Ardından Yıllar Geçti / Hıfzı Topuz

Page 1


Anı Eski Dostlar (2000), Elveda Afrika, Hoşça Kal Paris (2005), Fikret Muallâ (2005), Paris ‘68: Bir Devrim Denemesi (2008), Nişantaşı Anıları (2009), Bana Atatürk’ü Anlattılar (2010), Gülümseyen Anılar (2011).

2

Roman Meyyâle (1998), Taif’te Ölüm (1999), Paris’te Son Osmanlılar (1999), Hatice Sultan (2000), Gazi ve Fikriye (2001), Çamlıca’nın Üç Gülü (2002), Devrim Yılları (2004), Tavcan (2005), Başın Öne Eğilmesin (2006 – 36. Orhan Kemal Roman Armağanı), Özgürlüğe Kurşun (2007), Kara Çığlık (2008 – Afrika Barış ve Dostluk Ödülü), Abdülmecit (2009), Hava Kurşun Gibi Ağır (2011), Elbet Sabah Olacaktır (2012).

ÖNER CİRAVOĞLU Trabzon Lisesi’ni bitirdi. YAZKO (1979) ve Cum­huriyet Kitap Kulübü’nde (1983) yöneticilik ve editörlük yaptı. TYS’nin Güzel Yazılar dergisini çıkardı (2003-5), İlk şiiri 1965’te Trabzon’daki Son Haber gazetesinde yayımlandı. Daha sonra Yazko Edebiyat, Çerçeve, Varlık dergileriyle Cumhuriyet gazetesinde göründü. Aylık Remzi Kitap Gazetesi’nde “Okuma Gözlüğü” başlıklı yazılarına 2005 yılında başladı. Kitapları: Deneme: Sevgi Yazıları (1986, Öner Kemal adıyla), Okuma Gözlüğü (2010); Şiir: Kalepark (1995), Bitmeyen Yüzyıl (2009): Araştırma: Çocuk Edebiyatı (1997); Anı: Fındıkzade-Bir Sur İçi Rüyası; Aziz Eugenius’un Rüyası: Yenicuma (2011); Derleme: Büyük Yolların Haydutu/Fotoğraflarla Attilâ İlhan’ın Yaşam Öyküsü (1997); Bir Tutkudur Trabzon (İ. Gündağ Kayaoğlu ve C. Akalın ile 1997).

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


HIFZI TOPUZ Söyleşi: ÖNER CİRAVOĞLU 3


4

ardından yıllar geçti  / Hıfzı Topuz

Hıfzı Topuz

Söyleşi: Öner Ciravoğlu © Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Eylül Duru Kapak fotoğrafı: İbrahim Öğretmen Kapak: Emrah Apaydın

ısbn 978-975-14-1543-1 birinci basım: Ocak 2013 Kitabın basımı 2000 adet yapılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


5

İçindekiler

Sunuş................................................................................. 7 Üç Yaşam…......................................................................9 Unutamadıklarım..........................................................53 Unesco Dönemi...........................................................113 Unesco Sonrası.............................................................141 Belgesel Roman Yazarlığı.............................................151 Çocukluk-Gençlik........................................................171 Düş Kırıklıkları.............................................................199 Büyük Hayranlıklar......................................................217 Yurtdışından Dostlar....................................................227 Esentepe’de 55 Yıl........................................................251 Unutulmayan Geziler..................................................267 Kapitalizmin Bunalımı ve Sol......................................287 Dizin............................................................................. 309


