FONTAİNE (Fransız Yazar) Başkalarına karşı zafer kazanan kuvvetlidir, kendi nefsine karşı zafer kazanan ise kudretlidir. LAO-TZU(Çinli filozof) Düşmana bir adım daha yaklaşmak kılıcın kısalığını ortadan kaldırır. gottholdephraimLESSİNG (Alman yazar) Silahların gürültüsü, yasaların sesini boğar. MONTAİGNE (Fransız yazar) Düşmanınız hata yaptığında sakın onu durdurmayın. NAPOLYON (Fransız komutan) Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız. pablo NERUDA (Şilili yazar) Öfkenin ateşi önce sahibini yakar, sonra kıvılcımı düşmana ya varır ya varmaz. SADİ(Fars şairi) Kurdu kurtaran koyunları öldürür. victor HUGO (Fransız yazar) oğuz GENÇ / F 10 104


savaş baba Merhaba Cüneyt Bey, hoş geldiniz. Bu sezon Özel Şişli Terakki Lisesi Tiyatro Topluluğu’yla gerçekleştirdiğiniz Savaş Baba oyunu ile ilgili birkaç soru sormak istiyoruz size. Siz de hazırsanız başlayalım. Oyununuzun konusu savaş. Neden savaş temasını seçtiniz? Yakın coğrafyamızda da fiziki savaşın varlığı bunda etkili miydi? Elbette oyun seçimini yaparken oyunun temasının içinde yaşadığımız toplum için bir anlam ifade etmesine dikkat ediyorum. Savaş, yalnızca yakın coğrafyamızda hüküm süren bir gerçeklik olmakla kalmıyor, aynı zamanda bizim için de bir tehdit olma niteliğine sahip. Yakın geçmişimizde “düşük yoğunluklu” bir savaş olduğunu da unutmamak lazım. Biz Batı’dakiler gündelik yaşamımızda etkisini doğrudan hissetmesek de içinde bulunduğumuz coğrafya maalesef bir süre daha irili ufaklı çatışmalara sahne olacak gibi görünüyor. Bu Ortadoğu gerçeği ister istemez biz sanatla uğraşanları da etkiliyor şüphesiz. Savaş Baba; Savaş, Baba! … farklı vurgularla farklı anlamlar da doğuyor söylemde. Peki siz oyunun başlığı ile içeriği arasında hangi anlam ilintilerini kurdunuz? Sizce savaş- baba arasında iktidar kavramı açısından bir ilinti kurulabilir mi? Ben daha ziyade “babamız savaş” gibi bir anlam yükledim oyunun adına. İçinde yaşadığımız sistemi ortaya çıkaran, onu besleyen, ondan beslenen, o sistemin olmazsa olmaz kavramlarından biri olarak “savaş”. Elbette ataerkil bir sistem içinde yaşadığımız için savaş ile bu ataerkil sistem, bu erkek egemen sistem arasında yakın bir bağlantı var. Oyunda, savaş tehlikesiyle birlikte toplum davranış ve algılarında büyük bir dönüşüm görüyoruz; adeta faşizan uygulamalarla belleğimizdeki bütün savaş imajlarının tozunu silkiyor. Gerçekten “Savaş Baba”daki dönüşüm bütün savaşların kaçınılmazı mıdır? Farklı bir söyleyişle korunma dürtüsü içimizdeki diktatörü mü uyandırıyor? Bu oyunun en ilgi çekici yanlarından biri bu. Oyunu seçerken beni en çok etkileyen nokta buydu sanırım. Ne kadar haklı bir savaş da olsa, savaş olgusu savaşan tarafları insanlıktan çıkarma potansiyeline sahiptir. Savaşın bizatihi kendisi, doğası gereği, insanı insanlıktan çıkarabilir, insanın içindeki faşizan yanı açığa çıkarabilir. Bizim oyunumuzda da militarizmden, politikadan kendisini tamamen soyutladığı iddiasında olan bir ada var: Rodos. Ve Rodos etrafında olup biten savaşlardan kendisini soyutlayabileceği yanılsamasıyla yaşıyor. Ama gerçeklik bu yanılsamayı dağıtıyor tabii. İstilacı Dimitrios Rodos’u işgal etmeye karar veriyor. Bu noktada Rodoslular bir direniş örgütlüyorlar. Buraya kadar her şey “güzel”. Biz de zaten bu direniş örgütlenmesini, bir barikat oluşturulması sahnesiyle anlattık ve bu barikata pozitif bir imge olarak yaklaştık. Fakat hemen ardından gelen sahnede Rodos ileri gelenlerinin faşizanlaştıklarını görüyoruz. Bir de bakıyoruz ki Rodos’un lideri Filoksenos kendi karşıtına dönüşmüş, istilacı Dimitrios’tan beter bir militarist haline gelmiş. Oyunda beni en çok etkileyen nokta buydu. Bu elbette kaçınılmaz bir şey değil, ama büyük bir olasılık ve Kambanellis de bu olasılığa işaret ediyor. 105


Bu “karşıtına dönüşme” meselesi savaş temasından bağımsız olarak da dikkate değer bir mesele. Mağdur olanın, iktidarı ele geçirdiğinde, daha önce kendini mağdur edenle aynı politikaları gütmesi, kendine yeni mağdurlar yaratması meselesi de diyebiliriz buna. Ya da bu argümanı daha ileri götürüp iktidarın “kirli” bir şey olduğunu da ileri sürebiliriz. Bugün Türkiye’de yaşanan politik gelişmelerin de bu “karşıtına dönüşme” meselesiyle örtüştüğünü düşünüyorum. Yönetmenliğiniz açısından da birkaç soru yöneltmek isteriz size. Savaş Baba’nın bizce başarılı bir yönü de “mizah”. Çok acıklı bir olguyu ya da insanlık durumunu mizahla harmanlıyorsunuz. Mizah oyunlarınızda sizin için ne ifade ediyor; hatta mizahın bu oyuna katkısı nedir? Mizah en güçlü eleştiri silahlarından biridir. İnsanlar ya da tiyatro özelinde düşünürsek seyirciler güldükleri bir olaya ya da kişiye ister istemez belli bir mesafeyle bakarlar. Bu seyircinin o olayı ya da kişiyi eleştirel bir gözle izlemesini sağlar. Elbette mizahın türü önemli bu noktada. Bazı mizah türleri gülünen kişi ya da şeyi sevimli de kılabilir. Ben hicvin, eleştirel bir mizahın çok işlevsel ve toplumsal açıdan değer taşıyan bir araç olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra gençlerle ve gençler için tiyatro yapıyoruz. Ve açıkçası mizah gençleri daha rahat yakalayan bir üslup. Hem çalışma sürecinde oyunda oynayan oyuncular için, hem de sergileme sırasında oyunu seyreden seyirciler için mizahi üslubun daha çekici olduğunu düşünüyorum. Buradan yola çıkarak şunu da eklemek isterim. Gençlerle ve genç seyirciye tiyatro yaptığımız için “karanlık” oyunlardan kaçınıyorum. Gençlerle böyle oyunlar yapmayı çok doğru bulmuyorum. Yetişkinlere tiyatro yaptığımız zaman daha karanlık, daha umutsuz, daha sert oyunlar sahneleyebilirsiniz. Ama hayata yeni başlayan gençler için tiyatro yaptığımızda daha umutlu oyunları tercih etmek gerektiğini düşünüyorum. Mesela bu seneki oyunumuzun orijinal finali daha umutsuz biter aslında. Filoksenos bir savaşçıya dönüşür ve o noktada biter oyun. Biz ise Rodos halkının bu durumu kabullenmediği, barışı istedikleri bir finalle bitirdik oyunu. Gençlerle ve genler için yapılan tiyatroda bu türden umut verici değişikliklerin yapılmasının gerektiğini düşünüyorum.

Fark ettiğimiz bir durum da sizin yönettiğiniz oyunlarda –hangi ülkeye ait olursa olsun- bir yerlileştirme havası seziyoruz. Bu oyunda da aynı sezgiyi alırken biz ülke insanımızın savaş algısını nasıl yansıttınız? Bu algıyı belirginleştirmek için hangi yollara başvurdunuz? Evet, ister istemez bu toprakların meselelerini tartışan oyunlar yaptığımız için, bir tür yerlileştirme söz konusu olabiliyor. Buna oyuncuların da katkıda bulunduğunu belirtmem gerekiyor. Belli bir noktaya kadar, oyunun ana temasını, temel meselesini bozmayacağı bir noktaya kadar oyuncuların bu türden yerelleştirmeler yapmalarına göz yumuyorum. 106


Bizim toplumumuzda, özellikle de batıda yaşayan insanlarda savaşın bizden uzakta olduğu kanısı hakim. Aslında çok yakınımızda yaşanan savaşlara sanki çok uzağımızdaymışız gibi yaklaşabiliyoruz. Bu oyunda da benzer bölümler vardı zaten. Biz bunun altını biraz daha çizdik. Bir de Rodos adasında kurulmuş o savaşlardan uzak “sahte” cennetin ne kadar kırılgan olduğunu da vurgulamaya çalıştık. Mesela ilk sahnede aslında turistler sahnede yoktur orijinal oyunda. Biz sahneye turistleri de koyduk ve Rodos ileri gelenlerinin “savaş” meselsi üzerine yaptıkları tartışmayı bu turistlerin yanı başında gerçekleştirdik. Ve savaş meselesi ayyuka çıktığında turistlerin kaçışmasıyla o sahte “her şey yolunda” atmosferi bir anda dağılıveriyor. Verdiğiniz yanıtlar ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkürler. Umarım pek çok güzel oyunda birlikte oluruz. ...kolaylıklar, başarılar... elife GENÇ – ali KONBAL / ...Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri

107


SOKAKTAN HAYAT GEÇİYOR

108


akrep – yelkovan

D

eli gibi koşturan yelkovan ve bana: “Yataktan kalkma!” diye haykırırcasına fısıldayan akreple ilk buluşmamdır, derin bir uykudan uyanmak. Gözümün ucuyla görmezden gelsem de: “Buradayız!” dercesine, gözüme sokmuşlardır parmaklarını bir kere…

Hayatımızın içinde, hayat kadar yalan ve var olan… Gün içinde defalarca görme isteği duyduğumuz, kimi zaman dursun diye dualar ettiğimiz, insanoğlunun icadıdır akrep ve yelkovan. Ne gariptir ki, bulduğu pek çok icat gibi bu ikilinin de kölesi olmuştur, türümüz. Zira hayatımızı lime lime parçalayan, dilim dilim yapıp “zaman” diye bir tabakta önümüze koyan, bu iki kahraman değil midir? Kimileri akrep ve yelkovanı, aşk acısı ile yanıp tutuşan, sadece belirli zaman aralıklarında kavuşabilen iki aşık gibi görürler. Ben, öyle düşünenler kadar romantik değilim, herhalde. Onlara baktığımda iki aşıktan farklı şeyler görüyorum. Akrep, hayatın yaşanmışlığı ve sindirilişi, yelkovan ise yapılacak çok şeylerin olduğunu hatırlatır, bana. Çünkü hayat devam eder, zaman durmaz. Zaman; acıları unutturur, öfkeleri yatıştırır, kinleri boğar, yeniye gebe kalır, üretir, tüketir, insanı cilalar, törpüler, hatta eskitir… Ama o hep yeni kalır. Zamana ayak uydurmak zorunda kalırız. Uydurmazsak, ya bir hiçlik yaşarız, ya da demode oluruz. Hayat içinde akrep ve yelkovanın yarışına dahil olmaz mıyız, çoğu zaman? Onların, parçaladığı dilimlerini yaşamaz mıyız hayatın? “Okula geç kalma oğlum!”, “İşe yetişmeliyim.”, “Anne dizin başlıyor!”, “Şu saatte randevun var.”, “Doğum günün.”, “Evlilik yıldönümün.”… Mutluluk ve başarı, bu yarışta ipi göğüsleyebilmektir gerçekte. Bir de işittiğimiz başka bir yönü vardır, zamanın. “Zamanımı iyi değerlendiremedim.”, “Zaman yetmedi.”, “Zamanımı boşa harcadım.” gibi… Oysa biz mi zamanı boşa harcarız, zaman mı bizi harcar, bilinmez. Ağızdan çıkmaması gereken bir söz, yaydan fırlayan bir ok, olmuş bir kaza gibi, boşa harcanan zamanı da, keşkelerle dizlerimizi döverek geri getiremeyiz. Ancak şimdilerde anlıyorum ki, zamanda para gibi, lüzumsuz yere sarf edilmedikçe daima yeter. Akrep ve yelkovan başka bir boyutuyla da, hayat ve ölüm arasındaki ince bir çizgidir, benim için. İyi kullanılmış bir zaman, dolu dolu yaşanmış bir hayat sayesinde, dost kalarak ayrılmaz mıyız bu ikiliyle? Maharet, bizim için artık duran akrep ve yelkovandan sonra da, gönüllerde, hafızalarda yaşamayı becerebilmekte gizlidir, aslında… m.arda DÖRTOĞUL / Fen-9

109


güneş ve bulut

G

üneş ve bulut... ikisi de gökyüzünün olmazsa olmazı değil midir? Perdeleri açıp camdan dışarı bakan insanların içini bir heyecan kaplar. Bu heyecan kimi zaman parlayan güneşin güzelliğinden, kimi zaman da insanı farklı ruh haline sokabilen bulutlardan kaynaklanır. Güneşle bulutlar dünyanın neresinde olursa olsun herkese ait olan; ama kimsenin ulaşamadığı gerçekliklerdir. Belki de onları bu kadar cazip kılan ulaşılmaz olmalarıdır.

