Gelisim Dergisi 2017 - Sayı 13

Page 1

2017 | SAYI 13 Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi

KAYGI VE

GÖRÜNÜMLERİ RÖPORTAJ: PSİKİYATR PROF. DR. MEHMET ZİHNİ SUNGUR

Travmadan İyileşmeye

Yaşamın Zenginliği: Farklılıklar

Kendin İçin "Bir" Saat


08 12

16 32

24

İçindekiler 01 Editörden - Revan Çoban 02 Sırlar - Filiz Torun 08 Kendin İçin "Bir" Saat - Asude Işık Tunca / Belkıs Elitaş 12 Yaşamın Zenginliği: Farklılıklar - Meltem Erdinç Cingöz 16 Kaygı ve Görünümleri - Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur ile röportaj: Berna Ergun / Gülseren Kaya / Revan Çoban 24 Başarıya Giden Yol - Filiz Koçak / Osman Hakan Özpar 28 Travmadan İyileşmeye - Gonca Baştuğ 32 Ergenin Yolculuğunda Bir Durak : Aşk - Konuk Yazar: Klinik Psikolog Hande Kılınç Kunt 38 İş Kaybı Çocuklarla Nasıl Konuşulmalıdır? - Çeviren : Begüm Mutlu 42 Bizden Haberler


Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Sahibi Mehmet Güneş Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Yayın Direktörü Demet Uysal Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Koordinatörü Editör Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman Yayın Kurulu Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman Tasarım. ve Uygulama M A T S I Y A H / matsiyah.co.uk Redaksiyon Dilek Özçelengir Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Katkıda Bulunanlar Bora Gönenç Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Banu Akbaşlı Kurumsal İletişim Koordinatörü Baskı .

M A T S I Y A H / matsiyah.co.uk Yayın Türü Süreli (yılda 2 kez) Sayı 13 / Ücretsizdir Dergideki tüm yazılar Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi uzmanları tarafından hazırlanmıştır. Gelişim, Terakki Vakfı Okulları tarafından T.C yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Gelişim’in ismi ve yayın hakkı Terakki Vakfı Okulları’na aittir. Gelişim’de yayınlanan yazı, fotoğraf, karikatür ve illüstrasyonların her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

gelisimdergisi@terakki.org.tr

Editörden Değerli Anne Babalar; İnsan olmanın en gizemli yanı belki de her şeye rağmen umut etmektir yarınları. Yeni bir gün, yeni bir yaş, yeni bir yıl… Umudu barındırır içinde. Yarını düşünmek filizler eker geleceğe, iyi günlere olan inanç ayakta tutar insanı. 2017’nin ilk günlerini yaşarken bizler de barış ve huzur filizlerini ekelim yarınlara. Bu filizler yeşersin, çiçek açsın zihinlerimizde ve her şeye rağmen gülümseyerek sevgi dolu bakalım geleceğe, tıpkı güzel bir resme, mis kokan bir çiçeğe, bembeyaz kar tanelerine bakar gibi bakalım. Evet, sevgili anne babalar, hatırlıyor musunuz en son ne zaman tüm kaygıları bir kenara bırakıp izlediniz o güzelim kar tanelerini, güzelliklerinde kaybolup ne zaman hayaller kurdunuz? Her birinin ne kadar farklı ne kadar da çok benzer olduğunu en son ne zaman düşündünüz? Birbirlerini incitmeden gökyüzünden süzülerek toprağa düştüklerinde ne de güzel bir bütün oluşturuyorlar değil mi? Nasıl bir hoşgörü var doğada. Tek bir kar tanesi bile mutlu ederken insanı, bütün olduklarında nasıl da coşku veriyorlar bize. Keşke böyle bakabilsek tüm farklılıklara. Asıl farklılığın yaşamı güzelleştirdiğini görebilsek. Çoğu zaman düşünüyorum, acaba aslında o kadar faklı mıyız diye? Çocukluğuma dair bir anı siliyor o zaman tüm farklılıkları zihnimden, ilkokul çağlarında yaz tatilinde tanıştığım bir arkadaşım geliyor aklıma. Tek farkımız aynı dili konuşmamamız, ama birlikte gülüyor, söylediklerimizi anlamasak da birlikte oyun oynuyor, birlikte korkuyor, birlikte heyecanlanıyoruz. Duygularımız aynı, ikimizde de çocuk olmanın verdiği coşku var. Sonra meslek yaşamımda tanıklık ettiğim, hiç Türkçe bilmeyen bir öğrencimin arkadaşları tarafından nasıl da sevildiğini, sahiplenildiğini gördüğüm, birlikte yarı İngilizce yarı Türkçe oynadıkları oyunlarda attıkları kahkahalar, birbirlerinin dillerini öğrenme çabaları geliyor aklıma. Tüm bunları düşününce hepimiz her şeyden önce insanız diyorum, tüm duygular ortak, mutluluk, keder, acı, coşku herkes için aynı. Çocuk her yerde çocuk, insan her yerde insan. Peki, ne oluyor da önyargılar giriyor hayatımıza, farklılıklar üzerinden kuruluyor yaşamlar, benzerlikler unutuluyor. Geleceği şekillendiren anne babalar olarak sevgi ve hoşgörüyü nasıl kazandırabiliriz çocuklarımıza? Sevgili anne babalar, Gelişim dergisi ekibi olarak her zaman sizlere ışık tutmayı umut ettik. Bu sayımızda da “Yaşamın Zenginliği: Farklılıklar”, konusunu öncelikle ele alarak tüm bu soruların yanıtlarını ve daha fazlasını sizlerle birlikte düşünmek istedik. Ayrıca yine ilginizi çekeceğine inandığımız farklı konulara da yer vermeye çalıştık. Her zaman olduğu gibi dergimizle ilgili görüşlerinizi ve önerilerinizi gelisimdergisi@terakki.org.tr adresine iletebilirsiniz. Yeni bir yılın ilk günlerini geride bırakırken, sizlere yaşamınızdaki zenginlikleri fark edebileceğiniz, geleceğe umutla bakabileceğiniz, hoşgörü, barış içinde olacağınız nice sağlıklı, huzurlu, yaşam sevinci ile dolu günler dilerim. Sevgiyle Kalın.

Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman

01


Yazan: Psikolojik Danışman Filiz Torun

SIRLAR Arkasına sürülen sır sayesinde cam parçası aynaya dönüşür. Bir anlamda aynanın yansıtma yapmasını ve işlevini yerine getirmesini sağlayan arkasına sürülen sırdır. Öyleyse insana insani bir özellik veren, onu biricik, özgür ve zengin kılan da kendisine ait sırlardır. Sır, aynayı ayna, insanı da insan yapar. Peki, ama nasıl? 02


“Sır tutamaz gökler, Anlatırlar her şeyi tepelere, Tepeler meyve bahçelerine yetiştirir, ve onlar da nergislere…” - E. Dickinson

biraz bilinmeyen topraklarda yürümek gibi olsa da sırrın karanlık yönünü aydınlatacak, insan ruhsallığında ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

Son yıllarda giderek artan bir şekilde hemen her yerde sıkça gördüğümüz kelimelerden biri “sır”. Gazeteler sürekli bir sırrın açığa çıktığı haberlerini manşetlerine taşıyor, yayınevleri ise okuyucusuna önemli ve sanki kimsenin bilmediği sırlar vereceği müjdesini reklamlarına yansıtıyor. “İyi anne baba olmanın sırları”, “Başarılı olmanın sırları”, “Evrenin sırları”, “Tarihin sırları”, “Mutfak sırları” bu örneklerden sadece birkaçı. Kişisel sırlar ise aynı şekilde hayatımızda önemli bir yer edinir. Söz konusu olan bu kadar önemli bir kelime ise elbette kaçınılmaz olarak bazı sorular da gündeme gelir ve bu soruları sormak gerekir. Sır nedir? Neden sır tutarız? Neden sırrımızı bir başkasına veririz? Bir sırra sahip olmak ne anlama gelir? Peki ya hiç sır tutamamak nedir? Tüm bu sorulara bir yanıt aramak,

Sır kelimesi duyulur duyulmaz insanda bir merak duygusunun uyanmasına neden olur. Bu merakın sonunda saklı olan, gizli olan, yani sır olan açığa çıkarılmaya çalışılır. Sır doğası gereği hem saklı kalmak ister hem de ortaya çıkmak, açık olmak. Ona sahip olmak hem arzu uyandırır, hem de korkutur. Aynı şekilde sır karşısında yaşanılan duygular da değişkenlik gösterir. Bir sırra sahip olmak mutlu eder, özel hissettirir, paylaşılan kişilerle özel bağlar kurulmasına neden olur, yani yakınlaştırır. Öte yandan sır öfke, kızgınlık gibi duygulara da kapı açar. İşte sırrın tüm zorluğu da buradadır. İnsanı bir çelişki yumağı içinde bırakır. Sır sözlüklerde “Varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey” ve “Aklın erişemediği, açıklanamayan veya çözülemeyen şey, giz, gizem” olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca “Bazı nesnelere parlaklık verme, dış etkilerden koruma, sızmalarını önleme vb. amaçlarla sürülen, saydam veya donuk vernik” anlamına da gelmektedir. Örneğin bu nesnelerden birisi de aynadır. Arkasına sürülen sır sayesinde cam parçası aynaya dönüşür. Bir anlamda aynanın yansıtma yapmasını ve işlevini yerine getirmesini sağlayan arkasına sürülen sırdır. Öyleyse insana insani bir özellik veren, onu biricik, özgür ve zengin kılan da kendisine ait sırlardır. Sır, aynayı ayna, insanı da insan yapar. Peki, ama nasıl?

Bir Sırra Sahip Olmak İnsan yaşamı doğduğu andan itibaren tam bağımlı yaşamdan bağımsız bir yaşama doğru gelişen bir serüvendir. Başlangıçta çocuk kendisini annesinin bir devamı olarak algılar. Söz konusu olan anne ile bir bütün olma halidir. İlk olarak fiziksel ayrılık fark edilir. Çocuk kendi bedeninin annesinin bedeninden farklı olduğunu anlar. Bu nokta insanın gelişiminde hayati bir öneme sahiptir; çünkü insanın kendi içsel bütünlüğünü algılaması, ötekinden ayrı olduğunu, yani anneden ayrılmış olduğunu, annenin devamı olmadığını fark etmesiyle olur. Ancak küçük çocukta düşüncenin gelişimi tam oluşmadığından, çocuk hala kimlik olarak anne babanın devamıdır. Tam da bu nedenle anne babasının her şeyi bildiğini, duyduğunu ve gördüğünü zanneder. Bu bir süre böyle devam eder. Bireysel sırlara sahip olmak kişiyi başkalarından farklı olduğu düşüncesine götürür. (Ferbain aktaran Parman,). Düşüncenin oluşumundaki en temel süreçlerden biri çocuğun kendisinin bildiği ve ötekinin bilmediği şeylerin olduğunu fark etmesidir. Anneler çocuklarına onların tüm düşündüklerini bildiklerini ve okuyabildiklerini söylerler. Fakat ne zaman ki çocuk, kimi düşüncelerinin kendisine kalabildiğini, annesinin düşüncelerini bütünüyle denetleyemediğini görür, ilk sırların tohumu atılır. Çocuğun kendisine saklayabildiği düşünceleri, duyguları vardır artık. Bunları söylemek, ortaya koymak onun seçimidir. Üstelik ya-

03


lan da söyleyebilir. Böylece iç dünyasının başkaları tarafından doğrudan erişilebilir olmadığını, saydam olmadığını anlar (Parman, 2002). Bu sayede çocuk, hayır demeyi, reddetmeyi, düşüncelerini ve sırlarını istediği zaman kendisine saklamayı öğrenir. Böylece çocuğa ötekilerden ayrı ve farklı bir özne olduğunu fark etmenin yolu açılır. Üstelik her anne babanın istediği gibi özgüvenli ve bağımsız bir birey olmanın yolu… Bazen de bu süreç farklı yollara sapabilir. Bir sırra sahip olmak neredeyse imkânsız hale gelebilir. Parman, (2002) “Birey Olmanın Zorunluluğu Olarak Sır ve Patolojik Sırlar” adlı yazısında “sır yoksa birey de yoktur” der ve bu duruma en güzel örneğin George Orwell’in 1984 romanı olduğunu söyler. Bir başyapıt olan romanı kısaca hatırlayacak olursak, romanın kahramanı Smith, Gerçeklik Bakanlığı’nda çalışmaktadır. Her akşam yorgun bir şekilde eve dönerken “Abi (big brother) sizi görüyor” afişleri ile süslü sokakları kat eder. Smith eve vardığında, evin her odasında var olan ekranın karşısında bulur kendini. Bu ekran her şeyi görmekte ve duymaktadır. Düşünceleri bile kontrol etmektedir. Bu yeni ülkede tek suç düşünce suçudur. Evindeki ekranın görüş alanının dışında, unutulmuş bir girinti vardır. Burada oturduğunda ekran tarafından görülmemekte ve kendini rahat hissetmektedir ve düşünce polisinin gözünden kaçmış bir kitabı okumaktadır. Düşünülmemesi gerekeni düşünmüş, suç işlemiştir. Düşünce polisi er geç kendisini yakalayacaktır. Çünkü bu yeni ülkede amaç herkesin aynı şeyi aynı biçimde düşünmesi, kimsenin kimseden farklı olmamasıdır. Kendine ait düşüncelere sahip olmak ve bunları saklamak olanaksızdır. İzin verilenin dışında düşünülemeyecek, herkes aynı düşünecek ve giderek var olmak olanaksız hale gelecektir. Birey yok olacaktır. Tıpkı her düşüncesi, her hareketi kontrol edilmeye çalışılan, sürekli müdahale edilen, hiçbir zaman kendine ait bir mahremiyet alanı oluşturulmasına izin verilmeyen çocuklar gibi. İnsanı özgür kılan şey düşünmek ve konuşmaktır. Düşünmek, konuşmak en önemli insani özelliklerdir. Parman’a (2002) göre insanı konuşan bir robot olmaktan kurtaran, söyleyecekleri arasında bir seçim yapabilmesi, her şeyi söylememesi, bazı şeyleri kendisine saklamasıdır. Kişinin kendisinde var olan bilgilerden, düşüncelerden istediğini istediği kişiye söyleme özgürlüğüne sahip olması hayati bir önem taşır.

04

“Sırrı olmayan bir şeyin çekiciliği de yoktur.” - Anatole France


Konuşmak bir özgürlükse susmak da bir özgürlüktür. Aynı zamanda insanın mahremiyetidir. Konuşmak özgürlüktür ama aklına her gelenin söylenmesi özgürlük değildir. Aklına her geleni söylemek tekinsiz bir durumdur. Bizler de kendi yaşamlarımızdan az çok biliriz ki, her şeyi anlatan, konuşan insana güvenilmez. Dahası bir gariplik olduğu düşünülür. Oysa sır tutan kişi güvenilirdir. Sır tutabilmek kişiler arası ilişkiler için son derece önemlidir. Schiller, (2016) “En sıkı ve en samimi bağlar, bir sırrın vücuda getirdikleridir.” der. Bir sırra sahip olmak bağ kurmak demektir. Çünkü sır paylaşılır ve paylaşılan bu gizli bilgi etrafında insanları birleştirir.

“Sır” Engel Olduğunda… Sır bazen de engeldir. Hapseder bizi korkularımıza. Özgürlüğümüzü elimizden alır, bizi hareketsiz kılar. Utanç içinde bırakır hatta yalnızlaştırır. Sırrın ağırlığı taşınamayacak boyutta olduğunda ilerlemek, gelişmek, büyümek hep bir sorun olur. Öyleyse temel sorular şunlardır. Hangi sır yalnızlaştırır? Hangi sır insanı altından kalkamayacak bir yük altında bırakır? Sır ne zaman ve nasıl bir sorun haline gelir? Bir sırra sahip olan kişinin her şeyden önce sahip olduğu sır üzerinde bir kontrolü vardır. Bu sırrı istediğine, istediği zaman verir. Bilgiyi kullanabilmesiyle ilgili kişinin bir esnekliği ve bir özgürlüğü vardır. Esnekliğin ve kişinin sır üzerine bir kontrolünün olmadığı durumlarda sır kişide bir sıkışmışlık duygusu yaratır. Özellikle sahip olunan bir sırrı söylemenin kişinin kendisine veya başkalarına zarar vereceğinin düşünülmesi bu duruma örnek olabilir. Aynı şekilde aile sırları da kişiyi hareketsiz kılan ve kişinin tüm hayatını etkileyen sırlardır. Ağır gelir. İşte o zaman ruhsallıkta sanki bir çatlak oluşur ve sır bu çatlaktan sızar. Bir şekilde kendini açık eder. Sır bir şekilde dile gelmek ister. Sıklıkla bu sürece şöyle bir cümle eşlik eder: “ Sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme”. Bu durumda paylaşmak neredeyse bir gereklilik, bir ihtiyaç da olsa, sır söylendiği anda bir suçluluk duygusu yaratır. Bu duyguyla baş etmek için kişi bu ve benzeri cümleler kurar. Paylaşımdan dolayı ne kadar suçluluk hissedilse de, yine de bu durum sırrın getirdiği ağırlıktan çok daha katlanılabilir bir haldedir artık. Konuşulamayanı konuşur hale getirmek, düşünülemeyecek olanı düşünmek ve söze dökmek rahatlatır. Bazı sırlar vardır ki, kişiyi her şekilde bir imkânsı-

zın içine sürükler. Patolojik bir hal alır. Özellikle aile sırları söz konusu olduğunda, yeni kuşakların içinde bulunduğu durum gibi. Aile içindeki bazı kurallar bir sırrın varlığını işaret eder, ama sır bilinmez. Yeni kuşaklar kuralların varlığından dolayı saklanan bir sır olduğunu bilirler ama bu sırrın ne olduğunu bilmezler. Örneğin ailede bir konuda konuşmak yasak olduğunda durum böyledir. Yasağa uyulur ama neden yasak olduğu sorulmaz. Bu durumda sır ağırlığını artırır, hatta çok daha uzaklara, derinlere kök salar, adeta bir kara delik oluşturur. Yapılabilecek tek şey bazen imkansız gibi gelse de konuşmak, bu yükü paylaşabilecek birileri ile ele almak olacaktır.