6

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


7

Sunuş Ardından Yıllar Geçti, alışılagelen bir yaşamöyküsü kitabı olarak tasarlanmadı doğrudan doğruya. Elbette Hıfzı Topuz’un yaşamından değişik dönemlerden geniş kesitler yer alması doğal… Şöyle de özetlenebilir: Anılar, gözlemler ve yarınlara bakış… Öncelikle onu tanımlayan kavramlarla başlamalıyım. İletişimciliğinden gelen yapısıyla karşısındakilerle sağlam ilişki kurabilen bir gazeteci. Saray’a dayanan bir aile ağacına sahip, empati duygusu güçlü bir şövalye… Zarafet ve bilgelik onun bir başka özelliği… Gazeteciliğin ardından Unesco’daki görevi nedeniyle tanıştığı dünya ünlülerine ilişkin tanıklıklarla vazgeçilmez bir bilgi ağacına dönüşen ilginç kişilik… Biyografi edebiyatı yazarlığıyla, öteki yapıtlarıyla Tür­ kiye’nin yakın tarihine ışık tutan bir bakış açısı geliştirdiği için de öncü ve ayrıksı bir duruş… Kişisel olarak insanları, dünyanın gidişatını önemseyen, toplumsal ilişkilerde kadınlara değer veren bir yaşam ustası…


Belki bunlara başka özellikler de eklenebilir. Ama bizim söyleşimiz bu eksenlerde dolaşacak. Bir yerlerde yazmış olmalıyım onunla ilk tanıştığım gü8 nü. Sonra dost olduk. Evinin bahçesindeki yeşil dallar arasındaki ilkbahar ve yaz anılarımız fotoğraflarda bize hâlâ gülümsüyor. Ayşe Sağdıç’ın zarafeti ve sevecenlikle kurduğu sofralardaki renkler bir başka coşku kaynağı. Esentepe, Yazarlar Sokak, no. 6, bir anlamda dünyanın tüm renklerini barındıran bir aydınlanma çeşmesi… O çeşmeden su içmeye var mısınız? Başlıyoruz işte!

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


9

Üç Yaşam . . .


10

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


11

Hıfzı Ağabey, şöyle başlamak istiyorum. Doksan yıllık dolu dolu bir yaşamınız var. Aradan geçen bunca yıla birkaç alanda birçok şey sığdırdınız: gazetecilik, iletişimcilik, üniversitede öğretim üyeliği, Unesco’da diplomatik bir kariyer, kültür girişimleri, biyografik roman yazarlığı… Şimdi geriye dönüp baktığınızda bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben doksan yıla sanırım üç yaşam sığdırdım. Birincisi çocukluğumdan 36 yaşına kadar uzanan gençlik ve gazetecilik dönemi. İkincisi 36 yaşından 60. yaşıma uzanan Unesco dönemi. Üçüncüsü de öğretim üyeliği ve biyografik roman yazarlığı dönemi. Sol düşüncelerle birinci dönemde tanıştım. Hiçbir örgüte girmediğim halde başıma türlü belaların geldiği yıllar… O dönemde gazeteciliğe başladım. Babıâli’nin eski günlerini yaşadım. Muhabirlik, yazıişleri, dış politika yazarlığı, sendikacılık, iktidarın baskılarına karşı direniş, ses getiren röportajlar, dış geziler ve sonunda Akşam gazetesinden burukluk içinde ayrılış ve bir yıl işsizlik… İkinci dönem Unesco’da yirmi beş yıllık uluslararası bir uzmanlık ve yöneticilik dönemi… Bu çok mutlu bir dönemdi. Bütün öğrendiklerimi Paris’te, Afrika’da, Latin Amerika


ve Asya ülkelerinde uygulamaya koyuldum. Afrika’da gazeteci yetiştirmeye yöneldik, yeni iletişim araçlarının kuruluşuna yardımcı olduk, uluslararası haber tekelciliğiyle savaştık, bü12 tün ülkelerde basın özgürlüğünü ve gazetecilerin haklarını savunduk, gazeteci örgütleri arasında barış içinde işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesine çalıştık. O dönemin içinde bir yıllık bir de TRT maceram var. Üçüncü dönem 60 yaşında Unesco’dan emekliye ayrıldıktan sonra başladı. Sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Bir yığın düş kırıklığı içinde kendime yeni çalışma alanları aradım: üniversite öğretim üyeliği, araştırmacılık, roman yazarlığı ve kültür işleri… Birinci ve ikinci döneme dair anılarımı bir-iki kitapta anlatmıştım. Ama bitmedi, anlatılacak daha çok şey var. Üçüncü dönemi ise, henüz masaya yatırmadım. İstersen söyleşiyi kronolojik bir biçimde değil, bölük pörçük anılarla oluşturalım.