Hayatta hatalarımızı örtmek için çırpındığımız durumlar olur. Bir işadamı, hesaplama hatası yapıp şirkete zarar verecek olsa bu hatasını kimse fark etmeden bir şeyler yapmaya çalışır; ama hayatta bazı şeyleri gizlemek hiç de kolay değildir. Bir birey olarak, Güneş ve bulutlar arasındaki ilişkiyi böyle noktalarda kıskanırım. Birbirlerini gizlemeleri, savunmaları öyle kolaydır ki... Bütün insanlar Güneş ya da bulutlar gibi yardımcılara sahip olmak isterdi herhalde. Böylelikle saklanmak kolaylaşır, yüzleşmek ise anlamsızlaşırdı. Güneş ve bulutlar, insan hayatını derinlemesine etkileyecek güce sahiptir. Bulutların öfkelenmesiyle ulaşım zorlaşır, içimiz daralır. Güneş’in tembelleşmesiyle ise kuraklık başlar. Hayatımızda büyük yerlere sahip olan Güneş ve bulutlara hayranlık, sevgi ve bazen de öfke duymamak elde değildir. Güç, ulaşılmazlık, etkileyicilik ve savunma... Bunlar Güneş ve bulut deyince aklıma gelenlerden sadece bazıları. Sadece bu kelimeler bile, Güneş ve bulutun hayatım-daki önemli konumunu anlatmaya yetebilir. Ben, Güneş ve bulutun olmadığı bir hayatın çok yalın ve sıkıcı olacağına inananlardanım. beyza GÜLAL / 9D

110


kalem ve silgi

S

ilgi ile kalem ne kadar yakın birer ikilidir aslında. İkisi de yan yana tutulur, kullanılır ve birbirlerini etkilerler. Biri yazar, biri siler.

Aslında birbirleri için iyi değillerdir; çünkü biri yaratır, diğeri çöpe atar, yok eder. Sonuçta kağıt baştaki haline geri döner. Kalem yazdı, ucu tükendi; silgi sildi, ucu eridi. Yani ikisi de tükendi; ama sonuç değişmedi. İnsan hayat ilişkisine ne kadar benziyor değil mi? Biz insanlar da birbirlerimizin emeklerini yok etmiyor muyuz? Biz insanların da yıllar sonunda elde edilen emeklerimiz, bir gecede, bir hiç uğruna çöpe atılıp yok olmuyor mu? Bu aynen kaldırımlara benziyor, değil mi? Her seçim döneminde aynı kaldırım tekrar tekrar sökülüp yeniden yapılıyor. Ancak değişen bir şey olmuyor. Yani demek istediğim sadece iki kavramdan ibaret : Yıkım ve Yapım. bora ÂŞIK / 9D

111


söylemek ve dinlemek

G

enç, o günü civardaki kasabayı dolaşarak geçirdi. Akşamüstü işin asıl önemli kısmı için köylere düşürecekti yolunu. Ancak köy yolları uzun ve bozuktu. Konuştuğu kasabalılar ona kibarca istediği köye, istediği saatlerde araba bulmasının imkânsız olduğunu söyledi. Kasabayı -dileyip de- gidemediği köylerden birine bağlayan toz, toprak yol dönemecinde oturup beklemeye başladı. Bir süre epeyce uzakta kalan kâh kasaba çarşısında alışveriş yapan insanları süzerek, kâh yeni aldığı sona yakın model fotoğraf makinesiyle oynayarak zaman geçirdi. Nihayet sessizliği o bildik mekanik homurtusunu çıkararak köy yoluna giren bir traktör bozdu. Traktörün ortaya çıkışı heyecanlandırdı genci, ayağa kalkıp üzerindeki köylüye seslendi: “Bir dakika, bir dakika…” Köylü, genci duymamıştı, yine de hareketlerini gördüğü için traktörü durdurdu. “Beni köyünüze götürür müsünüz?” diye sordu genç. Adam ona “Ne yapacan ki oğlum köyde?” diye yine soruyla karşılık verdi. Binmeye kararlı olduğunu görünce uzatmadı; ama römorkta daha rahat edeceğini söyledi. “Sağolun” dedi genç, kibarca. “Orada tadı yok, siz sürerken yanınıza sıkışıveririm.” Köylü, gence baktı. İyi aile çocuğu olduğunu tipi çabasız ele veriyordu. Renkli bir gömlek giymiş, saçlarını kısa kestirmişti. Boynunda ipe bağlı fotoğraf makinesi sallanıp duruyordu. Genç, köylüye baktı. İnce, eski bir mont giymiş, gömleğinin yakalarını kaldırıp kollarını sıvamıştı, pantolonu biraz ıslaktı, keza fötr şapkasını çıkarıp yanına koyunca ortaya çıkmış saçsız başı da. Genç yerleşince köylü traktörü çalıştırdı. Köylünün yanındaki yerinde başlangıçta dengesini kurmakta biraz zorlansa da yolun engebesine göre tutunarak işi götürebilecek gibiydi. “Eee” diye sordu köylü, “Necisin oğul, neylen meşgul olacan bizim göyde?” “İsmim Yiğit” diye yanıtladı olanca nazikliğiyle. “İstanbul’da gazeteci yazarım, halkın ekonomik durumunu yerinde tahlil etmek için Orta Anadolu’nun köylerini dolaşıyorum.” “İşin zormuş oğlum.” diye güldü ihtiyar. “Gezmeylen goca Anadolu biter mi?” Bir süre konuşmadılar. Havanın kararmasına en fazla yarım saat vardı. Yiğit biraz telaşlı, ne zaman köyde olabileceklerini sordu. Adam önce bir cevap vermedi, “Boşve!” dedi biraz geçince, “Ne olsa yaz vakti geç yatarlar.” Geç yatmasına geç yatarlardı; ama sorun zamanın geçmemesiydi.Gün batışı mahmurluğunda genç uyumaktan, uyurken düşüp yola yığılmaktan korktu. Mecburi sohbet açma çabasıyla, “Sizde işler nasıl?” gibi bir soru sordu Yiğit. “Bağ, bahçe, tarla falan var mı?” 112


Olağan, gereksiz bir soruydu bu, adam sakinliğini bozmadan, evet anlamında hafifçe başını salladı. Bu kez “İşleriniz nasıl?” diye sordu Yiğit. “Tarla var, tamam, hayvan da var mı?” İhtiyarın tam burada direnci tükendi sanki, ağzından hatır gönül çıkan laflar şelale tazyikine dönüştü: “Hayvan va da n’olcak, bi iki öküz zati emanet, iki de bi gıran geli, davukların da hepsini alı götürü.” “Gıran” dedi genç merakla. Köylü açıklama ihtiyacı hissetti: “Gıran işte gıran, hastalık, arada bi gelince davuğu, ibiği telef eder. Millette ahlaksızlık da düredi, herkes birbirine hasta öküzü, gıranlı davuğu yamar, gimin gime itimadı va? Arka çıkan da yok, ne zatsan beş para etmez. Ası devlet bitüdü hayvancılığı.” Yiğit sanki adamı biraz daha iştaha getirmek ister gibi, “Ya çiftçilik?” dedi. Adamın biraz sakinleşmek istediği belliydi. “Aman oğul, dıraktörün gontağını iki gıvıran aç galmaz bu devirde. O da zor emme; çünki maharet mazodunu gıçına goymakta.” Adamın konuştuklarından memnun olmadığı açıktı. Yiğit bulanmış ortalığı biraz yatıştırmak, köylüyü teskin etmek istedi. “Öyle deme babam.” dedi samimi bir dille, “Keyfinizin kahyasısınız bari. Büyük şehirde bizim patron var, nemrutun biri; akşama kadar bi aşağı bi yukarı, üstüne kovma tehdidi. Patronmuş, biz de çekiyoruz işte.” Bunun üzerine adam güldü. “Bizim patron yağmurlan, güneş, biz onlara gebeyiz.” Pervasızca tam da yolun ortasında otlayan beş on koyun çıktı. Köylü önce koyunlara küfrü bastı, ardından inip otlatan çocuğu azarladı. Yerine tekrar oturduğu zaman kuvvetli bir rüzgâr başladı. Tekrar güldü köylü. “Dıraktörü gezmek için istesek o zevki rüzgâr sacı sallandırınca da veri, mazot pahalı olmasa iş yapacaz biz iş.” Kontağı yeniden kıvırdı, eğimin arttığı yolda tıngır mıngır ilerlemeye başladılar. Yiğit bir süre bunu yapıp yapmamayı düşündüyse de sonunda köylüye birkaç yıl önce mezun olduğu Siyasal Bilgiler Fakültesi geçmişini doğrulayan bir nutka başladı: “Her şey endüstri devrimini ıskalamamızdan kaynaklanıyor, tarımda modernleşme de buna bağlı bir olgu sonuçta, kol tarımından makineleşmeye geçeceksin önce, Batı’dan öğreneceğimiz daha çok şey var...” Köylü kafasını kaşıyıp, “Gavurun göylüsü va mı?” diye kesti sözünü. “Anlamadım.” “Gavurun” diye tekrarladı yaşlı, “Hiç göylüsü olu mu? Gavur dediğin bi zengin adam, göylüsü zor olu!” Yiğit bu konuya bakışını biraz değiştirme ve köylüye doğru yolu gösterme düşüncesiyle batı değerlerinin önemini vurguladı. “Bu işler başımıza hep onların tersine gittiğimiz için gelmedi mi? Atamızın zamanında yakaladığımız adamları şimdi kaçırdık gittiler.” 113