Anne Baba Çocuk Arasında “Sır” Anne baba çocuk arasında sır olur mu? Bu özellikle anne babalar açısından cevaplaması zor bir sorudur. Çünkü sır tutmak öteki ile araya bir sınır, bir mesafe koymak demektir. Anne babaların çocukları hakkında her şeyi bilmemeyi kabul etmeleri çok zorlayıcı bir durumdur. Bu duruma çare olarak anne babaların denediği yollar vardır elbette. İlk olarak çocuklara anne babaların ama özellikle annelerin her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu söylenir. Fakat çocuk bilişsel olarak geliştikçe, yalan söylemeyi fark ettikçe, bu söylemin doğru olmadığını anlar. Anne babalar bu sefer ikinci bir yol denerler. Çocukları ile arkadaş olmayı. Çocukları ile arkadaş olduğunu söyleyen anne babaların sayısının gün geçtikçe arttığını biliyoruz. Arkadaş olduğunu söyleyerek anne babalar çocukları hakkında her şeyi bilmeye devam etmek isterler. Hâlbuki arkadaş olmak demek çocuğun anne baba dayanağından yoksun kalması demek, anne baba çocuk arasına hiç mesafe girmemesi, anne baba çocuk arasında mahremiyetin olmaması, tüm sınırların ortadan kalkması demek. Ama aynı zamanda çocuğun hiçbir zaman büyümemesi, kendisine ait bir dünyasının olmaması, özerk ve özgür bir birey olamaması demek. Bazı anne babalar bu yolları dener, yolların bir çıkışı olmadığını görür ve büyüdükçe çocuklarının kendilerinden bilişsel ve ruhsal olarak ayrılmaları gerektiğini kabul ederler. Çocuklarını destekler ve onlara büyümenin yolunu açarlar. Öte yandan çocuk kendine ait düşüncelerinin ve bu düşünceler üzerinde kontrolünü olmasının getirdiği hazzı yaşamıştır artık. Kendisine ait seçim yapabilme özgürlüğünü denemiştir. Şimdi

05


tıpkı bir oyun gibi bu durumu ele alacaktır. “Sır” aralarında bir oyun olacaktır. Şöyle ki, yakın arkadaşlara sır verilecek, sonra o sır bir başkasına da verilecek, bazen küsmelere bazen yakınlaşmalara neden olacaktır. Bu sır, yani çocuğa ait bu bilgi aslında sevilen bir oyun, oyuncak, birlikte yapılan bir etkinlik gibi çoğunlukla gündelik konulardır. Ancak çocuk hem kontrolü altında olan bir bilgiyi istediği gibi kullanabilme özgürlüğünü deneyimlemekte hem de bu bilginin insanları nasıl yakınlaştırdığı ve bazen de nasıl uzaklaştırdığını görmektedir. Yani kişiler arası ilişkilerle ilgili birçok önemli noktayı da böylece fark etmektedir. Ergenlikte ise durum çok daha hayati bir önem taşımaktadır. Ergen olmak kendine ait düşüncelerin, isteklerin, hayallerin olması ve bunlara sahip çıkılması demektir. Anne babadan farklılaşmak, birey olmak ve böylece kendine ait bir gelecek kurmak ergenin en önemli uğraş konularıdır. Mahremiyet ergenin en temel ihtiyacıdır. Ergen için sırdaş arkadaşlarıdır. Anne babaların, çocukları ergenlik dönemine geldiğinde en büyük korkuları şöyle dile gelmektedir: “Ya başına kötü bir şey gelirse ve benim haberim olmazsa, ya çok önemli bilgileri benden saklarsa ve zamanında yardımcı olamazsam, ya onu tehlikeli şeylere yönlendiren arkadaşları olursa?” Soruları artırmak mümkün. Cevap ise tek. O da anne babaların çocukları ile olan ilişkiye güvenmeleri, eğer bu ilişki sağlam bir zemine oturmuşsa korkmamaları gerektiğidir. Sınırları ihlal edilmeyen, anne babası ile iletişim içinde olabilen, büyümesine izin verilen ergenlerin zor süreçlerde, ihtiyaç duyduklarında gittikleri tek adresin anne babaları olduğunu söylemek gerekir. Anne babaların bu dönemde yapabilecekleri ergene ihtiyacı olduğu alanı açmaları, yalnız kalmak istediği zamanları ona tanımaları, destek istediğinde ise yanında olduklarını hissettirmeleri olacaktır. Bir konuya açıklık getirmek, üzerinde biraz daha durmak ve anlaşılır kılmak önemlidir. O da sınırları ihlal edilen, sürekli kontrol edilen, müdahale edilen çocukların bu durumla nasıl başa çıkacaklarıdır. Bazen anne babalar kendi kişisel ihtiyaçları nedeniyle farkında olmadan böyle bir durum içine girebilmektedirler. Bu durumda çocuğun gelişiminde iki senaryodan biri gündeme gelir. İlki, anne baba ile yüzde yüz uyumlu, onunla aynı düşünen, aynı şeyleri isteyen, aynı seçimleri yapan, anne babadan ayrı ve bağımsız bir birey olamayan yapıda bir çocuk. Diğeri ise kendisine

06

hiç alan bırakmayan anne baba karşısında, yalan söyleyerek kendisine bir alan açmaya çalışan çocuk. Yalan söylemek, çocuğun yalnızca kendisine ait bir alan açabilmesinin, kendi sınırlarını koruyabilmesinin yolu olacaktır. Bu yüzden bazı çocukların, bazı ergenlerin sırları çoktur. Ergenlik döneminde sıkça görülen durumlardan biri de ebeveynlerden birinin ergen tarafından sırdaş olarak seçilmesidir. Ergen kendisi ile ilgili sorun olabilecek bir bilgiyi örneğin annesine, söylediği bilginin aralarında kalması şartı ile sır olarak verilebilmektedir. Sırrın koşulu diğer ebeveynin yani bu durumda babanın bundan haberdar olmamasıdır. Anne baba ergen arasında paylaşımlar olabilir; ancak bunu sır diye adlandırmaya izin vermek sorunlu bir alana kapı açmak demektir. Sırra sahip ebeveyn tek başına sorumluluk almış olacaktır. Anne babaların önemli durumlarda birbirlerini işaret etmeleri, ergene ise önemli durumlarda birbirlerini haberdar edeceklerini söylemeleri hayati bir önem taşır. Çünkü böylece ergen dile getirmese de kendisini çok daha güvende hissedecektir. Çocuk için anne baba sırdaş değildir. Sırdaş, arkadaştır. Aynı şeyi tersten de söylemek gerekecektir. Anne baba için de çocuk sırdaş değildir. Anne babaların özellikle kendileri ve ilişkileri ile ilgili bilgileri çocukla paylaşması çocuk için ağır bir yük olacaktır. Anne babanın taşıyamayıp paylaştığı şeyi, çocuk hiç taşıyamayacaktır. Yine aynı şeyi tersten söylersek anne baba için de sırdaş arkadaştır. Çocuk değil.

Ve son söz… Sır kavramını tüm boyutları ile ele almaya çalışırken onun aynı zamanda öğrenilen bir kavram da olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Sır tutmayı, bazı bilgileri söylerken bazılarını da kendimize saklamayı, hangi konuların bizim mahremiyetimiz olduğunu önce anne babamızdan öğreniriz. Çocukluğumuzun bu iki önemli kahramanı bize birçok şeyi öğretir. En önemlisi de kendi duygularımıza, düşüncelerimize, hayallerimize ve geleceğimize nasıl sahip çıkacağımızı… Bunu da ancak yaşamda kalarak, kendi yaşamlarına sahip çıkarak yapabilirler. Bir de çocukları için, ünlü psikanalist Winnicott’un sözleriyle “Usluluğu değil, gerçek olmayı takdir ederek.”…


KAYNAKÇA • Abreyava, Elda. (2000). Aynadan Ötekine. Bağlam Yayınları. • Jeammet, P. (2012). Ergenlik- Anne Babalar ve Uzmanlar İçin Nirengi Noktaları. Bağlam Yayınları. • Parman, Talat. (2002). Psikanalizi Yazmak. Bağlam Yayınları. • Püsküllüoğlu, A. (2012). Türkçe Sözlük. Arkadaş Yayınları. • Winnicott, D.W. (2002). Oyun ve Gerçeklik. Metis Yayınları. • Internet Alıntısı. http://www.pekguzelsozler. com/sir-ile-ilgili-sozler

“Fısıldanan sözler, çok kere yüksek sesle söylenenlerden daha uzağa giderler.” - Atasözü

07


Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Asude Işık Tunca Psikolojik Danışman Belkıs Eltaş

KENDİN İÇİN “BİR” SAAT Aslında bilinmektedir ki çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza sunduğumuz oyuncaklar, faaliyetler, katılmasını sağladığımız etkinlikler hayatını zenginleştirmek ve öğrenme sürecini keyifli hale getirmek içindir. Ancak hobiye dönüşebilmesi belki de biraz daha bilinçliliği gerektirmektedir. 08


Büyük şehrin koşturmacası içinde, ev ve işyerimizdeki sorumluluklarımız arasında bazen boğulduğumuzu hissedebiliriz. Hayatın bize yüklediği rollerimizle ilgili sorumluluklarımızı yerine getirirken kendimiz için ne yaptığımızı durup düşünmeye fırsatımız bile olmaz. Hobiler tam da bu noktada imdadımıza yetişir, bize ilaç gibi gelir. Hobi; yapılması zorunlu olmayan, kişiye keyif veren, kişinin eğlenceli anlar geçirmesini sağlayan her türlü aktiviteye verilen genel bir isimdir. Hobinin en önemli özelliği yetiştirmek için zaman kısıtlaması olmaması, ne bir yarış ne de rekabet içermemesidir. Hobiler severek, isteyerek seçtiğimiz ve zaman ayırdığımız aktiviteler olduğu için duygusal dünyamızı rahatlatır. Kendimiz için bir şeyler yapma duygusu öz değerimizi arttırır. Hobiler ile uğraşırken o anda kalıp geçen zamandan keyif aldığımızdan yaşam doyumumuz artar. Kendimizle ilgili o güne dek fark etmediğimiz bir özelliği fark edebiliriz. Örneğin; hiç resim yapmamış biri benim yeteneğim yok diyebilir. Bu alana yöneldikçe, emek ve dikkatini verdikçe yapabildiğini görür ve kendini yeniden keşfetmeye başlar. Hobiler; kendimiz için bir şeyler yapmamızın verdiği haz ile öz değerimizin artmasına, bunun sonucunda da hem aile hem iş yaşantımızdaki ilişkilerimize olumlu yansımalara yardımcı olur.

Hobi Sahibi Olmanın Yaşama Katkısı Farklı hobiler, farklı zenginlikler sunar insan yaşamına. Fotoğrafçılık, takı tasarımı, pastacılık, resim gibi sanatsal hobilerle uğraşan kişiler ortaya somut ürünler çıkarmanın doyumunu yaşar. Sportif ve harekete dayalı hobiler (dağcılık, bisiklete binme, oriyantrik vb.) beyinde endorfin adı verilen hormonun salgılanmasını sağlar. Bu hormon rahatlık, huzur ve keyif ile doğrudan ilintilidir. Spora ve harekete dayalı hobiler vücut gerginliğini azalttığı için kişiyi stresten uzaklaştırır. Bu hobilerin bir diğer avantajı da uykuyu düzenlemeye yardımcı olmalarıdır. Zihin hobileri, aklımızı, mantığımızı, stratejik dü-

şünme becerilerimizi kullandığımız aktivitelere verilen isimdir. Mesela satranç oynamak, dama oynamak, su doku çözmek, bulmaca çözmek, yapboz yapmak, matematik ile ilgili problemlerle uğraşmak hem zihnimizi meşgul eder hem de rahatlatır. Bilinçli ve kararlı bir biçimde hobi edinmeye başlama döneminin genellikle yetişkinliğe geçiş sürecinde hatta çoğunlukla yetişkinlikte olduğu dikkati çekmektedir. Kişiler ilgi alanlarını keşfederek değişen ve gelişen dünyayı daha aktif takip etmeye başladıklarında farkındalıkları gelişmekte ve seçimleri daha gerçekçi olabilmektedir. Ergenlerle boş zamanların değerlendirilmesi üzerine yapılan bir araştırma sonucunda, ergenlerin üçte biri gibi önemli bir kısmının boş zaman kavramını “gereksiz zaman” ya da “boş boş oturmak” olarak algıladıkları görülmektedir. Yine aynı araş-

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Geropsikiyatri Bilim Dalı Öğretim Üyesi Psikolog Karay (1998), sanayi toplumu olunması ile kişilerin, yaşantılarının boş ve sıkıcı olmasından yakındıklarına değinmiştir. Başarılı fakat tekdüze günlük yaşantının derin bir hoşnutsuzluk duygusunu da beraberinde getirdiğini ifade eden Dr. Karay, “Yaşam süresince birtakım sorunlarla karşılaşmak kaçınılmaz. Ancak herkesin içinde birtakım ruhsal güçler var ve bunlar geliştirilirse kişi daha zengin, ilgi çekici ve mutlu bir hayata kavuşabilir. Hobiler de bu güçlere ulaşmayı sağlıyor. Yapmamız gereken şey, yaşamın genel koşullarını benimseyip bu yaşayışı kendi iç güçlerimizle doldurup geliştirmektir. Bu bize bir iç huzur sağlar, kendimize olan değeri ve güveni geliştirir. Böylece problemlerle daha kolay baş edebiliriz. Gizli derinliklerimizi keşfeder, güzelliklerden etkilenme, bunlara tepki gösterme ile yaratma gücümüzü ortaya çıkarabiliriz. Böylece “Hayatın bana vereceği bir şey var mı, hayatım yaşanmaya değer mi?' sorularına cevap bularak yaşamı zenginleştiririz.” vurgusu yapar.

09


tırmada bireyin boş zaman etkinliklerini değerlendirme ile ilgili tutum ve davranışlarının ailesinden edindiği alışkanlıkların izlerini taşıdığı görüşü vurgulanmaktadır. Ancak ne çelişkidir ki günümüzde ebeveynler, daha 3-4 yaşlarından itibaren çocuklarını piyanodan yüzmeye, baleden patene sayısız kurslara bıkmadan usanmadan getirip götürmeye başlamaktadırlar. Hatta çocuklarının isteksiz olmaları ya da bu kursları reddetmeleri durumunda sanat, spor vb. farklı hobilerin gelecek yaşantılarında onlar için ne kadar önem teşkil edeceğini içeren nasihatler verebilmektedirler. Tüm konularda olduğu gibi çocuklarımızın söylediklerimizi değil yaptıklarımızı model aldıkları unutulmamalıdır. Şunu biliyoruz ki çocuklar istemedikleri hiçbir şeyi yapmazlar. Bu nedenle gelişimlerine katkıda bulunacağını düşündüğümüz etkinlikleri dayatmak yerine merak uyandırarak farkındalıklarını sağlamak hobi edinmelerine yardımcı olabilecektir. “Kentsel Alanda Çocuklara Doğa Bilinci Kazandır-

mada Oyun Mekanı Tasarımının Rolü” konulu bir araştırmada “Ekolojik Benlik” kavramından bahsedilmekte, “Ekolojik benlik, oyun ve mekan yoluyla edinilecek deneyimle bilince taşınacak; sonuçta doğa koruma kendiliğinden gerçekleşerek bilinç dışı hale gelecektir. İçselleştirilen doğa koruma bilgisi, alt beyin yoluyla nesillere aktarılarak 2-3 kuşakta yerleşebilecektir.” bilgisi paylaşılmakta ve bu bağlamda özellikle ilkokul döneminde itici güç olan merak duygusu uyandırmanın hobi gruplarıyla oluşturulabileceği vurgulanmaktadır. (Çukur, Özgüner, 2008) Aslında bilinmektedir ki çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza sunduğumuz oyuncaklar, faaliyetler, katılmasını sağladığımız etkinlikler hayatını zenginleştirmek ve öğrenme sürecini keyifli hale getirmek içindir. Ancak hobiye dönüşebilmesi belki de biraz daha bilinçliliği gerektirmektedir.

Hobilerle İlgili Araştırma Bulguları Temel projesi mutluluğu araştırmak olan Amerikan Psikoloji Derneği başkanı Seligman, 2002 yılında yayımladığı " Gerçek Mutluluk" adlı eserinde mutluluğun; haz (mutluluğun güler yüzlü parçası), bağlılık (kişinin ailesi, işi, duygusal ilişkileri ve hobilerine olan ilgisi) ve anlam (daha kapsamlı bir amaca ulaşmak için kişisel güçlerden yararlanma) olmak üzere üç farklı bileşenden oluştuğunu ileri sürmektedir. Mutluluk kavramı tanımlanırken hobilerin bağlılık bileşeninde değerlendirilmesi dikkati çekmektedir. (Şeker, 2011) Tükenmişlik sendromu ile ilgili araştırmalar yapan “Maslach ve Jackson (1986) tükenmişliği duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarıda düşmeden oluşan, “Üç bileşenli bir psikolojik sendrom.” şeklinde ifade etmişlerdir. Tükenmişlik öncelikle bireyin duygusal kaynaklarını tüketmesi ile ortaya çıkmakta ve kişinin duygusal anlamda tükenmesi ile sonuçlanmaktadır.” bulgusuna ulaşmışlardır. Çözüm için önerdikleri bireysel düzeyde tükenmişlikle başa çıkma yollarından birinin de hobi edinmek olduğunu vurgulamışlardır. (Ardıç, Polatçı, 2008) Selçuk Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü “Meslek ve Hobi Edindirme Kursuna Katılan ve Katılmayan Kadınların Ruh Sağlığı Durumlarının Karşılaştırılması” konulu tez çalışmasında Dığrak (2014), meslek ve hobi edindirme kursuna katılmanın ruh sağlığına olumlu etkisi olduğu, ruh sağlığı sorunlarıyla ilgili belirti görülme durumunu azaltan oldukça önemli bir belirleyici olduğu sonucuna varmıştır. Yürütülen bir araştırmada araştırmacılar, hobi sahibi olmanın bunama başlangıcını geciktireceğini tespit etmişlerdir. Araştırmada 70 ile 89 yaşlarında, hatırlama sorunu yaşayan yaklaşık 200 kişi, bu sorunu yaşamayan bir grupla karşılaştırılmıştır. Katılımcılara son bir yıl içinde günlük faaliyetleri ve 50 ile 65 yaş arasında zihinsel olarak ne kadar aktif oldukları hakkında sorular sorulmuş, orta yaşta okuyan, oyun oynayan veya dikiş diken, örgü ören kişilerin hafıza kaybı riskinin yüzde 40 oranında azaldığı belirlenmiştir.

10


İş Dünyasının Hobilere Bakışı Son yıllarda işe alım mülakatlarında sorulan klasik sorularda hobilerin de yer aldığını görüyoruz. Kişinin karakterini, hayatta bakış açısını gösterdiği, iş ya da okul yaşamı dışında farklı alanlarda kendini geliştirme isteklerinin ve iletişim becerilerinin göstergesi olarak düşünülüyor. Hatta hobilerin işe alınacak pozisyona uygun olup olunmadığını bile gösterdiği savunuluyor. Geçmişte boş zaman etkinlikleri olarak bakılan ama günümüzde planlanarak zaman ayrılan hobilere birçok şirketin çalışanları için önemli bütçeler ayırdığını da görmekteyiz. Şirketler, çalışanlarının hayat dengelerini kurabilmeleri için çalışmak kadar boş zamanlarını da yaratıcı bir şekilde değerlendirmekle mümkün olduğu bilincine varmışlardır. (Aksoy, 2012). Hobilerin, çalışanlar arasında kaynaşmayı arttırdığı, planlı olma, stratejik düşünme ve yaratıcılık alanlarını geliştirdiği ve kuruma aidiyet duygusunu güçlendirdiği düşünülmektedir. Uzun süreli uğraşılara, hobilere sahip olan kişilerin zamanla daha araştırmacı olduğu, eğlenerek çalışma alışkanlığı kazandığı, etkili ve hızlı karar alma yeteneklerinin geliştiği de görülmüştür. İş dünyası eleman seçimi konusunda bu kadar hassasiyetini artırmışken bu sürecin eğitim hayatına entegre edilmesi de ülkemizde oldukça yaygınlaşmıştır. Özellikle üniversitelerde öğrencilerin değişik ilgi alanlarına hitap edecek kulüpleri kurmaları desteklenmekte, zengin kulüp seçenekleri göze çarpmaktadır. Yüksek öğrenim kurumlarında yer alan kulüp saatleri hayata hazırlanma aşamasında olan gençlerin kişisel gelişimlerini ve özgüven gelişimini desteklemektedir. Kampüs yaşamının ayrılmaz bir parçası olan öğrenci kulüpleri; bireysel yetenekleri geliştirmekte, takım halinde çalışabilmeyi sağlamakta, sosyal ve kültürel gereksinimleri karşılamaktadır. Günümüz kampüs hayatında öğrencilerin kendi yaratıcılıkları ile kurdukları ve çalışmalarını planladıkları çok farklı yaratıcı kulüplerin olduğunu görmekteyiz. Görülüyor ki, keyif alarak yürüttüğümüz hobilerimiz hayatımızın her alanına katkı sağlayarak bizi zenginleştirmekte, farklılaştırmakta ve mutlu kılmaktadır. Kendi ilgi alanımıza yönelik seçeceğimiz hobiler bize farklı ufuklar açacak ve yaşamımıza değişik anlamlar kazandıracaktır.

