Gelişim Dergisi 2018 - Sayı 15

Page 1

2018 | SAYI 15 Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi

BEYİN GELİŞİMİNDE AİLE TUTUMUNUN ÖNEMİ Röportaj: Sinir Bilim Uzmanı Dr. Kerem Dündar

Sınav Yolculuğu

Neden Tembel? Neden Çalışkan?

Ön Ergenlik

Konuk Yazar: Uzman Psikolojik Danışman Feriha Şenkaya Dildar


02 16

26 10

34

İçindekiler 01 Editörden - Revan Çoban 02 Vicdan - Hülya Seferoğlu 06 Okul Fobisi - Melek Atakul 10 Neden Tembel? Neden Çalışkan?- Filiz Torun 16 Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Konum: Kendini İnşa - Funda Tezer 22 Sınav Yolculuğu - Müge Köseoğlu 26 Teknolojik Aletlerin Erken Dönem Çocuklukta Kullanımı ve Etkileri Çeviren: Psikolojik Danışman Aylin Germiyen Alioğlu 30 Ön Ergenlik - Uzman Psikolojik Danışman Feriha Şenkaya Dildar 34 Beyin Gelişiminde Aile Tutumunun Önemi - Sinir Bilim Uzmanı Dr. Kerem Dündar ile Röportaj Hazırlayanlar: Berna Ergun / Gülseren Kaya / Revan Çoban 42 Bizden Haberler


Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Sahibi Mehmet Güneş Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Yayın Direktörü Demet Uysal Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Koordinatörü Editör Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman Yayın Kurulu Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman Tasarım ve Uygulama . M A T S I Y A H / matsiyah.co.uk Redaksiyon Dilek Özçelengir Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Katkıda Bulunanlar Bora Gönenç Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Banu Akbaşlı Kurumsal İletişim Koordinatörü Baskı

. M A T S I Y A H / matsiyah.co.uk Yayın Türü Süreli (yılda 2 kez) Sayı 15 / Ücretsizdir Dergideki tüm yazılar Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi uzmanları tarafından hazırlanmıştır. Gelişim, Terakki Vakfı Okulları tarafından T.C yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Gelişim’in ismi ve yayın hakkı Terakki Vakfı Okulları’na aittir. Gelişim’de yayınlanan yazı, fotoğraf, karikatür ve illüstrasyonların her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

gelisimdergisi@terakki.org.tr

Editörden Değerli Okurlar; Acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık. Kiminiz için belki de unutulmaz anılarla dolu ardında bırakılması zor bir yıl oldu. Şu güne kadar yaşadığınız en güzel günleri geçirdiniz bu yıl. Hiç görmediğiniz diyarlarda yeni ufuklara yelken açtınız, uzun zamandır beklediğiniz o haber geldi, yaşamınız için daha önce göze alamadığınız adımları attınız. Şimdi ise yeni yılın ilk günlerini yaşıyorsunuz. Acaba her şey geçmişteki gibi olacak mı? Neler bekliyor sizi? Her yeni yılda dilenen sağlık, huzur, başarı, mutluluk dilekleri gerçek olacak mı? Aslında yeni bir yıla girmek beraberinde bir sürü belirsizlik getiriyor. Aynı zamanda bir miktar kaygı. Kimimiz bu duyguyu daha yoğun yaşarken kimimiz daha bir umutla bakıyoruz geleceğe. Geçmişin bağlarından güç alarak geleceğe nice tohumlar ekiyoruz. Tıpkı anne karnında yaşama tutunan bir bebek gibi umutlarımıza tutunuyoruz. Sevgili anne babalar bir bebeğin doğumu gibidir yeni başlangıçlar. Nasıl ki bebek önce ona bakım veren kişilere bağımlıysa bizler de geçmişin izlerine bağımlıyız. Bebeğin bağımsızlaşma yolculuğu anne babası buna ne kadar izin veriyorsa o kadar olabiliyor. Bizler umutlarımıza ne kadar izin verebiliyorsak onlar o kadar gerçek olabiliyor. Düşünün, minik yavrunuz yeni yürümeye başladı. Bir iki adım atıyor, sonra acaba güvende miyim diye geri dönüp size bakıyor? Belki düşecek diye endişelisiniz ama yine de onu özgür bırakıyorsunuz. O gün ilk adımında bağımsızlaşmasına izin verdiğiniz bebeğiniz şimdi tam da hayal ettiğiniz gibi kendi ayakları üzerinde durabilen, problemlerini çözebilen, sorgulayan, dayanıklı bir birey oldu. Peki, bazen ne oluyor da onların bağımsız hareket etmesini engelliyor, yapabilecekleri işleri onlar adına yapıyor ya da kolaylaştırıyoruz. Bize bağımlılıklarını sürdürmelerini mi istiyoruz? Ya da biz mi bağımlılıklarımızdan uzaklaşamıyoruz? Neden yeni kararlar almakta, yeni adımlar atmakta zorlanıyoruz. Artık anne babası ile uyumayan çocuk nerdeyse yok gibi. Hala yemeklerini yedirebiliyor, banyo yaptırabiliyor, ödevleri “ödevimiz” sınavları “sınavımız” oluyor. Ben ve o diye bağımsızlığa vurgu yapan sözler “biz” ifadesi ile bağlanıyor sımsıkı. Ergenlik başlıyor, bu sefer de ayrılığa karşı arkadaş ebeveyn oluyoruz. Hâlbuki çocuklarımızın çok arkadaşı var, anne babası ise tek. Acaba korkuyor muyuz, onları sıkı sıkı tutmazsak bizden kopup gidiverirler diye? Oysaki salıncakta sallanmak gibidir büyümek. Önce gökyüzüne ulaşılır sonra güven veren zemine dönülür. Evet, sevgili anne babalar tıpkı çocuklarımızı bağımlılıktan bağımsızlığa uğurlamaya benzer yeni bir yıla başlamak. Önce geçmiş alışkanlıklar gözden geçirilir, sonra o zeminin üzerine yenileri serilir. Şimdi bir düşünün aslında vazgeçmek isteyip hep ertelediğiniz hangi hayalleriniz gerçekleşmeyi bekliyor. Yeni bir yıla girerken aldığınız hangi kararları uygulamaya başladınız? Yapmak istediklerinizden belki de birini bile hayata geçirseniz bir kelebek etkisi olacak yaşamınızda. Tüm bunları durup düşünmek, sıkı sıkıya bağlı olduğumuz alışkanlıklarımızdan uzaklaşmak gerekiyor bazen yaşamda. Bizler de Gelişim dergimiz yoluyla yaşama dair sorularınıza yanıt bulmanıza yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bu sayımızda da yine ilginizi çekeceğine inandığımız konulara vurgu yaptığımızı düşünüyoruz. Her zaman olduğu gibi dergimizle ilgili görüşlerinizi ve önerilerinizi gelisimdergisi@terakki.org.tr adresine iletebilirsiniz. Yeni yılda hepinize önce sağlık sonra içsel yolculuğunuzu tamamlayabileceğiniz, ertelediğiniz tüm arzularınızı gerçekleştirme cesareti bulabileceğiniz, ailenizle birlikte keyifle geçireceğiniz nice güzel günleriniz olmasını dilerim. Sevgiyle kalın,

Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman

01


Yazan: Psikolojik Danışman Hülya Seferoğlu

VİCDAN

Bazı kaynaklar vicdanın doğduğumuz andan itibaren var olduğunu ve kendiliğinden geliştiğini, bazı kaynaklar ise çevrenin etkisi ile öğrenildiğini belirtmektedir. Kişinin vicdanı, anne ve babasıyla olan erken dönem ilişkisi ile şekillenmeye başlarken, ilerleyen yaşlarda yerleşerek devam etmekte ve çevrenin etkisi ile de daha da işlenmiş hale gelmektedir.

Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır. L. Tolstoy

02


Dostluk, güven, saygı, sevgi, merhamet gibi bizi biz yapan değerler vardır hayatta. İnsan olmanın özü olan bu değerler yaşama anlam katar. Peki ya vicdan? Yaşamımız için olmazsa olmazlarımız arasında değil midir? Hele de son zamanlarda gazeteleri okurken ya da televizyon seyrederken “Ne kadar vicdansızlık bu!”, “İnsanlarda hiç vicdan kalmamış!” düşünceleri geçerken içimizden… İçimizde barındırdığımız ya da farkına varmasak da düşündüğümüz ve önemini bir o kadar sıklıkla ifade ettiğimiz vicdan nedir? Nasıl oluşur? Doğuştan herkes iyi midir? İçimizde bir iyilik hali var da çevre ve yaşadıklarımız mı bu iyiliği yok etmektedir? Vicdan kavramı, tarih boyunca çeşitli düşünürlerce farklı tanımlanmış, İlkçağda “uyarıcı ses”, Ortaçağda her birimizin içinde bulunan “Tanrı'nın sesi”, Aydınlanma Çağı sonrasında ise “İnsana özgü ussal bir yeti ya da ahlâk duyusu” olarak karşımıza çıkmıştır. Günümüzde ise vicdan “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel bir güç.” olarak tanımlanmaktadır. Kişinin en temelde iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı ayırt edebildiği güç olarak tanımlanan vicdan, günümüzde İnsan Hakları Bildirgesinin ilk maddesinde de “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” maddesiyle toplumsallaşmamızın iki unsurundan biri olarak ele alınmıştır.

Vicdanın Oluşumu Diyelim ki bir saatliğine görünmez oldunuz. Yolda yürüyorsunuz ve bir kişinin parasını düşürdüğünü ama bunu fark etmediğini gördünüz. Sizi de kimse görmediği için eğilip parayı yerden aldınız ve yolunuza devam ettiniz. Şimdi birçok kişi “Olur mu? Asla yapmam. Görünmesem de başkasının malına izinsiz dokunmam.” diyecektir. O zaman toplumsallaşma ile birlikte dıştan gelen baskı ve eleştirilme korkusu söz konusu değilken bile sizi durduran şey nedir? Çevrenizde birçok kişi bu şekilde düşünürken ve davranırken neden bazı kişilerin yaptıkları olumsuz davranışlardan sonra bile vicdanları sızlamaz? Bazı kaynaklar vicdanın doğduğumuz andan itibaren var olduğunu ve kendiliğinden geliştiğini,

bazı kaynaklar ise çevrenin etkisi ile öğrenildiğini belirtmektedir. Kişinin vicdanı, anne ve babasıyla olan erken dönem ilişkisi ile şekillenmeye başlarken, ilerleyen yaşlarda yerleşerek devam etmekte ve çevrenin etkisi ile de daha da işlenmiş hale gelmektedir. Her bebek doğduğu andan itibaren değişik yaşam deneyimlerini bir araya getirerek var olmaya ve anneden ayrı bir birey olmaya çalışır. Bu tek başına varoluş, bebeğin ilk korku ve kaygılarını da beraberinde getirir; çünkü bilmediği bu dünya onun için birçok tehlikeyle doludur. İşte bu evrede anne, bebeğinin korkularını ortadan kaldıran, koruyucu bir rol üstlenerek aslında bebeğe dünyanın onun sandığı kadar korkulacak bir yer olmadığını öğreten, bebeğin doğduğu andan itibaren var olan yıkıcı içgüdülerini dönüştürebilen kişidir. Emzirme döneminde, anne bebeğini emzirirken bebek memeyi ısırır. Ardından bebek başka zamanlarda da annenin saçını çeker, ağzıyla onun yüzünü dişlemeye çalışır. İşte böyle zamanlarda anne kızmak yerine çok sakin bir şekilde “Canım yandı, ama merak etme bana zarar vermedin.” mesajı ile bebeğin kendisine verdiği tepkiyi bir sevgi gösterisi olarak kabul eder ve sakinlikle karşılarsa, bebek de anlar ki anneye zarar vermek o kadar da kolay değildir. Bilir ki annenin canı çok yansa da korkulacak ve endişelenecek bir şey yok. Annem beni her şeye rağmen seviyor ve öfkem onu yok etmiyor. Annenin bu sevgi dolu güvenli yaklaşımı, tutarlı tavrı ve karşılıksız kabulü çocuğun kendi yıkıcılığını kabulünü, duygularının sorumluluğunu almasını sağlar. Böylece bebek bu uyarılma anlarında hissettiği tüm kötülüğü ve yıkıcılığı daha gelişmiş bir sorumluluk duygusuyla kabul eder. Ayrıca deneyimleri yoluyla gerçek sevgi içgüdülerinin ortaya çıktığı anlarda da annenin orada olacağını bilir. Böylece kendini iyi hissettiren ve kötü hissettiren şeyler üzerinde biraz da olsa denetim geliştirebilir. Zaman içinde bebek, verdiği tepkileri annenin onararak aldığını ve yapılandırarak kendine geri verdiğini gördükçe kendi yapabildiklerine karşı hissettiği kaygıya tahammül edebilecek duruma gelir. Bu kaygıya tahammül edebilme becerisi işte suçluluk duygusunun oluşumudur ve suçluluk duygusu ise vicdanın temelidir. Kısacası güvenilir çevresel koşullarda yaşayan bir bebekte, güvenin oluşmasıyla beraber suçluluk duygusunun da geliştiği görülür. Ancak anne bebek arasında bu güvenli bağ kurulmadığında, anne ruhsal olarak bebeği ile birlikte hareket edemediğinde, bebeğin suçluluk hissetme kapasitesinin de yeterince gelişmediği görülür.

Vicdanın Gelişimi Vicdanın gelişiminde önemli bir aşama da 3-4 yaşlarıdır. Çocuk bu dönemde cinsel kimliğini anlamlandırmaya başlar. Erkek çocuk annenin göğüsleri olduğunu, babada olmadığını; babanın penisinin olduğunu, annede olmadığını fark eder. Fark eder ki erkek çocuk tıpkı baba, kız çocuk tıpkı anne gibidir. Düşünür ki her erkeğin bir kadını, her kadının bir erkeği vardır. Bu nedenle kendisinin de bir eşi olmalıdır. Bu da en yakınındaki kişi olan annedir. Babayı gerçek olarak yok edemeyeceğine göre onu yenmenin yolu onun gibi olmaktan geçer. Babayı düşünsel olarak öldürmek isteyen çocuk, babanın bunu fark edeceğini ya da düşüncelerini okuyacağını zannederek babanın sevgisini de kaybetme tehlikesi içinde olduğunu düşünür. Hayatının başlangıcında korunmaya muhtaç ve çaresiz olduğundan da babanın sevgisini kaybetmek istemez. Sevgiyi kaybetmek demek çeşitli tehlikelerden korunmanın da ortadan kalkması demektir. Her şey bir yana, bu güçlü kişinin üstünlüğünü cezalandırma biçiminde gösterip göstermeyeceğini de bilmemektedir. Çocuk bu dönem içerisinde düşündükleri ile düşündüklerini yapmasının farkını daha kavrayamadığından cezadan kaçmak için babayla özdeşim kurar ve bu özdeşim yoluyla babanın vicdan anlayışını özümseyerek içe alır. İşte vicdanın gelişiminin temelleri bu sevgiyi kaybetme ve ceza alma korkusundan yapılan özdeşimlerle gerçekleşir. Çocukta babayı taklit ederek içselleştirilen vicdan anlayışı, zamanla babanın olmadığı zamanlarda da kendini göstererek ergenlik sürecine kadar gelişmeye devam eder. Erkek çocuk için geçerli olan tüm bu süreçler kız çocuk için anneyle yaşanır. Ancak kız çocuklarının işi daha zordur; çünkü ilk aşkı ve özdeşim kurduğu kişi aynı kişilerdir. Ergenliğe kadar yerleşen ve gelişim göstererek içselleştirilen vicdan ne olur da bazı ergenlerde bir dönüşüm yaşar? Ergenlik dönemi değişimin ve dönüşümün olduğu yıllardır. Bir başkaldırı dönemidir. Ergen artık hem fiziksel hem de ruhsal olarak bir değişim aşamasındadır. Çocuklukta anne ve babasından içselleştirerek öğrendiği değerleri yok sayıyormuş gibi bir tutum içindedir. Anne babayı, değer sistemlerini ve vicdan anlayışlarını değersizleştirmek, etkisizleştirmek ve uzaklaştırmak kendi olmanın ilk koşulu gibi görünür. Aileden uzaklaşan ergen ev dışında aradığı mutluluğu bu sefer arkadaşlarında, idealize ettiği kişilerde bulmaya çalışır. Bu ebeveynlerinin yerine geçen arkadaşların, öğ-

03


retmenlerin, ideal model olarak seçilen ünlülerin vicdan anlayışının etkisinde de kalmak demektir. Artık ergen arkadaşları ve idealize ettiği kişilerle özdeşim kurarak onların davranışları, düşünceleri ve vicdan anlayışı ile hareket etmeye başlar. Ancak ergenin her zaman düşünceleriyle davranışları paralel gitmeyebilir. O’nun söylemleri ve davranışları ne kadar sizi korkutursa korkutsun, sizin geçmişte kurduğunuz ilişkilerinizin, öğretilerinizin izleri mutlaka var olacaktır. Geçmişte kurduğunuz güven ilişkisine inanarak ona güvenmeye devam etmeli ve vermiş olduğunuz vicdan anlayışının gücüne inanmalısınız.

Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Mahatma Gandhi

Toplumsallaşma ve Vicdan İlişkisi İnsan, diğer canlılar gibi “Hayatta kal.” emri ile dünyaya gelmiştir. Bu doğrultuda en temel ihtiyaçları olan yemek, su ve korunma için güvenli barınaklar aramış, zamanla bu basit arayış içinden karmaşık şehirler, mimarisiyle göz kamaştıran evler, alışveriş merkezleri, teknolojik aletler ve bunlardan çok daha fazlasıyla birlikte kendini bulmuştur. Uygarlık geliştikçe, insanlar bireysel yaşamdan grup yaşamına geçtikçe daha huzurlu, güvenilir ve mutlu bir yaşam alanı yaratmak amacıyla yasalar ve kurallar da koymuşlardır. Uygarlık yaşam ve saldırganlık gibi daha yıkıcı yönlerimizi ortaya çıkaran ölüm içgüdümüzün olumsuz eğilimlerini bastırarak toplumsal eğilimlere dönüştürme gücüne de sahip olmuştur. Aslında uygarlık içgüdüsel olandan vazgeçişle kazanılmış ve karşılık olarak her yeni gelenden de aynı vazgeçişi beklemiştir. Freud (2014) “Uygarlığın Hoşnutsuzluğu” kitabında şöyle der; “Birey öncelikle toplumda kabul görmeyen, bir başka deyişle toplumun sevgisini kaybetmesine neden olan bir isteğe ya da dürtüye kendini kaptırması sonucunda sınırı aşar. Eğer bu istek ve dürtü toplumda fazla bir muhalefetle karşılaşmayacaksa birey üzüntü duymakla yetinecektir. Ancak, muhalefetin derecesi yükseliyorsa, yaptıklarından ya da hissettiklerinden dolayı pişmanlık duymaya başlayacaktır;… Bir sonraki aşamadaysa vicdan azabı duyarak acı çekecek ya da etrafındakilere acı çektirecektir.” 1994 yılında Sudan’da Birleşmiş Milletler kampına sürünerek ulaşmaya çalışan aç bir çocuk ve onun arkasında bekleyen Akbaba... Belki bize toplum ve vicdan ilişkisini bir parça açıklayabilir. Güney Afri-

04

kalı bir fotografçı olan Kevin Carter tarafından çekilen fotoğraf, O’na 1994 yılında Pulitzer ödülü kazandırmıştır. O dönem gazeteciler ve fotografçılar, bulaşıcı hastalıklar sebebi ile hastalara dokunmamaları konusunda sıkı sıkı uyarı aldıklarından Kevin Carter bu anı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmasına rağmen küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmeyerek oradan uzaklaşmıştır. Fotoğraf ödül aldıktan sonra bu davranışı sert eleştirilere maruz kalmış, bu eleştirilerin dozu artınca Carter kendini savunmak için profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söylemiştir. Kevin Carter ödülü aldıktan 3 ay sonra intihar ederek çevresine birçok mektup bırakmış, bunlardan birinde “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu.” demiştir. Ünlü fotoğrafçı Kevin Carter toplum onun üzerine bu kadar gelmese ya da sadece aldığı ödül takdir edilip “Evet haklısın, sen de hastalanabilirdin ve doğru şeyi yaptın.” mesajı alsa vicdanı sızlayıp aynı sonu yaşar mıydı bilinmez ama toplumun vicdanın oluşumunda etkisi her zaman var olmuş ve var olacaktır.

Vicdan Ağırlaştığında… Bazı insanlar vardır, her davranışlarında, yaşanan her olumsuz olayda vicdani rahatsızlıkları o kadar ağır basar ki, siz ne derseniz deyin kendini suçlamaktan asla vazgeçmezler. Örneğin, kimseye öfkelenmemesi, kimseyi kırmaması gerektiğini düşünen, karşısındakinin kırıldığını düşündükleri anda veya en ufak öfke hissettiklerinde suçluluk hissetmeye başlayan, hatta bu nedenle kendi istek ve düşüncelerini söylemekten korkan kişiler… Ne oluyor da bu kişiler kendilerini bu kadar suçlar, vicdanları ağırlaşarak kendilerini affedemez noktaya gelir ve hareket etmekten korkarlar? Her anne baba çocuklarının sevgi dolu, yardımsever, merhametli ve vicdanlı olmasını ister. Ama hepimizin hataları, zaafları, bazen de baş etmekte zorlandığı içgüdüleri vardır. Ancak bazen anne babalar için kendi hatalarının olması asla olamayacak bir şeydir ve bu nedenle kendilerine karşı bir hoşgörüsüzlük içinde olurlar ya da bu hatalarının görülmemesi adına ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Hatta bu zaman zaman anne babaların iyiyi ve kötüyü öğretmek adına kendilerinin de gerçekte uygulamakta zorlandıkları davranışları olmazsa ol-


mazlar arasına koyarak çocuklarına karşı hoşgörüsüz bir tutum sergilemelerine de neden olabilir. Bu hoşgörüsüzlükle anne ve babaların çocukların yaptıkları hatalara karşı bazı ağır yaptırımlar uygulaması, çocukta benliğin hemen hemen bütün istek, arzu ve ihtiyaçlarını karşılayamamasına, suçluluk duygusunun ağırlaşmasına, içe yönelmeye ve sonrasında da daha katı bir vicdan anlayışının ortaya çıkmasına neden olur.

“Yalnızca ve yalnızca çocuk kendi başına suçluluk duygusu hissedebildiğinde iyi ve kötü hakkındaki düşüncelerinizi öğretmenizin bir anlamı vardır.” - D. Winnicott

Anne Baba Olarak… Çocuğun olumsuz her davranışının gelişimsel çizgisi olup olmadığını anlamadan kişiliğin sanki hiç değişmeyecek bir parçası olduğunu zannederek ağır ceza ve yaptırımlarla söndürmeye çalışılmamalıdır; çünkü bu sadece siz onun yanında olduğunuz sürece işe yarar. Unutulmamalıdır ki sizin hâkimiyetinizin olmadığı yerlerde içselleştirilmemiş davranışlar yeniden tekrarlar ya da şekil değiştirerek devam eder. Çocuklar için en önemli korkulardan biri anne babanın sevgisini kaybetmektir. Bu nedenle yapılan hatalar karşısında çok üzüldüm, beni çok üzdün gibi ifadeler çocuğun olumsuz davranışını yok etmek yerine sadece suçluluk duygusu hissetmesine neden olacaktır. Bu nedenle bu söylemlerden kaçınmak gerekir. Sokakta yürürken yaralı bir hayvan görüp “Aman boş ver, başkası bakar.” dediğinizde bundan sonra çocuğunuza hayvanları sevmesini ve onlara iyi davranmasını anlatarak öğretmek için çok daha fazla konuşmanız ve çaba sarf etmeniz gerekmektedir. Bu nedenle model olduğunuzu unutmadan hareket etmek gerekir. Çocukların öfke gibi yıkıcı dürtülerinin ifade edilmesine izin verilmelidir. Örneğin; bazen çocukların oyunlarında legoları silah, ok gibi aletlere dönüştürdüğü görülür. Çocuklar, bu tarz oyunlar oynadıklarında eyvah çocuğum yanlış yapıyor düşüncesi ile oyunlarını kısıtlamak yerine onun bu oyunlarını anlamlandırmaya çalışmak gerekir. Çocuklar sporla ve sanatsal etkinliklerle içlerindeki tüm dürtüleri boşaltarak olumlu bir yöne kanalize de ederler. Bu nedenle çocukların kendilerini ifade edebileceği bu tarz etkinlikler içerisinde olması için yönlendirilmesi yararlı olacaktır.

KAYNAKÇA

Son Söz… Vicdan… Bazen bizi durduran, bazen bizi harekete geçiren… Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İrlandalı şair Seamus Heaney, “Vicdan Cumhuriyeti” başlıklı şiirinden söz ederken, şöyle diyor; “Vicdanı bir ülke olarak tahayyül ettim, sessiz, ıssız bir yer. İnsanın öz bilinci ile baş başa kalacağı, kendisiyle yüzleşmekten kaçamayacağı bir yer.” (Heaney’den aktaran Güzeldere,2013 ) Dünya hiçbir zaman tamamen iyiliklerle dolu bir yer olmasa da savaşlar, ölümler ve yıkımlara rağmen daha iyi bir yer olmasına dair umutlarımız hep var olacaktır; çünkü vicdan öyle bir iç sestir ki ne kadar yok sayarsak sayalım bir şekilde bize kendini duyuracaktır.

• Boratav, C.(2013). Sen Benim İçin Bir Yabancı Değilsin. Psikeart Dergisi. sayı 25: Art Dergi • Freud, A. (2004). Ben ve savunma mekanizmaları. (Y. Erten, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. • Freud S. (2014). Uygarlığın huzursuzluğu. (H. Barışçan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. • Güleç, C. (2013). Ego ve Süper Ego Çatışır Azabı Vicdan Çeker. Psikeart Dergisi. sayı 25: Art Dergi • Güzeldere, G. (2013). Vicdan: Bazen Sızlar. Psikeart Dergisi. sayı 25: Art Dergi • Winnicott, D. W. (2013). Ebeveynlerle sohbet, (N, Hatipoğlu, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. • Yıldız, F. (2015). Freud’da Ahlak Duygusunun Kaynağı ve Kant’ın Ahlak Düşüncesi. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi. • İnternet Alıntısı, 2017 Eylül, http:// anfaengerwriter.blogspot.com.tr/2013/06/ kevin-carter-akbaba-ve-vicdan.html • İnternet Alıntısı, 2017 Eylül, http://www. cised.org.tr/icerik/199/index.html

05


Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Melek Atakul

OKUL FOBİSİ Çocukta okula karşı isteksizlik, yoğun endişe ve kaygılarla okula gitmeyi reddetme olarak görünen durum okul fobisi ve okul korkusu olarak tanımlanmaktadır. Çocuk okula gitmek istememesini tam olarak açıklayamadığı gibi gitmemek için çeşitli bahaneler bulabilir. 06


Okul, çocuğun ailenin dışında yeni bir sosyal çevreye girdiği ve orada yeni ilişkiler kurduğu bir ortamdır. Çocuk, okula giderek aileden, evden ilk ayrılışını gerçekleştirir. Anne baba da çocuğunun okula başlamasıyla birlikte kendisi için yeni olan bir yaşantıyı deneyimlemesinin yanında mutluluk, heyecan, endişe, kaygı gibi birçok karmaşık duyguyu da bir arada yaşayabilir. Okulun açıldığı ilk gün okul bahçesinde, sınıfta ağlayan, anne babasının elini sıkı sıkıya tutan, anne babasından ayrılmak, sınıfa girmek istemeyen çocukları görmek olasıdır. Okula başlamak çocuğun hayatında büyük bir değişimdir. Çocuk okula başlayarak alıştığı aile ortamından farklı bir ortamda bulunma, bu ortamın getirdiği yeniliklere ve değişikliklere uyum sağlama sürecini yaşar. Bu büyük değişim az da olsa her çocukta kaygı ve korku yaratabilir. Okulun ilk günlerinde çocukta kaygı, korku ve fiziksel yakınmalarla beraber okula gitmeyi istememe görülebilir. Bu, okula uyum sürecinde karşılaşılabilecek bir durumdur. Beklenilen kaygının, korkunun bir süre sonra geçip çocuğun okul ortamına alışması, okuluna düzenli devam etmesi ve uyum sağlamasıdır. Yaş ve gelişim dönemine uygun sorumlulukları üstlenmesine, bağımsızlığını kazanmasına fırsat verilen çocuklar bu değişime daha kolay uyum sağlayabilmektedirler. Çoğu çocuk bir, iki hafta içerisinde bu uyum sürecini atlatır. Bazı çocuklar da ise bu süreç daha uzun sürebilir. Çocuk okula gideceği zaman aşırı kaygı yaşayıp çeşitli fiziksel belirtiler, abartılı tepkiler gösterip okula gitmek istemeyebilir. Bazı durumlarda ise çocuklar okula uyum sağlamış gibi görünüp bir süre süre sonra okula gitmek istememe gibi tepkiler sergileyebilirler. Her çocuğun okula gitmemeye karşı gösterdiği tepkinin nedeni farklı olsa da en temelde kaygılı bir yapının buna neden olduğu ve doğru tutumlar gösterilmediği zaman yaşanan sıkıntının okul fobisine dönüşebileceği yani çocuğun yaşadığı kaygının nesnesinin okulda hayat bulduğu söylenebilir.

belirtiler de görülebilir. Okula gitme saati yaklaştığında çocuğun yaşadığı yoğun endişe ve kaygıya öfke nöbetleri, ağlama krizleri de eşlik edebilir. Sabahları okula gitmekte zorlanan evde kalmak isteyen çocuğun evde kalmasına izin verildikten bir süre sonra yaşadığı sıkıntıların geçtiği gözlemlenir. Ta ki bir sonraki sabah okula gitme saati gelinceye kadar... Çocuk “Bugün evde kalayım yarın okula giderim.” dese de bunu gerçekleştiremez. Hafta sonunu genellikle bu sıkıntılar olmaksızın rahat ve neşeli geçirir. Pazar akşamından itibaren okula gitmeyi istememeye, bahaneler bulmaya tekrar başlar. Bedensel yakınmalarla evde kalmanın yollarını arar. En sık karşılaşılan bedensel yakınmalar baş ve karın ağrısıdır. Aileler bu bedensel yakınmalar sonrasında çocuklarını doktora götürdüklerinde çocuklarında herhangi bir fiziksel hastalık olmadığını fark eder.

Okul fobisi 06-11 yaş arasında daha sık görülmekle beraber daha küçük ve daha büyük yaşlarda da görülebilir. Görülme sıklığı yaşın ilerlemesi ile azalmaktadır. Genellikle anaokuluna ve ilkokula yeni başlayan çocuklarda görülebildiği gibi okuluna düzenli devam eden bir çocuk da yaşadığı bir olayın etkisiyle okula gitmek istemeyebilir. Bu durum ilerleyen zamanlarda çocukta okul fobisine dönüşebilir. Anaokulunda okul fobisi yaşayan çocukların bazı günleri okulda bazı günleri evde geçirdiklerini görmek mümkündür. Ergenlik öncesi ve ergenlik döneminde de okul fobisi derslere, okula, arkadaşlarına, keyif alarak yapılan şeylere karşı ilgisizlik şeklinde görülebilir. Bunun sonucunda da akademik başarıda düşme, sosyal ilişkilerde bozulma, duygusal problemler, okula gitmeyi istememe ve reddetme yaşanabilir.

Çocukta okula karşı isteksizlik, yoğun endişe ve kaygılarla okula gitmeyi reddetme olarak görünen durum okul fobisi ve okul korkusu olarak tanımlanmaktadır. Çocuk okula gitmek istememesini tam olarak açıklayamadığı gibi gitmemek için çeşitli bahaneler bulabilir. İştahsızlık, uyku düzeninde bozulma, baş ağrısı, mide bulantısı, karın ağrısı, ishal, kusma gibi fiziksel

07


Okul Fobisinin Nedenleri Okul korkusunun, okula gitmeyi reddetmenin temelinde ayrılma korkusu, ayrılık kaygısı yatar. Çocuk 6 ay ve 3 yaş arasında annesinden veya kendisine bakım veren kişiden ayrılmak istemez. Annesinden ya da bakım veren kişiden ayrıldığında kaygılanıp ağlar, yabancı kişilere ve ortamlara tepki gösterir. Annesinin yanında olmak çocuğa güvende olduğunu hissettirir ve onu sakinleştirir. Eğer çocuk 6 ay ve 3 yaş arasında ayrılma kaygısı yaşadığında uygun şekilde sakinleştirilememiş ve kaygıyla sağlıklı baş etme becerilerini kazanamamış ise okula başlarken sorun yaşama olasılığı yüksektir. Ayrılma korkusu yaşayan çocuk evden, bağlandığı başlıca kişilerden ayrıldığında ya da böyle bir ayrılık beklendiğinde yineleyici bir biçimde aşırı sıkıntı duyar. Özellikle anneden ya da bağlandığı kendisine bakım veren kişiden ayrı kaldığında huzursuz ve mutsuz olur. Okula gittiğinde başına bir şey geleceğini, kaybolacağını, hastalanacağını, annesini kaybedeceğini, eve döndüğünde annesini bulamayacağını zanneder. Belli bir yaşa kadar hep evde olan, her şeyi anne ya da bakım veren kişi ile yapmış olan çocuk evin dışını tehlikeli bulacaktır. Özellikle bağımlı bir ilişki var ise anneden ya da bağlandığı kişiden

08


ayrılması daha güç olacaktır. Aşırı koruyucu tutuma sahip olan anne babalar çocuklarını okula gönderirken duydukları endişe ve kaygıyı çocuklarına daha fazla yansıtabilirler. Çocuklarına bir şey olacak endişesi taşır, en ufak bir hastalıkta bile kaygıları artar, onları sürekli korurlar. Çocuğun yapması gereken işleri de kendileri yaparlar. Bu tutum da çocuğun bireyselleşmesini engeller. Çocuk da sevdiği ve alıştığı bir ortamdan, anne baba ya da kendisine bakım veren kişiden, sevdiklerinden ayrılmak istemez. O koruyucu ortamının dışına çıkamamış olan çocuk yalnız kalınca ne yapacağını bilemeyebilir, tanımadığı insanların yanında kendini güvende hissetmeyebilir ve okula gitmeyi reddedebilir. Okul, uyulması gereken belli başlı kuralları, başarılması gereken akademik görevleri olan sosyal bir çevredir. Evde sınırsız yaşayan, her isteği yapılan, yaşına uygun sorumlulukları alamamış olan bir çocuk okuldaki bu çerçeveye uymakta güçlük yaşayabilir. Çocuğun okulda arkadaşları ya da öğretmeni yaşadığı olumsuz bir olay da okul fobisine sebep olabilir. Okula gitmek istemeyen çocuğun öğretmeninin, arkadaşlarının kendisine kötü davrandığı, öğretmeninden korktuğu şeklinde gerçek dışı söylemlerine de rastlanabilir. Çocuğun kendisini derslerde başarısız algılaması, okuldan verilen sorumlulukları yapamama, yetiştirememe, anne babanın, öğretmenin eleştirisel ya da mükemmelliyetçi yaklaşımı, beklentileri karşılayamama endişesi de okul reddine neden olabilir. Okul fobisi yaşayan çocukların başarılı, uyumlu, endişeli oldukları, yaşadıkları olaylardan duygusal olarak çok etkilendikleri, başarı kaygısı yaşadıkları, onaylanma ihtiyacı hissettikleri görülür. Hastalık nedeniyle bir süre okuldan uzak kalmak da okula gidişi zorlaştırabilir. Anne ya da babanın hasta olması, boşanma, ailedeki bir vefat, taşınma da okula gitmeyi reddetmeye neden olabilir. Anne baba arasında anlaşamama, huzursuzluk, tartışma, şiddet var ise çocuk okula gitmeyi istemeyebilir. Kendisi evde olmadığında evde çok kötü bir şey yaşanacağı endişesi taşıyabilir. Yeni bir kardeşi olan çocuğun aklı, evde annesinin ve kardeşinin ne yaptığında kalabilir. Kardeşinin annesiyle evde sürekli birlikte olmasından ötürü annesinin kardeşine daha çok ilgi gösterdiğini, onu daha çok sevdiğini, kendisinin de bu ilişkinin dışında kaldığını düşünebilir.