Peki, öyleyse ben ilk başta size şöyle bir şey sorayım. Yaşam boyu sizi çok heyecanlandıran, gözünüzü dolduran, burnunuzu sızlatan sayısız olay olmuştur, hiç kuşkum yok. Bunları sırası geldikçe konuşuruz. Fazla kişisel olacak ama isterseniz şöyle özel bir soruyla başlayalım: Uzun yıllar unutamadığınız tutkuların en başında hangisi yer alıyor?

Evet, heyecan verici bir soru. Mavi gökyüzünde, beyaz bulutların arasında şöyle bir anı aklıma geliyor. 75 yıl önce Galatasaray’da 9. sınıftaydım. Cumhuriyet’in 15. yılı, ya-

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


ni 29 Ekim 1938… Atatürk’ü görmek heyecanıyla izci olarak Ankara’ya gitmiştik. Türkiye’nin belli başlı okullarından gelen izci toplulukları oradaydı. Her gün provalar yapılıyordu. Akşamüstü de sokaklara dağılıyor, yeni yeni gelişmekte 13 olan Yenişehir’in caddelerini arşınlıyorduk. En kalabalık yer Sıhhiye’den Kızılay Meydanı’na kadar olan bölümdü. O zamanki en yakın arkadaşım Necdet Ceyhan’la bulvarlarda dolaşan izci kızların en güzellerine takılıyorduk. Takılmak da neydi sanki? Peşlerinden gidip bakışlarını yakalamaya çalışıyorduk. Eğer kızlar gülümserlerse birkaç söz söyleyerek yanlarına yaklaşıyorduk. Yüz bulursak ne âlâ, bulamazsak peşlerini bırakıp başka avlara yöneliyorduk. İşte böyle denemelerimizin birinde iki kız bize gülümsedi. Onlar da bizim gibi 15 yaşlarındaydı. Yanlarına yanaştık, onları galiba Kutlu Pastanesi’ne davet ettik. Hayır demediler. Tatlı tatlı sohbet ettik. Ertesi akşam yine Kızılay’da buluştuk, Çankaya’ya kadar yürüdük. Hava kararıyordu. Döndük bu kez de Maltepe yoluna saptık. Caddelerin arka tarafları bomboştu. Hiçbir yapı yoktu. Solda bir yerlere doğru yürüdük, yollar tükendi. Boş sırtlarda askeri manevra çukurları kazılmıştı. Kızlardan biri Necdet’in yanındaydı, biri de benim yanımda. Tatlı tatlı konuşurken Necdet’le sevgilisini gözden yitirdim. Manevra çukurlarının birine sinmiş sohbet ediyorlardı. Biz de aynı şeyi yaptık, başka bir çukura yumulduk. Kızın elleri avuçlarımdaydı, yüzü kıpkırmızı olmuştu, kalbinin hızlı hızlı çarptığını duyumsuyordum. Kolumu boynuna attım, çekilmedi. Başına uzanarak yanaklarından öptüm, karşı koymadı. Ben de bunun üzerine bir daha öptüm. İlk kez bir kızı coşkulu bir istekle kucaklıyordum. Bir süre sonra sevgilim:


“Geç oluyor, haydi kalkalım!” dedi. Necdet’le sevgilisi de öteki kazılan yerden çıkmışlardı. Yine birlikte yürüdük. Sanki yüksek bir elektrik akımına ka14 pılmış ve büyülenmiştik. Ertesi gün yine buluşmak üzere kızları apartmanlarının köşesinde bırakarak Necdet’le yürümeye başladık. “Nasıl geçti?” “Harika azizim, bildiğin gibi değil. Ben kızı öptüm, ses çıkarmadı.” “Ben de.” “Neresinden?” “Elbette dudağından.” “Yok yahu! Ben yanaklarından öptüm.” “Sen enayisin.” “Öyle vallahi, ne bileyim.” O gece saatlerce uyuyamadım. İlk öpüşmeyi düşündükçe yatağımda titredim durdum. Ertesi gün geçit provalarında kızları uzaktan gördük. Onlar da izci şapkalarını boyunlarından arkaya sarkıtmış, tıpış tıpış yürüyorlardı. Arkadaşlarımıza kızları göstererek: “İşte bu benimki!” “Bu da benimki,” diye övünüyorduk. Akşamı iple çektik. İzciler dağılır dağılmaz yine aynı yerde buluştuk. Ufak bir Yenişehir turundan sonra yine Maltepe’ye, oradan da manevra çukurlarına geldik, aynı yerlere yerleştik. Bu kez enayilik etmeyecektim. Kolumu sevgilimin boynuna doladıktan sonra dudaklarına uzandım. Hiç şaşırmadı ve kendini bana bıraktı. Gece yine bende uyku yok. Olayı düşündükçe tir tir titri-

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


yordum. Yaşamım boyunca böyle bir heyecan anımsamıyorum. Ertesi akşam yine aynı senaryo, manevra çukurları ve daha sıcak öpüşmeler. 15 29 Ekim töreni sona erdi. Akşam birbirimizden gözyaşlarıyla ayrıldık. Onu bir daha ne zaman, nerede görebilecektim?… İstanbul’da ilk işim ona bir mektup yazmak oldu. Bir hafta sonra da ondan bir mektup aldım. Hâlâ saklarım. Şöyle diyordu: “Sen gittiğinden beri bir tapınak içinde yalnız kalan ruhumu mektubun biraz teselli etti Hıfzı. Şimdi artık günlerim hiç bitmeyecek bir sevgiyle seni beklemek, seni düşünmek ve yaşamın umut felsefesiyle avunmak olacak. Dilerim seninki de öyle olsun. Acaba ne zaman, nerede sana kavuşacağım, söyle. Hayatım boyu seni bekleyeceğim.”

Zarfın içine bir de vesikalık resim koymuştu. İçim içime sığmıyordu. Heyecandan kanatlanıyordum. Mektubu nerede saklayacağımı bilmiyordum. Gece yatağıma uzanınca mektubu çıkartıp birçok kez okudum, resmini öptüm. Yine titremeler içindeydim… Ondan bir daha hiç mektup almadım. Ardından yıllar geçti. Bir daha onu hiç göremedim. Ne bir ses ne bir nefes, ne oldu bilmiyorum. Yıllarca onu unutamadım. 15 yaşında bana o mektubu yazan kızın, ilerde yazar ya da şair olmasını beklerdim. Yıllar boyu dergilerde boş yere onun adını aradım. İşte ilk aşkım bu kızdı. İlk kucaklaşma, ilk öpüşme, ilk


coşku, ilk titremeler, ilk ayrılık ve ilk aşk mektubu. Bunlar belleğimden hiç silinmedi. Yaşıyorsa o da şimdi 90 yaşında olmalı. Onu yeniden gör16 mek isterdim. Belki yine sinecek bir manevra çukuru arardık. Hayır, hayır, o çukurların yerinde gökdelenler yükseldi. Belki de onu Çankaya’da bir zamanlar oturduğum Ahmet Rasim Sokağı’ndaki apartmanıma çağırırdım. Kocası varsa ondan gizli gelirdi. Yaşlılar kıskanç ve huysuz olurlar. Adam duysa kudururdu. Salonda birer kadeh şarap içer, Cumhuriyet’in 75. yıldönümünü anardık. O bana “Hıfzı yine o günleri görecek miyiz? Bugünler geçecek mi?” diye sorardı. Ben de ona “Elbette bu kâbuslardan bir gün uyanacağız, o coşkuyu yeniden yaşayacağız, aydınlık günlerden umudunu kesme!” derdim. Ona yetmiş beş yılın ardından kucak dolusu sevgiler!