KAYNAKÇA • Aslan, N., Arslan Cansever, B. (2012). Ergenlerin Boş Zaman Değerlendirme Algısı. https://goo.gl/jqDzfR • Yücel Tüfekçioğlu, E. (2015). 3 Farklı Bölgedeki Çağrı Merkezi Çalışanlarında Genel Sağlık Durumu ve Tükenmişlik Düzeyi. https://goo.gl/mCq6UF • Arısoy, Ö. (2009). İnternet Bağımlılığı ve Tedavisi. https://goo.gl/vgDevy • Çukur, D., Özgüner, H. (2008). Kentsel Alanda Çocuklara Doğa Bilinci Kazandırmada Oyun Mekanı Tasarımının Rolü. https://goo.gl/Csd0DY • Şeker, M. (2009). Mutluluk Ekonomisi. https://goo.gl/w0Lu35 • Ardıç, K., Polatcı, S. (2008). Tükenmişlik Sendromu Akademisyenler Üzerinde Bir Uygulama. https://goo.gl/zeTMo7 • Dığrak. E. (2014). Meslek ve hobi edindirme kursuna katılan ve katılmayan kadınların ruh sağlığı durumlarının karşılaştırılması https://goo.gl/mbXWn2 • Özçelik, B. (t.y). https://goo.gl/HvuY1J

11


Yazan: Psikolog Meltem Erdinç Cingöz

YAŞAMIN ZENGİNLİĞİ:

FARKLILIKLAR Mutluluklarımızın, sevinçlerimizin, bizi endişelendiren, hatta bizi üzen bazı olayların sadece bizim başımıza gelmediğini, doğal olduğunu ve bizden farklı görünen insanların da aslında bizim gibi hissedebileceğini fark edebilmemiz, bu dünya üzerinde başkalarının da olduğunu anlamakla gerçekleşebilir.

12 20


Gökkuşağında kaç renk olduğunu bilir misiniz? İlk baktığınızda temel birkaç rengi görürsünüz ancak dikkat ettiğinizde temel renklerin arasındaki açıklı koyulu tonları ve zenginliği fark edersiniz. Gökkuşağını eşsiz kılan da işte bu zenginliktir; çeşitliliktir. Aslında her bir renk tek başına eşsiz ve özeldir. Ama yan yana geldiklerinde oluşturdukları manzara görülmeye değerdir.

de kendini ifade eden birini ancak o zaman anlayabiliriz. Biliriz ki o da bizim gibi bir insan. İşte o zaman herkesi sevebiliriz. Herkesin eşit olduğunu ve bizim neye hakkımız varsa, aynılarının başkalarının da hakkı olduğunu; onların da bizim ihtiyaç duyduklarımıza ihtiyaç duyduğunu anlarız. Tüm bunları yapabilmemiz için öncelikle ön yargılarımızdan arınmamız gereklidir.

Tıpkı gökkuşağındaki renkler gibi insanların her biri de eşsizdir. Dünyanın her yerinden, her yaştan, her renkten, her cinsiyetten farklı özelliklere sahip pek çok insanın bir araya geldiğinde ortaya çıkaracağı manzarayı düşünebiliyor musunuz? Daha da anlamlısı, kimsenin kimseyi farklı olduğu için eleştirmediği, olduğu gibi kabul ettiği, düşünceleri ve davranışları için yargılamadığı, cinsel yönelimi için dışlamadığı, kendisi gibi olmadığı için grup dışına itmediği, etiketlemediği, kısacası önyargılı davranmadığı, diğerini ötekileştirmediği bir dünya… Böyle bir dünyada sınıftaki erkek arkadaşları ile birlikte teneffüste futbol oynayan bir kız öğrenciye “kızlar futbol oynamaz” denmez, futbol oynamaktan hoşlanmayan bir erkek öğrenci oyun tercihi konusunda alaya alınmaz, kilosuyla ilgili kimseye yakıştırmalarda bulunulmaz, marka giyinmiyor diye hiçbir genç grup dışına itilmez.

Önyargı

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “Hepimiz özgür ve eşit doğarız. Hepimizin kendi düşünceleri ve ilkeleri vardır. Hepimize aynı biçimde davranılmalıdır. Birbirimizden ne kadar farklı olursak olalım, hepimiz bu haklara sahibiz. Hepimizin hoşuna giden fikirlere inanmaya, istediğimizi düşünmeye, düşündüklerimizi söylemeye hakkı vardır.” diyor. Aynı zamanda başkalarının hak ve özgürlüklerini korumamız, yaşam ve düşünme biçimine saygı göstermemiz gerektiğini söylüyor. Mutluluklarımızın, sevinçlerimizin, bizi endişelendiren, hatta bizi üzen bazı olayların sadece bizim başımıza gelmediğini, doğal olduğunu ve bizden farklı görünen insanların da aslında bizim gibi hissedebileceğini fark edebilmemiz, bu dünya üzerinde başkalarının da olduğunu anlamakla gerçekleşebilir. Bunun için de çevremizdeki ve kitaplardaki hayatlar üzerinde düşünmemiz, kendimizi başkalarının yerine koymayı öğrenebilmemiz şarttır. Başka dilde konuşan, başka dinden olan, başka türlü düşünen, bizimkinden farklı bir ailesi olan ya da bizim hiç anlamadığımız bir dil-

Farklılıkları hayatımıza katılmış bir renk olarak görmemizi engelleyen en temel unsur, önyargılarımızdır. Tarih boyunca insanların pek çok konuda önyargıları olmuştur. Peki, önyargılar ne şekilde oluşuyor ve ayrımcı bir bakış açısı geliştirmemize nasıl neden oluyor? İnsanlar, dünyayı anlayabilmek için öngörülerde bulunma ihtiyacı duyarlar. Bu nedenle, her yeni uyaranı ayrı ayrı değil de bir sınıflandırma çerçevesinde değerlendirirler. Sosyal dünyayı algılamamızı ve yorumlamamızı etkileyen sosyal sınıflandırma, kalıp yargıların ve önyargıların oluşumunda temel bir bilişsel süreç olarak ortaya çıkar. İnsanlar, diğer insanlarla ilgili bilgileri ayırt etmek veya gruplamak için ırk, cinsiyet, dini inanç, etnik köken gibi fiziksel ve sosyal ayırt ediciler kullanırlar. Bu aşamadan sonra çoğu zaman önyargıların oluşumu kaçınılmazdır. Önyargılı kişilik yapısının oluşmasına ve yaygınlaşmasına neden olan, buna uygun sosyal ve politik iklimlerdir. Sosyal Psikolog Allport’a göre (1954) önyargılı kişiler, insan gruplarını katı bir tutum içinde algılamaya eğilimlidir; grupları oluşturan bireylerin özelliklerini çift kutuplu ve hoşgörüsüz olarak değişime karşı duran bir tavırla değerlendirirler. Dünyada her şey siyah ya da beyaz, iyi ya da kötüdür. “Latinler tutkulu’”, “eşcinseller neşeli”, “kadınlar duygusal”, “erkekler katı”, “İtalyanlar yakışıklı”, “Çingeneler eğlenceli”dir. Önyargılı değerlendirmeler, sınıflandırmalar, kalıp yargılar, bireylerin kişisel özelliklerini göz ardı eder. Bilişsel nitelikli kişilik özelliklerini araştıran sosyal ve kişilik psikologlarına göre otoriterlik, katılık, belirsizliğe tolerans gösterememe gibi özellikler genellikle önyargıyla birlikte kişilik özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Kalıp yargı, önyargı ve ayrımcılığın, kolayca üretilebileceği deneysel olarak gösterilmiştir. 1970

yılında ABD’de ilkokul 3. sınıf öğrencileri ile sınıf öğretmeni Jane Elliot tarafından bir araştırma gerçekleştirilmiştir. İlkokul öğretmeni Jane Elliot, bir gün sınıfa gelip öğrencilerini göz renkleri üzerinden iki gruba ayırır: Mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler. Mavi gözlülere bazı ayrıcalıklar tanır: Daha fazla öğle yemeği yiyebilme, daha uzun teneffüsler, öğle yemeğine daha önce gidebilme vb. “Çünkü, mavi gözlü insanlar kahverengi gözlülerden daha iyi, daha üstün, daha akıllıdırlar. Benim de diğer zeki insanlar gibi mavi gözlerim var. Kahverengi gözlüler, daha “akıllı” olan mavi gözlülerden kolayca ayırt edilebilsinler diye daha geniş yakalar takacaklar ve sınıfın en arka sıralarında oturacaklardır.” der. Elliot mavi gözlülerin daha akıllı, diğerlerinin daha unutkan ve tembel oldukları yönündeki cümleleri sık sık tekrarlar. Dakikalar içinde, mavi gözlüler kahverengi gözlülere aşağılayıcı sıfatlar takmaya, alay etmeye, onlar aptalmış gibi davranmaya başlarlar. Kurallara uymadıklarını düşündüklerinde kahverengi gözlüleri cezalandırmak için çok hevesli olurlar.

13 21


Bir alışveriş merkezinin otoparkında arabalarını park etmek için yer arayan bir anne ve oğlu. Çocuk, bir arabalık yer gördüğünü söyleyerek annesine işaret ediyor. Annenin cevabı: “Oraya park edemeyiz, orası engelliler için ayrılmış park yeri.” Çocuk yan taraftaki park yerini göstererek soruyor: “Yanındakinde de aynı işaret var ama oraya biraz önce birisi park etmiş. Neden?”

Cinsiyete Dayalı Farklılıklar: Kız-Kadın ya da Oğlan-Erkek Olmak

Deneyin ikinci gününde, Elliot sınıfa gelip, önceki gün yanlış yapmış olduğunu, aslında kahverengi gözlülerin mavi gözlülerden daha akılı ve üstün olduklarını söyler ve ayrıcalıkları bu sefer kahverengi gözlülere verir. Geniş yakaları da bu sefer mavi gözlüler takmak zorundadır. Yine dakikalar içinde bu sefer “üstün” olan kahverengi gözlüler mavi gözlülere aynı aşağılayıcı- ayrımcı muameleleri yapmaya başlarlar. Farklılığa vurgu yaparak öğrencileri sınıflara ayıran otorite figüründeki bir yetişkin olduğunda, bu durumun çocuklar tarafından hızlıca içselleştiğini görürüz. Bu deney bize, göz rengi gibi uydurma bir değişken üzerinden bile insanların kategorize edilerek iç ve dış grupların oluşturulabildiğini ve çok ciddi derecede önyargı ve ayrımcılığın üretilebildiğini göstermektedir. Herkes tarafından doğru olduğu söylenen bilgi, bazen en tehlikeli bilgidir. Önyargılar yargı değildir, kanılar ise kanıt sayılmaz.

14

Zihnimizde belirli gruplar ya da insanlar hakkında hemen uyanan resimlere, imgelere kalıp yargı denildiğinden kalıp yargıların ise o grupla ilgili genellemeler içerdiğinden bahsetmiştik. Cinsiyet söz konusu olduğunda önümüze çıkan kalıp yargı ise, “Erkek güçlüdür ama kadın duygusal ve fedakârdır.” şeklinde olabilir. Bu düşüncenin sonucu olarak, iki cinsiyetin uğraşlarının ve tutumlarının birbirinden farklı olacağına ilişkin bir kanaat oluşur. Otobüs, okul servisi veya taksi kullanan bir kadın gördüğümüzde şaşırmamız veya çalışmayan bir erkek ile evin geçimini üstlenen bir kadının evliliğini yadırgamamız da bu yüzdendir. Kadınlarla erkeklerin birbirlerinden farklı oldukları, farklı eğilimlerinin, beklentilerinin, yeteneklerinin olduğu fikri kabul edilebilir bir gerçektir. Ama bu farklılığın somut, maddi, gerçek sonuçları olduğunda ve bu sonuçlar bir cinsiyet açısından hayatı zorlaştırdığında, o zaman, farklılığın ayrımcılığa ve eşitsizliğe neden olduğunu görürüz.

Gerçek Engel Nedir? Engelli bireylerin yapamadığını düşündüğümüz birçok şeyi yapamamalarının nedeni, engellerinden kaynaklanan yetersizliklerden değil, toplum tarafından önlerine koyulan engellerdir.

İlkokul 2. sınıfta geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalye kullanan bir kişi yaşadığı zorluğu şöyle anlatıyor: “İşimden kalan zamanlarda sinemaya, tiyatroya, sergiye, konsere ve parka gidiyorum; arkadaşlarımla buluşuyorum. Yolculuklarımda kaldırımdan değil de yoldan gitmeyi tercih ediyorum. Kaldırıma çıkabilsem bile, çoğu kaldırımın orta yerinde elektrik direkleri, otobüs durakları, reklam panoları, park etmiş otomobiller ve düşenin canına okuyacak boşluklar oluyor. Tekerlekli sandalye kullananlar bir yana hiç kimse için kullanışlı değil kaldırımlar.” Görüyoruz ki çözüm bulmak yeterli olmuyor. Yapılan düzenlemelere ve bulunan çözümlere herkesin aynı duyarlılıkla uyması gerekiyor. Tıpkı engellilerin hak ve özgürlüklerini garanti altına alan Engelli Hakları Sözleşmesi’nde belirtildiği gibi: “Engelli bireylerin bağımsız yaşayabilmeleri, yaşamın tüm alanlarına tam ve etkin katılımı sağlamak ve engelli bireylerin, engelli olmayan bireylerle eşit koşullarda fiziki çevreye, ulaşıma, bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dâhil olacak şekilde bilgi ve iletişim olanaklarına, hem kırsal hem de kentsel alanlarda halka açık diğer tesislere ve hizmetlere evrensel tasarım ilkesiyle erişiminin sağlanması esastır.” Yapılması gereken, bu esaslara uygun olanakları sağlamak ve sağlanan olanaklara saygı göstererek engellilerin haklarını korumaktır. İşitme engelli bir kız çocuğu annesinin ifadeleri, her bakımdan farklı yetişen, gelişen bireylere karşı toplumun tepkilerini şöyle özetliyor: “Özel bakım gerektiren bir çocukla parka girdiğinizde, öbür anne babalar sizi görmezden gelirler. Yanınıza gelmek ve çocuklarının çocuğunuzla birlikte oynamasını önermek hiç akıllarından geçmez. Nasıl bir duygu içinde olduklarını biliyorum çünkü kızım doğana kadar ben de o annelerden biriydim.” Gerekli olan, biraz daha anlayış, biraz daha empati, biraz daha hoşgörü, kısacası biraz daha saygı…Unutmayın; ne gördüğünüz, nerede durduğunuza bağlıdır.


Hoşgörü İçerdiği kavramlar (anlayışlı olmak, ayıpları kapatmak, alay etmemek, affedici olmak, lakap takmamak, tahammül etmek, uyumlu olmak, kusurları görmemek, değer vermek) bakımından çok zengin bir sözcük olan hoşgörü, karşımızdaki insanın görüşleri, duyguları bizimle uyuşmadığında, hatta çatışabildiğinde sabır ve anlayış göstermektir. Hoşgörü karşılıklı ya da zorunlu yapılacak bir tutum olmak yerine isteyerek yapılan ve karşılıklı olmayan, her durumda gösterilecek bir değer olarak çocuklara öğretilmelidir. İlkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin hoşgörü algısını ve gelişimini anlamak amacıyla yapılan bir araştırma sonucunda, öğrencilerin hoşgörüyü daha çok “yardımlaşma”, “affetmek”, “sevgi” ve “iyi davranmak” olarak algıladıkları, çok az öğrencinin “farklılıklara saygı” olarak algıladığı görülmüştür. Araştırmanın diğer önemli bir sonucu ise, öğrencilerin hoşgörüyü, ailesinden, öğretmeninden, arkadaşlarından ve ders kitaplarından öğrendiğini söylemesidir. Bu durum öğrencilerin çevrelerindeki bireylerin hoşgörüye ilişkin algı, tutum ve davranışlarından etkilendiklerini göstermektedir. Araştırmaya katılan öğretmenler, aile, sosyal

çevre ve medyada farklılıkların dışlanmasına ilişkin olumsuz örneklerin görülmesinin öğrencilerin hoşgörü algısının gelişimini olumsuz etkilediğini söylemişlerdir. Araştırmaya katılan öğrencilerin sosyo- ekonomik düzeyi düşük arkadaşlarını kabul etmemesi ve farklı şive ile konuşan arkadaşları ile dalga geçmesi, çevreden öğrenilen olumsuz hoşgörü örnekleri olarak tespit edilmiştir. Yetiştiği ortamda ailenin çocuk haklarına ilişkin tutumu, içinde yaşadığı kültürün farklılıklara bakış açısı, çocuğun hoşgörü algısını etkilemektedir. UNESCO’ya göre öğrencilerin saygı duyması için öncelikle hakları ve özgürlükleri öğrenmeleri gerekir. Eğitim politikaları ve programlarının öğrencilerde farklı grup ve bireyleri anlama, birliktelik, dayanışma ve hoşgörünün gelişimine katkı sağlayacak nitelikte olması önemlidir. Ayrıca, öğrencilerin dışlanma ve korku gibi etkilere karşı koyabilmesi için özgür karar verme, eleştirel düşünme ve ahlaki sorgulama yeterliklerinin geliştirilmesi, insan hakları, hoşgörü ve barış eğitimi için eğitim ve araştırma programlarının desteklenmesi gerekmektedir. Öğrencilerin farklı kültürleri benimseyen ve sorumluluk hisseden, özgürlüğü onaylayan, insan haklarına saygı duyan vatandaşlar olarak yetiştirilmesi, ailenin, toplumun, okulların ortak görevi olmalıdır.

Son Söz Çocuklarımızın, etraflarındaki farklı insanlar ve fikirlerle büyümelerine yardımcı olmak, anne baba olarak hepimizin sorumluluğundadır. Çocuklarımızı büyütürken bunlara önem gösterirsek bütün dünyadaki insanların büyük bir aile gibi kardeşlik ve barış içinde yaşamalarını sağlamış oluruz. Bu nedenle de çocuklarımıza birbirlerinden farklı özelliklere sahip çocukların aralarında sıcak bir dostluğun gelişmemesi için hiçbir engel olmadığını, rengi, görünümü, özellikleri nedeniyle dışlanan insanlarla empati kurmayı öğretmeliyiz. Çocuklarımıza farklı coğrafyalarda ve kültürlerde yaşayan başka insanların ve hayatların olduğunu anlatmalı ve farkındalıklarını geliştirmeliyiz. Sosyal değerler yelpazesinde eşitlik, eşdeğerlilik, dayanışma, adalet, barış gibi değerlerin ön plana çıkarılmasını sağlamalıyız. Ortak insanlık zeminini, her tür alt kimliğin üzerine güçlü bir şekilde yerleştirmeliyiz. Ayrımcılık, dışlama ve önyargı ancak böyle engellenebilir.