Okul Fobisi Yaşayan Çocuğa Nasıl Yaklaşılmalı? Çocuklar okul fobisini farklı şekilde ve derecede yaşarlar. Kimi çocuk bu zorluğu 2-3 hafta kadar yaşayabilir. Kimi çocuk ise aylarca okula gitmek istemeyebilir. Okul fobisi yaşayan çocuğun yaşına, durumuna, sürece uygun bir yaklaşım gösterilmesi önemlidir. Öncelikle okul fobisine neyin sebep olduğunu bulmak ve problemi çözmeye çalışmak gereklidir. Ailenin çocuğunun öğretmeniyle, okul idarecisi ve okul psikolojik danışmanıyla görüşmesi ve onları süreçten haberdar etmeleri sorunun çözümüne ilişkin işbirliğini sağlayabilmek için önemli basamaklardır. Okulda öğretmenlerin, okul idarecisinin bu konuyla ilgili anlayışlı, çocuğun durumuna uygun özel bir tutum sergilemeleri okuldaki sürecin yönetilebilmesi için önemlidir. Çocuk okulda, kendini kötü hissettiğinde ya da süreçle baş etmekte çok zorlandığında, sıkıntısını öğretmenine anlatabileceği ya da psikolojik danışmanı ile konuşabileceği konusunda rahatlatılmalıdır.

Anne Babalar Neler Yapmalı? • Bazı aileler çocuklarının aşırı ağlamasını, karın ağrısı, kusma gibi fiziksel belirtileri görünce “Bugün evde kalsın, biraz sakinleşsin, yarın gider.” düşüncesiyle çocuklarının evde kalmasına izin verirler. Verilen her izin çocuğun okula tekrar gitmesini zorlaştırır. Ne olursa olsun çocuğun okula devam etmesi sağlanmalıdır. • Anne babanın da çocuğunun okula başlaması ya da okula gitmesi ile ilgili endişeleri olabilir. Çocuğundan ayrılma ile ilgili endişelerini onun yanında anlatmaları çocuğun da kaygı ve korkularını artırabilir. • Okul fobisi yaşayan çocuk anne babasının tepkilerini de takip eder. Anne babanın tedirgin, gergin yüz ifadesi çocuğu olumsuz etkileyebilir. Anne babanın sakin kalabilmesi çocuğun kaygısını yatıştırır. • Okula gitmesi konusunda tüm aile fertlerinin tutarlı ve kararlı olması önemlidir. Çocuk okula gitmeyi istemediğinde anne baba veya evde bulunan diğer aile büyükleri endişeli, kararsız, çaresiz tutumlar sergilememelidir. Bu tutumlar fobiyi artırabilir.

• Anneden ayrılmakta güçlük yaşayan çocuk baba tarafından okula götürülebilir ya da servisle okula gidebilir. • Çocuğun yaşadığı okul fobisinin yoğunluğuna göre okula alışma süreci desteklenmelidir. Okula gitmeye, sınıfa girmeye direnç gösteren çocuk başlangıçta okulda daha kısa süre kalması daha sonra aşamalı olarak okulda kalma süresinin uzatılması sağlanabilir. • Çocuk okula gitmeyi reddediyor diye kızmak, bağırmak, suçlamak, cezalandırmak sorunun daha da büyümesine neden olur. • Evde huzursuz bir ortam var ise çocuk okula gittiğinde aklı evde kalacağından evden okula mutlu, rahat, huzurlu gidebileceği bir ortam sağlanmalıdır. • Çocuk, anne babanın olmadığı ortamlarda kalabilmesi için desteklenmelidir. Aile yakınlarının evinde kalması, anne babanın olmadığı başka ortamlarda bulunması için yüreklendirilmelidir. Okul fobisi genellikle evde anne babanın ve okulda öğretmenin olumlu tutumlarıyla giderilebilen bir durumdur. Süreç daha yoğun yaşandığında, evdeki ve okuldaki uygulamalara rağmen bir değişiklik görülmediğinde okul dışından da bir uzmandan destek alınması gerekebilir. Unutulmamalıdır ki çocuğun okuldan ayrı geçirdiği her gün biraz daha okuldan uzaklaşmasına sebep olabilir. Bu sıkıntılı durumun geçeceği, zorlansa da okula gitmesi gerektiği, her şeyin yoluna gireceği çocuğa anlatılarak sakin, tutarlı, kararlı olmak bu süreçte en doğru ve destekleyici yaklaşım olacaktır.

KAYNAKÇA • Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC, 2000’den çeviren Köroğlu, E. (2001).DSMIV-TR Tanı Ölçütleri, Hekimler Yayın Birliği • Yavuzer, H. (2000). Okul Çağı Çocuğu, İstanbul: Remzi Kitabevi • İnternet alıntısı, Haziran 2017, http:// www.hurriyet.com.tr./okul-fobisi-nasilyenilir-9765741 • İnternet alıntısı, Haziran 2017, http://www. pedamed.com.tr/tr/icerik/68/okul-fobisi • İnternet alıntısı, Haziran 2017, • http://www.cocukpsikiyatri.org/ okulkorkusu.html

09


Yazan: Psikolojik Danışman Filiz Torun

NEDEN TEMBEL? NEDEN ÇALIŞKAN? Tembel ya da çalışkan olma hali her zaman kişinin seçtiği bir durum değildir ve her zaman kişinin ruhsal yaşamına hizmet eden bir nedeni vardır. Hepimiz yine kendi deneyimlerimizden biliriz ki, bazen insan yaşamı boyunca bu iki durumu, tembel ya da çalışkan olma halini gösterebilir. 10


“Çalışmak hayat, düşünmek ışıktır” Victor Hugo Çocukluktan yetişkinliğe, okul hayatıyla başlayan sonrasında da yaşamımızın her alanında hem sıkça duyduğumuz hem de kullandığımız iki kavramdır tembellik ve çalışkanlık. Tembellik hemen her zaman olumsuz çağrışımlarıyla zihnimizde yer eder, çalışkanlık ise tam tersi şekilde olumlu anlamlarıyla sahnedeki yerini alır. Her ne kadar yaşamın her alanında karşılaştığımız durumlar olsa da yine de tembellik ve çalışkanlık kelimeleri en çok okul hayatına damga vurur. Her yetişkinin kendi yaşam deneyimlerinden az çok bildiği, karşılaştığı, tanıklık ettiği durumlar vardır. Ödevini yapmayan öğrenciler… Sürekli çalışmaya hazırlanan ama bir türlü çalışamayan öğrenci ya da yetişkinler… Darmadağınık odasından hoşnut, okula gitmek istemeyen ergenler… Yapması gereken işi yapmayan, sürekli erteleyen sonunda başkalarının yapmasını sağlayan iş yaşamında karşılaştığımız insanlar… Tam tersi durumlar da vardır elbette. Sürekli ders çalışan, hep yüksek not alan öğrenciler… Her anını dolduran, hiç boşluk bırakmayan, hep çalışmaya odaklanan yetişkinler… Akla farklı örnekler gelse de, yine de bu örneklerin çoğunun çocukluğa ilişkin olduğunu söyleyebiliriz. Her iki durumda da sanki öğrenciler, çocuklar, yetişkinler bilerek ve isteyerek tembel ya da çalışkan olurlar ve bu nedenle de çevrede gizli bir öfke ya da hayranlık uyandırırlar. Genellikle övgü ve takdirle karşılanan çalışkanlık, öfke ve acıma hissi uyandıran tembellik olsa da durum o kadar da basit değildir. Tembel ya da çalışkan olma hali her zaman kişinin seçtiği bir durum değildir ve her zaman kişinin ruhsal yaşamına hizmet eden bir nedeni vardır. Hepimiz yine kendi deneyimlerimizden biliriz ki, bazen insan yaşamı boyunca bu iki durumu, tembel ya da çalışkan olma halini gösterebilir. İçinde bulunduğumuz yaşam deneyimlerimiz, bilinçli olmasa da, bu seçimi yapmamızı sağlar.

Bir kavramı tüm boyutları ile ele almak, anlayabilmek için ilk olarak bu kavramların kelime anlamlarından yola çıkmalıyız. İlk başlığı ya da ilk adımı şu temel soruyu sorarak atabiliriz: Nedir tembellik? Nedir çalışkanlık?

Nedir Tembellik? Nedir Çalışkanlık? Nedir tembellik? Sözlüklere bakarsak tembel, iş görmeyi çalışmayı sevmeyen, çaba göstermekten, sıkıntıdan kaçan (kimse), üşengeç ve fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık gösteren (organ) olarak tanımlanmaktadır. Tembelliği ifade eden çalışkan olmama, çalışmama hali önemlidir çünkü bu kişilerde çalışmayan, işlemeyen bir şeyler vardır. Üstelik çalışmak kelimesi Fransızca “zahmetli iş”, “acı veren iş” anlamına gelir. Bir tür

işkence gibi. Öyleyse şöyle diyebiliriz: tembelliğin, düşünmemenin, çalışmamanın ardında ruhsal dengeyi korumaya yönelik bilinçdışı bir neden vardır. Öte yandan tembellik zaman zaman övülen, sempatik bulunan bir durum olmuş, bir hak olarak görülmüş, hatta konu ile ilgili kitaplar yazılmıştır. Herhangi bir karışıklığa neden olmamak için açıklamak gerekir ki, “tembellik yapmak” ile “tembel olmak” birbirinden farklıdır. “Tembellik yapmak” ifadesi çalışmaya gönderme yapar ve çalışanın yapabileceği bir eylemdir. Aynı zamanda tercihi bir durumdur. Özgür zamanın peşine düşmek, kişinin kendine, kendi için bir alan yaratma isteğidir. İçinde yaşadığı sisteme, sürece bir mesafe alma durumudur. Mesafe sayesinde boşluk oluşur ve böylece düşünmek, sorgulamak, muhalefet etmek, başkaldırmak mümkün olur. Oysaki “tembel olmak” çalışmanın zıddı bir du-

11


rumdur ve tercihi değildir. Bilinçli hiç değildir. Peki ya çalışkanlık? Tembelliğin tanımını yapmak bir anlamda çalışkanlığı da tanımlamak demektir. Ama yine de sözlüklere tekrar başvuracak olursak çalışkan olma halini açıklayabilmek için önce çalışmak kelimesinin anlamına bakmak gerektiğini görürüz. Çalışmak, bir şeyi oluşturmak veya ortaya çıkarmak için emek harcamak, makine veya aletlerin işe yarar durumda olması veya işlemekte bulunması, bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek anlamlarına gelmektedir. Çalışmak ruhsal dünyanın verimliliğinin bir kanıtı, ideal yaşamın amacıdır. Çalışkan kişi ise işte bu çalışmak eylemini yapabilen kişidir. Çalışkan olma halini bu tanımlardan da yola çıkarak iki boyutta ele alabiliriz. İlki, zihni bir aygıta ya da makineye benzetirsek bu aygıtın çalışmasıdır. Tek başına ders çalışabilmek, bir konuyu anlayabilmek, düşünebilmek, merak etmek ve öğrenmeyi bu ilk boyutta düşünebiliriz. Diğeri ise günlük yaşamı ya da kişinin kendi yaşamını hiç boş yer kalmamacasına doldurmak. Bir anlamda sürekli çalışmak ve boş kalmamak. Tembel olmak ile tembellik etmeyi, çalışkan olmak ile tüm yaşamı çalışarak doldurmayı birbirlerinden ayırdığımıza göre şimdi ruhsal yaşamda tembellik ve çalışkanlığı nereye koyacağımızı anlamaya çalışabiliriz. Bunu yaparken öncelikle yaşamın ilk yıllarına dönmek gerekecektir. Çünkü neden tembel ya da çalışkan olduğumuz sorusunun cevabı ve izlerini ancak orada bulabiliriz.

Tembellik ve Çalışkanlığın Ruhsal İzleri Tembellik ve çalışkanlığı birbirinden ayıran bazı beceriler vardır. Çalışkan olabilen çocuğun yapabildiği ancak tembel çocuğun yapamadığı. Bunları yaşamın ilk yıllarına dayanan ruhsal olarak sahip olunması gereken bazı donanımlar olarak adlandırabiliriz. Kimdir bu çalışkan çocuk? Hangi özelliklere sahiptir? Yine konuyu tersinden ele alırsak tembel çocuğun yapamadığı aslında nedir? Fransız psikanalist Emmanuelle Caule (Caule, 2014) “8. Okul ve Psikanaliz” sempozyumunda sunduğu “Sevmek ve Çalışmak Mı? Tembellik Etmek Mi?” başlıklı konuşmasında tembellik ve çalışkanlığın çocuk ve ergende görülen özelliklerini şu başlıklarda ele almıştır:

12

Çalışkan çocuk anne babasından ayrılabilen, tek başına kalabilen çocuktur. Tembel çocuğun en büyük zorluğu tek başına kalabilmektir. Tek başına kalabilmek ve aileden ayrılabilme yeteneği yaşamın ilk günlerine dayanır. Ünlü İngiliz psikanalist D.W. Winnicott “yalnız kalabilme kapasitesi” adlı makalesinde bu kapasitenin, bu yeteneğin nasıl geliştiğini şöyle açıklar: Çocuk ilk olarak annenin yanında nasıl yalnız olabileceğini öğrenir. Yalnız kalabilme kapasitesi bireyin ruhsal gerçekliğinde “yeterince iyi annenin” var olmasına bağlıdır. Annenin görevi sadece çocuğun gereksinimlerini anı anına karşılama değildir. Annenin görevi çocuğun kendi başına durabildiği sakin dönemleri ve yalnızlık deneyimlerini gereksiz uyaranlarla bölmeyerek onun ihtiyacını fark etmek ve yalnızlık deneyimine eşlik etmektir. Bu sürecin gelişebilmesi için yaşamın başlangıcında annenin bebeğin tüm ihtiyaçlarına eşduyumlu bir şekilde cevap vermesi gerekir. Bir anlamda ihtiyaçlarını karşılaması. Süreç ilerledikçe annenin yavaş yavaş geri çekilmesi ve çocuğuna yapabilecekleri ile ilgili alan açması gerekir. Bu şekilde çocuk annesinden gördüklerini yapabilir, kazandığı becerileri hayata geçirebilir. Bazen de bu süreç farklı yollara sapar. Kendi ihtiyaçları çocuğun ihtiyaçlarının önüne geçen, çocuğu hiç yalnız bırakmayan, kendi ihtiyaçlarını çocuğu aracılığı ile karşılayan ebeveynler çocuklarında bir becerinin gelişmesinin de önüne geçerler. Bu şekilde yaklaşan anne babalar çocuğun bir gereksinimi olduğunda kendisinden bunu talep etmesini bekleyemez ve çocuğun gereksinimlerinin önüne geçerler. Bu çocuğun düşünme süreçlerinin de önüne geçmek demektir. Bir tür engellemedir. Böyle çocuklar çevrenin kendilerinden beklentilerini karşılayamaz. Çünkü bu beklentileri karşılayabilecek ruhsal donanımı yoktur. Sonunda tüm beklentiler karşısında yapabileceği tek şeyi yapar, her şeyden kaçar. Öte yandan çocuk hazır olmadan yalnız bırakıldığında, ihtiyaçları karşılanmadığında yalnız kalmayı bir tehdit olarak görür. Hep görünmek ister. Görünmek sanki var olmak gibidir. Görünmemek endişe yaratır. Bu kadar endişe içindeki çocuğun da çalışabilmesi mümkün değildir. Tek başına kalamayan, çalışamayan çocuk aynı zamanda anlamakta da zorluk çeker. Evde anne-babası, büyüdükçe özel öğretmeni ile çalışır, ancak

okulda tek başına kaldığında başarısız olur. Düşünmek, çalışmak aynı zamanda ıstırap verici olur. Çalışkan çocuk ise bu yalnız kalabilme deneyimini zengin bir şekilde yaşar. Çalışır, üretir, oyun oynar.