Köylüyü bu sözler pek etkilememişe benziyordu. Hatta düz yolda traktörü biraz daha hızlandırıp “Gâvur gendi zengin de bu güne gada ne vemiş bize?” diye kızdı. “Gâvurun kerhanesi, pavyonu, binbir türlü rospuluğu gelmiş de ilmi, bilmi helan gelememiş bize.” Yol yeniden yokuşa döndü, mahsus bir mahal gibi iki tepenin arasına girdi, ona paralel olan karşıdaki iki dağın altına ise akşam güneşi sıkışmak üzereydi. Buraya gelinceye kadar İstanbullu gencin nispeten dayanabildiği engebe ve kasisler artık oturduğu yerde kıçını acıtmaya onu bir rodeo hayvanının üzerindeymiş gibi sallamaya başlamıştı. Ancak birkaç dakika içinde pürüzsüz asfaltlanmış bir yola girdiler. Yol o kadar temiz ve o kadar kusursuzdu ki şaşkınlık içinde kaldı Yiğit. Kendini tutamayıp “Zaten bütün paramız da şu kara yollarına gidiyor.” diye söylendi. “Ona rağmen bi düzgün bi bozuk, biz düzgün, bi bozuk, sürekli sıkışık, sürekli kaza. Haklısın babam, zamanında Batı’nın Amerika’sına minnet etmeyip demir ağlar döşeyecektik Anadolu’ya!” Bir “Heyt!” çekti ihtiyar, ıssız tepelere doğru. Yiğit kendisiyle dalga geçtiğini sandı; ama adamın aklına belki de onuncu yıl marşı gelmişti. “Sen çok mu okuyon?” diye sordu köylü. Şaşırarak, “Okurum.” diye yanıtladı Yiğit. O zaman köylü, “Belli” diye mırıldandı. “Bize vakdinde cok okumayun gominüst olusunuz derleedi. Biz de okumaduk. Okusayduk olacağımız şey gominüst olmamaktan iyi bi şey miydi ki? Ama artık devir değişi. Bizim göyün oğlanları okumada gurbette, gimi güpeyle geli, gimi hippi saçıylan. Biz onlardan daha gominüst galdık şimdik.” “Sizin köyün oğlanları hep okur mu?” diye sordu Yiğit. “Üniversitede falan yani. Burada çift çubukla, hayvancılıkla mı uğraşırlar, ne yaparlar?” Adam “Hayır” anlamında başını salladı. Akşam esintisi kafasına kafasına vurunca başına siyah, yün bir bere geçirdi. “Çocukların çoğu gurbette emme meşgaleleri yok. Doktor çıkmış gibi geliler göye, çoğu hizmetçi. Simitçi, börekçi olanı artık gendini gurtarmış sayılı.” Önlerinden küçük bir kız çocuğu geçti. Yaşı on bir on iki, ergenliğe girmemiş daha… Kız sürü otlatıyordu, elinde kocaman bir sopa hiç gülmeden yürüyordu.Yiğit, makinesini hazırlayıp bu görüntüyü hemen kayda aldı. Önde sürüsünü izleyen küçük, çalışkan bir kız çocuğu ve arka planda dağlarla iyi bir görüntüydü. “Neden bu yaştaki çocukların başlarına örtü takıyorlar?” diye sordu makinesini kılıfına yerleştirirken. Sorusunun tuhaf karşılanabileceğinin, ayıplanabileceğinin farkındaydı, bir yandan da ihtiyarla bu tür şeyleri konuşabilecek kadar samimi olduklarını düşünüyordu. Tahmin ettiği gibi adam yanıt vermeye istekli görünmüyordu. Fakat Yiğit de tepkiyi umursamadan bu konuyu zorlamak istiyordu. “Senin kızların var mı, takarlar mı?” Adam gencin yüzüne hiç bakmadan “Takıyolar, n’olcak?” dedi. Ses tonu azarlayıcı değil, kibar ve yumuşaktı. “İstanbullu oğlum!” diye devam etti. “Burda gız dediğin örtüyü takar, kim sorgu sual eder. Bi kızın şuncacık etek giyip erkek gudurtacak halı yok, rospu derler mundar ederler. Garı değil ence guma olur ondan gayrı. Öyle namuslu bekleycen gocayı. Böyle gelmiş böyle gider, bizim dememizlen mi bozulu!” 114


Sohbet yine tatsız bir hal almıştı. Yiğit, adamın kendi bahsettiği şeylerin böyle olmasından pek memnun olmadığını görünce onu üzdüğüne pişman oldu. Arkaya dönüp römorkun köşesinde kılıfı içinde bir saz görünce merak edip köylüye çalıp çalamadığını sordu. Kendisi hem bağlamayı hem de gitarı çok iyi çalıyordu çünkü. “Eskidendi” diye yanıtladı adam. “Onu oğlana aldım, gasabanın lisesinde, ister durudu. Ben de zamanında esaslı çalardım. Emme Veysellerin zamanında namı vardı bizden yana ası, geçti artık.” “Çocuk bi tane mi babam?” “Altı tene. Dört gız, iki erkek. Erkeği sorradan bulmadı emme. Gızlar bilerek çıktı.” “Nasıllar iyiler mi?” “Çoğu iyi, biri hasta, güççük gız, burdaki doktorlar büyük şehre götün der. Para olsa hastane bissürü de şimdi büyük şehre götürcen, devletin eline düşcek. Devletin eline düşen de naneyi yiyivör.” Yiğit, adamın kızını anımsayınca ne kadar üzüldüğünü anladı. Köye yaklaşmışlardı, artık birkaç viraj aldıklarında kapısına dayanabilecekleri ilk evler görünüyordu. Oldukça viran, bakımsızdılar. Binaları, yolları ve düzeniyle, girişteki bataklığa dönmüş çayın pislik saçan haliyle, köy yaşanabilir bir yer gibi görünmüyordu. Köyün halini zorlukla tutunduğu yerden yanındaki ihtiyara işaret edince o da sessizce bunu onayladı. “Ama sizin elinizde” diye bir çıkış yaptı genç Yiğit. “Yollar kötü, evler kötü, sokaklar kötü; çocukların durumu kötü, sağlığınız kötü; hayvancılığın, çiftçiliğin hali kötü… Bir politikacı da gelip şunları şunları yapacağım, bana oy verin demedi mi, vermediniz mi, gelip yapmadı mı, bu süreç hiçbir zaman işlemedi mi?” İhtiyar güldü. “Biz gimin umrundayız delikanlı? Nüfusu olmayan yeri yerden mi sayarla? Terör harbi zamanı buraya Kürt daşımışla oy artsın diye şimdi o gariblerin boğazına da bakan gimse yok.” Yiğit parmağını salladı, bu görüşü onaylamamıştı. ”Siz isteyeceksiniz babam.” dedi. “Politiks dediğin böyle bir şeydir. Halk ister, halk neyi isterse yönetici adayları da onu yapar; eğer yönetici adayları görmezden gelirse halk üstüne gider, sıkıştırır, kötü propoganda yapar, peşini bırakmaz ve istediği alır. Sorunlar da bu kadar uzamaz, çözülmüş olur.” Genç, köylüye içten bir “Ya sabır!” çektirtmeyi başarmıştı. Sanki söyledikleri sinek vızıltısıydı adam için. “Bak oğul!” dedi yaşlı köylü. “Eski zaman, senin o söylediğin politikacılar çok geli giderdi, buralara. Hem de büyükleri. Ecevit’i, Demirel’i geli bizim gahvelerde oturudu. Bizim millet gonuşu mu, sorar mı, bi şey ister mi sanırsın? Ne istediğini çıkıp da söyler mi sanısın? Söylemeyi değil dinlemeyi bili bunla! Goyun gibi aynı. Ondan sorra da içlerinden biri anca lutfederse bi ikramda bulunu! Yoksam gimsenin bi şeycikler yaptığı yok, gimse bi şey yapmadan vakit geçdikçe ağır ağır kendiliğinden bi şeyler olu.” 115


Köylü karşıki dağları yıkan bir of çekti. Neredeyse genç gazeteci-yazar da of’a of’la karşılık verecekti de kendini tuttu. “Kendiliğinden olsa bile yeter.” diye teselli etti adamı. “Bak babam, dünya değişiyor. Eskiden televizyon var mıydı? Yoktu. Radyo var mıydı? Yoktu, buzdolabı var mıydı? Yoktu. Çamaşır makinesi var mıydı? Yoktu. Araba var mıydı? Yoktu. Üzerinde oturduğumuz traktörden var mıydı? Yoktu. İyi kötü bazı şeylerin de kıymetini bilmeli. Yeni bir dünyada yaşıyoruz, yeni bir hayat…” İhtiyar tek eli direksiyonda, öbür eliyle genci durdurdu. “Yeni bir hayat olcak da n’olcak” diye mırıldandı. “Ekmek düzene girmedikten gayrı!” Ekmeğin düzene girmesi… “İyi ama bunda sizlerin hiç mi suçu yok?” diye çıkıştı Yiğit. Bu sırada kadınların hep beraber sebze topladıkları tarlaların önünden geçtiler. “Köylümüz biraz çalışkan olabilse daha fazla kazanmaz mı? İşimiz gücümüz hazır yetişenleri toplamak, Hani nerde köylünün emeğini, gücünü konuşturacağı ürünler? Bir şeyler işlenecek, bir şeyler soyulacak, nerede? Tembel olan yalnızca hırsızlıkla para kazanabilir. Bu köylüler hırsız olmadıklarına göre tembel de olmayacaklar. Kadınlara bütün işi yıkıp kahvede oturmakla oluyor mu bu işler, olmuyor!” Yiğit bile bitirince kendine hayret etti. Ne sözler söylemişti ama? Köylüleri bu kadar suçlamaya hakkı var mıydı? Onların da iyisi kötüsü, çalışkanı tembeli, karısının önünde koşanı yok muydu? Neyse ki yaşlı adam ne söylenirse söylensin alttan almaya hazırlamıştı kendini. Onun köyüne girerken artık bu gazeteci çocuk bir misafirdi. Çocuk bile onun gözlerinin içine bakamazken o “Doğrudur.” dedi. Utanıp sıkılıyordu Yiğit, “Köylü her halükarda şehirdekinden namusludur.” diyerek affettirmeye çalıştı kendini. Adam artık köyün içine girdiklerinden frenleyip yavaşladı. Güneş tamamen batmış; hatta hava akşam zifirisine dönmüştü. Köylü Yiğit’e dönüp, “Öyle değildir.” dedi. “Şehirdeki ne kadar namuslu, göydeki o kadar; göydeki ne kadar çalışkan, şehirdeki o kadar; şehirdeki ne yer, göydeki onu yapar, şehirli para olmadı mı ne kadar çalışı, göylü o kadar yatar.” Anlaşmışlardı. İkisine de bir rahatlık çöktü. Yine gülümsediler. En çok da Yiğit. “Para diyorsun ya babam, paran, yani çok paran olsa en çok ne almak isterdin?” Köylü, sakalını sıvazladı. “Paranın nere harcanacağını bilecen önce, ben fazla bilmem. Öğrenmek istiyorum madem biraz harcaycam, o harcadığım biten kada mı verirsin, daha mı çok?” Yiğit bu kez gülümsemedi, katıla katıla güldü. Köy meydanına yaklaşmışlardı. Köylü traktörü evinin yakınında bir yere çekti, beraberce aşağı indiler. İhtiyar, “Ey, gözünü sevdiğimin!” diye bir nara attı, iner inmez. “Yaradanın uçsuz bucaksız toprağı, nerede ucun bucağın?” Bu narayı kasabadan köye her dönüşünde, havasını ve toprağını koklayıp attığını söyledi. 116


“İyi yapıyorsun.” diye tebessüm etti Yiğit. “Uç bucak merak ediyorsun, Kant’ın çatışkılarından biridir bu, yani evrenin ucu bucağı meselesi. O da senin gibi merak etmiş zamanında. “Buyur. Kant gim?” “Kant bir ilim adamı, bilgindir diyelim. “İyi öyleyse, bulabilmiş mi cevabını?” “Neyin?” “Yaradan toprağının ucu bucağı var mıymış oğlum? Merak etmiş dedin, ne bulmuş? “Merak etmiş, aramış; ama bir cevap bulamamış.” “Bulamamış da oğul, neye yaradı bilginliği?” İhtiyar, römorku açıp kasabadan aldığı eşya, meyve ve sebzeleri iki çuval halinde sırtına yükledi. Bu sırada önlerinden henüz yeni kalkan küçük, beyaz bir minibüs köyden kasabaya ağır ağır ilerliyordu.Yiğit makinesini çıkarıp köylünün hızlıca birkaç resmini çekti ve beyaz minibüse hareketlendi. “Nereye gidiyosun oğlum?” diye telaşlandı ihtiyar. “Daha göylüylen gonuşcaktın, dert dinliycektin, bizim eve gidcektik, garım seni doyurcaktı, bi güzel yatırcaktık, bi banyo yapcaktın, hele bizim bülbül sesli hafızı da bi dinletince istedin vakit akça pakça seni yolcu edecektik!” Yiğit ellerini iki yana açtı. “Ben bülbül sesli hafızın söylediklerini anlayamam ama.” “Biz de anlamıyoz ki!” dedi ihtiyar. “Din iman yollu şeyler bunlar oğul, önemli olan anlamak değil, dinlemek.” Sustular. Adam onu minibüse bindirmemek için sıkı bir ev sahibi ısrarı yapmayı düşündüyse de vazgeçti. En azından birkaç gün daha kalmasını çok istiyordu. Genç gazeteci veda için elini kaldırdı, bu adamı sevmişti ve ayrılacağı için gerçekten üzülüyordu. Neden gelmek istemişti ki böyle yapacaksa? Kaçıyormuş gibi hissediyordu biraz ve ona hâlâ bu köyde kalırsa neler görebileceğini anlatan adamın da böyle hissetmesini istemiyordu. Adımları minibüse yaklaşırken, “Söylemeyi değil, dinlemeyi bilirler.” diye tebessüm etti son kez ihtiyara dönüp. “O halde kaç kadar farklı köyde ne kadar farklı söyleyen bulabilirim? Burada seni buldum, senden yanıtı aldım ve zamanım az, yanıt elimde. Hemen başka köyler, başka köylüler görmeliyim.” Hızlanmaya başlayan minibüs durdu, Yiğit içeri girip adama ücret sordu. Paralı olmadığını söylediler, üstüne üstlük ona bunun için güldüler. Aslında tek bir sebebi vardı; ama sanki bu günü bekliyorlardı. Köylü yanılmış mıydı ne? Kasabaya kadar bütün yolcular, istisnasız hepsi de ayrı bir sebep göstererek, Yiğit’e neden paralı olmadığını söylediler… berna burcu ÇAPRAZ / D 117


benim sokağım

İ

nsanlar, ait olma duygusunu yoğun olarak yaşayan canlılardır. Bir aileye ait olma, bir ülkeye, bir şehre hatta bir sokağa veya mahalleye…