KAYNAKÇA • Çayır, K. ve Ceyhan, M., A. (2012). Ayrımcılık- Çok Boyutlu Yaklaşımlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. • Çayır, K., Soran, M., Ergün, M. (2015). Engellilik ve Ayrımcılık- Eğitimciler İçin Temel Metinler ve Örnek Dersler, İstanbul Karekök Yayınları. • Dökmen, Ü. (2015). Menderes- Irmağın Gölgesi, İstanbul Remzi Kitabevi. • Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2016; 12(1): 454- 473. • İnternet Alıntısı, Ekim 2016. https://www. researchgate.net/ • Solomon, A. (2014). Armut Dibine Düşmeyince, İstanbul Yapı Kredi Yayınları. • Soran, M., Şensoy, Ö., Ergün, M. (2015). Engelliliğe ve Cinsiyete Dayalı Ayrımcılıkİlk ve Ortaöğretim Kurumları İçin Örnek Ders Uygulamaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. • Resimlerle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi- Herkes Özgür Doğar, Uluslararası Af Örgütü, İstanbul Mandolin Yayınları, (2008).

15


RÖPORTAJ: Prof. Dr. MEHMET ZİHNİ SUNGUR

KAYGI VE

GÖRÜNÜMLERİ Kaygı İnsan olmanın en güzel yanı hissedebilmektir belki de. Güzel bir çiçeğin kokusunu duyabilmek, bir bebeğin neşesine eşlik edebilmek, masmavi gökyüzünün altında mutluluk dolu hayaller kurabilmek. Bir şiirde ağlamak, başkasının acısına isyan edip haykırabilmek, geleceğe dair umutla bakabilmek bazen de endişe duyup kaygılanmak.

Hazırlayanlar: Uzman Psikolojik Danışman Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban 16

Kimi zaman bu duygular bizi ayakta tutup yaşam arzumuza eşlik ederken kimi zaman da yaşamla aramıza bir duvar oluşturabilir. Peki, bu duvar nasıl oluşur? Duygular mıdır buna neden olan yoksa onlara yüklediğimiz anlamlar mıdır? Kaygı gibi genellikle negatif anlamlar yüklenen bir duygu bu noktada nasıl ele alınmalıdır? Kaygı ve kaygı bozukluğu arasındaki farklılıklar nelerdir? Yaşamda kalabilmek için bir miktar kaygı gerekliyken, kaygı hangi durumlarda yaşamımıza gölge düşürür? Tüm bu soruların yanıtlarını ve fazlasını sizler için psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur ile konuştuk. Sayın Sungur, zihinlerimize yepyeni tohumlar ekerken, engin bilgisi ve şairane anlatımıyla kaygı ve görünümlerini detayları ile aktardı. Başvuru kaynağınız olabilecek, keyifle okuyacağınızı düşündüğümüz bir röportaj olması dileğiyle…


Endişe ya da Kaygı Nedir? "Aşk her yerde" diye bir film vardır bilir misiniz? Ben de diyorum ki “endişe ve kaygı her yerde". Bir an için ormanda yaşayan birinin şehre indiğini düşünelim. Ormanda yaşarken tek derdi günlük yaşamını devam ettirmek için temel gereksinimlerini sağlayabilmekken şehre gelmesi ile birlikte sokaktaki adamla karşılaşıyor ve şu soruyu soruyor “Neler seni endişelendiriyor?” Sokaktaki adam da diyor ki “Finansal meseleler, ilişkiler, sağlık ve terör beni endişelendirir.” Ormandaki adam “Çok endişe kaynağınız varmış.” diyor. Sonra belki hekimler gibi meslek sahibi olanların hatta psikiyatrların az endişeleri olacağını düşünerek onlara gidiyor. “Sizi en çok neler endişelendirir diye soruyor?” Onlar da “En çok finansal konular, ilişkiler, sağlık, emniyet bizi endişelendirir.” diyorlar. Onun üzerine adam bu şehirde yaşamanın en önemli kuralının endişe olduğunu anlıyor ve herkes endişelendiğine göre endişenin bir amacı ve anlamı olmalı diye düşünüyor. “O zaman bana endişeyi öğretin ki ben de endişe duyayım; çünkü belli ki endişe burada yaşamak için gerekli görünüyor.” diyor. Nasıl öğretirsiniz insanlara endişelenmeyi? Biz burada elbette insanlara endişelenmeyi öğretmeyeceğiz; ama endişeyi başlatan, sürdüren ve devam ettiren ve dolayısıyla insanları endişeli yapan şeyleri konuşmaya çalışacağız. Endişeyi ben kaygıdan biraz ayrı tutuyorum. Kaygı, tanımı itibari ile geçmişle ilgili olamaz hep gelecekle ilgilidir. Bu gelecek bir dakika sonrası olabilir, bir saat sonrası olabilir, bir gün sonrası olabilir; toplumsal bir kaygı ise bir asır sonrası bile olabilir. Kaygıdaki temel mesele geleceğe yönelik bir tehdit ve tehlike algısıdır. Onun için tüm kadim felsefeler bize “Anda kalın, anda yaşayın.” diyorlar. Diğer taraftan zaten herkes anda yaşar; ama herkes anda kalamaz. Bunun nedeni düşüncelerinizin sizi ya geçmişe ya da geleceğe götürmesidir. Geçmişe takılıp yakındığınızda depresyona girersiniz. Geleceğe gidip ileride şu tehlikeler var, önlem alayım, dediğiniz zaman da kaygılanırsınız. Böyle baktığımızda aslında kaygının tehdit ve tehlike algısı ile ilgili olduğunu, evrimsel olarak var olduğunu ve bir tehditten korunma ihtiyacına dayandığını görürüz. Endişe ise "Ancak endişelenirsem tehdit etkenini erken görür ve önlem alırım." şeklinde bir düşünce sonucunda ortaya çıkan ve kaygıyla karşı karşıya gelmeyi önlemek ya da ertelemek amacıyla devreye sokulur.

Kaygının İşlevsel Bir Yanı Olduğunu Söyleyebilir miyiz? Aslında insan türü, doğadaki birçok canlıya göre fiziksel olarak çok daha güçsüzdür. Biliyorsunuz insanın ayağa kalkması, yürümesi için bazen 1516 ay gibi bir zaman geçmesi gerekir. Doğada ayaklarının üzerinde durabilmek için bu kadar uzun zamana ihtiyaç duyan başka bir canlı yoktur. Demek ki insan, aslında fiziksel olarak daha az güçlü olmasına rağmen dünyanın efendisi olmuştur. Peki, onu güçlü yapan ve türünün günümüze kadar gelmesini sağlayan nedir? İşte bu etkenlerden biri onun kaygı/endişedir. Çünkü biz bir takım olumsuz yaşantıların olabilme riski üzerinden düşünerek olabilecek olumsuzlara yönelik bir tedbir almak amacı ile endişe duyarız.

17


18


Eğer kaygılanmazsanız kolayca yem olabilirsiniz. İlk insanı düşünün ormanda ilerlerken eğer kaygılanmaz ise kendinden daha büyük hayvanlara yem olabilir. Yani ava giderken av olmak gibi düşünün. Çünkü ava giderken hep kaygılanmak ve dikkatli olmak durumundasınız. Dolayısıyla aslında kaygı uygun dozda olduğunda bizi koruyan özellikler taşır ve bir nesilden gelecek nesillere aktarılarak yaşamın daha güvenli biçimde devamını sağlayabilir.

Kaygı Öğrenilen Bir Durum mudur, Yoksa Yapısal Yatkınlıkla Açıklanabilir mi? Kaygının aktarımı büyük oranda öğrenme yoluyla kısmen de yapısal yatkınlıkla gerçekleşir. Bazı ailelerde, bazı insanlarda bir yatkınlık olduğunu biliyoruz; ama bu yatkınlığın kendisi anksiyeteli olmamızı sağlasa bile anksiyete hastası olmamıza neden olmuyor. Bu durumda çevresel faktörler büyük ölçüde devreye giriyor. Çevre dediğimiz zaman anne babadan tutun, okuduğunuz okul, büyüdüğünüz ortam, akran grupları gibi tüm çevreyi dikkate almamız gerekiyor. Örneğin bebekleri ele alalım. Bebekler yürümeyi öğrenirken ortalama 250 kere yere düşüyorlar ve her düşüş tekrar ayağa kalkmak

için bir neden oluyor. Ayağa kalkış yürüme sürecinde sadece geçici bir durak... Yürümeyi öğrenme dönemi belki de insanların kendilerine güvenlerinin maksimum olduğu bir zaman dilimidir. Çocuklar erişkinlerin yaptığı gibi 3-5 kez deneme ile yapmak istediklerinden vaz geçiyor olsalardı muhtemelen hiçbir bebek yürümeyi öğrenemezdi. Neden yürüyorlar? Çünkü biz onları yere düştüğü zaman bile alkışlıyoruz, “Hadi bir daha kalk diyoruz.” Çocuklar yere düşüyor olmanın değersizleştirilmediğini, tam tersi çabanın alkışlandığını anlıyorlar. Biraz büyüdüklerinde bu alkışlayan çevre değişiyor. İlkokula gidiyorsunuz biraz kiloluysanız şişko, gözlük takıyorsanız dört göz, boyunuz kısaysa cüce, biraz içe kapanıksanız ezik gibi sıfatlarla karşılaşıyorsunuz. Bu nedenle bir çocuğun 3 yaşındaki kendine güveniyle 17-18 yaşlarındaki kendine güveni arasında dağlar kadar fark oluyor. Buradan da yola çıkarak söyleyebiliriz ki nasıl pek çok şey öğrenmeyle ilgiliyse, kaygı da öğrenilen ve fazlası uyum yapmamızı bozan bir duygu.

Normal Kaygıyı Kaygı Bozukluğundan Nasıl Ayırt Edebiliriz? Kaygı bozukluğunda abartılı tehdit algısına gerçek gibi inanıyor olmak, düşünce ile gerçeği birbirine karıştırmak söz konusudur. Kaygı bozukluğu yaşayan kişiler sadece tehdit ile ilgili düşünmezler, düşündükleri şeyin olacağına da inanırlar. Buna düşünce ile gerçeğin füzyonu/ kaynaşması diyoruz. Hâlbuki her düşünce gerçek değildir; ancak kaygılı kişiler düşüncelerinin gerçekleşeceğine inandıklarından, tehdit algısını önlemek için önlemler almaya çalışırlar. Bu önlemler özetle kaçma, kaçınma ve güvenlik sağlama davranışı olarak üç şekilde görülür. Aslında kişi “an” da kalabilmeyi başarabilse kaygı duymasına yol açan düşüncelerden uzaklaşabilir. Ancak kaygı bozukluğu yaşayanlar duygularıyla kendileri arasına düşünce koyarlar; çünkü o duyguyu taşımak onlara ağır gelir. Kaygı, hep gelecekle ilgili olduğu için biz geleceğe kaçmamayı öğrenirsek, yaşadığımız o anda hiçbir şeyin olmadığını, bunların hepsinin birer düşünceden ibaret olduğunu ve korkulanın çoğu zaman gerçekleşmediğini görürüz. Şöyle

düşünün bir annenin aklına “Çocuğuma zarar verebilirim.” düşüncesi geliyor. “Eyvah aklıma bu düşünce geldiyse ben iyi bir anne değilim, iyi bir anne bunu asla düşünmez.” diyerek onu rahatsız eden düşünceden kaçmaya çalışıyor. Bu kaçma çabası ise o düşüncenin daha çok artmasına neden oluyor. O yüzden biz diyoruz ki “Düşünce bırak gelsin ama geldiğinde ona verdiğin tepkiyi değiştir; çünkü düşünceleri durduramazsın.” Örnekteki anne, bu düşünce benim aklıma geldiğine göre gerçek olabilir diyerek önlem alıyor. Çocukla yalnız kalmıyor, evde mutlaka birini bulunduruyor. Çocuğa dokunmuyor. Aynı durumdaki bir diğer anne “Bunların hepsi bir düşünce, aynı düşünce daha önce de aklıma geldi ama herhangi bir olumsuz durum gerçekleşmedi.” diyerek, bunun sadece bir düşünce olduğu konusunda kendini ikna edebiliyor. Bu nedenle bizim için iyileşmenin ölçütü kaygı geldiğinde ortaya çıkan belirtilerin azalması değil, bu belirtilere verdiğimiz anlamı değiştirebilmiş olmaktır. Yaşamda var olmanın bir riski vardır. İnsanlar var olurken bedel ödemeden, risk almadan var olmak, ödül almak istiyor. Hâlbuki bedel ve ödüller hayatın içinde hep bir dengededir. Var olmanın riski ölmek, seviyor olmanın riski sevilmemek, birlikte olmanın riski ayrılmak, yani diyalektik bir varoluş içinde yaşamda her şey karşıtıyla birlikte vardır.

Kaygı Bozukluğu Kişinin Yaşantısını Nasıl Etkiler? Kaygı ile kaygı bozukluğu arasında farklar vardır. Anksiyete (kaygı) zaman zaman rahatsız edici olsa da işlevselliği bozmaz. Kaygı bozukluğu dediğimiz zaman bireyin işlevselliği bozulur ve kişinin yaşamı kısıtlanır. Anksiyet bozukluğu kişiyi etkilediği gibi onun yakınlarının yaşam kalitesini de etkiler. Örneğin; köpek korkunuz var. Karşınıza bir köpek çıkacağı korkusuyla kaldırımda tek başınıza yürüyorsunuz, yürürken önünüze bir köpek çıktı, haliyle karşı kaldırıma geçmek istersiniz, ancak karşı kaldırımda da köpek varsa caddede karşıdan karşıya geçemeyip trafikle baş başa kalırsınız. Bir süre sonra caddeler tehlikeli demeye başlarsınız. Daha sonra köpeklerle karşılaşmamak adına parklara, bahçelere gitmezsiniz. Ayrıca sabah işe gideceksiniz pencereden aşağı bakıyorsunuz ki evinizin önünde

19


bir köpek var. Ya evdekilerden birine diyeceksiniz ki "Şu köpeği uzaklaştır da işe gideyim" ya da köpek gidinceye kadar işe gidemeyeceksiniz. Bir arkadaşınız evine davet ettiğinde ilk soracağınız şey “Senin evinde köpek var mı?” olacak. Bu durumda bireyin hem özel hem sosyal hem de iş yaşamı yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi olumsuz etkilenecektir. Aynı şey panik hastaları için de geçerlidir. Bu kişiler genel taşıma araçlarını kullanamadıklarından genelde taksi kullanmayı tercih ederler, şehirler arası yolculuk da yapamazlar. “Aniden yolda bir şey olursa benim orada gidebileceğim bir sağlık kuruluşu yok.”, “Bana yardım edebilecek kimse yok” düşüncesiyle hareket ederler. Panik hastaları kalabalık yerlere, örneğin sinemaya, tiyatroya gittiklerinde çıkışa en yakın yerlerden bilet almak isterler çünkü kaygıları artınca kendilerini dışarı atmak isterler. Çıkışa yakın yere oturamazlarsa ya da yanlarında güvendikleri biri yoksa kalabalık ortamlara giremezler. Şimdi ne olmaya başlıyor, yavaş yavaş sinemaya, tiyatroya gidemiyorlar, genel taşıma araçlarını kullanamıyorlar, süpermarkete gidemiyorlar ve panik, agorafobiye dönüşüyor. Kişi bir evin içinde sıkışıp kalıyor. Zamanla evin içinde bile yalnızken kendini güvende hissetmiyor.

Kaygı Bozukluklarının Ortak Özellikleri Nelerdir? Her kaygı bozukluğunun altında bir kognisyon (düşünce) vardır ve kaygı bağlandığı yere göre isim alır. Mesela panik, felakete odaklanmış kaygıdır. Hastalık hastalığı olarak adlandırılan durumda ise bedene odaklanmış bir kaygı vardır. Sosyal fobi başkalarının bizimle ilgili yapacağı değerlendirmeye yönelik bir kaygıdır. Obsesyon, akla gelen düşüncelerden sorumluluk almaya odaklanan bir kaygıdır. Zannedilir ki titiz insanlar sokakta gördükleri çöpleri de toplar. Aksine sokak onların sorumluluk alanı olmadığı için koruma alanlarına girmez ama kendi evlerinde durum çok farklıdır. Yaygın anksiyete bozukluğu dediğimiz hastalık da ise belirsizliğe odaklanmış bir kaygı vardır. Burada kişi belirsizliğe tahammül edememektedir. Post travmatik stres bozukluğunda ise odaklanma geçmişin geleceğe yansıması ile ilgilidir. Yani travmatik bir olay yaşadıysanız bir kurban olduğu-

20


nuzu düşünerek o olayı gelecekte tekrar yaşayacağınıza dair bir düşünce ortaya çıkar. Kaygı bozukluğunun dört ayrı bileşeni vardır. Bunlar, düşünsel, davranışsal, fizyolojik, ve duygusal bileşendir. Düşünsel olarak kaygıda temel özellik kişinin hissettiği tehdidin uyarana oranla çok abartılı olmasıdır. Örneğin sosyal fobi veya panik bozukluğu olan bir bireyi ele alalım. Kalabalıklarda abartılı bir tehdit algısı yaşarlar. Panik hastasında “Kalabalığa girersem burada sıkışır kalırım, buradan çıkamam.” düşünceleri bir yandan da bedensel belirtileri tetikler. Çarpıntısı arttıkça tehlike algısı daha da çok arttığı için, kaygısı da artar. Kaygı arttığı zaman da ortamı terk etme ya da ortama hiç girmeme gibi davranışsal bileşen ortaya çıkar. Özetle kaygını düşünsel, bedensel, duygusal ve davranışsal bileşenleri olduğu söylenebilir.

Kaygının Bedene Yansıması ile İlgili Ne Düşünüyorsunuz? Kaygı geldiği zaman bizim bunu nasıl yorumladığımız ve algıladığımız hastalık düzeyinde bir sorun yaşanıp yaşanmayacağını belirler. Kaygıya verdiğimiz anlam bir felaket algısı içermemelidir. Örneğin çarpıntının varlığı aslında .oğu kez yalnızca sadece kalbin daha hızlı kan pompaladığını gösterir, biz o belirtiye “Bu bir kalp krizinin işaretidir.” dediğimiz andan itibaren anlam negatifleşir ve korku başlar. Korku arttığı zaman ise bedensel belirti daha çok artarak ortaya kısır bir döngü çıkar.

Kaygı Bozukluğu Aileyi Nasıl Etkiler? Örneğin agorafobiyi ele alalım. Kişi sinemaya, tiyatroya, alışverişe gidemiyor, tek başına evde kalamıyor. Yaşamını tek başına yürütemediği için giderek aile üyelerinden birine ya da birkaçına bağımlılık geliştiriyor. Dolayısıyla aileyi de giderek kapsayan bir hastalık ortaya çıkıyor. Aynı şekilde obsesyonu olan birini düşünün. Size bununla ilgili hiç unutmadığım bir örnek vermek isterim. Obsesif bir anne, çocuğu dışarıdan kir, mikrop getirmesin diye dış kapının olduğu yere bir yarım daire çizmiş, bu çocuk da gelir gelmez an-

nenin titizliği nedeniyle bütün üstünü başını, her şeyini, o çizilen yarım dairenin içinde çıkartıyor. Çünkü orası kirletilmeye izin verilen tek alan, onun dışındaki alanlara kir girerse anne tüm evi temizlemek zorunda kalıyor. Çocuk orada soyunup yeni elbiselerini giyiyor ve banyoya gidiyor; banyosunu yaptıktan sonra evde özgürce dolaşabiliyor. Şimdi böyle koşullanmış bir çocuk düşünün. Bu çocuk diğer akranlarıyla birlikte bir başka aileye misafirliğe gidiyor. Çocuklar dışarıda oynarken ev sahibi anne yemek hazır olunca, "Hadi çocuklar yemeğe" dediğinde bütün çocuklar içeri koşarak giriyor ama bu çocuk kapıdan içeri girdiğinde bir anda frene basıyor; çünkü kendi evinde var olan o yarım daireyi burada da görüyor ve bu noktadan içeriye giremiyor. Herkes ne oldu diyor, çocuk, donmuş bir şekilde annenin gözüne bakıyor, cidden göz yaşartıcı bir şey bu. Anne şöyle bir bakıyor ve “Girebilirsin oğlum” diyor. Bakın şimdi çocuk için ne kadar acı bir şey, diğerleri gibi yaşayamamak. Çocuk, bir süre sonra o kurallara göre yaşamayı öğreniyor. Dolayısıyla her ne kadar hastaların aileler üzerinde etkisi varsa da ailelerin de hastalıkların oluşmasında etkisi var diyebiliriz.