Hıfzı Ağabey, yetmiş beş yıl dile kolay. Gerçekten çok etkileyici bir çocukluk aşkı… Şimdi dilerseniz sıçraya sıçraya gidelim. Siz yıllar boyu Paris’te yaşadınız, oradan ayrılınca da Paris yolculuklarını hiç aksatmadınız. Sizde bu Paris sevdası nasıl başladı?

Paris sevdasının kökü Galatasaray’da öğrencilik yıllarıma dayanır. Fransız kültürüyle yetiştik. Fransız yazarlarına, şairlerine, şarkılarına, filmlerine, sanatçılarına hayrandık. İçimizde bir Paris özleminin gelişmesinden doğal bir şey olamazdı. Liseyi 1942’de bitirdim. Savaş yıllarıydı. Fransa’ya gitmek hayal… Hem nerede bizde o para, nasıl gidebilirdim?…

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


Hiçbir yerden burs olanağı yoktu. Orada okuyan öğrenciler de 1939’da yurda mecburi dönüş yapmışlardı. Fransa’ya gitmek aklımın köşesinden geçmiyordu. Galatasaray’ı bitirdiğim yıl bir Fransız kız arkadaşım oldu. 17 O aylarda İstanbul’a gelip yerleşmişti. Benden iki yaş büyüktü. Onun apartmanda Fransız şarkıları dinliyor, şarap içiyorduk. Paris’i uzaklardan bana o tanıttı. Argo sözcükleri ilk ondan öğrendim. Paris bir düş gibiydi. Ama onunla Paris’te yaşamayı düşünmem için çılgın olmam gerekirdi. Savaş sona erdi, bir süre sonra gazeteciliğe başladım. Ekonomik ve sosyal konular özellikle dikkatimi çekiyordu. Marksist yazarların kitaplarını okuyordum. Louis Althusser’i, Jean Baby’yi, Roger Garaudy’yi, Georges Politzer’i öyle tanıdım. Jean-Paul Sartre’a, Louis Aragon’a, Paul Éluard’a, Géraldy’ye, Jacques Prévert’e hayrandım. Hachette Ki­ tabevi’nden Fransızca dergiler alıp gelişmeleri izliyordum. Bu arada planlama konuları bana özellikle ilginç geliyordu. Paris Üniversitesi’nde Uluslararası Yüksek Araştırmalar Merkezi’nde planlama dersleri veren iktisatçı Charles Bettelheim’ın yazıları bana yeni bir ufuk açıyordu. Paris’te yüksek lisans ve doktora yapmayı ve Bettelheim’ın öğrencisi olmayı istiyordum. Ama o günün koşulları içinde bu gerçekleşmeyecek bir düştü. Şimdi biraz gerilere gideceğim. Ben ilkokula Kadıköy’de Saint Joseph’in şubesi Saint-Louis’de başlamıştım. Okul 1933’te kapandığı sırada babam işini Ankara’ya taşımıştı. Biz de oraya yerleştik. İnkılâp İlkokulu’na yazıldım ve 4. sınıfı orada okudum. Anneannem bundan hiç hoşlanmamıştı. Beni mutlaka Galatasaray’da okutmak istiyordu. Yatılı AYG 2