Çalışkan çocuk kendini kontrol edebilen çocuktur. Tembel çocuk ise kendini kontrol edemez, isteklerini erteleyemez. Kendini kontrol edebilen demek öncelikle bedenini ve zihnini ona ayrılan yerlerde (örneğin okul sıralarında) tutabilen, daha geniş anlamda kurallara uyabilen, son olarak da saldırganlığını bastırabilen demektir. Kurallara uyabilmek, sınırlar içinde hareket edebilmek zaman zaman ebeveynler tarafından yaratıcılığın köreltilmesi olarak algılanmaktadır. Bu tehlikeli bir algılayış biçimidir. Sınır koymaktaki güçlük son yıllarda aileler içinde sıkça yaşanılan, karşılaşılan bir durumdur. Zaman zaman ise sınır koymak, çocuğu kırmak, onu mutsuz etmek şeklinde düşünülebilmektedir. Hâlbuki sınır koymak anne babanın çocuğu için yapabileceği en temel iyiliktir. Ancak sınırlar eşliğinde çocuk ne yapıp yapamayacağını bilir. Sınırlar yol gösteren işaretler gibidir. Çocuk kendisine koyulan sınır sayesinde bir ötekinin varlığını kavrar, aynı zamanda dış dünyanın varlığını ve onun beklentilerini de. Sınırlar bazen mutsuz edebilir, hayal kırıklığına uğratabilir. Bu çocuk için gerçek yaşamla başa çıkabilmesindeki önemli bir basamaktır. Hayal kırıklığı yaşanır ve aşılır. Tam tersi sınır koyulamayan çocuklar dış dünyada, örneğin okulda hep hayal kırıklığı yaşar. Bu dış dünyada her dediği olmuyordur; herkes kendisine göre hareket etmiyordur. Okulun kuralları ile karşı karşıya gelir, sorunlar yaşar. Düşünmek ve çalışmak çok zordur. Çünkü çalışabilmek için de sınırlara ihtiyaç vardır. Sınırın olmadığı yer boşluktur ve çocuk için oldukça korkutucudur. Çocuk korktuğunu direk söyleyemez. Ancak sınırlara olan ihtiyacını ve korkusunu davranış sorunları ile saldırganlık olarak dışarı vurur. Bazen evde bazen de okulda…

Çalışkan çocuk bilmek isteyen çocuktur. Merak etmek önemlidir. Merak, ruhsal yaşamın canlılığıdır. Çalışamayan çocuk için ise bir anlamda bilmek istemeyen çocuk da diyebiliriz. Bir çocukta merak etmek nasıl oluşur, çocuğun merak etmesinin yolu nasıl açılır? Bir çocuk neden merak etmez? Soruları artırmak mümkün. Bir çocuğun merak etmesinin ön koşulu anne


“Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.” Albert Camus

13


babasının onu merak etmesidir. Daha anne karnındayken başlar bu merak. Kız mıdır, erkek mi? Kime benzeyecektir, kişiliği nasıl olacaktır? Bir mucize olur ve bebek doğar. Bu sefer anne babanın merakı farklı gelişir. Bebeğin acıkıp acıkmadığı, ağladığında ihtiyacının ne olduğu, altına yapıp yapmadığı hep sorgulanır. Çocuk büyüdükçe ihtiyaçları anne babasından farklılaşır. Bu farklılaşmayı önce anne babanın kabul etmesi gerekir. Çocuğun büyüme serüvenindeki kendini keşfetme sürecine anne baba yine merakı ve çocuğunu anlama çabası ile katılır. Ancak kendi ihtiyaçları çocuğun ihtiyaçlarının önüne geçen, çocuğu ile

14


ilgili sürekli kendi hayallerini gerçekleştirme peşine düşen anne baba çocuğunun kendi üzerine düşünme merakının da önüne geçer. Bu meraksızlık zamanla büyür ve çocuğun tüm yaşam alanlarını etkiler. Bu etkiden ilk nasibini alan ise elbette okul yaşamı olur. Günümüzde en çok karşılaştığımız durumlardan biri de her anı dolu, etkinlikten etkinliğe koşan, hiç boş kalmayan, boş kaldığında sıkılan ve ne yapacağını bilemeyen çocukların içinde bulunduğu durumdur. Bu çocuklar hiç boş kalmadıkları için düşünmenin, sorgulamanın, boş vaktini nasıl dolduracağını bulamamanın zorluğu içindeki çocuklardır. En çok dile getirdikleri ifade bu yüzden “sıkılıyorum” ifadesidir. Aynı şekilde her dediği yapılan, her istediği alınan çocuklar için de geçerlidir. Her dedikleri olduğu için aslında kendileri için hiç bir şeyin anlamı yoktur. Her istedikleri alındığı için hiçbir oyuncağın önemi de… Yine dile getirilen ifade aynıdır: “Sıkılıyorum”. ‘Merak’ın gelişmesi için çocuğun sıkılmaya, her istediğinin hemen olmayacağını kabul etmeye yani hayal kırıklığını yaşamaya, sabretmeye, ertelemeye, beklemeye ihtiyacı vardır. En önemlisi de anne babasının kendisi için sınırlar koymasına…

Tembellik ve Çalışkanlığın Çocuk ve Ergen Dünyasındaki İşlevi Çocuğun ya da ergenin elbette yetişkinlerin de ortaya koyduğu tüm davranışların mutlaka bir nedeni vardır. Çalışkan ya da tembel olmanın da çocuk ve ergen için bir işlevi, ruhsallık için hizmet ettiği bir durum vardır. Daha fazlasını yapabilecekken yeteri kadar çalışan çocuklara tembel diyebilir miyiz? Peki, ya zamanın, eğitim sisteminin hızına direnip kendi hızında ilerleyen çocuklara… Evet, bu çocukların ve ergenlerin çalışabildiğini ancak bir nedenle zaman zaman tembellik ettiğini merak edip biraz daha yakından bakarsak görebiliriz. Tembellik işte bazen tam da bu örneklerde olduğu gibi bir savunma mekanizması işlevi görür. Bir anlamda kendi ihtiyaçları görülmeyen, görülmek istenmeyen çocukların “ben de buradayım” deme biçimidir. Bazen eğitim sistemine, bazen öğretmenlere bazen de anne babasına aktif ya da pasif bir şekilde “hayır” diyerek kendi istek ve ihtiyaçlarına sahip çıkma şeklidir.

Sınırları fazlaca ihlal edilen çocuklar için hayır diyebilme kapasitesi tek var olma biçimi olabilmektedir. Öte yandan bazı çocuklar için “hayır” diyebilmek oldukça zordur. Çünkü “hayır” demek kaybetme tehlikesini gündeme getirecektir. Bu tehlike ile baş etmek için kimi çocuklar çevreye, çevresindeki yetişkinlere ve onların isteklerine yüzde yüz uyum gösterir. Hep ders çalışan, bir iki puan düşük not aldığında bile kendini hırpalayan, ders dışında başka bir şey düşünmek ya da sorgulamak konusunda zorluk yaşayan çocuklar işte bu çevre ile hep bir uyum içinde olan çocuklardır. Çalışkan olmak, her boş anı doldurmak bazen de “kaçmak” demektir. Kendi istek ve düşüncelerinden, anne babadan farklılaştığı yerlerden, “hayır” deme isteğinden… Çalışkan olmak her zaman olumlu bir durumu ifade etmeyebilir; tıpkı tembellik etmenin her zaman olumsuz bir durumu ifade etmediği gibi… Ergenlikle birlikte ise hikâye biraz farklılaşır. Değişen ilgi alanları ve ihtiyaçlarla ergen, akademik beklentilerin bir süre uzağına düşebilir. “Ergen tembelliği” terimi önemlidir; çünkü gerçekten bu döneme özel, bu dönem için geçerli bir tembellik biçimidir. Odasından çıkmayan, dağınık, ders çalışmak istemeyen ergen örneği hepimiz için tanıdıktır. Aslında ergen için “çalışmak” eylemi devam etmektedir ve belki de hayatının hiçbir döneminde olmadığı kadar çalışmaktadır. Çalışma durumu dış dünyadan kendi iç dünyasına yönelir. Sürekli sorgulamalar yapar: Ben kimim? Ne olmak istiyorum? Nasıl bir gelecek hayal ediyorum? Nelerden hoşlanıyorum? Ergenin zihni doludur. Enerjisini bir zorunluluk olarak kendi ihtiyaçlarına yöneltir. Ergenin tembelliğinin tek nedeni yalnızca kendi iç dünyası üzerine çalışması değildir. Büyümeyi, anne babadan ruhsal olarak ayrılmayı, kendine, yalnızca kendine ait istek ve düşüncelere sahip olmayı endişe verici olarak yaşayan ergenler de vardır. Büyümek ayrılmak demektir. Çocukluktan, anne babanın mükemmel olduğu düşüncesinden, çocuksu bedenden… Endişeli ergen için ayrılık bu kayıpları fazlaca gündeme getirir. Tam da bu nedenden dolayı bir gün mutlaka yapması gereken bu sorgulamaları askıya alır; kendisinde hiçbir değişim yok gibi davranır. Ergen bu sorgulamaları iki şekilde davranarak bir anlamda yok sayar. İlki çalışmamak yani tembellik etmektir.

Çalışmak ilerlemek demektir, kendine hedefler koymaktır bir anlamda. Bazı ergenler bilinçdışı davranışlarla çalışmayarak ilerlemenin önüne geçmek isterler, aynı zamanda büyümenin. Diğer ergenlerin seçtiği yol ise tam tersi çok çalışmaktır. Onlar da her anlarını doldurarak, yalnızca ders çalışarak kendilerini sorgulamaktan bir anlamda kurtulurlar. Çocuk ya da ergende çalışmanın ya da tembellik etmenin her zaman bir nedeni olduğunu unutmamak, hatta bu nedeni anlamaya çalışmak önemlidir. Anlamaya çalışmak demek her şeyden önce çocuğun ve ergenin ihtiyaçlarına yer açmak demektir. İhtiyaçlarına yer açıldığını gören çocuk için bu durum dönüştürücü olacaktır. Zaten yalnızca anlayabildiğimiz ölçüde üretebilir, oyun oynayabilir, anlamlı bir hayat yaşayabiliriz. Bu yalnız çocuk ve ergen için değil, hepimiz için geçerlidir. Anlamaya çalışmak, öncelikle kendimizi ve sonra çevremizdekileri, yaşamlarımız adına kendimize olan sorumluluğumuzdur.

Ve sonsöz... Tembellik ve çalışkanlığın olumsuz özelliklerinin olması kaçınılmazdır ancak olumlu özelliklerine odaklanmak ve bunları nasıl kullanabileceğimizi fark edebilmek önemlidir. Çalıştığımız süreç boyunca kendimize zaman ayırmak, zaman zaman tembellik etmek belki de bizi daha verimli hale getirecektir. Çünkü tembellik edilen süre boyunca insan en çok düşünür ve elbette en çok kendi üzerine düşünür. Bu düşünceye tersinden bakarsak da şöyle söyleyebiliriz: Tembellik edilen vakitlerin anlamlı hale gelmesi için çalışmak, çalışmanın keyfine varmak gerekir. Çünkü Schiller’in ifadesi ile “Yaşam çalışmayla çiçek açar”. KAYNAKÇA • Caule, Emmanule. “Sevmek ve çalışmak mı? Tembellik etmek mi?” 8. Okul ve Psikanaliz Sempozyumu. Robert Kolej, 2014 • Torun, Filiz. “Tembellikte yerimiz mi dar, Yoksa yenimiz mi dar?” 8. Okul ve Psikanaliz Sempozyumu. Robert Kolej, 2014

15


Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Funda Tezer

16


GEÇMİŞ VE GELECEK ARASINDA BİR KONUM:

KENDİNİ İNŞA Ergenlik, sonlanan çocukluğun ardından şimdi ve geleceğe dair yeni temsilleri vaat eden gencin kim olduğu sorusuna yanıt arayışında olduğu, çocukluk ideallerinden uzaklaşarak yeni idealler oluşturmanın peşine düştüğü , “kendini inşa” döneminin başladığı zamandır.

17


Gençlik çağı onlu yaşların başından yirmili yaşların ortasına kadar geniş bir aralıkta devam eden bir gelişim evresidir. Bu dönem, sonlanan çocukluğun ardından şimdi ve geleceğe dair yeni temsilleri vaat eden gencin kim olduğu sorusuna yanıt arayışında olduğu, çocukluk ideallerinden uzaklaşarak yeni idealler oluşturmanın peşine düştüğü , “kendini inşa” döneminin başladığı zamandır. Nedir kişinin kendini inşa etmesi? İnşa kelimesi, Arapça bir kökene sahiptir ve bu kelime, ortaya çıkarma, yaratma, kurma ifadelerini içinde barındırmaktadır. Kelime aynı zamanda yapı kurma, yapı yapma; edebiyat alanında ise, düz yazı veya şiir kaleme alma, yazıya dökme anlamlarını taşır. İnşa süreci, genellikle parçalardan nihai bir sonuca vararak, bir ürün ortaya koyma ile sonuçlanır. Genç de kendini bulma yolunda yeni keşiflerle bu inşa sürecinden geçer. Çocukluğuyla vedalaşmakta olan kişi bedensel, duygusal ve zihinsel bir dönüşüm ile karşı karşıyadır ve bu dönüşüme uyum sağlamaya çalışmaktadır. Bu döneme kadar daha çok anne ve babanın arzuları ile belirlenen idealler sorgulanmaya başlanır, eskiden yaşanılan heyecanlar yavaş yavaş yitirilir yenileri araştırılır, bulunur, deneyimlenir. Dış dünya, albenisi fazla olan yeni uyaranlarla doludur. Dönüşüm yalnızca ruhsal dünyada değildir. Dış görünüm de gündemde önemli bir yer tutmaya başlar. Çocuksu, renkli ve çizgi film karakterli kıyafetler yerini başlangıçta daha renksizlere bırakır. Ardından kendini farklılaştıracak tarzlar, ifadeler içeren kıyafetler, saçlar, takılar ile farklı bir dış görünüm inşası başlar. Genç bedenini yeni algısı ve ihtiyaçları ile tekrar giydirir. Zaman zaman aşırılıklar içeren dış görünüm, kimi zaman görünmez olma ihtiyacına hizmet ederek silikleşir. Genç ve çevresi iç dünyadaki devinimin dışa yansımasına şahit olur. Beden üzerinden dönüşümle başlayan bu yeni dönem, ruhsal dünya ve zenginlik kazanan zihinsel işlevler ile bezenir.

Ergenlik ve Özdeşim Özdeşim ergenlik döneminde önem taşıyan kavramlardan biridir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Bireyin güçlü olarak bağlandığı, düşünce, inanç ve davranışlarını benimsediği küme.” olarak tanımlanmaktadır. Ruhsal açıdan özdeşim ise bir kişiye duygusal açıdan duyulan bağı

18

anlatır. Gencin dünyasında özdeşimler, oldukça değişkenlik gösterir. Anne ve baba ile kurulan kökenlere dair özdeşimlerin ekseninden çıkma çabası baş gösterir. Bu çaba içerisinde bulunma genç için büyük önem taşır. Bu özdeşimlerin yası tutulur. (Lauru,2013) Lauru (2013) “Ergenlik bir gün sonlanır mı?” adlı makalesinde Françoise Dolto’dan bir alıntı yapar. Dolto, bir metninde, büyüyen bedenine dar geldiği için kabuk değiştiren yengecin hikâyesinden bahsetmektedir. Kabuğu düşen yengeç kendini yengeç yiyicilere karşı koruyamayan yeni, narin bir kabuk ile bulur kendini. Bu nedenle anne ve babalara dair özdeşimlerin yasını tutabilmek, dışarıdan gelen saldırılara karşı ergenin güçten düşmüş iç dünyasını koruduğunu söyler. Özdeşimsel dayanaklar bulmanın öneminden bahseder. Bunun da başka idoller edinerek ve anne babalara ait idolleri bırakarak gerçekleşebileceğinin altını çizer. İşte bu dönemde ergenin akranları ile birlikte varlığını sürdürebilme ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı kendini aynalayan ve benzer kırılganlıkta olan akranlarıyla kendine koruyucu bir kabuk oluşturma çabası daha anlaşılabilir hale gelir. “Ben kimim?” sorusunun yanıtını ararken yeni özdeşim nesneleri, idoller ve akranlarla birliktelik, platonik aşklar ya da öznesi olan aşklar, ergenin iç dünyasında yer tutmaya başlar. Kişilik yapılanması her ne kadar erken dönemde temelleri atılan bir ruhsal süreç olsa da son rötuşlar ergenlikte verilir. Gencin yaşamında önem kazanan bazı ihtiyaçları izleyerek bu yapılanmanın izlerini sürmek mümkündür. Ergenlik ile birlikte ad ve soyadını tanımlayacak imza arayışları başlaması bunun bir örneğidir. Pek çok imza denemesi yapılır. Güzel görünen ve kendini en iyi anlatan imza bulunana kadar hummalı bir deneme süreci yaşanır. Çünkü bir çeşit dönüşüm, sanki bir yeniden inşa söz konusudur ve oluşmakta olan kimliğin altına atılacak, genci tanımlayacak bir imza gerekmektedir. Kimlik, cevap arayışı içinde olduğumuz önemli kavramlardan biridir. Kimlik; toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirtiler, nitelikler ve özelliklerle, bir kimsenin belirli bir kimse olmasını sağlayan koşulların, onun kişiliğine ilişkin özelliklerin tümü, bir insanın kim olduğu anlamını taşır. Öte yandan da bir insanın kim olduğunu kanıtlayan belge, kimlik belgesi, eski


deyişle nüfus sureti anlamına da sahiptir. Nüfus ise birey kişi, suret; görünüş, o kişinin yüzü, resmi anlamına gelmektedir. Anne babalar, çocuk sahibi olduğunda, önce çocuklarına ad koyarlar, soyadı ise bazı özel durumlar dışında babadan geçer. Konan adın ardından, yeni doğanın nüfus kaydının yaptırılması kanuni olarak tanınmayı sağlar. Anne ve baba tarafından tanınmanın yanına kanunlar yoluyla devlet tarafından tanınma eklenir. Memleket, aidiyet, cinsiyet, kültür, değer kavramları yeni doğanın kimliğinde temsili bir yer bulur. Yaşama atılan ilk adımlarla ben olmanın ruhsal saati işlemeye başlar.

19


Ad Koyma, Soyadı Alma Thesone, “Adların İzinde” adlı kitabında ad ile anne babaların arzularının hem kayıt altına alındığından hem de bu arzuların başka bir düzeye aktarıldığından bahseder. Theson’a göre ad; “Çocuğu kuşatan ailevi bir mitin hareketli hazinesi, gelecekteki kimliğinin çerçevesi ve temelidir. Ad; anne ve babanın çocuğa ilişkin arzuları arasında bir uzlaşmadır. Kimi zaman tek ad da yeterli olmayabilir, birden fazla ad bu uzlaşmayı sağlayabilir.” (Thesone,2013) Yeni doğana anne baba tarafından konulan ad onun birey olarak tanınmasını sağlar, soyadı ise kuşaklararası aktarımın bir aracısı olur. Bu durum kültürlere göre bazı farklılıklar gösterse de birey için genellikle ad verilme, soyadı alma ritüeli bu anlamlar çevresinde ifade bulur. Nasıl anne baba tarafından dünyaya gelen çocuğun adının konması onun bireysel varlığının, biricikliğinin tanınması, aynı zamanda anne ve babadan ayrı bir kişi olduğunun kabulü anlamlarını içeriyorsa, alınan kimlik ile de suret netleşir, hukuksal olarak tanınma sağlanır.

18’e Gelince Genç ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişimini tamamlamaya yaklaşırken reşit olur. 18 yaşını doldurmak yetişkin haklarına sahip olmak demektir. Son aylar geriye sayım ile geçer. Örneğin; ehliyet alma ve bir arabaya sahip olma hayalleri süsler gencin düşlerini. Direksiyon başına geçmek, aslında pek çok sembolik anlam içermektedir. Ne yöne, ne zaman ve hangi yolla gidileceğinin kararını vermek ve aracı kendi başına kullanabilme hayalleri… Yol metaforu yaşamı, aracın başına geçmek de bağımsızlaşma arzusunu ifade etmektedir belki de. Bağımsızlaşma ve geleceğe hızla varma düşleri… 18 olmak rüştünü ispat etmektir. Tanıdık bir kavram olan rüştünü ispat etmek ne anlatmaktadır? Rüşt, erginlik anlamına gelmektedir ve bu durumun ispatı ile reşit olunur. Yani kanunlara göre ergin yaşa gelinmiş olunur, diğer anlamıyla her hangi bir konuda yeterli seviyeye gelinir. Artık uzun yılları alan büyüme serüveninin nihayetine erişilmiştir. Bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişimin

20


benzer seviyeye gelmiş olduğu ya da gelemediyse de belli bir uyum içerisinde işleyebilecek niteliği kazandığı var sayılır. Deli akan kan debisini yitirmeye başlayacak, kararların ve yaşamın tüm sorumluğu 18 sayısı ile kişinin kendisine teslim edilecektir. Nasıl bir yaşam istenilmektedir, nasıl bir gelecek hayal edilmektedir? Her inşa süreci içinde farklı duyguları barındırır; sevinç, heyecan, mutluluk, merak, endişe, korku, hüzün, yas gibi. Yeni olana işaret eden gelecek heyecanlandırır ve aynı zamanda eski olanla veda söz konusu olur; bu nedenle hüzün ve yası da içinde barındırır.