Bu çocuklarda da ileride kaygı bozukluğu görülebilir mi? Anne ve babaların en büyük korkuları kendi hastalıklarının çocuklarına aktarma ihtimalidir. Bu hastalıkların anne babadan çocuklarına geçmesi tamamen genetikle açıklanamaz, daha çok öğrenme ile açıklamak mümkündür. Bu bakış açısının aslında olumlu bir yanıda vardır. Çünkü bir şeyi genetik olarak görürsek yapacak hiçbir şey yoktur, ancak bunu bir öğrenme gibi görebilirsek her şey öğrenildiği gibi tersi de öğrenilebilir. Hastalığa yatkınlığı olan insanlar sağlıklı bir sosyal çevrede yetiştikleri takdirde hastalık ortaya çıkmıyor. Örneğin tek yumurta ikizleriyle ilgili böyle çalışmalar var. Tek yumurta ikizlerinden birini alıyorsunuz ve sağlıklı bir ailenin yanına veriyorsunuz, diğeri ise anksiyeteli ailesinin yani öz ailesinin yanında büyüyor. İzlemeye aldığınızda öz ailesi ile yetişen ikizde hastalık gelişirken diğerinde hastalığın gelişmediğini görmek mümkün. Yani yatkınlık bile çevresel etkenlerle, sağlıklı bir ortam ve uygun rol modelleri aracılığıyla oluşan öğrenmeyle telafi edilebiliyor.

21


Hangi Noktada Kişi Bir Uzman Desteğine Başvurmalıdır? Tedavi Yaklaşımları Nasıl Olmalıdır? Anksiyete hastaları kaçma, kaçınma ve güvenlik sağlama stratejilerini kullanarak yaşadıkları kaygıdan uzaklaşmaya çalışırlar ve bu yolla hastalıkla başa çıktıklarını zannederler. Ancak bir süre sonra görülür ki hayat giderek kısıtlanmaya başlamış, kişi daralmış bir alan içerisinde sıkışıp kalmıştır. Bu noktada uzmanlar devreye giriyor. O ana kadar, aynı stratejilerle problemin çözülmediğini vurgulayarak, kaygıdan kaçmak yerine kaygıyla baş etme yöntemlerini öğretmek önem teşkil ediyor. Kaygıyla baş edebilmek için önce kaygının hayatın içindeki duygulardan biri olduğunu kabul etmenin ve tüm duygulara olduğu gibi kaygıya da hoş geldin diyebilmenin iyileştirici yönü ile kişi tanıştırılmalıdır. Başka bir deyişle, kaygı rahatsızlık verse de zarar vermeyecektir. Bana sorarsanız ister anksiyete bozukluğu ister herhangi bir psikiyatrik bozukluk olsun yapılacak en önemli iş kişiye kendi kendinin terapisti olmanın yolunu öğretmektir. Bu kendine güvenmeyi artıracak becerileri kazandırmakla mümkün olur. Her kurumun amacı kendine duyulan ihtiyacı azaltmak olmalıdır. Bu bağlamda ele alırsak bir psikiyatrın

22

amacı da kendine duyulan ihtiyacı en aza indirmek olmalıdır. Aslında anksiyete bozuklukları uygun tedavi yapıldığında en kolay tedavi edilebilen psikiyatrik rahatsızlıklardan biridir. Her bir kaygı bozukluğunda anahtar bir kognisyon olduğunu yani kapıyı açan bir düşünce yapısı olduğu unutulmamalıdır. O temelde yatan düşünce yapısını değiştirecek yani kapıyı açabilecek anahtarı bulduğunuz noktada kaygı bozuklukları daha kolaylıkla tedavi edilir. Tedavide, kaygıyı azaltmak için tehdit algısını gerçekçi değerlendirmeyi öğretmek, kişilerin kaygı duydukları ortamların çok benzerlerini hayal ettirmek ya da bazen gerçekten o ortama sokarak gelen kaygı ile nasıl başa çıkacağına yönelik becerileri öğretmek gerekir. Genelde psikiyatride kaçma ve kaçınma davranışı daha fazla bilinir ancak güvenlik sağlama davranışı o kadar bilinmez. Bu da maalesef tedavide sorunlara yol açar. Hastalara, “Kaygıyı yenmenin yolu onun üzerine gitmek.” denilir çoğu kez. Hasta ise “Üzerine gidiyorum ama olmuyor.” şeklinde bir

yanıt verebilir. Örneğin, sosyal kaygısı olan birine kalabalık bir ortama gitmesi şeklinde bir öneri yapıldığında kişinin kalabalık ortamda ne tür güvenlik sağlama davranışları sergilediğini bilmek gerekir. Sosyal kaygısı olan kişi ortama girdiğinde yanında güvendiği biri varsa ya da sosyal ortamda yalnızca tanıdığı tek kişi ile iletişime geçtiğinde sosyal kaygısı azalmayacaktır. O zaman üstüne gitme tedavisinin işe yaramadığı şeklinde bir düşünce oluşabilir. Oysa bu egzersizin işe yaramaması eksik yapılması ile ilgilidir. Hasta, verdiğiniz ödevi güvenlik sağlama davranışları ile birlikte yerine getiriyorsa bu davranışları sergilemezse o kalabalık ortama giremeyeceği düşüncesi içine girebilir. Bazen kaygılı kişinin yanında taşıdığı bir ilaç ya da aldığı alkolde bir güvenlik davranışı olabilir. Bu koşullarda kişi kaygı veren ortamda taşıdığı ilaç ya da aldığı alkol nedeniyle kalabildiğini düşündüğünden kendine olan güveni artmayacaktır. Önemli olan kaygı veren ortamda hiç bir tedbir almadan ortaya çıkan kaygı ile başa çıkma becerilerinin kazandırılmasıdır.


Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur Psikiyatr 1992 yılında Psikiyatri Doçenti ünvanını aldıktan sonraki çalışmalarını özellikle “Kognitif ve Davranış Terapileri”, “Cinsel İşlev Bozuklukları” ve “Evlilik Terapileri” ve “Kaygı Bozuklukları” konularında yoğunlaştırmış ve 1996 yılında Kognitif ve Davranış Terapileri Derneği’nin Kurucu Başkanlığını yapmıştır. Halen aynı derneğin başkanıdır. 2000 yılında Avrupa Davranış ve Kognitif Terapiler Birliği başkanı seçilmiştir. Dr. Sungur İngiliz Psikoterapiler Birliği ve İngiliz Davranış ve Kognitif Terapiler Birliği tarafından kognitif-davranışçı terapist olarak akredite edilmiştir. Amerika’daki Kognitif Terapi Akademisi tarafından verilen diplomat statüsüne sahiptir. Halen Uluslararası Kognitif Terapiler Derneği Başkan yardımcısı ve Avrupa Seksoloji Federasyonu yönetim kurulu üyesidır. Yurt içi ve yurt dışındaki bilimsel dergilerde yayımlanmış 100'den fazla makalesi ve çeşitli kitap ve editörlükleri mevcuttur. Son olarak ‘Sen, Ben ve Aramızdaki Her şey’, (Aşk, Evlilik, Sadakatsizlik) adlı halka yönelik bir kitapla yazarlık hayatına adım atmıştır. Yurt içi ve yurt dışında yüzlerce kongrede konuşmacı olarak yer almış; çeşitli çalışma grupları yürütmüştür. Halen yurt içi ve yurtdışında profesyonellere kognitif davranış terapileri alanında eğitim vermektedir. Alandaki çalışmaları kendisine çeşitli ulusal ve uluslararası meslek ödülleri getirmiştir. 2001 yılında profesör olan Mehmet Sungur, halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

23


Yazan: Psikolojik Danışman Filiz Koçak Psikolojik Danışman Osman Hakan Özpar

BAŞARIYA GİDEN YOL Öğrenme ortamları çocuklar için zorlayıcı duyguları barındırsa da bunlar ile baş edebilmek başarıya giden yol için önemlidir. Bu noktada hem anne babalar hem de öğretmenler çocuklara duyguları tanımada, anlamlandırmada ve ifade etmede yol gösterici olmalıdırlar.

24


Başarı deyince herkesin aklına farklı kavramlar gelir; çünkü başarı görecelidir. Kişiden kişiye değişir. Kimine göre iyi derecede müzik aletini çalmak, sporun belli bir dalında dereceye girmek başarıdır. Kimine göre ise kimseye muhtaç olmadan hayatını devam ettirebilmek, çevresindeki kişiler tarafından “dürüst” “yardımsever” bir insan olarak anılmak veya akademik yönden belli bir not ortalamasının üzerinde kalabilmek, sosyal duygusal anlamda güçlü ilişkiler kurabilmek başarıdır. Başarıya giden yolda sonuçtan çok sürecin önemini vurgulayan, her zaman çabayı öven, yapılan işin sonucunda ne olduğunu değil de, nasıl olduğunu öne çıkaran yaklaşımlar kişinin başarmaya yönelik arzusunu destekler. Okul başarısını ele aldığımızda sadece akademik başarıyı değil, okul yaşamının içinde var olan sosyal ilişkileri, kişinin kendini ifade etme ve empati kurabilme yeteneğini, becerilerini fark ederek yönetebilme arzusunu da düşünmek doğru olacaktır. Başarıyı sadece not olarak değerlendirilmek hem sonuç odaklı hem de süreç içinde kişinin gelişimini yok sayan bir yaklaşımdır. Bu noktada okul başarısının, geleceğe yön verecek şekilde amaç belirlemek ve çaba göstermek olduğu söylenebilir.

mesini ve mevcut becerilerini ortaya koyabilmesini destekler, başarısızlığı anlayışla karşılanarak mantıklı çözümler birlikte aranır. Anne baba arasında veya ebeveyn çocuk arasında yeterli duygusal etkileşimin bulunmadığı ailelerde ise çocuğun başarısının olumsuz yönde etkilendiği görülür. Çocuğun yeterli ilgi ve sevgi görmediği bu tür ailelerde aile içi geçimsizlik ve dengesizlikler çocuğun bir hedef koyarak ilerlemesini olumsuz yönde etkileyebilir. Çocuğa ihtiyacından fazla korumacı davranılan, sınır ve kuralların anne baba tarafından net konulmadığı ailelerde ise çocuk yaşamın her alanında zorlanır. Çocuğun her istediği sınırsızca karşılanan ailelerde, onun başarılı olmak için çaba sarf etmesini gerek yoktur. Zaten her istediğini bir çaba harcamadan elde ediyordur. Okula devam etmek, ödevlerini yapmak bile ağır bir yüktür onun için.

Burada dikkat edilmesi gereken, anne babaların çocuklarıyla birebir ders çalışma yolunu seçmemeleridir. Eğer ilişkilerde anne baba rolünü seçmek yerine öğretmen kimliğine geçilirse, anne baba çocuk iletişimi bozulabilir, çocuk aileden uzaklaşabilir. Çocuğun, okul başarısını etkileyen bir başka konu ise ödevlere karşı ailenin tutumudur. Okula başlanılan andan itibaren ödev yapma ve ders çalışma alışkanlığının temelleri atılır. Aile bu konuda destekleyici bir tutum sergilemeli, yol gösterici olmalı ama çocuk adına ödev sorumluluğunu almamalıdır. İçinde yaşanılan aile ortamı, çocuğu

Okulla işbirliği çocuğu başarıya götüren yaklaşımın önemli bir parçasıdır. Anne baba olarak okulda ele alınan müfredatı takip etmek, gerektiği noktada çocuğa destek vermek gereklidir.

Başarı için öğrencinin öğrenme potansiyeli, yetenekleri, kişisel özellikleri, aile ve okul ilişkileri önemli rol oynar. Başarı ve zekâ ilişkisi ön yargıların aksine, “başarılı” olabilmek için her zaman çok üstün zekâya ihtiyaç olmadığını göstermektedir. Hatta çok zeki kişilerin bile “başarısız” olabileceği sonucu çok önemli bir tespittir. Öyleyse, var olan zekâ potansiyeli doğru şekilde yönlendirilmelidir. Başarının elde edilmesinde sosyo-ekonomik durum, aile ortamı ve tutumları, duygusal nedenler de etkili olmaktadır. Duygusal ihtiyaçları karşılanmayan çocuklar ne kadar zeki de olsalar bunu kullanamayabilir ve “başarısız” olabilirler.

Başarıda Ailenin Rolü Aile içi ilişkilerin dengeli olması kişinin başarısını olumlu etkiler. Aile içi huzurun olduğu, anne baba rollerinin dengeli bir paylaşımla üstlenildiği sağlıklı bir aile ortamında çocuk, karşısında anlayışlı, güven veren, sorunlarıyla yakından ilgilenen bir anne baba bulur. Bu ailelerde çocukla kurulan olumlu iletişim, çocuğun başarı için çaba göster-

25


öğrenmeye karşı motive eden işleve sahip olmalıdır. Çocuğun gerektiği zaman başarısızlıkları hakkında konuşulup motive edilebilmesi, başarısızlığını aile içinde utanç verici bir durum olarak değil, çaba gösterince aşılacak bir engel olarak kabul etmeye çalışılması önemlidir. Aksi takdirde çocukta kaygı düzeyi yükselebilir. Başarısızlık ve kaygı arasında yüksek bir korelasyon vardır. Yüksek kaygı fizyolojik anlamda öğrenilmiş bilgilerin hatırlanmasını engelleyebilir. Öğrenilen konuları tekrar etmek öğrenilen malzemenin pekiştirilmesi için gereklidir. Çocuğun dikkatini dağıtmayacak en uygun çalışma ortamının sağlanması ve kendi öğrenme biçimini bilerek çalışması için yön vermek işini kolaylaştıracaktır. Arkasından zaman yönetimi konusunda bilinçlen-

dirilmesi ve kendisine en uygun olacak ders çalışma planının yapılması çalışmalarını daha verimli hale getirecektir. Mümkün olduğu kadar öncelik sırasına göre planlamanın yapılması, çalışmasının kalitesini artıracaktır. Teknolojik aletler ile ilgili sınırlamaları onunla konuşarak, geçirilecek süreyi birlikte belirlemek de zamanını kontrol altında tutması için ona yardımcı olacaktır. Öğrenme motivasyonu için model oluşturmak ise yine ailenin önemli bir işlevidir. Kitap, gazete, dergi okuma alışkanlığı olan ailelerin çocuklarının öğrenmeye karşı daha açık oldukları söylenebilir. Bunun yanında eğitimin önemli olduğunu söyleyen ama okuma ve öğrenmeye hiçbir kişisel ilgi göstermeyen anne babaların çocuklarının öğrenme motivasyonunu yaratmaları zor olabilir.

Başarıda Öğrenme Ortamının Rolü Öğretmeni tarafından kabul görmek, sevilmek çocuklar için çok önemli bir ihtiyaçtır. Eksik oldukları alanlarda onları güçlendirirken kişiliğe değil davranışa yönelik eleştiri sunmak geliştiricidir. “Eğer çocuk öğretmenini seviyorsa o derste başarılı olur.” ifadesi çok duyulan bir yargıdır. Aslında bu sevgiden öte öğretmenin çocuğu bütünüyle kabul ettiğinin bir yansımasıdır. Kabul doğal olarak başarıyı getirir. Öğrenme ortamının sağlıklı olmasında çocuğun sosyal duygusal gelişim süreci de önemlidir. Sırasını bekleyebilme, erteleyebilme, karar verebilme, empati, kendini ifade edebilme, yaşına uygun davranışlar gösterebilme okul başarılarına anlamlı bir katkı sağlar. Öğretmen, iyi bir öğrenme ortamını oluşturabilmek için öncelikle çocuğun en temel ihtiyaçlarının giderilmiş olduğundan emin olmalıdır. Öğretmenin, öğrencim aç mı, evde uygun bir çalışma ortamına sahip mi, uykusunu yeterince aldı mı gibi sorulara vereceği yanıt, öğrenmenin başlangıcı için önemlidir. Bunun yanı sıra öğretmen, öğrencinin duygusal dünyasında neler oluyor, öğrenmeyi etkileyecek bir yaşantıya sahip mi gibi boyutları da ele almalıdır. Eğer tüm bu alanlar öğrenme için bir engel oluşturmuyorsa çocuk öğrenmek için artık hazırdır. Her yaşam olayına eşlik eden bir duygu vardır, bu duygunun tanımlanması, isimlendirilmesi zorlayıcı olsa da, bunu başarmak o duyguyla baş edebilmeyi kolaylaştırır. Öğrenme ortamları çocuklar için zorlayıcı duyguları barındırsa da bunlar ile baş edebilmek başarıya giden yol için önemlidir. Bu noktada hem anne babalar hem de öğretmenler çocuklara duyguları tanımada, anlamlandırmada ve ifade etmede yol gösterici olmalıdırlar. Öğretmenin yanı sıra akran ilişkileri de öğrenmede önemli bir rol oynar. Akranları ile sınıf ve okul ortamında ders dinlemek, birlikte çalışmak, anlamadığını sorarak yaratılan öğrenme ortamlarından faydalanmak okul başarısını olumlu anlamda etkiler. Bunlara ek olarak yaşanılan tatlı rekabetler de çocuğun kendi sınırlarını zorlamasını sağlar.

26


Okul Başarısında Merak Aynı okulda çalışan iki öğretmenin merakla soru soran ve sormayan öğrencileri bulunmaktadır. Carnegie Mellon Üniversitesinden Prof. George Loewenstein, bir grup üniversite öğrencisine, FMRI makinesinden rastgele sorular sorar ve daha sonra yanıtlarını verir. İkinci gruba ise aynı soruları yöneltir ama yanıtları vermeden önce öğrencilerden yanıtları tahmin etmelerini ister. Bu sırada öğrencilerin beyin aktivasyonlarına bakılır ve ortaya büyük bir farklılığın çıktığı görülür.

Merak Etmek Zevk Verir: Birinci grup sorula-

rın yanıtlarını öğrendiğinde, beyinlerinin “striatal” bölgesinde çok hareketlilik olmazken, ikinci grupta büyük bir hareketlilik olur. Yani, yanıtları öğrenmek birinci gruba keyif vermezken, ikinci gruba inanılmaz keyif verir. Peki, neden? Bunun merakla ilgisi olabilir mi acaba diye düşünülür?

Merak Ne Demek? Merak etmek demek, bir

bilgiye açlık duymak demektir. Çocuğun kafasında bir bilgi boşluğu oluşursa, çocuk o boşluğu dolduracak bilgiye açlık duyar. O zaman öğreten ilk önce çocuğun kafasında bir “bilgi boşluğu” oluşturmalıdır.