okul ücretini de üç aylık yetim maaşından ödemeyi üstlendi. Babam buna karşı koymadı. Hazırlık okumadan Fransızcadan bir sınıf atlayarak 5. sı18 nıfa girmek istiyordum. Saint-Louis’den Galatasaray’a geçen arkadaşlarım Semavi Eyice ve Süreyya Günay o yıl 5. sınıfa geçmişlerdi. Ağabeyim Muzaffer Topuz iki yıl önce Galatasaray’ı bitirmişti ve hocaları iyi tanıyordu. Beni okulda ders nazırı denen bölüm başkanı Camille Bergeaud’ya götürerek yardım istedi. Bergeaud ağabeyimi kırmayarak benim için özel bir sınav açtı. Kazanarak 5. sınıfa girdim. Bunu Bergeaud’ya borçluydum. Okulda ondan hep ilgi gördüm. Benim Galatasaray’ı bitirdiğim yıllarda Bergeaud okuldan ayrılarak Fransız Elçiliği’nde Kültür Ataşesi olmuştu. Akşam gazetesinde çalıştığım yıllarda da onunla zaman zaman basın toplantılarında karşılaşıyorduk. Bir gün böyle bir toplantıda kendisine: “Hocam, ben Fransa’da doktora yapmayı çok istiyorum. Ama hiçbir olanağım yok, yine bana yardımcı olabilir misiniz?” diye sordum. “İlk fırsatta seni ararım,” dedi. Gerçekten de iki ay sonra Bergeaud beni arayarak: “Gözün aydın istediğin oldu, sana Paris’te on aylık bir burs ayarladım. Hemen gel konuşalım!” dedi. Her şey büyük bir hızla gelişti. 1 Ekim 1952 günü bütün dostlarım Galata rıhtımından kalkan Ankara Vapuru’yla beni Marsilya’ya yolcu ettiler. Yakınlarım yolcu salonu rıhtımından bana el sallıyorlardı. Kimler yoktu aralarında: annem, anneannem, ağabeylerim, kız kardeşim, eşim… Ali Talih Sencer, Sadettin Gökçepınar,

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


Şahap Balcıoğlu, Ferruh Doğan gibi en sevdiğim arkadaşlarım… Dönüp dönmeyeceğimi merak edenler de vardı. Yeni bir serüvene atılıyordum. Paris’e gider gitmez üniversiteye başvurarak yeniden öğrenci olacaktım. Kafamda 19 Bettelheim’ın derslerine katılmak vardı. Onun yanı sıra Hukuk Fakültesi’ne de yazılacaktım. Hayran olduğum birçok ünlü profesörün dersini izleyecektim. Yolculuk heyecanlı bir bekleyişle sürdü. Dört gün sonra Marsilya limanına ulaştık. Oradan doğru gara gidip ikinci sınıf bir vagona girip kompartımana yerleştim. Karşımda bir Marsilyalı oturuyordu. Durmadan bana bir şeyler anlatıyor ama hiçbir şey anlamıyordum. Feci halde moralim bozuldu. Okulda öğrendiğim Fransızcanın hiçbir işe yaramayacağını düşündüm. Gece yarısı kompartımana genç bir yolcu geldi. Onunla sohbete başladık. Uğradığım düş kırıklığını anlatınca bana: “Hiç canınızı üzmeyin,” dedi. “O yolcu Marsilya ağzıyla konuşuyor, biz bile onların dilini güç anlarız!” “Oh, moralim yerine geldi,” dedim. Marsilya-Paris tren yolculuğu o dönemde 10-12 saat sürüyordu. Ertesi gün Paris’te Gare de Lyon’a vardık. Elime valizimi alarak, dostum Ziya Şav’ın verdiği adresteki otele yerleştim. Düşlerimi süsleyen Paris’e kavuşmanın coşkusunu yaşıyordum. Otelden çıkıp garın çevresindeki bulvarları, sokakları dolaştım. Kafeler ve mağazalar hiç de benim umduğum gibi çıkmadı. Paris deyince aklıma Champs Élysées, Pigalle, Montmartre, Quartier Latin geliyordu. Akşam bir metroya binip Montmartre istasyonunda indim. Orada kabarele-