Geçmişten Şimdiye… Gelecek ancak geçmiş ve şimdi üzerine temellenir. Kendini inşa zemininin yapısı erken dönem ve çocukluk çağı deneyimlerinden doğar. Peki, geçmiş temelleri atılmakta olan gelecek için yeterince iyi bir zemin oluşturmakta mıdır? Yeterince iyi bir zemin gencin yaşam deneyimleri, yakın aile bireyleri ile bağlarının yapısı, büyürken edinilenler, sosyal çevre ve kontrol edilemeyen dış faktörler yani çevresel etmenlerin birikimleri, kazanımları, kimi zaman da kalıntıları ile şekillenir. Erken döneme ait olumsuz deneyim ve travmalara

maruz kalındığında, zeminin yapısında ve taşıyabilme kapasitesinde bireysel farklılıklar oluşması olasıdır. Genç, bütün bu değişkenler arasında, kendine yol çizmede ve varmayı hayal ettiği noktaya ulaşma konusunda endişeler, kararsızlıklar yaşayabilir. Bu ergenliğin doğasında vardır. Kararsızlığın ya da şiddetli kararlılığın yoğunluğu geçmiş dönem yaşantıları ile şekillenmektedir. Göz ne kadar keskin görürse görsün, gelecek anlam olarak, zaman ve mekân olarak uzak bir mesafeye gönderme yapar. Uzaktaki nesnelerin varlığını bazı yardımcı araçlar ile net bir şekilde görmek mümkün olsa da sürecin birey üzerinde yaratacağı ruhsal etkileri kestirebilmek, geleceğe dair detayların ayırdına varabilmek pek de kolay olmayacaktır. Özellikle de kendini inşa etmekte olan genç için… Belirsizliğin yarattığı huzursuzluk bir an önce büyümeye duyulan heyecana eşlik eder. Senelerce hayali kurulmuş, düşlerde duygusal pratikleri yapılmış ve hedeflere varılmaya ramak kalmıştır. Bu durum kimi gencin üzerinde baskı hissi yaratan bir kuvvet olarak belirir. Gelecekte varılacak noktaya yaklaşmak yetişkinliğe az bir mesafe kaldığını da anlatmaktadır gence. Shakespeare’e ait “Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu”. tiradını bizler gencin ruhsal dünyası boyutunda “Büyümek ya da büyümemek işte bütün mesele bu.” olarak okuyabiliriz. Gencin iç dünyasında çocuklukla vedalaşarak, çocuksuya dair olanın yasını tutarak, bu zamana kadar kurulan temel bağların niteliğindeki değişimlerin eşliğinde; geçmiş, şimdi ve gelecek ekseninde… “Büyümek ya da büyümemek işte bütün mesele bu.” KAYNAKÇA • Lauru, D. (2013). “Ergenlik Bir Gün Sonlanır mı?” Ergenlikte Değişim ve Erişkin Yaşama Geçiş. Yayına Hazırlayan: Talat Parman. Düş /Düşün Serisi, Sayı:34,Bağlam Yayınları. • Shakespeare, J.W. (2016). Hamlet, İş Bankası Kültür Yayınları • Tesone, J.E. (2013). Adların İzindeÖtekilerin Bizde Yazdıkları. Düş /Düşün Serisi, Sayı:35, Bağlam Yayınları, • İnternet Alıntısı, www.tdk.gov.tr

21


Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Müge Köseoğlu

SINAV YOLCULUĞU “Ya kazanamazsam, diğerleri benden daha zeki, sınavda bildiklerimi hatırlayamazsam, daha çok çalışmam lazım, bu sınav hayatımın dönüm noktası, kazanamazsam aileme, arkadaşlarıma ve öğretmenlerime rezil olurum.” gibi olumsuz düşünceler, olumsuz duygulara yol açmaktadır. 22


Yaşamın bir sınav olduğu gerçeğinden yola çıktığımızda aslında her daim sınandığımızı görüyoruz. Okul yıllarının her anında, sınıfımızı geçebilmek, mezun olabilmek, lise ve üniversiteye girebilmek için… İş hayatına atılırken alanımızda uzmanlaşırken karşımıza çıkan kaçınılmaz gerçek, sınavlar… Yaşamımızın herhangi bir döneminde karşımıza çıkan zorluklarla mücadelemiz de bir sınav aslında. Yaşımız ilerledikçe her birimiz birikimimize, tarzımıza, kişiliğimize göre bir yöntem geliştiriyoruz sınanma karşısında. Gençler için ise durum yetişkinlere nazaran daha bir zorlu oluyor. Onlar hayat sınavının daha başındayken, belki de en önemli sınavlarıyla karşı karşıya kalıyorlar. TEOG, YGS, LYS, YKS, vs… Sınanma konusunda çok da tecrübeli olmadıkları bir dönemde, onların deyimiyle “Hayatlarının geri kalan kısmını belirleyecek” sınavlara giriyorlar. Aslında bilgi birikimlerini ölçen bu sınavlar, “Çocukların ve gençlerin başkalarının gözündeki değerini belirleyecek.” sınavlara dönüşüveriyor birdenbire. Sınavlara yüklenen anlam bu boyuta ulaşınca, her yıl milyonlarca öğrenci ve aileyi bir telaştır sarıyor. Tabii ki girilen sınavlardan başarıyla çıkılmak istenmesi kadar doğal bir beklenti olamaz. Başarı için ise gerekenler belli:

• Akademik altyapı (Bilgi birikimi) • Planlı, programlı çalışmak • Kendine güven • Olumlu motivasyon Bu bileşenler bir araya geldiğinde başarılı olmak çok da zor değil. Ancak bunları bir araya getirmek bazen çok kolay olmuyor. Yukarıdaki maddelerden ilk ikisi aslında halledilmesi en kolay olanları. Eğer istenirse, bilgi eksiklikleri iyi bir çalışma planıyla kapatılabilir. Ancak diğer iki maddenin, “kendine güven” ve olumlu motivasyon”un geliştirilmesi ve oluşturulması ise pek çok faktöre bağlıdır ve oldukça zordur. Genç, çevresinden aldığı geribildirim ve yorumlarla motive olur veya olamaz, kendine olan güvenini kazanır veya kaybeder. Sınava hazırlık sürecinde iyi niyetiyle gence yardımcı olmaya çalışan anne babası belki de “özgüven” ve “ motivasyon” konusunda en büyük etkiye sahiptir. Bu nedenle, sınava hazırlık sürecinde çocuğuyla “sınava hazırlanan” anne babalara büyük iş düşüyor.

Değişimi Yönetmek Sınav sistemlerinde büyük değişimlerin yaşanacak olması ebeveynlerin de, çocukların da kaygısını artırıyor. Belirsizliğin ya da değişikliğin çoğu kişide kuşku ve endişe uyandırması olağandır. Ancak, böyle dönemlerde başarıya odaklanabilmek ve istenilen sonuca ulaşabilmek için ayırt edici faktör değişimi başarıyla yönetebilmektir. Herhangi bir sınava hazırlık sürecinde, kişi elinde olmayan değişkenlerden çok, kendi içinde oluşturabileceği değişim ve gelişimlere odaklanırsa, yaşanan değişikliklerden ve belirsizliklerden en az düzeyde etkilenir. Kuşku ve endişe duygularına yenilerek çalışma temposunu azaltanlar, rakiplerinin gerisine düşer. Gençlerin ve çocukların değişime ayak uydurmasına destek olmak için yapılması gerekenler oldukça önemlidir. Öncelikle onların bu süreçte duygularını anlamak, bu duygularla ilgili onlarla konuşmak yararlı adımlardan biridir. “Bu değişime maruz kalan, mağdur” düşüncesinden hızlıca uzaklaştırıp yaşamları ile ilgili kontrolü ellerine almalarına destek olmaksa bir diğer önemli adımdır. “Sınav değişiklikleri hep bizim dönemimize denk geliyor. Zaten SBS de biz 8. sınıftayken TEOG olmuştu.” gibi konuşmalara bu aralar gençler arasında sıkça rastlamak mümkün. Bu noktada, bu gibi düşüncelerin sürece olumlu etkisi olmadığı konusunda gençlere yol göstermek önemlidir.

Evet, isimleri, tarzları değişse de bir sınav süreci var, gençler ve aileleri için. Çocuklar sınav konularıyla ilgili ne kadar bilgili oldukları konusunda sınanacaklar. Aileleri ise bu süreçte çocuklarıyla olan iletişim bağlarını güçlendirmek veya zedelemek, ayrıca çocuklarının özgüven geliştirmelerine destek olmak veya olamamak konusunda sınanacaklar.

Sınava Hazırlık Sürecinde Yaşananlar A. annesinin babasıyla konuşmasına şahit oldu dün

akşam: “…… Lisesi için sınavlarda hiç hata yapmaması lazım, 1 soru kaçırsa bile bu okula girmez.” diyordu annesi. Soruların tamamını doğru cevaplamak zorunda olduğu bir sınava girecekti A. Biraz haksızlık olduğunu düşündü ama ne yapsın, başka çaresi yoktu. Bu büyük hedef için A, çok sevdiği basketbolu bıraktı. Çünkü hafta içi okul sonrası özel dersleri, hafta sonu da sınava hazırlık kursu vardı. Ders dışı etkinliklere ayıracak vakti yoktu. Aslında, düzenli çalışıyor, öğretmenlerinin ve annesinin verdiği ders çalışma programına uyuyordu. Elinden geldiğince… Daha önce hiç bu kadar çok çalışma-

O halde, girilecek sınavın adı ve sistemi ne olursa olsun üstünde durulması gerekenler bellidir:

• Çocuklar ve gençler için; sınavları oluşturan müfredata çalışıp kendi iç dinamiklerine odaklanmak. • Ebeveynler için ise; belirsizliğin yarattığı kaygıyı çocuklarına yansıtmadan, onlara duydukları güveni hissettirmek, hissetirebilmek. Çocuklarımız, değişimi başarıyla yönetip bu süreçten başarıyla çıkanların lider olduğu bir dünyaya hazırlanıyor. O nedenle, gençlerin bu beceriyi geliştirmeleri, sadece sınavlarda değil, yaşamlarında da bir adım önde olmalarına olanak sağlayacaktır.

23


mıştı. Dersini dinleyip sınavdan önceki gece biraz çalışmak onun için yeterli olmuştu hep. Şimdi çok daha planlı ve düzenli çalışmalıydı. Nasıl yapacağını pek bilemiyordu. O yüzden öğretmenlerinin ve annesinin onun için yaptığı programa uymak daha kolay geliyordu. Ama bazen de çok sıkılıyor, TV izlemek, bilgisayarda vakit geçirmek istiyordu. İşte o zaman annesi, onu hemen uyarıyor, hemen dersine dönmesini istiyordu. Deneme sınavlarında 5-6 yanlış yaptığı oluyor, böyle olunca evdeki kurallar daha da sıkılaşıyordu. A’nın annesi başarılı bir öğrencilikten sonra, bir şirkette yönetici olarak çalışıyordu. Oğluna verdiği “iyi imkanların” karşılığı olarak, yıllardır hayalini kurduğu lisenin velisi olmak istiyordu. Kendisi de iyi bir liseden mezun olmuş, sonrasında iyi bir üniversiteyi kazanmış ve iş hayatında da başarılı olmuştu. Bu nedenle, A’nın da “iyi okullar”dan mezun olmasını istiyordu. Bu yıl tüm enerjisini oğlunun başarılı olması için harcayacaktı. İşi dışında hiçbir program yapmayacaktı. Misafir kabul etmeyecek, arkadaşları ile çok az görüşecekti. Mükemmeliyetçi bir yapısı vardı. Hataya tahammülü azdı. Bu nedenle oğlunu çok sevmesine rağmen, onu eleştirdiği zamanlar çoktu. Ama ne yapsın, oğlu için en iyisini istiyor, onun çok başarılı bir birey olarak yetişmesini arzuluyordu. A’nın deneme sınavlarında yaptığı yanlışlar moralini bir hayli bozuyor, bir de yakın arkadaşının oğlunun daha başarılı deneme sonuçlarını duyunca kaygısı daha da artıyordu. Böyle durumlarda A’nın üstüne fazla gittiğini fark ediyordu. Kendini oğlunu eleştirirken böyle giderse hiçbir yeri kazanamayacağını söylerken buluyordu. Elinde değildi, başarı

24

için çok çalışmak, durmadan çalışmak gerekiyordu ona göre. Bu aralar oğlunun yeterince gayret göstermediğini düşünüyordu. A, bir süre sonra “Acaba ben başarısız biri miyim?” diye düşünmeye başladı. Deneme sınavlarında bir türlü “full” çıkartamıyordu. Aslında toplam 100 sorudan sınav oluyor, yaklaşık 95-96’sını doğru yapı-

yordu. Ama annesi onun daha iyi yapması gerektiğini söylüyordu. “Daha çok çalışsaydın, yapardın.” diyordu A’ya. A, BAŞARISIZ olduğunu düşündü hep. Annesini üzdüğü için çok mutsuzdu. A, 100 soruda 96 doğru yapabilmek gibi, aslında büyük bir başarı elde ediyorken, nasıl oluyor da kendisini başarısız hissediyordu?

B. o gün çok sinirliydi. Okuldaki psikolojik da-

nışmanının odasına hızla girdi ve “Sizinle acil konuşmam lazım, yoksa patlayacağım.” dedi. Danışmanı B’den neler olduğunu anlatmasını istedi, durumu anlayabilmek için. B, dün akşam odasında matematik testini çözdükten sonra, arkadaşları ile yazışıp bugün okulda olan bir olay ile ilgili fikir alışverişi yaptığı söyledi. O sırada, annesinin ona meyve getirmek bahanesiyle “kapıyı çalmadan” odasına girdiğini ve onu telefonuyla meşgul olurken görüp “Yine mi telefon!” dediğini belirtti. B’ye göre hep böyle


oluyordu zaten. Annesi, o hep testlerini bitirip başka bir şey ile uğraşırken odasına gelirdi. “Tesadüfün böylesi” diyordu. “Dersimi çalışıyorum, işimi bitiriyorum, ama annem beni hep başka şeylerle uğraşırken gördüğü için kaytardığımı sanıyor.” dedi. Sonrasında, annesinin “Yine mi telefon” sözünü duyan babasının da odaya gelmesiyle B, odasının büyük bir gerilim hattına dönüştüğünü söyledi. Babası zaten ona hiç güvenmiyordu. “Bu gidişle hedeflediğin yeri kazanman çok zor.” dedi yine. Annesi de babayı destekler bir şekilde B’ye baktı ve “Sen de bizim seni okutmak için gösterdiğimiz özverinin birazını göstersen, ne kadar başarılı olacaksın. Ama yok, aklın hep başka işlerde.” dedi ve gitti. B de onlara arkalarından “Bıktım bu sözlerden, yeter!” diye bağırdı. Şu an konuşmuyoruz, birbirimize küstük.” dedi B ve ekledi: “Çok üstüme geliyorlar, beni anlamıyorlar. Başaramazsam beni sevmiyecekler, biliyorum”. Yukarıda ele alınan örnek durumlarda görüldüğü gibi sınava hazırlanmak uzun bir yolculuktur. Bu yolculukta kişinin kendinden kaynaklanan kaygılar, endişeler olabildiği gibi yakın çevresinin sunduğu beklentiler de süreci etkiliyor. Ebeveynlerin sınava dair düşünceleri ve duyguları çocuklarına yönelik yaklaşımlarının oluşumuna neden oluyor. “Yeterince çalışmıyor, sınavda bildiklerini hatırlayamazsa, aklını yeterince kullanmıyor, bu sınav hayatının dönüm noktası, kazanmazsa başkalarına rezil oluruz, ya kazanamazsa” düşünceleri, kaygı, öfke ve gerginlik duygularını oluşturabilir. Bu da ebeveyn ve çocuğu arasındaki iletişimi olumsuz etkiler. A’nın 100 soruda 96 doğru yaptığı halde kendini başarısız hissetmesi, hissetirilmesi... Herkesin bu süreçte “kendince” iyi niyetli çabası belki de kurtulunması uzun zaman alacak bir duyguya neden oldu A’nın zihninde. Bunu tamir etmek, sınava hazırlanmaktan daha zor olsa gerek... “Ya kazanamazsam, diğerleri benden daha zeki, sınavda bildiklerimi hatırlayamazsam, daha çok çalışmam lazım, bu sınav hayatımın dönüm noktası, kazanamazsam aileme, arkadaşlarıma ve öğretmenlerime rezil olurum.” gibi olumsuz düşünceler, olumsuz duygulara yol açıyor: Kaygı, Güvensizlik / Değersizlik Duygusu, Gerginlik. Buna paralel olarak gençlerde ve çocuklarda bazı psikosomatik rahatsızlıkların (baş ağrısı, kas ağrısı, saç dökülmesi, çeşitli cilt hastalıkları vb.) görülebiliyor.