Merak Nasıl Oluşur? İnsanlar deneyimlerini “bütünsel” bir çerçeveye, yani bir şemaya otur-

turlar. Şemalar yoluyla hayatı anlamlandırmaktadırlar. Her yeni deneyim bir şemaya eklenir ya da yeni bir şema oluşmasına neden olur. Öğretmen çocuğun kafasında şema oluşturmazsa, çocuk, hangi çerçevede “ne bildiğini” ve “ne bilmesi gerektiğini” bilmeyecektir. Yani, bütünlük yoksa, boşluk da oluşmayacaktır. Bu durumda yeni bilgiye ihtiyaç duymayacak ve merak etmeyecektir. Örneğin, size 10 farklı “puzzle”dan onar parça versek, elinizde birbiriyle alakası olmayan 100 parça olurdu. Hangi parçalar eksik merak etmezdiniz. Ama yüz parçalık bir “puzzle” için 90 parça versek, hangi 10 parça eksik merak ederdiniz. Eksik olanları talep ederdiniz.

mak için, birbirinden bağımsız bilgileri aktarmayı bırakmalıyız. Deneyim, keşfetme, problem çözme, tartışma aracılığıyla çocukların kafasında bir bütünsellik oluşturmalıyız. O zaman çocuklar merak edecektir. Merak eden çocuk da öğrenme sorumluluğunu zaten alacaktır, diye düşünülmektedir.

Tahmin Etmek Merak Uyandırır mı? İşte

araştırmacılar bu deneyde öğrencilere tahmin ettirerek, tam olarak bunu yapmıştır. Öğrenciler ilk önce tahmin ederek kafalarında bir fikir oluşturmuşlardır. Yani var olan bir şemayı etkin hale getirmişlerdir. Yanıtlar, bu şemayı tamamlayacak mı tamamlamayacak mı merak etmişlerdir. Ama diğer grupta herhangi bir şema etkin hale getirilmemiştir. Dolayısıyla “şema boşluğunu” tamamlama ihtiyacı doğmamıştır. Onun için o bilgiyi öğrenmek çok da keyif vermemiştir. Sonuç olarak çocuklarda merak duygusu oluştur-

KAYNAKÇA • Cüceloğlu, D.(2016). Başarıya Götüren Aile, Remzi Kitabevi • İnternet Alıntısı, Ekim 2016, www.twitter. com/ozgurbolat • İnternet Alıntısı, Ekim 2016, ilgaz.meb. gov.tr/rehberlik/132_Okul_Basarisini_ Etkileyen_Faktorler • İnternet Alıntısı, Ekim 2016, http://blog. milliyet.com.tr/okul-basarisi-nedir-nelerden-etkilenir-/Blog/?BlogNo=178304 • İnternet Alıntısı, Ekim 2016, http://www. annenotlari.com/oku/6793/okulda-basariliolmak-icin-altin-kurallar

27


TRAVMADAN İYİLEŞMEYE “Herşeyin bir mevsimi ve göğün altındaki her şeyin bir zamanı vardır. Ekmenin bir zamanı ve ekileni toplamanın bir zamanı, doğmanın bir zamanı ve ölmenin bir zamanı… Ağlamanın bir zamanı ve gülmenin bir zamanı, yas tutmanın bir zamanı ve dans etmenin bir zamanı… Savaşın bir zamanı ve barışın bir zamanı.” Yazan: Psikolog Gonca Baştuğ 28


Unutulmuş Bir Tarih Travmanın tarihsel öyküsünde, travma ve sonrasında gözlemlenen tepkiler ilk olarak histeri diye tanımlanmıştır. 1890’ların ortalarına doğru araştırmacılar, travmatik anılar iyileştirildiğinde ve kelimeye döküldüğünde histerik semptomların hafifleyebileceğini de fark etmişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımla “psikolojik travma” tekrar gündeme gelmiştir. Mahsur kalma, çaresizlik, can güvenliği olmaksızın silah arkadaşlarının ölümüne ve yaralanmasına tanık olmuş pek çok askerin durdurulamayacak şekilde feryat edip gözyaşı döktüğü, donup kaldığı, konuşamadığı, ayrıca hafızalarını ve hissetme yeteneklerini kaybettikleri görülmüştür. İlk vakaların bazılarını muayene eden İngiliz psikolog Charles Myers, gördüğü semptomları patlayan bombaların sarsıcı etkisine atfetmiş ve sinir bozukluğu ile sonuçlanan "Bomba şoku" adını vermiştir. İkinci Dünya Savaşı'nın ortaya çıkması ile birlikte askerlerde görülen bu semptomlar daha çok mercek altına alınmıştır. İki Amerikalı psikiyatrist J. W. Appel ve G.W. Beebe yaptıkları araştırmalardan sonra, askerlikteki 200-240 günün, en güçlü askeri bile çökertmeye yeteceği sonucuna varmışlardır. 1980’de ilk kez karakteristik psikolojik travma sendromu "gerçek" bir tanı haline gelmiştir. O yıl Amerikan Psikiyatri Birliği "travma sonrası stres bozukluğu" adı altında yeni bir kategoriyi, tanı kriterleri arasında değerlendirmeye almıştır. Ülkemizde ise travma ile ilgili çalışmaların, 1999 Marmara Depremi başladığı düşünülebilir.

Çeşitli doğal afetler, kazalar, savaşlar, işkence, tecavüz ve terörizmin yaygın olduğu günümüz dünyasında ağır travmanın etkilerini yaşamış ve yaşayacak olan milyonlarca insan vardır. Bu ağır travmalar kendi içlerinde “insan eliyle oluşturulanlar” ve “doğal yolla oluşanlar” biçiminde ikiye ayrılır. Deprem, sel, kasırga, yanardağ patlaması doğal yolla oluşan travmalarken, maden patlaması, trafik kazaları, yangın, bilerek ve amaçlı olarak yapılan savaşlar, soykırımlar, kitle katliamları, tecavüz, taciz, işkence, terör eylemleri “insan eliyle oluşturulan travmalardır’”. İnsan eliyle bilerek ve amaçlı oluşturulan travmaların atlatılması ve travma öncesi yaşama geri dönüş, doğal yolla oluşan travmalara oranla çok daha güç olabilmektedir.

Travmaya maruz kalmış kişiyi mağdur olarak değil, travma sonrasında ayakta kalmayı başarmış kişi olarak değerlendirmeliyiz.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Travmatik yaşam olayının gündüz düşünceler, gece kâbuslar aracılığıyla tekrar tekrar yaşanması, olayı hatırlatan yer ve durumlardan uzak durma çabaları ve “uykusuzluk-huzursuzluk-öfke patlamaları” gibi aşırı uyarılmışlık belirtilerinin ağır bir travmayı izleyerek ortaya çıkması doğal bir durumdur. Ancak bu tür belirtiler bir aydan daha uzun sürerse buna Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) adı verilir. Bazen ağır bir travmayı izleyen ilk günlerde bu belirtiler ortaya çıkmayabilir. TSSB, 10 yıl sonra %40 oranında devam edebilir. %80 oranında alkol ve madde kötüye kullanımı, major depresyon bozukluğu, davranış bozukluğu vb. psikiyatrik hastalıklar eşlik edebilir.

Travma Nedir?

Travma ve İyileşme

Kişi kendinin ya da başkalarının fiziksel bütünlüğünü tehdit eden ölüm ya da ciddi yaralanmaya neden olabilecek bir olay ya da olaylar dizisi yaşayabilir veya başkalarının bu tür yaşantılarına tanık olabilir. Kişinin böyle bir ortamdaki tepkisi aşırı korku, dehşete düşme veya çaresizliktir. Travma olarak kabul edilen olaylarda ise, yaşamsal tehdit, fizik bütünlüğünün tehdidi, sevdiklerimizin varlığının tehdidi, inanç sisteminin tehdidi vardır. Travma o kadar ani ve beklenmedik bir biçimde oluşur ki, bedenin ve zihnin yeni duruma hazırlanmak için yeterince zamanı yoktur. Travma sonrası insanlar çıldırıyor gibi hissettiklerini ve yaşamları üzerinde kurdukları kontrolü bütünüyle kaybediyor duygusunu yaşadıklarını ifade ederler.

Travmatik mağduriyete karşı hiç kimse bağışık değildir. Psikiyatrist Lenore Terr, kaçırılarak bir mağaraya bırakılmış çocuklarla yaptığı çalışmada; çocukların hepsinin, hem olayın hemen sonrasında hem de takip eden 4 yıl boyunca travma sonrası semptomları gösterdiğini saptamıştır. Bir insanın travma sonrası stres bozukluğu geliştirme olasılığı, esas olarak travmatik olayın doğasına bağlı olmasına rağmen, bireysel farklılıklar da travmanın yaşanış örüntüsünde önemli rol oynar. İnsanların kişiliği, yaşam biçimleri, algıları, geçmiş yaşam deneyimleri, yaşadıkları kayıp ve zararlar, alınan destekler birbirinden farklı olduğu için travma insanları değişik düzeylerde etkileyecektir. Tepkiler çoğu kez benzer olmakla birlikte, tepkilerin şiddeti, süresi, ilk

29


ortaya çıkış zamanı ve sonlanışı birbirinden farklı olacaktır. Unutulmaması gereken nokta, felaket sonrasında yanlışlığı ya da doğruluğu kesin olarak belirlenmiş psikolojik tepkilerin bulunmadığıdır. Travma sonrasında iyileşme ise 3 evrede ele alınır.

Güvenli Bir Çevrenin Tesis Edilmesi

Güven üzerine odaklanmak, bedenin kontrol edilmesinden çevrenin kontrol edilmesine doğru ilerler. İlk olarak travmatize insan güvenli bir sığınağa ihtiyaç duyar. Bu sığınağı bulmak ve kişinin güvenliğini sağlamak atılacak ilk adımdır.

Hatırlama ve Yas Tutma

İyileşmenin ikinci evresinde travmatize olmuş kişi travma hikayesini; eksiksiz, derinlemesine ve ayrıntılarıyla anlatır. Yaşanan travmanın olumsuz yönleri ve detayları üzerinde konuşmak, terapi sürecinde olduğu gibi insanlara yaşamları üzerinde kaybettikleri kontrolü yeniden kurabilme şansını verir ve iyileştirici bir rol oynar. Travmaya maruz kalmış birinin ne yaşadığını anlamlandırabilmesi için aşağıda yer alan sorular sorulabilir. 1. Olayı nasıl yaşadınız? Duygularınızı hiç katmadan anlatır mısınız? Neredeydiniz?

Neler oldu? Neler gördünüz? Neler işittiniz? Bir koku var mıydı? 2. Sizin için en önemli an hangisi idi? 3. Olayı öğrendiğinizde neler hissettiniz? 4. Şu an düşündüğünüzde size sıradan gelen şeyler nelerdi? 5. Sizi bu süreçte biraz olsun rahatlatan şeyler nelerdir? 6. Bundan sonra sizi ne gibi zorluklar bekleyebilir? 7. Bu zorlukları gidermede rolünüz ne olabilir? Travma kaçınılmaz olarak beraberinde kayıpları getirir. Yasa boğulma, iyileşmenin bu evresinin hem en gerekli hem de en korkulan görevidir. Yas tutma çok zor olduğundan, yas tutmaya direnç belki de iyileşmenin durgunluğun en yaygın nedenidir. Travmanın yeniden yapılandırılması bütünüyle tamamlanmazsa; yeni çatışmalar ve meydan okumalar, hayat döngüsünün her yeni evresinde kaçınılmaz olarak travmayı yeniden uyandırır. Kişi yaşadıklarını yeniden anlamlandırdığında ve hayata katılmak için umut ve enerji yenilediğini hissettiğinde travmatize olmuş kişi bir gelecek yaratma görevi ile yüz yüze gelir.

Başkalarıyla Yeniden Bağ Kurma

İyileşmenin üçüncü evresi süresince travmatize olan kişiler yeniden güven yeteneği kazanır. Hayatlarında daha fazla insiyatif almaya başlar ve yeni bir kimlik yaratma sürecine girer. Başkalarıyla ilişkilerini derinleştirme riskini almaya artık hazırdırlar. Travmatik olaylar her zaman ilişkilerde hasara neden olduğu için travmatize olmuş kişinin sosyal dünyasındaki insanlar, travmanın nihai sonucunu etkileyecek güce sahiptir. Başka insanlardan gelen destekleyici bir tavır olayın etkisini azaltabilir, buna karşın düşmanca ya da negatif bir tavır hasarı derinleştirip travmatik sendromu alevlendirebilir. Travmatik deneyimin başkalarıyla paylaşılması, anlamlı bir dünya duygusunun onarılması için bir ön koşuldur. Bu süreçte travmatize olmuş kişiler yalnızca en yakınında olanlardan değil, en geniş toplumdan da yardım bekler. Travmatize insan ve toplum arasındaki bağın kurulması, ilk olarak travmatik olayın kabulüne, ikinci olarak da toplumun yapacaklarının biçimine bağlıdır. Toplumla kurulan bağ düzen ve adalet duygusunu yeniden inşa etmek için zorunludur. Yaşanan tüm felaketlerde toplumsal olarak fiziksel ve sosyal yardımlarla harekete geçmek ve yardım etmek travmatize olmuş kişi ve topluluklar için iyileştirici bir güç olmaktadır. Van depremi sonrası o bölgede yaşayan insanlarla yapılan çalışmalarda, kişiler bu süreçte kendilerine en iyi gelen şeylerin “Birlikte bir/şeyler yapmak olduğunu bundan dolayı akşam evlerde sık sık buluşulduğunu, kahve ortamlarında erkeklerin daha uzun sure bir arada olduklarını” anlatmışlardır. Ortak hikayeleri tekrar tekrar konuşmanın, kaybettikleri arkadaşlarını anmanın, bir/arada ve birlikte baş etmeye çalışmanın gücünü hissetiklerini sıklıkla dile getirmişlerdir.

Travma Geçirmiş Çocuk ve Ailelerle İlişki Kurmak Ebeveynin travmanın etkilerini görememesi ya da küçümsemesi çocuğun yaşadığı travmanın şiddetini artılabilir. Travmatik bir olay ardından, “Çocuktur, anlamaz.” yaklaşımı ya da “Eğer yaşanan olayı konuşursam onu daha çok travmatize ederim.” düşüncesi aslında travmanın dile gelmemesine ve bu nedenle de çocuğun yaşadığı travmanın daha yaralayıcı olmasına yol açar. Travmatik bir olayın ardından aileler çocukları

30


ile konuşurken aşağıdaki noktalara dikkat etmelidirler: • Çocuğun gözlerine bakarak, kendini güvende hissettiği bir yerde konuşulması, • Gerçeğin çarpıtılmadan dürüstçe söylenmesi • Çocuğua sorduğu kadar bilgi verilmesi, ihtiyaç duyarsa bu bilgilerin tekrar edilmesi, • Çocuğun sadece istediklerini paylaşmasına fırsat verilmesi, • Biz şu anda güvendeyiz hissinin verilmesi, • Anne babanın yoğun duygularını çocuğa yansıtmaktan kaçınması, • Çocuğun oyun oynayarak rahatlamasına izin verilmesi, • Rutinlerin aynı tutulmaya çalışılması, Dünden bugüne aynı insan olduğumuza yarın da aynı kalacağımıza inanırız. Bir felaket olduğunda bu sürekliliğin kırıldığını hissederiz. Süreklilik; bağlantı, istikrar ve tahmin edilebilirlik duygularını hissetmemizi sağlar. Travma, akıp giden zaman içinde kayarcasına ilerlerken bir duvara çarpmak gibidir. Zaman bölünür. Geleceğe ve bugüne bakılamaz; çünkü onlara bakmak ürkütücüdür. Çocuklar ise bir travmaya maruz kaldıklarında sürekliliğin devam edeceğine dair güvence verilmesine tekrar tekrar ihtiyaç duyarlar. Bireysel travmada kişinin yaşam akışında bir kırılma olsa bile çevresi sürekliliğini koruduğu için topluluğun desteği alınabilir. Aile, travma yaşayan bir kişiye koruyucu kalkan olabilir. Bu sosyal destek kişinin iyileşmesine yardımcı olur. Toplumsal travmalarda kişinin ailesi veya içinde yaşadığı tüm topluluk travmaya maruz kalır. Bu durumda toplumun da dengesi ve sürekliliği sarsılır. Aileler, çocuklarının bir veya birkaç alanda süreklilik kurmasını sağlayabilirse, güven hissini yeniden kazanmasına yardımcı olabilirler.

Süreklilik Çeşitleri

Sürekliliklerin Yeniden Kurulmasına Yardımcı Olma Yolları

Bilişsel:

Açık bilgiler verin. Olan biten konusunda kişi/ kişileri sürekli bilgilendirin. Neler olduğunu açıklayın. Durumu yeniden çerçevelendirip, olanlara bir anlam vermesine yardımcı olun.

Roller:

Olumlu beklentiler yaratabilmek için kişiye yeni roller verin veya eski rollerini sürdürmesine teşvik edin.

Sosyal/ Kişilerası:

Ailesi, arkadaşları ve akrabaları ile iletişim kurmasını, haberleşmesi konusunda yönlendirin.

Kişisel Tarih:

Kişinin sürekliliklerini farketmesini sağlayın ve bu soruları sorun: Aynı kalan neler var? Değişmeyen ne? Hiç değişmeyecek olan şeyler neler? (İsim, hatıralar, hayal kurma becerileri…)

KAYNAKÇA • Akyıl, Y. Çocuklu Ailelerde Travma ile Çalışmak. Travma Çalışmasında Aile Terapisi Sempozyumu. ÇATED. Ekim 2015. • Dölek, N. Sistemik Aile Terapisinde Temel Kavramlar. Travma Çalışmasında Aile Terapisi Sempozyumu. ÇATED. Ekim 2015. • Estes, P.C. (2014). Kurtlarla Koşan Kadınlar, Ayrıntı Yayınları. • Herman, J. (2016). Travma ve İyileşme, Şiddetin Sonuçları, Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre, İstanbul: Ceylan Matbaa • Konuk, E. Travmaya Genel Bakış, Travma Çalışmasında Aile Terapisi Sempozyumu. ÇATED. Ekim 2015. • Malkinson, Ruth (2009). Bilişsel Yas Terapisi, Ankara: HYB Basım Yayın. • Sungur. M.Z. ve Herbert C. Travmayı ve Deprem Travması Sonrası Ortaya Çıkan Psikolojik Tepkileri Anlamak. • Volkan, D.V ve Zint E. (1993). Gidenin Ardından, Epsilon Matbaası • Yalom, D.I. (2015). Günübirlik Hayatlar, İstanbul: Pegasus Yayınları. • Zeytinoğlu, S. Konuşulmayanı Konuşmak, Aile İçinde Travma ve Yas Hakkında İletişim. Travma Çalışmasında Aile Terapisi Sempzy.. ÇATED. Ekim 2015.

31


Konuk Yazar: Klinik Psikolog Hande Kılınç Kunt

ERGENİN YOLCULUĞUNDA BİR DURAK:

AŞK

"Ama dur! Şu pencereden süzülen ışık da ne? Orası doğu, Juliet de güneşin ta kendisi." "Ah Romeo, Romeo! Neden Romeo'sun sen?" "Adın ne değeri var ki? Gül dediğimiz şeyin Adı başka olsa da gene güzel kokardı."