Oturacağımız evi seçerken, öncelikle evin konumu ve bize hitap etmesini dikkate alırız; oysa evin bulunduğu sokak ve sokağın bir kimlik kazanmasını sağlayan veren sakinlerini, çoğu zaman göz ardı ederiz. Biz de, yani ben ve ailem de bu duygularla geldik, Beşiktaş Levent-Nispetiye Caddesi üzerindeki Yücel Sokak’a. Yaklaşık dört sene evvel sıcak bir yaz günü tanıştık sokağımızla. Ortasında arabaların rahatça dönebileceği bir göbeğe sahip bu sokakta, Engin Sitesi sakinleri ikamet etmektedir. Site diyorum; ama yanlış anlaşılmasın; geniş bir bahçenin içine inşa edilmiş parkları, havuzları olan bildik sitelerden değil burası. Beş katlı, bahçeli, aynı stilde yapılmış pek çok bağımsız apartmandan oluşmakta, bizim sitemiz. Yani anlayacağınız burada oturanlar, bireysel apartman kültürüne sahipler. Bizim apartmanımızın adı “Bereket”. En şanslı bina olarak parmakla gösteriliyoruz. Çünkü toprak kıtlığının göbeğinde, kocaman bir otoparka sahibiz. Karşımızda “Sevgi”, “Maçka”, hemen yanımızda “Evim” apartmanları ile komşuyuz. Komşuyuz diyorum ama ne onlar bizi tanır, ne de biz onları tanırız. Sadece coğrafi olarak komşuyuz, demek daha doğru olacak sanırım. Apartmanımızın ön cepheden sağında, sokağımızın en tanınmış binası “Kanserle Savaş Vakfı” vardı. Geçen senelerde, vakfın binasını sattığını öğrendik. Kısa süre sonra da, “Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.” tabelasının arkasında şık görünümlü koca bir özel hastane yükseliverdi, mantar misali. Zaten yeterince kalabalık olan sokağımızın, gün içinde nüfusunun patlamasına neden olan hastane, çok yakın tarihte öğrendiğim kadarıyla içinde barındırdığı makinelerden dolayı radyasyon yaymaya başlamış. Anlayacağınız bu hastane, kendi hastasını kendi üreterek hasta kıtlığı çekmeyecek gibi görünüyor. “Hastaneniz var da, eczaneniz yok mu?” diye soracak olursanız, bir eczaneye de sahibiz; hatta bir sağlık ocağına da… Çevredeki büyük marketlere inat, aradığınız pek çok şeyi bulmakta zorlanacağınız, fakat evlere kadar verdiği servisle acil durumlarda kurtarıcı olarak kabul ettiğimiz bir bakkalımız bile var. Oldukça işlek bir caddenin hemen paralelinde bulunduğumuz için yakın çevrede ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz pek çok mağaza, dükkan ve işyeri bulunmakta. Belediyenin yaptığı, içinde çeşitli oyun aletlerinin ve bir basket potasının bulunduğu, ağaçlar altındaki küçük parkımız; anneleriyle, bakıcılarıyla oyun oynamak, hava almak için gelen çocukları ağırlamaktan mutlu oluyordur eminim. Belki de sokağın gülümseyen dudakları bu parktır. Sabah erken kalktığımızda, yolun iki tarafına park yapan araçların arasından, büyük maharetlerle ilerlemeye çalışan çöp arabasının tahammül edilemez sesiyle güne “merhaba” deriz. Sinirleniriz çok ses yapıyorlar diye; ama onlar olmasa sokağımızın hali nice olur? Önemlidir çöp arabaları ve çöpçüler. “Çöpçü” diyorum, küçümsediğimden 118


değil. Aslında modern dilde “temizlik elemanları”dır hepsi. Hak ederler, mahalle kültürünü devam ettirmek isteyen ailelerin, bayramlarda kapılarını açarak uzattıkları bahşişleri; çünkü biz ve bizim gibi aileler bilirler ki sokaklar, mahalleler binalarından önce insanlarıyla var olurlar. Yine bilirler ki insanları güzel olmayan toplumlar, şehirlerini sokaklarını hiç güzelleştiremezler. Gayrimüslim ailelerin çoğunlukta olduğu bir apartmanda yaşıyor olmak, annemin başarılı komşuluk kimliği sayesinde pek çok örf ve adetlerini de öğrenmemize vesile olmakta. Bazen ailemi şanslı hissediyorum. En azından kapımızı çalacak, kapısını çalacağımız birkaç komşuya sahibiz. Buna rağmen ortak bir mahalle ve sokak kültürüne maalesef sahip değiliz. Site kültürüne bakıldığında odak noktada isteklerin yer aldığını görürsünüz; oysa mahalle kültüründe, isteklerin giderilmesine değil, ihtiyaçların karşılanmasına önem verilir. Sokağımızın bir ihtiyacı veya sorunu için, ortak hareket edilebileceğini hiç sanmıyorum; çünkü insanlar sokaklarını yaşamaya, gelişmeye; hatta üretmeye ait alanlar olarak değil kendilerinin yaşamlarını idame ettirmek için tüketecekleri yerler olarak görmektedirler. Belli maddi standartların üzerinde ailelerin ikamet ettiği sokağımızda, belli bir kültürel standarttan bahsedebilmek ise zor gibi görünüyor. Bu durumda, eğer size uygun bir aile bulmuş ve komşuluk ilişkisi kurabilmişseniz şanslısınız demektir. Sokağı sokak yapan, insandır. O sokakta soluyan, karnını doyuran, uyuyan, uyanan, sevinen, ağlayan insanlar… Gelişen, büyüyen kent yaşamında sokak sakinlerinin birbirini tanımasına bahane çoktur; ama engel de yoktur aslında. Sokak ve mahalle kültürünü biraz önemsesek, benimsesek, sahip çıksak, karşımızdakileri biraz anlasak keşke. Can Yücel’in de dediği gibi: En uzak mesafe ne Afrika’dır ne Çin Ne Hindistan ne Seyyareler ne de Yıldızlar geceleri ışıldayan En uzak mesafe; İki kafa arasındaki mesafedir. Birbirini anlamayan. Gönül ister ki birbirini anlayan insanların sevgi saygı çerçevesinde, beraberlik içinde olduğu bir sokakta yaşasak. Sokak bize, biz sokağa ait olsak. Biliyorum ki, bir ülkeye, bir şehre, bir aileye ait olmak kadar, bir sokağa sahip olmak da insana iyi gelir…

m. arda DÖRTOĞUL / F 9

119


doğa, insan, şehir

B

en on yıldır site duvarları içinde, diye tabir edilen yerde yaşayan biriyim. Ama asla kentleşmiş, sıradanlaşmış insanlardan olmadım. Önceleri sitemizin çimenlik alanlarında bisikletimle gezerdim. Dört duvar içinde bulduğum yeşil alanlardı onlar. Asla doğayla olan bağlantımın kopmasına izin vermedim. Bazılarınız bilir, ben offroad sporuyla uğraşıyorum. Off-road kelime anlamı kapalı yol yani yol olmayan yer demek. Bizim yaptığımız iş de yolların, şehirlerin sonlandığı noktada başlıyor. Bisikletle sitenin çimenlerinde offroad yapardım, demiştim. Asla yalnız değildim, 10 yıldır beraber zaman geçirdiğim, canım kadar sevdiğim kardeşlerim de benimlelerdi. Güvenliklerin korkulu rüyasıydık. Site içinde yol olmayan her yeri biliyorduk. Yaşım biraz ilerlediğinde babamla beraber bu işin en ileri noktası olan otomobil ile off-road a başladık. İlkin bu iş bana korkutucu ve tehlikeli geliyordu. Sonra zamanla off-road a gitmediğimiz haftalar daha sinirli biri olmaya başlıyordum. Doğa beni dinlendiriyordu. Bu kadar şeyi neden anlattın diyeceksiniz. Biz bir siteye taşınmadan önce Bahçelievler semtinde oturuyorduk. Yani şehrin tam göbeğinde.Beton yığıntısının içinde. Benim sokakta bildiğim çok fazla yer yok. E küçüktüm tabii,yalnız başıma göndermeye korkarlardı beni. Benim için sokak kavramı hep apartmanın içi oldu. Apartmanın içi ne olabilir ki diyeceksiniz, biz beş katlı apartmanın en üst katında otururduk. Karşı komşumuz, babamın küçük halası benim büyük halamdı. Bir alt kata indiğimde babamın büyük halasını bulabiliyordum. İki kat altımızda ise çok sevdiğim amcam otururdu. Çok iyi hatırlıyorum o günleri. Babamın büyük halasının evinde öğrendim ben hamur işi yapmayı, poğaçalar, kurabiyeler pişirmeyi… Karşı komşumuz halamda ilk adımlarımı attım mühendisliğe, mandallardan uçak yaparak. Amcam öğretmişti bana bütün bekar yemeklerini. Sokağa da arada sırada çıkardım, hep ev hep ev olmaz tabii. Bir bildiğim karşı köşedeki eczane, diğer köşedeki baklavacı -hala o kadar güzel gelen bir baklava yiyemedim o zamandan beri- ve sokağın sonundaki park. Her şey iyi, güzel, hoş ama bir eksiklik vardı. Sokağın içindeki iki ağaç dışında bir doğa yoktu. Sokağa çıktığımda nefes alamıyor gibi hissediyordum kendimi, boğuluyordum. Benim sokağım bir taneydi, hala gidiyoruz o sokağa. Baklavacı kapandı, ama olsun. Sonuç olarak söylemek istediğim şey şu: İstanbuldaki dar sokakların yaşantısı da bana göre değil. Herkesin beton yığını olarak tanımladığı sitelerde az da olsa yağmur yağınca ortaya çıkan o çimen kokusu, toprak kokusu var. En azından benim sitemde var. Yani düşünülenin aksine, sitelerde sokaklardan daha çok yaşam var. Tabii her hafta sonu doğada bulunmasaydın durabilir miydin derseniz. Cevabım sitede de olsa hayır olurdu. Zaten bence, doğayı bilmeyen bir insan, özünü kaybetmiş insandır ki o insan sokakta da olsa, sitede de olsa yaşadığından bir şey anlamaz.

kaan SAYIN / 9A

120


çocukluğumun geçtiği ulus

Z

ekeriyaköy’e taşınmadan önce, beşinci sınıfa kadar Ulus’ta oturuyordum. Artık Zekeriyaköy’de oturduğum için gerçekten mutluyum; ama doğduğum ev, büyüdüğüm yer, okuldan sonralarını geçirdiğim otopark ve sokağım hafızama kazınmış durumda. Hayatımın önemli bir kısmını Ulus’ta geçirdim. Çocukluğumu…

Şimdiki gibi bir evde değil, apartmanda oturuyordum. Alt komşumuzun benim yaşımdaki bir kızı vardı, Zeynep. Ne çok zaman geçirirdik beraber! Havalar güzel olduğu zaman ikimiz sokağa çıkardık, apartmanın kapıcı çocukları da gelirdi. Onlar da başka apartmanlardaki arkadaşlarını çağırırlardı. Bir anda on kişi olurduk. Bazen sokakta bazen de evimizin arkasındaki açık otoparkta oynardık. Tebeşirlerle yere resim çizer, saklambaç, kovalamaca, yerden yüksek, renkli top, sek sek oynardık; ama en eğlencelisi ip atlamaktı. Saatlerce oynardık öylece. Aramızda bir sürü farklılık olmasına rağmen o anda hepimiz aynıydık, çocuktuk. Bazen bahçeleri dolaşır ağaçlardan meyve toplardık. Gizlice diğer sitelere girer, kapıların zillerini çalıp kaçardık. Kışın lapa lapa kar yağdığında hepimiz sokağa dökülür, kartopu oynardık. Otoparka inen bir sokak vardı. Kar yağdığı zaman evden kızaklarımızla ya da o an yanımızda yoksa, poşetlerle sokaktan aşağı kayardık. Gerçekten çok eğlenirdik. Bazen, bir şeye ihtiyacımız olduğunda annem beni sokağın başındaki bakkala gönderirdi, bazen kendime de bir çikolata alırdım. Dokuz, on yaşlarına geldiğimde annem tek başına dışarıda, çok uzaklara gitmemek şartıyla, gezmeme izin verirdi. Kendimi çok büyük ve özgür hissederdim, çok hoşuma giderdi. Bunların hepsi küçük; ama çok önemli birer hatıra benim için. Artık yaşadığım yerde, sokaklarda yürüdüğüm zaman böyle hissetmiyorum, sıradan bir şeye döndü. Evet, Ulus’ta şimdiki gibi kuşlar ötmüyordu, güzel şarkılarını söylemiyorlardı. Sokaklar Zekeriyaköy’deki gibi temiz kokmuyordu ve bu kadar çok yeşillik yoktu; yine de ikisini iyi ve kötü diye ayıramam. Belki şu anda yaşadığım yer çoğu insana daha güzel görünebilir; ama benim için Ulus da en az Zekeriyaköy kadar güzeldi. Ulus’u ne zaman düşünsem bir hüzün kaplıyor içimi. Ulus’tan ayrıldığım zaman, masum çocukluğumu da arkada bıraktığımı yeniden anımsıyorum.

ayşegül GÜNYELİ /

121


emre sokak

B

en, Florya Atatürk Ormanı’nın yanında, denize yakın Basınköy Mahallesi’nde, bol kedisi, bir okulu, bir çocuk yuvası, bir kuaförü olan uzun, sakin ve huzurlu bir sokakta oturuyorum. Her mevsim,evimizin içini dolduran, bize temiz hava hediye eden, yeşilin her tonuyla bize kucak açan ormanın hemen yanında olmaktan ve denizin değişen yüzlerini görmekten çok mutluyum.