Nasıl Yardım Edilmeli? Bu zorlu süreçte ebeveynlerin öncelikle kendi, sonrasında ise çocuklarının düşüncelerini ve bu düşüncelerin yarattığı duyguları anlamaya çalışmalı ve bu farkındalık çerçevesinde süreci daha rahat geçirmeye odaklanmalıdırlar. Ebeveynler olarak;

• Koşulsuz olarak çocuğunuzu kabul ettiğinizi ve sevdiğinizi her fırsatta gösterebilmek, • Gerçekçi bir bakış açısıyla çocuğa/gence yaklaşabilmek, • Sınav sistemi hakkında yeterince bilgi sahibi olmak ve sürece çocukların/gencin gözünden bakabilmek, • “Çalış” deme konusunda daha sabırlı olabilmek, • Geçen yıl sınava hazırlanan biriyle karşılaştırmak yerine, onun gelişimi üzerine yapıcı yorumlarda bulunmak, • Aile sohbetlerinin odağını sınav konusundan uzaklaştırıp onun farklı ilgi alanları hakkında da konuşmak, • Birlikte geçirilecek zamanlar yaratarak, onun duyguları üzerine konuşmak. Yorum yapmadan, sadece dinleyerek... • Çocukların/gençlerin kendilerini suçlu değil, daha rahat hissedebilmeleri için gereğinden fazla değil, yeterince fedakârlık yapmak. • Çocukların gözlem gücü çok güçlüdür. Siz konuşmadan da, kaygınızı sezebildikleri için sözsüz iletişimin, beden dilinin gücünü önemsemek, beden diliyle de olumlu mesajlar göndermek, • Çocukların / gençlerin hala ergenliği yaşadığını hatırlayarak onlara yardım edebiliriz. Çünkü onlar hala,

• Arkadaşlarına daha yakın ve bağımlılar, • Duygularını uçlarda yaşıyorlar, • Özgürlüklerine düşkünler, • Değişken duygular taşıyorlar, • İç çatışmalar yaşıyorlar, • Gözü pek, cesur davranışlara girişebilirler, • Sınırları tayin etmede zorlanırlar, • Sorumlulukları sahiplenmekten kaçınabilirler, • Kişiliklerine ve kararlarına anlayış ve saygı beklerler,

KAYNAKÇA • Yeşilyurt, F. (2007). Sınav Kaygısı ve Başetme Yolları, Remzi Kitabevi, İstanbul • Yılmaz, H. (2005). Sevgili Anne ve Babacığım, Lütfen Bu Kitabı Okur Musunuz? Çizgi Kitabevi, Konya • Cüceloğlu, D. (2015). Başarıya Götüren Aile, Remzi Kitabevi, İstanbul • Cüceloğlu, D. (2016). Geliştiren Anne-Baba, İstanbul • Özer, Prof Dr K. (2013). Ayşe ve Ailesi Sınava Hazırlanıyor, Remzi Kitabevi, İstanbul

25


Çeviren: Psikolojik Danışman Aylin Germiyen Alioğlu

ÇEVİRİ: TEKNOLOJİK ALETLERİN ERKEN DÖNEM ÇOCUKLUKTA

KULLANIMI ve ETKİLERİ Erken dönem çocuklukta beyin gelişimini olumlu yönde etkileyen faktörlerden biri de bebeğin çevresindekilerle iletişim halinde olmasıdır. Bakım veren kişinin sesini duyarak onunla göz kontağı kurarak oyun oynaması bebeğin gelişim sürecini olumlu yönde destekler. 26


Akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar… Teknolojinin gelişmesiyle beraber, günlük yaşantımızın neredeyse ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Aslında bu durum sadece biz yetişkinler için değil çocuklar için de söz konusudur. Çevremize şöyle bir baktığımızda teknolojinin içinde doğan bebeklerin herhangi bir nesneyi kavrama kabiliyeti kazandığı andan itibaren anne babasının akıllı telefonu ya da tabletiyle de oynamaya başladığını görüyoruz. Hatta kimi zaman bu kadar erken yaşta teknolojiye olan yatkınlıklarını şaşkınlıkla izliyoruz. Her ne kadar yaşadığımız çağın doğal bir sonucu olarak görünse de daha bebeklikten itibaren teknolojiyle bu kadar iç içe olmak ne kadar doğru? Bazen sadece eğitim amaçlı olarak çocuklarımızın bu teknolojik aletleri kullanmalarına izin verirken bazen de yemek yemesini kolaylaştırmak, oyalamak, sakinleştirmek ya da kendi işlerimize zaman ayırabilmek için kullanmayı tercih ediyoruz. Kuşkusuz bu durum anne babaların akıllarına “Acaba doğru yapıyor muyum?”, “Ne kadar kullanmasına izin vermeliyim?” gibi soruları getiriyor. Erken dönem çocuklukta teknolojik aletlerin kullanımının çocukların sosyal, duygusal ve bilişsel gelişimi üzerindeki etkisi düşünüldüğünde; bu dönemdeki anne baba tutumlarının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bizler de hem akıllarda oluşan bu sorulara cevap bulabilmek hem de teknolojinin erken dönem çocukluktaki etkilerinin neler olduğunu görebilmek adına Amerikan Pediatri Derneği’nden (Amerika) Doktor Ari Brown’un, Nevada Üniversitesinden YaeBin Kim’in ve Royal College of Surgeons’ın Siber Psikoloji Araştırma Merkezinden (İrlanda) Ciaran Haughton, Mary Aiken, Carly Cheevers’ın makalelerini sizler için derlemeye çalıştık. Piaget’nin duygu-motor dönemi olarak adlandırdığı 0-2 yaş döneminde bebeğin düşünceleri, onun fiziksel aktivitelerine dayanır. Piaget’ye göre bebek doğduğu andan itibaren, dünyayı kavramak için çerçeve oluşturacak bilişsel şemalar geliştirir. Bu süreçte dokunabilme, yiyebilme gibi düşünceleri organize etmeye ve zamanla davranışları arasında seçici olmaya eğilim gösterir. Teknolojik aygıtların ilk bozucu etkisi bu şema gelişiminin oluşum sürecinde ortaya çıkmaktadır. Yapılan araştırmalar, bebeğin ekrandaki hızlı-akıcı görüntülerden etkilendiğini ve bu durumun zihninde kalıcı şemaların oluşmasını olumsuz yönde etkilediğini ortaya çıkarmıştır.

Erken dönem çocuklukta beyin gelişimini olumlu yönde etkileyen faktörlerden biri de bebeğin çevresindekilerle iletişim halinde olmasıdır. Bakım veren kişinin sesini duyarak onunla göz kontağı kurarak oyun oynaması bebeğin gelişim sürecini olumlu yönde destekler. Sosyal bir çevre ile etkileşim içerisinde olması merak ve keşfetme duygusunu besler ancak bu dönemde dijital medyaya uzun süre maruz kalınması nedeniyle, çocukların ileride duygusal sorunlar yaşadıkları, sosyal ilişki kurmada zorlandıkları ve çabuk sıkılabildikleri de fark edilmiştir. Bu araştırma aynı zamanda çocukların şiddeti normalize ettiklerini ve şiddet eğilimi gösterebildiklerini, özdeşim kurdukları karakterlerin davranışlarını günlük yaşamlarına ve oyunlarına yansıtabildiklerini de göstermiştir. Yapılan bir diğer araştırmada da, 0-2 yaş aralığındaki bebeklerin günde yaklaşık 60 dakika, 2-4 yaş aralığındaki çocukların yaklaşık 90 dakika teknolojik aletlerde zaman geçirdiği ve yaş büyüdükçe geçirilen zaman diliminin arttığı tespit edilmiştir. Çocukların 1-7 yaş arasında, uzun dönemli takip edildiği bir başka araştırmada ise 3 yaşından önce maruz kalınan her bir saatlik dijital medyanın ileride dikkat problemi yaşama riskini %1 oranında artırdığı gözlemlenmiştir. Araştırmada yetişkin algısına uygun bir akış içeren ekranın hızlı geçişler ve soyut yapısının çocukların algılarına uygun olmadığı, bu nedenle kopuk ve kesik dikkat aralıklarına yol açtığı gözlemlenmiştir.

ların uyku sorununa sebep olduğunu göstermiştir. Var olan gelişimsel korkularına ek olarak maruz kaldıkları karşısında etkilenen çocukların sıklıkla kâbus gördükleri ve uykuya geçmede zorlandıkları fark edilmiştir. Bununla birlikte teknolojinin doğru kullanımıyla çocukların gelişebileceği de araştırmalar doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Eğitim amaçlı yapılmış, çocukların yaşlarına uygun programların, çocuklara kontrollü olarak seyrettirilmesinde bir sakınca olmadığı hatta çocukların sosyal, dil gelişimlerini olumlu yönde etkilediği ve onları okula hazırladığı görülmüştür. Bu tarz eğitim programlarının, çocuklarda farklı düşünmeye, neden-sonuç ilişkisi kurmaya, görsel dikkati ve yaratıcılığı geliştirmeye katkı sağladığı da gözlemlenmiştir. Günümüzde teknoloji kullanımının hızlı bilgi alışverişi sağladığını, zaman ve mekân kavramlarının sınırlarını kaldırdığını, bilgiye ulaşma konusunda kişiyi özgürleştirdiğini görmekteyiz. Kişi öğrenmek ya da aktarmak istediği her şeyi dünyanın en uzak noktasına kadar ulaştırma fırsatına sahiptir. Bu noktada teknolojinin, çocukların bilgiye çabuk ulaşmaları ve hızlı öğrenmeleri konusundaki rolü önemlidir.

Bilişsel gelişimi gözlemlemek adına yapılan bir başka araştırmada ise, 3 yaşından önce teknolojik aygıtların kontrolsüzce kullanımının, akademik beceriyi etkilediği; çocuğu okuma, yorumlama, düşünme konusunda zorluk yaşamasına neden olduğu aktarılmıştır. Aynı zamanda dil becerisinin gelişimini de olumsuz etkilediği, çocukların kelime dağarcığının zenginleşmesini engellediği ve konuşmayı geciktirebildiği ortaya çıkmıştır. Araştırmalarda, teknolojik aletlerin sadece çocukların sosyal, duygusal, bilişsel gelişimlerini değil fiziksel gelişimlerini de etkilediği ve sağlık sorunlarının yaşanmasına neden olduğu tespit edilmiştir. Uzun süre televizyon ve tablet kullanan 1-5 yaş arası çocukların fazla kilolu oldukları hatta obezite sınırında olabildikleri gözlemlenmiştir. Ayrıca göz (kızarıklık, kuruluk, bulanıklık…), baş, boyun, sırt ile ilgili sağlık problemleri yaşadıkları tespit edilmiştir. Başka bir araştırma sonucu da uyku öncesi teknolojik alet kullanımının, 3-5 yaş arası çocuk-

27


Teknolojik Aletlerin Kullanımında Anne Babalar Nelere Dikkat Etmelidir?

geçmemeli, çocuğun bu 1 saati tek seferde değil parça parça olacak şekilde (15-20 dakika) kullanması sağlanmalı ve bu zaman dilimlerinin özellikle gece saatlerine denk gelmemesine dikkat edilmelidir. Bununla birlikte izleyeceği programların yaşına uygun ve eğitici olması da ayrıca önemlidir.

• 0-2 yaş aralığındaki bebekleri olabildiğince teknolojik aletlerden uzak tutmak gerekir. O yaş dönemi, bilişsel şemaların oluştuğu ve beynin hızlı geliştiği bir dönem olduğundan ekrandaki hızlı renk değişimleri şema oluşumunu olumsuz etkilemektedir.

• Küçük yaşta olan çocukların kendilerine ait dijital alet edinmelerine izin vermenin doğru bir karar olmadığı; kendilerine ait bir tablete, televizyona, akıllı telefona ya da bilgisayara sahip olduklarında onları daha fazla kullanma eğiliminde oldukları gözlemlenmiştir.

• 3-5 yaş aralığında olan çocukların da teknolojik aletleri kullanma sürelerinin “sınırlı” olması önemlidir. Bu süre genelde 1 saati

• Televizyon, bilgisayar, vb. aletlerin kapalı olması ya da dikkat çekici bir unsur olmasının engellenmesi aile içi iletişimi güçlen-

28

dirmektedir. Çocuğun o an oynadığı ya da ilgilendiği konuya yeterli derecede dikkatini vermesini sağlayabilmek için ebeveyn olarak dikkatinizi ona yoğunlaştırmanız ve özellikle de fonda bile olsa televizyonun sürekli açık olmamasına dikkat etmeniz önemlidir. • Küçük yaştaki çocukların kaslarını geliştirmek, enerjilerini atabilmek için ekran başında hareketsiz oturmaya değil, bol bol fiziksel aktiviteye ihtiyaçları var. Bu yüzden ebeveynler olarak onların bol bol hareket etmelerini, örneğin; sokakta oynamalarını, dans etmelerini, spor yapmalarını ve hatta ev işlerinde yardımcı olmalarını sağlamak gerekir. • Teknolojik aletlerin kullanımında net sınır koymak ve anne baba olarak beklentilerin ne


olduğunu açıklamak önemlidir. Çocuklar, kararlı ve net olunduğunda, kuralların olduğunu gözlemlediklerinde kendilerini daha güvende hissederler. Kendilerinden beklenileni bildiklerinde buna uyum sağlamakta başta zorlanır gibi görünseler de aslında gayet rahat uyum sağlarlar. • Çocukların teknolojik aletleri kullanırken takip edilmeleri önemlidir. Neleri izleyip neleri izleyemeyeceğini, hangi oyunları oynayabileceğini önceden konuşmak ve bu konuda kararlı olmak gerekir. Ayrıca izledikleri çizgi film ya da oynadığı oyunların içeriği ile ilgili anne baba olarak bilgi sahibi olmak takip sürecini kolaylaştıracaktır. • Çocuklar çizgi film seyrederken tablette, bilgisayarda oyun oynarken anne baba olarak yanlarında olabilmek önemlidir. Böylece olumsuz sahnelerle karşılaşıldığında, bunların üzerine konuşmak ve seyredilenleri birlikte analiz etmek, çocukların iyi- kötü, doğru- yanlış kavramlarını doğru şekilde kurgulamalarına yardımcı olacaktır. • Ebeveynler bazen hızlı olmak ya da zaman kazanmak için dijital aletleri kullanma eğilimi gösterebilirler. Örneğin; çocuğun yemek yemesi ya da sakince oturması için televizyon veya tableti araç olarak kullanılabilirler. Çocuk gerçekten daha kolay yemek yemektedir ancak tam olarak ne yediğini fark etmeden yediği için bu durum ileriki dönemlerde yeme konusunda sorun yaşanmasına neden olabilir. • Evde bir yetişkin olarak ne kadar teknolojik aletler karşısında zaman geçirildiğine dikkat etmek önemlidir. Çocuk, çoğu zaman anne babayı model aldığından onu taklit etme eğilimi gösterecektir. Dolayısıyla anne baba ne kadar çok teknolojik alet kullanırsa, çocuk da o kadar kullanmak isteyecektir. 21. yüzyılda teknolojiden korkarak ya da kaçarak yaşamak yerine, teknolojinin olabildiğince verimli şekilde nasıl kullanılacağını öğrenmek hayatı kolaylaştıracaktır. Ebeveyn olarak çocukların teknolojiden faydalanırken sınırlarını iyi anlamalarını sağlamak, arzu edilen verime ulaşmayı destekleyecektir.

KAYNAKÇA • Doktor Ari Brown (2017). Media Use by Children Younger Than 2 Years. American Academy of Pediatrics, Amerika. • YaeBin Kim (2013). Young Children in the Digital Age. University of Nevada, Amerika. • Ciaran Haughton, Mary Aiken,Carly Cheevers (2015). Cyber Babies: The Impact of Emerging Technology on the Developing Infant. RCSI CyberPsychology Research Centre, RCSI Institute of Leadership, Dublin, İrlanda.

29


Konuk Yazar: Uzman Psikolojik Danışman Feriha Şenkaya Dildar

ÖN ERGENLİK Ön ergenlik dönemi ergenliğin belirtilerinin izlerini göstermeye başladığı hem çocuğun hem ailenin kendilerini tanıdıkları ve yeniden konumlandırdıkları özel bir dönemdir. Bu dönemde çocuğu anlayabilmek ve ona doğru yaklaşımı sergileyebilmek için onun içinde bulunduğu gelişim süreci ve geçireceği değişimler konusunda bilgi sahibi olmak gerekir.

30


Fiziksel Gelişim ve Değişim

ve geri bildirimleri o doğrultuda şekillendirmek önemlidir.

Anlayışlı olun: Ergenlikten önce çocuğunuzun gelişimi bir süre duraklar. Ergenliğe girildiğinde yaşanan değişiklikler ise hayatının diğer evrelerindeki değişimlerden daha hızlı gerçekleşir. Bu dönemdeki fiziksel değişiklikler hem çocuğunuz hem de sizin için şaşırtıcı derecede hızlı olabilir. Örneğin, çocuğunuzun okuldan gelip atıştırmalık olarak tam bir ekmek veya bir tavuk yemesi daha önce karşılaşmadığınız bir değişikliktir. Çocuğunuzun bedeninde gerçekleşecek değişimlerin, önceden çocukla konuşulması her iki tarafın da işini kolaylaştıracaktır. Erkek çocuklarda testosteron hormonunda yükselme cinsel organın, kasların gelişmesine, boyun uzamasına, sesin kalınlaşmasına ve tüylenmenin başlamasına etki eder. Kızlarda ise östrojen hormonunda artış olur ve bu durum boyun uzamasına, kas ve kemik gelişimine ve cinsel organın gelişmesine etki eder. Adet başlangıcı bazı kızlar için düzensizdir. Beyinde salgılanan serotonin ve dopamin hormonları da bu dönemde dalgalanmalar yaşar. Ergenler, bu hormonal değişimlerin etkisiyle biyolojik olarak da bazen iyi düşünmeden hareket etmeye ve heyecan aramaya yatkın hale gelirler. Bilmedikleri bir değişim sürecinin başlangıcında olmak çocuğunuzun endişe yaşamasına ve kendiyle ilgili sorgulamalar yapmasına olanak verir. Bu süreçte hem ebeveynlerin hem de çocukların süreçle baş etmesini kolaylaştırabilecek bazı yaklaşımlar benimsenebilir.

Onu bilgilendirin:

Bir tek uzun konuşma yapmak yerine sıklıkla yapılan kısa konuşmalar daha faydalı olabilir. Bu dönemde yaşayacakları fiziksel değişimlerle ilgili bilgilendirmeler yapmak, onları neyin beklediğini somutlaştırabilmelerini ve kaygılarının azalmasını sağlar. Örneğin, bu dönemdeki çocukların seslerinin kalınlaşması en çabuk fark edilecek değişimlerden biridir. Bunun normal ve beklenen bir süreç olduğunu aktarmak önemlidir. Bu durum bazı çocuklarda utanç yaratabilir ve ebeveynlerin bu konuya çok dikkat çekmemesi gerekir. Bazı çocuklar ise bu durumdan çok mutlu olur ve ailesinin onun farkına varmasını ister. Her çocuğun yaşadığı değişim ve gelişimlere tepkileri farklı olabilir. Bu nedenle izlemek

Kız çocuklarda özellikle değişen hormon seviyeleri nedeniyle adet öncesi huysuzluk ve yorgunluk yaşanabilir. Bu duruma ve bazı beklenmeyen davranışlara anlayış göstermeye çalışmak yaşanabilecek çatışmaları en aza indirecektir.