Romeo ve Juliet’teki balkon sahnesi, Shakespeare'in (2016) en kalıcı cümlelerinden bazılarını içerir. Tüm zamanların bilinen en trajik ve en büyük aşk hikayesi olan Romeo ve Juliet, iki ergen arasındaki aşkı anlatmaktadır. Aşık olmak, herkes için yoğun bir deneyim olsa da, erişkinlerle kıyaslandığında, ergenlerin aşkı daha derinden yaşandıkları görülmektedir. İlk aşkta yaşanan-

32

lar, ergenin anılarında önemli bir yere sahiptirler. Edebiyatta, müzikte ve sanatta tekrar tekrar karşımıza çıkan temadır kaybedilmiş olan ergenlik aşkını veya ilk aşkı aramak… Kaybedilmişin aranması veya deneyimin tazeliğinin ve derinliğinin aranması… Analizde olan erişkinlerin ilk aşkları, tekrar tekrar

beklenmedik şekilde çağrışımlarında onları ziyarete gelirler. Analistinin yanında kendini serbest çağrışımın şaşırtıcı ve bilinmez kollarına bırakmış olan erişkin hasta, yıllar öncesinde yaşanmış olan, kilitlenmiş günlük sayfalarının tanıklığına terk ettiğini sandığı ilk aşkına ilişkin anılarının bir kısmını hatırlar ama rahatsızlık verici olan duygular ve bilinçdışı yankılara ulaşım o kadar


33


da kolay değildir elbette. Psikanalizde olan her birey, yaşamının bu dönemiyle ilgili çağrışımlarında, kaçınılmaz olarak önceki kuşak tarafından yaşananların yankılarını da duyacaktır. Yaşamın diğer evreleri gibi, ergenlik de, mutlaka içinden geçilecek bir evredir. Bu sebeble, erişkinliğe geçişin habercilerini tanımak önemlidir. Gizil dönemde (latans) çocuk, bedeni, duyguları, çevresindekilerle ilişkilerinde belirli bir hakimiyete sahiptir. Erinlik öncesi dışarıdan görsel olarak fark edilemeyecek olan ikincil cinsel özelliklerin, yani doğumdan beri var olan cinsel organların, erişkinlere benzer gelişim evrelerine ulaşması, buluğ döneminin başladığını ve dolayısıyla ergenliği haber verir (Tyson ve Tyson, 1990). Fransız psikiyatr ve psikanalist Jeammet (2012), ergenliğin tanımını yaparken, çocukluktan erişkinliğe geçişte ergenin hem bedensel, hem ruhsal, hem de toplumsal alanda değişime, dönüşüme uğradığını vurgular. Fiziksel başkalaşım konusunda tüm ergenler benzer süreçlerden geçse de, ergenin ruhsal gelişimiyle ilgili herkes tarafından eşit olarak kabul edilebilir tanımlamalara ulaşmak zordur çünkü bu gelişim döneminin psikolojisi bireyler arasında geniş ölçüde farklılıklar gösterir. Ergen, çocukluktan erişkinliğe ulaşan köprüyü aşmak ve erişkinliğe erişmek durumundadır. Bu geçişte zaman zaman fırtınaya, zaman zaman doluya tutulurken, melankoli ve yoğun coşku arasında gidiş gelişler de yaşıyacaktır elbette. Freud 1905'te yayımlanan Cinselik Kuramı Üzerine Üç Tartışma adlı yapıtında ergenlik sürecini tarif eder. Erinlik, çocuksu cinsel yaşama en son şeklini veren değişikliklerin olduğu dönem olarak tanımlanır. Freud, cinsellik kelimesini kullanırken, sadece genital bölgeleri değil, bedenin organlarından alınan duyumsal hazzı anlatmak istemiştir. Halk arasında yaygın olan cinselliğin ergenlikte başladığı şeklindeki görüşten farklı olarak, Sigmund Freud cinselliğin çocukluktan beri varlığını sürdürdüğünü işaret eder. Çocuk cinselliğinin ilk belirtilerini, bedenin beslenme, tuvaletini yapma veya tutma gibi, aslında cinsel nitelikli olmayan bedensel işlevler sırasında yaşanan hazda görmüştür. Freud, erinlikle birlikte, haz alanlarının genitallerde toplandığını işaret eder. Kısacası, Freud çocuksu cinselliğin ve özelliklerinin ergenliğin gelişiyle erişkin normal cinsel yaşamında olan üretici cinsellik ve özelliklerine dönüştüğünü açıklar. Artık ergenin ona

34


tanıdık olmayan yeni arzuları, artık cinsel ilişki gerçekleştirebilecek durumda olan yeni bir bedeni vardır. Deutsch (1987) ergenin değişime uğrayan bedeniyle, daha önceden tanımadığı heyecanlar ve duygular yaşamasının getirdiği sıkıntıları anlatır. Deutsch (1987) bu deneyimi “travmatik”olarak nitelendirir. Belki de travmatik olan, ergen bedeninin, yeni keşfettiği cinselliğiyle ne yapacağının bilememesinin getirdiği kontrol kaybı hissidir. Zordur bu dönem çünkü artık “ergen için bedeni en tanıdık olan yabancıdır” (Phillips, 2012, s. 45). Laufer (1981) cinselleşen yeni beden ve bedenindeki gelişmelerin yarattığı yeni olanaklar karşısında ergenin kendisini pasif hissetmesi ve bilinçdışı olarak cinselleşen yeni bedenini reddetmesini kırılma olarak açıklar. Cinselliğin, beden imgesiyle bütünleştirilmesi gerektiğinin önemini vurgularken, ergenin cinselliğini ifade etmeye ve doyurmaya ihtiyacı olduğuna işaret eder. Psikanalize erişkinin taşıdığı zorlukların bir kısmı da, işte ergenlikte yaşanan bu kırılmaların içselleştirildiği dönemleri (Laufer ve Laufer, 1984) işaret etmektedir. Ergenin kendisiyle ve ötekilerle kurduğu ilişkide bedeninden zevk alması ve sonunda cinsel duygularını bütünleştirmesinin yolu, ancak bebekliğinde annesinin kucağında sevgiyle ve şefkatle bakım görebilmiş olmasından geçmektedir. Çocuğun kendisini besleyen ve gereksinimlerini doyuran annesinin kucağında hissettiği güveni ve sevgiyi ileride ergenlikteki ilk aşkında arıyacağını öne sürer Freud. Ergen bir yandan çocukluğu boyunca kendisinin gereksinimlerini doyuran anne babasına ihtiyaç duymaya devam ederken, bir yandan da onlardan uzaklaşmak ister. Bloss (1967) ergenliği “ikinci bireyselleşme süreci”olarak tanımlar. Ergenin bu evrede, ilişkilerinde, ebeveynleriyle arasına mesafe koyarak psikolojik olarak anne babasından ayrılmaya çalıştığını anlatır. Ayrımlaşma, kendiliğin nesnelerden, örneğin babasına bağımlı bir kişinin babadan ayrışması, kendini ve kendiliğini bulması anlamındadır. Aslında ayrımlaşma, kimliğin gelişmesinin de gereklilidir. Tahmin edilebileceği gibi, ergenin beliren kimliği, anne babanın onun için istediğinden farklıdır. Ergenin bu dönemde çevrenin, özellikle anne babanın desteğiyle yani onların katkılarıyla farklılığını ve özerkliğini tanıması gerekir. Bir an önce onlarda

35


uzaklaşmalıdır, çünkü cinselleşmiştir. Yakınlık artık bir tehlikeyi temsil etmektedir (Keiser, 1953). Çocukluğu boyunca idealize ettiği, bağlı olduğu anne ve babasından vazgeçmek acı hissettirse, kaybının yasını tutacaktır (Root, 1957). Artık dışarıda ilişki kurabileceği yaşıtlarına yönelmek için, karşı cinsle karşılaşmak ve aşka yelken açmak için anne babasının kaybının acısını işlemek zorundadır.Tabii bunun karşıtı olarak, ebeveynlerinin yakınında kalmak, kızlarla veya erkeklerle ilişki kurmamak da (Keiser, 1953) temel sorunların çözülmesini güçleştirir ve gelişimin uzun zaman almasına neden olur. Ayrımlaşma sürecini tamamlıyamamak, bazı çatışmalarını işliyememiş bir kimlik gelişimine yol açar. Anne babadan uzaklaşılarak yeni ilişkiler aranırken, aslında her yeni ilişkide terkedilen anne ve baba aranmaktadır. Ergenin aşk ilişkisinde deneyimledikleri, kaçınılmaz olarak anne babasının ilişkisinden içselleştirdikleri ve onlarla özdeşleşmelerinin doğasından etkilenir. Bu deneyimleri düşünürsek ilk akla gelenler erkenci bir cinselliğe kendini bırakmadan, aşık olduğu kişiyi tanıyabilmek için gerekli ve yeterli zamanın geçmesini bekliyebilmesi ve sevginin eşlik ettiği bir cinsel deneyimden haz alabilmesidir. Anne babanın duygularını hissetme, gösterme şekli de, gencin aşk ilişkilerinde duygularını deneyimleme ve ifade etme şekli üzerinde derin izler bırakacaktır (Jeammet,2012 ). Bunun yanında, ergen çocuğun aşk ilişkilerini anlamlandırmak için, bazen anne ve babasıyla kurduğu ilişkilerin izlerini sürmek yeterli olmaz. Şimdiki anne babanın kendi anne babasıyla ilişkisinde yaşadıkları yani önceki kuşakların yaşadıkları, eğer bunların anlamları gün yüzüne çıkarılmazsa, ergen olan çocuklarıyla ilişkilerinde hortlar (Abraham ve Torok, 1978). Böyle durumlarda anne ve babanın kafası kendi tarihleriyle bulanmış olduğu için, genci kendilerinden ayrı bir özne olarak görmekte zorlanırlar ve onu kendi geçmişlerine bağlı olarak hareket ediyor gibi görürler. Kısacası, gencin aşk ilişkilerinde önceki kuşakların yaşadıklarının yankılarını duyarız. Aile içinde yaşananların gencin romantik ilişkilerini nasıl etkilediği konusuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Ailede ayrılma / boşanma kaç yaşında yaşanmış olursa olsun, kişi genç yetişkinlik dönemine (18-23 yaş) eriştiğinde, kendi romantik ilişkilerini ve gelecekteki olası evlilik ilişkisini düşünmeye başlar. Karşı cinsle ilişkilerin

36

yoğun olarak değerlendirildiği bu yaş döneminde, kendi ailesindeki boşanmayı/ayrılmayı, öncesinde ve sonrasında yaşananları düşünen genç yetişkin çoğu zaman farkında olmadan o dönemde yaşananların etkilerini kendi ilişkilerinde tekrar yaşantılar (Franklin, Janoff-Bulman, ve Roberts, 1990). Kılınç Kunt (2004) üniversitede okuyan boşanmamış/ayrılmamış ailelerden gelen 272 kız öğrencinin ve boşanmış/ayrılmış ailelerden gelen 37 kız öğrencinin oluşturduğu 309 kişilik bir örneklemin, karşı cinsle ilişkilerini araştırmıştır. Araştırma sonuçları, boşanmış / ayrılmış ailelerden gelen genç yetişkin kızların flört etmeye diğer gruptakilere göre daha erken başladığını, ilişkilerinde daha kararsız olduklarını ve daha az doyum yaşadıklarını, ilişkilerinin daha kısa süreli olduğunu ortaya koyar. Bu tür bulguların yanında, boşanmış/ayrılmış ailelerden gelen üniversitede okuyan kız öğrencilerle boşanmamış/ayrılmamış ailelerden gelen üniversite öğrencisi kız öğrencilerin romantik ilişkilerinin sıklığı ve devam etme süresi arasında bir fark bulunmayan çalışmalar da vardır (Greenberg ve Nay, 1982). Ergenin çok duraklı uzun bir yolu vardır… Yetişkinlik hayatına çıkmaz sokaklarda kaybolmadan geçiş yapması için, anne ve babasının da ergenin ihtiyaç duyduğunda girebilmesi için uygun yerlerde uygun kapıları açık bırakmayı atlamaması gereken bir yoldur bu yol…

KAYNAKÇA • Abraham, N. ve Torok, M. (1978). The Shell and the Kernel: Renewals of Psychoanalysis, Volume 1, Chicago: University of Chicago Press: • Blos, P. ( 1967). The Second İndividuation Process Of Adolescence, Psychoanal. Study Child 22 • Deutsch, H. (1987). Selected Problems of Adolescence. New York: International Universities Press • Freud, S. (1905). Three Essays on The Theory of Sexuality , Standard Edition VII, Londra: Hogarth Press. • Franklin, K.M., Janoff-Bulman, R. & Roberts, J. E. (1990). Long-Term İmpact Of Parental Divorce On Optimism And Trust: Changes İn General Assumptions Or Narrow Beliefs?, Journal of Personality and Social Psychology, 59 (4), 743-755. • Greenberg, E. F. & Nay, W. R. (1982). The İntergenerational Transmission Of Marital İnstability Reconsidered. Journal of Marriage and the Family, 44 (2), 335-347. • Jeammet, P. (2012). Ergenlik: Anne babalar ve Uzmanlar için Nirengi Noktalar. İstanbul : Bağlam Yayıncılık.


Hande Kılınç Kunt Klinik Psikolog

Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nden ve Boğaziçi Üniversitesi Klinik Psikoloji Bölümü’nden yüksek lisans derecesini aldı. Yeditepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim elemanıdır. Klinik çalışmalarına Anadolu yakasında Doku Bireysel ve Kurumsal Danışmanlık Merkezi’nde ve Avrupa yakasında Şişli’de bir merkezde devam etmektedir. Ergenlerle ve yetişkinlerle çalışmaktadır. Uluslararası Psikanaliz Derneği (IPA) psikanalist formasyonundadır. İstanbul Psikanaliz Derneği çatısı altında aday Psikanalist olarak formasyon çalışmalarına devam etmektedir.

37


Çeviren: Uzman Psikolog Begüm Mutlu

ÇEVİRİ:

İŞ KAYBI ÇOCUKLARLA NASIL KONUŞULMALIDIR? Ailedeki herhangi bir ebeveynin istifa etmesi ya da işten çıkarılması sonucunda, çocuklar yaşadıkları kaygıları ailelerine çeşitli sorular sorarak gidermeye çalışmaktadırlar.

38


İşsizlik durumu, kişinin kendine, ailesine, çevresine dolayısıyla da topluma maliyetler yükleyen önemli bir problemdir. İşsizlik, küresel bir boyut taşımakla birlikte, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ne olursa olsun tüm ülkeler için en önemli sorunların başında gelmektedir. Türkiye de işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkelerden biridir. İşsizliğin yarattığı sorunların başında kişilerin maruz kaldığı gelir kaybı yani ekonomik güvenceden yoksun kalma gelmektedir. Çalışmanın getirdiği maddi ve manevi avantajlardan yoksun kalan kişi birçok sorun yaşayabilmekte, yaşanan sorunlar ise toplum ve aile düzenini bozabilmektedir. Yaşanılan bu süreçte yetişkinlerdeki stres ve kaygı düzeyi artış göstermektedir. Aynı süreçleri aileleriyle birlikte deneyimleyen çocuklarda da benzer kaygılar ortaya çıkmaktadır. Dergimizin bu sayısında tüm dünyada yaşanan bu sorunun birey bazında ne şekilde ele alınması gerektiği üzerinde durduk ve derlediğimiz çevirilerle konuyu evrensel başlıklar altında ele almaya çalıştık.

Bitmeyen Sorular... Ailedeki herhangi bir ebeveynin istifa etmesi ya da işten çıkarılması sonucunda, çocuklar yaşadıkları kaygıları ailelerine çeşitli sorular sorarak gidermeye çalışmaktadırlar. Aileler bu süreçte “Baba/anne, işten niye ayrıldın?”, “Dışarıya yemeğe çıkabilecek miyiz?”,“Arkadaşlarıma ne diyeceğim?”, “Şu anda oturduğumuz evde oturmaya devam edebilecek miyiz?”, “Eğer işin olmazsa okula gitmeye nasıl devam edeceğim?” gibi sorularla karşı karşıya kalmaktadırlar. Ailelerin birçoğunun, çocuklardan gelen çeşitli sorulara cevap vermekten kaçındıkları ve iş kaybını çocuklarla açık bir şekilde paylaşarak yüzleşmek yerine, yaşanılan durumu gizleme eğiliminde oldukları görülmektedir. Bu süreçten çocukları haberdar etmemek, onları belirsizlik içinde bırakmakta ve kaygı düzeylerinin artmasına neden olmaktadır. Çocuklar ebeveynlerini adeta bir radar gibi izlemektedirler. Onlara yaşanılan durum aktarılmasa da, çocuklar yetişkinlerin beden dilinden, stres düzeylerinden, ses tonlamalarından ve yüz ifadelerinden bir şeylerin ters gittiğini hissetmektedirler. Gereken açıklamalar yapılmadığında, yaşanılan sorunun kendilerinden kaynaklandığını

düşünebilmektedirler. Güncel durumun onlarla paylaşılmaması bir haksızlık olduğu gibi, bu durumu herhangi bir şekilde aile bireyleri dışındaki kişilerden duymaları, ailelerine olan güvenlerini ciddi biçimde zedeleyecektir.

Açıklamaya Nereden Başlanmalıdır? “8 yaşındaki Amanda babası işten geldiğinde bir şeylerin yanlış gittiğini hissetmişti. Babası üzgün görünüyordu ve ona her zamanki gibi sarılmamıştı. Bu durum Amanda’nın kaygısını artırdı. Daha sonra babasının, annesine, iş yerinde kendi çalıştığı bölümün kapatıldığını söylediğini duydu. O sırada annesi ağlamaya başladı. Amanda, kaygılı ve kafası karışmış bir şekilde mutfağa giderek ne olduğunu sorduğunda, annesi ona babasının işten kovulduğunu ve artık bir işi olmadığını söyledi. Küçük kızın iş kaybetmenin neden kötü olduğu konusunda pek bir fikri yoktu. Ancak anne ve babasını o halde görmek onu korkutmuştu. Gece yatağa yattığında daha önce annesinin ona söylediği bir şeyi hatırladı. Annesi yolda yürürken ona kaldırımda yatan insanları göstermişti ve işlerini kaybettikleri için orada olduklarını söylemişti. Annesi, gece Amanda’nın odasına üstünü örtmeye geldiğinde, küçük kız annesine ağlayarak, tekrar tekrar “Babam kovuldu.” diyordu ve en sonunda “Biz de soğukta dışarıda mı uyuyacağız?” diyerek ağlamaya devam etmişti…”

Öncelikle çocuğa nasıl bir açıklama yapılacağı planlanmalıdır. Planlama yapmak

hem konuyu anlatanı hem de dinleyeni rahatlatacaktır. İyi bir planlama yapıldığında, açıklama yapılırken yaşanabilecek olası kaygı durumu da kontrol altında tutulabilecektir.

Açıklama yapmak için tüm aile bireylerinin müsait olduğu ve herhangi bir nedenle bölünme olasılığı olmayan bir zaman dilimi seçilmelidir. Bu süreçte çocuklar çok fazla soru sorma ihtiyacında olabilir. Bu nedenle açıklama yapılırken onların yeterince soru sorabilecekleri kadar vakit olması sağlanmalıdır.

Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi iş kaybının yarattığı ekonomik ve duygusal karışıklığı küçük çocuklara açıklamak kolay değildir. Bazı çocuklar henüz “iş” kelimesinin bile ne anlama geldiğini bilmeyebilirler. Onlar için annenin ya da babanın işe gidiyor olması, bir süre evde olmamaları ve o sırada onlarla başka birinin ilgilenmesi anlamına gelmektedir. Böyle düşünüldüğünde, “iş kaybı” kavramı bir nebze anlamlı gelebilir. Aslında küçük bir çocuk için ebeveyninin işini kaybetmesi, kendisiyle daha fazla vakit geçirme fırsatı bulacağından daha mutlu edici bir durum olarak değerlendirilebilir. Daha büyük çocuklar, mantıklı düşünebilme evresinde olmasalar bile, ebeveynlerinin işe para kazanmak için gittiğini anlayabilirler. Amanda, iş kaybını direk evsizlikle ilişkilendirmiştir. Ancak başka bir çocuk, ailesinin onu yaz kampına gönderemeyeceği sonucunu da çıkarabilir. Çocuklara açıklama yapılırken aşağıdaki ele alınan noktalara dikkat edilmelidir.