Hafta içi, sokağımıza ilk olarak apartmanımızın karşısında oturan emekli öğretmen teyze ile ben adım atarız. Ben okul servisimi beklerken, öğretmen teyze ise her gün taze taze aldığı ciğerleri kedilere dağıtarak yürür. Sokağımızdaki kedi ve köpeklerin dostluğu göz ardı edilecek gibi değildir.Yemeklerini paylaşır, yağmurda birbirlerini ısıtır,beraber sarılıp uyurlar. Beni de seviyorlar sanırım. Servise binerken hepsi peşimden gelip benimle servise binmek istercesine gözlerime bakarlar. Sokak sakinleri kesinlikle bu hayvanlardan rahatsız olmazlar aksine herkes bir şekilde beslenmelerine yardım eder. Bir tarafımızda anaokulu diğer tarafımızda ise özel okul, sokak sakinlerini nadiren rahatsız eder. Gündüz evde olmadığımız ve hafta sonları da okullar kapalı olduğu biz pek etkilenmeyiz. Sadece planlı saatlerimiz dışında hareket edip servis saatlerine denk gelirsek sıkıntı yaşamaktayız. Kuaförün, sokağımızda olmasından dolayı mutluyuz. Okul öğretmenleri ve bizim acil durumlarımız için vazgeçilmezler. Sahipleri çevreye saygılı ve sessizdirler. Basınköy, genel olarak sessiz, sakin ve huzurlu bir yerdir. Spor yapmak, köpeklerimizi dolaştırmak, arkadaşlarımızla oturup sohbet etmek için hem ormanın içinde hem de deniz kenarında parklarımız vardır. Her ne kadar hafta sonları İstanbul’un diğer semtlerinden gelenleri ağırlasak da herkesi mutlu edecek kadar büyük dinlence alanlarımız yeterli gelmektedir. Annemin, babamın anlattığı o eski zaman sokak ruhu maalesef yok. Ben küçükken daha fazla paylaşımların, arkadaşlıkların olduğu sokağımızda belki zamanımız kısıtlı olduğu için belki büyüdüğümüz ve eğlence anlayışımız değiştiği için geçirilen zaman azalmıştır. Yıllar içinde arabalar çoğaldıkça, sokaklarda gezen tehlikeler duyuldukça bizler de evlerimizde kalmaya mahkum olduk ve mahalle arkadaşlarımızla ilişkilerimiz koptu. Yine de bahar geldiğinde sokakta futbol oynayan erkek çocuklarını görmek, bazı alışkanlıkların hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteriyor ve gülümsetiyor. vuslat KUYUMCU / 9A

122


evet ve hayır

B

iliyorum. Belki de size çok zıt bir ikili geldi; ama benim için hayattaki en önemli ikililerden biri. Dünyada o kadar ikili varken niye ben bunları seçtim ki? Neden anne-baba, kalem-silgi ya da akıl-zeka ikililerini değil de bunu seçtim? Çünkü bana garip geldiler. Çoğu kişi birbirleriyle uyumlu ikililer seçmiş. Bana göre bu ikili hem zıt, hem de uyumlular. İşte bu yüzden bu ikiliyi açıklama isteği duydum. Bu ikili kullanıldıkları yere göre sizi hayattaki en başarılı ve mutlu bir insan da yapabilir, en yoksul ve cahil biri de.

Yaşadığımız zaman dilimi boyunca karşımıza fırsatlar çıkar. Bu fırsatlardan hepsi bizim için tıpkı bir inci veya şu anki çağa göre bir Blackberry Torch gibidir. Bu Blackberry’leri ne zaman almamız ve nasıl almamız gerektiğini iyi bilmeliyiz. Hemen almamız bize pahalıya mal olabilir, eskidiğinde almanın da bir manası olmaz. Evet ve hayır da bunlara benzer. Yaşamımızda mutlaka karşımıza bir fırsat çıkar. Biz de bu fırsata ya “Evet” diyip kollarımızı açarız ya da “Hayır” deyip geri teperiz. Okul gezisi için CERN’e gitmek bile hayatımızı değiştirebilir. Önemli olan CERN’e gidip gitmemeden hangisini tercih edeceğimizdir. “Evet” deyip gitmek mi, yoksa “Hayır” deyip kalmak mı? İkisinin de bize bir yararı olabilir. Bunu iyi düşünüp karar vermeliyiz. Her şeye rastgele evet ya da hayır dememeliyiz. Aynı zamanda bu ikili bizim ne kadar dürüst olup olmadığımızı gösterir. Kötü bir şey yapıktan sonra “Evet, ben yaptım.” demek yerine “Hayır, ben yapmadım.” demek insanların size olan güvenini sarsacaktır. Yalan mutlaka açığa çıkar. Yalan söylemek hayatta başını koyabilecek bir omuz bulamamaktır. Görürsünüz ki iki kelimenin yer değiştirmesi nelere yol açmıştır. Bu İkili bu yüzden de önemlidir. Evet veya hayır demekten asla korkmayın. Sadece Blackberry’leri ne zaman alacağınızı iyi bilin ve bu ikiliyi asla yalan söylemek için kullanmayın.

ege ERDOĞAN / F9

123


gül sokak

A

h... Bakın yine o ses... Çöpçüler geldi. Her gün aynı saatte uğruyorlar bizim sokağa. Bu sesi duymak benim için bir ihtiyaç olmuş durumda. Sesi duyduğumda ‘’ Saat geç oldu, yapman gereken işleri bitirmen gerekiyor.’’ düşüncesi beliriyor akımda. Her seferinde de bu bilinçaltıma yerleşmiş düşünceyi kovmak zorunda kalıyorum. Çöpten bu kadar bahsederek ‘’Gül Sokak’ım’’ hakkında kötü bir izlenim oluşturmak istemem. Metroya 15 dakika yürüme mesafesi bulunan, her daim arabanın geçtiği, işlek bir yerde olmasına rağmen kendisine has bir sessizliğinin ve sakinliğinin bulunduğu bir sokak benimki; onu biraz da bu yüzden seviyorum.

Sabahları anneannemle yaşıt bayanların küçük süs köpeklerini gezdirdiğini, her yaştan insanın koştuğunu görünce bir kez daha anlıyorum sokağımızın modern, sağlığına ve formuna duyarlı insanlardan oluştuğunu. Modern olmasına modern; ama pazar geleneğinden de yoksun değil. Her sabah bizim sokağımıza kurulur Levent Salı Pazarı. Hazırlıklar Salı sabahından başlar. Kamyonlar, arabalar ve bir sürü insanlar gelir, doldurur sokağımızı. Kalabalıktaki karamboller ve sıkışık trafik bunların beraberinde gelir. Pazar uzun bir yola kurulur. Bu uzun yol bir yerde ikiye ayrılır. Bu yollar da uzar, uzar... Pazarda ihtiyaçlarınızın hepsini karşılayabilirsiniz. Burada sebzeden meyveye, kıyafetten ayakkabıya, tokalara, değerli taşlara kadar her şeyi bulabilirsiniz; hatta yemek yapıp satanları bile gördüm; ama içlerinden en güzeli gözlemelerdi. Kokusu pazarda buram buram yayılır... Gözlemeciler pazarın göz bebeğidir bence. İnsanlar ve hatta kediler bile yayılan bu güzel kokulara duyarsız kalamayıp ilgi gösterir. Bizim sokağın kedileri meşhur diyebiliriz. Metrekareye düşen kedi sayısının bazen ikiyi geçtiği, kapının önünden her geçtiğimde aralarından sıyrılmaya çalıştığım zamanlar da yok değil... Benim kediler hakkındaki gözlemlerim evimizi çevreleyen büyük bahçeden ibaret. İçlerinde besilisi, yavrusu, hamilesi, yaşlısı, çocuklarını çağırmak için her seferinde farklı türde enteresan sesler çıkaranı, annesi, yemek bulmaya çalışanı, her an tetikte olup binanın kapısı açıldığı zaman içeriye girmeye çalışanı var. Ben bu sokakta yaklaşık üç aydan beri oturuyorum. Açıkçası zamanın sokağıma olan sevgimi ve bağlılığımı etkilediğini ve etkileyeceğini sanmıyorum. Şimdiden aramızda sıcak ve sağlam bir bağın kurulduğuna inanıyorum. Sokağımı her yönüyle seviyorum. göksu YILMAZ / F9

124


yeniköy

Y

eniköy’de hayat altı buçukta başlar. Zaten martıların çıkardığı seslerden anlarsın bunu. Eğer gerçekten bu saatte uyanırsan güneşin doğuşunu görebilirsin. Benim için Yeniköy’de hayat güneşin doğuşuyla başlar ve güneşin batışıyla son bulur. Artık etraf karanlık olduğunda anlamalısın ki evine gidip o mis gibi çayından yudumlamalı ve rahat rahat oturup gazeteni okumalısın.