Onu işbirliğine davet edin:

Kriz durumlarında endişeler öfkelenmeden, utandırmadan ve çocuğu uzaklaştırmadan ifade edilmelidir. Mevcut kriz durumu hakkında onun görüşünü dinledikten sonra kendi görüşünüzü belirtin. Bir sonraki aşama olarak aklınıza gelen çözüm yollarını birbirinizle paylaşın. Fikirleri paylaşırken birbirinizi yargılamamanız çok önemli. Son aşama olarak birlikte seçenekleri değerlendirerek işbirliği içinde sorunu çözebilirsiniz.

Mahremiyetin önemini vurgulayın:

Gelişen ve değişen vücut özellikleriyle artan cinsel farkındalığın ve merakın normal olduğunu kabul edip vücudunun ona özel olduğu ve o istemedikçe hiç kimsenin dokunmasına izin vermemesi gerektiğini onunla paylaşın. Böyle bir durum olduğunda hemen size haber vermesini söyleyin. Mahremiyet kavramını içselleştirebilmesi için siz de onun mahremiyetine özen gösterin.

Merak edin:

Bu dönemde televizyon programları, diziler, filmler ve sosyal medya ergenlerdeki ilişki kurma ve cinsellik ile hayatı tatma isteğini artırabilir. Ebeveynler çocuklarının yaptıklarına engel koymak yerine onlarla izledikleri üzerine konuşmayı deneyebilir. Hatta onların izledikleri programları izleyerek ortak bir ilgi alanı oluşturmak önemlidir.

Ona güvenin:

Erken yaştan itibaren çocuklarına güvenen ebeveynler, çocuklarının bu beklentileri karşıladığını görürler. Zor bir görevi başarması için güvenilen ergenin suratındaki gurur ebeveynler için keyif verici bir tecrübedir. Güvenilmeyen çocuklar genellikle pes ederler ve beklentileri karşılamak için gerekli motivasyona sahip olmazlar.

31


Zihinsel Gelişim ve Değişim Bu dönemde çocuğunuzun beyninin gelişimi sayesinde zihinsel becerilerinin arttığını gözlemleyebilirsiniz. Artık çocuğunuz yemek esnasında yapılan konuşmalarda fikrini beyan etmeye başlayabilir. Ailenin dikkat etmesi gereken ona ve düşüncelerine yer açarken, bu yere saygı duymak ve onu cesaretlendirmektir. Öte yandan, onun hala bir yetişkin olmadığını kendinize hatırlatın. Yüksek beklentiler içine girmediğinizde, hayal kırıklığına uğramayacak ve böylece aranızdaki ilişkinin gerilmesi engellenecektir. Yanlış durumları ona uzun uzun anlatmak ve anlamasını beklemek yerine kendi değer yargılarınızı ve/veya beklentilerinizi açık ve kısaca söylemek aranızda doğabilecek olası çatışmaları en aza indirgeyecektir. Sözel yollarla ona ulaşamadığınızı hissettiğinizde beklenmedik ve komik bir şey yapın (tencere çalmak gibi) veya ona komik bir not yazın. Mizahı kullanmak bazen ona ulaşmanın en etkili yolu olabilir.

32


Duygusal Gelişim ve Değişim Ergenler duygusal olarak değişkendir ve ne yapacakları tam bilinemeyebilir. Bir gün duygusal olarak çok sabit ve olgun gözüken çocuğunuz, ertesi gün ağlamaklı, öfkeli ve çocukça davranabilir. Yaşanan birçok duygusal ve hormonal değişikliği hesaba kattığımızda aslında bu sonuç şaşırtıcı değildir. Çatışmalar bu dönemde daha fazla ortaya çıkabilir, bu nedenle sakin kalmaya –mümkün olduğunca- gayret etmek önemlidir; eğer siz de öfkelenirseniz, onun öfkesi daha da artabilir. Unutmayın ki, çocuğunuz gerçekten kızgın olmayabilir; hayal kırıklığı, kıskançlık, utanma veya korkma gibi birçok olumsuz duygusunu öfke şekilde yansıtıyor olabilir. Onun hissettiklerini küçümsemek yerine duygularını ve düşüncelerini kabul edin. Duygularının

neden olduğu davranış kabul edilemez olduğunda, öncelikle duygusunu kabul edin, sonra ona bu duygusunu gösterebileceği kabul edilebilir seçenekler sunun. Bu durum, sizin ona önem verdiğinizi ve her zaman yanında olduğunuzu hissettirecektir. Suçlayıcı olmayan ifadeler kullanmaya çalışın: “Anlaşamıyoruz; boşver gitsin.” demek yerine “Biliyorum şu an çok kızgınsın. Sana nasıl yardım edebilirim?” demek aranızdaki iletişimi güçlendirir. Önerilerde bulunmak yerine sadece onu dinleyin. Anlatırken yaptığı jest ve mimiklerin aynısını yapmanız bile ona yardım edecektir. Bunu bir fırsata çevirin; sorular sorarak daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Hata yaptıklarında; affetmek ve konuyu kapatmak, eski hataları deşmemek, küçük başarıları fark etmek ve kutlamak, gizliliklerine saygı duymak ve dinlemek ilişkinizi iyileştirecektir. Bu dönem anne-babalar için de zor bir dönemdir. Zorlandığınız anlarda hissettiklerini çocuğunuzla paylaşın. Ben dili kullanmaya dikkat edin. Örneğin “Bazen senin beni özellikle kızdırmak için böyle şeyler yaptığını düşünüyorum ve kafam karışıyor. Nasıl davranacağımı bilemiyorum.” gibi.

Sosyal Gelişim ve Değişim Bu dönem bazı uzmanlar tarafından; anne-babalar için çocuklarının onlara ihtiyaç duymasını beklediği, buna karşın ergenler için anne-babalarından bağımsızlaşmaya çalıştıkları bir dönem olarak tanımlanır. Bu dönemde çocuklar yavaş yavaş arkadaşlık ilişkilerine odaklanmaya başlarlar. Bir grubun parçası olmak, arkadaşlarıyla bir şeyler paylaşmak, yeni şeyler keşfetmek, karşı cinse karşı artan ilgi, tüm bunları yaşıtlarıyla paylaşmak oldukça önemli hale gelir. Buna bağlı olarak, çocuğunuzun sizden duygusal anlamda uzaklaştığını düşünmek yerine, bu dönemde arkadaşlarına daha çok ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışın. Arkadaşlarını ve aralarındaki ilişkinin niteliğini görmek adına arkadaşlarını eve davet edin. Böylece, onun için önemli olan kişilerin sizin için de önemli olduğu mesajını vermiş olursunuz. Çözemediği bir problemi size anlatmak istediğinde onu dinlemeniz, anlatamıyorsa ifade etmesine yardımcı olmanız kendini daha güvende hissetmesine ve yaşadığı zorlukları sizinle paylaşabilmesine yardımcı olacaktır.

Feriha Şenkaya Dildar Uzman Psikolojik Danışman

1989 yılında İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun oldu. 1990-1992 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1988-1990 yılları arasında aynı üniversitenin Psikiyatri Bölümü’nde gönüllü olarak çalışan Feriha Dildar, bir yıl süresince okul öncesi eğitim danışmanlığı yaptı. Ayrıca Liverpool Üniversitesi ve Manchester Çocuk Hastanesi’nde “Çocuk Merkezli Aile Müdahaleleri”, ”Uyum ve Davranış Sorunları” ve “Gelişim Bozuklukları” üzerine çalışmalara katıldı. Bunun yanı sıra, “aile terapisi” ve “oyun terapisi” eğitim programlarına katıldı. 1998-2000 öğretim yıllarında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim üyeliği ve 2000-2002 öğretim yılında Bükreş’te International Nursery School’da gönüllü danışmanlık yaptı. Birçok gazete ve dergide yayınları olmakla birlikte, Hürriyet Kelebek’te çocuk gelişimi üzerine 2004-2010 yılları arasında çocuk gelişimi üzerine köşe yazarlığı yapmıştır. 2011 yılından itibaren Okan Üniversitesi Gelişimsel Psikoloji Yüksek Lisans programında ve Bilgi Üniversitesi Çocuk ve Ergen Klinik Psikoloji Yüksek Lisans programında yarı zamanlı öğretim üyeliği yapmaktadır. Aynı zamanda, Bilgi Üniversitesi’nde Klinik Psikoloji Yüksek Lisans programına staj ve süpervizyon desteği vermektedir. 1992 yılından bu yana PSİ Çocuk ve Aile Merkezi’nde çalışmalarını sürdüren Feriha Dildar, çocuklarda “bireysel terapi” ve ailelerde “çocuk merkezli aile terapisi” uygulamakta ve ağırlıklı olarak sistematik ve bilişsel-davranışsal yöntemleri kullanmaktadır.

33


Hazırlayanlar: Uzman Psikolojik Danışman Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban 34


Sinir Bilim Uzmanı Dr. Kerem Dündar ile Röportaj:

BEYİN GELİŞİMİNDE AİLE TUTUMUNUN ÖNEMİ

Uzun zamandır dikkat, konsantrasyon, dürtü kontrolü, performans artırma alanlarında çalışan doktor, araştırmacı ve danışman olan Sayın Kerem Dündar’la “Beyin ve Öğrenme” konusunu konuşmak adına bir araya geldik. Sayın Dündar, beyin gelişiminde özellikle çevresel faktörlerin önemine vurgu yaparak bizlere farklı bakış açıları sundu. Keyifle okuyacağınız bir röportaj olması dileğiyle…

Bir sinir bilimci olarak günümüz çocuklarının yoğun olarak öğrenme sürecinde hangi zorlukları yaşadıklarını düşünüyorsunuz? Günümüzde nerdeyse tüm çocukların dikkatsiz olarak nitelendirildiğini görüyorum, hatta birçoğuna ilaç kullanması bile önerilebiliyor. Bu konuda bir çaresizlik olduğu düşünüyorum. Kimler çaresiz derseniz öncelikle çocuğun kendisi çaresiz; çünkü beyin kendi haline konsantre olabilen bir organ değildir. Kon-

santrasyonun sağlanması için çocuğun yaptığı davranışlar sonucunda geri bildirim alması ve bu deneyimleri tekrar tekrar değerlendirerek öğrenmeyi gerçekleştirmesi gerekiyor. Konsantrasyon yani dikkatin kontrolü bu noktada öğrenilmesi gereken davranışların başında geliyor.

Aslında geçmişte geribildirimle öğrenmenin gerçekleşmesi için çok sade bir ortam vardı, uyaran çok daha azdı. Çocuklar anne babaları ile daha yoğun bir temas içindeydiler ve 2-3 yaşına kadar geçen bu dönemde öğrenmenin temeli sağlam bir şekilde oluşturuluyordu. Çocukların yaşadıkları küçük deneyimler, anne

35


babanın verdiği geri bildirimlerle öğrenmeye dönüşüyordu. Bugün ise çocukların hayatında çok fazla uyaran var ve çocuğun konsantre olmayı öğreneceği süreç uzadı. Eğitim sisteminde ise bunlarla ilgili yaptığımız etkin düzenleme maalesef henüz çok az. Bu noktada anne babanın çok önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Dikkati ve öğrenmeyi geliştirmek için bir çocuk ne kadar eğitim alınırsa alınsın, ilaç dahi kullanılsın ailenin sunabileceği geliştirici ortam kadar hiçbirinin etkisi olmaz. Elbette verilen destekler beynin düzenlenmesine bir parça etki sağlar ancak bunun sürdürülebilmesi için ev ortamının buna uygun düzenlenmesi ciddi önem taşıyor. Bu noktada da ebeveyn eğitimi gerekiyor ve bizler danışmanlıklarımızda önceliği ebeveyn eğitimlerine ayırıyoruz. Bu yüzyılda çocuklarımızın daha yaratıcı, duygusal zekâsı ve bilişsel esnekliği yüksek çocuklar olmasını sağlamak istiyoruz, biliyoruz ki aksi takdirde onları geleceğe taşımak zorlaşacaktır.

Anladığımız kadarıyla öğrenme çevresel değişkenlerle şekilleniyor. Peki, salt beyni ele alırsak, nasıl bir organ beynimiz? Nasıl işliyor? Aslında ben beyni anlatmanın ötesinde bir şeyler söyleme taraftarıyım, beynin kimyasını ya da işleyişini ele almanın kişinin günlük yaşamına katkısı olacaksa bile bu teorik bilgilerin ötesinde uygulamaya dönük bilgilerin katkısını önemsiyorum. Çocuk, aile ve öğretmen bu bilgileri nasıl ele alacak ve hayata nasıl geçirecek bu önemlidir. Örneğin dopamin nedir diye anlatıyorum ama anlattıklarım dopamin nediri bilmenin etkisinin ötesine geçiyor. Bir akademisyen değilseniz ve bu konulara özel bir ilginiz yoksa eğitimde bilinmesi gerekenler aslında beyinle ilgili bilgilerden daha çok beynin fonksiyonlarına dair olan davranış bilimidir. İnsan beynini etkin bir şekilde kullanırsa elbette başarılı da olur, mutlu da olur. Peki, biz beynin dikkatini toplayabilme, konsantre olma kabiliyetini yaptığımız müdahalelerle nasıl düzenleriz? Beyin çalışırken oluşan kimyasal aktivitenin yansıması olarak bir elektriksel aktivite üretir.

36


Bu elektriksel aktivitenin çıktısı olarak da beyin dalgalarını kaydedip analiz edilebilir. Bilgisayar ara yüzü teknolojileri ile çocukların dikkatli olduğu anda çıkardığı dalgalar tespit edebilir. Beyinde her davranışın karşılığında farklı dalgalar oluşur. Dikkat davranışına karşılık gelen bir dalga vardır ve henüz dikkat etme konusunda yeterli olmayan çocuklarda bu dalga yeterince güçlü değildir. Dikkatinde sorun olan çocukların bu beyin dalgalarını düzenlemek için bilgisayar ve oyunlaştırma yöntemlerini kullanmak güncel teknoloji ile mümkün hale geliyor. Yine de işin beyin tarafında gerekli düzenlemeler yapabilse bile aslında beyni o hale getiren çevreyi düzenlemeden hedeflenen başarıya tümüyle ulaşmamız mümkün olmuyor. Bu nedenle teknik işlerin yanında mutlaka aile eğitimi ve öğretmen eğitimine çok önem veriyoruz. Yeni teknolojinin de yeni teorik bilgilerin de onu iyi kullanan kişilerin elinde amacına ulaştığını defalarca deneyimlemiş bir uzman olarak önce doğru tanının konmasını ona istinaden uygun dönüşümlerin bütüncül olarak yapılmasını öneriyorum.

Ailelerin çocuklarının beyin gelişimini olumlu etkileyebilmek adına yapabilecekleri neler var? Örneğin beslenmenin, fiziksel aktivitenin beyin gelişimi üzerine olumlu etkilerinden bahsediliyor. Bu konularda neler söyleyebiliriz? Beslenme gerçekten beyni geliştiriyor. Hiç karbonhidrat almazsak beyin fizyolojisinde sorunlar yaşanıyor aynı zamanda çok karbonhidrat almakta -çocukların çok fazla abur cubur yemesi- beyin üzerindeki etkileri yüzünden hiperaktivite, dikkatsizlik başta olmak üzere pek çok semptomu tetikliyor. Beslenme bilimini detaydan uzak tanımlayacak olursak beden farklı enerji kaynakları olan karbonhidrat gibi yağ ve proteine de ihtiyaç duyuyor. Doğa da bunlara farklı besinlerden ulaşmamıza elverişli pek çok alternatif sunuyor. Bu nedenle kişinin beslenme konusuna bağlı beyniyle ilgili ciddi sıkıntılar yaşaması çok da karşılaştığımız bir durum değildir.

37


Sporun, fiziksel aktivitenin beyin gelişimin çok etkisi vardır. Kas hareketleri esnasında beyin geliştiren “nöro-growth” faktörler salgılanıyor. Bu faktörler beyin dokusunu güçlendiriyor. Beynini en etkin kullanan örnek alınası gerektiğini düşündüğüm Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi sağlam kafa sağlam vücutta bulunuyor. Belirli hareketlerin art arda yapıldığında öğrenme konusunda beyin gelişimini olumlu etkilediğini ortaya koyan pek çok uygulama geliştirilmiştir. Ama bunların hiçbiri insanın hayatta yaşadığı deneyimin beyin üzerindeki geliştirici etkisinin yerini dolduramıyor. Yani aileler çocuğunu hata yapar korkusuyla deneyim yaşamaktan alıkoyuyorsa bunun eksikliğini onu daha iyi besleyerek, özel kurslara göndererek telafi edemezler. Beynin esas gıdası bilgi ve deneyimdir. Bunlardan sonra elbette daha iyi beslenmekten, daha farklı eğitim programlarından da istifade edilebilir. Deneyim edinmek, bilgi edinmek çok önemlidir. Bunun da en bilinen yöntemi kitap okumaktır. Kitap okumak maalesef bazen çok klişe bir öneri gibi algılanmakta ancak beyin gelişiminde önemini fazlasıyla sürdürmektedir. Bu çok sorulan bir sorudur: “Çocuğuma nasıl kitap okuturum?” Ebeveynler çocuklarının kitap okumasını bekliyor, ancak bu konuda kendisi okumayan ebeveynin bunu çocuğundan istemesi, okusan iyi olur demenin ötesine geçemiyor. Hâlbuki çocuklar sizin söylediklerinizi yapmak yerine yaptıklarınızı kopyalamayı seçerler. Bu nedenle ona ilham olacak davranışlar, kuru önerilerden çok daha fazla fayda sağlıyor. Aslında çoğu zaman şunu yap demek bir çocuğun o davranışı yapmaması için en pratik yol bile olabilir. Genelde neden okuması gerektiği, kitap okumanın neden önemli olduğu aile tarafından yapılarak gösterilirse o zaman çocuk o davranışı çok daha kolay kazanabilir. İnsanın doğasında kendisi için faydalı olacağına inandığı davranışı kopyalama içgüdüsü vardır. Elbette bunun için insan insana olan etkileşim oldukça önemlidir. Eğer biz çocuklarımıza etkili olacak şeyi insan insana etkileşim ile veremezsek, çocuk bu tatmini yaşayamazsa o zaman bunu sanal dünyada aramaya başlıyor. Unutmamalıyız ki, sosyal medya beyinde diğer bağımlılıklarla aynı mekanizmayı tetiklediği için biz çocuklarımızla iletişim kuramadığımızda, çocuğumuza fiziksel dünyada mutlu olma şansı tanımadığımızda çocuğu sanal dünyaya itmiş ve bir bağımlılığın önünü açmış oluyoruz. Böyle olduğunda henüz dikkatini toplamayı öğrenememiş olan çocuk bir sürü uyaranın olduğu

38

sanal dünya eşliğinde bunu öğrenmekte çok daha fazla zorlanıyor. Özetle; beynimiz plastik gibi değişebilen, bu özelliğini olumlu kullanmayı öğrenirsek de sınırsızca denecek düzeyde gelişebilecek bir organdır. Eğer aileler çocukları ile ilgili salt isteklerini değil de sabırlarını ve koşulsuz sevgilerini öne çıkararak tutarlı bir biçimde belli ortak kararları uygularlarsa o zaman o çocuk doğru referans noktaları sayesinde beynini geliştirebilir. Pek çok teorik bilgi nesil geçişlerinde değerini hatta doğruluğunu kaybediyor. Bu noktada önemli olan, anne baba olarak çocuklara zaten her yerde ulaşabilecekleri bilgilerden çok sahip olduğumuz temel değerleri aktarabilmek, tutum ve davranışlarımızla onlara yol gösterebilmektir. Örneğin çocuğa hırsızlık yapmamayı öğreteceğiz ki bugün arkadaşının parasını çalmazken yarın internette de başkalarının hesabını çalmasın, sen çocuğa temel değerleri anlatacaksın ki teknolojik dönüşümü de kendisi bu temel değerler üzerinden gerçekleştirebilsin.