ri, şansoniyeleri, barları, gece kulüplerini bulacağımı umuyorum. Ne gezer, burası sönük bir mahalle izlenimi veriyordu. Görünürde ne bir bar vardı ne bir kabare. Meğer 20 ben Montmartre-Richelieu istasyonunda inmişim. Oysa Pigalle’de inmem gerekirmiş. Kös kös otele döndüm. Yatağıma uzandım. Uyumak ne mümkün, yandaki ve karşıki odalardan sevişme çığlıkları ve iniltileri, musluklardan da su sesleri geliyordu. Meğer Ziya’nın bana adresini verdiği otel akşamları sokak köşelerinde bekleyen kadınların randevu oteliymiş. İşte Paris’te ilk gecem böyle geçti. Ertesi gün doğru Cité Universitaire’deki öğrenci bürosuna giderek kaydımı yaptırdım. Öğrenci kartımı aldım. Bana Quartier Latin’de 5 franklık bir otel adresi verdiler. Otel Sorbonne Üniversitesi’nin yanındaki Rue de la Sorbonne’daymış. Odam asansörü olmayan üçüncü kattaydı. Hemen oraya yerleştim. Pencerem üniversitenin dershane pencerelerine bakıyordu. Cennete kavuşmuş gibi oldum. Artık benden bir-iki yıl önce Paris’e gelmiş olan üniversiteli arkadaşlarımı arayabilirdim. İlk önce Hukuk’ta en yakın dostum olan birini aradım. O arkadaşım sağlam bir Marksistti. Hiçbir örgüt üyesi değildi. Kitap kurduydu. Larousse’u bile satırların altını çizerek okurdu. Şimdi biraz geriye döneyim. Arkadaşımın İstanbul’da hiçbir flörtü olmamıştı. Dar gelirli ve çok çocuklu bir aileden geliyordu. Evi bütün dostlarına açıktı. Yaşar Kemal bile Adana’dan işsiz güçsüz İstanbul’a geldiği dönemde birkaç gün onun evinde kalmıştı. Dostluğuna çok güvendiğim bir arkadaştı. Paris’e gidebilmesi için beş parası yoktu. İyi du-

ARDINDAN YILLAR GEÇTİ_HIFZI TOPUZ_4_1


rumda olan bir dayısı vardı. Ama dargındılar. Dayısıyla buluştuk, uzun uzun konuştuk ve onları barıştırdım. Arkadaşıma kefil de oldum. Böylece Paris yolu ona açılmış oldu. Önceleri Paris’te Rue Monsieur Le Prince’de bir otelde yaşıyordu. Bir 21 süre sonra varlıklı bir Fransız ailesine damat olup onların evine taşınmıştı. Hemen o gün buluştuk, onu biraz değişmiş buldum. Bir süre sonra da aramızdaki bağlar koptu. On beşyirmi yıl sonra adını Türkiye’de en çok vergi ödeyenlerin arasında gördüm. Bir daha karşılaşmadık. Paris’te İstanbul Üniversitesi’nden üç arkadaşım daha vardı. Onlarla birkaç kez buluştuk. Ama eski dostluğumuzu yitirmiştik, kayıplara karıştılar. Paris’e hazırlıklı gelmiştim, cebimde yıllar önce Paris’te yaşamış olan babamın ve yakın akrabalarımın kaldıkları otellerin, apartmanların adresleri vardı. İlk önce oraları dolaştım. Yılların gerisinden onları andım. Başka bir kâğıda da Namık Kemal’in, ilk Jöntürklerin kaldıkları yerlerin adresini yazmıştım. Eski deyimle oraları da tavaf ettim. Sonra sırada büyük Fransız Devrimi’nin yapıldığı Bas­ tille Meydanı, Marie Antoinette’in idama götürüldüğü Conciergerie Şatosu, idam mahkûmlarının arabayla götürüldükleri Blanc Manteau Sokağı, Victor Hugo’nun yaşadığı evin açıldığı meydan, Balzac’ın evi, 4 Eylül’de Cumhuriyet’in ilan edildiği meydan, eski saraylar, Danton’un, Robespierre’in heykelleri, Paris Komünü’ndeki direnişçilerin kurşuna dizildikleri Père Lachaise Mezarlığı’nın duvarları vardı. Oraları gezerken kâh içim burkuldu, kâh devrim coşkusunu yaşadım. Ama duygularımı paylaşacağım tek dostum yoktu. Sonra



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.