Normalde bu yazıda Deniz Sokak’ı anlatacaktım; ama sonradan Yeniköy’ü anlatmazsam olmaz, diye düşündüm. Evet, Yeniköy anlatılabilir; ama Yeniköysüz bir Deniz Sokak anlatılamaz. Bu aynen müziksiz bir i-poda benzer. Evet i-pod gene çalışır; ama bir işe yaramaz. Yaşadığım yere bir arkadaşım ’’Peter Pan’in Kayıp Diyarı’’ demişti. O bunu söylediği zaman ne kadar saçma diye düşünmüştüm; ama aslında bir bakıma çok güzel söylemiş. Nasıl Peter Pan’in yaşadığı ada sessiz, uçsuz bucaksız ve ağaçlarla dolu güzel bir yerse Yeniköy de öyledir. Ne zaman odamdan dışarı baksam o güzel ağaçları, uçan martıları ve tabii ki Yeniköy’ümü görürüm. Biraz da bizim evin sokağını anlatmak istiyorum. Bizim sokağa Deniz ismi ne kadar tesadüftür ki ben doğduktan beş yıl sonra konmuştur. Sanki benim burada yaşadığımı bilip de bu ismi koymuşlardır. Bu sokakta yaptığımız bisiklet yarışlarını ve tabi ki kazalarını unutmayacağım. Arabayla ne zaman bu sokaktan geçsek içimde garip bir şeyler hissederim (gerçekten).Yani eve gelme sevinci midir yoksa sokaktan geçtiğimiz için mi böyledir, bilmem; ama durum bu. Evimizin hemen yanındaki Dutlu Bahçe, Yeniköy’ün vazgeçilmez piknik yeridir. Yazın her cumartesi ve pazar günleri burada piknik yapan anneler ve çocuklarını görebilirsiniz. Genelde çocuklar buraya salıncakta sallanmaya annelerse muhabbet etmeye gelir. Ben ve arkadaşlarımızın oraya geliş sebebimiz ise her zaman aynıydı. Kaçan topları almak! Ne zaman otoparkta futbol oynasak biri illaki o topu Dutlu Bahçe’ye atardı. Sonra ise seçilmiş üç kişi o topu almak için oraya kadar koşardı. Dutlu Bahçe’ye gitmek bir sıkıntıdan çok bizim için bir maceraydı; çünkü piknik yapılan alanla bitkiler ve sebzelerin yetiştiği bölge bir dikenli telle ayrılmıştı ve topu bitkilerin yetiştiği yerden almanın tek yolu orada çalışan adama gözükmeden kilitli kapının üstünden atlayıp sonrada yine kimseye gözükmeden geri dönmekti. Tabii bu da bizim kendimizi bir James Bond veya bir gizli ajan gibi hissetmemizi sağlardı. Kısacası Dutlu Bahçe, Sabancı Korusu, ağaçlar ve sessizlik deniz sokağın bir parçasıdır ve bunu bölmek için Yeniköy’ü bölmeniz gerekir.

deniz ERDOĞAN / F 9

125


hilpark

B

eş sene önce yeni bir eve taşınacağımızı duyup, doğup büyüdüğüm evden ayrılacağım için çok üzülmüştüm. Eski evimiz annemle babam evlendikleri zaman alınmıştı. Eskiydi; ama güzeldi. Bir apartmanın en üst katında bir daireydi. Bu yeni ev ise daha tamamlanmamış bir sitede yapılmaya ilk başlanan evdi ve dolayısıyla ilk bitendi. Daha her taraf gri bir yığınken gitmiştim ilk defa. Zaten üzgündüm evimden ayrıldığım için bir de bu yeni yabancı yeri görmek beni sıkmıştı. Evin duvarları gri, bahçede toprak topak topak. Bitki yok, ağaç yok. Başka binalar da vardı ve bizimki en arkadakiydi. Sitenin üst bölümünde evi almıştık biz ve biten yer de zaten orasıydı. Aşağı bölümü yani sosyal tesislerin olduğu bölümün ise bitmesine daha aylar; hatta yıllar vardı. İlk taşındığımız zaman evin içi boyanmış bahçeye birkaç çirkin bitki dikilmişti; ama hâlâ toprak dağınıktı. Odamı kendim seçmiştim. Yatak tekerlekli ve masanın altından çıkıyordu. Çok ilginç gelmişti seçerken. İlk zamanlarda dışarı çıkamıyorduk zaten. Çıksak da yapacak bir şey olmuyordu. Hiç arkadaş yoktu, bana da kardeşime de. Bir iki ay sonra bahçe çimlendirildi ve ağaçlar dikildi. Yeşil bahçe ve beyaz, taştan dış duvarlı evler. Başta çok parlak gelmişti; ama sonra alıştım. Evler paralel olarak arkada üç ve önde iki olmak üzere dizilmişlerdi. Arkadaki ilk iki evin bahçesinin karşısında diğer evler vardı. Bu iki sıra ev sırasını ayıran yine beyaz taştan bir yol vardı. Bahçe bitince çakıl taşları ile yola bağlanıyordu. Bu yolun bir başı bizim bahçedeydi. Yolun bu sonunda bir merdiven vardı. Bu merdivenle sitenin araba yolundan girişine gidiliyordu. Diğer sonunda ise yine bir merdiven… Bu merdiven ise sitenin alt bölümlerine gitmenin yollarından bir tanesi ve sitedeki en güzel manzara bu merdivenin yanındaki evin ikinci katından oluyor. O evin manzarası diğer tüm evlerden daha güzel. Arkadaki diğer iki ev öndekilerin kapılarını görüyor. Öndekiler ise sitenin girişini. Alt bölümdekiler ise havuz etrafında birbirini. Merdivene geri dönelim. Onun arkasındaki bahçeler ilkbaharda cennet gibi oluyor. Ağaçlar sade yeşil renginden pembeye dönüşüyor. Rüzgâr estiği zaman ise bahçe pembe çiçek denizine dönüşüyor. Merdivenden aşağısı daha çok, beyazdı. İki kat indikten sonra çocuk bahçesinin oyuncak gemisinin çatısı görünüyor merdivenin başından. Parkı arkada bıraktıktan sonra beyaz yoldan devam ederken sağda bahçeler var. Sonra bir merdiven daha. Sonunda kafeteryanın terası var. Buradan sağ tarafa devam ve havuz görülüyor. Bir merdiven daha ve artık havuzun mavi taşları ve görmeye alıştığımız beyaz taşlar yerine etrafı siyah taşları görünüyor. Karşıda ve yanlarda ikişer tane ev daha. Yukarısı artık küçük gözüküyor. Önünden geçtiğim o kadar yeri tek tek görebiliyorum. Sonra karşımdaki dev cam kafeteryanın altındaki kapalı havuzu açığa çıkartıyor. Bu camın sağ tarafında ki kapı ise bu havuza ve arkasındaki spor salonlarına açılıyor. Merdivenler ve beyaz taşlar bizim sitenin en büyük iki özelliği. Site bir tepeye yapıldığı için merdivenler en büyük gereklilik. Beyaz taşlar ise bu güzel bahçeleri taçlandırıyor. alp ALBAY / F9

126


kurşun kalem ve silgi

B

u başlığa kalemtıraşı da eklemek isterdim; ama kalemtıraşın işlevini gereksiz kılan bir alet var. Uçlu kalem... Bu uçlu kalemler, kurşun kalem ve yumuşak silgi dostluğunu fena halde sarsıyor. Sansasyonel markalar, mükemmel uçlu kalemler imal ediyor. Kolay tutuş dizaynından tutun, dönerek açılan silgilere ve hatta ellerimiz kaymasın diye yerleştirlen pürüzlere kadar her şey düşünülmüş. Tabii bir de uçlar var... O uçlar var ya o uçlar! Kağıda değdiği anda mükemmel bir ahenkle kağıtta dans etmeli... Her neyse... Bırakalım bu uçlu kalem mevzusunu! Hepimiz için bir klasik olan kurşun kalem ve yumuşak silgi ikilisinin kötülüğünü isteyen bu şeyi anlatmak hoş değil.

Gelelim kurşun kalem ve yumuşak silgiye... Bu araçlar hayatımızı kolaylaştırır bizim daha seri ve hızlı çalışmamızı, yaptıklarımızı düzeltmemizi sağlar. Ama biz onların önemini fark etmeyiz bile. Bu aralar da uçlu kaleme artan yoğun ilgiden dolayı bu ikiliyi fazlasıyla ihmal ediyoruz. Bazen maziye bağlı kalmak gerekir bir şeyleri incitmemek için. Ama biz nadir yerlerde ve zamanlarda hatırlıyoruz onları ancak, örneğin sınavlarda... Optik formun üzerinde... Lütfen kurşun kalem ve yumuşak silgi kullanınız... göksu YILMAZ / F9

127


bisiklet

İ

nsanın kendinden korkarken cesurca davranma ihtimali sıfırdan azdır ya da sıfırdır da bu yüzden mi insanlar çok sessiz artlarında bıraktığı ve tamamlamaktan ürktüğü davranışlarıyla? İnsanların bitmek bilmeyen pembe panjurlu ev hayalleri, son model araba istekleri ve para harcamaktan başka bir şey olmayan amaçları varken benim bu hayattan beklentimin bir tek ‘o’ olması çok mu? Sanırım öyle, yani öyle olmalıydı.

Konuşmaktan zamanında o kadar zevk aldım ki her şey gibi bundan da bıktım. Alışılagelmiş boş davranışlarımı bırakmalıydım: heyecanlarımı, yaşam sevinçlerimi, zararlarımı… Boştu bunlar, geçici. O kadar sessizleşti ki gerçek düşüncelerim, kelimelerin nasıl kullanılacağını, anlamlarını unutmaya başladım. Yalnızlık, etkisini göstermeye başlamıştı bende. Belki de beni ele geçiren bir afazinin ya da paramnezinin belirtileriydi. ’Muhabere’ mi denmeli yoksa ‘Muharebe’ mi denmeliydi içimde verdiğim bu savaşa? Bunu varlığından utandığım ben mi bilecektim? Zor gerçekten. Ama zor olan şey yaşamak değil, yaşamak zorunda olmaktı. Belki de inançlar yüzünden intihar edememek, daha bir sürü okunmamış kitap ve dinlenmemiş şarkılar olduğunu fark etmek… Gerçekten bıkmıştım bu düzenli mutsuzluk halimden, düşünmeye üşenir hale gelmemden… Rüyama giren insanlar bile ”Neden insanlardan bu kadar nefret ediyorsun?” diye soruyordu bana. Bilinçaltımdaki bu soru mantıklıydı, en az benim yok olmam gerektiği kadar. Geçenlerde, insanın neden her anında kaybetmeye mahkum olduğu düşüncesi takıldı aklıma. Aslında bu soruyu tamamen ben uydurmuştum ve bazen kendimi o kadar aşağılıyordum ki her ne olursa olsun düşüncelerimin ‘düşünce’ olduğunu yadsıyor, onlara saçmalıkmış, sadece konuşmadan önce yapılması unutulan bir fiilmiş gibi bakıyordum. Haklı olabilirdim belki; ama bir kez haklı olmak, hayatım boyunca yanlış biri olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Hiç zaferlerim olmadı mı? Bilmiyorum. İnsan kazanırken bile kaybeder; iyi ya da kötü, kaybeder işte. Gelecek kazanırsın, geçmişini kaybedersin bazen ya da kaybettiğini sanırsın. Biz insanlar, ne kalabalığız bu yalnızlığımızda bile. En iyi anımızda aklımıza gelen kişiler, en kötü anımızda da yine o aklımızdan çıkmayan insanlar, zamanında sevdiklerimiz, kaybetmekten korktuklarımız. Henüz küçüktüm. Annemin bitmek bilmeyen bağırışları, babamın susmayan telefonları ve işleriyle yaşıyordum. Ev o zaman bile cehennem gibi geliyordu, tabii ben bunu sadece ”dar ve sıkıntılı alan” olarak tanımlayabiliyordum; oysa beni ne dövüyorlardı ne de bir şeye zorluyorlardı. Tek derdim belki de küçük olmak ve seslere dayanamamaktı, sinir olmak da denebilir. O zamanlar sevmediğim eve şimdi gitsem “Ne zaman öldüm de geldim bu cennete?” diye sorabilirdim; çünkü burası ıssız, sessiz. Bukowski olsa ”Kapalı bir kapıdır cehennem.” lafını burası için kullanırdı; ama eğer o küçük huysuz halimde bile sevdiğim bir yer varsa, orası anneannemin eviydi. Sarı badanası olan, iki katlı, küçük ama yaşayabileceğim en şirin ev. Dallar sarkardı o sapsarı duvarına, eski ve tahtadandı. Belki de burası anneannemin olmasa o kadar güzel gelmezdi orası. Benim yaşıtlarım oyuncak bebekleriyle oynarken ben anneannemle oynardım, onlar top peşinde koşuştururken ben anneannemin sırtına çıkardım. Onu o kadar çok seviyordum ki tanrıdan haberdar olmasaydım ona tapardım. 128