Teknoloji çağında yaşıyoruz. Teknolojinin getirdiği etkiler konusunda ne düşünüyorsunuz? Her ne kadar teknolojinin hızla değiştiği bir dönemde yaşıyor olsak da temelde bazı şeyler öyle hemen birkaç nesilde değişmiyor. Annenin çocukla iki yaşına kadar olan iletişimi halen çok önemlidir. Bugün tabletler bu yaş aralığındaki çocukların gelişimine iyi gelmiyor; çünkü çocuğu tabletle baş başa bırakıyoruz. Hâlbuki yazılımcılar anne ve çocuğun birlikte oynayabileceği, annenin oyuna müdahil olabileceği tablet oyunları geliştirirse, o zaman tabletlerin kullanılmasına başka bir gözle bakabiliriz. Bu noktada neyi neyle kıyasladığınız çok önemlidir. Teknoloji annenin çocuğun gelişimindeki önemini azaltmıyor. Teknoloji ailenin elini güçlendiren bir şeye dönüşürse ki er geç olacak, işte bence o zaman anlam bulabilir. Biz dijital dünyayı, teknolojiyi yanlış yerden yorumluyoruz. Yanlış yerden yorumladığımızda da önyargılar geliştirip tepkisel davranıyoruz. İşte


o zaman da kuşakların arası açılıyor; anne baba çocuğu, çocuk da anne babayı anlamıyor. Oysa bizler aynı yerde buluşamazsak birbirimize katkımız düşer. Çocukla iletişim içinde olan anne babalar ve öğretmenler teknoloji hızla ilerlerken bu hızlı değişimin ve dönüşümün gerisinde kalamazlar. Yakın bir zamanda yazı yazmak istemeyen bir çocuk geldi bana, annesi ile bundan sonra bir daha kalemle yazı yazmayacağına dair inatlaşmış. Annesi de peki yazı yazmayıp da ne yapacaksın diye sorduğunda tablette yazacağını söylemiş. Annesi buna karşılık yazdığı yazıları buzdolabına nasıl asacağını sorduğunda ise ilerde üstünde tableti olan buzdolaplarının olacağını söylemiş. Anne ile çocuk sorunun çözümü konusunda bir yol alamayınca, farklı merkezlere başvurmuş destek almış ancak çözülmeyince bana kadar gelmişler. Bu durumda çocukla inatlaşmamak gerekiyor. Günümüzün öğretmenleri de bunu bilmelidir. Çocuklara niye yazı yazmayı öğretiyoruz, sadece yazsın diye öğretiyorsak, bu çok da doğru değildir aslında. Ona yazı yazmayı neden öğrendiğini de öğretmeliyiz. Bir şeyi öğrenebilsin, öğrenirken sabredebilsin, bu süreçte motor davranışı da edinebilsin diye öğretmekteyiz. Bugün yazı yazmayı öğrenmek için çocuk çaba sarf ederse, yarın bu gayretini belki de sanal dünyada başka bir deneyim için kullanabilecektir. Okulu bırakacak noktaya gelen bu çocuğa ben de söylediklerin mantıklı olabilir, yazı yazmaya ihtiyacın da olmayabilir; ancak bunun nasıl öğrenildiğini bilmeye ihtiyacımız hep olacak; çünkü bu senin ilerde hayalini kurduğun teknolojileri kullanırken de işine yarayacak diye açıkladım. İşler bu açıklamayla bile bir miktar yoluna girdi. Burada hem aile hem de öğretmenler sözleriyle problemin büyümesine sebep olmak yerine, çözüm nasıl bulunur o konuda kolaylaştırıcı ve yaratıcı olmalı diyebiliriz.

Yaş dönemine göre beynin gelişimi ve bu konuda ailelerin tutumu nasıl olmalıdır? Çocuğun beyni doğduğu andan itibaren çok yeteneklidir. 5 yaşına kadar daha çok algısal ve duygusal kısmı gelişir, henüz frontal lobu yani karar alma kısmının gelişimi başlamamıştır. Bu yaşta çocukların istekleri oluşur ama karar alma meka-

39


nizmaları henüz kontrol altında olmaz. 5 yaşındaki çocuklara bile bazen hadi sen seç ayakkabını denildiğini görüyorum. Oysa o yaştaki bir çocuğun beyni buna karar verebilecek yeterlilikte olmuyor. Bunları bilmek çocukla etkileşimi artırıyor, bu konularda düzenlemeler yaparak sürecin sağlıklı geçmesini sağlıyor. Eğer beyinde o bölge henüz gelişmemişse o aktiviteyi beklemek çocukta stres oluşturuyor ve pek çok problemin temeli daha bu çocukluk aşamasında atılıyor. Aslında bilinçli aile ve çevre çocuğun iyi bir kişilik örüntüsü geliştirmesine ve sonrasında daha sağlıklı bir psikolojiye sahip olmasına en büyük katkıyı sağlıyor. Ergenlik çağını ise çocuğunuzun yıllarca annesinin babasının frontal lobu kullanma dönemini bitirdiği artık kendi frontal lobuna geçiş aşaması olarak tanımlayıp aileleri bu konuda bilinçlendirmeyi çok kıymetli buluyorum. Bu bazen gençleri anlama konusuna ışık tutarken bazen de ebeveynin farkındalığına katkı sunuyor. Burada biz sinirbilim bilgisini gündelik hayata aktararak çözümlere yaratıcılık ve farklı bakış açıları katmış oluyoruz. Genellikle bir sorun olduğunda bunun kaynağı ailenin tutumuyla ilişkili olabiliyor. Bu tip sıkıntılar söz konusu olduğunda ben de çocuklardan ziyade ebeveynlerle çalışıyorum. Çünkü benim için çocuğun içinde bulunduğu çevre ve çocuğun çevreyle etkileşimi önemlidir. Çocuğun beyni gelişme aşamasında ve potansiyeli çok yüksek, çocuk geri bildirim alabiliyorsa çözüm için hemen aileye yönelip anne babalara şunu anlatıyorum: Anne babalar öncelikle çocuklarını koşulsuz sevmeli; beş yaşına kadar çocuklar siz ebeveynlerin kontrolü altında olmalı, sonrasında ise sonuçlarına katlanamayacağı davranışlarda halen korumacı olunsa bile onun dışında öğrenmesi için ona tecrübe edeceği alanlar bırakılmalı ve bu noktada çok da ürkek davranılmamalıdır. Onun tecrübelerini yaşamasına müsaade edilmelidir. Tabi bu noktada bir önemli husus da çocuğun istediklerini yapma, yapmama konusudur. Çocuğun canı her şeyi ister. Ben anne babaya bunu niye yaptınız diye sorduğumda, çocuk istedi cevabını almam bazen dışardan bakan bir göz olarak anlaşılamaz bir şey bile olabiliyor. Çocuk her şeyi yapmayı arzu eder, ancak arkasında durabildiğinde arzu isteğe dönüşür, bazı arzularını yapabilip bazılarını yapamayacağını, bazılarının sadece arzu seviyesinde kalacağını zaman içerisinde öğrenecektir, tabi ailesi buna izin verirse. Her çocuk her şeyi yapmaktan keyif almaz. Temelden getirdiğimiz mizacın da farklı olduğunu düşünürsek çocuğun

40


yeteneği ile örtüşecek, kendini mutlu hissetmesini, keyif almasını sağlayacak şeyleri bulması konusunda hem anne babaların hem de öğretmenlerin kolaylaştırıcı olmaları önemlidir, bu konu onun her isteğini yerine getirmekten tamamen farklıdır.

Okul ve aile işbirliği nasıl olmalıdır? Elbette her velinin çocuğunun aldığı eğitimi, bu eğitimi sunan kadroyu takip etme sorumluluğu vardır. Bu noktada takip öğretmenin ne yaptığını kontrol etmek değildir. Çocuğun öğretmeni ile olan etkileşimini gözlemlendiğinde çok daha verimli ve sürdürülebilir bir katkı sağlanır. Veli, çocukla öğretmenin iletişimini takipten sorumludur. Burada amaç öğretmeni yönlendirmek değil de, öğretmeni bilgilendirmektir. Öğretmen sınıfta çocuğa bir şey söylüyor ama akşam evde çocuğu göremiyor, bu nedenle velinin, yaptığı şeyin etkisi konusunda öğretmene geri bildirim vermesinde elbette fayda vardır. Geri bildirim vermek çocuk ile öğretmen arasındaki etkileşimin gücünü artırmak adına yapılırsa kıymetli olur. Okul hayatı başladıktan sonra öğretmenin rolü, çocukla uzun süre vakit geçirdiği de düşünülürse çok önemlidir. Dünya umudunu hala iyi insanlar üzerinden korumakta ve iyi insanların sayısının artmasına bel bağlamaktadır. Bugün çocuğunuzun veya bir öğrencinizin dünyayı daha iyi bir yer yapacak yeni lider, yeni bilim insanı, yeni sanatçı olacağını bilseniz ona nasıl davranırdınız, hep bunu düşünün ve ona öyle davranın ki dünya sizler sayesinde biraz daha iyi bir yer olsun.

Uzman Dr. Kerem Dündar MD PhD / Sinir Bilim Uzmanı

Gülhane Askeri Tıp Akademisinde tıp eğitimini tamamlayan Uz. Dr. Kerem Dündar, mezuniyetinin ardından çeşitli sağlık kurumlarında akademisyenlik, yöneticilik, eğitmenlik ve hekimlik yaptı. GATA Biyofizik bölümünde beyin araştırmaları üzerine doktorasını yaparak uzmanlığını tamamladığı dönemde, elektrofizyolojik ve streotaksik cerrahi yöntemlerle, psikiyatri, nöroloji, psikoloji, davranış bilimleri alanlarında gerek deneysel, gerek klinik araştırmalarda bulundu. Akupunktur, hipnoz gibi tamamlayıcı tıbbın pek çok branşı ile, aile terapisi, davranışsal terapi, hipnoterapi, cinsel terapi, nöroterapi-nörofeedback alanlarında da bir çok uygulama gerçekleştirdi. Geliştirdiği bütüncül nöro-yaklaşım ile, modern tıp, klasik tıp, güncel teknoloji, terapi sistemleri ve sinirbilim bilgisini birleştiren Dr, Kerem’in performans, başarı, mutluluk, psikolojik sağlık, iletişim konularında bireysel danışmanlık sayısı yirmi binin üzerindedir. Dr. Kerem halen kurucusu da olduğu Nöro Sağlık Beyin Eğitim Araştırma Uygulama Merkezi sinirbilim alanında akademik faaliyetlerinin yanında, işbirliği yaptığı şirketler ve eğitim kurumları bünyesinde; Beynin etkin kullanımı, psikiyatrik hastalıklardan korunma yolları, teknoloji bağımlılığı, hayatta başarı vb. gibi konularında eğitimlerini, uygulamalarını ve bireysel nöro danışmanlık faaliyetlerini sürdürmektedir.

41


BİZDEN HABERLER Önleyici Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Çalışmaları 42


Kariyer Planlama Süreci Terakki Vakfı Okulları olarak hedefimiz; öğrencilerimizi merak eden, sorgulayan, yaratıcı düşünebilen, bağımsız, güven duygusu gelişmiş, sorumluluk sahibi, güçlü ve zayıf yönlerini analiz edebilen, edindiği bilgi ve deneyimi farklı öğrenme alanları için kullanabilen bireyler olarak yetiştirmektir. Bu özellikler öğrencilerimizin kendi hedeflerini belirlemelerine ve meslekleri için karar verme süreçlerinde donanımlı olmalarına katkı sağlamaktadır. Meslek seçimi için karar verme süreci, titiz bir şekilde değerlendirme yapmayı gerektirmektedir. Mesleğin beklentilerinin araştırılması ve bireyin kendi özelliklerini değerlendirmesi daha sağlıklı kararlar oluşturmasına katkıda bulunacaktır. Ergenlik döneminde yetişkinlik dönemi için hazırlıklar yapılmaya başlanır. Bu hazırlıkların gerçekçi bir bakış açısı ile şekillenmesi, kendini tanıma ve karar verebilme becerileri ile mümkün olabilir. Ergenlikte ilgi alanlarında zaman içinde değişimler yaşanması doğaldır. Bu değişim yaşam boyu da sürebilmektedir. Gençler için önemli olan geleceğin kendilerinden beklediği ortama ayak uyduracak hazırlığı yapabilmeleridir. Bu bakış açısı ile Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi olarak bu yıl 22. sini düzenlediğimiz Kariyer Günleri etkinliklerini gerçekleştiriyoruz. Öğrencilerimize, gelecekteki yaşamları, meslek seçimlerine hazırlık yapmaları için olanaklar sunuyor, farkındalık kazanmalarını sağlayan aşağıda yer alan etkinlikleri planlıyoruz.

araya getiren gönüllülük esasına dayalı öğrencilerimizi meslekler konusunda bilinçlendirmeyi ve motive etmeyi hedefleyen bir çalışmadır. Öğrencilerimiz meslek gözlemi yaparak, ilgilendikleri mesleklerin iş ve çalışma ortamını görebilmekte, ilgili mesleğin hedeflerine, değerlerine, yetenek ve ilgilerine uygunluğu konusunda detaylı bilgi edinme şansı bulmaktadırlar Vizyoner Konuşmacılar: Mesleki başarıları, iş dünyasındaki kariyerleri ve etkili konuşma becerileri ile öğrencilerde kariyer bilinci oluşturacak konuşmacılar davet edilmektedir. Başarı Öyküsü için konuk isimlerinin belirlenmesinde ve davetinde Projeler Koordinatörü Kafiye Alkan'ın desteği alınmaktadır. Meslek Tanıtımı Çalışmaları: Meslek tanıtım çalışmalarımız; 9. ve 10. sınıfta fakülteler çerçevesinde meslek alanlarını tanıtmakla başlar. Dekanlarla Buluşma "Mesleğe Göz Kırpmak" etkinliği gerçekleştirilir. Tadımlık Dersler” etkinliği ile 11.sınıf öğrencilerimize ilgilendikleri meslekler ile ilgili dersleri üniversite ortamında akademisyenlerden dinleyerek seçecekleri bölümün içeriği hakkında detaylı bilgi edinmelerine olanak sağlanmaktadır.

Mezunlarla Buluşmalar: Farklı üniversite ve bölümlerde okuyan ya da mezun olmuş eski Terakkililer lise yaşantısı, lise eğitimi, üniversite hayatının liseden beklentileri konusunda her yıl öğrenci arkadaşlarıyla bir panelde buluşurlar. Yurt İçi ve Yurt Dışı Üniversite Danışmanlığı: Öğrenci, veli ve öğretmenlerimize yükseköğretime geçiş sistemleri hakkında bireysel danışmanlık hizmeti verilmektedir. Yurt içi üniveristeler için, sınav içeriği, puan analizleri, sınav taktikleri, tercihler ve meslek seçimi konularında seminerler düzenlenmektedir. Yurtdışında nitelikli bir eğitim almak için lise hayatı boyunca atılması gereken adımlar, sürecin yıllara yayılan işleyişi, öğrenci ile veliye düşen görevler ve okul ile işbirliğinin ne şekilde sağlanacağı konularında destek verilmektedir. Üniversite Tanıtımları: 11. ve 12. sınıf öğrencilerimizin hedeflerini belirlemelerine önemli katkı sağlayan etkinliklerden biri de üniversite ziyaretleridir. Ayrıca üniversitelerin sunduğu burs olanakları da tanıtılarak, bu burslar için gereken ön koşullar varsa öğrencilerimiz bilgilendirilmektedir.

Hedef Belirleme Görüşmeleri: 9 PreIB sınıflarında, Fen ve Anadolu Lisesinde, 10. sınıfta öğrenci ve aileleri ile görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Bu görüşmelerde, tüm yaşamlarında önemli rol oynayacak meslek ve üniversite bölüm seçimleri için, önce doğru dersleri seçerek öğrenim görmeleri, potansiyellerine uygun olan mesleği bilinçli olarak seçebilmelerini amaçlıyoruz. Buna yönelik test ve envanter uygulamaları ve uzman seminerleri ile doğru ve güncel bilgilerle buluşmalarını sağlıyoruz. 12. sınıf sonunda tercih döneminde her öğrenci için tercih danışmanlığı da yürütüyoruz. Meslek Gözlemi Programı: Meslek Gözlemi Terakki Vakfı Okulları öğrencileri ile velilerini bir

43


Tek Terakki. İki yerleşke.


Levent . Tuzla / Tepeรถren



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.