39


Sorulan her sorunun ciddiye alınması gerekmektedir. Sorulan sorulara mümkün olan en

uygun cevap verilmelidir. Sorunun cevabı bilinmiyorsa, bu konuyla ilgili düşünüp sonra cevap verilebileceği söylenmelidir. Durumu konuşmak için her zaman vakit yaratılmalıdır.

Tartışmaya açık olmak gerekir. Ne olup bit-

tiğini sindirmek için çocuklarla bir kez konuşmak bazen yeterli olmayabilir. Yaşanılan durumla ilgili her zaman tartışabileceklerini ve sorularına her zaman yanıt alabileceklerini bilmeleri kendilerini daha güvende hissettirecektir.

Çocuklardan gelebilecek her tür tepkiye ve davranışa hazırlıklı olunmalıdır. Çocuklar olaylar karşısında değişik tepkiler gösterebilirler. Bazı çocuklar içe kapanabilir, ağlayabilir ya da öfkeli hissedebilir. Bu tür tepkiler görüldüğünde bunun disiplin etme zamanı olmadığı akılda tutulmalıdır ve çocuğun yaşadığı duygu adlandırılarak, durum sakince yeniden ele alınmalıdır. Çocuğun yaşadığı duygu kabul edilmelidir ve onu yaşamasına izin verilmelidir.

Yaş grubuna uygun bir dil kullanmak gereklidir. Küçük çocuklar henüz soyut düşünme

becerilerine geçmediklerinden, yapılan bazı açıklamaları anlayamayabilirler. Bu nedenle açıklama yapılırken mecaz anlamlar ve soyut ifadelerden kaçınılmalı, mümkün olduğunca açık ve anlaşılır bir dil kullanılmalıdır. “İşimi kaybettim.” denildiğinde, küçük bir çocuk “O halde niye bulmuyorsun?” şeklinde düz bir mantıkla soru sorabilir. “İşten atılma”, “azaltmaya gitme” gibi yetişkinlerin anlayacağı düzeyde ifadelerin kullanılmamasına özen gösterilmelidir. Onun yerine “Bir süreliğine bir işim olmadığı için, bazı şeyler alabilecek kadar paramız olmayacak.” gibi daha somut açıklamalar yapılarak çocuğun durumu anlaması kolaylaştırabilir. 4 ya da 5 yaşında bir çocuğa “Baban/annen bugün işten ayrıldı yani bir süre bir fabrikaya ya da hastaneye gidemeyecek. Ama yeni bir iş bakacak, böylece gidecek yeni bir iş yeri olacak.” demek yeterli olabilir. 7-8 yaşlarında bir çocuk işe gitme konusuyla ilgili daha fazla şey anlayabileceği için, ona yapılabilecek açıklama şu şekilde olabilir; “Baban/ annen dün işten ayrıldı. Para kazandığı ve işini

40

çok sevdiği için biraz üzgün hissediyor. Ama bir an önce yeni bir iş bakacak ve büyük ihtimalle çok daha iyi bir iş bulacak. Bir süre sonra her şey eskisi gibi olacak. Bu süreçte, senin için bir şey değişmeyecek, sen yine okula gidip arkadaşlarınla oynuyor olacaksın ve her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam edeceksin.” 10-11 yaşlarındaki bir çocuğa yapılacak açıklama ise ; “Baban/annen dün işten ayrıldı. Biraz hayal kırıklığı yaşıyor çünkü işini seviyordu ve kazandığı parayla hoşumuza giden şeyler almaktan zevk alıyordu. Baban/annen yeni bir iş bulacak ve her şey eskisi gibi yoluna girecek. Bu süreçte bizim de harcalarımıza biraz dikkat etmemiz gerekecek, örneğin sinemaya gitmek yerine evde film izleyebiliriz, ancak hayatımızdaki diğer rutinler aynı şekilde devam ediyor olacak.” şeklinde olabilir.

Eşler tutum birliği içinde olmalıdır. Çocuk-

lar tüm aile bireylerinden aynı mesajı almalıdır. Ailenin kendi içinde uzlaşamadığı konular olsa bile, çocuklara açıklama yapılırken fikir ayrılıkları bir kenara konulmalı ve hedef yalnızca yaşanılan durumu açıklamak olmalıdır.

Ailede olabilecek değişiklikler üzerine konuşulmalıdır. Birçok çocuğun öncelikli düşün-

cesi yaşanan durumun onları kişisel olarak nasıl etkileyeceğidir. Bu süreçte çocuğa karşı dürüst davranmalı ve olası değişimlerle ilgili bilgi verilmelidir. Mesela; dışarıda daha az yemek yemek, öğle yemeği için çantada daha fazla yiyecek taşımak, sinemaya gitmemek, elektriği gereksiz harcamamak, masrafları düşürmek gibi konular konuşulmalıdır. Hatta masrafların nasıl kısılabileceği ile ilgili çocuklardan öneri istenilebilir. Çocuklarla problem çözme oyunu oynanabilir. Mesela birlikte çok para harcamadan yapılabilecek şeylerin listesi yapılabilir; bisiklet sürmek, evde oyun oynamak, yakın bir arkadaşı ziyaret etmek, özel bir aile yemeği hazırlamak gibi aktiviteler yapılabilir ya da birlikte alışverişe giderek bütçeli bir alışverişin nasıl yapılabileceği paylaşımında bulunulabilir.

En kötü senaryoda bile olumlu düşünmeye gayret gösterilmelidir. Çocuklar her durumda aile büyüklerinin davranışlarını ve genel ruh hallerini izler ve kendi tutumlarını ailelerinin duruşuna göre belirlerler. Çok gergin hissedilse bile çocukların karşısında her şeyin eski haline döneceği yönünde özgüvenli bir duruş sergilemek, on-


ların kendilerini güvende hissetmeleri açısından önemlidir. Bir çocuğu en çok anne ya da babasını duygusal olarak kontrolden çıkmış olarak görmek strese sokmaktadır. İş kaybı yaşandığında üzgün olunması beklenen bir duygu durumudur ve çocukların bu duygu durumunu görmesinde bir sakınca yoktur ancak aşırı duygusal tepkilere şahit olmaları, kendilerini güvende hissetmelerini olumsuz yönde etkileyecektir.

Yeni bir iş arama planından söz edilmelidir. Çocuklar uzun açıklamalara ve tartışmala-

ra gerek duymazlar. Bu nedenle kısaca yeni bir iş arandığını ve bunun da bir zaman alacağını söylemek gerekir. Ebeveyninin gelecekle ilgili bir planı olduğunu bilmek (ne yapılacağı hakkında bir fikir olmasa bile) çocuklara kendilerini daha güvende hissettirecektir.

Normal rutini sürdürmek önemlidir. Çocuk-

lar rutini sever ve bu onlara kendilerini güvende hissettirir. Eğer günlük harcamalardan kesilecekse öncelik çocuğun rutinini bozan şeyler olmamaldır. Yemeğin aynı saatte yenilmesi, yatak, banyo ve oyun saatlerinin her zamanki saatinde olmasına önem verilmelidir. Aile bireyleri kendilerini kötü hissetseler de eğer çocuk uyumadan hikâye okunuyorsa bu rutin sürdürülmelidir.

Rutinde olabilecek değişiklikler en baştan konuşulmadır. Uzun bir zaman çalışılmayacak-

larının para konusunda olumsuz bir durum içinde olduğunu gördükleri halde, kendilerine hediye alınması konusunda soru işareti yaşayabilirler. Gerçeğin ne olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşadıkları gibi, ailelerinin samimiyetini de sorgulamaya başlayabilirler. Yaşanan olumsuz olaylar karşısında zıt bir tutum sergilemek, sanki bu durum yokmuş gibi davranmayı öğrenmelerine sebep olmaktadır. Aslında hiçbirşey yokmuş gibi davranmanın tam aksine, çocuklar ailelerini ilgilendiren ve dâhil oldukları her tür krizden haberdar olmalıdır.

Duygusal olarak çocuklara yaslanmamak gerekir. Çocuklara hiçbir zaman travma iyileştiri bir rol yüklenmemelidir. Özellikle tek ebeveyn olma durumlarında “Anne/baba kendini kötü hissediyor, yalnız olmak istemiyor.” diyerek çocuklarla birlikte uyumak teklif etmemelidir. Çocuklar kriz durumlarıyla ilgili bilgilendirilmek isterler ancak yaşanan durumu tamir etmek onlara ağır gelebilir.

Durumun düzelmesi için çocukların çok fazla sorumluluk almasına izin verilmemelidir. Yaşanan zor dönemlerde çocuklar bazen yaşlarının üstünde tepkiler vererek yardımcı olmak isteyebilirler. Böyle durumlarda “Evet kötü hissediyorum ve sen de bunu düzeltmek için yardım etmek istiyorsun. Şunu bilmeni istiyorum ki bu çabalarını takdir ediyorum. Ama bazen bir

süreliğine insanlar kötü hissedebilir. Yakın bir zamanda daha iyi hissediyor olacağım. Şunu bilmeni istiyorum ki her zaman seni önemsiyor olacağım ve arkanda olacağım. Seni çok seviyorum ve seninde beni sevdiğini biliyor olmam bana kendimi iyi hissettiriyor.” şeklinde açıklamalar yapılabilir.

Gerekli durumlarda bir uzmandan yardım alınmalıdır. Bazen çocuklar yaşadıkları stresi iştah kaybı, uykusuzluk, okulda notların düşmesi, alt ıslatma, çeşitli davranış problemleri şeklinde dışa yansıtabilirler. Eğer çocuk yeterince olgunsa, duyguları ve nasıl hissettiği ile ilgili konuşulabilir. Daha küçük bir çocuk için ise birlikte geçirilen zaman dilimi artırılabilir. Eğer birkaç hafta süreyle sıra dışı davranışlarda değişiklik olmamış ise bir uzmandan yardım almak sorunun daha kısa sürede çözülmesine yardımcı olacaktır. KAYNAKÇA • Internet alıntısı, Eylül, 2016. http:// micheleborba.com/daddy-why-did-youlose-your-job-how-to-talk-to-your-kidsabout-layoffs-and-tough-financial-timesand-why-you-must/ • Internet alıntısı, Eylül, 2016. www. psychologytoday.com/articles/199203/ daddy-got-fired-are-we-going-be-poor

sa ve önemli değişiklikler olacaksa, rutin değiştirilmeden önce, çocuğu buna önceden hazırlamak gerekir. Mesela 6 yaşındaki bir çocuk özel okuldan devlet okuluna verilecekse, bu değişiklik senenin başında yapılmalıdır. Böylece geçişler daha normal bir hale gelebilir. Yeni bir okulu ve öğretmeni olacağı önceden söylenmelidir. Okul başlamadan birlikte ziyarete gidilmeli, mümkünse öğretmenle tanışılmalıdır. Okuldan gelip gidişin nasıl olacağı, okuldan alacak kişi, öğle yemeği gibi rutinde olabilecek değişiklikler çocuklara anlatılmaldır.

Gerçekler karşısında verilen tepkilere dikkat edilmelidir. Bazı aileler olumsuz durumlar-

da çocuklarını duygusal ve ekonomik stresten uzak tutmak için yeni oyuncaklar alırlar ve her zamankinden farklı davranışlar sergilerler. Ancak bu durum özellikle küçük çocukların kafasını karıştırabilir ve gerçekle ilgili yanlış algı geliştirmelerine neden olabilir. Çocuklar anne ve baba-

41


BİZDEN HABERLER Önleyici Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Çalışmaları Seyirci Varsa Var… Geçen yıl Gelişim dergisi yayın kurulu olarak verdiğimiz bir kararla “Bizden Haberler” bölümünde önleyici çalışmalarımızı ve okul olarak bir konuyu nasıl ele aldığımızı paylaşmaya başladık. Bu sayımızın konusu zorbaca davranışlar… Zorbalık güçlü durumdaki kişi/kişilerin karşı koyma gücü olmayanlara, fiziksel, psikolojik, sosyal veya sözel olarak sıkıntı vermek niyeti ile tek-

42

rarlanan davranışlarıdır. Zorbalık seyircisi varsa oluşan veya devam eden davranışlardır. Seyircilerin bir kısmı yaşanan şiddeti teşvik eden yaklaşımlar sergiler, bir kısmı da kendisine de yönelebileceğinden korktuğu için sessiz kalmayı tercih eder. Çoğu örnekte daha önce bir şekilde şiddete maruz kalıp mağdur olan çocukların ilerleyen zamanlarda zorbaca davranışlar sergilediği görülmektedir. Problemin çözümü için sadece

zorba ve mağdurla değil, seyirciye yönelik de çalışmaların yapılması gerekmektedir. Zorbaca davranışları azaltmanın ilk adımı konu ile ilgili farkındalık yaratmak ve bilinçlendirmektir. Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi olarak ele aldığımız kendini ve duygularını tanıma ve ifade edebilme, öfke kontrolü, duyarlılık, farklılıklara saygı, sınırlar, problem çözme becerisi, hayır diyebilme, özgüven, sosyal beceri geliştirme ve


iletişim gibi önleyici çalışmalar da zorbaca davranışların oluşmamasına katkı sağlamaktadır. Anaokulu ve ilkokulda sınıf gözlemi, sınıf çalışması ve küçük gruplarla sosyal beceri, iletişim, arkadaşlık ilişkileri, öfke kontrolü gibi konularda yapılan grup çalışmaları öğrencilerimizin bireysel olarak güçlenmelerini, kendilerini tanımalarını ve güçlü ilişkiler kurmalarını sağlamayı hedefler. Aynı zamanda veli eğitimleri ve veli grup çalışmaları ile aile ve okulun ortak durumlar geliştirmesi amaçlanır. Zorbalığa yönelik ilkokulda, sınıf ve branş öğretmenleriyle yaşantısal grup çalışmaları yapılarak konunun önemi ve nasıl ele alınması gerektiği konusunda farkındalık yaratılmaya çalışılır. Bu amaçla ortaokulda her sınıf seviyesinde veli paylaşım grupları devam eder. Öğrencilerle 12 kişilik paylaşım grup çalışmaları başlar. Her öğrencimiz tüm ortaokul süreci içinde 8 oturumluk bir paylaşım çalışmasını tamamlamış olur. Bu paylaşım gruplarında ele alınan konular zorbaca davranışlar ile baş etmeyi sağlayan becerilerden oluşur. Bu çalışmalara ek olarak sınıf çalışmaları ve sınıf rehber öğretmenleri ile de farkındalık oluşturma çalışmaları yürütülür. Kendi duygu ve düşüncelerinin yanı sıra karşıdaki kişinin duygu ve düşünceleri konusunda da farkındalık kazanmaları hedeflenir. Mahremiyet, özel alan ve sınırlar konusunda sınıf çalışması yapılır. Lisede Hazırlık ve 9. sınıflarda hem lise hem de sonrasında ihtiyaç duyacakları iletişim, çatışma çözme, problem çözme becerilerini destekleyecek çalışmalara ağırlık verilir. Akran baskısı ile nasıl başa çıkabileceğine ilişkin çözümler üretmeleri için tartışmalar yürütülür. Sosyal ortamların sanal dünyaya taşındığı çağımızda gençlerin birbirlerine yönelik şiddetleri, anında onlarca kişi tarafından izlenebilmekte ve katılımcı izleyiciler yaratabilmektedir. Çocuk ve gençlerin sanal ortamlarda; başka kişilerin özel bilgilerini paylaşma, olumsuz ifadeler kullanma, bir başkasına ait şifrenin kullanımı gibi davranışlar sergilediklerinde yasal olarak ciddi sorumlulukları olduğunu öğrenmeleri gerekmektedir. Bu nedenle, okulumuzda sanal zorbalığa yönelik önleyici çalışmalar da yapılır. Öğrencilerimizin riskli davranışlardan uzak durabilmeleri ve kendilerini koruyabilmeleri için her yıl ilk haftalarda kurallar hakkında bilgi verilir, ilgili yönetmelikler hatırlatılır. Ayrıca bilişim teknolojilerinin etkili kullanımı için 4. -12. sınıflarda Bilişim Teknolojileri bölümü ile ortak çalışmalar yürütülür. Bu

çalışmalar ile dijital vatandaşlık kavramları ele alınır ve her sınıf düzeyinde riskli durumlardan kaçınmaları için bilinçlendirmeler yapılır. Yaşanan herhangi bir problem durumunun çözümünün tasarlanabilmesi için ilgili kişilerin konuyu birlikte ele alabilmesi önemlidir. Etkili çözüm yolları bulabilmek için ilgili kişilerin ortalama sağduyudan gelen bilgilerin dışında araştırma yapıp yenilikçi çözümler denemeleri gerekir. Lisede yürütülen Küresel Sorunlar Konferansı Kulübünde öğrencilerimiz de böyle çalışıyor. Onlar dünyayı daha iyi bir yer yapmak isteyen diğer ülkelerdeki lise çağındaki genç beyinlere katılıyorlar. 20152016 öğretim yılında GIN Kulübümüz “Okullarda Akran Zorbalığının Önüne Geçme” başlığı ile de bir araştırma yürüttü. 11. GIN Konferansı'nda Lüksemburg’ta 16 - 20 Mart tarihleri arasında International School of Luxembourg Okulunun düzenlediği konferansa katılarak sunumlarını paylaştılar. Bu çalışmayı yürütürken elde ettikleri bilgileri de 9. sınıf öğrencilerimize sundular ve tartıştılar. Konunun öğrencilerden öğrencilere aktarılması ve çözümüne yönelik alan uzmanlarının eşliğinde tartışmanın öğrencilerde konu ile ilgili farkındalığı daha çok artırdığı görüldü. Bu nedenle öğrencilerin deneyimlerini ortaokuldaki arkadaşları ile de paylaşmaları sağlandı. Akran zorbalığının sözel, etnik, dini, fiziksel, cinsiyetçi yaklaşımlarla gerçek veya sanal ortamlarda nasıl

oluştuğu GIN Kulübü öğrencilerinin araştırmaları ile fark ettirilirken zorbanın, mağdurun, seyircinin ötekileştirilmediği birlikte çözüm üretme isteği oluşturan birleştirici bir ortam, yenilikçi bir bakış açısı yarattı. Çalışmanın sonucunda şakalaşırken zorbalığa dönüşen davranışları konusunda iç görü kazandıklarını ifade eden öğrenciler oldu. Aynı zamanda, bu paylaşımların mağdur olma durumunda dur diyebilme veya yardım isteme konusunda yüreklendirici olduğu öğrenciler tarafından dile getirildi. Bütün bu çalışmalara ek olarak Gelişim dergimizde de zorbalık ve ilişkili olduğu diğer alt başlıklara da yer vererek anne babaların sürece katkılarını da almaya özen gösteriyoruz. Pek çok yetişkin kendi okul günlerinde akran baskısını doğrudan yaşamış veya başka çocuklara yönelik davranışlara şahit olmuştur. Akran baskısı yaşamımıza yeni giren bir durum değil ancak çağımızda sosyal medyanın kullanımının yaygınlaşması ile önemle ele alınması gereken bir konu olmuştur. Çocukları ve gençleri bekleyen tehditleri “Siber Zorbalık” başlığı ile ele aldığımız çevirimize https://issuu.com/terakkiokullari/docs/ gelisim2012-2 adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca akran baskısına nasıl yaklaşılacağına bakmak, aile ve okulun rollerini gözden geçirmek amacıyla Dr. Nevin Dölek ile yaptığımız röportajı da https://issuu.com/terakkiokullari/docs/gelisim_dergisi2014-1_web linkinden takip edebilirsiniz.

43


Tek Terakki. İki yerleşke.


Levent . Tuzla / Tepeören



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.