Güzel bir çay bahçesi vardı deniz kenarında, sanki hafta sonları sırf gürültülü ve abartılı düğünler olsun diye inşa edilmişti. Bisikleti olan bir çocuk vardı, o benim için dünyanın sahibiydi. Ara sıra ödünç alırdım, aldım mı da bırakamazdım. O yüzden bıkmaya başlamıştı biraz, o geri almak isteyince anlayışla karşılamış gibi vermiştim. Aslında öyle değildi; o an elimden hayatımı almaya çalışan biri olmuştu o, bir anda katile dönüşmüştü gözümde. Yanında ağlamamıştım; çünkü ağlamak korkaklıktı, içinde bulunduğun önemi yoktu o zamanlar; eğer ağlarsan sana korkak derlerdi. Korkak değil miydim sanki? Korkak durumuna düşmekten korkmuştum, kendi kendime ağlamayı tercih etmiştim. Eve gidince o gün hiçbir şey olmamış gibi ”Anne bana bisiklet alsana” demiştim kanepede otururken. Yanımda anneannem ve teyzem, çaprazımda annem ve beni her zaman azarlamadan dinleyen duvar vardı. Annem daha erken olduğunu düşündü ama kendime yenilip ağlamaya başladım, ”Benim neden bisikletim yok?” diye haykırdım. Anneannem dayanamadı, ertesi gün bir bisikletle geldi, annemin küçük bulduğu yaşıma rağmen anneannem bana inanmıştı. Hatta o çocuğun yanında küçük düşmememi de sağlamıştı, bana dünyaları da vermişti ama en önemlisi o bana güvenmişti. Şimdi nerede bulunur bu güven, açıkçası hiçbir fikrim yok. Olmaması iyidir belki de; çünkü insan buldu mu kaybediyor. Sonra ben büyüdüm, başkaları küçüldü. Bazen de ben küçüldüm, onları gözümde büyüttüm. İnsan aşağılık hissini üstünden nasıl zor atarsa ben de öyle kurtulamıyordum bu duygudan. Kuşun bile kıskanacağı kadar hafiflediğim anlar anneannemin yanındaydı. Korkmayı, güveni, sevgiyi öğrendiğim o insan bir gün gelip ”Ben ölürsem teyzene de böyle davran olur mu?” dedi aniden. Ne yapmalıydım, ”Peki” deyip konuyu kapamalı mı yoksa bunu neden dediğini sormalı mıydım? Ağlamakta mıydı çare yoksa gülmekte mi? Yoksa gerçekten bir çaresi yok muydu bu ölüm korkusunun? Anlamış mıydı her sarılışımda onun ömrünü sevgimle uzatmak istediğimi? Korkunç bir şeydi hep ölüm korkusuyla yaşamak, geceleri gözüne uyku girmemesi, ağlamaktan başka yapacak bir şeyinin olmaması. Kim bilir kaç kere uyuduktan sonra gözyaşlarım kurudu yüzümde. Elbet o felaket olacaktı, hatta olmuştu. Bir anda ellerimden kaymıştı hayatım, canı alınan o değil de sanki bendim. Cezalandırılıyor muydum acaba? Bunu asla cevaplayamadım. Haberi aldığımda ağlayamadım bile, ne ne yapacağımı düşündüm ne de nasıl hayata devam edeceğimi. Mantık olarak çok basit, alt tarafı kalp durdu; ama hayat olarak bakarsak bir kalpte iki hayat gitti. Dünya gerçekten onsuz yaşanacak bir yer miydi? Neydi dünya? Onunla yaşadığım yer dünyaysa, şimdi içinde olduğum şey ne? Zamanla alıştım denmez; ama hiçbir ölüm onunki kadar acı olmadı, hiçbir kayıp onun kadar eksik ve anlaşılır da olmadı. Bazen onu yanımda hissediyorum, bunu yazarken sanki başucumdaki ışık o, iyi bir şey yaptığımda -yapıyorsam eğer- bunu yaptıran o ya da tüm iyiliğin sebebi o sanki. Yapayalnız kalmıştım, mutluluk nasıl bir histi onu bile hatırlamıyordum. Dışarıdan herkese şen şakrak bir insan gibi görünmeye çalışıyordum ve bu konuda çok iyiydim. Ama insan zamanla rol yapmaktan bıkıyor, tam sahneden inmek istediğimdeyse bir ses duyuyorum ‘Yapma, seni seven insanlar var. Onları görmüyorsun hatta varlığından haberdar bile değilsin. Ama inan bana, seni seven insanların olduğuna. Bir kez olsun 129


haklı olduğum konusunda anlaşalım, yalnız değilsin.’ Ne zordur bunu anlamak ve böyle bir gerçeği yazıya dökmek. Bunu diyen ses kimdi? İyiliğimi isteyen ve her anımda yanımda olduğunu sandığım o kişi mi yoksa yalnızlıktan kendime arkadaş mı yaratıyordum? Cevaplandırması çok ağır, taşıyamayacağım kadar. Bu kasvetli düşüncelerimden sonra göz kapaklarım kapanmaya başladı. O kadar hızlı oldu ki, bunu anca bir insan yapabilirdi ama önemli değildi bu, yavaş yavaş uykuya dalıyordum. Sonsuz bile olabilirdi, bunu anlayamayacak kadar yorgundum. Uzun bir süre uyuduğumu düşündüm, kolumda dedemden hatıra saatim vardı ve ne yazık ki çalışmıyordu. Onu hiçbir zaman unutmayacağımı bildiğim halde takıyordum; kendimle ilgili bir kaygım yok bari onun emanetini taşıyayım istiyordum belki de. Ne kadar çok ‘belki’ varmış hayatımda, keşkelerden bile çok. Anlamlandıramıyordum her şey gibi bunu da. Sonra biri girdi odama-bir yatak ve masadan ibaret olan yereve ‘Bugün nasılsın?’ dedi. Tanıdık geliyordu yüzü, sesi, yürüyüşü… Kesinlikle bir yerde karşılaşmış olmalıydım, rüyalarımda? Hayır. Geçmişte? Hayır. Başka bir soru seçeneğim de yoktu bu işi çözmeye yarayacak. Hafızam zaten balıkla yarışacak durumdaydı, acı veren anlardan başka şeyler düşünemiyordum. Hele o an sınavda gibi hissetmiştim kendimi. Yoksa inançlarımı hiçe sayıp intiharda mı aramıştım çareyi? Yapmış olamazdım, benim gibi bir korkaktan beklenecek şey değildi bu. Düşünmeyi bıraktığımda o kadının hala orada olduğunu gördüm; ama bu sefer iki kişiydiler. Biri kaybetmekten delicesine korktuğum insan, diğeri de kaybetmekle kaybetmemek arasında gidip geldiğim benliğimdi. Tekrar düşünmeye başladım bunların nasıl olduğunu, neden burada olduğumu ve kimin beni bu hale getirdiğini. Ben, yaşamayı çok ciddiye almışım ve bu kadar düşünmeye üşenip hala daha düşünmeme rağmen beni yöneten şeyin korkularım olmasına şaşmıştım. Aslında ne mutluluk vardı ne de mutsuzluk, hayal ve yaşananlar vardı sadece. Bir de o bisikletim. Tekerlekleri gibi süründüm durdum kendi kuruntularımın çizdiği yolda. Hayret ediyorum hala, şu bomboş hayatım boyunca nasıl oldu da şu bir dakikada düşündüklerimi düşünmedim de sadece duygularıma köle oldum? Olumsuzluklarımdan kurtulduğum gibi başımı da çıkardım o ipten. Peki, neden beni bu hale getiren ölüm korkusunu kendim için de yaşamamıştım? Ölmekten korkmaktan korkacağım içinse, yalnız başıma bu cehennemde anılarımla yaşamak daha iyi olmalıydı. Eksiklerimi intiharla bulacağıma dair şüphelerim gittikçe artıyordu.

nil ÖZER / 9B

130


sitede yaşam

A

ilece, bir türlü yerleşemeyenlerdeniz. Yıllardır şehir değiştirip taşınıyoruz. Belki de bu yüzdendir ki oturduğumuz sokaklara pek dikkat etmemişimdir.

Beş yıldır İstanbul’da yaşıyoruz; ama bu taşınmamıza engel olamadı. Geldiğimiz seneden beri dört kez taşındık. “Neden?”diyeceksiniz, pek çok nedeni var. Sanırım birincisi her evde bir kusur bulmamız. Mutfak küçük, komşular rahatsız edici, kaloriferden ses geliyor, tek banyo yetersiz, güvenlik yok… Artık o kadar alıştık ki taşınmaya, yerimizde durmak sıkıcı geliyor. Ancak bu yıl babam bize bir sürpriz yaptı, bir ev satın aldı. Yaz tatilinden beri burada oturuyoruz. Doğrusu site yaşamı gayet keyifli… Dilediğince bisiklete bin, yürüyüş yap… Ben, site içinde pek anı edinmedim henüz; ama aynı şey kardeşim için geçerli değil. Burada iki tekerlekli bisiklete binmeyi öğrendi o. Çok iyi hatırlıyorum, site içinde her yere arabalar park ettiği için, kardeşim otoparkta -arabaların olması gereken yerde- öğrenmişti. Bir süre sonra sitenin içi tıklım tıklım araba doldu. Otoparktan çıkarsa birine çarpmaktan korktuğu için sitede hiç süremiyordu. Sonra, gelip geçen ve duyarsız komşular tarafından yolun ortasına bırakılan arabalara alıştı bir şekilde. Alıştı alışmasına; ama sitede beş katlı bir otopark olmasına rağmen herkesin site içine park etmesi beni rahatsız etmeye devam ediyordu. Babamla site yönetimine yakınıp dursak da değişen bir şey olmamıştı. Zamanla ben de alıştım. Sağda solda park edilmiş arabalara, sitede çete gibi dolanıp oyunlar oynayan çocuk gruplarına; hatta her gün aynı arabalara bakıp “Anahtarı alıp çizeceksin şunları!” demeye. Sonunda site yönetimi harekete geçti bir hafta kadar önce. Otoparkta olmayan her arabanın tekerine kilit takıldı. Ben de odamdaki siteye bakan pencereden izledim onları, sırıtarak. Oh olmuş! Artık bir elimde kahve, diğerinde çikolatayla pencere kenarına oturduğumda farklı bir manzara karşılıyor beni. Renkten renge giren gökyüzü, bakmaya doyamadığım pamuk gibi bulut kümeleri, sitenin güzel planlanmış şirin apartmanları, binaların ortasındaki yuvarlak, yemyeşil çimlerle donatılmış bahçe ve en güzeli de arabalardan arınmış, yılan gibi kıvrılan sokaklar. Burası kendi evimiz olduğu için ailem uzun süre taşınmamayı planlıyor. Ama bu işler hiç belli olmaz. Kim bilir, belki site yaşamı fazla iyi gelir onlara, sıkılırlar. Belki de buraya yerleşir, uzun süre kalırız. İki durumda da ben burayı seviyorum. Bu sefer, sitede geçirdiğim her anın tadını çıkarmaya ve ileride anlatabileceğim bir sürü anı biriktirmekte kararlıyım.

deniz KANMAZ / 9D

131


sokağım

H

ayatı boyunca birilerini kaybetmiş insanlar için sokaklar kötü, acı dolu, karanlık ve tenha. Ama kaybettiği tek şey güven ve zaman kavramı olanlar için o sokaklar anlamsız, sadece yürüdükleri bir yol. Hatta belki de sadece zift yığını. Peki, bu sokaklar herkese farklı da, bana aynı mı? Elbette değil.

Her sokağın ayrı bir anlamı var bende. Örneğin Lapseki; küçüklüğümün geçtiği, babamı görmeye gittiğim yamuk, şekilsiz taşlı sokaklar. Lapseki neredeyse tamamen kaldırımdan oluşmuştur. Hele bir de anneannemin evinin sokağı hayatımın yarısı gibi bir şey. Arıların bakkalın orada oluşan su birikintisine toplanması, fırından gelen ekmek kokusu, hala yıkılamayan tahta evin içindeki köpek havlaması ve sarı ev, anneannemin evi. Şu an yaşadığım sokağın da öyle olmasını diliyorum bazen ama nafile. Benim sokağım ekmek değil, yorgunluk kokar ve yıkılacak eski tahta evleri değil, para için güzelim doğayı yıkan insanların yaptırdıkları yeni siteleri vardır. Sokağa çıkan yolları yürünemeyecek haldedir. Sokağımın en sevdiğim yönü küçükken delilerce oynamış olmam ve anneannemin evinin de bize yakın olmasıdır. O giderse bu sokak benim için çöplükten farksız ve 40 derece havada bile gözyaşlarını kurutamayan bir yer olurdu. Sürüklenirdim bu ortamda, nereye olduğunu bilmezdim; ama şunu farkındayım ki bu sokağı her ne kadar sevmesem de yaşadığım anılarım biraz pahalı. Ne bir daha benzeri yaşanır cinsten ne de çocuklumu geri getirebilecek güçte. Ağladığımda ben dahil bu sokak da susmakta kararlıydı. Belki biraz sesi vardı, normalde kimseyi rahatsız etmeyecek kadar ince ama sessizlikte korna gibiydi. Bu sokak tüm duygularımı içime çekecek kadar çirkin olabiliyordu bazen. Saat 3’de geçen arabalar ve çalınan en dandik şarkılar da cabası. Çok sevemiyorum burayı, güzel anılarım da oldu; ama keşke Lapseki’deki sokağımın tatlılığını buraya da taşıyabilseydim.

nil Özer / 9B

132


şebboy sokak

İ

sminden de anlayacağınız gibi çiçekli böceklidir benim sokağım. Yazın balkonlardan sarkar çiçekler, kışın camlardan taşarcasına yazı beklerler. Apartman önleri yemyeşildir hep. Binaların içinde bile mahalle sakinlerinin çizdiği çiçeklere rastlarsınız. Coşkudur, mutluluktur buralarda çiçek. Rengarenk saksıları ve birbirinden güzel tasarımlarıyla gökkuşakları bile bu çiçeklerin yanında soluk kalır.

Her ne kadar renkli olursa olsun sakin ve sessizdir buralar. Ama bir gün kendinizi iyice dinlemeye verirseniz; yazın her gün bizi ziyaret eden simitçimizin nameli haykırışlarını, sabah insanların çıkarken sokağa bıraktığı artan yemekler için boğuşan kedilerin seslerini duymak hiç de zor değildir. Bizim kediler çok utanmaz. Apartmandan çıkar çıkmaz başınıza üşüşür, sizi üç adım bile atamadan yemek vermeye zorlarlar. Bir nevi kabadayılarıdır onlar bizim sokağın; ama bunların dışında sevecendirler de. Bazısı yemek verilmesi için üstüne yürürken insanın bazısı da merdiven demirlerine sürünerek seni onları sevmeye teşvik eder. O aç, kavgacı kişiliğin altında sevgiye muhtaç bir canlı yatar. Saat öğlene yaklaştığında yakınlardan bir piyano sesi gelir kulağınıza. Bu bizim emekli, sevecen komşularımızdan biridir. Gözünde gözlüğü, yüzünde sevgi dolu gülümsemesiyle bembeyaz yaşlı bir amcadır bu. Her karşılaştığımda selamlaşmam ve üç beş dakikalık bir sohbete kapılmama rağmen bu güler yüzlü adamın ismini hala bilmemem biraz tuhafıma gidiyor; ama bu aynı zamanda biriyle komşuluk bağına sahip olmak için o kişiyi tanımanın gerekmediğini düşündürüyor bana. Zaten komşu olduğunu bilmek bir insana kaynaşmak için başlı başına bir sebep olsa gerek. Tıpkı sevecen amca gibi burada yaşayanların çoğu yaşlı olduğundan birkaç haftada bir apartman girişinde ölüm ilanları görürsünüz. Gecenin bir yarısı sizi uykunuzdan uyandıran ambulans sesleri de çabası. İşte böyle zamanlarda komşuluk bağları bir kez daha kendini gösterir. Komşularınızla tanışmasanız bile karşılaşınca bu olaylardan söz eder, halinize şükreder, içten içe hiçbir zaman yoğun şehir hayatı trafiğinde fırsat bulup gidemeyeceğinizi bile bile birbirinize adres verir, çaya davet edersiniz. Bir hayli ironiktir bu olay. Sizi komşularınızla bir araya getiren şehir aynı zamanda sizi onlardan ayrı tutar. Bütün bu huzurlu akış içinde hayat geçip gider Şebboy Sokakta. Yollar kesişir; ama nadiren birleşir. Ne olursa olsun eninde sonunda mutlu olursunuz burada. Ömrünüz uzar. İşte bu yüzden bir kere burada yaşadınız mı o kapıya asılan ölüm ilanını görünce insanlar sizin için üzülünceye, sizin sayenizde yolları kesişinceye kadar burası sizin için mutlu bir ev olmuştur size. Artık yeni komşular ve yeni hayatlara ev sahipliği yapma zamanı gelmiştir çiçekli böcekli, kedili köpekli sakin sokağım, Şebboy Sokağım için…

ünal cem PİŞİRİCİ / F9

133


taşocagı sokak

K

imse bilmez bu küçük sokağı aslında bizlerden başka. Kimse tadamaz bu keyfi bizlerden başka. Ben de ilk geldiğimde bu sokağın tadına varamıyordum, korkuyordum hem de çok; çünkü evimizin karşısında, sokağın adına yaraşır bir biçimde, koca koca kayalar, taşlar vardı. Her mahallede olduğu gibi bir delimiz var. Pek bir diyaloğum olmadı aslında kendisi ile, içine kapanık biri. Sebzecimiz var, bakkalımız var, var da var. Çok anıyla beraber var tabi ki bunlar.

Karşı apartmanda oturan Ünsal Abi var, babamı her gördüğünde “Abi bir isteğin var mı?” der. Onun hareketlerini gördüğümde hep şunu çıkarırım: Büyüklerine saygılı olmak kaç yaşında olursan ol çok önemlidir. Bir de Taşocağı Sokak’ın ünlü iki perili evi tahtadan yapılmış, yıllara meydan okumuş evler. Ama ben en çok mahallemizin çapkın amcasına hayranım. Amca yetmiş yaşlarında olmasına rağmen bizim otuz yaşındaki Ayşe Abla’yı gördüğü yerde “Evlen benimle kız!” demekle kalmıyor, ısrar da ediyor. Benim sokağımı güzel yapan özelliklerinden biri de Yeniköy semtinde olması. Aslına bakarsanız benim hayatımda her zaman bir Yeniköy semti oldu. Anneannemler İzmit’te Yeniköy’de oturuyor. Yazları kesinlikle Şile’de Yeniköy’e Boşnak amcamız eski köy kaymakamına Boşnak böreği yemeye gidiyoruz. Yeniköy’ün benim için önemli yanları ise Üçler Market’inde bir bulut edası ile şişman peynirci amcanın buzluğunda süzülen beyaz peynir, Damla’dan yeni çıkmış sıcak bir ekmek. Pala Manav’dan yeni alınmış üzüm. Marmaris Büfe’den akşam dilli kaşarlı söylemenin hazzı. Takanik’te arkadaşlarla yenen balık. Vagabondos için kurulan hayaller. Yaşlı teyzelerin apartmanların üst katlarından aşağıya sarkıttığı sepetler. Yaşlı amcaların bir ordu misali cami ye gidiş gelişleri… Bazı garip yanları da var buranın; bir tarafımızda arabalarını koyacak yer bulamadığı için kendine arazi alıp orayı otopark yapan kişi, bir diğer tarafta arazilerini satarak araba alma umudunda olan kişi. Ama ne olursa olsun burası Yeniköy Taşocağı Sokak! Yeniköy öyle bir yer ki benim anlatmaya, sizin de dinlemeye sabrınız yetmez.

alp ERDEM / F9

134


ulus: memleketim, ailem

U

lus’ta yine sakin bir sonbahar akşamı. Duyabileceğiniz tek ses sokağın ta derinden gelen fısıltısı. Bu sessizlik aslında sadece sonbahara özgü değil. Ben doğma büyüme buralıyım. Ezelden beri toplarını alıp oynamaya çıkan çocukların sesi eksiktir burada. Belki de bu yüzdendir mahalle arkadaşlıklarına özenişim. Bu muhitte oturan insanlar genelde ‘sosyetik kesim’dir. Onlar lüks arabalarından şoförleri kapıyı açtıktan sonra inerler –tabii bir de kolda pahalı bir çanta- daha da yüzlerini göremezsiniz. Bir araya gelinen tek yer sitemizin toplantılarıdır. Onun dışında da kimse kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Yine de ,yiğidi öldür; hakkını yeme, demişler. Ulus için de aynı o misal. İstanbul’un tam göbeğindesiniz. Bir yanınızda tüm elitliğiyle Etiler, öbür yanınızda Boğaz’ın kız kardeşi, Ortaköy. Camdan dışarı baktığınızda İstanbul Boğaz’ı selamlar sizi. Hele bir de akşamsa, karanlığın ışıklarla dansını izleyebilirsiniz. Bu arada Boğaz demişken, Ulus Parkı’nı es geçmek olmaz. Bizim sokağımızdan sadece 5 dakika uzaklıkta olan bu park, dünyanın bana göre sekizinci harikasıdır. Teleskopla yıldızları izlersiniz, önünüze yeni gelin gibi serilmiştir deniz. Bazı akşamlar yakamoz olur, denizin ayla muhteşem uyumu çıkar ortaya. Siz bu harika manzarayı seyrededurun, önünüze nefis bir yemek gelsin. Bir yandan da şarabınızı yudumlayın. Zaten bu muhteşem manzaradan sarhoş olmuşsunuzdur. Ulus böyle güzel bir manzaraya sahip olduğu gibi bir çok da kediye sahiptir aslında. Bundan kimi sakin memnundur, kimisi de yaka silkmiştir benim gibi. Evimizin bahçesinde yaz geldi mi hep mangal yakılır. Ben etlerin kokusuna gelen kediler yüzünden hep yemeğimi içeride yemek zorunda kalırdım. Neyse ki şu an köpeğimiz Tarçın var, kedilere göz açtırmıyor. Sanırım bu noktada içten bir itirafta bulunmam gerek –bunu daha önce kendime bile itiraf edememiştim- beni çok rahatsız etmelerine rağmen bir gün kediler burayı terk ederse bu kesin olarak bir eksiklik yaratır, belki de Ulus’un kolu kanadı kırılır. Sonuçta onlar benim muhitimin bir parçası ve bu sosyetik halk da. Ulus, burası benim memleketim tüm olumsuzluklarıyla. Ulus, benim ailem. Ve insan ailesini olumsuz yönleriyle de her zaman çok sever.

büşra CANDAN / F9

135


yaşadığım çevre

Y

aşadığım çevreyi meyveli keke benzetirim. Meyveli bir kekte kekin içinde nasıl birbirinden farklı bir sürü meyve varsa bizim orası da öyledir. Farklı insanlar, farklı tür hayvanlar bir aradadır ve bu kekin içindeki meyveleri oluşturur. İnsanları bir kek yapan ise yaşadığımız ormandır.

İlk başlarda bu meyveli kekin içine girmek ve uyum sağlamak zordur. Kendinizi meyveli kekin dışında yabancı bir cisim gibi hissedersiniz; fakat bir müddet sonra bir de bakmışsınızdır ki meyveli kekin içinde farklı bir meyve oluvermişsinizdir. Kek ise sizin kalkanınız oluvermiştir. Ancak o kekin içinde kendinizi huzurlu ve güvende hissedeceksinizdir. Sizin için artık en zor şey sabah işe giderken o kekin dışına çıkıp şehir hayatı ile yüzleşmektir. Akşam yorulduğunuzda ise meyveli kekin içine yeniden girmek paha biçilemez bir duygudur. Kokusu, fırından taze çıkmış kek gibidir. Kek gibi taze, yoğun, güzel, insanda rahatlatıcı bir kokusu vardır yaşadığım çevrenin. Bu kokusu sizi rahatlatır ve size çevrenizi daha iyi tanıma duygusu bırakır ve sizi çevrenizi keşfetmeye zorlar, böylelikle yeni komşular elde edersiniz. Komşularınız bir de bakmışsınız aileniz, dostlarınız olmuşlardır. Daha sonra görürsünüz ki size canlılık katan sizin hayatta olduğunuzu hatırlatan ve sizi mutlu eden hayvanlarınız olmuştur. Çevreyi keşfetme duygusu içinizde hiçbir zaman tükenmez hele hele bu havayı bulmuşken. Eğer köpeğiniz varsa onu dolaştırırken gündelik, yeni yeni sokaklara veya çıkmazlara saparak yeni yollar keşfedersiniz ve her defasında bu yol size farklı gelir, bir süre sonra alışırsınız veya komşularınızla arada bir yürüyüş yapmak ve ormanı keşfetmek aynı zamanda onlarla dertleşmek ayrı bir seçenektir. Bu ikisi de sizi mutlu eder ve sizin özel ve tek olduğunuzu hatırlatır. Kekteki meyvelerin en yoğun olduğu bölüm bizim sitemizdeki klüptür. Günün her saatinde farklı sporlar yapan, yemek yiyen, şarkı söyleyen, enstrümanlar çalan, kitap okuyan insanlarla karşılaşılabilir ve bunu bizim klüpte yapmanın keyfi anlatılamayacak kadar büyüktür. Bu meyveli kekin içinde bulunan insanların her biri bu ortama karşı farklı şeyler hisseder; fakat bu insanların hissettiklerinin tümü olumludur. Nasılsa insanlar sevdikleri meyveli keki yerken her defasında farklı bir tat alıyorlarsa ve bu tat sonucu içlerinde olumlu ve birbirinden farklı duygular oluşuyorsa bizim sitedeki insanların hissettikleri de olumlu ve değişkendir; fakat her insan çevresindekilere saygı duyar, hissettiklerini ve duygularını eleştirmez, sonuna kadar çevresindeki insanları destekler. İnsanların arasında bir dayanışma vardır bu ortamda. Aynı kekin içindeki meyvelerin arasında olduğu gibi.

zeynep ORAL 9B

136



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.